Halit Kıvanç Kupaların Kupası Dünya Kupası 1930'dan 2002'ye

' '

" " k i W * ■ * "\

Kültür Yayınları Baskı2. Genel Yayın: 590 Edebiyat Dizisi: 204 © Türkiye tş Bankası Kültür Yayınları

Yayına Hazırlayan Mürşit Balabanlılar

Kapak Tasarımı Mehmet Ulusel / Erol Egemen D üzelti Eylül Durtı Sayfa Düzeni Tipograf (0212) 249 01 01 Birinci Basım Nisan 2002 ISBN 975-458-345-5 OTM 11020401 Basım evi Mas Matbaacılık AŞ (0212) 285 11 96 Kültür Yayınları

KUPALARIN KUPASI dünya kupası 1 9 3 0 ’dan 2 0 0 2 ’ye...

Halit Kıvanç İÇİNDEKİLER

I93O URUGUAY 13

1934 İTALYA 25

1938 FRANSA 39

1950 BREZİLYA 49

1954 İSVİÇRE 65

1958 İ s v e ç 113

1961 şiLİ 135

1966 İNGİLTERE 151

1970 MEKSİKA 183

1974 ALMANYA 211

1978 ARJANTİN 237

198 1 İSPANYA 271

1986 MEKSİKA 297

1990 İTALYA 325

1994 ABD 379

1998 FRANSA 409 Başlama Vuruşu Hakem, düdüğünü çalar ve maç başlar. Bu ilk düdük “başlama vuruşu”nu haber veren işarettir. Sonrasında futbolun tüm heyecanı, stadtaki binlerden, kulağı rad­ yoda ya da gözleri televizyonda on. binlere, milyonlara kadar yayılır. Daha sonrasında ise, futbolun bitmez tü­ kenmez muhabbeti başlar. Futbola pek yakın olmayan­ ların en çok yadırgadığı da budur. “Bir buçuk saatlik maçı bir ömür konuşuyorsunuz” diye şaşarlar. Haksız da sayılmazlar bir bakıma... O sonsuz futbol sohbeti, bir başka deyimle, o doyumsuz futbol keyfi olmasa, he­ le hele eskiler gündeme getirilmese, belki de tadı kal­ maz futbolun... Hani kadın mahkemeye başvurur da... “Kocamın futboldan başka şeyi gördüğü yok. Şimdi sorsanız, ne gün evlenmiştiniz, deseniz... Onu bile hatırlamaz ” diye, yargıca yakınınca... Koca, birden ayağa fırlar da... Ken­ dini savunur: “Nasıl hatırlamam, sayın hâkimim? Bizim takımın ofsayttan yediği golle filan takıma 2-1 yenildiği maçtan bir gün sonraki pazartesi günü evlenmiştik. ” Çoklarına göre, futbol sporların kralıdır. Oynaması ayrı zevk, seyretmesi ayrı zevk, konuşması ayrı zevk ol­ duğu için... Okuması da ayrı zevk olmalı, diye düşü­ nünce... Oturdum, şöyle gerilere doğru bakmaya başla­ dım. Oooo, gördüğüm, yaşadığım ya da dinlediğim, duyduğum, okuduğum bütün bu anıları sevenlerine du-

9 yursam... Üstelik futbolun en büyük coşkusu “Dünya Kupası ” bir kez daha her yanı sararken... Bir geçit yaptı tüm Dünya Kupası maçları... Kimi anılarımda... Kimi gözlerimin önünde. Özetleyeyim izninizle: • 1930’da ilk Dünya Kupası oynanırken, annesi­ nin elinden tutarak sokağa çıkabilen küçücük bir ço­ cuktum. Henüz harfleri bile tanımayan... • 1934’teki 2. Kupada ilkokul öğrencisiydim. • 1938’teki 3. Dünya Kupasında ortaokula gidi­ yordum. • 1950'deki 4. Dünya Kupası nda, final şansını ya­ kaladığımız halde niye Brezilya'ya gitmediğimizi çöz­ meye çalışan bir spor yazan, daha doğrusu, yargıçlıkta bir dönem geçirdikten sonra yeni mesleği gazetecilikte ilk adımlarını atan bir genç... • 1954’te on altı finalistten biri olan Türk Milli Ta- kımı’nın maçlarını izleyen ve ülkesine bildiren, Türki­ ye'nin ilk günlük spor gazetesi Türkiye Spor4ın üç y ö­ neticisinden biriydim. • 1958’de yazarlık yanında maç spikeriydim de. Ama bu kupadaki maçları nakletmiyorduk. Milliyet''e yazıyordum 6. Dünya Kupası’nı... Büyük Pele’yle “ye­ dek oyuncu” iken ilk röportajı yapan kişiydim. • 1962’deki kupayı, İstanbul’daki matbaada, gelen haberlerle izlemiştim. • 1966’da ise hem gazetecilik yapıyor, hem de unu­ tulmaz İngiltere-Almanya finalini Türkiye’ye radyoda anlatıyordum. Naklen yayınlanan ilk Dünya Kupası fi­ naliydi bu... Tabii yanında gazeteye yazı göndermeye devam ... • 1970’de Tercüman’^ yazıyor, radyoda da bazı maçları naklediyordum. Pele ile uzun sohbetli kupam- dı bu...

10 • 1974'de Almanya’'daki Dünya Kupası finallerini ülkemize canlı canlı ve de heyecanlı ilk TV naklen ya­ yınlarını yapan TRT ekihindeydim. • 1978'de, Arjantin'de TRT ekibinin dört spikerin­ den biriydim. • 1982’de Ispanya’daydık TRT-TV takımı olarak... • 1 9 8 6 ’da gene TRT-TV spikeri kimliğiyle Meksi­ k a ’da. • 1990 Dünya Kup ası’ nda İtalya’dayım... Günlük spor gazetesi Fotospor adına maçları izleyen ekipte... Yorumlar, magazin haberleri yazıyorum. TRT’nin TV ya­ yınlarında da, Roma merkezinde sunuculuk görevim var. • 1994'de Amerika için bavulumu hazırlamışken... O zamanki bir TRT yetkilisi duvar çekiyor önüme... Za­ rarı yok, tv var... Gazeteler var. • 1998'de Paris’te bir yandan Ricky Martini dinli­ yor, Gerard Depardieu ile el sıkışıyorum. Bir yandan da Fransızların şampiyonluğunu seyrediyor, NTV adına röportajlar yapıyorum. Şimdi siz olsanız... Bu geçit törenini seyrettikten son­ ra, şunları şöyle bir anlatayım demez misiniz? Ben de dedim... Yerin kulağı var ya... Duymuşlar... Benim kü­ çüklüğümden beri duyduğum biri duymuş... İnsanın "çok¡güvenli” olduğunu anlatmak için öyle derlerdi ço­ cukluğumda: “Banka gibi adamdır... İş Bankası gi­ bi... T Bugün de aynen böyle diyen çok... Öylesine gü­ venli çilere teslim etmez misiniz kitabınızı teşekkürle? Ben de öyle yaptım. Okursunuz, seversiniz umuduyla,.. Sevgiyle dolu en güzel günler... Mutlulukla dolu en güzel goller... Sizin olsun...

H a l İt K iv a n ç İstanbul, 2002

il 1. Dünya Kupası I93O URUGUAY

m psm àiX ù HCfNlIM Ir-w iM i UlUlıUtf İnsanoğlu, “en güzeP’i bulmak için... Ne mi yapmış? “Güzellik Yarışması”m icat etmiş... Sevgilimiz “FutboP’un “Güzellik Yarışması” da... “ d ü n y a k u p a s i” işte!..

*•'

I )ört yılda bir futbol dünyası bir araya geliyor, Kupa- ların Kupası “Dünya Kupası”nı ülkesine götürebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyor. Sonunda herkesin sorduğu soru... “Futbol Dünyası’nda e n b ü y ü k k i m ?” Önündeki dört yıl için yanıtını buluyor.

“ en b ü y ü k k i m ?”... m i? İşte, o görkemli kupayı, ellerinde havaya kaldıran kaftanın takımı...

W

Çeşitli dillerde yazılmış hayli kitap, broşür, gazete, der­ gi arasında uzun süre dolaştım. Bir baktığıma bir-iki-üç kez daha baktım, bir okuduğumu üç-beş-sekiz kez da­ ha inceledim. Sonuçta ortaya çıkan isim, Count van der Straten Pouthoy... Futbol âşığı bir Belçikalı... Yakın

15 arkadaşı, Hollandalı banker Cornélius Hirschmann’a koşuyor. Arşimet gibi “Buldum buldum” diye... “Fut­ bol dünyasında herkes ‘en büyük kim?’ diye merak ediyor. İşte bunu çözmenin yolunu buldum. Dünyanın her köşesinden milli takımlar gelsin, birbiriyle oyna­ sın. Sonunda şampiyon olan takımın, en büyük oldu­ ğu kabul edilsin. Tabii belirli bir süre için... O süre ge­ çince yeniden oynasınlar, yeni şampiyonu, yani ‘en bü­ yük’ olanı ortaya çıkarsınlar”... Hollandalı Hirschmann pek beğenmiş bu fikri... Belki de banker olmasının etkisi... “Bu işte para da var” diye düşünmüş olabilir. Hemen dostlarının bu­ lunduğu İngiltere Futbol Federasyonu’na bir mektup yazmış ve Belçikalı Pouthoy’uıı düşündüklerini anlat­ mış. Hirschmann’ın hareketi doğruydu... Çünkü fut­ bolun beşiği İngiltere olduğuna göre, böyle bir girişim de ordan gelmeliydi. Gerçekten Federasyon Genel Sekreteri Sir Frédéric Wall, öneriyi 1905’de FİFA’nın Paris toplantısına götürdü. Ama elleri boş dönecekti ordan... Tıpkı bir yıl sonra, aynı öneriyi FİFA’nm Bern toplantısına götüren İsviçreli Schneider gibi. Araya yıllar girmiş, fikir sanki unutulmuştu. İşte bu sıradan ufak tefek bir futbol adamı, Jules Rimet çıktı sahneye. FİFA’nın başına geçen Fransız hukukçu Rimet, öylesi­ ne azimliydi ki... Hiç yılmadan çalıştı, savundu ve 1920’den 1929’a kadar yorulmadan çevresini inan­ dırmak için çaba harcadı. Sonunda da başardı. f İf a , 1929’da Barcelona’daki toplantısında “Dünya Kupa- sı”nm temelini atarken, Jules Rimet de futbol tarihine “Dünya Kupası’nm Babası” olarak geçiyordu.

16 ///.' ev sahibi kim olacaktı?

ı lı A, “Evet” demişti de... Böylesine büyük bir organi­ zasyonu sırtlamak cesaretini hangi ülke gösterecekti? "Ben” diye bir ses yükseldi Güney Amerika’nın küçük beldesi Uruguay’dan... Uruguay belki haritada ufaktı, a ma futbol alanlarında çok büyüktü... Peş peşe iki ( Dlimpiyatta, 1924’te ve 1928’de futbol altın madalya­ larını başkasına bırakmamıştı. Ancak Uruguay’ın çifte şampiyonluğuna Avrupalıların küçümser bakışları, I afin Amerikalıları çileden çıkarıyordu. İşte “Dünya Kupası” olayı, büyük fırsattı. Ve Uruguay bu fırsatı ka­ çırmadı. “İlk Dünya Kupası’nın ev sahipliği” için or- laya atılıverdi. Uruguay, tüm futbol dünyasını davet etmiş, herkesi ülkesindeki büyük futbol şenliğine çağırmıştı. Ancak 1930, futbolda bir dünya kupasının doğdu­ ğu yıldı ama... Ekonomide, dünyanın çok yerinde çok tüccarın, çok şirketin battığı yıl olmuştu. Feci bir eko­ nomik bunalım, her yanı sarmıştı. Üstelik şimdi bir­ kaç saatte uçakla gerçekleştirilen Atlantik yolculuğu, o günlerde uzak ve masraflı bir seyahatti. Bu nedenle Uruguay’ın çağrısına Avrupa’dan sadece dört ülke “evet” dedi. Avrupalı futbolcuların Atlantik’i geçerken vapurda (güvertede) günlerce antrenman yapmış ol­ ması, futbol tarihinin unutulmayacak anılarındandı.

Sadece on üç ülke...

Dördü Avrupa’dan (Yugoslavya, Belçika, Fransa, Ro­ manya), ötekiler Amerika kıtasından (Uruguay, Brezil­ ya, Arjantin, Şili, Bolivya, Paraguay, Peru, Meksika ve Amerika Birleşik Devletleri) on üç ülke yer aldı bu ilk

17 Dünya Kupası’nda. Ve 1930 yılının 13 Temmuz günü Montevideo’nun doksan bin kişilik Centenario Sta- dı’nda meşin topa ayakla dokunulduğu anda, Jules Ri- met Kupası için ilk mücadele başlamış oldu. Konan kurala göre, üç kez şampiyonluk kazanan ülke, bu ku­ panın ebedi sahibi olacaktı. İlk Dünya Kupası maçlarına girişte stad kapısında polis sıkı arama yapıyor, özellikle tabancaları alıyordu. Ateşli Latinler her golü tabanca atarak kutladıkları için, polisin bu araması pek de yadırganmazdı. Böyle- ce Dünya Kupası’yla birlikte, polislerin seyircileri ara­ ması olayı da başlamıştı. Aynı zamanda hakemlerin po­ lis tarafından korunması da... Evet, ilk arama ve ilk koruma, ilk kupanın ilk notlarıydı. Grup maçları sonunda Uruguay, Arjantin, Yugos­ lavya ve bir de -şaşırmayın!- Amerika Birleşik Devlet­ leri yarı finale yükselmişti. Yıllar sonra, “Kuzey Amerika’da futbol başladı” denilecekti. Oysa Birleşik Amerika’da futbol tarihi, ilk Dünya Kupası’na dayanacak kadar eskiydi. “6-1’ler yarı finali” diye anılacak iki maçta Arjan­ tin Amerika’yı, Uruguay da Yugoslavya’yı aynı sonuç­ la (6-1) yenince, kupa için iki aday kaldı. Ve 30 Temmuz 1930 günü Centenario Stadı’nda ha­ kemin ilk düdüğüyle tarihin ilk Dünya Kupası finali başladı.

İlk finalin kravatlı, garip pantolonlu hakemi...

Kıyafetiyle bugün tebessüm yaratan Belçikalı hakem John Langenus, o gün mükemmel yönetimiyle “hakem­ liğin yüzakı” olarak alkışlanıyordu. Oysa daha önce Arjantin - Fransa maçının Brezilyalı hakemi, oyunu dört

18 dakika erken bitirmiş, yanlışlığın farkına varılmaca fut­ bolcular duştan getirilerek son dört dakika oynaatılmış- lı. Aynı anda üç oyuncunun birden ofsayt olduğğu du­ nunda “gol” veren hakem de, bu kupada epey kkendin- dcıı söz ettirmişti. Futbol tarihinin ilk Dünya Kupası finalinde,;, ilginç giysili Belçikalı hakem Langenus, şahane yönettimiyle gerçekten büyük alkış toplayacaktı ama... İki i Latin Amerikalı takım, ev sahibi Uruguay’la iddialı Atu-jantin de, mükemmel futbol gösterisiyle seyircileri adeeta bü­ yüleyecekti. İşte bu ilk Dünya Kupası finalindee oyna­ ma onurunu kazanan iki takımın kadroları: U r u g u a y : Ballesteros - Nasazzi, Maschecroni - Aııdrade, Fernandoz, Gestido - Dorado, Sccarone, ( iastro, Cea, İriarte A r ja n t İ n : Botasso - Della Torre, Peternostter - J. Evaristo, Monti, Suarez - Peucelle, Varallo, SStabile, l'eı reira, M. Evaristo Büyük final, ev sahiplerinin sevinç çığlıklarıykla baş­ lamıştı. Çünkü ilk gol, Uruguaylı Dorado’dan ggelmiş- iı. Ne var ki, az sonra Arjantin, Peucelle ve Staboile im­ zalı gollerle 2-1 Öne geçiverince, doksan bin kişilik sladta çıt çıkmaz olmuştu. İlk yarıyı yenik bitireEn Uru­ guay’ın seyircileri tribünde dua ediyor, kimi dde maçı bırakıp gitmeye kaljcıyordu. Fakat ikinci yarıyıla bir­ likte Uruguay takımı bir şahlanmıştı ki... İşte CCea ile 2-2, İriarte ile 3-2 ve nihayet Castro ile 4 -2 ... 5 Seyirci çıldırmış gibiydi. Ulusal bayram olmuştu maçına sonu. Uruguay, tarihin ilk Dünya Kupası finalinde jA rjan- liıı’i 4-2 yeniyor ve ilk Dünya Kupası’m alıyordum Kay­ bedenler için tek teselli, tarihin “İlk Gol Kralı” ’ unva­ nım, attığı sekiz golle Arjantinli Stabile’nin kazzanma- sıydı. Uruguaylılar, hem ilk kupaya ev sahipliğği yap­

19 manın, hem de ilk kupayı almanın onuru yanında, iki Olimpiyat şampiyonluğu başarısını da perçinlemiş olu­ yorlardı.

İlk Dünya Şampiyonu Uruguay takımı.

Büyük finalde hakem ve takım kaptanları seremonide. İlk Dünya Kupası finalinin kravatlı, pantolonlu h a k em i B elçikalı Langenus. Cea’nm golü beraberliği getiriyor.

İriarte’den şahane üçüncü gol ağlarda.

Castro kafayla dördüncü golü atıyor. Dünya kupası oynanıyor- Şimalî Amerika ve Yugoslavya? iki­ şer galibiyetle dömifinale kaldılar. Bakalım Uruguay ne yapacak?

Montevidedaki dünya kupası maçlarına baş­ nun birinci dcvreei 0 - 0 berabere bitmiş, ikinci lanmıştır. Bu maçlara Avrupadan Belçika, Yu­ haftaymın onuncu dakikasında Bolivya sağ açığı­ goslavya, Romanya, Amerikadnn Uruguay, nın ayağı çıktığından hastahaneye kaldırılmış ve o undan itibaren Yugoslâvlar sonuha kadar hakim Meksika, Amerika, Brezilya, Peru, Arjantin, Şili, oynayarak 4 gol yapmışlardır. Paraguay ve Boliviya Milli takımları iştirak et­ mektedir. İlk karşılaşmada Fransa, Meksiknyı 3-1 AMERİKA: 3 - PARAGUAY: 0 Amerika Belçikayı 0-2 mağlup etmişlerdir. Birinci devrede Amerikablar rüzgâra karşı oy­ Fransızlar dünya kupası maçlarına çok ehem­ namalarına rağmen santerforlanmn şahsi gayretile miyet verdikleri için yeni ve'genç bir takını yap­ iki gol yapmışlardır. Buna mukabil basımlarından mışlar, çok hakim bir oyunla Meksikayı 1-3 yen­ dalıa zarif ve daha fenni oynayan Paraguaylı- mişlerdir. Diğer maçların neticeleri şunlardır: rların bütün gayretleri atletik meziyyetlere sahip YUGOSLAVYA: — BREZILYA: % e çok seri olan Amerika müdalnası karşısında 2 1 {neticesiz kalmıştır. 2 — 0 farkla ikinci haftayma Brezilya takımı dünya kupasına namzet bir gbnşlayaıı Amerikalılar bir gol daha yaparak neti­ takım addediliy’or ve Yuğoslavyaya mühim bir farklu ceyi 3 — 0 kazanmışlardır. ¡galip geleceği tahmin ediliyordu. Halbuki netice ./ayanı hayret bir surette 1-2 Yuğoslâvyanm lehine çevrilmiştir. Oyun çok sert ve heyecanlı olmuş birinci baftaym 0-1 Brezilyanın lehine neticelen­ m iştir. ARJANTİN : 1 — FRANSA : 0 Oyun umumiyetle Fransızların hakimiyeti al­ ımda cereyan etmiştir. Frnısız gazeteleri Millî ta­ kımlarının çok talihsiz bir oyun oynadığını kaydedo rek asıl mağlûbiyetin Arjantine ait olduğunu söy- lıyorlar. Turnuvanın üçüncü gütıü yapılun b» *vun çok heyecanlı olmuştur. Birinci haftayıö rabcrlikle bitmişti. Arjantinliler tjjmn' golünü ikinci devrenin 38 inci Irıı yapmışlardır. / ROMANYA:3 / P Romanya takımında meşlı oynamıştır. Bu ınucar porofesy' Romun««»

İlk kupanın habepi bir spor dergimizde böyle çıkmıştı. 2. Dünya Kupası Dünya 2.

COPPA BEI MONDO * COUPE DU MONDE • WORID'í 94 İTALYA 1934 MONDIALE CAMPIONATO I CALCIO DI UGHO H G JU G 0 1 MAGGIO 7 2

İlkokul sıralarındaydım 2. Dünya Kupası oynandığın­ da... Ama çevremde “Ooo Dünya Kupası başlıyor” diye konuşan tek kişiye rastladığımı hatırlamıyorum, (¡azetelerde de bu olayı coşkuyla duyuran bir başlık gözüme ilişmemişti. Futbol meraklısı büyüklerimin ya da mahallede babası ndan izin alıp maça gidebilen ağa­ beylerimin de “Dürüya Kupası” diye bir olaydan söz ettiklerine tanık olmamıştım. Ancak günler sonra bir haftalık spor dergisinde, “Dünyanın en kuvvetli ta­ kımları dünya şampiyonluğu için oynuyor” gibilerden bir başlık gözüme çarpmıştı, o kadar. O günün gençle­ rinin adını bile duymadığı, televizyon ya da bilgisayar başından kalkmayan bugünün gençlerine bunu anlat­ mak zor, hem de ço k zorx. . Çünkü yöneltecekleri soru belli: “Niye? M açları TV vermiyor muydu?” İlk kupaya ev sahipliği yapan Uruguay, bu ilk kupa­ yı kazanmanın da haklı gururuyla dört yıl öncenin in­ tikamını dile getiriyor, “Siz bana gelmediniz. Ben de si­ ze gelmiyorum” diyerek, tacını, tahtını hiç mücadele­ ye girmeden bir başkasına bırakmayı göze alıyordu. Dünya Kupası başlarken, kural şöyle konmuştu: Turnuva dört yılda bir yapılacak, üç kez şampiyon olan takım, kupayı ebediyen evine götürecekti. Finaller bir kez Amerika kıtasında, son iki kez Avrupa’da oynana­ caktı. Sıra Avrupa’ya gelince İtalya atılmış ve ev sahip­

27 liğini üstlenmişti. Bunda, o günlerin politik havasının etkisi büyüktü. İtalya’da Mussolini, Almanya’da da Hitler adında iki çılgın elele vermiş, dünyayı felakete sürüklemeye başlamışlardı. Sayısız insanın öleceği, şe­ hirlerin harap olacağı, o korkunç 2. Dünya Savaşı’nın yaratıcısı iki cani, insanlık ayıbı politikalarını yaymak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlardı. 1936 Berlin Olim­ piyatları, Almanların gövde gösterisi olarak hazırlan­ mış, ama bir zenci atlet, unutulmaz koşucu Ovvens, diktatör Hitler’in gözü önünde şampiyonluğa koşarak Nazileri perişan etmişti. Sporun canavarlığa zaferiydi bu... Mussolini, bir bakıma gizli çekişme içinde oldu­ ğu Hitler’e, kendisinin daha güçlü olduğunu göstermek için futbolun büyük heyecanını ülkesine taşımayı ba­ şarmıştı. Bir de İtalya takımı evinde kupayı alırsa, Du- çe’nin keyfine diyecek olmayacaktı. İtalya’da oynanacak finalleri Uruguay boykot edin­ ce, öteki Güney Amerika takımları, hem de favoriler arasında yer alan Brezilya ve Arjantin, bir bakıma onu yalnız bırakmıyor, Uruguay’a yapılan hareketin, aslın­ da Latin Amerikalılara yapılmış hakaret olduğu gerek­ çesiyle, İtalya’ya yıldızlarının yer almadığı zayıf birer takım yolluyorlardı. Birer “ikinci takım”... Bu durumda Uruguay’ın şampiyonluk mirasını pay­ laşacakların başında “Wunderteam” yani “Harika ta­ kım” yıldızlarının yer alacağı Avusturya geliyordu. Vi­ yana ekolünün yanı sıra Macaristan ve Çekoslovakya da, 1934 Dünya Kupası’nın diğer favorileriydi. Mus- solini’nin İtalyası’na ev sahibi olmasına karşın, şampi­ yonluk şansı verenlerin oranı hiç de yüksek değildi. An­ cak evdeki pazar sahadaki çarşıya bir kez daha uyma­ yacaktı. 2. Dünya Kupası finalleri, 1934 yılının 27 Mayıs

28 günü başladı ve İtalya’nın sekiz kentine yayıldı. Roma, Trieste, Floransa, Torino, Cenova, Milano, Bologna ve Napoli, büyük mücadelenin çeşitli görüntülerine sah­ ne oldular.

Yenilen eleniyor...

On altı takımdan oluşan birinci turda, ekiplerin kade­ rini tek maç tayin ediyordu. Yenilen eleniyor, kazanan çeyrek finale yükseliyordu. Finallerde temsil edilen on altı ülke arasında, on ikisi Avrupalıydı. Bir Kuzey Ame­ rika (Birleşik Devletler), iki Güney Amerika (Brezilya, Arjantin), bir de Afrika (Mısır) kıtasından gelen takım vardı. Bol gollü maçlarla renklenen eleme turunda, sekiz karşılaşmada kalelere giren gollerin toplamı kırk üçtü. Yani maç başına ortalama beş golden çok atılmıştı. İşte bu tur sonunda İtalya, Çekoslovakya, Alman­ ya, Avusturya, İspanya, İsviçre, Macaristan ve İsveç, çeyrek final hakkını elde ettiler. Dikkat edilirse, bu ilk I tırda, Avrupa dışından gelen dört takımın da elendiği fark edilirdi. Amerika Birleşik Devletleri ilk kupada­ ki başarısını tekrarlayamamış, ev sahibi İtalya önünde perişan olmuş, 7 -İ’lik yenilgiyle turnuva dışı kalmıştı. Brezilya İspanyaca 3-1, Arjantin İsveç’e 3-2, Mısır da Macaristan’a 4-2' yenilerek elenmişlerdi. Böylece 2. Dünya Kupası’nm çeyrek finalleri, sekiz Avrupa takı­ mı arasında oynanıyordu. Çeyrek final, ilk turun aksine çok çekişmeli geçti. I liçbir takım, tek farklı galibiyetten çoğunu elde ede­ medi. Hatta ev sahibi İtalya, bu hakkı bir tekrar maçın­ da sağlayabildi. Kendisine hiç önem verilmeyen Almanya, sessiz se­

29 dasız yarı finale çıkıvermişti. İsveç’i 2-1 yenen Alman­ ya’nın yanı sıra, küçümsenen bir başka takım İsviçre de, koca Çekoslovakya’yı hayli zorladı. Ama Çekos­ lovakya takımı, büyük tecrübesiyle alandan 3-2 galip ayrılmasını bildi. Çeyrek finalin en ilginç karşılaşması ise, Avusturya - Macaristan maçı oldu. Çoklarının fi­ nale kupa için karşı karşıya geleceğini sandığı bu iki takım, kura cilvesiyle daha önce birbirine düşmüştü. O halde biri elenecek, öteki ayakta kalacaktı. Ama hangisi? “Harika Takım” aslarından kurulu Avustur­ ya galip çıktı bu savaştan... 2 -1 ’lik yenilgi ile favoriler­ den Macaristan elendi, gitti. Ev sahibi İtalya ise, İspan­ yol takımında sert bir kayaya çarpmıştı. Bu kaya, o günlerin dev kalecisi Zamora’dan başkası değildi. İtal- yanlar ne denli çırpındılarsa yarar sağlamadı ve Zamo- ra bir golden fazlasına boyun eğmedi. 1-1 sonuçlanan maç yarı finalist tayin edemeyince, karşılaşma tekrar­ landı. Bu kez İspanyol kalesinde sakatlanan Zamora yoktu ve İtalyanlar Meazza’nın golüyle kupaya giden yolda ilerlemeyi sürdürdüler.

Uç dev kaleci...

Bir bakıma bu kupa “futbol tarihinin dev kalecilerinin kupası” olmuştu. Bir yanda İspanya’nın Zamora’sı, öte yanda Avusturya’nın Platzer’i, bir de Çekoslovak­ ya’nın Plaııiçka’sı. Bu üç harika kaleci, öyle goller kur­ tarmışlar, öyle şahane hareketler yapmışlardı ki, seyir­ ciler “Futbol dünyasına bir daha bu kadar büyük ka­ leci gelemez” demişti. Yıllar sonra bu üç devi izleyen futbol otoriteleri ile konuştuğumuzda, onların ne ka­ dar muhteşem olduğunu dinlemiştik. Ne yazık ki İtalya - İspanya maçında Zamora, mükemmel oyunuyla ev sa- kiplerine tek golden fazla şans vermemiş, ama bu ara­ da fena sakatlanmıştı. 1-1 berabere biten maçın tekra­ rında Zamora, İspanyol kalesini koruyamayacaktı. İs­ panya basım olayı şöyle özetlemişti: “İtalyanlar kale­ cimiz Zamora’yı geçemeyince, çareyi buldular. Topu tekmeleyerek kalemize sokamayınca, o tekmeleri ka­ lecimize attılar ve Zamora’yı sakatladılar. Zamora’sız oynamak zorunda kaldığımız tekrar maçında da bizi rahatça yendiler.” Yarı finalde Çekoslovakya ile Almanya, İtalya ile de Avusturya eşleşmişti. Çoklarının favorisi Çekoslovak­ ya, gerçekten büyük oyunuyla Almanya’yı kolay eledi. 3-1’lik sonuç, Çekoslovakya’yı finale çıkarmıştı. Yarı finalin öteki ayağında da müthiş bir final oy­ nanıyordu. Bir yanda herkesin favorisi Avusturya var­ dı. Karşısında da, Arjantin asıllı dört yıldızla güçlen­ miş ev sahibi İtalya... Oysa o güne dek İtalya’ya pek önem verilmemişti kupa yarışında... Milano’nun San Siro Stadı’ndaki mücadelede, Avusturya kalecisi Plat­ zer maçın kahramanı olarak parlıyordu. Harika takı­ mın harika kalecisi olarak alkışlanıyordu. Ne çare, İtalya’nın Arjantinlileri bu kaleciyi de altetmesini bil­ mişlerdi. Guaita’nın attığı tek gol, maçın, hatta kupa­ nın kaderini değiştirmişti. İşin garip yanı, İtalya’ya 1-0 yenilerek finale çıkamâyan Avusturya, ilk kez düzenle­ nen üçüncülük maçını da kaybedecek ve karşılaşmayı 3-2 kazanan Almanya, “Dünya üçüncüsii” unvanını elde ederek kupanın büyük sürprizini yaratacaktı.

Bu beyaz saçlı adam kimdi?

Nihayet büyük final gelip çatmıştı. Biz şimdi o büyük finalden önceki günlere dönelim. Ve Roma’daki Vene-

31 zia Sarayı’nm merdivenlerini ağır ağır çıkan, kır saçlı adamı izleyelim. Bir profesör olabilirdi bu adam... Ya da saygın bir diplomat. Görünüşü böyle bir izlenim ve­ riyordu. O günlerde dünyayı paylaşmak için kara dik­ tatör Hitler’le elele vermiş bir başka kara ruhlunun, Mussolini’nin kabul edeceği kişi, böyle önemli bir adam olmalıydı. Evet, önemliydi önemli olmasına... Ama profesör de değildi, diplomat da... Bakan yahut elçi, hiç değil... Diktatör Mussolini’nin karşısında terbiye­ li, saygılı, fakat rahat ve kararlı konuşan bu kır saçlı adam, İtalya Milli Futbol Takımı’nm tek seçicisi Vitto­ rio Pozzo idi. Mussolini, “rica” diye söze başlayarak bir emrini bildiriyordu aslında... “Cuma günkü büyük geçit tö­ reninde, milli futbol takımının da en önde geçmesini” istiyordu... “Tabii siz de başlarında olacaksınız” diye eklemişti. Pozzo’nun yanıtı kısaydı: “Olamaz!” Neee? Koskoca kara diktatöre “hayır” mı diyordu bu spor adamı? Mussolini, “rica”yı “gerekli” deyimiy­ le değiştirdi. Bir yandan da Pozzo “Olamaz” dedikçe, ses tonu değişiyordu Duçe’nin... Yüzü de hafif sarar­ mıştı. Pozzo gfene “hayır” deyince, Mussolini bağırdı: “Ama ben istiyorum...” Pozzo gayet sakindi. Ve ke­ sin konuşuyordu: “Siz takımımızın dünya şampiyonu olmasını da istiyorsunuz. İkisini birden yerine getire­ mem. Final maçına hazırlanan takım, bir geçit töre­ ninde yorulamaz.” Mussolini şöyle bir doğruldu ve en yüksek tonda haykırdı: “Emrediyorum... Gelecek­ le r...” Pozzo saygıyla başını eğdi: “Peki efendim, gelecek­ ler... Yalnız, başlarında benim yerime, seçeceğiniz ye­ ni antrenörleri bulunacak... İstifamı veriyorum.”

32 Mussolini bir an düşündü, sonra yavaş sesle konuş­ tu: “Öyle mi? İstifam kabul etmiyorum. Ama bu takımı bir şampiyon yapamazsan??? O zaman görüşürüz!..”

Spor adamı, diktatörü ezmişti...

Pozzo, Çekoslovakya ile final maçına çıkılırken, soyun­ ma odasında futbolcularına bunu anlatmış ve “Ben si­ ze inanıyorum. Siz de kendinize güvenirseniz, kazanı­ rız” demişti. Fakat karşıda da kocaman bir Çekoslo­ vakya takımı vardı. 10 Haziran 1934 günü Roma Stadı’na dizilen iki fi­ nalist, şu kadrolardan oluşuyordu: İ t a l y a : Combi - Monzeglio, Allemandi - Ferraris IV, Monti, Bertolini - Guaita, Meazza, Schiavio, Fer­ rari, Orsi Çekoslovakya: Planiçka - Zenisek, Ctyroky - Kostalek, Cambal, Krcil - Junek, Svoboda, Sobotka, Nejedly, Puc İsveçli hakem Eklind’in yönettiği oyunu 50 bin se­ yirci izliyordu. Maç,, bir Dünya Kupası finaline yaraşır güzellikte geçiyordu. Görkemli bir futbol oynanıyor­ du. Ama gol yoktu. Bu golsüzlük, ikinci yarının orta­ larına kadar sürdü. Maçın altmış sekiz dakikası geride kalmıştı ki, Çekoslovakların fırtına solaçığı Puc, hızla indi ve şahane [bir şutla golü attı. Roma Stadı mateme bürünmüştü. Hele Mussolini’nin rengi kireç gibiydi. İtalya golü yediği sırada, maçın bitimine yirmi iki da­ kika vardı. Dakikalar ilerliyor, ev sahibinin beklediği gol gelmiyordu. Yirmi iki dakika değil, on iki dakika kalmıştı şimdi... Derken on bir dakika, on dakika... (ieriye sayış sürüyor ve İtalyanların umudu biraz daha sönüyordu. Sadece sekiz dakika vardı bitime... Ve o

33 anda... Gene bir solaçık... Ama bu kez, İtalyanların Arjantin asıllı yıldızı Orsi inmişti fırtına gibi... Topu kontrol etti... Vurdu... Stad ayağa kalktı: İtalya bera­ berliği sağlamıştı. Büyük kaleci Planiçka bir şey yapa­ mamıştı Orsi’nin bu müthiş golüne... Şimdi umut, iki taraf için de yeniden başlıyordu. Çünkü oyunun dok­ san dakikalık süresi 1-1 kapanmıştı. Böylece tarihte ilk uzatmalı Dünya Kupası finali başladı. Uzatmada İtal­ ya takımı, hele Arjantinli asları şahane bir oyun tut­ turmuştu. İşte 95. dakikada Guaita’nın pasıyla dalan Schiavio, köşeden zafer golünü atıyor, 2-1’lik galibi­ yeti getiriyordu. İtalyanlar kupayı kazanmanın sevinci içinde hocaları Pozzo’yıı omuzlarda yükseltirken, Poz- zo’nun gözleri tribünde Mussolini’yi arıyordu. Spor adamı, diktatörü ezmişti.

Italyanlara suçlama...

İtalya 2. Dünya Kupası’m kazanmıştı ama, bu büyük zaferini futbol dünyasına gereğince kabul ettirememiş- ti. 1934’den 1938’e kadar geçen dört yıl, çeşitli tartış­ malara ve İtalya’nın şampiyonluğunu küçümseyen suç­ lamalara sahne oldu. Futbol dünyasının büyük çoğun­ luğu, İtalya’ya ateş püskürüyordu. Şöyle ki: a) İtalyanlar, çeyrek finaldeki İspanya maçında ka­ leci Zamora’yı sakatlayarak maç kazanmakla suçlanı­ yordu. b) İspanya’yı 1-0 yendikleri tekrar maçındaki tek golde de, Meazza’nm topu elle aldığı ve İtalya’nın bu haksız golle kupa yolunda yürüdüğü öne sürülüyordu. c) Gene tekrar maçında İspanyolların attığı, hem de bir değil, iki golün sayılmayışı, gölge düşürüyordu İtalya’nın galibiyetine.

34 d) îtalyanlar sert oynamakla da suçlanıyor, özellik­ le yarı finalde Avusturya’yı sertlikle ve hakemleri etki­ leyerek yendikleri iddia ediliyordu. e) İtalya milli takımında Arjantin asıllı dört asm oynatılması da, bir başka ağır suçlamaya kaynak yara­ tıyordu. Latin Amerikalılar “İtalya, kupayı bizim oyun­ cularımızla aldı” diyorlardı. Hani bir bakıma haksız da sayılmazlardı. Örneğin, 1934 şampiyonu İtalyan takı­ mının yıldızlarından Monti, 1930 Dünya Kupasında Arjantin milli takımında yer almıştı. Bütün bu tartışmalar, bir kişiyi geceli gündüzlü ça­ lışmaya ve dört yıl öncekinden daha da güçlü bir ta­ kım hazırlamaya yöneltti. Evet, , dün­ yanın ağzını kapatabilmenin tek yolunun “bir kez da­ ha kupayı kazanmak”tan geçtiğini iyi biliyordu. Dört yıl önceki takımdan sadece üç kişiden yararlanmıştı Pozzo... Bunlar, Meazza, Ferrari ve Monzeglio idi. On­ ların dışında takım, yepyeni elemanlardan kuruluydu. Ve Pozzo’nun yarattığı milli takım, 1934’den 1938’e ka­ dar geçen dört yılda sadece iki kez yenilgi acısı tatmış­ tı. Bu bakımdan, Îtalyanlar heyecanla bekliyordu 3. Dünya Kupası’ru...

35 Schavıo, İtalya'ya kupayı kazandıran golü ağlara gönderiyor.

1934 Dünya Şampiyonu İtalya takımı. 1934 finaline sahne olan Koma Stadı sabahın erken saatlerinde dolmuştu. 3. Dünya Kupası 1938 FRANSA 1938 Dünya Kupası’mn ev sahipliğini Fransa üstlen­ mişti. Futbol dünyasında dillerden düşmeyen söz, ku­ payı Fransa’nın alacağı yolundaydı. Oysa Fransız ta­ kımı o denli güçlü değildi. Bu tahmin nerden mi do­ ğuyordu? Gayet basit: 1930 kupasını ev sahibi Uru­ guay almıştı. 1 9 3 4 ’de de gene ev sahibi İtalya kazan­ mıştı şampiyonluğu. Demek ki bu kupa hep ev sahip­ lerine gidiyordu. Hayır, 3. Dünya Kupası’nda bu ge­ lenek yıkılacaktı birden... Ev sahibi Fransa, finale de­ ğil, yarı finale bile çıkamayacaktı. Uruguay’ın kini sürüp gidiyordu. Gene katılmamış­ tı. Brezilya ise, üçüncü kez yer alıyordu finallerde. Bre­ zilya’dan7 başka Avrupa dışından gelen iki takım var­ dı: Küba ve Antiller... Otuz bir ülkenin katılacağını bildirdiği turnuvanın elemeleri sonunda, on altı ülke finalleifde oynama hakkını elde etti. Ancak Hitler’in topraklarına kattığı Avusturya haritadan silinince, ku­ pa favorilerinden biri eksilmiş oldu. Böylece on beş ta­ kım arasında oynandı 3. Dünya Kupası finalleri... Ad çekme sonucu İsveç, maç yapmadan çeyrek finale yük­ seldi. 1938 Haziranında, Fransa’nın dokuz kentine yayı­ lan 3. Dünya Kupası finallerinde ilk tur maçları, “uzat­ malı karşılaşmalar” rekoru kırdı. İsviçre ile Almanya arasındaki mücadele doksan dakikada 1-1 bitmişti. Yüz

41 yirmi dakika sonunda da durum değişmiyor ve maç tek­ rarlanıyordu. Bu ikinci karşılaşmada İsviçre büyük sürpriz yaratmış ve oyundan 4-2 galip ayrılmıştı. Bu kez iddialı gelen Almanya, daha ilk turda tökezleyip eleniyordu. Bir başka bitmeyen kavga, Küba - Roman­ ya arasındaydı. İlk oyun, uzatmaya karşın 3-3 kapan­ mıştı. İkinci maçta Küba 2-1 kazandı ve çeyrek finale yükseldi. Çekoslovakya - Hollanda mücadelesi de il­ ginç olmuştu. Favoriler arasında yer alan Çekoslovak­ ya, beklenmez kuvvet Hollanda önünde zorlanmış, doksan dakikalık normal süre golsüz kapanmıştı. Çe- koslovaklar işin şakaya gelmediğini anlıyor ve yarım saatlik uzatmada bütün varlıklarını ortaya koyuyor­ lardı. Gerçekten bu bölümde şahane oynayan Çekos­ lovakya, doksan dakikada yapamadığını kısa sürede yapıyor ve peş peşe attığı gollerle maçı 3-0 kazanıyor­ du. Bir önceki kupanın galibi İtalya da zorlananlar arasındaydı. Küçümsenen Norveç karşısında oyuna yeni yıldızı Piola’nm golüyle başlayan İtalya, arkasını getiremeyince, küçük sanılan Norveç büyümüş, üstüne üstlük bir de beraberliği sağlamıştı. Gücünü bir kez daha kanıtlamak için bu finalleri bekleyen İtalya, ha­ yal kırıklığı içindeydi. Çünkü 90. dakika biterken du­ rum 1-1 ’di. Ancak uzatmada Ferrari’nin tek golü, İtal­ ya’yı ferahlattı ve 2-1 ’lik galibiyetle tur atlayabildi es­ ki şampiyon...

Basketbol maçı mı? Futbol maçı mı?

Uzatmalı maçların en ilgi uyandıranı, hiç kuşkusuz, Brezilya - Polonya karşılaşmasıydı. Aslında Brezilya - Polonya maçı değil de, Leonidas-Willimowski gol dü- ellosuydu sanki. Bir o atıyor, bir öteki... Ya da arka­

42 daşlarına attırıyorlardı. Brezilya’nın “Siyah İnci”si Le- onidas, başlarda daha baskındı. Gerçekten ilk yarıyı 3-1 önde kapamıştı Latinler. Oyunu Brezilya’nın ra­ hatça kazanacağı sanılırken, Willimowski açıyordu perdeyi. Böylece doksan dakika sona ererken, durum 4-4’tü. Uzatmada gene iki golcünün savaşı sürdü. Ve Brezilyalı kazandı. Leonidas iki, Willimowski bir gol atınca, oyun 6-5 sonuçlanmıştı. On bir golden altısını kaydeden bu iki golcü, futbol tarihinde takdirle anı­ lacaktı. Yedi golle turnuvanın “Gol Kralı” olacak Leonidas için, bir de tuhaf anı vardı bu maçtan. Bir ara kenara gelen golcü, futbol ayakkabılarım çıkarıp atmış, maça çıplak ayakla devam etmeye başlamıştı. İsveçli hakem Eklind izin vermedi buna. Leonidas ise hakeme yalva­ rıyordu, “Oynayamıyorum, gol atamıyorum bu ayak­ kabılarla. N’olur çıplak ayakla oynasam?” diye... İlk turun uzatmasız geçen karşılaşmalarında ev sahi­ bi Fransa, Belçika’yı rahat yendi: 3 -1 ... Macaristan ile Antiller’i gol yağmuruna tuttu: 6-0...

Ev sahibi mi? Son şampiyon mu?

Üçüncü kupapın ikinci turu başlarken, gözler Fransa - İtalya maçına çevrilmişti. Ya ev sahibi elenecek, gele­ nek bozpiacaktı; ya da eski şampiyon elenecek, yeni bir şampiyon doğacaktı. Çarpışan iki testiden kırılan, ev sahibinin testisi oldu. Pozzo’nun futbol dünyasına ar­ mağan ettiği yeni yıldız Piola, harikalar yaratarak ma­ çı takımına kazandırdı. 3-1 galip gelen İtalya’nın iki golü, Piola’nın imzasını taşıyordu. Artık ev sahibi ol­ mak, favori gösterilmeye yetmeyecekti. Çeyrek finalin öteki maçlarında İsveç, Küba’yı ezdi

43 geçti: 8-0. Macaristan da Dr. Sarosi ve Zsengeller gibi iki asıyla İsviçre’den rahat sıyrıldı: 2-0... Biri Latin Amerika’nın, öteki Avrupa’nın favorisi; Brezilya ile Çekoslovakya’nın mücadelesinde ise, ayakta kalanı ancak ikinci maç tayin edebildi. İlk karşılaşma, uzat­ maya karşın 1-1 kapanmıştı. İkincide ise, 2,-1 ’lilc gali­ biyetle gülen taraf Brezilya oldu. Fransa’daki finallere bu kez iddialı gelen Brezilya’yı yarı finalde, daha iddialı bir takım, İtalya bekliyordu. Ve bu mücadele, futbol tarihinin unutulmaz hatalarından birine sahne olacak­ tı. Brezilya teknik adamları finali oynayacaklarına o kadar güveniyorlardı ki, golcüleri Leonidas’ı o büyük finale saklamayı uygun gördüler. Ne var ki, gerçekten büyük yıldız Leonidas, yarı final gibi, final maçını da tribünden seyredecekti. Çünkü Leonidas’sız Brezilya, İtalya önünde elenmekten kurtulamamıştı. Genç Piola ile iki yanındaki iki usta, Meazza ve Ferrari, harikalar yaratmışlardı. İtalya 2-1 ’lilc galibiyetle finale yükselir­ ken, Brezilya için tek teselli, üçüncülük maçında İsveç’i 4-2 yenmek olacaktı. Leonidas, attığı iki golle, yöneti­ cilerinin hatasını yüzlerine vurmuş gibiydi. Yarı finalin öteki ayağında ise, zorlu bir mücadele görülmedi. İsveç, güçlü Macaristan’a çabuk teslim ol­ du. Üçü Zsengeller’den gelen gollerle, 5-1 galip ayrıl­ mıştı Macarlar alandan... Finalde ilginç bir görüntü vardı: Ya İtalya ikinci kez alacaktı kupayı, ya da M a­ caristan, futbolun yeni kralı olarak tahta çıkacaktı.

Uç kupadan ikisini alan büyük hoca...

19 Haziran 1938... Paris’in Colombes Stadı’nda alt­ mış bin seyirci, futbolun en büyük mücadelesini izle­ meye hazırlanıyordu. Bu seyircilerin çoğunluğu Fran-

44 sızdı ama kendi takımlarını seyredemiyorlardı. Dünya Kupası tarihinde ev sahibinin yer almadığı ilk finaldi bu... Fransızlar, ancak maçın yönetiminde temsil edili­ yorlardı. Hakem, Fransız Capdeville idi. İtalya takımı, 1934’deki finalde oynayan iki elema­ nı Meazza ile Ferrari’nin yer aldığı şu on birle dizil­ mişti: Oliveri - Foni, Rava - Serantoni, Andreolo, Loca- telli - Biavati, Meazza, Piola, Ferrari, Colaussi Macaristan da şu kadroyu kurmuştu: Szabo - Polgar, Biro - Szalay, Szucs, Lazar - Sas, Vincze, Dr. Sarosi, Zsengeller, Titkos Görenler, yazanlar, anlatanlar öyle diyor: “Futbo­ lun en güzeli oynanmıştı” bu finalde. İtalya da, Maca­ ristan da tarihin unutulmaz maçını çıkarmıştı. O güne dek oynanan futbolun en büyüğü sayılmıştı bu karşı­ laşma... Karşılıklı iki solaçığm golleriyle 1 -1 ’di du­ rum... Tıpkı dört yıl önceki finalde olduğu gibi... Ön­ ce Colaussi, İtalya’yı öne geçirmiş, bir dakika sonra da Titkos beraberliği sağlamıştı. Ama giderek açılan İtalya idi. Ve gene görenlerin, yazanların, anlatanla­ rın, bugüne aktaranların sözlerine bakılırsa, birden fırtına gibi esmeye başlamıştı İtalyanlar... Piola ile Co- laussi’nin peş peşe gelen golleri, İtalya’nın ilk yarıyı 3-1 önde kgpamasmı sağlamıştı. Ama ikinci yarı başlar- kenÇDu kez Macarların şahlandığı görüldü. Hele Dr. Sarosi’nin golü, durumu 3-2 yapınca... İşte o zaman kurt futbol adamı Pozzo, takımına öyle bir taktik ver­ mişti ki... Bir an tehlikeye giren maçın havası değişi­ vermişti. Yıldızlaşan Piola’nın golü ise, kupanın sahi­ bini dünyaya ilan ediyordu. Macaristan gibi bir devi 4-2 yenmeyi başaran İtalya, böylece Dünya Kupası’m ikinci kez kazanmıştı.

45 İşte Pozzo ve çocukları, 1934’den sonra 1938’de de kupayı kucaklayınca... Futbol dünyası “Evet” diyor­ du, “Kabul... En büyük İtalya...” Ya dört yıl sonra? Bekleyen görecekti...

Milano Stadı’na adı verilen İtalyan yıldızı Meazza 1938 finalinde. 1938 finalinde Piola’nm attığı dördüncü gol, İtalya'nın 4-2 galibiyet, ilan ediyor.

1938 şampiyonu İtalya takımı bocası Pozzo ile. 4. Dünya Kupası I95O BREZİLYA

IV CAMPEONATO MUNDIAL DE FUTEBOI •TAÇA JUIES RIMET-

JUNHO DE 1950 BRASIL Dört yıl sonra 4. Dünya Kupası 1942’de oynanacaktı. Ama nerde? Nerde oynanabilirdi ki!.. Dünya Kupa- sı’nın yerini Dünya Savaşı almıştı. Masum futbol, top­ ları vahşi bombaların yıktığı binaların altında kalmış­ tı, onlarla oynanacak gençlerle beraber... 2. Dünya Savaşı, pek çok güzellik gibi 4. Dünya Kupası’nı da ezip geçmişti. Ve... Zaman durmuştu sanki... Futbol âşıkları, 4. Dünya Kupası’na kavuşmak için, tam on iki yıl, ta 1950’ye kadar beklemek zorunda kalmışlar­ dı. Yıl, 1 9 5 0 ... Şimdi ev sahibi, Brezilya idi. Ve Brezilyalılar, bu şam­ piyonanın dünyanın görüp göreceği en büyük spor or­ ganizasyonu olması için ulusça elele verdiler. Rio de Janeiro’da dünyanm cn büyük stadı inşa edildi. (Bu sta­ dın yapımında, Modalı Salih diye tanınan bir Türkün de görev almış-olması, bizim için ilgi çekici...) Mara- cana Stadı, ofıce yüz altmış bin kişilik olarak hesap­ lanmıştı. Fakat stad bittiğinde, iki yüz bin kişiyi ra­ hat rahat alabileceği görüldü. Böylece uzun bir aralık­ tan sonra Dünya Kupası, hem de dünyanın en büyük stadında oynanacaktı. Ve bu stadta oynama şansına erişmeyi ümit edenler arasında, Türk Alilli Takımı da vardı.

51 Ayyıldızlı formamız Dünya Kupası’nda... mı?

Elemelerde Avusturya ve Suriye ile bir gruptaydık. Avus­ turya, kupaya katılmaktan vazgeçtiğini bildirince, Suri­ ye ile ikimiz kalmıştık. Yani? Suriye’yi yendik mi, “Rio yolu” açılacaktı... (O sıralarda Rio Yolu, sinemalarda hasılat ve seyirci rekorları kıran çok tatlı bir Hollywood filmi idi.) Futbol tarihimizde ilk kez bir Dünya Kupası’nda oy­ nama onurunu taşıyorduk. 20 Kasım 1949 günü 19 Mayıs Stadı’nda Suriye Milli Takımı’nın karşısına çıkan ayyıldızlı on bi­ rimiz şöyle idi: Kalede Fenerbahçe’den Erdal Kocaçimen... Sağbek- te Galatasaray’dan Naci Özkaya, solbekte Beşiktaş’tan Doktor Vedii Tosuncuk... Sağhafta Harp Okulu’ndan , santhafta Galatasaray’dan Bülent Eken, solhafta Beşiktaş’tan Hüseyin Saygun ya da popüler adıyla Çengel Hüseyin... Sağaçıkta Fenerbahçe’den , sağiçte gene Fenerbahçe’den Lefter Küçükan- donyadis, santrforda Galatasaray’dan Gündüz Kılıç, soliçte Beşiktaş’tan Fahrettin Cansever, solaçıkta da ge­ ne Beşiktaş’dan Şükrü Gülesin... Kaptanlığı Gündüz Kılıç yapıyordu. Oyunda he­ men üstünlüğü almıştık. Fırtına gibi girdiğimiz ilk on dakikada bunaltmıştık Suriye defansını... Seyirci her an “Gol” diye ayağa kalkıyor, ama meşin yuvarlak, ra­ kip fileleri bulmuyordu. Nihayet 14. dakika dolarken seyirci gene ayağa fırladı. Ve gerçekten bağırdı bu kez “Goool!” diye... Futbol tarihinde, ilk Dünya Kupası eleme maçımızda 1-0 öne geçmiştik. Gündüz’ün uzat­ tığı pasla Fahrettin dalmış ve golümüzü atmıştı. Çok geçmeden, gene Fahrettin, gene Gündüz’ün pasıyla ikin­

52 ci golümüzü de çıkarıyordu. İlk yarının sonucu belli olmuştu. Hakem nerdeyse ilk kırk beş dakikanın bitti­ ğini bildiren düdüğü çalmaya hazırlanırken... Bir fri­ kik kazandık. Son saniyelerde... Ve Bülent Eken geldi, vurdu... Şahane bir atıştı bu. Suriye kalecisi topu gö­ rememişti bile... Bu golle 3-0 önde kapıyorduk ilk ya­ rıyı... İki yarı arasında tribündeki seyirciler bayram yapı­ yordu. Öyle ya, 3-0’ın verdiği ışıkla Rio yolu aydın­ lanmıştı. Artık Dünya Kupası finallerinde oynamamız için hiçbir engel kalmıyordu. Bu hızla ikinci yarıya çı­ kan takımımız, daha da fırtınalaştı. Goller peş peşe geliyordu: Dördüncüsü Şükrü’nün enfes ortasıyla baş­ lıyor, Gündüz’ün kafasıyla ağları buluyordu. 62. daki­ kada 4-0’dı durum... 74. dakikada 5-0’a yükseldik: Erol’du bu kez golcümüz... Ve bir dakika sonra Lefter sahnedeydi. Kendine özgü kıvrak çalımlarla rakiplerini art arda aşıyor, kaleye sokulup altıncı golümüzü kay­ dediyordu. Maçın bitimine iki dakika kala da yedinci golümüz geldi: Gol kapısını açan Fahrettin, gol kapı­ sını kapatıyordu. Takımının yedinci, Fahrettin Canse- ver’in üçüncü golüydü bu... Dünya Kupası kitaplarında yer alan sonuç böyley- di artık: TürkiVe 7 - Suriye 0... Ama, işte hfepsi bu kadarla kalacaktı. Bu tarihi ma­ çımız, sadece tarihe geçecek ve Dünya Kupası hayali de sönüp kaybolacaktı. Çünkü Rio yolunu kapatan bir duvar dikilmişti takımımızın önüne: p a r a s i z l i k ! Evet, Brezilya’ya takımın gidebilmesi için gerekli pa­ ranın bulunmadığını açıklıyordu gazeteler... Ve fut­ bolcularımız da, 19 Mayıs Stadı’nda duydukları alkış­ larla yetinmek zorunda kalıyorlardı. O maçın oyuncu­ ları daha sonra o günleri anarken “Suriye’yi 7-0 yenip

53 de maçtan çıkarken nasıl sevinmişken, Brezilya’ya gi­ demeyeceğimizi öğrendiğimiz anda da adeta ağlamak­ lı olmuştuk” diyeceklerdi. Doğrusu ayağımıza gelen fırsat kaçıvermişti. Tabii o sıralarda futbolun bugünkü kadar etkili olmadığı düşünülebilir. Bir Dünya Kupası’na katılma heyecanı­ nın, o günlerde bugünkü kadar büyük alanı kaplama­ dığı hesaplanabilir. Bugün gazetesiyle, radyosuyla, te­ levizyonuyla yaratılan havanın, o günlerde aynı güçte bulunmadığı da dikkate alınabilir.

Niye mi gidememiştik ?

Bazı yetkililerimiz, bazı devlet adamlarımız ise, “para­ sızlık” mazeretini ileri sürmeye utandıkları için olacak, “Yok canım, gidemeyişimizin nedeni parasızlık değil” diyeceklerdi, “Yeteri kadar hazırlanamadık. Hazırlık için de vakit yok.” Acaba hangi çocuk kanmıştı buna?.. Aslında Brezilya’daki 4. Dünya Kupası finallerine gideceğini bildirip de sonradan gidemeyen, pek çoğu da parasal engelden ötürü arzusunu yerine getireme­ yen ülkelerin sayısı pek az olmadı. Bizden başka Avus­ turya, Belçika, İskoçya, Burma, Filipinler, Hindistan, Arjantin, Peru ve Ekvator şampiyonadan çekildiler. Böylece 4. Dünya Kupası finalleri, ilk finaller gibi sa­ dece on üç takım arasında oynandı. Ancak 4. Dünya Kupası’nda takımların gruplara dağılımı eşit olmamıştı. İlk iki grupta dörder takım mü­ cadele ederken, öteki gruplardan birinde üç, birinde iki takım yer alıyordu. Ev sahibi Brezilya da, bu eşit­ sizlikten yakınanlar arasındaydı. Brezilya’nın grubun­ da İsviçre ve Meksika’dan başka 1948 Londra Olim­ piyatları İkincisi Yugoslavya vardı. Zaten grup birin­

54 ciliğinde bu iki takım favori gösteriliyordu. Çaykovs- ki, Mitiç, Vukas, Bobek gibi aslarıyla parlayan Yugos­ lavya, İsviçre’yi 3-0, M eksika’yı 4-1 yenmişti. Brezilya ise 4-0’lık Meksika galibiyetiyle sevinmiş, fakat bek­ lenmez İsviçre beraberliğiyle şaşkınlığa uğramıştı. Doğrusu herkes fırtına forvetli Brezilya’nın İsviçre’ye kaç gol atacağını hesaplarken, işler beklendiği gibi çıkmamıştı. Üstelik Brezilya’nın ilk golünde topun dı­ şardan çevrildiği de, sonradan film ve fotoğraflarla anlaşılacaktı. Çok ilgi çekici bir gün yaşamıştı Rio... 2-2’lik Brezilya - İsviçre maçı sırasında şehirde hayat durmuş, trafik felce uğramıştı. Büyük caddelerde şo­ förler, otobüsleri ortada bırakıp, radyoda maç dinle­ meye koşmuşlardı. Dükkânlarda alışveriş aksamış, lo­ kantada garsonlar servisi kesmişti. Brezilyalılar, İsviç­ re korkulu rüyasından sonra, asıl tehlikeli rakip Yu­ goslavya’dan rahat sıyrıldılar. Eski as Zizinho ile Ade- mir, Maracana Stadı’m dolduran yüz seksen bin kişiye harika futbol sergilemiş, Brezilya’nın oyundan 2-0 ga­ lip ayrılmasını sağlamışlardı. Bu arada, maça çıkılır­ ken, çıkış tünelinde kafasını demir parmaklığa çarpan Mitiç yaralanmış, Yugoslavlar oyuna on kişi ile başla­ mış, Mitiç sonradan sargılarla girmişti.

/ Futbolun büyük mucizesi...

2. Gruptja ilk kez Dünya Kupası sahnesine çıkan İngil­ tere vardı. “Futbolun babası” İngilizler, kendilerini kupanın rakipsiz favorisi görerek gelmişlerdi Brezil­ ya’ya... Grubun öteki takımları, İspanya, Şili ve Ame­ rika idi. İspanyollar dışında İngilizleri terletecek rakip yok gibiydi. Gerçekten Şili, İspanya’ya da, İngiltere’ye de 2-0 yenilip kenara çekildi. İspanya’ya 3-1 yenilen

55 Amerika Birleşik Devletleri takımının ise, İngiltere’den kaç gol yiyeceği ortak bahisler yaratıyordu. İngilizler futbolun hocası, Amerikalılar en acemi öğrencisi sayı­ lıyorlardı. Sorulan tek soru, İngiltere’nin Amerika’yı kaç golle yeneceğiydi. Ama maçın gidişi hiç de öyle ol­ madı. İlk otuz beş dakikada 0-0’lık durum bozulma­ mıştı. Nihayet gol geldi. Tam 36. dakika oynanırken, İngilizlerin sağdan akınım kesen Amerikalılar, soldan kontratağa kalktılar. İleri çıkan solhaf Bahr, ortasını en güzel yere yolladı. Santrfor Gaetjens yükseldi, ka­ fayı vurdu: Gol!.. Top İngiliz ağlarındaydı... Amerika 1-0 öne geçerken, tribünde alkış yerine tebessüm var­ dı. “Amerikalılar şeref golünü erken attılar” diye... İkinci yarıda İngilizler yeni bir taktik uyguladılar. Ne var ki, kaç taktik denedilerse hiçbiri tutmayacak ve İtalyan hakem Dattilo son düdüğünü çalarak, Ameri­ ka’nın İngiltere’yi 1-0 yendiğini ilan edecekti. Futbol tarihine “Belo-Horizonte Mucizesi” diye geçen bu ma­ çın haberi Avrupa’ya bildirildiğinde, ajansların yanlış duyurduğu sanıldı. l-O’ı İngiltere’nin galibiyeti olarak anlayıp küçümseyenler çıktı. l-O’ı 10-0 zannedenler oldu. Sonuçta gerçek anlaşılınca, tüm dünya şaşırdı. Amerika kalesinde gol rekoru kırması beklenen İngil­ tere’nin, futboldaki itibarı kırılmıştı kısaca... Bu grup­ tan finale çıkan İspanya oldu. 3. Grupta 1934 ve 1938 Dünya Kupaları’nın sahi­ bi İtalya ile 1948 Londra Olimpiyatları’nın şampiyonu İsveç vardı. Bir de Paraguay... Ancak İtalyanlar şans­ sız bir dönemdeydi. Bir yıl önce uğradıkları felaket, milli takımlarım çökertmişti. Çoğunluğu milli aslar­ dan oluşan Torino takımı, feci bir uçak kazasında ade­ ta yok olmuştu. İtalyanlar da alelacele kurdukları bir takımla gelmişlerdi Brezilya’ya... Nordahl ve Skoglund

56 gibi aslarıyla dikkati çeken İsveç, bu gruptan finale yük­ selmeyi başardı. 4. Grupta Uruguay’la Bolivya vardı. İlk kupayı al­ dıktan sonra Avrupalılara küsen ve peş peşe iki şampi­ yonaya katılmayan Uruguay, komşusu Brezilya’yı kır­ mamış, finallerde yer almıştı. Ortadan çekilmekle tah­ tını, tacını kimseye bırakmadığını kanıtlamak istiyor­ du Uruguay... Gerçekten grup maçında Bolivya’yı ra­ hatça 8-0 yenip eledi. 1950 Kupası’nda değişik bir yöntem uygulandı. Grup birincileri final turunda lig şeklinde karşılaştılar. Bu maçlarda Brezilya İsveç’i 7-1, İspanya’yı 6-1 yene­ rek gücünü ortaya koydu. Uruguay ise, İsveç’i 3-2 ye­ nebilmiş, İspanya ile 2-2 berabere kalmıştı. İspanya’yı 3-1 yenen İsveç, kupanın üçüncülüğünü kazanırken, gözler birinciyi belli edecek maça çevrilmişti. Brezil­ ya’nın 4, Uruguay’ın 3 puanı vardı. Yani bir beraber­ lik bile yetiyordu Brezilya’nın kupayı alması için...

Dünya seyirci rekoru...

16 Temmuz 1950 günü, Rio’nun Maracana Stadı’nda biletle girmiş 199.854 seyirci vardı. Davetiydi ve gö­ revlilerle toplam iki yüz bini aşıyordu. Futbolun ger­ çek seyirci7rekoruydu bu... Ancak stada 199.854 bi­ letli seyird girecekti de... Çıkanlar, 199.850’yi aşmaya­ caktı. Dört seyirci hayata gözlerini yumacaktı maçta... Oysa bajşlangıçta bu dört seyirci de mutlu, umutluy­ du. “Brezilya kazanmalı” şarkısını söylüyorlardı hep birlikte... İkinci yarıda şarkı değişmişti. Şimdi “Bre­ zilya kazandı” diye söylüyorlardı. Çünkü gol gelmişti. Bu finallerin gol krallığını kazanan Ademir’in ağlarda yedi golü vardı. Bir sekizinciyi atabilirdi bu maçta.

57 Amerika Birleşik Devletleri takımının ise, İngiltere’den kaç gol yiyeceği ortak bahisler yaratıyordu. İngilizler futbolun hocası, Amerikalılar en acemi öğrencisi sayı­ lıyorlardı. Sorulan tek soru, İngiltere’nin Amerika’yı kaç golle yeneceğiydi. Ama maçın gidişi hiç de öyle ol­ madı. İlk otuz beş dakikada 0-0’lık durum bozulma­ mıştı. Nihayet gol geldi. Tam 36. dakika oynanırken, İngilizlerin sağdan akınım kesen Amerikalılar, soldan kontratağa kalktılar. İleri çıkan solhaf Bahr, ortasını en güzel yere yolladı. Santrfor Gaetjens yükseldi, ka­ fayı vurdu: Gol!.. Top İngiliz ağlarındaydı... Amerika 1-0 öne geçerken, tribünde alkış yerine tebessüm var­ dı. “Amerikalılar şeref golünü erken attılar” diye... İkinci yarıda İngilizler yeni bir taktik uyguladılar. Ne var ki, kaç taktik denedilerse hiçbiri tutmayacak ve İtalyan hakem Dattilo son düdüğünü çalarak, Ameri­ ka’nın İngiltere’yi 1-0 yendiğini ilan edecekti. Futbol tarihine “Belo-Florizonte Mucizesi” diye geçen bu ma­ çın haberi Avrupa’ya bildirildiğinde, ajansların yanlış duyurduğu sanıldı. l-O’ı İngiltere’nin galibiyeti olarak anlayıp küçümseyenler çıktı. l-O’ı 10-0 zannedenler oldu. Sonuçta gerçek anlaşılınca, tüm dünya şaşırdı. Amerika kalesinde gol rekoru kırması beklenen İngil­ tere’nin, futboldaki itibarı kırılmıştı kısaca... Bu grup­ tan finale çıkan İspanya oldu. 3. Grupta 1934 ve 1938 Dünya Kupaları’nın sahi­ bi İtalya ile 1948 Londra Olimpiyatları’nm şampiyonu İsveç vardı. Bir de Paraguay... Ancak İtalyanlar şans­ sız bir dönemdeydi. Bir yıl önce uğradıkları felaket, milli takımlarını çökertmişti. Çoğunluğu milli aslar­ dan oluşan Torino takımı, feci bir uçak kazasında ade­ ta yok olmuştu. İtalyanlar da alelacele kurdukları bir takımla gelmişlerdi Brezilya’ya... Nordahl ve Skoglund

56 gibi aslarıyla dikkati çeken İsveç, bu gruptan finale yük­ selmeyi başardı. 4. Grupta Uruguay’la Bolivya vardı. İlk kupayı al­ dıktan sonra Avrupalılara küsen ve peş peşe iki şampi­ yonaya katılmayan Uruguay, komşusu Brezilya’yı kır­ mamış, finallerde yer almıştı. Ortadan çekilmekle tah­ tını, tacını kimseye bırakmadığını kanıtlamak istiyor­ du Uruguay... Gerçekten grup maçında Bolivya’yı ra­ hatça 8-0 yenip eledi. 1950 Kupası’nda değişik bir yöntem uygulandı. Grup birincileri final turunda lig şeklinde karşılaştılar. Bu maçlarda Brezilya İsveç’i 7-1, İspanya’yı 6-1 yene­ rek gücünü ortaya koydu. Uruguay ise, İsveç’i 3-2 ye­ nebilmiş, İspanya ile 2-2 berabere kalmıştı. İspanya’yı 3-1 yenen İsveç, kupanın üçüncülüğünü kazanırken, gözler birinciyi belli edecek maça çevrilmişti. Brezil­ ya’nın 4, Uruguay’ın 3 puanı vardı. Yani bir beraber­ lik bile yetiyordu Brezilya’nın kupayı alması için...

Dünya seyirci rekoru...

16 Temmuz 1950 günü, Rio’nun Maracana Stadı’nda biletle girmiş 199.854 seyirci vardı. Davetiyeli ve gö­ revlilerle toplam iki yüz bini aşıyordu. Futbolun ger­ çek seyirci rekoruydu bu... Ancak stada 199.854 bi­ letli seyirci girecekti de... Çıkanlar, 199.850’yi aşmaya­ caktı. Dört seyirci hayata gözlerini yumacaktı maçta... Oysa başlangıçta bu dört seyirci de mutlu, umutluy­ du. “Brezilya kazanmalı” şarkısını söylüyorlardı hep birlikte... İkinci yarıda şarkı değişmişti. Şimdi “Bre­ zilya kazandı” diye söylüyorlardı. Çünkü gol gelmişti. Bu finallerin gol krallığını kazanan Ademir’in ağlarda yedi golü vardı. Bir sekizinciyi atabilirdi bu maçta.

57 Ama attıran adam oluyordu. Sağaçık Friaca’ya uzattı­ ğı top, Brezilya’nın golü olarak ağları bulurken, stadı da ayağa kaldırıyordu. İngiliz hakem Reader’in yönettiği maçta, Brezilya şu on birle oynuyordu: Barbosa - Augusto, Juvenal - Bauer, Danilo, Bigo- de - Friaca, Zizinho, Ademir, Jair, Chico Uruguay da şöyle bir düzendeydi: Maspoli - Gonzales, Tejera - Gambetta, Varela, Andrade - Ghiggia, Perez, Miguez, Schiaffino, Moran

Brezilya’da kara günler, kara geceler. ..

Golsüz ilk yarıdan sonra Brezilya, Friaca’nın golüyle 1-0 öne geçince, Uruguaylılar biraz şaşırmıştı. Fakat kendilerini çabuk toparladılar ve işte yeni yıldızları Schiaffino beraberlik golünü çıkarıverdi. Şahane bir şutla attığı gol, aslında maçın kaderini değiştirmeye başlıyordu Schiaffio’nun... Ama Brezilyalılar farkında değildi. Tribündekiler gibi, futbol alanındakiler de... Zafer sarhoşluğuna erken girmişti Brezilyalılar... Ve Uruguay bundan yararlanmayı biliyordu. Bitime on bir dakika vardı. Brezilyalılar için ise kupa törenine on bir dakika kalmıştı sadece. İşte bu anda Uruguay sağaçığı Ghiggia aldığı topla daldı. Gitti, gitti... Ve bomba gibi bir şut. Top ağlardaydı!.. İki yüz bin kişi­ lik stadta çıt çıkmıyordu şimdi. Sanki donmuştu her­ kes. Heykeller mi yerleşmişti tribünlere? İngiliz ha­ kem maçın bittiğini ilan eden düdüğünü çalıyordu az sonra... Fakat müthiş sessizliği yırtamıyordu o düdük de... Elli bine yakın insan, Ghiggia’nm golünde nasıl donmuşlarsa, maçtan sonra da kıpırdamıyordu. Kal- kamıyordu yerinden. Böyle bir tablo yaşanmamıştı fut-

58 bol tarihinde. Dakikalarca, saatlerce oturacaklardı tri­ bünlerde... Bu arada üç kişinin kalbi duruyor, biri ise kendi kalbinin işaretini beklemeden intihar ediyordu. Yıllar sonra Brezilya futbolunun unutulmaz yıldızı, Fenerbahçe’de teknik direktörlük yaptığı dönemde dost olduğumuz ünlü Didi anlatmıştı o geceyi... Maçın bi­ tişinden saatler geçtiği halde, elli binin üstünde Brezil­ yalı tribündeki yerinden kıpırdamamış, evet evet, saat­ lerce kıpırdamadan oturmuş... Bir hafta yas tutulmuş memlekette... Didi’nin eşi de eklemişti, günlerce evler­ de yemek pişmediğini... Uruguay’da ise, aynı saatlerde Cumhurbaşkanı “ulu­ sal bayram” ilan etmişti. Fialk sokaklara dökülmüş, sabahlara kadar eğlenmişti. Şampiyon takımı Monte­ video, hava alanından şehir merkezine kadar altı yüz bini aşkın insan karşılamıştı. Uruguay, bir kez daha “Futbolda en büyük benim” diye sesini dünyaya du­ yurmuştu. 1950 Dünya Kupası’nda gerçekten unutulmayacak o kadar çok anı vardı ki... Brezilya - İsveç maçında Adernir yıldızlaşırken, tribünlerde de korkunç dalga­ lanmalar olmuş, bir kişi yaşamını yitirirken, iki yüz kişiden çok seyirci yaralanmıştı. Gene Brezilya’nın Yu- \ goslavya’yı 2-0’la dize getirdiği maçta kendinden ge­ çen Brezilyalı seyirciler, tabancalarını çekip boyuna ha­ vaya ateş etmiş, çok şükür ki yaralanan olmamıştı. İngilizlerin Amerika’ya yenilip elenmesi de, 4. Dün­ ya Kupası’nm unutulmazları arasında başta gelecekti. İngilizler kura çekildiğinde Amerika’nın çıkmasını se­ vinçle kutlamış, İngiliz gazeteleri “Müjde! Amerikalı amatörlere düştük” başlıklarıyla bu sevince katılmış­ tı. Maçtan sonra atılan ve hiç unutulmayan bir gazete başlığı ise şöyle anlatmıştı Amerika’nın İngiltere’yi ele-

59 yişini: “Futbol dünyasında tüm zamanların en büyük sürprizi...” 1950’de kendi kalesine gol atan futbolcu da ilk kez görülmüştü. Bu unvana erişen oyuncu, İspanyol Perra idi. İspanya, Brezilya karşısında tutunamayıp 6-1 ye­ nilirken, işte bu gollerden birini de Perra kendi kalesi­ ne atmış ve tarihe geçmişti. Herhalde “Tersine Golcü” olarak... O yıllarda müthiş maç spikeri olarak anılan Brezil­ yalı radyo sunucusu Barroso, 1950 finalinde Brezil­ ya’nın kupayı kaybedişini anlattıktan sonra mesleğini bıraktığını açıklamış, istifasına da “Bu faciayı anlatan adam bir daha maç spikerliği yapamaz” diye yazmıştı. İşin en komik yanı ise, maçın bitiminde kupa töre­ ninin sessiz sedasız gerçekleşmesiydi. “Dünya Kupa- sı’nııı Babası” olarak anılan, f İfa Başkanı Jules Rimet, Dünya Kupası’nı eline almış, hani kimse görmesin di­ ye adeta saklayarak koltuğunun altında sağa sola ba­ kınmıştı. Nihayet aradığını bularak Uruguay kaptanı Varela’nın yanına sokulmuş, kulağına fısıldayarak ken­ disini kutlamış, kupayı vermişti. Oysa sahanın orta­ sında yapılacak büyük kupa töreni için mükemmel bir nutuk da hazırlamıştı f İfa Başkanı Rimet... Fakat oku- yamamıştı. Varela’ya kupayı verirken niye mi okuma­ dı? Çünkü bu sonucu (dünya futbolunu yöneten bir numaralı kuruluşun başkanı da) tahmin etmediği için... Ve hazırladığı nutuk, “Şampiyon Brezilya’yı çok öven bir konuşma” idi!!! Bir de hazin öykü size... Ta 1950’den bugünlere ka­ dar gelen: 1950’de Brezilya kalecisi Barbosa “turnu­ vanın en iyi kalecisi” seçilecek kadar başarılı oynamış­ tı. Ne yazık ki, son maçta Uruguay karşısında gerek­ siz ölçüde öne çıktığı için ikinci golü yemişti. Bu golle kupayı kaptırdıklarına inanan ve Barbosa’yı adeta afo­ roz eden Brezilyalılar, hiç de affetmediler. Aradan yıl­ lar geçmiş, Barbosa 1994 Diinya Kupası’na hazırla­ nan Brezilya takımının kampını ziyarete gelmişti. Fa­ kat yöneticiler onu kampa sokmadılar. Kaç yıl kalesi­ ni koruduğu milli takımın kampının kapısından çevri­ len Barbosa, gözyaşları içinde ağır adımlarla ordan ay­ rılırken, basın mensuplarına döndü... Hıçkırıklar ara­ sında şöyle dedi: “En ağır suçun bile cezası, otuz yıl­ dır. 1950’den bugüne kırk dört yıl geçti. Ben ise bir tek golün cezasını kırk dört yıldır çekiyorum.”

1950 finalinde Uruguaylı Schiaffino ilk golü atıyor. Kaptanımız Gündüz Kılıç, Suriye kaptanı ile seremonide.

Suriye'yi 7-0 yenen milli takımımız. 1950 Dünya Kupası’m kazanan Uruguay takımı.

Kupanın Babası Jules Rimel He Brezilya devlet başkanı Enrico Dutra.

/ 5. Dünya Kupası 19 5 4 İSVİÇRE Türk Milli Futbol Takımı, tarihte ilk kez bir Dünya Kupası’nda oynuyor. On altı finalistten biri Türkiye... Sevincimiz büyük... Hele benim... Bu muhteşem olayı yerinde izleme şansına erişen bir avuç Türk arasında- yım. İsviçre’ye giderken, “Orda rastladığımız (elediği­ miz) İspanyollar kim bilir bize ne kadar kızacak” di­ yoruz. Ama daha Bern’e ayak basar basmaz, bize asıl kızanların, hem de ne kızanların, İsviçreliler olduğunu görünce şaşırıp kalıyoruz. Niye mi kızıyorlar? Nasıl kızmasınlar ki!.. Binlerce hatıra eşyası ellerinde kal­ mış. “Bizi ne kadar çok zarara soktunuz” diyorlar da başka şey demiyorlar. Ne mi yapmışız biz? Daha ne ya­ pacağız ki! Dinleyin bakın: Dünya Kupası, Olimpiyat ve benzeri dünya çapın­ daki uzun süreli organizasyonlar, ev sahibi ülkeye bü­ yük kazanç getirir. Bu gelirin büyük çoğunluğunu da, özel olarak yapılan hatıra eşyası sağlar. İşte İsviçreliler de bu kupa için hatıra eşyası yapımına biraz erken baş­ lamış, İspanya ilk başta bizi farklı yenince, on altı fi­ nalistten biri olarak İspanyolların bayrağını hatıra eş­ yasının süsleri arasına koymuşlar. Ama evdeki hesap çarşıya uymamış, finalist olma şansını Türkiye kaza­ nınca, “Eyvah!!!” demiş ev sahipleri... Ellerindeki bin­ lerce hatıra eşyasını bir kenara atıp, yeniden “Türki­ ye’mi eşya üretmeye başlamışlar. Yani biz istemeden za­

67 rara sokmuşuz İsviçrelileri... İyi de bizim günahımız ne? Üç gün daha bekleselerdi ya...

İsviçre’ye nasıl gidiyoruz?

Aslında İsviçre’ye gitmek için hazırlandığımız günler, bizim için de epey karışık geçmişti. Ayyıldızlı gençler Roma’da “olmaz”ı “olur”laınış ve yurda İsviçre vize­ siyle dönmüştü. Ancak, Türkiye baştan aşağı bu ola­ yın sevinciyle coşarken... O da ne? Bizim Futbol Fede­ rasyonu bir anda karışıyor, Türk futboluna gerçekten büyük hizmetleri olan, çalışkan, kıymetli futbol ada­ mı Orhan Şeref Apak istifa ediyor, futbolumuz başsız kalıyordu. Milli takımımız Dünya Ktıpası’na gitmek için hazırlıklarını yaparken... O dönemin ünlü spor yazarları, Cağaloğlu’nda o zaman çok meşhur Çifte Saraylar Gazinosu’nda toplanıyor ve futbolumuzun başsızlıktan kurtarılması için Başbakan’a telgraf çek­ meyi kararlaştırıyorduk. Kimler yoktu ki o toplantı­ da? (Çoğunu saygıyla, rahmetle andığım, ağabeyle­ rim, arkadaşlarım... Nuri Bosut, Sedat Taylan, Mu­ vakkat Ekrem Talu, Haluk San, Sacit Öğet, Adnan Akın, Tarık Bilgin, Ali Oraloğlu, Namık Sevik, Necmi Tanyolaç, Samim Var, Tevfik Ünsi, Cem Başar, Ferruh İlkünsal, Alp Zirek, Sait Nil... Ve bu listeyi değerli ar­ şivinden çıkarıp veren sevgili Cem Atabeyoğlu, bir de bu satırların yazarı Halit Kıvanç...) Uzunca bir süre konuştuktan, tartıştıktan sonra, dönemin Başbakanı Adnan Menderes’e imzalarımızla bir telgraf çekmeyi kararlaştırdık. “Dünya Kupası’na çok az kaldı. Fut­ bolumuzun başında bir federasyon yok. Acil olarak bir Federasyon başkanı atamanızı...” diye özetlenebi­ lecek bir telgraf... Başbakan Menderes, telgrafımızı hemen gündemine alıyor ve Futbol Federasyonu baş­ kanlığına atama yapıyordu. Yeni Federasyon başkanı- mız, futbol dünyamızın yakından tanıdığı, eski milli futbolcu, GalatasaraylI saygın yönetici, değerli futbol adamı Ulvi YenaPdı. Türk sporuna büyük emek ver­ miş (o günden sonra da çok çaba harcayacak) Ulvi Ye- nal, doğru bir seçimdi. Flatıra eşyasından girdik, Federasyona başkan ara­ yan telgraftan çıktık ama... Hepinizin heyecanla bek­ lediği başka... Hepsi güzel de... 1954 Dünya Kupası finallerine gitme hakkım nasıl kazandık? Onu anlatsa- na, diyorsunuz... Nasıl mı? İşte: Elemelerde İspanya ile eşleşince, itiraf edeyim ki, bu kupa olayı ile kavuşmamızın gene bir başka bahara kal­ dığına inanmıştık. Çünkü o sırada İspanyol futbolu çok giiçlüydü. Kulüp takımlarının yıldızları, milli takı­ mı da başarıdan başarıya götürüyordu.

Madrid’te matem. ..

1954 yılının 6 Ocak günü Madrid’in Chamartin Sta- dı’nda binlerce İspanyolun takımlarının zaferinden emin, coşkun tezahüratı arasında hayli ürkek adımlar­ la sahaya çıkan on birimiz şöyleydi: Şükrü Ersoy (Ankara Karagücü) - Bülent Eken (gs), Müjdat Yetkiner (fb ) - Eşref Özmenç (b jk ), Ali İhsan Karayiğit (b jk ), Rober Eryol (gs) - Lefter Küçükan- donyadis (fb ), Mehmet Ali Has (fb ), Recep Adanır (b jk ), Fahrettin Cansever (b jk ), Burhan Sargun (fb ) Oyuna hayli cansız başlamış ve çok geçmeden ilk golü yemiştik. Venancio’nun kaydettiği sayıdan sonra ise birden açılıyor ve Recep’in nefis golüyle beraberliği sağlıyorduk. Pekâlâ ümitlenmiştik. Takımımız, İspan­ ya’mn dünyaca ünlü “star”ları karşısında fırsat vermi­ yordu. Ancak bu çabamız devre sonuna kadar sürecek, ikinci kırk beş dakikada hiçbir varlık gösteremeyecek­ tik. O günlerin fırtına solaçığı Gainza, ağlarımızı sars­ tıktan sadece bir dakika sonra, bu kez, gene o günle­ rin müthiş forveti Miguel üçüncü golü kalemize gön­ deriyordu. Sonra bir süre dayanıyor, fakat tüm çaba­ mıza karşın Alsue’nin 65. dakikadaki golüne engel olamıyorduk. Daha yirmi beş dakika vardı. Futbol ta­ rihimizin en büyük hezimetine doğru mu gidiyorduk? Çok şükür, 4-1’den sonra toparlanacak ve sahadan bu farkla yenik ayrılacaktık.

İstanbul’da bayram...

Milli futbolcularımız yurda çok üzgün dönmüştü... Fa­ kat ertesi günü gazetelerimizde verdiğimiz haber, bü­ tün yurdu bir ümit ışığı olarak dolaşmaya başlıyordu: “Dünya Kupası’nda gol averajı yok... Yani bir takım, gol üstünlüğüyle tur atlayamıyor. Biz de İstanbul’daki rövanşı kazanırsak... İş, tarafsız sahada üçüncü maça kalacak!!!” Tabii pek çok sporseverimiz bunu bir “teselli” ola­ rak kabul ediyor. “Bu İspanyollar bizi İnönü Stadı’nda da ezer geçer” diyordu. Bu düşünceler içinde geçen günlerin sonunda, 14 Mart günü geldi çattı. İstanbul İnönü Stadı’na sabahın erken saatlerinden itibaren müthiş bir seyirci akını başlıyor, tribünleri dolduran on binlerimiz, milli takıma moral vermek için\hiç dur­ madan coşkuyla bağırıyordu. Nihayet maç saatÇgeldi ve takımlar sahadaki yerlerini aldılar. İspanya milli ta- kımında o günlerin fırtına futbolcusu, ünlü golcü Ku- bala’nın yer alması, doğrusu bizi çok korkutmuştu.

70 Türk takımında ise değişiklik büyüktü. İlk maçtaki ta­ kımdan sadece üç kişi (Rober, Lefter ve Burhan) takım­ daydı. Dünya Kupası elemelerindeki bu ikinci maçımız­ da şu on birle oynuyorduk: Turgay Şeren (gs) — Rıdvan Bolatlı (Ankara Kara- gücü), (fb ) - Mustafa Ertan (Ankara Karagücü), Çetin Zeybek (Kasımpaşa), Rober Eryol (gs) - Lefter Küçükandonyadis (fb ), (gs), Feridun Bugeker (fb ), Burhan Sargun (fb ), Coşkun Taş (b jk ) Oyuna öylesine hızlı başlıyordu ki ayyıldızlı on biri­ miz... İspanyollar da şaşırıyordu. Madrid’te rahatça dört golle yendikleri takımın yerinde şimdi çok güçlü bir ekip vardı. Veeee... Maçın henüz 16. dakikası oy­ nanırken... Bir stad dolusu insanı havaya fırlatan bir bomba patladı sanki Dolmabahçe’de... “Goooooolü!” sesleri her yanı çınlatıyordu. Burhan öyle müthiş vur­ muştu ki topa... Kaleci Carmelo’nun uçuşu, sadece kale arkasındaki foto muhabirlerine verilen bir poz­ dan ibaret kalmıştı. Türkiye, o dev İspanya karşısında 1-0 öndeydi şimdi. İspanyollar, hele mağrur golcü Ku- bala “Siz şimdi görürsünüz” edasıyla topa koşuyor, ama bizim çocuklar inanılmaz bir çaba ile rakipleri­ ne beraberlik fırsatı bile vermiyordu. Alman hakem Schmeitzer maçın son düdüğünü çalarak, ayyıldızlı ta­ kımımızın 1-0’lık galibiyetini futbol dünyasına duyu­ ruyordu.

Roma’da şans bize gülüyor...

İlk maçı 4-1 kaybetmiştik. İstanbul’da 1-0 kazanmış­ tık. Puanları eşitlemiştik. Böylece o günlerde futbolda uygulanan uluslararası kural, imdadımıza yetişmişti.

71 Böylece 5. Dünya Kupası’nın 16. finalistini belirlemek için Türkiye ile Ispanya’nın tarafsız sahada tekrar kar­ şılaşması gerekti. Seçilen “tarafsız şehir”, Roma idi. Üçüncü maçta, üç gün önce İstanbul’da bize final yo­ lu için ışık yakan on birimizle, Roma’nın Olimpiyat Stadı’na çıkıyorduk. Tıpkı İstanbul’daki gibiydi kad­ romuz... Oyunumuz da, tıpkı İstanbul’daki gibiydi ama... İşler bir anda tersine dönmüştü sanki... Kale­ sinde topu gören, bizdik. Hem de henüz 11. dakika­ da... Soldan inen Artecha, İspanya’yı 1-0 öne geçi­ rince... Olimpiyat Stadı tribününde bir avuç Türk, Türkiye’de ise milyonlar, radyo başında umutsuzluğa düşüvermiştik... Ancak on dört dakika sürüyordu bu üzüntümüz. Maçın tam 25. dakikasında İspanyol ağ­ larını sarsan golümüzün kahramanı, tıpkı İstan­ bul’daki gibi, Burhan’dı. Futbolunun ve gollerinin şid­ detini anlatmak için sporseverlerin taktığı adla “Cana­ var” Burhan’dı golcümüz... Bu golün verdiği moralle rakipleriyle başa baş bir oyun tutturan takımımız, ilk yarıyı 1-1 kapatıyordu. İkinci kırk beş dakikada ayyıldızlı on bir daha da açılacak ve oyuna hâkim olmak bir yana, galip duruma geçme başarısını da elde edecekti. Bu kez golcümüz, Suat Mamat’tı. 2-1 öndeydik. Kazanıyorduk. İsviçre vizesini alıyorduk. İkinci golü attığımızda maçın biti­ mine yirmi beş dakika vardı. Yenik duruma düşmek, İspanyolları iyice kamçılamış ve kalemizi abluka altı­ na almışlardı. Bu baskı, kalan yirmi beş dakikada hiç azalmadan devam etti. Her an bir gol tehlikesi karşı­ mızdaydı... Derken “gol” de gelmişti: Venancio, du­ rumu 2-2’ye getirmekle kalmıyor, takımına galibiyet ümidi de veriyordu. Araya sıkıştırayım: Rakiplerimiz, süre azaldıkça hafiften hafiften sertleşmeye başlamış,

72 gol atamayınca da bu sertlik dozunu artırmışlardı. Ger­ çekten yediğimiz ikinci goldeki çok sert hamlenin so­ nucunda, Turgay Şeren fena sakatlanıyor, maça de­ vam arzusuna karşın beş dakika sonra yerini Şükrü Ersoy’a bırakmak zorunda kalıyordu. Doğrusu kaleci Şükrü de, yapabileceğinin en iyisini başarıyor, normal sürenin 2-2 bitmesinde önemli rol oynuyordu. Şimdi heyecan, siz deyin bin misli, ben diyeyim yüz milyon misli, başkası desin bin trilyon misli... Uzatmanın ya­ rım saatindeki inanılmaz heyecanı anlatmak için, ma­ tematik rakamlarını bozmak bile yeterli değil... Öyle­ si kalp çarpıntısı içinde, Şükrü’nün koruduğu kalede gol tehlikesi üstüne gol tehlikesi... Ve bir an geliyor: İtalyan hakem Bernardi’nin düdüğü duyuluyor: “Maç bitti!” Ama her şey bitti mi? Kim kazandı? Hangi takım gidiyor Dünya Kupası finallerine?

Nerdeyse kalbimiz duracak...

İşte söz, İtalyan hakemde... Roma Olimpiyat Stadı’nda kader dakikası... İtalyan hakem Bernardi, görevlileri çağırıyor, Tabii f îf a yetkilisi hazır... Türk ve İspanyol Milli Takımlarının kaptanları da orada herkes heye­ can içinde. O günün kurallarına göre para atışı var. Ya­ ni, Türkçesi “yazı-tura” ile belirlenecek Dünya Kupa­ sı finalisti. İtalyan hakem elindeki metal İtalyan para­ sım havaya atacak, paranın hangi yüzü üste gelirse onu söyleyen kaptanın takımı finalist olacak. Ötesini kaptanımız Turgay Şeren’den dinleyelim: “Kenarda duran İtalyan çocuklarından birine işaret ettim, gel­ di... Sordum, adı Franko imiş. Hakem paranın iki yü­ zünü gösterince, Franko’ya bizim için işaret etmesini

73 söyledim. ‘Yazı’ tarafını işaret etti. Atış yapıldı: ‘Yazı’... Sevinçle havaya fırladım.” Artık Milli Takımımız Dün­ ya Kupası finalindeydi. Önce oynadık, İstanbul’da ka­ zandık. Rom a’da da galibiyeti vermedik. Şimdi de şan­ sımız yardım etmişti. Ötesini tahmin ediyorsunuz. Roma Olimpiyat Sta- dı’nın bir kenarında birkaç Türk sporcu coşkuyla, se­ vinçle “Yaşasın” diye bağırarak havaya fırlarken... Aynı anda radyoları başındaki milyonlarca Türk de aynı sevinç, aynı coşku içinde... Herkes birbirine sarı­ lıyor, mutluluktan yaşlı gözlerle... Unutulmaz bir an: Türk Milli Futbol Takımı, Dünya Kupası finallerinde... Bir tarih yazılıyor 17 Mart 1954 günü, Roma’da... “Her yol Roma’ya gider” diyen söz biraz değişiyor o gün: “Roma’daki bu yol İsviçre’ye gidiyor” şimdi... 5. Dünya Kupası finallerinde garip bir sistem uygu­ lanıyordu. On altı finalist dört gruba ayrılmıştı ama, dört takım birbiriyle çarpışmıyordu. Her takım gru­ bundaki takımlardan ikisiyle oynuyordu. Bu maçların sonuçlarına göre de, bazen üçüncü maç yapılıyordu iki takım arasında... Sonuçta her gruptan iki takım eleni­ yor, öteki ikisi kupaya doğru yoluna devam ediyordu. 1. Grupta Brezilya ve Yugoslavya, turu rahat geç­ tiler. Fransa ve Meksika pek varlık gösteremedi. Bu grubun unutulmaz maçı, Lozan’daki yüz yirmi daki­ kalık Brezilya - Yugoslavya mücadelesiydi. Uzatmada da yenişemeyen iki takım, yıllarca dilden dile anlatı­ lan şahane futbol oynamışlardı. Çifte Santos’ları, Di- di’si, Baltazar’ı, Pinga’sı ile Brezilya... Çaykovski’si, Boskov’u, M itiç’i, Zebec’i, Vukas’ı, Stankoviç’i ile Yu­ goslavya... Seyrine doyulmayan bir maçtı bp... Bir fut­ bol şöleni... 2. Grubu, bizim grubu sona bırakalım.

74 3. Grupta, Avusturya İskoçya’yı 1-0, Çekoslovak­ ya’yı da 5-0 yenerek çeyrek finalist oldu. Aynı grubun öteki çeyrek finalisti ise Uruguay’dı. Uruguay, Çekos­ lovakya’yı 2-0; İskoçya’yı 7-0 yendi. 4. Grupta işler karışıktı. İtalya ile İsviçre’nin bir kez daha oynaması gerekti. Bu maçı 4-1 kazanan İsviç­ re, finallerin ilk büyük sürprizini yapmış oldu. Belçika ile 4-4 gibi garip sonuçla berabere kalan İngiltere de çeyrek finale çıkabildi. Bu grupta en büyük sürpriz, çifte kupalı şampiyon İtalya’nın daha ilk turda elenmesiydi. 2. Grup, yani bizim grup, futbol otoritelerinin bü­ yük önem verdiği gruptu. Bir yanda o günlerin fırtına­ sı Macar takımı, öte yanda Herberger Hoca’nın gide­ rek güçlendirdiği ve İsviçre’ye “mutlak şampiyonluk” parolasıyla getirdiği, özellikle fizik kondisyon bakı­ mından herkesi korkutan Alman takımı, bizim gru­ bun favorileriydi. Güney Kore ile bizi, ne yalan söyle­ meli “grubun figüranları” olarak görenlerin sayısı hiç de az değildi.

Türkiye’nin ilk günlük spor gazetesi: Türkiye Spor...

Şimdi bir nebze özel ya da kişisel notlar sunmak için sizlerden izin istiyorum. Şu anda bu kitabı okuyan 21. yüzyıl gençlerinin o günleri daha iyi yaşayabilmeleri için... Türk Milli Takımı, Dünya Kupası finallerinde oynayacak. Nerde? İsviçre’de... Eeee, zorluğu mu var bunun? Alırsın uçak biletini... Binersin uçağa... İki, çok çok üç saatte varırsın oraya... Maç biletlerin de önceden alınmıştır acenteden... Ya da internetten ay­ rılmıştır. Falan filan...

75 Ha bakın şimdi, 1954’de Dünya Kupası’na gidecek gazeteciler, genel deyimle medya mensupları, önce ça­ lıştığımız müesseselere bu maçların ne kadar önemli ol­ duğunu anlatmak için çok nefes tükettik, çok ter dök­ tük. “Şu sırada üç maç için bu masrafa değer mi?” di­ yen gazete yöneticisi ya da salıibi çoktu. Nasılsa ajans­ lar veriyordu. Büyük gazeteler birer spor yazarı gön­ dermeyi uygun görmüş, ikinci birine ise gitmesi için yol masrafına biraz yardım vaat etmişlerdi. Ben o günler­ de tarihe geçen bir olayın kahramanlan arasındaydım. Saygıyla andığım bir Babıâli beyefendisi, sevgili Fuat Büte ağabey, gazete dağıtım merkezi sahibi olması ya­ nında, ilgilendiği gazetenin adeta halkla ilişkiler yetki­ lisi gibi güzel fikirler de getirir, bu fikirlerin gerçekleş­ mesi için parasal özveride de bulunurdu. Gene böyle bir girişimin gerçekleşmesinde önemli rol oynuyor, onun ilk adımı atmasıyla, bizim de üç kafadar (Halit Talayer, Alp Zirek ve ben) kendisiyle kol kola girme­ mizle “Türkiye’nin ilk günlük spor gazetesi” yayın hayatına gözlerini açıyordu. Alp Zirek ve adaşım Ta- layer’le birlikte Türkiye Spor adını verdiğimiz günlük spor gazetesi, bir süre büyük başarılara imza atarak de­ vam edecek, ancak bağlı olduğu “Yeni İstanbul” mü- essesesinin spor gazetesini ikinci planda görmesi so­ nucu çok uzun ömürlü olamayacaktı ama, en azından Türk Milli Takımı’nın 1954 Dünya Kupası finallerinde oynadığı maçları Türk insanına duyurması bakımından daima gururla anılacaktı. Bu vesile ile Türkiye Spor'da birlikte çalıştığım Muzaffer Soysal, Suihi Garan, Erol Kaner, Kenan Şengül ve diğer arkadaşlaVımı sevgiyle, saygıyla hatırlıyorum. (Güzelliğe bakın ki, yıllar sonra gene bir günlük spor gazetesinde çalışmak mutluluğunu duydğm. Genç, di­

76 namik, çalışkan bir spor yazarı Ersan Çelik, böyle bir hamlenin önderi olmuş, Fotospor adım taşıyan ve sporseverlerimizin elinden düşürmediği bir günlük spor gazetesinin uzun süre yayınlanmasını başarmıştı. Birol Nadir, Turgay Yardar, Haldun Domaç, Orhan Balal, İlhan Uzundurukan, Kenan Erçetingöz, Ruşen Güven gibi gençlerle birlikte çalışmak, en azından gü­ zel bir gençlik aşısı olmuştu benim için... 1954 Dünya Kupası finallerini ilk günlük spor gazetemiz Türkiye Spor adına izledikten 36 yıl sonra, bu kez 1990 Dün­ ya Kupası finallerini gene bir günlük spor gazetemiz Fotospor’a yazmak, hem ilginç, hem de bir çift tatlı olaydı.) Milli takımımızın finallere gideceği belli olur ol­ maz, gazetemizin parasal yöneticilerine bizim gazeteci olarak nasıl gideceğimizi sorduğumuzda “Bir inceleye­ lim” yanıtını alacaktık. İncelemeler epey sürmüş, so­ nuçta Denizyolları’ndan indirimli bilet sağlanarak İs­ tanbul’dan Napoli’ye gidebileceğimiz, ordan da trenle İsviçre’ye geçeceğimiz bildirilmişti. Deniz yolculuğu uzun da olsa, yazın tatlıdır, diye düşündük. Yolda ve İsviçre’de harcayacağımız para konusunda ise hiç kay­ gı duymadan yola çıktık. Çünkü... Çünkü... Sıkı du­ run!.. Bir dolar, bizim paramızla -yanlış hatırlamıyor­ sam- ya 280 kuruştu ya da 560 kuruş... Zaman ça­ buk geçiyor, yaş ilerliyor. Diyelim ki, hiç de öyle değil, daha yüksekti... İyi de, biz İsviçre’de, rahmetle andı­ ğım, Fenerbahçe’nin eski futbolcularından, uzun yıl­ lar spor yazarı olarak dünyanın her köşesini dolaşmış, büyük maçları Fîürriyet gazetesinden duyurmuş, sev­ gili Samim Var kardeşimle aynı otelde kalıyor, gene bi­ zimle beraber olan, değerli bir spor yazarı ve futbol yö­ neticisi olan Adnan Akm ağabeyimle birlikte geziyor,

77 beraber yiyip içiyorduk. Paramız o kadar boldu ki, ye­ mekten sonra hesabı “ben vereceğim, sen vereceksin” diye adeta kavga ederdik. Çünkü Türk lirası öylesine değerliydi. O kadarcık İsviçre frangını vermek hiçbiri­ mize yük değildi ki... Gömleğimiz kirlendi mi yıkat­ maya vermezdik otele. Çıkar, dükkândan yenisini alır­ dık. Harca harca bitmezdi. Sonraki yıllarda, hele hele daha sonralarda, cebimize aynı miktar Türk parası koyup yollayacaklardı Dünya Kupası’na... Ama güç­ lükle geçinecektik. Hatta bazı günler bir çorbayla, bir makarnayla, mirasyedilik edersek kocaman bir pizza ile akşamı edecektik. Türkiye Spor’dan söz ederken, bir gün gelip “tiraj rekoru” kırdığımızı da araya sıkıştırmalıyım. Kendi kendimize gelin güvey olmak değil... O dönem Hürri­ yet daime liderdi, en çok satan günlük gazete olarak... İşte bir gün... Ne gün mü? 18 Mart 1954 günü... Türk Milli Takımı’nın Dünya Kupası finallerine gitmeye hak kazandığını yazan gazetemiz, o gün ülkemizin uzun yıllar bir numaralı tirajına sahip olan gazetenin, çok az farkla da olsa, bir tek günlük de olsa, önüne geç­ mişti. İspatı? Kanıtı mı? Delili mi? Bizzat o gazetedeki dostlarımız, ağabeylerimiz, arkadaşlarımız telefon edip kutlamışlardı... Başka şahit ister misiniz? Sadece bir günlük bir gurur da olsa güzel değil mi acaba?

İsviçre’deyiz...

17 Mart 1954’ten... 17 Haziran 1954’e... Tam üç ay sonra... Bu kez İsviçre’nin Bern şehrinde, Wankdorf Stadı’ndayız... “Stadındayım” da diyebilirim. Hiç ama hiç unutmadığım günlerdendir. Stada giderken yürü­ yüşüm bile bir başkaydı sanki... Hafiften kasıla kasıla

78 yürüdüğümü iyi hatırlıyorum. Organizasyondan çok ilgi görmüştük. Onlar hatıra eşyası satıcıları gibi kız­ gın bakmamıştı bize... Büyük kolaylık göstermiş, maçtaki yerlerimizi hemen vermişlerdi. Daha s;onraki yıllarda medya mensupları o kadar artacaktı ki, bir gazeteden veya bir radyo istasyonundan ya da bir t v kanalından iki-üç kişiye değil, bir kişiye bile zor bilet vermeye kalkacaklardı. Spor yazarları dünya çapında bir örgüt kurduktan sonra bile, bu güçlükler alabildi­ ğine sürecekti. Ama İsviçre’deki 5. Dünya Kupası’nda her şey çok kolay ve rahattı... Eveeeet, İspanyolları elediğimiz “17”li bir Mart gü­ nünden tam üç ay sonra, gene “17”li bir Haziran gü­ nünde ilk kez bir Dünya Kupası maçı oynuyorduk. Türkiye Spor adına benden başka büyük bir spiker ağabeyimiz Muvakkar Ekrem Talu ve gazeteci Ali Ka- rakurt arkadaşlarım da, bizim maçları izlemek için gel­ mişlerdi. Gene değerli spor yazarı ağabeylerimizden, ilk maç spikerliği yıllarımda mikrofon başına birlikte geçtiğimiz sevgili Tevfik Ünsi de, milli takımımızın ba­ sın temsilcisi olarak ordaydı. Tribünde heyecanla ma­ çın başlama saatini bekliyorduk. Laf aramızda, öylesi­ ne erken gitmiştik ki maça... Olayın keyfini daha uzun yaşamak için... Bir gün önce de futbolcularımızla ko­ nuşmuş, onlara moral vermeye çalışmıştık. İtalyan teknik direktörümüz Puppo Sandro sessiz, sakim, çok az konuşan bir insandı. Bir futbol adamından çok, üniversitedeki bir bilim adamı izlenimi verirdi. Fede­ rasyon Başkanı , futbolcularımızın İspanya karşısındaki başarısına güveniyordu. Hepimizin ortak korkusu, Almanların çok hızlı temposuydu. Onları durdurabilirsek, yüzümüz gülebilirdi. Futbolcuların ço­ ğu “İlk on beş dakikada bir gol yemezsek, sonrasında işimiz kolaylaşır” inanandaydı. İşte bu duygular için­ de nihayet beklenen saat geldi. Portekizli hakem Da Costa’nm yönettiği maça taraflar şu on birlerle çıktı: T ü r k i y e : Turgay Şeren (gs) - Rıdvan Bolatlı (An­ kara Karagücü), Basri Dirimlili (fb ) - Mustafa Ertan (Ankara Karagücü), Çetin Zeybek (Kasımpaşa), Ro- ber Eryol (gs) - Erol Keskin (Adalet), Suat Mamat (g s), Feridun Bugeker (fb ), Burhan Sargun (fb ), Lef- ter Küçükandonyadis (fb ) A lm a n y a : Turek - Laband, Kohlmeyer - Eckel, Posipal, Mai - Klodt, Morlock, Othmar, Walter, Fritz Walter, Schaefer

Oyun başlıyor... Ye ilk golü biz atıyoruz...

Elli bine yakın seyircinin izlediği maçta bizler adeta yok gibiydik. O tarihte Avrupa’da çalışanlarımız fazla olmadığından, Bern’deki seyircinin yarısı ev sahibi İs­ viçreliler, yarısı da yol yakın olduğu için otomobille­ riyle gelen Almanlardı. Biz ise, sık sık söylediğim gibi, bir değilse de birkaç avuç Türk, tribünde bağırsak da sesimizi duyuramaz haldeydik. Ama maçın başlama­ sıyla birlikte öyle bir mucize olacaktı ki... Koca kala­ balıkta kaybolan bizler bir anda havaya fırlayacaktık. Ve koca stadta çıt çıkmayacak, sadece bizim, birkaç Türkün coşkusu yeri göğü sarsacaktı. Çünkü... Daha maçın 2. dakikasından 3. dakikasına gidilirken, bizim Suat Mamat da kenardan aldığı topla, iki Alman sa­ vunma oyuncusunu geçiyor ve ileri uzattığı topa, yani kendi pasına gene kendisi müthiş bir deparla yetişiyor­ du. Sonrasında Suat’ın topu sürüşüne şahit olacağımı­ zı beklerken... Birden sert bir şut... Kaleci Turek yatı­ yor ama... Top ağlarda... Gol... Goobol... Goooool...

80 Nasıl bağırıyoruz birkaç kişi... Spor yazarı bağırır mı? Gazeteci bağırır mı? Onu düşünecek halde değiliz... Dünya Kupası finallerinde ilk kez oynuyoruz... Ve “herkesin favorisi” Almanya karşısında, maçın ilk go­ lünü atan biziz... Nasıl bağırmayız? (Yıllar sonra dev­ let başkanlarımn, başbakanların maçta takımları gol attığında nasıl da yerlerinden fırlayıp “Gooool” diye bağırdığını görecektik... Biz uzun yıllar önce yaptığı­ mıza göre bizimki daha kolay bağışlanabilirdi.) İtiraf etmeli, “beklenmez golümüz”ün sevinciyle coştuktan hemen sonra yerime oturuyor ve hemen... Neee? İstanbul’u, gazeteyi mi arıyordum cep telefo­ numla? Cep’lisıni bırakın, stadtan çıkınca otele gidip de gazeteyi aradıktan kaç dakika, çoğu kez kaç saat sonra İstanbul’la telefon bağlantısı kurduğumuzu ne kadar anlatsam, inandıramam bugünün gençlerini... Eğilip defterime not alıyorum: “Dakika üç... Gol: Suat... Kalecinin altından... Stadta çıt yok, bizden b a şk a ...” Dakikalar ilerliyor. Bizim çocuklar, bir gün önce “İlk on beş dakikada gol yemezsek...” diyorlardı. İşte yememiş, hatta atmıştık o ilk on beş dakika içindeki golü... Ancak 1-0’ın keyfini sadece on bir dakika sü­ rebilecektik. Bu arada korku içinde aldığım notlar artı­ yordu: • Dakika beş... Alman kaptanı Fritz Walter’in müt­ hiş şutu.... Bizim kaptan Turgay uçarak kurtardı... • Dakika dokuz... Gene kaptan Fritz... Gene kap­ tanımız Turgay... Köşe vuruşundan gelen top... Walter kafa... Turgay karşılıyor... Ama nereye kadar? Ve işte artık Turgay da başa çıkamıyor bu fırtına gibi gelen Alman akınlarıyla... Stadtaki gök gürültüsü bir yandan, içimdeki hüzün ve

81 üzüntü karışımı öte yandan... Yediğimiz golün notunu alıyorum: • Dakika on dört... Othmar Walter, kaptan Fritz’in küçük kardeşi... Harika bir pas... Hani “ben bile ata- rım”lıklardan... Schaefer de attı zaten... Bana bırak­ madı. Yakından... Kalecimizin yapacağı bir şey yok­ tu... Arkası gelmese... Çok şükür gelmiyor arkası... Bu arada gene Turgay, Schaefer’in ayaklarına atlayarak tehlikeyi savuşturdu. Erol’un sağdan götürdüğü top... Güzel... Sonunu getiremiyoruz... Gene bir ümit ışığı... Suat güzel daldı, sert kestiler... Neyse, Alman baskısı artarken, hakemin düdüğü imdadımıza yetişiyor, dev­ reyi 1-1 kapatıyoruz. Maçın ikinci yarısı başlıyor. Keşke hiç başlamamış olsa!.. 1-1’lik durum, “maçın sonucudur” deyip yol- lasalar hepimizi... Fakat Almanlar bırakır mı? Bırak­ mıyorlar. Bizi de, maçı da... Bırakmıyorlar, bir-iki gol de biz atalım, diye... Hepsini kendileri atıyor. İşte devrenin hemen başlarında Eckel’in yakından şutunu Turgay yumruklııyor, fakat orda Klodt var. Rüzgârın oğlu sanki. 2-1 yenik duruma düştükten sonra, bizde telaş arttı. Onlar ise daha hızlandılar sanki... Of of of!.. Üçüncü de geldi... Othmar Walter’in kafa vuruşu müthiş... Tutulmaz bir top... Tutamıyoruz biz de... Othmar’la 3-1... Gene de az sonra Turgay kaptan, tüm stadın “Goool” diye ayağa kalktığı pozisyonda o golü önlemeyi başarıyor. Fakat az sonra gelene ne demeli? Kalemizin önünde iki kişi birden... Yooo üç oldu... Biri atmasa öteki, öteki atmazsa öbürü ata­ cak... Atıyor da biri... Morlock bu... Dördüncü go­ lün kahramanı... Sonrası mı? Bir “Ooooh!” çekebili­ riz. Dörtten sonrası yok. 4-1 yenik ayrılıyoruz saha­ dan... Yalnız kim ne derse desin, bu Alman takımını yenen zor çıkar... Görüşümüz bu... Sonrasını bekleyin bakalım ...

Dört yedik, yedi attık...

Üzüntümüz sadece üç gün sürecek, Güney Kore ile ya­ pacağımız maçın sonrasında çocuklar gibi sevinecek­ tik... Koreliler sempatikti ama futbol alanında oyna­ dıkları oyuna sempati göstermek kolay değildi. Onla­ rın acemiliği, bizim çocukların Almanya’dan dört ta­ ne yemenin hırsıyla birleşince... Bir değil, iki değil, üç değil, beş değil, tam yedi gol atan taraf biz olacaktık bir Dünya Kupası finalinde... Ayyıldızlı on birimiz, Al­ manya maçına oranla bu maça bir tek değişiklikle çık­ mıştı... O günkü adıyla “santrfor” oynayan futbolcu­ muz değişmiş, Feridun Bugeker’in yerini Adalet’ten Necmi Onarıcı almıştı. Notları yetiştiremiyordum Ce­ nevre’nin Charmilles Stadı’nda... Gol... Gol... Gol... Gollerin kapısını Suat açmıştı. Henüz 10. dakikada 1-0 öne geçmiştik. Onu, Lefter’in epey uzaktan şahane bir vole ile takımımıza kazandırdığı ikinci gol izledi. Kısa süre sonra gene Suat sahnedeydi: 3-0. İlk yarıyı kapatan golümüz de Burhan’dan geliyor­ du. Cenevre Stadı’ndaki az sayıdaki seyirciyle devre arasında konuştuğumuzda “Biz maç seyredeceğimizi sanmıştık, ama Türkler güzel bir antrenman yaptı sa­ dece... Yalnız gollerin çoğu güzeldi. İzlediğimiz goller­ de ustalık vardı” diyeceklerdi. İkinci yarıda da, gerçekten ustalık kokan gollerimiz devam etti. Burhan iki gol daha atarak üç golle maçın kralı olurken, Erol Keskin de gol perdesini nefis bir şutla kapadı. Dünya Kupası tarihine, rakiplerini büyük gol farkıyla yenenler listesinde geçecektik 7-0’lık Kore

83 galibiyetiyle... Ancak üç gün sonra??? Onu sormayın hiç! Biliyorum soracaksınız. Ben de anlatacağım. Yüre­ ğim parçalanarak... O günkü tükenmez acıyı bir kez daha içimde hissederek... Zürih’teki o “Kara 23 Hazi­ ran” gününü anlatacağım... Hazır mısınız dinlemeye? Biz Almanya’ya 4-1 yenilmiştik ya... Güney Kore’yi de 7-0 yenince... Almanlarla eşit duruma gelmiştik. O tarihte gol averajı olmayışının ikinci cilvesiydi bu... İs­ panyolları öyle elememiş miydik? Şimdi şans bir kez daha kapımızı çalıyordu. Aslına bakarsanız, bize bu umudu hazırlayan... Kim miydi? Kupanın bir numara­ lı favorisi Macaristan mıydı? Yoksa Macarları aldata­ rak, futbol tarihine “taktik zaferi’ni yaratan hoca” ola­ rak geçecek Alman teknik direktörü Sepp Herberger mi? Hangisiyse... Bizim için sonuç değişmeyecek, Ko­ re’ye attığımız yedi golü, bu kez kendi kalemizde göre­ cektik. Eski bir posta deyimiyle, o yedi gol “iadeli taah­ hütlü” gidip gelecekti. Ne var ki biz yedi tane yeme­ den, Almanlar sekiz gol yiyerek dünyayı şaşırtacaklar­ dı. Almanya - Macaristan maçının sonucu 8-3’tü. “Bas­ ketbol maçı mı?” diye alaylı başlık atmıştı gazeteler... Fakat dikkatle bakınca, Alman takımının epey eksik çıktığı fark edilmişti Macarlara karşı... Herberger, o maçta aslarını oynatmamıştı. Böylece daha sahaya çıkı­ lırken, sonucu rakiplerine hediye etmiş oluyordu. Tabii kurt hoca, takımının bizi tekrar maçında muhakkak yeneceğinden emin olarak böyle bir kumar oynamıştı.

Almanlarla tekrar karşı karşıya...

Bize karşı gene en güçlü on birini kurmuştu Herberger: Turek - Laband, Bauer - Eckel, Posipal, Mai - Klodt, Morlock, Othmar ^Falter,\ Fritz Walter, Schaefer 4-1 yenildiğimiz takımdan sadece solbek değişmiş­ ti. Bizde ise teknik direktörümüz Puppo Sandro ile Fe­ derasyon Başkanı Ulvi Yenal baş başa vermiş, sonun­ da kaptandan, kaleciden başlayarak, ilk Alman maçı­ na oranla üç önemli değişiklik yapmışlardı. Zürih’te sahaya çıkan on birimiz şöyleydi: Şükrü Ersoy (Ankara Karagücü) - Rıdvan Bolatlı (Ankara Karagücü), Basri Dirimlili (fb ) - (fb ), Çetin Zeybek (Kasımpaşa), Rober Eryol (gs) - Erol Keskin (Adalet), Mustafa Ertan (Ankara Karagü­ cü), Necmi Onarıcı (Adalet), Lefter Küçükandonyadis (fb ), Coşkun Taş (b jk ) Maçı Fransız hakem Vicenti yönetiyordu. Almanlar maça öyle hızlı başlamıştı ki... Bizimki­ ler daha ilk dakikalarda şaşkına dönmüştü. Gerçekten çok geçmeden gol, hatta goller gelmeye başladı. Daha 7. dakika oynanıyordu ki, Othmar Walter topu filele­ rimizle kucaklaştırıyor, ondan üç dakika sonra da bu maçta sahanın yıldızı olacak Schaefer, enfes bir golle durumu 2-0 yapıyordu. İlk on dakikada iki gol yiyen takımımız büsbütün şaşıracak ve çok ağır bir fark ola­ cak, diye korkarken... Harika bir ümit ışığı: Mustafa Ertan, mükemmel bir atakla topu Alman kalesine so­ kuyordu. Fakat Fransız hakem “ofsayt” gerekçesiyle saymıyordu bu golümüzü... Maçtan sonra kendileriy­ le konuştuğumuz, hakem ve yardımcı hakem, ofsayt konusunda birbiriyle ters düşecek, basının önünde Mustafa’nın golünün niye iptal edildiğini açıklayama­ yacaklardı. Ertesi günkü İsviçre gazeteleri “Türklerin bir golü sayılmadı” diye yazacak, Almanların yayınla­ dığı bir Dünya Kupası kitabında da “Türk takımının ilk golü niye sayılmadı? Anlayamadık” yargısı yer ala­ caktı. Fakat bizim Mustafa’ya, durup dururken “Be­

85 ton” diye isim takmamışlardı. İşte “Beton” Mustafa Ertan’ımız, çok geçmeden şahane bir kafa vuruşuyla topu bir kez daha Alman kalesine gönderiyor, Fransız hakem de hiç ses çıkarmadan santrayı gösteriyordu. Doğrusu, itiraf etmem gerek. Durumu 2-1’e çevirince bir an çok umutlanmıştık. Ne var ki bu kez de bir sa­ katlık, ama öyle böyle değil; bir futbolcumuzun bıra­ kın topa vurmayı, sekmeden koşacak hali bile kalmı­ yordu. O günlerin kuralına göre oyuncu değiştirmek de yok. Çaresiz ağır sakatlanan Çetin Zeybek, gitti sa- ğaçıkta durdu. Ara sıra top geldiğinde seke seke koş­ maya çalıştı, o kadar... “Mazeret”, “tevil” denildi bu sakatlığın öne sürülmesine... Ancak gerçeği çok ya­ kından gören bir tanık olarak iddia ederim ki... O maçta Çetin öylesine sakatlanmasa, yani takımımız fi­ ilen on kişi kalmasa, sonuç 7-2 olmazdı. Çünkü o gün­ kü milli takımımız, birçok milli maçlarımıza oranla iyi oynamış sayılırdı. Bu sakatlık konusunda daha sonra hem İsviçre gazeteleri, hem de Almanların çıkardığı Dünya Kupası kitaplarında aynen şu satırları okuya­ caktık: “Doğrusu Türkler 4-1 yenildikleri maça oran­ la, 7-2 yenildiklerinde daha pozitif futbol oynamışlar­ dı. Ama büyük futbolun temel direği sayılan santrhaf oyuncusu Zeybek’in sakatlanarak takımını gerçekte on kişi bırakması, çok iyi bir gününde olan Alman ta­ kımının işini kolaylaştırdı. Normal koşullarda yedi gol yemezlerdi. Buna kalecilerinin de Morlock’un golün­ de sakatlanması ve o durumda maça devam etmek zo­ runda kalmasını da ekleyebiliriz.” Tabii sonradan oku­ nan gazellerin yararı olmadığını bilmeme karşın bun­ ları iletiyorum. En azından 7-2’lik hezimetin gerekçe­ lerini o günden bugüne taşımak için... Sonrasında Almanların ve İsviçrelilerin de yazdığı gibi, kalecimiz Şükrü’nün sakatlanmasıyla beraber ge­ len üçüncü gol, ilk devrenin sonucu oluyordu. İkinci yarıya 3-1 önde başlayan Almanları durdurmak müm­ kün değildi artık. İlk yarının son golünü atan Mor- lock, ikinci devrenin ilk golünü de imzalıyor, bunu kaptan Fritz Walter’in golü izliyordu. Şimdi 5-1 yenik durumdaydık. Alman atakları durmadan hızla gelir­ ken, savunmamız da bütün gücüyle çalışıyor, fakat ye­ terli olamıyordu. Böylece Morlock tekrar sahneye çı­ karak akıncıyı atıyor, Schaefer de golleri “yedi”liyor~ du. Perde kapanmadı ama... Tüm ümitlerimizin tü­ kendiği bir zamanda, bitime sekiz dakika kala Lefter, ayağına geçirdiği topu mükemmel bir vuruşla ağlara takarak, şeref sayımızı ikiye çıkardı. Maçın sonucu 7-2 idi... Futbol tarihimize, en çok gol yediğimiz, en ağır kaybettiğimiz maçlardan biri olarak geçecekti bu Dünya Kupası maçı... fîfa delegesi oluyorum...

Böylece bir Dünya Kupası serüveni sona ermiş, acısıy­ la tatlısıyla bir tarih olmuştu. Futbol Federasyonu Baş- kanımız Ulvi Yenal’m mükemmel Fransızcasıyla top­ lantılarda, basınla konuşmada saygınlık görmesi gü­ zeldi. Kaptanımız Turgay Şeren’in de, aynı şekilde sa­ ha dışında yabancı gazetelere Fransızca demeç vererek dikkati çekmesi de, ayrıca iyi bir izlenim bırakıyordu. Federasyonumuzun yerinde bir kararla, Roma’da oy­ nanan üçüncü maç sonunda kurada bizim adımızı çe­ ken İtalyan çocuğu Franco’yıı da, milli takımımızla birlikte “maskotumuz” olarak İsviçre’ye götürmesi hoş bir olaydı. Benim için bir güzellik daha vardı. Ha­ yatımda ilk ve son sefa, dünya futbolunun en büyük

87 kuruluşu FİFA’nm 50. yıldönümüne rastlayan büyük toplantıya Başkan Yenal’la birlikte katılmıştım. Nasıl mı olmuştu? Doğrusu şu anda ince ayrıntısıyla hatır­ lamıyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla, bir sabah Ulvi Yenal beni bir köşeye çekmiş, Fİ fa toplantısında ülke­ mizi iki kişiyle temsil hakkımız bulunduğunu, ancak öteki Federasyon üyemizin bu toplantıya gelemeyece­ ğini söyleyerek, kendisiyle beraber toplantıya gitme­ mi istemişti. Bunun herhangi bir sakıncası olmadığı­ nı, benim yabancı dille çeşitli delegelerle konuşup, ül­ kemiz adına yakınlık kuracağıma inandığını da sözle­ rine eklemişti. Gerçekten benim için çok önemli bir olaydı bu... f İf a toplantısında “Türkiye” diye ayrıl­ mış yerde oturmak, konuşmaları izlemek, aralarda çeşitli ülke delegeleriyle görüş alışverişinde bulunmak büyük bir deneyimdi. Tabii bu tür uluslararası top­ lantılarda ne biçim ayak oyunları yapıldığını da, böy- lesine yakından görme fırsatını elde etmiştim. Saba­ hın erken saatlerinden itibaren birçok delege, bizim Başkan YenaPın yanına gelmiş, kendisini bugün seçi­ mi yapılacak ikinci başkanlık için aday olarak destek­ lediklerini söylemişlerdi. Ama akşama doğru yapılan seçimde, o sabah FİFA’ya kabul edilen Hong-Kong delegesi ikinci başkan seçilecek, yaptığımız kısa bir araştırma sonunda Ulvi Yenal’ı aday gösteren bilmem ne ülkesi delegesinin bile bize oy vermediğini, hem hayretle, hem de üzüntüyle öğrenecektik. O toplantı­ da bulunduktan sonradır ki, bu tür uluslararası top­ lantılara hep şüpheli gözle bakmaya başladım. Hak­ sız da değildim. Ha, unutmadan kaydetmeliyim. Bu toplantıda seçim sonucu açıklandıktan sonra, iki-üç ülkenin delegesiyle konuştuğumda, bana “Biz çok is­ tedik, çok çalıştık ama Türkiye’nin başkenti Ankara, Asya kıtasında olduğu için, öteki delegeleri razı ede­ medik” demişlerdi. Bu olay gerçekten çok önemliydi: Yıllarca dünya çapındaki mücadelelerde, “Avrupalı” olduğumuzu kanıtlamak için az savaş verilmemişti... Bilesiniz, gençler... Ama futbolda Avrupalı oluşumu­ zu, diğer pek çok alandan önce kabul ettirmemiz de ilginçtir.

Çeyrek finalde büyük heyecan...

1954 Dünya Kupası çeyrek finallerinde, büyük final heyecanı duyuldu. Çünkü çeyrek final maçlarında ele­ nen dört takımdan üçü, oklarının şampiyon adayı gösterdiği takımlardı. İngiltere bir yanda, Yugoslavya öte yanda iki favori idi. Güney Amerika’nın iddialı temsilcisi Brezilya, bir başka güçlü takımdı. Ama yu­ varlak topun cilvesi var ya... Almanya - Yugoslavya maçında, Yugoslavya’ya şans verenlerin oranı daha çoktu. Lâkin, Horvat’ın kendi kalesine gönderdiği top, Almanlar için müthiş bir pi­ yango oluyor, son dakikalarda Rahn’ın kaydettiği gol de galibiyeti perçinliyordu. Yugoslavya, sahadan 2-0 mağlup ayrılıyordu. Bu, Yugoslav Milli Takımı’nın tur­ nuvadan elenmesi demekti. Halbuki Yugoslavlar bü­ tün maçlarında mükemmel futbol örneği vermiş, hele Brezilya ile 1-1 berabere kaldıkları karşılaşmada çok alkış toplamışlardı. Böylece ilk turda bizim dahi kendi­ sine pek şans vermediğimiz Alman takımı, bir tur daha atlamış ve yarı finale kalmış oluyordu. Futbolun beşiği sayılan memleketin takımı, 1954 Dünya Kupası’nda seyredenleri pek memnun edeme­ mişti. Zorlu maçlardan sonra çeyrek finale gelen İngi­ liz takımı, Uruguay gibi “çifte şampiyon” unvanlı ekip karşısında adeta sahadan silindi. Bu aynı zamanda İn- gilizlerin kupadan da silinmesi manasını taşıyordu. Basel’deki maçta İngiliz kalesini koruyan Merrick’in yediği hatalı goller, Uruguay’ın başarısını kolaylaştır­ mıştı. Emektar Matthews gene çırpınıyor, gene şahane paslarla futbol klasını konuşturuyordu. Ancak bütün çaba, Lofthouse ve Finney’in attığı iki golden öteye geçememişti. Uruguay bir “turnuva takımı” olduğunu ispat eden canlı, hırslı oyunu ile dört golü peş peşe sı­ ralamıştı. Bu arada, ihtiyar santrhaf Varela’nm uzak­ lardan savurduğu şut, Merrick’in hatasıyla ağları bu­ lunca, İngiltere bütün İratlarıyla çözülüverdi. Sahada görünenler geride Billy Wright, ilerde de 40 yaşın çok üstündeki Stanley Matthews’ten ibaretti. Buna karşı­ lık Uruguay kelimenin tam manasıyla “ezici” bir üs­ tünlük kurmuştu. Schiaffino, ikinci devrenin birinci dakikasında golleri iiçledi. Sağiçte oynayan Ambrois de, İngilizlerin bütün ümidini kıran dördüncü sayıyı çıkarıverdi. Uruguay 4-2 galipti: Maçtan sonra, İngi­ liz futbolunun büyük adamı Sir Stanley Rous’a ne dü­ şündüğünü sormuştuk. Güldü ve: “Bir şey mi oldu”, dedi. “Yenildik. Elbette... Biz yenilmesek onlar yenile­ cekti. Futbol bu... Normal değil mi?” Evet, normaldi. Bu formsuz İngiliz takımının Uruguaylar, Brezilyalılar, Almanyalar, Macaristanlar arasında daha öteye gide- meyişi pek normaldi.

Şahane futbol...

Belki “futbol” olarak, bu Macaristan - Brezilya maçı uzun seneler seyredilemezdi. Ama böyle sert, hatta tek- meli, olaylı bir milli maçın da daha uzun seneler seyre- dilmeyeceği şüphesizdi. Doğrusu, İngiltere’nin en kud­

90 retli hakemi Ellis’ten başka biri, bu maçı son dakikası­ na götüremezdi. O dahi, oyundaki intizam ve disipli­ ni, ancak iki Brezilyalı (N. Santos ve Umberto) ile bir Macar (ünlü Bozsik) futbolcusunu oyundan atarak sağlayabilmişti. Buna karşılık İsviçre polisi, saha dışı inzibatı aynı şekil ve derecede temin edememiş, Ma­ carların kurt idarecisi Gustav Sebes yüzüne bir gazoz şişesi yerken, iki İsviçreli polis de Brezilyalılar tarafın­ dan hayli hırpalanmıştı. Hidegkuti ve Kocsis’in golleriyle ilk 7. dakikada 2-0 öne geçen Macarlar, D. Santos’un penaltı golü ile 2 -1 ’e indiler. Fakat maçın ikinci penaltısı Macarların lehine idi, böylece durum tekrar iki farka (3-1 ’e) yükseliyor­ du. Julinho’nun golü Brezilyalıları hayli ümitlendirir­ ken, Kocsis maçın bitimine sadece iki dakika kala ne­ fis kafa vuruşlarından biriyle dördüncü sayıyı çıkardı. Takımda Puşkaş yoktu ama, Kocsis onu aratmayacak kadar şahane oynuyordu. 4-2 mağlubiyet ve kupadan elenme, Brezilyalıları, galip rakiplerinin soyunma oda­ sına hücum edecek kadar sinirlendirmişti. Brezilyalıla­ rın bu hareketle kaybettikleri sempati, kupayı kaybet­ melerinden daha acıydı. Çeyrek finalin dördüncü maçında, Avusturya ile İs­ viçre adeta basketbol oynadılar. Goller birbirini takip ediyordu. İşin enteresan tarafı, ev sahibi İsviçrelilerin üç dakika içinde kaydettikleri gollerle 3-0 galip duru­ ma geçtikten sonra maçı kaybetmeleriydi. İsviçre’nin üç golüne, Avusturya beş golle cevap vermişti. Devre biterken, İsviçre bir gol daha çıkarıyordu. Maçın ikin­ ci yarısında karşılıklı birer gol, durumu 6-5 yapmıştı. Nihayet -vaktiyle kaleci Erdal’ı sakatlayan- Probst, maçın son sayısını İsviçre ağlarına taktı. Avusturya oyu­ nu (7-5) kazanmıştı.

91 “Altın kafa” Kocsis’in golleri...

5. Dünya Kupası’nı seyredenler -Almanlar hariç- “Ger­ çek güzellikte final buydu” dediler. Macaristan - Uru­ guay maçı, uzun yıllar futbol sahalarında görülemeye­ cek güzellikte bir karşılaşma olmuştu. İki saat boyun­ ca Lozan Stadı’m dolduran kırk yedi bin kişi, muaz­ zam bir heyecan kasırgasına kapılmış, her an yeni bir futbol zarafetiyle karşılaşıyordu. Macarlar olsun, Uru- guaylılar olsun, “futbol”un ne kadar ince, ne kadar kudretle oynanabileceğini gösteriyorlardı. Hele Uru­ guay’ın siyahi yıldızı Andrade, hele M acaristan’ın “Al­ tın kafa”sı Kocsis, “turnuvanın en iyileri” olduğunu bir kere daha ispat etmişlerdi. Kocsis ise, Puşkaş’ın pabu­ cunu, iki kafa golü ile bir hamlede Lozan Stadı’nın da­ mına atıverdi. Hakem Griffiths’in yönettiği maça Macarlar Puş- kaş’sız çıkmışlardı: Grosics - Laníos, Buzansky - Bozsik, Lorant, Za­ learías - Budai, Kocsis, Palotas, Hidegkuti, Czibor Uruguay da İngiliz maçının yıldızlarından, emektar Varela’smdan mahrumdu: Maspoli - Santamaría, Martínez - Andrade, Car- ballo, Cruz - Souto, Ambrois, Hohberg, Schiaffino, Borges Hava yağışlı idi, pırıl pırıl parlayan yemyeşil çi­ menler üstünde iki futbol devi çarpışıyordu. İşte ma­ çın 12. dakikasında Czibor ilk golü atmış, bu gol ay­ nı zamanda ilk devrenin sonu olmuştu. Maçın ikinci yarısı başlarken, daha ilk anda Hidegkuti, harika bir uçuşla yere pek yakın şekilde topu kafayla ağlara ta­ kıverdi. 2-0’lık durum, Macarían gevşetmiş, Urugu- aylıları kamçılamıştı. Nitekim Hohberg, devre ortasm-

92 da ilk sayıyı kaydetti. Şimdi heyecan son haddini bul­ muştu. Macarlar, o heybetli ekip nedense 2-1’e razı oynu­ yordu. Lâkin futbolda da, askerlikteki gibi “en iyi sa- vunma’nın taarruz olduğu” hakikati bir kere daha ken­ dini gösteriyor ve gene Hohberg, maçın normal müdde­ tinin bitimine üç dakika kala, topu ikinci defa Macar kalesine gönderiyordu. Doğrusu Macar takımı hayli şaşırmıştı. Fakat 2-2’lik durumdan seyirciler çok mem­ nundu. Bu şahane maçı yarım saat daha seyretmek şan­ sı doğmuştu. Uzatma bölümü başladığı anda Macar takımı bir­ den değişiverdi. Kocsis, Uruguay kalesi önünde bir fır­ tına bulutu gibiydi. Bu bulutun yağmur getireceği her an bekleniyordu. Ama on beş dakikalık ilk uzatma devresinde Güney Amerikalılar, Orta Avrupa rüzgârı­ na karşı koymuş, gol yememişlerdi. Maçın dördüncü, uzatmanın ikinci devresi daha korkunç bir süratle ce­ reyan etti. Ayaktan ayağa giden topu görmek dahi ko­ lay olmuyordu. İşte maçın 109. dakikasında Kocsis, şahane bir kafa şutuyla topu filelerle kucaklaştırmıştı. 3-2, Macarların galibiyetine yeterdi. Lâkin 2-0’dakı gevşekliği ve 2-1’deki rakibe mahkûm savunmayı unut­ mayan Macar takımı bunu yeterli görmüyordu. Gene Kocsis gene muazzam bir kafa golü ile durumu 4-2’ye yükseltince, artık “gedikli şampiyon” Uruguay’a da ra­ kibini tebrikten başka iş kalmamıştı. Uruguaylılar turnuvadan elenmişlerdi. Ama gerek oynadıkları nefis futbol ve gerekse kıta arkadaşları Bre­ zilyalıların tam aksine gösterdikleri sportmenlik ve efendilik, Uruguaylı futbolculara büyük sevgi kazan­ dırmıştı. Maçtan sonra Macarları kucaklayarak tebrik eden Uruguaylılar, maçın galibi kadar alkışlandılar. An­

93 cak bu alkışlar ve sempati, Güney Amerika’nın iddialı eski şampiyonunun asabını düzeltmeye yetmeyecek ve üçüncülük maçında da -bütün tahminleri altüst ede­ rek- Avusturya’ya yenileceklerdi.

Harika takım 6-1 yenilir mi?

Avusturya, futbol dünyası için meçhul ve yeni bir isim değildi. “Harika takım”ın ülkesi, futbolda sık sık adı­ nı duyurmuş, yıllarca bu sahada “kral” olmuştu. Fa­ kat son devrede Avusturya futbolunun bir kriz geçirdi­ ği muhakkaktı. Bunu Türk seyircileri de, İstanbul’a gelen Viyana takımlarının kalitesinin her defa biraz daha düştüğü­ nü görerek iyi anlıyorlardı. Avusturya “Dünya Kupa­ sı” finalleri için “hafif” takımlarından biri telakki edi­ liyordu. Ama bu “hafif” Avusturya, hiç beklenmedik şekil­ de “Dünya Kupası üçüncüsü” oluverdi. Viyana ekolü­ nün aldığı bu derece kadar, bu dereceyi elde ederken aldığı sonuç da dikkate değerdi. Avusturya, şampiyon­ lukta iddialı Uruguay’ı iki farkla (3-1) yenmeyi başar­ mıştı. Basel Stadı’m dolduran elli sekiz bin seyirci, bir ta­ kımın bir devre içinde “fırtına” gibi diğerini ezdiğine şahit oluyordu. Turek - Posipal, Kohlmeyer - Eckel, Liebrich, Mai - Rahn, Morlock, Ottmar Walter, Fritz Walter, Schaefer tertibiyle çıkan Alman on birine karşı, Avusturyalılar da günün en kuvvetli kadrosunu kur­ muşlardı: Zeman - Hanappi, Schleger - Ocwirk, Hap- pel, Koller - Korner I, Wagner, Stojaspal, Probst, Kor­ ner II Maçın ilk devresi “normal” geçti. Solaçık Schaefer bir gol atmış ve bütün mücadeleye rağmen ikinci gol kaydedilmemişti. Devre 1-0 Alman lehine kapandı. Fa­ kat maçın ikinci yarısı başladığı anda Almanlar rüz­ gâr gibi sahaya yayılmış ve devrenin 2. dakikasında Morlock vasıtasıyla ikinci sayıyı çıkarmışlardı. Probst, Avusturya’nın ilk golünü kaydetmiş, ancak arkası gel­ memişti. Bu ilk gol, aynı zamanda takımın son golü, daha doğrusu şeref golü olmuştu. Almanlar ise sayıla­ rı peş peşe sıralıyorlardı. Walter kardeşler dört golü paylaşınca, 6-1 ’lik netice doğdu. Fritz Walter iki golü­ nü de penaltıdan kaydetmişti ki, bu penaltı atışlarının ikisi de ayrı güzellikte ve ustalıktaydı. 5. Dünya Kupası’nda “en büyük” takımın belli ola­ cağı maçtan bir gün önce, kupanın üçüncülüğü için Avusturya ile Uruguay karşı karşıya geldi. Uruguaylılar sahaya çok sinirli çıkmışlardı. Maca­ ristan’a yenilip kupadan elenmek, Güney Amerika’nın bu iddialı takımını haddinden fazla sarsmıştı. Maçtan önce Uruguay soyunma odasında münakaşalara şahit olmuş, futbolcuların birbirine bağırarak çıkış kapısı­ na yürüdüklerini görmüştük. Buna karşılık Avustur­ yalIlar gayet sakindi. Kaleye tecrübeli, fakat formsuz Zeman’ın yerine genç Schmied’i almışlardı. Oyunun 16. dakikasında Dients’in akını bariz faul­ le durdurulunca, İsviçreli hakem Wyssling tereddüt et­ medi: Penaltı! Stojaspal soğukkanlı bir vuruşla topu ağ­ lara taktığı anda, Uruguay takımındaki şaşkınlık büs­ bütün artıyordu. Buna rağmen Uruguaylılar 22. daki­ kada Hohberg vasıtasıyla beraberliği sağladılar. Fa­ kat... Ah, o gol!.. Evet, solhaf Cruz ters bir vuruşla to­ pu kendi kalesine sokunca, Uruguay takımı bir anda çöküverdi. Cruz yere yatmış, başını yumrukluyordu. Lâkin ne fayda!.. Uruguaylılar kendi kendilerine attık-

95 lan bir golden sonra, maçın bütün hâkimiyetini Avus­ turyalIlara bıraktılar. Fırsatı kaçırmayan ünlü Ocwirk de, uzaktan savurduğu fevkalade bir şutla golleri üçle- di. Bu üçüncü gol, aynı zamanda Avusturya’nın “Dün­ ya üçüncüsü” olduğunu ilan ediyordu.

“En Büyük” Almanya...

Açık tribündeki sarışın Alman genci, saatlerden beri saçlarından süzülen yağmuru hissetmiyordu sanki... Yağmur taneleri, gencin sevinç gözyaşlarına karışıp ya­ naklarından aşağı iniyordu. Hem ağlıyor, hem coşkuy­ la “Deutschland” (Almanya) diye bağırıyordu. Yalnız o mu? Bu gencin yanındaki yaşlı adam, önün­ deki genç kadın, arkasındaki küçük öğrenci, hepsi ağ­ lıyorlardı. Bu kadar da değil... Sahada birbirine sarıl­ mış, ağlayan futbolcular vardı. Harpten mağlup çık­ mış Almanya, sanki bir futbol sahasında dirilmişti. İs­ viçre’nin Bern Stadı, bu 4 Temmuz 1954 gününü hiç unutmayacaktı. O günü yaşayanlar ise, her hatırladık­ larında tüylerinin ürperdiğini hissedeceklerdi. Alman Milli Takımı bir futbol zaferi değil de, bir milli müca­ dele kazanmış gibiydi. Maçtan önce Almanlara şans vermeyenler, sadece rakipleri yahut tarafsızlar değildi. Bizzat Alman fut­ bolcularının ağzından şu sözleri duymuştuk: “Bütün azmimizle oynayacağız. Fakat dünyanın en kuvvetli takımı var karşımızda. Onları yenip Dünya Kupası’nı almak hiç de kolay değil... Bizim için final oynamak da büyük şeref...” Bazılarına göre, favori apaçık ortadaydı: Grup ma­ çında Macaristan, Almanya’yı 8-3 gibi korkunç bir so­ nuçla yenmişti. O halde böylesine güçlü Macar takı­

96 mı, finalde de Almanları rahatça ezer geç:er, kupayı alırdı. Macar takımının dünya şampiyonluğu onuruna verilecek kokteylin davetiyeleri bile dağıtılmıştı. Ma- carlar sonuçtan bu kadar emindi. Ne yalan söylemeli, maçları izlediğim sırada ben de Macar takımının finali rahatça alacağı kanısınday- dım. Büyük maçtan önce Alman kampında Alman fut­ bolcularıyla konuştuğumda, hiçbirisinin “Muhakkak yeneriz” dediğine tanık olmamıştım. Elbette kendileri­ ne güveniyorlardı. Ama havadan konuşmuyorlardı da. Alman futbolcularının ağzından “Ma<;arlar dün­ yanın en güçlü takımı” sözünü duymuştur^ Çok çok “Top yuvarlaktır” gerçeğine sığınıyorlardı. İhtiyar kurt Herberger ise, tatlı gülümsemeler içindeydi. ÇQk ihti­ yatlı konuşuyor, “Maçın sonucu mu? Bekleyelim^ gö­ rürüz” diyerek şakaya vuruyordu. Fakat Herberger, tüm takım oyuncularından daha emin göriinüyordu. 4 Temmuz 1954... Gök delinmiş, sanki yukarda ne kadar su varsa, hepsi aşağı inmişti. Öyle bir yağmur yağıyordu Bern’de... Altmış beş bin seyirci^ Wankdorf Stadı’nda sırılsıklam olmuştu. İngiliz hal-em Ling’in yönettiği maçta iyileşen, daha doğrusu iyileştiğini söy­ leyen Puşkaş’lı Macar on biri şöyleydi: Grosics - Buzansky, Lantos - Bozsik, Lorant, Za- karias - Czibor, Kocsis, Hidegkuti, Puşkaş, Toth Almanlar ise, M acaristan’a 8-3 yenile^ Gn birden beş kişi değiştirmiş, şu kadroyu kurmuşları: Turek - Posipal, Kohlmeyer - Eckel, Litbrich, Mai - Rahn, Morlock, Otmar Walter, Fritz Waltcr; Schaefer Kupaya adını veren, “Dünya Kupası’nm Babası” Jules Rimet de şeref tribünündeydı. Ve kaçarlar “en büyük” olduklarım kanıtlamak istercesine hızlı girdi­ ler oyuna... Puşkaş, maçtan önce kendsiyle Macar

97 kampında yaptığım konuşmada “iyileşip iyileşmedi­ ği” yolundaki soruma şu yanıtı vermişti: “Sakat da ol­ sam yeterim Almanları yenmek için...” Sanki sözünü doğruluyordu şimdi. Daha 6. dakika dolmadan takı­ mını 1-0 öne geçiren golü atıyordu. Kocsis’ten aldığı topla dalan Puşkaş, Liebrich’in yanından sıyrılıp kale­ ye sokulmuş ve yerden şutunu çekerek topu ağlara göndermişti. Bu golden üç dakika geçmeden, bu kez Czibor golleri ikiliyordu. Alman kalesini koruyan Tu- rek hâkim olamamıştı topa... Czibor yetişmiş, topu kapmış, yana kayarak boş kaleye yuvarlamıştı. Evet, daha 10. dakikasındaydık maçın. Ve Macaristan 2-0 öndeydi. Herkesin peşin favorisi, tahminleri doğru çı­ karıyordu. Ancak bu 2 -0 ’lık durum, iki dakika bile sürmeyecekti. Santra ile birlikte rakip kaleye iniyordu Almanlar... Morlock, yerden bir vuruşla takımının ilk sayısını kaydediyordu. Sonradan kupanın kaderini çizmekte, Morlock’un bu golünün en büyük etken ol­ duğu kabul edilecekti. Macarlar 2-0’m üstüne yatacak fırsatı bulamamışlardı. Aksine, 2-1’e yükselmek, Al­ manları kamçılamıştı. İşte şimdi de Rahn’dan ikinci gol geliyordu. İkinci yarıya 2-2’yle başlayan Alman takımı fırtına gibiydi. Hocaları Herberger, sonradan açıklanacağı gi­ bi, Macarları müthiş bir taktikle eziyordu. Grup ma­ çına zayıf bir takımla çıkmış, tam deyimiyle “aldat- mış”tı Macarları... Şimdi ise, özelliklerini öğrendiği rakibi karşısında, futbolcularına bambaşka görevler yüklemiş, onlar da bunu başarıyla uyguluyordu. Ma­ car takımı ne olduğunu anlayamamıştı. Kendine aşırı güven yüzünden bocalıyordu. Müthiş solaçık Czibor’u sağa almak, Macar forvetinin aksamasına yol açmıştı. Puşkaş’ın da yeteri kadar iyileşmediği, ilerleyen daki­ kalarda anlaşılmıştı. İşte bu arada bir bomba patladı Wankdorf Stadı’nda... Alman sağaçığı Rahn, maçın bitimine sadece altı dakika kala topu öyle müthiş bir vuruşla savuruyordu ki kaleye... Büyük kaleci Grosics uçuyor ama yetişemiyordu. Bu, kupanın sahibini ta­ yin eden goldü. 3-2 öne geçmişti Almanya. Ancak santrayla birlikte Macarlar da bir gol atıyordu. Hayır! Hakem Ling, Puşkaş’ın golünü “ofsayt” gerekçesiyle saymıyordu. Maçtan sonra Macarlar “Biz İngilizleri iki kez yendik: 6-3 ve 7-1... İşte İngiliz hakem de, biz­ den o yenilgilerin intikamım aldı. Golümüzü saymadı, kupaya el değiştirtti” diyeceklerdi. Sonradan isteyen istediğini diyebilirdi. Tabelada “Almanya 3 - Macaris­ tan 2 ” yazıyordu. Ve futbol tarihi de, yeni bir dünya şampiyonu doğduğunu kaydediyordu. 1954 Dünya Kupası, meslek yaşamımda bir devrim yaratmıştı. Dünya basım ile yan yana futbolun en bü­ yük şampiyonasını izlemiş, çok ama çok şey öğrenmiş­ tim. Bu arada, sahadaki coşkuyu tüm heyecanıyla mik­ rofonda anlatan maç spikerleri de sanki “Sen de gel!” gibilerden yanlarına çağırmışlardı beni... Herhalde öy­ le olacak. Çünkü İsviçre’den döndükten sonra, güzel rastlantılarla bir gün kendimi stadta basın tribününde değil de, daha gerideki bir küçük kulübede, maç an­ latma kulübesinde buluverdim.

Gazeteden stadtaki spiker kabinine...

Aslında “maç spikeri” oluşumu, gazetede pazar gün­ leri güncel olayları mizah gözlüğüyle gören bir köşe yazmama borçluyum. Sevgiyle, saygıyla andığım, bü­ yük gazeteci Abdi İpekçi kardeşimle, onun üç yardım­ cısından biri olarak Milliyet gazetesinde çalıştığım dö­

99 nemdi bu... Gene rahmetle andığım, değerli radyocu Faruk Yener de “program müdürü” olarak radyoda... Bir gün sohbet ederken, gazetedeki pazar yazılarım­ dan bazısını radyo için skeç olarak hazırlayabileceği- mi söylemişti. Dediğini yaptım sevgili Faruk Yener’in... Skeçlerimi götürdüm. Beğenildi, kısa süre sonra da oynamaya başladı. Böylece İstanbul Radyosu’na adı­ mımı atmış oldum. Bu arada skeçlerimin giriş bölümü­ nü benim sunmamı istediler. Bu, ilk mikrofon karşısına geçişimdi. Derken derken... “Senin ses tonu iyi... Türk- çen iyi... Futbolla ilgin de iyi... Niye maç anlatmayı denemiyorsun?” dediler. Denedim. Sonrası, yıllar yılı yazarlığımın yanında, sahne sunuculuğumun yanında, “maç spikeri” olarak da çalışmak mutluluğunu duy­ dum. Tabii radyoda başlayarak, sonra uzun yıllar da rv’de maç nakletmeyi sürdürerek... Futbol program­ ları yanında diğer alanlarda yarışmalar sunarak, çeşit­ li t v programlarında sunuculuk yaparak...

100 Ispanya’yı eleyen milli takımımız Roma’daki üçüncü maçta.

7,1 i _ S^yı 210 — 10 Kr?.

'’SUCLÎHI t m SAĞLAM VÜCUTTA BULUNUR” - ATATÜRK

P a u Buttun ı Mt . Itiftal «ateşli 3KUüürwwt — DÜNYA »ASINDAKİ İLK IHACİMİZİ MANYAYA KARSI KAYBETTİK: 1-4 TÜRK TAKIMI HER BAKIMDAN " " - 4 Tiirk-Yunan KENDİSİNDEN BEKLENEN OYUNU ... I .*«*-*“?■atletizm ; GÖSTERMEKTEN ¡UZAK KALDI * ¡ 1 i - \ karşılaşmasının *‘ YEGÂNE GOLÜMÜZÜ MAÇIN hazırlıkları t e .# U a

İlk günlük spor gazetemiz Türkiye Spor *dat Dünya Kupası finallerindeki ilk maçımızın haberi böyle yer almıştı. Kurada adımızı çekerek bize final yolunu açan, takımımızla birlikte İsviçre’ye götürdüğümüz İtalyan çocuğu Franco Bern'de, Halit Kıvanç’la. 1954'te 4-1 kaybettiğimiz ilk maçtan önce kaptanımız Turgay Şeren, Alm an kaptan ı Fritz VValter’le serem onide.

İkinci maçtan önce kaptanımız Lefter'e Alman Güzeli çiçek veriyor. İlk Alman maçımızdan önce Lefter, Erol, Mustafa ve Feridun.

Almanların bir serbest vuruşunda futbolcularımız golü önlemece çalışıyor. G olcüm üz Suat M am at Kore kalesi önünde.

7-0 kazandığımız Kore maçında Erol Keskinin bir akını. Betoıı Mustafa’mız, M orlock ’u durdurm aya çalışıyor.

1754 Dünya Kupası nda kalecimiz Şükrü Ersoy'un bir kurtarışı. 1954 finalinin kahramanı Alman Rahn yine kaleye akıyor.

Kocsis’in muhteşem, kafa gollerinden biri Macar ağlarına gidiyor.

Milletvekili olan M acar yıldızı B ozsik ile Brezilyalı Santos oyundan atılm ış, çıkıyorlar. Jules Rimet, adını taşıyan kupayı Alman kaptanına veriyor. Şam piyon Alm an takım ı kaptanı Fritz 'Walter m açtan soma om uzlarda.

Kıvanç, 1954'te tanıştığı Almanların başarılı bocası Herberger’le, sonraki yıllarda da bazı m açlarda buluşmuştu. 6. Dünya Kupası 1958 İSVEÇ işte 1958 Dünya Kupası’na giderken, artık “maç spi­ keriydim. Ne yazık ki, İsveç’te oynanacak 6. Dünya Kupası finallerinde Türk Milli Takımı yoktu. Bu ne­ denle yetkililer, yöneticiler de, ordaki final maçlarının radyoda naklen yayınma gerek görmemişlerdi. Türk takımı niye mi yoktu? Kime mi elenmiştik de İsveç’e gidememiştik? Kimseye... Oynamamıştık ki, yenilelim. Ağlanacak ya da gülünecek hikâyeyi dinleyin!.. 1958 Dünya Kupası elemeleri başlarken, bir garip sürprizle karşılaşmıştık. “Avrupalı mıyız? Asyalı mı?” tartışması “Avrupalısınız canım” diye sırtımızı sıvaz­ lamalarıyla çözümlenmiş gibiydi. Ne var ki, Dünya Kupası elemelerinde kendimizi bir anda İsrail’in karşı­ sında bulunca tabii çok şaşırmıştık. Öte yandan o sı­ ralarda, devlet politikamız bakımından, İsrail’le ilişki­ lerimiz bugünkü gibi sıcak değildi. Hatta hükümetin görüşünün “İsrail’le milli futbol maçı bile yapmayız” diyecek kadar soğuktu. Arap ülkeleri İsrail’i zaten boy­ kot ettiğinden, durum iyice karışıktı. f İfa haklı olarak “Oynayan oynar, kazanan gider” kararını verince, talih Galler’e güldü ve bizim yerimi­ ze İsrail’le eşleşen ve iki karşılaşmayı da kazanan Gal- ler takımı, 6. Kupa’nın finalistleri arasında adını yaz­ dırdı. Finaller için İsveç’e gittiğimde, takımımızın po­ litik nedenlerle İsrail’le oynamadığını, bu bakımdan

115 oraya gelemediğini kabul eden birçok yetkili, gazeteci, spiker, yönetici ile görüştüğümde, “Takımınızın gele­ meyişini anladık da, İsveç’e bir Türk hakemi gelemez miydi?” sorusuyla çok karşılaştım. Tabii 2000’li yılla­ ra geldiğimizde, bu soruyu kendi kendimize sormaya devam edebileceğimizi nasıl bilirdim o zamanlarda? (Çok şükür, dünya gözüyle bir Türk hakeminin Dün­ ya Kupası maçı yönettiğine bir kez de olsa tanık ola­ cak, 1974 Kupası’nda Doğan Babacan’ın hakem ola­ rak çıktığı maçı izleme mutluluğunu yaşayacaktım.) 6. Dünya Kupası’nda organizasyon daha düzelmiş, kurallar, şampiyona düzeni daha aklı başında bir sis­ teme kavuşmuştu. On altı finalist dörder takımlı dört grupta yer alıyor ve her grupta her takım lig usulüyle birbirine oynuyordu. Dört yıl önceye oranla, adaletli bir şekildi bu... 1. Grupta son kupanın sahibi Almanya ile Kuzey İrlanda, Çekoslovakya ve Arjantin vardı. Kupa öncesi İngilizlerin ünlü Manchester United takımını taşıyan uçağın düşmesi ve bazı ünlü yıldızların hayata gözleri­ ni yumması nedeniyle, futbolcular arasında “uçak kor­ kusu” yaşanıyor, bu arada düşen uçaktan yaralı ola­ rak kurtulanlardan Kuzey İrlanda’nın unutulmaz ka­ lecisi Gregg, İsveç’e uçakla gelmeyi reddederek trenle geliyordu. Gregg’in kalesini koruduğu Kuzey İrlanda ile dört yıl öncesinin şampiyonu Almanya, bu gruptan çeyrek finale çıkan iki takım oluyordu. Ancak Alman­ lar eskisi gibi hızlı değildi. Oynadığı üç maçtan sadece birini kazanan, öteki ikisinde beraberliği bozamayan Alman takımı, gene de “son sekiz” arasına kalmayı ba­ şarıyordu. 2. Grupta, turnuvanın favorileri arasında gösteri­ len Yugoslavya ile fazla önem verilmeyen Fransa var­

116 dı. Ancak Yugoslav takımı hiç de beklenen başarıyı gösteremedi, tıpkı Almanya gibi üç maçından ikisinde yenişemeyerek, sadece bir tek galibiyetle çeyrek finale çıktı. Ama asıl sürpriz, Fransızların sessiz sedasız tur atlamasıydı. Birbirinden duyan herkes, Fransa’nın maç­ larını seyre koşmaya başlamıştı. Çünkü orda bir “gol makinası” vardı ki... Bir tek bu “Fontaine” adlı gol­ cüyü görmek için Fransa’nın maçlarına gitmeye de­ ğerdi. Aslında Fontaine, müthiş üçlünün golcüsüydü. “Fontaine, Kopa, Piantoni” bir kaleden öbürüne öyle bir iniyorlardı ki... Sonunda top muhakkak ağları bu­ luyordu. Çoğunda da Fontaine imzasıyla... Fransa’nın gruptaki üç maçta kaydettiği on bir golün altısı, Fon­ taine adının yanma yazılmıştı. 3. Grupta ev sahibi İsveç vardı. O tarihte tam yedi yıldız futbolcusu yurtdışmda, İtalya’da oynayan İsveç, bu aslarını da getirerek gerçekten güçlü bir takımla yer alıyordu finallerde. Başta Gren ve Liedholm gibi dünya çapındaki futbolcularıyla güzel maçlar çıkaran ev sahibi takım, M acaristan’ı ve M eksika’yı rahatça yendikten sonra, Galler’le golsüz berabere kaldı. Bu sonuçla ikisi de tur atladı. (Sorunuzu duyar gibiyim: “Biz katılsay- dık bu Dünya Kupası’na... Galler gibi, ev sahibi ile bir­ likte çeyrek finale çıkabilir miydik?” Rakamlarla yanıt­ lamak isterim bunu. O tarihlerde milli takımımız şöyle sonuçlar almıştı Avrupa piyasasında: 1956’da Çekoslo­ vakya ile, hem de Prag’da 1-1 kalmıştık. Mısır’ı Kahi- re’de 4-0 yenmiştik. Polonya’yı Varşova’da 1-0 mağ­ lup etmiştik. 195 8’de Belçika ile Brüksel’de 1-1 kalmış­ tık. Hollanda’yı Amsterdam’da 2-1 yenmeyi başarmış­ tık. Çekoslovakya’yı da 1-0 yenmiştik... Bu sonuçlara bakınca... İsveç’e gitseydik... Çeyrek finale çıkmak... Niçin olmasın?.. Demez miydiniz siz de?)

117 3. Grubun maçlarını izleyenler, Macar takımının tam bir “hayal kırıklığı” yarattığı görüşünde birleştiler. Dört yıl öncesinin “kupa favorisi” Macaristan, şimdi üç maçta ancak bir tek galibiyet alabiliyor ve ilk tur­ dan öteye geçemiyordu. 4. Grupta hepsi ünlü ve güçlü dört takım vardı. Fut­ bolun beşiğini temsil eden İngiltere... İsveç’e büyük iddiayla gelen Sovyetler Birliği... Yeni bir hamle ile fi­ nallere yükselmiş Avusturya... Ve nihayet dört yıl ön­ ceki vurdulu kırdılı futbolu bırakıp, gerçek futbolun en güzelini oynayarak alkışlanan bir Brezilya. Bir ta­ kım dört yılda bu kadar değişebilirdi. İsviçre’deki tek- meci, kavgacı Brezilya takımı gitmiş, yerine tekme ye­ diğinde bile sesini çıkarmayan, yumuşacık bir futbol stiliyle seyredenleri hayranlığa boğan bir Brezilya ta­ kımı gelmişti. Gerçekten bu Brezilya takımı, Avustur­ ya’yı 3 -0 ’la, Sovyet Rusya’yı 2 -0 ’la yendi ve çeyrek fi­ nale yükseldi. Bir tek İngilizler dayanabilmişti Brezil­ ya’ya... O da golsüz beraberlikle... Ama İngilizler de Sovyetler Birliği önünde tutunamadılar. İlk maçları 2-2 bitti. Futbol alanlarının en centilmen oyuncularından tanınan Sovyet kalecisi Yaşin’in, ilk kez sportmenliğe aykırı bir davranışına sahne olan maçtı bu. Oyunun bitimine sadece yedi dakika kalmıştı ve Sovyetler 2-1 öndeydi. Göteborg’daki maçın son altı dakikasına gi­ rilirken, İngiliz soliçi Haynes de Sovyet ceza alanına dalmıştı. Düştü Flaynes... Düştü ya da düşürüldü? Tar­ tışma yaratan da buydu ya... Macar hakem Zsolt’a göre düşürülmüştü. Ve bu bir “penaltı” idi. Yaşin’i bi­ le çileden çıkaran bu karar, oyunu bir süre durdurdu. Bu arada Yaşin’in kasketini çıkarıp hakeme fırlatması, herkesi hayrete düşürmüştü. Ama Yaşin’in tek yadır­ ganan hareketi de bundan ibaret kaldı. Sonrasında ge­

liş ne centilmen Yaşin olarak alkışlandı. Hatta dört yıl sonraki kupanın finallerinde de... İşte bu penaltı ile İn­ giltere beraberliği kurtarmıştı. Fakat puan eşitliğinden doğan tekrar maçında Sovyetler, beraberlik şansı ver­ mediler İngilizlere... İlyin’in golüyle 1-0 kazanan Sov­ yet Rusya, çeyrek finale yükseldi. İngiltere ise, grup maçlarından öteye geçememişti.

Hocalar her şeyi bilir...

Bu grupta Brezilya - Avusturya maçındaki bir olay, as­ lında çoklarının gözünden kaçmıştı. Fakat daha sonra basında önemle yer alacak ve futbol tarihine geçecek­ ti. Brezilya’nın ünlü beki Nikon Santos, aldığı topla ileri giderken... Defansın sağlam direği olan bu fut­ bolcusunun topu sürmeye devam ettiğini gören teknik direktör Feola, kenardan bağırmaya başladı, “Geriye dön!.. Geriye dön!.. Nereye gidiyorsun? Savunmayı boşaltma!” diye... Ama Nilton’un hocasını duyacak hali yoktu. Fırtına gibi akıyordu karşı kaleye... Gitti gitti... Ve birden müthiş bir şutla... Golü attığında, kenardaki teknik direktör, hani az önce “Geri dön!.. Gitme!” diye bağıran hoca, etrafındakilere şöyle di­ yordu: “Gördünüz mü? Benim oyuncum böyledir iş­ te!.. Ne zaman nerde ne yapacağını bilir. Öyle öğret­ tim çünkü...” 6. Dünya Kupası bir bakıma “ihtiyar delikanlılar kupası”ydı. İşte İngiliz Billy Wright 36, Alman Fritz Walter, Macar Bozsik, İsveçli Gren 38, Macar Hideg- kuti, İsveçli Liedholm 39, Arjantinli Labruna ise 42 ya­ şındaydı. Ama bunca ihtiyar delikanlı arasında 17 ya­ şında körpecik bir genç herkesi bastıracak, futbol tari­ hinin en parlak güneşi olarak gözleri kamaştıracaktı.

119 Büyük Pele “küçücük” iken...

36’lık, 38’lik, 42’lik “baba”ların arasında bir anda par­ layan ve sonraki yıllarda dünya futbolunun bir numa­ ralı yıldızı olacak, yıllarca da “Kral” unvanıyla tüm futbol dünyasında tacını tahtını kimseye kaptırmaya­ cak olan, 1958’in 17 yaşındaki delikanlısı kim miydi? Dünya onu “Pele” adıyla tamdı. Oysa gerçek adı, “Ed- son Arantes Do Nascimento” idi. Ama Brezilya’da ço­ cuklar plajda, kumda, sokak aralarında, kaldırımların üstünde futbol oynarken, bu harika delikanlı, topa öyle bir vuruyordu ki... Durun, durun!.. Yanlış söyle­ dim... Hangi topa? Boş Cola tenekelerine, boş bira kutularına... Ve onlar yuvarlanırken, taşlara çarptık­ ça garip bir ses çıkarıyordu: “Ple Ple Ple” diye... Tüm çocuklar da sağdan soldan boş meşrubat teneke kutu­ larım bulup getiriyor, Edson’un önüne koyuyor, “Ha­ di vursana!.. Ple Ple Ple diye bağırtsana bu kutuları” diyorlardı. Gide gide, ona “Hadi Edson” demeyi bı­ raktı küçükler... Teneke kutularından öyle ses çıkar­ dığı için, kendisini “Pele Pele” diye çağırmaya başla­ dılar. “Dı”h anlattığımın farkındasınız... Çünkü... Çün­ kü bütün bunları ben... Evet, ben “Pele”den dinledim. Daha futbol dünyası Pele’yi tanımadığı, adını bile duy­ madığı günlerde... Eee, şöyle bir rahat oturun koltu­ ğunuza... Yaslanın geriye... Dinlemeye hazırlanın... Öyle kolay kolay biteceğe benzemez çünkü... Çünkü kolay değil, Pele’yi “Pele” diye dünya şöhreti olmadan önce tanımak... Hikâyemiz, 1958 yılında İsveç’te bulutlu, serin bir yaz gününde Stockholm havaalanı yakınındaki Hotel Bromma’nın bir salonunda başladı. Dünya Kupası’nı

120 izleyen medya mensuplan olarak çoğumuz bu otelde kalıyorduk. Birbirimizle dost olmuştuk. Bu arada fi­ nallerde oynayan takımların spor yazarları, maç spi­ kerleri, ara sıra boş günlerde ünlü futbolcularını özel izinle buraya getiriyorlardı. Rahat rahat röportaj ve çekim yapabiliyorduk. Tabii bu kupada T V çekimi, hatta radyo ile naklen yayın bile olmadığından, ben sadece Milliyet için röportaj fırsatı yakaladığım için mutlu oluyordum. İşte o günlerden birinde iki Brezil­ yalı futbolcunun geleceğini öğrenince, hemen olayın geçtiği salona koştum. Gerçekten, iki genç orda bir köşede oturuyordu. Artık arkadaş olduğumuz Brezil­ yalı spikere kimler olduğunu sordum. Eee, sahada si­ yah siyah, birbirine benzer gördüğünüz futbolcuları saha dışında giyimli tanımak kolay değildi. Hepsi bir­ birine benziyordu. Brezilyalı spiker “Orta sahanın bey­ ni Zito ile, yarın çok parlayacak bir genci getirdim” dedi. “Henüz yedek ama, bu delikanlı takıma bir gi­ rerse, bir daha çıkmaz. Futbolumuzun gelecekteki yıl­ dızı gözüyle bakıyoruz ona... Daha 17 yaşında... Önü­ müzdeki maçta oynayacak. Önce biraz seyretsin, hem heyecanı geçsin, hem de deneyim kazansın, diye dü­ şündü hocamız... İlk maçlarda oynatmadı...” Söylemeyi unuttum. Benim yanımda çoğu zaman birlikte gezdiğimiz, ünlü bir İtalyan spikeri vardı. Bre­ zilyalının verdiği bilgiyi dinledikten sonra, o İtalyan meslektaş “Ben gidiyorum” dedi, “Zito ile konuşmak yeter... İtalya’nın en büyük spikerlerinden biriyim. Kala kala Brezilya’nın yedeklerine mi kaldım?” Ve yürüdü gitti. Baktım: Öteki Avrupalı spiker ve gazeteciler de o 17’lik gencin yanma sokulmuyor. Eee, biz Türküz... Teknikte üstün ülkelerin adamı olmadığım için, “önce

121 insanlık” duygusu itti beni, o gence doğru... Herkes Zito ile konuşurken, onun resimlerini alırken, kame­ rayla çekerken, ben Pele’ye, yani Brezilya’nın yedek oyuncusuna yöneldim. Yabancı dil bilmiyordu. Brezil­ yalı spiker yardımıma koştu. Yanına oturdum, epey konuştuk spiker meslektaşımın çevirisiyle... Zaten çok fazla anlatacak şeyi de yoktu. Sadece kendisine niye “Pele” adını taktıklarını anlattı. Milli takım formasıy­ la bir Dünya Kupası maçına çıkacağı için çok heye­ canlı olduğunu söyledi. Türkiye’yi tanımıyordu. Bize ait bir-iki soru sordu. Hemen yukarı odama çıkıp bi­ zim gazetelerden getirdim. Baktı. İlgilendi. Sonra spor sayfasındaki yıldızlar dikkatini çekti. “Sen de oyna, sana da yıldız vereceğiz” dedim. Güldü. En fazla yıl­ dız alması dileğimi ekledim. Sonra da Brezilyalı spike­ re fotoğraf makinemi verdim. Beraber resimler çektir­ dik. Teşekkür edip ayrıldım. 6. Dünya Kupası’nda, çeyrek final maçlarından bi­ rinde ev sahibi takımla Sovyet Rusya on biri karşı kar­ şıya idi. Stockholm’ün Rosunda Stadı’m dolduran elli iki bin kişi, İngiltere galibi Rusya’ya, İsveç’in İtalya’da oynayan yedi profesyonel oyuncusunun verdiği futbol dersini zevkle seyretti. Özellikle ikinci devrede, Kurt Harnrin ve Nacha Skoglund, cıva gibi iki açık Rus müdafaasında aman vermediler. Talihli bir gününde olan Yaşin, Simonsson ve Hamrin’in iki gollük şutunu inanılmaz şekilde kurtardı. İkinci devre başlar başla­ maz, bek Orwar Bergmark’m uzun bir vuruşunu ya­ kalayan Hamrin, ortaya kaydığı anda Rusların akıbe­ ti belli olmuştu. Hamrin’in on sekiz üzerinden çektiği şut üst köşeden ağlara takılınca, gösteri başladı. Rus- lar sinirli. Sarı-mavi formalı İsveçliler ise, kendilerin­ den emin bir maç çıkarıyorlardı. 87. dakikaya yeni gi­

122 rilmişti ki, Skoglund’ın ara pasına şimşek gibi yetişen Agne Simonsson, üzerinden çıkan kaleciyi de geçerek galibiyeti garantiliyordu: 2-0. Malmö’de oynanan maçın sonunda sahayı terk eden kırk iki bin seyirci, “Almanya, turnuvanın en talihli takımı” diye düşünüyordu. Hakikaten Yugoslavya oy­ namış, Almanya kazanmıştı. Ah o sağaçık Helmut Rahn, 14. dakikada bütün savunmayı çalımlamasa ve topu ağlara göndermeseydi, sonuç herhalde başka tür­ lü olacaktı. Ancak Rahn affetmedi ve golü attı. Artık Almanya kademeli ve “sert” bir savunma kuracak ve Yugoslavları durduracaktı. Seyircinin coşkun tezahü­ ratı ile şahlanan Yugoslav forveti demir gibi defansı bir türlü aşamayacak ve maçı da 1-0 kaybedecekti. Kazanan Alınanlardı. Futbolun iyisini oynayan kay­ betmişti. Fransa - Kuzey İrlanda maçına gidenler, büyük gol­ cü Fontaine’le Kopa ve Piantoni’yi seyre koşmuşlardı aslında... Gerçekten bu üç yıldız, bu ümidi boşa çı­ karmadı. Birbirinden güzel dört golle süslenen maçta Fransa, İrlanda’yı adeta sahadan sildi. Üstelik dünya­ nın en büyük kalecilerinden kabul edilen Gregg’in ko­ ruduğu Kuzey İrlanda kalesine, Fontaine iki, Piantoni ve Wiesnieski de birer gol atmayı başardılar. O koca Gregg gene de birçok golü önlemiş, ama takımını 4-0 yenilgiden kurtaramamıştı. Fontaine ise, yıllarca kırı­ lamayacak rekoruna doğru yeni gollerle ilerliyordu. Takımı Fransa da artık yarı finaldeydi.

Brezilya takımında iki genç...

Çeyrek finalde Brezilya ile Galler’i karşılaştıran maçın özelliği, iki yeni oyuncunun parlamasıydı; Brezilya ta­

123 kımı ilk turun son maçına çıkarken, forvette Didi, Va- va, Zagallo gibi asların yanında Garrincha ve Pele ad­ lı iki gencin oynamasıydı. Hotel Bromma’da tanıştı­ ğım yedek oyuncu için, Brezilyalı spikerin dediklerini hatırladım bu maçı izlerken... Gerçekten Pele harika bir futbolcuydu. Ama gene o Brezilyalı spikerden “Garrincha” adını da duymuştum. Çok övmüştü onu da... Sahiden o da inanılmaz ölçüde süratliydi. Topla giderken koşmuyor, uçuyordu sanki... Ve bu iki genç önce Sovyet Rusya’ya karşı oynamışlar, gol atamamış­ lar ama futbol olarak çok ümit vermişlerdi. Şimdi ise çeyrek finalde, ne de olsa İngiliz futbolu temsilcisi sa­ yılan Galler önünde ne yapacakları merak edilmişti. İkisi de mükemmeldi. Ancak Garrincha ve Didi’nin ateşlemesine karşın, bir türlü gol çıkmıyordu. Bu ara­ da önceki maçta Fransa’dan tam dört gol yiyen ünlü kaleci Gregg, bu kez takımda yoktu. Yerine Arsenal’in kalecisi Kelsey alınmıştı. Maçtan sonra deneyimli bir futbol otoritesi, Kelsey için aynen şöyle diyecekti: “Dünya Kupası’nın yirmi sekiz yıllık tarihinde, bir ka­ lecinin tek başına hem de muhteşem bir forvete karşı böylesine mücadele ettiği görülmemiştir. Altmış beş dakika sürmüştü Brezilya baskısı... Fder akında da Si­ yah İnciler, karşılarında Kelsey’i bulmuşlardı. Ancak Kuzey İrlanda’da golleri önleyen Kelsey varsa, Brezil­ ya’da da golleri atmak için doğmuş olan Pele vardı. Dünya “Pele” adını gereği gibi o maçta duyacaktı. Rio’da sokakta boş meşrubat kutularıyla futbol oy­ narken, o kutulara her vuruşunda “Ple Ple Ple” diye sesler çıkaran Pele, şimdi Galler kalesine gönderdiği topla da tribünleri “Pele Pele Pele” diye ayağa kaldırı­ yordu. Pele’nin bu golüyle Brezilya, Galler’i eliyor ve kupaya bir adım daha yaklaşıyordu. Pele, aldığı pasla

124 topu biraz sürmüş, sonra da karşısına çıkan Mervyn Charles’ı nefis bir vücut çalımıyla kenarda bırakıver- mişti. Sonrası “GooooP’dü... Hem de ne golü! Artık ayakta dört takım kalmıştı. Dünya Kupası bu kez hangi ülkeye gidecekti: Dört yıl önceki gibi, şimdi de yarı finale çıkan Almanya’ya mı? Yoksa ev sahibi' olma avantajını en iyisiyle kullanan, yurtdışındaki yıl­ dızlarını getirerek gerçekten güçlü bir kadro kuran İs­ veç’e mi? Eski kurtlarla genç yıldızların yarattığı müt­ hiş forvetiyle gol olup yağan Brezilya’ya mı? Ya da si­ hirli üç ortası, hele hele gol makinesi Fontaine ile ka­ leleri sarsan Fransa’ya mı? Fikstür cilvesi, ev sahibi ile son şampiyonu karşı kar­ şıya getirmişti. Büyük mücadele, dört yıl öncenin tak­ tik zaferinin kahramanı Herberger Hoca’nm yüzünü güldüren bir atakla başlamıştı. Çünkü bu atağın so­ nunda klas futbolcu Schaefer, İsveç’in emektar kaleci­ si Svensson’u çaresiz bırakıyor, topu ağlarla kucaklaş- tırmayı başarıyordu. Ev sahipleri tribünde bir anda umutsuzluğa boğulmuştu sanki... Ancak bu arada bir olay, sihirli bir değnek gibi oyunun gidişini değiştire­ cekti. Çok süratli olma özelliği yanında profesyonel bazı hileleri de iyi bilen İsveçli Hamrin, kendisini fena marlte eden Alman Juskowiak’a çok sert giriyor, bu harekete çok sinirlenerek karşılık vermeye kalkıyor... Ve bir anda ipler kopuyordu. Üzerine şimşekleri çek­ mekle tanınan Macar hakem Zsolt, Juskowiak’i oyun­ dan atacak, Almanlar on kişi kalacak, bu yetmiyormuş gibi az sonra da kaptan Fritz Walter sakatlanacaktı. Ev sahiplerinin işi çok kolaylaşmıştı. Skoglund’un go­ lü 1-1 beraberliği getiriyor, ikinci yarıda ise oyuna iyi­ ce ağırlığım koyan İsveç, önce futbol profesörü diye tanımlanan Gren’le 2-1 öne geçiyor, Juskowiak’i deli

125 ederek oyundan attıran afacan Hamrin de üçüncü go­ lü Alman kalesine yollamakta gecikmiyordu. 3-1’lik sonuç, eski Dünya Şampiyonu’nu kupa dışı bırakmış oluyordu. Başka deyimle, İsveç finaldeydi. 1930’daki, 1934’teki gibi, 1958’de de Dünya Kupası ev sahibi ülke­ nin mi olacaktı? Sorular bitmiyordu: Ya İsveç’in rakibi kimdi büyük finalde? Bunun yanıtı da Brezilya - Fransa maçında alınacaktı.

Rekoru kınlamayan gol kralı Fontaine...

Doğrusu “ileri üçlü”sü ve golcüsü Fontaine ile, Fran­ sa’yı final için favori gösterenler çoktu. Brezilya’nın önceki maçlarına oranla Galler karşısında zorlandığı­ nı, tek golle galip gelebildiğini öne sürenler, golcü Fransa’nın bu maçı alacağına inanıyorlardı. Bu maça gelene kadar Fransa tam on altı gol atmıştı. Brezilya ise, sadece altı... Bu rakam kıyaslamasını yapanlar, Fransa’dan gol bekliyor, hatta Fransızların çok gollü bir galibiyetinin bile sürpriz olmayacağını savunuyorlardı. Maç ger­ çekten gollü oldu. Ne var ki, bu gollerin çoğunu atan, golcü Fransa değildi. Oyunun karşılıklı yedi golünden beşini Brezilyalılar atmıştı. Fontaine gene kendini gös­ termeyi bilmiş, bir gol kazandırmıştı takımına... Bir de Piantoni’nin golü vardı Brezilya kalesinde... Ama Güney Amerika’nın Siyah İncileri, başta fırtınalaşan Pele’nin üç, Vava ve Didi’nin de birer golüyle, 5-2 gibi farklı sonuçla sahadan galip ayrılıyor, ev sahibi İsveç’le final oynama şansını elde ediyorlardı. 1958 Kupası’nda seyirciler gole doymuştu. Üçün­ cülük maçı da bu kuralın dışına çıkmadı. Karşılıklı do­ kuz gol seyredilirken, Fontaine imzalı dört gol, Fran­

126 sız futbolcusuna büyük bir krallık getirdi. Turnuvada on üç gol atan Fontaine, bu rekoruyla daima anılacak­ tı. Çünkü son 1998 Kupası da dahil, bugüne dek kırı­ lamayacaktı rekoru. Üçüncülük maçında, dokuz golden altısını atan Fransa’ydı. Fontaine dört, Kopa ile Douis de birer sayı kaydetmişlerdi. Almanlar ise yediklerinin yarısı kadar golle cevap verebilmişlerdi. 6-3’lük galibiyetle Fransa, 6. Dünya Kupası’nın üçüncülüğünü kazanıyor, bir ön­ ceki kupanın şampiyonu Almanya ise 3-6 yenilerek “Dünya birincisi” unvanını bırakıyor, dördüncülüğe boyun eğiyordu.

Futbol bu kadar şahane oynanır...

Ve final: 29 Haziran 1958 günü Stockholm’ün Rasun- da Stadı’nda elli bin seyirci vardı. Belki kırk, ya da kırk beş bini İsveçliydi bu elli binin... Ortada da İsveç takıntı oynuyordu. Dünya Kupası’nı alabilmek için... Fransız hakem Guigue yönetiminde başlayan finalde, takımlar şu on birlerle dizilmişti: B r e z İ l y a : Gilmar - D. Santos, N. Santos - Zito, Bellini, Orlando - Garrincha, Didi, Vava, Pele, Zagalo İs v e ç : Svensson - Bergmark, Axbom - Börjesson, Gustavsson, Parling - Hamrin, Gren, Simonsson, Lied- holm, Skoglund Brezilya’nın favori olduğunu artık herkes kabul edi­ yordu. Hatta İsveçliler bile... Ama oyun hiç de bu tah­ mine yaraşır biçimde başlamamıştı. Golü atan değil, yiyendi Brezilya... Hem de daha 4. dakikada... İsveç’in 38 yaşındaki yıldızı Liedholm kendine özel, sakin sti­ liyle topu ağlara yollayıvermişti. “Ne oluyor?” deme­ ye pek vakit kalmayacak ve Brezilya “ 195 8’in en bü­

127 yüğü olduğunu hemen kanıtlayacaktı. Üstelik arasına kopya kâğıdı konmuşçasına birbirine benzer iki gol­ le... İkisinde de unutulmaz sağaçık Garrincha fırtına gibi inmiş, çizgiden ortalamış, Vava da bomba gibi vurmuş, topu kaleye adeta mıhlamıştı... 0-1’den 1-1’e ve 2-1’e geçiş, adeta göz açıp kapama süresinde olu­ vermişti. Sonrasında Pele çıkıyordu sahneye... Pe- le’nin gücünü dünyaya ilan ettiği gündü bugün... Ne­ fis bir goldü, aşırtma pasına yetişip vuruşu... Daha sonra Zagalo... Nihayet Pele kapatıyordu perdeyi... Hakemin son düdüğünden ancak birkaç saniye önce, topu son kez filelerle kucaklaştırıyordu. Ve adıyla “Edson Arantes Do Nascimento” yani benim yedek oyunculuğu gününden arkadaşım Pele... Topla birlik­ te Pele de düşüyordu yere... Ağlayarak... Hıçkıra hıç- kıra ağlayarak. Aradan Simonsson bir gol atacak, maç 5-2 sonuçlanacaktı. Tıpkı bir önceki maçtaki gibi... Fransa’yı 5-2 yendikleri gibi, İsveç’i de aynı sonuca bo­ yun eğdirmişti Brezilyalılar... 1930’dan beri, kuruldu­ ğundan beri hayal ettikleri kupaya artık sahip olmuş­ lardı. Hem de muhteşem bir futbol sunarak... 1958 Kupası kapanırken, söylenen söz şuydu: “Öteki on beş finalist birleşseler bile, zor yenerler bu Brezilya’yı...” Brezilya böyle bir şampiyondu. “Herkesin şampiyo­ nu” idi Brezilya...

128 YIL 1958 - İsveç'te Stockholm'de Halit Kıvanç, şaftında Zito, so lunda Fele. M lL L lY E T ’teki yıldız çerçevesini tanıtıyor. Pele, «Milliyet»le 24 yıl önce tanışmıştı Stockkohı'M Bromma Oleinde kenarda duran mahçup

fi t n ııt ı m a İsıtıl .a İt t jwHWIt lif f İr vft*4Jlfflll İt İH flit» 9%! ff

gazele, 5« anda sizin de — okuduğunuz gazeteydi... KIVANÇ

• Yazısı 13. Savfada Pele daha yedek... Yanında dönemin ünlü futbolcusu Zito... Ve ortada Halit Kıvanç... İsveç’in Stockholm şehrinde bir otelde... Pele daha sonra Brezilya TV’sinde “Hayatımda benimle yapılan ilk röportaj buydu” diyecektir. P ele 1 7 yaşında, ilk Dünya Kupası maçında. “Çocuk ” Pele milli takımda.

Brezilya, Diinya Şampiyonu olurken golcülerinden biri de genç Pele’ydi... Bu, peşpeşe atılan iki Brezilya golünün fotoğrafıdır... Arasına kopya kâğıdı konmuş gibi birbirinin aynı iki gol... Garrincha orta... Vava gol.. Halit Kıvanç 1958 Dünya Kupası’nda İtalya’yı Brezilya kaptanı Bellini iki kez şampiyon yapan Vittorio Pozzo ile... İsveç 1958’de kazandıkları Federasyon Başkanı Bergerus da yanlarında. Dünya Kupası ile.

Brezilyalılar kupayı kazandıktan sonra İsveç bayrağıyla tur atarken. 7. Dünya Kupası 1962 ŞİLİ 1956’da FİFA’nın Lizbon toplantısında Şili temsilcisi Carlos Dittborn, 1962 Dünya Kupası finallerinin ülke­ sinde oynanmasını istediğinde dudak bükenler çok ol­ muştu. Küçük Şili, böylesine büyük bir organizasyonu başarabilir miydi? Ama Dittborn, tuttuğunu kopar­ mış, 7. Dünya Kupası ev sahipliği onurunu Şili’ye ka­ zandırmıştı. Dittborn, bitmez tükenmez bir çalışma ile hazırlıkları sürdürdü ve “yapılmaz” denileni yaptı. Ne yazık ki, finallerin başlamasına sadece birkaç hafta ka­ la... Evet, maçların başlamasına sadece birkaç hafta kala, Carlos Dittborn hayata gözlerini kapıyor ve ha­ zırladığı büyük organizasyonun başarısını göremiyor- du. Ama büyük spor adamı böylesine bir şampiyonayı ülkesinde yaptırmakla, futbol tarihinin ölmezleri ara­ sında yer alacaktı. 1962’de Şili’de oynanan 7. Dünya Kupası finalle­ rinde milli futbol takıntımız yoktu. Sovyetler Birliği ve Norveç’le üçlü bir eleme grubuna düşmüş, oynadığımız dört maçtan ikisini kazanmamıza karşın, öteki ikisini kaybederek elenmiştik. 1961’de Norveç galibiyetiyle açmıştık kapıyı... Hem de Oslo’da... Rakibimizin evinde... Metin Ok­ tay’ın güzel golü, aynı zamanda iki puan değerindey­ di. Hemen başlarda attığımız gol, bir deplasman başa­ rısı olarak ümit vermişti bize... Ancak öteki rakibimiz

137 Sovyetler’in o sırada kurduğu takım, finallerde “favo- ri”ler arasında adını geçirecek kadar güçlüydü. Ger­ çekten Ruslar final maçlarında bu gücü kanıtlayacak, 1. Final Grubu birincisi olarak çeyrek finale yüksele­ ceklerdi. Bu arada Yugoslavya gibi bir başka “favo- ri”yi 2-0 yenerek... Yani Sovyetler’in kuvvetli olduğu sıralarda karşısına çıkmış ve oynadığımız iki maçı da kaybetmiştik. M oskova’da 1-0, İstanbul’da ise 2-1 kay­ betmiştik.

Haberi olmadan maç anlatan spiker...

Bu ikinci maç, benim spikerlik tarihimde önemli yer tu­ tar. Şöyle ki: O yıllarda, öğrencilere laboratuvar niteli­ ğinde bir televizyon istasyonu kurulmuştu İstanbul Teknik Üniversitesi’nde... İşte İ t ü - t v haftada bir ya­ yınlarını sürdürürken, bir hafta da TV tarihimizde ilk kez bir futbol maçının naklen yayını denemesine giriş­ mişti. Bu yayın, Teknik Üniversitesi’nin damına yerleş­ tirilen kamerayla gerçekleştirilmişti. Dam, maçın oy­ nandığı İnönü Stadı’nm hemen yanında olduğundan, görüntü, izleyebilen çok az sayıdaki seyirciden “pekâ­ lâ güzel” notunu almıştı. İyi de kim anlatmıştı maçı? Futbol tarihimizin de, TV tarihimizin de bu ilk maçı naklinde spiker kimdi? Hani biraz mahcup, biraz çekin­ gen itiraf edeyim: “Ben”mişim! Şaştınız mı? Haklısınız: Duyunca ben de şaşmıştım. Çünkü o gün maçı radyoda anlatırken, aynı anda tele­ vizyona da anlattığımı, ancak o gece, maçtan kaç saat sonra öğrenecektim. İT Ü -T v ’d e her hafta ben de prog­ ram yapıyor, sunucu olarak görev üstleniyordum. Bi­ zim için de büyük tecrübe oluyordu. Çok sevimli, aynı zamanda da saygılı hocalar ve öğrencilerle birlikte ça­

138 lışmaktan çok mutluydum. Bana da sürpriz yapıp söy­ lememişlerdi bu yayım... Daha doğrusu sadece görün­ tü vererek bir deneme yapılacağını biliyorduk. İTÜ- 'rv’nin başarılı yöneticisi Prof. Adnan Ataman, bu olayı resmi kayıtlara şu notla yazmıştı: “12 Kasım 1961... Türk - Rus milli futbol maçının damdan televizyonla nakli... Tarihi bir gün...” Hayatımda haberim olmadan yaptığım ilk ve son maç spikerliğiydi bu... Daha sonraları gene İT Ü -T v ’d e bu kez bilerek, haberli maç yayınları yapacaktık. O günkü maçta kalecimiz Necmi Mutlu ( b jk ) çok fedakâr kurtarışlar yapmış, Sovyet takımının tehlikeli pek çok akınım savuşturmuş, ama o müthiş baskı kar­ şısında iki gol yememizi önleyememişti. 2-0 yenik du­ ruma düşmemizden sonra, bu maç için İtalya’dan, Pa­ lermo’dan getirilen Metin Oktay, mükemmel bir golle durumu 2-1’e çevirmişti. Fakat sonrasında çabamız beraberliğe bile yetmemişti. Norveç’i ikinci maçta da Aydın ve M etin’in golleriyle 2-1 yenmemiz de, elen­ mekten kurtaramamıştı takıntımızı... Sovyetler sekiz puanla grup birincisi olup finallere gitme hakkını alır­ ken, biz puansız Norveç’in önünde dört puanla ikinci olarak teselli bulmuştuk. Eğer Rusları da yenip Şili’ye gidebilseydik, gruptaki rakiplerimiz, Yugoslavya, Uru­ guay ve Kolombiya olacaktı. Ne yapardık bilemem, Uruguay’ı ve Kolombiya’yı geçip yola devam edebilir miydik acaba?

Polis raporuna yazılacak maç...

Arica’da yapılan 1. Grup maçlarında, Sovyetlerin yanı sıra Yugoslavya da çeyrek final hakkını elde etti. Uru­ guay’ı da,Yuıgoslavya’yı da yenen Sovyet Rusya, sade­

139 ce küçümsediği bir rakip, Kolombiya önünde terledi ve 4-1 galip durumdan 4 -4 ’e düştü. Yugoslavlar ise Rusla- ra yenildiler ama, Uruguay’ı 3-1, Kolombiya’yı da 5-0 yenerek çeyrek final yolunu açtılar. Santiago’daki 2. Grup maçlarında ise kıyamet kop­ tu. Futboldan başka her şey vardı bu gruptaki karşı­ laşmalarda... Tabii bunda, ev sahibi Şilililerin sırf bu sıfatla iddialı olmalarının rolü çoktu. “Küçük Şili böyle bir büyük organizasyonu yapamaz” diye Dünya Kupası’m vermek istememişlerdi. Ama kendilerine so­ rarsanız, bu işi hem organizasyon olarak başaracak­ lar, hem de futbol olarak büyük başarı sağlayıp kupayı alacaklardı. İtalyanlar sahiden çok sertti. İşte bu sert­ lik, karşılaşmaları son derece elektriklendirdi. Bir de iddialı Batı Almanya yer alınca, bu grup gerçekten ba­ rut fıçısı oldu. İsviçre, Santiago grubunun figüranı ol­ maktan öteye geçemedi. Batı Almanya, İtalya ile gol­ süz berabere kalmıştı ama İsviçre’yi 2-1, Şili’yi de 2-0 yenerek, kendisine çeyrek final yolunu açmıştı. Grup­ tan ikinci olarak kim yükselecekti çeyrek finale? Ev sahibi Şili mi? İki kez Dünya Şampiyonluğu kazanmış İtalya mı? Almanya ile berabere kalan İtalya, İsviç­ re’yi 3-0 gibi net sonuçla altetmişti. Şili de 3-1 yenmiş­ ti İsviçre’yi... Bir beraberlik dahi İtalya’nın tur atla­ masına yetecekti. İyi ama Şili, ev sahibi olduğu bir tur­ nuvada elenip gitmeli miydi? İşte bu iddialar, Şili - İtal­ ya maçını öyle sinirli bir havaya soktu ki... Olaylar maçtan sonra da ülkenin her yanında sürüp gitti. Fut­ bol tarihine değil, polis raporuna yazılacak bir maçtı bu... İngiliz hakem Aston bile, tüm tecrübesine rağ­ men maçın dizginlerini elinden kaçırmıştı. İki İtalyan oyuncusunu dışarı attı. Gene de söndüremedi olayları. Tekmelerle yumrukların bolca atıldığı maçta iki de gol

140 vardı atılan... İkisi de Şili hesabına yazılmıştı... Böyle- ce İtalya 2-0 yenilip elenirken, ev sahipleri çılgınca se­ vinerek çeyrek finali kutluyordu. Maçtan sonra yüz­ lerce Şilili, İtalyan kampına hücum etti. Polis daha bü­ yük olayları güçlükle önledi. Otellerin, lokantaların, kafelerin kapılarına “İtalyanlar giremez!” diye levha­ lar asıldı. Duvarlara “İtalyanlara ölüm!” diye yazıldı. İtalyan futbolcuları öylesine haşin oynamışlar, öylesine hırçın hareketler yapmışlardı ki, Şili ulusu ayağa kalk­ mıştı. Şili basını da en ağır dilden sürdürmüştü yayın­ larını... “İtalya yanlış ekip göndermiş, futbolcuları ge­ leceği yerde boksörleri geldi” diye başlayan yazılar, gi­ derek hakaret sözcükleriyle ağırlaşıyordu. İtalyan fut­ bolcuları, bir süre taşlarla saldırıya uğrayan kamp ye­ rinin kapısından dışarı adım atamamışlardı.

Fele’yi seyredemezsek... Okulu yakarız...

3. Grupta bir önceki kupanın şampiyonu Brezilya, her­ kesin merakını kamçılıyordu. Öyle ya, Brezilya’da Pele vardı. Pek çok futbolseverler, Brezilya’dan çok İsveç’te parlayan Pele’yi görmek için stada gelecekti. Bir Şili okulunda öğrenciler, “Pele’yi seyretmemize izin ver­ mezseniz okulu yakarız” diye tehdit etmişlerdi müdür­ lerini... Ne var ki Şili, Pele’ye pek uğurlu gelmeyecek; 2-0’lık Meksika maçında oynayan ve iki golden birini atan Pele, Çekoslovakya ile yapılan maçta sakatlana­ rak, turnuvanın as oyuncusu değil ama, tribündeki bir seyircisi olacaktı. Brezilya Pele’siz kalınca, ileri hattını şöyle değiştirdi: Garrincha, Didi, Vava, Amarildo, Zagallo... Evet, Pe- le’nin yerini genç Amarildo almıştı. Pele varken adı bile pek geçmeyen Amarildo, daha ilk maçında takımının

141 galibiyetini sağlayan golleri atınca, tüm dikkatleri üs­ tüne çekmişti. Brezilya, Puşkaş’lı Ispanya’yı, Amaril- do’nun golleriyle 2-1 yenmişti. Şaştınız mı? “Puşkaş’lı İspanya” deyimi ilk bakışta epey şaşırtıcı... Ama gerçek bu... 1954’ün ünlü Macar yıldızı, ülkesinden ayrıldığı gibi, İspanyol uyruğuna geçmiş ve bu kupada da İspan­ ya formasını giymişti. İspanya da iddialıydı, Puşkaş da. Takımın teknik sorumluluğunu üstlenen Helenio Her- rera da, Puşkaş’m takımının teknik direktörü, tanınmış futbol hocası Herrera idi. Fakat büyük iddialar taşıyan İspanya, Vina del Mar’daki maçlarda, 3. Grubun so­ nuncusu oldu ancak... Brezilya’dan başka, Çekoslo­ vakya sağladı çeyrek final hakkını... İspanya’yı yenen Çekoslovakya, Brezilya’ya da 0-0’dan fazlasını verme­ di. Fakat Dünya Kupası’nda her zaman ilginç karşılaş­ malar, sürprizli sonuçlar vardı. Bu kez de, Çekoslovak­ ya uğruyordu bu sürprize... “Yemlik” gözüyle bakılan Meksika, hem de 3-1 yenmişti Çekoslovakları... Rancagua’da oynanan 4. Grup maçlarında ise futbol dünyasının eski güçleri, İngiltere ve Macaristan çeyrek finale yükseldiler. Arjantin’le berabere kalan Macarlar, Bulgaristan’ı gol yağmuruna tutmuş, 6-1 yenmişlerdi. İngiltere ise aksini yaptı, Bulgaristan’la berabere kaldı, Arjantin’i 3-1 yendi. Çeyrek finalist iki takımın maçın­ da ise, Macaristan üstün çıktı, 2 -1 ’le altetti İngiltere’yi. Aslında İngilizler kılpayı kurtarmışlardı tur şansını. Ar­ jantin’in de üç puanı vardı, İngiltere’nin de... Ufak bir gol üstünlüğü, İngilizleri ikinciliğe oturttu.

55 derece sıcakta futbol...

Şili’de 30 Mayıs 1962’de başlayan 7. Dünya Kupası fi­ nallerinde on altı finalist, birbiriyle olduğu kadar, çok

142 kez elli beş dereceye çıkan sıcakla da mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu sıcaktan mıdır bilinmez, ama bilinen, Şili’deki maçların inanılmayacak kadar sert geçtiğiydi. Öyle ki, ilk on iki maçta sakatlanan fut­ bolcu sayısı otuz yediyi buluyordu. Haşinlik, hırçınlık sadece futbol alanında değildi... İşte Şili - İtalya ma­ çında, takımı gol atınca bir Şilili seyirci tribünde ha­ vaya fırlamış, “Şili, ileri!” diye bağırdıktan sonra ol­ duğu yere yıkılmıştı. Tribünde ölen Şililinin yanı sıra, radyo ve televizyon başında can verenlerden de söz edi­ liyordu. Şili’deki 7. Dünya Kupası finalleri için “Futbol şam- piyonasıydı ama, futboldan başka her şey vardı” diyen bazı kötümserler bir yana bırakılsa bile, Şili’de ger­ çekten ilginç olaylar çoktu. Sovyet Rusya ile 4-4 bera­ bere kalmayı başaran Kolombiyalılarm kampı genç kızların tatlı saldırısına uğrayınca, antrenör bütün oda kapılarının anahtarlarını saklamak zorunda kalmıştı. Bir başka merak uyandıran olay, Carlos Montez adlı Arjantinli futbol hastasının, Şili’deki finalleri görebil­ mek için evini satması, ertesi gün de piyangodan bü­ yük bir armağan kazanarak evini geri almak için sağa sola koşmasıydı. Montez, evini sattığı fiyattan daha fazlasıyla geri aldığı gibi, kendisi gibi sekiz futbol âşı­ ğı arkadaşını da Şili’ye getirmişti. Futbolun dünya şampiyonalarında garip bir rast­ lantı, çeyrek finalde hep Batı Almanya ile Yugoslavya birbirine düşerdi. 1 9 6 2 ’de de bu gelenek bozulmadı. Tıpkı 1954 ve 1 9 5 8 ’deki gibi, gene Almanya ile Yu­ goslavya çıktılar kurada... Ancak İsviçre’de 2-0, İs­ veç’te 1-0 kazanan Almanya olmuştu. Şili’de ise çekir­ ge üçüncü kez sıçrayamadı ve bu kez Yugoslavya’nın yüzü güldü. Yugoslavya’nın 1-0’lık galibiyetini sağla­

143 yan ve yarı final yolunu açan golü, sakatlanıp başında sargıyla oynayan Radkoviç’in atması da ilgi çekiciydi. Şampiyonluk favorilerinden biri olan Batı Almanya böylece turnuva dışı kalıyor, gözler öteki çeyrek final maçlarında parlayanlara çevriliyordu.

Büyük kaleciler karşı karşıya...

Çekoslovakya ile Macaristan arasındaki mücadele ise, iki büyük kalecinin gövde gösterisi olmuştu. Çekoslo­ vak kalesinde Schroif, Macar kalesinde de eski kurt Grocics, karşılıklı kurtarışlarla gole fırsat vermemiş­ lerdi. Ama birinin yenmesi gerekliydi ve Çekoslovak­ ya hafi Scherer, maçın kaderini değiştiren golü atmayı başardı. Grocics bunca tecrübesine karşın önleyeme­ mişti bu golü... Başka deyimle, Macaristan’ın elenme­ sine engel olamamıştı. Çeyrek finalde kupaya veda eden bir başka favori, Sovyet’ler Birliği idi. Ev sahibi Şili, kendisinden bek­ lenmeyen bir başarının kahramanı olarak ülkesinde bayram yaratıyor, Sovyet Rusya’yı 2-1 yeniyordu. Şili ikinci golü attığında, maçı televizyondan izleyen Ro- jas adlı 67 yaşında bir şoför “Goool!” diye sevinçle havaya fırlamış, ama aşırı heyecandan hemen düşüp ölmüştü. İşin ilginç yanı, şoför Rojas’ın heyecandan ölümüne neden olan bu golü atan Şilili futbolcunun adı da Rojas’tı. Şili, 2-1 ’lik sonucu ilk yarıda sağla­ mış, ikinci kırk beş dakika boyunca sadece savunma yapmıştı. Şili’nin kendi yarı alanına çekilip 2-1’i ko­ ruma çabası sırasında, Sovyetler bütün hatlarıyla sal­ dırmış, hatta kaleci Yaşin bile zaman zaman santraya kadar çıkmış, ama beraberliği sağlayacak golü çıkara­ mamışlardı.

144 Nihayet yarı finalin bir adayı da, Brezilya - İtalya maçıyla belli oldu. Pele’siz Brezilya, bu kez Garrincha ile fırtınalaşmıştı. İki golde de damgası vardı Garrin- cha’nın. Bir de Vava’dan. 3-1 galip ayrılıyordu Brezil­ ya maçtan... İngiltere, gene elenmiş, finali değil, yarı fi­ nali bile bulamamıştı. Yarı finalin ilk ayağı, Çekoslovakya ile Yugoslav­ ya’yı karşı karşıya getirdi. İlk yarı golsüz kapandı. İkin­ ci yarıda da eşitlik sürdü. Ama golle... Önce Kadraba atmış, Jerkoviç karşılık vermişti. 1-1’lik gidişi, çeyrek finalde Macar maçında kaderi, golünü atan Scherer bo­ zuyor, peş peşe iki sayı kaydederek takımının finale yükselmesini sağlıyordu. 3-1’lik galibiyet, Çekoslovak­ ya’yı bir kez daha Brezilya’nın karşısına çıkaracaktı. Çünkü öteki yarı final maçında da eski şampiyon bü­ yüklüğünü ortaya koymuştu. Aslında Brezilya - Şili maçından önce ev sahipleri “Yenilsek de şeref! Üçüncülük maçı bile bizim için ba­ şarı” diyordu. Fakat oyun başladıktan sonra hiç de öyle olmadı. Şili futbolcuları pekâlâ zorlu bir mücade­ leye giriştiler. Ne var ki, Garrincha’nm bir önceki maç­ tan da fazla büyüdüğü oyundu bu... Bir gol... Bir da- lıa... İlk yarım saat biterken Brezilya, Garrincha’nm golleriyle 2-0 öndeydi. Fakat yılmıyordu Şili... Toro ilk umut kapısını açıyor, kırk beş dakika 2-1 kapanı­ yordu. İkinci yarıda oyun elektriklenmişti. Ev sahibi takım, ille de beraberlik şansı peşinden koşuyordu. Ama Didi de, Garrincha’nın harika oyununu tamam­ layınca, Vava için gol şansı doğmuştu. 3-1’di durum. Şili gene bırakmadı maçı. Bu kez Sanchez penaltıdan ikinci gole gitti. 3-2, yeniden şahlandırdı Şili’yi... Her an 3-3 hayali içindeydiler.

145 Uğursuz bir maç...

Fakat bir kez daha Vava’mn adını yazdığı gol: 4-2!.. Maçın sonucuydu bu... Maçın rakamlı sonucu belli olmuştu da, başka olacaklar belli değildi henüz. İşte son dakikalarda Perulu hakem Yamasaki, önce Şilili Landa’yı, sonra da ünlü Garrincha’yı oyun dışı edi­ yordu. Şili’nin bir de maç dışı kurbanı vardı. Şili Mil­ li Takımı futbolcusu Ramirez’in babası, 4-2’lik ye­ nilginin üzüntüsü içinde evine dönünce fenalaşmış ve kalpten ölüvermişti. Oysa Baba Ramirez biraz daha yaşasa, oğlunun takımının “Dünya Üçüncüsü” oldu­ ğunu görebilecekti. Kader işte!.. Evet, Brezilya’ya ye­ nilen Şili, üçüncülük maçında Yugoslavya’yı 1-0 yenmeyi başarmıştı. Artık bütün gözler, büyük final­ deydi. İlk sorun Garrincha idi. Şili maçında oyundan atı­ lan Garrincha, finalde takımdaki yerini alabilecek miydi? Garrincha gerçekten büyük kozdu Brezilya için... İtalya’yı iki kez dünya şampiyonu yapmış Poz- zo, Garrincha için “Ondan büyük sağaçık görmedim” demişti. Komitenin kararı Brezilya’nın yüzünü gül­ dürdü. Çünkü grup maçında yenemedikleri, hatta gol atamadıkları Çekoslovakya’nın karşısına Garrinchalı şu on birle çıktılar: Gilmar - D. Santos, N. Santos - Zito, Mauro Zo- zimo - Garrincha, Didi, Vava, Amarildo, Zagallo Kupa umuduyla oynayan Çekoslovakya da şu kad­ royla dizilmişti: Schroif - Tichy, Novak - Pluskal, Popluhar, Maso- pust - Pospihal, Scherer, Kadraba, Kvasnak, Jelinek Sovyet hakemi Latişev’in yönettiği finalin en büyük noksanı, hiç kuşkusuz Pele idi. Ama Brezilyalıların bu

146 maçtaki sloganı aynen şöyleydi: “Com Pele ou sem Pe- le, ganhamos!” Türkçesi: “Pele’li ya da Pele’siz, biz ka­ zanacağız...”

Pele’siz Brezilya şampiyon...

Pele yoktu ama, Didi vardı. Emektar futbolcunun yıl­ dızlaştığı finalde, bir de genç Amarildo’nun adı geçe­ cekti. Pele’nin yerini dolduran Amarildo’nun. Çünkü Brezilya’yı bu maçta yenik durumdan kurtaran adam oluyordu Amarildo!.. Oyun Çekoslovak golüyle baş­ lamıştı. Masopust, 15. dakikada durumu 1-0 yapmış­ tı. İşte Amarildo’nun golüyle Brezilya, 1-1 beraberliği sağlamıştı. İlk yarı başka gole sahne olmuyordu. Brezilya için zorluk, Çekoslovak takımından çok, o günlerin büyük kale bekçisi Schroif’i altetmekteydi. fakat bu zoru başardı Siyah İnciler... Önce Zito, son­ ra Vava... 2-1 galibiyetin ve kupanın yolu, 3-1 de ga­ rantisi oldu. Böylece Brezilya, Dünya Kupası’m peş pe­ şe ikinci kez kazanıyordu.

Tarihin en sert futbolu...

7. Dünya Kupası finalleri en sert turnuva olarak geçti futbol tarihine... Gol bakımından ise, kralı olmayan bir turnuva... Tam altı futbolcu, dörder golle krallık tahtını paylaşmıştı. Brezilya’dan fırtına Garrincha ve Vava, Sovyet Rusya’dan İvanov, Şili’den Sanchez, Macar Al- bert, Yugoslav Jerkoviç... Dört golden çoğunu atan yok- ttı bu finallerde... Ve finaldeki heyecandan ölen Şilili futbolsever toplamı da dörttü. Radyoda maç dinlerken kalp krizi geçirip ölmüştü dördü de... Artık futbol dünyasındaki en önemli soru şuydu:

147 Brezilya bir kez daha alarak, Dünya Kupası’nın ebedi sahibi olacak mıydı? 7. Dünya Kupası’nın feci sert geçmesinin en büyük kurbanı, Pele olmuştu. Bu nedenle futbolun taçsız kralı Brezilyalı yıldızı seyredemeyenler çok üzüldü. Bu arada kendisine “Çok geçmiş olsun telgrafı geldi mi?” diye soran basın mensuplarına, Pele şu yanıtı vermişti: “Oooo, sayılamayacak kadar çok geçmiş olsun telgra­ fı geldi. Ama çoğunluğu, benim yerime oynayan Ama- rildo’nun akrabalarından...”

Jules Rimet kupasını ikinci kez alan Brezilya takımı. Brezilya Kaptanı Mauro 1962’de Dünya Kupası’yla. 8. Dünya Kupası 19 6 6 İNGİLTERE Futbolun en büyük şampiyonasının futbolun beşiğinde oynanması ve futbolun en büyük kupasının “futbolun babaları” tarafından kazanılması için tam otuz altı yıl beklenmişti. Ancak 1966’ya gelindiğinde, İngilizler Dünya Kupası’nda hem “ev sahibi” hem de “şampi­ yon” olma onuruna kavuşabildiler. Evet, İngilizler fut­ bolu yarattıklarını öne sürüp, kendilerini bu sporun babası sayıyorlardı. Ne var ki, çocuklar babayı geçmiş, şampiyonluğu hiçbir zaman ona bırakmamışlardı. İşte şeytanın ayağı 1966’daki 8. Dünya Kupası finallerin­ de kırıldı. O güne dek hep tökezlemişti İngiltere... Hep hayal kırıklığına uğramıştı. Bir bakıma 1966, İn­ giliz futbolunun dünya piyasasında yeniden doğuşuy­ du. “Evimizde şampiyon olalım” parolasıyla en iyi ta­ kımı hazırlamaya çalışan İngilizler, sevimli maskotları “Willie”yi hatıra eşyası olarak her yana salıyor, fut­ bolcu kılığındaki minik aslanlarıyla dünyayı ülkeleri­ ne davet ediyorlardı. Gerçekten önceki yedi kupayla kıyaslanamayacak ölçüde büyük ilgi yarattı 8. Dünya Kupası finalleri... Televizyonla seyredenler de dikkate alınırsa, maçları izleyenlerin altı yüz milyon kişiyi bul­ duğu hesaplanmıştı.

153 Bizim için dağın arkasındaki umut...

8. Dünya Kupası finallerine katılma mücadelesi 1965’ te başlamıştı. Bizim için ise şans, “dağın ardındaki umut”tan fazla değildi. Portekiz, Çekoslovakya ve Ro­ manya ile aynı gruba düşmüştük. Birinden sıyrılsak, ötekine takılacaktık. O halde final şansını elde edeme- sek de, şerefimizle denmeliydik. Grubumuzda iyi bir yer almalıydık. Ne yazık ki, öylesi bile olamadı. Yeni­ le yenile başımız döndü bu elemelerde. Futbol tarihi­ mizin en büyük bozgunlarına uğradık. Bizim Dünya Kupası sayfamız Lizbon’da açılmıştı. İstanbul’dan havalanan “Ses” adlı Türk Hava Yolları uçağı öğleyin Roma’ya varmış, akşam da Lizbon’a ulaş­ mıştı. Çünkü jet çağı henüz başlıyordu ve çoğu hava yolculuğu pervaneli uçaklarla yapılıyordu. Bizim de pervaneli bir uçakla sabah binip akşam inmemizde bir gariplik yoktu. Aksine, Lizbon Havaalanı’nda Türk Ha­ va Yolları uçağı, Türk Milli Takımı kadar ilgi uyan­ dırmıştı. Çünkü ilk kez bir Türk sivil havacılık uçağı­ nın Lizbon havaalanına inmesi, Portekiz medya men­ supları için “olay” önemini kazandı birden... Lizbon Radyosu röportajcısına bunu söylediğimde, futbolcu­ larımızı bırakmış, uçağa doğru koşmuştu. Uçakta pek neşeli gitmiştik. Özel uçak olduğundan önlerde oturmamız tavsiye edilmişti. Hosteslerimiz “İleri, lütfen ileri” dediğinde, futbolcularımızın bazısı “Olmaz, bize verilen taktik öyle değil. Hep geride ka­ lıp savunma yapacağız” diye şakalaşıyordu. Roma H a­ vaalanında Basın Ataşemiz, gazeteci arkadaşımız, sev­ gili Orhan Koloğlu ile, İtalya’da oynayan yıldızımız Can Bartu karşılamıştı kafilemizi... Lizbon’da da Portekiz­ lilerden büyük yakınlık görmüştük. Kafile başkanı Dr.

154 Selahattin Ak-El, menajer İtalyan , antre­ nör ’dı. Futbol Federasyonundan eski dost Fevzi Kaya, Rahmi M agat ve Cemal Tertemiz kafileyi tamamlıyordu. Ben maç spikerliği yanında, Federas­ yon basın temsilcisi olarak da görevliydim. Bu amaçla bir küçük broşür bastırmış, ayrıca takım kadrosunu bir basın toplantısıyla açıklamıştım. Sevgiyle andığım, değerli kardeşim Namık Sevik’in Milliyet için yaptığı röportaj, Portekiz Milli Takımı’nın ünlü kalecisi Costa Pereira ile ikimizi karşı karşıya getirmişti. Pereira kaleciliğin yanı sıra, spor spikerliği­ ne başlamıştı. Bu İberik yarımadasının kalecileri böyle oluyordu. Pereira spikerliğe özenirken, komşu Ispan­ ya’da da Real Madrid’in kalecilerinden Julio İglesias şarkıcılığa atılmıştı. Pereira “Futbolu bıraktıktan son­ ra ciddi olarak spikerliği meslek edineceğim” diyor, şimdi yaptıklarının “deneme” niteliğini taşıdığını belir­ tiyordu.

Spikerler neden kaleciyle uğraşır?

Costa Pereira’nın spikerlik konusundaki sözleri ilginç­ ti: “Benim spikerliğim kaleciliğimden doğdu. Spiker­ ler çoğunlukla kalecilerle uğraşırlar. Daha doğrusu, spikerlerin ekmeğini kaleciler verir... Onlar gol yemez­ se, spikerler ne diye bağıracak? Kalecinin üzüntüsü, spikerin sermayesi değil midir? İşte ben de bu nokta­ dan hareketle, kaleciliğim bitince spiker olayım, de­ dim. Yalnız sizden ricam, yarınki maçta kaleme giren gollerde ne olur öyle çok bağırmayın, ballandıra bal­ landıra anlatmayın.” Ertesi gün Pereira’nın kalesine gol girdi girmesine... ama bende ballandıra ballandıra anlatacak hal mi var­

155 dı? Takımca “Adiyö Lizbon” şarkısını söylüyorduk. Augusto, Eusebio, Torres, Coluna, Simoes forvetiyle kalemizi adeta ablukaya almıştı Portekizliler... Kale­ mizde Varol dayanıyordu. Hayatının büyük maçların­ dan birini oynuyordu Varol... 1954 Dünya Gençler Turnuvası’nda da “en iyi kaleci” olarak alkışlandığım hatırlıyordum. Koca Real Madrid takımına karşı da dimdik durmuştu... Zaten büyük kaleciydi. Futbol kadar sinemayı ve tiyatroyu sevmemiş olsaydı, daha da büyüyecekti ya... Ama o gün Varol dev gibiydi Por­ tekiz devlerinin karşısında... Yalnız bizimki bir kişiy­ di, onlar beş... Ve beş kişi, bir kişiyi yendi. Birinci gol geldikten sonra da, arkası geldi. Bu arada Varol’un elin­ den sakatlanması, Eusebio ve arkadaşlarının işini iyice kolaylaştırmıştı. Portekiz fırtınası beş gol getirmişti. Bir de ilk kez ayyıldızlı formayı giyen Göztepeli Fevzi Zemzem, şe­ ref sayımızı çıkarmıştı kafayla... Portekiz’in o takımı­ na 5-1 yenildik diye çok üzülmüştük. Fakat teselliyi ertesi yıl bulacaktık. Çünkü aynı Portekiz, Dünya Ku­ pası finallerinde şampiyon İngiltere’ye bile ancak 2 -1 ’le zor yenilecek, onun dışında herkesi ezip geçerek “Dün­ ya üçüncüsii” olacaktı.

Şarabı içmedim, hata ettim...

Maç öncesi Portekizli spiker arkadaş kocaman bir şişe şarap getirmiş, “Halis Porto şarabı, sesi açar” demişti. Neme lazım, diyerek dokunmamıştım şişeye... Galiba hata etmiştim. Oysa tam kafa çekip de anlatılacak maç­ tı... Adamlar oynuyor, bizimkiler seyrediyordu. Arada “Porto şarabı” deyince... Dönüşte hatıra di­ ye alanlar olmuştu kafilede... Fakat Roma’da tesadü-

156 İm çantasını açan bir futbolcu, bağırarak koşmuştu, " l’yvah, mahvoldum” diye... Çünkü şarap şişesi uçak­ la patlamış, bavulun içinde ne var, ne yoksa hepsini I ,m kırmızısına bulamıştı. Milli takımla Portekiz’e gidişim, bana bir mizah ya­ n sı ilhamı vermiş, gazetede yayınlanan bu yazı Gaze­ li çiler Cemiyeti’nin “Mizah” dalında “Başarı Armağa­ nı "m kazanmıştı. Milli maçın radyoda nakli için yap­ tığ ım girişimler, gerçekten çok mizah gibiydi zaten...

İşle seyahat dönüşü başımdan geçenleri derlemiş to­ parlamış ve şu yazıyı hazırlamıştım:

I 'o rtekiz ilhamları... Portekiz’le bir milli maç oynayacaktık. Bu maçı radyo- ı la nakletmekle görevli sunucu da bendim. Lizbon’a va­ naca ilk işim, Portekiz Radyosuna koşmak ve naklen yayınla ilgili işlemi tamamlamaktı. Daha önce bir baş­ ka ülkede rastlaşıp tanıştığım Portekiz Radyosu prog­ ramı müdürü, kartını vermiş, “Yolunuz düşerse bekle­ rim " demişti. Yolum düştüğüne göre, adam da bekliyor olmalıydı. Portekiz Radyosu’nun kapısında müracaat memu­ runa yaklaşırken, elimdeki karta bakıp “Senyor Da Sil- va'yı göreceğim ” dedim. Adam güldü: “Hangisi am a? Portekiz’de her yüz kişiden doksan beşinin adı Da Sil­ uet'dır. ” Tekrar elimdeki karta bakıp: “Senyor Pinto Da Sil­ uet” dedim. Gene güldü müracaat memuru: “Porte­ kiz'de her yüz kişiden seksen beşinin adı Pinto’dur.” Bir daha baktım kartvizite: “Senyor Pereira Pinto Da Silva” dedim. Memur bir kez daha güldü: “Porte­ kiz'de her yüz kişiden yetmiş beşinin adı, Pereira’dır.”

157 Olacak gibi değildi. Karttaki bütün adlan peş peşe okumaya başladım: “Senyor Afonso Rodrigez Murao Marcio Augustinho Antonino Pereira Pinto Da Sil- va...” Başını salladı memur: “Hah şöyle söylesenize!.. Ben de kimi aradığınızı anlayayım... Bir dakika bekle­ yin lütfen... ” Telefonla konuştu, sonra bana döndü: “Geliyor.” Gerçekten çok geçmeden merdivenlerden inen uzun boylu, şık bir genç, elini uzattı: “Bendeniz Sen­ yor Robertino Jose Resende Alfredo Farinha Escamil- la Pedro Da Silva Rosario Pinto Da Almelda Pereira Francisco... Sanırım siz Senyor Afonso Rodrigez Mu­ rao Marcio Augustinho Antonino Pereira Pinto Da Silva’yı görmek istiyor sunuz... Ancak kendisi seya- hette... Sizi, yardımcısı Senyor Santos Da Silva Costa Oliveira Pinto Pereira Nobrega Senecca Rosario Jose Festa Gomes kabul edecek.” Böylece beni karşılamaya gelen Senyor Robertino Jose Resende Alfredo Farinha Escamilla Pedro Da Sil­ va Rosario Pinto Da Almelda Pereira Francisco ile bir­ likte yürüdüm ve Senyor Afonso Rodrigez Murao Marcio Augustinho Antonino Pereira Pinto Da Sil­ va’nm yardımcısı Senyor Santos Da Silva Costa Olive­ ira Pinto Pereira Nobrega Senecca Rosario Jose Festa Gomes’in yanma gittim. Kibar adamdı. Odaya girme­ mizle birlikte elini uzattı ve kendisini tanıttı: “Bende­ niz Senyor Santos Da Silva Costa Oliveira Pinto Pere­ ira Nobrega Senecca Rosario Jose Festa Gomes... Ne içersiniz? Bir kahve? Ya da soğuk bir şey?” Bir kahve içebileceğimi söyledim. Hemen zile bastı, gelen odacıya: “Senyor Carlos Jose Da Silva Pinto Gra- cas Custodio Lucas Vicente Manuel Viritao Dezassios Alberto Robertino... Konuğumuza bir kahve” dedi.

158 Sonra bana döndü, kahve getirmek için dışarı çıkan yaşlı adamı işaretle “Bizim eski em ektardır” dledi, “Sen- yor Carlos Jose Da Silva Pinto Gracas Custoıdio Lucas Vicente Manuel Viritao Dezassios Alberto Roıbertino... Kahvenizi şimdi getirir... Naklen yayına geliince... Hiç merak etmeyin... Radyomuz açısından her şe>,y tamam. Şimdi stad müdürü Senyor Pedro Da Silva Afonso Pe- tı'ira Nobrega Hilario Ancuez Manuel Elcaimillo Art- hııro’ya telefon ederim. O da elinden geleni ytapar. Hat- la hemen telefon edeyim... Ah çok affedin... Adınızı... Şey... Unutmadım da... Senyor Afonso Roâ.rigez Mu­ tan Marcio Augustinho Antonino Pereira Piı\to Da Sil- ea giderken adınızı söylememiş, sadece Türk spiker ge­ lecek, demişti. Onun için rica etsem adınızı....” En fakiri kendisini beş-on isimle tanıtan insanlar ıUyarında, benim sadece “Halit Kıvanç” diye kendimi tanıtmam, en azından ülkeme, ulusuma ayıp olacaktı. Vıiııi ben de kendimi, daha doğrusu memleketimi ge­ tr gi gibi ve de oranın törelerine uyarak temsil etmeliy­ dim... Şöyle bir düşündüm. Hemen kendimi -orda ıluyduklarımın ilhamıyla— şöyle tanıtıverdinr. "'Turkos Radyos D esportos Evde Akmaz Terkos Sabah İşbaşı Geceyarı Paydos Erafik Tıkalı Elektrikler Fos Vergi Taksit Bono Bırakmaz Kazanç İlendeniz de Senyor Don Halit Kıvanç... ”

( an’lı, Özcan’lı çıktık am a...

Portekiz’le ikinci maçımızın öncesi epey olaylı geçmiş­ li Portekizliler İstanbul’a gelip de batak halindeki sa- Iı.ımızı görünce, “Burda oynamayız. Milyonluk ayak­

159 ları çamura gömemeyiz” dediler. Portekiz Futbol Fe­ derasyonu yetkilileri, “Çim olsun, nerde olursa olsun, oynarız” diye diretiyorlardı. Uzun tartışmalardan son­ ra Mithatpaşa’daki milli maç Ankara’ya, 19 Mayıs Sta- dı’na alındı. Bu arada Portekiz rövanşı için Avustur­ ya’dan kaleci Özcan Arkoç, İtalya’dan da Can Bartu getirilmişti. Lizbon 5-1’inin rövanşına şöyle çıktık: Özcan (Austria) - Özcan (fb), Numan (Altay) - Mustafa (gs), Naci (gs), Şeref (fb) - Yılmaz (gs), Ay­ han (gs), Metin (gs), Can (Lazio), Yaşar (ptt) Kaptanlığı Metin Oktay yapıyordu. Maçın hakemi de Suriyeli Raşid’ti. Takımımız inanılmayacak kadar güzel futbol oyna­ dı o gün... Eusebio ve arkadaşlarını seyre gelenler, Can Bartu ve arkadaşlarını seyretti. Ne var ki, tüm maç bo­ yunca güçlü rakibimizden üstün oynamamıza karşın, son vuruşlarda zayıf kaldığımızdan gole gidemedik. Portekizliler ise, Lizbon’dakiyle kıyaslanamayacak kadar başarısız göründükleri halde, bir frikikle “mut­ lu son”a ulaştılar. 60. dakikada bir serbest atış kazan­ dılar. Bizimkiler baraj yaptı. Eusebio geldi ve vurdu. Vurmadı da mıhladı adeta... Böyle frikilce, böyle gole şapka çıkarılırdı. Kalecimiz Özcan o ana kadar şahane kurtarışlar yapmıştı ama, büyük Eusebio’nun büyük frilcikinde onun da yapacak şeyi yoktu. Lizbon’daki maçla bizim açımızdan fark, orda oy- nayamamış, yenilmiştik. Ankara’da ise oynamıştık oy­ namasına. Ve gene yenilmiştik... Bu maçın unutulmayacak adamı Suriyeli hakem Raşid’ti. Mithatpaşa’nın batak sahası için “Nesi var? Nizamidir. Oynanabilir” diyen hakem Raşid, Anka­ ra’daki maçta öyle hatalar yapmıştı ki... Flata demek

160 hile hata olurdu. Avantaj kuralından habersiz Suriyeli hakem, bir de taç atışında ofsayt çalınca, bütün stadı hem kızdırmış, hem de güldürmüştü. M açtan sonra Portekizli medya mensupları bile bize acımış, “Maçın hakkı beraberlikti. Değilse, siz kazanmalıydınız. Bi­ zim takım hiç de iyi oynamadı. Fakat Suriyeli hakemin komik kararları, hep sizin aleyhinize oldu” demişler­ di. Lizbon’dan sonra futbolumuz bu “5-1 ”e abone ol­ muştu galiba!.. Dünya Kupası maçları arasında, bir de Avrupa Kupası’nda kulüplerimizin maçlarını izli­ yorduk. Hiç unutmam, Lizbon’dan geldikten bir süre sonra Brüksel’e uçmuş ve Fenerbahçe’nin Anderlecht takımıyla Avrupa Kupası maçını nakletmiştim radyo­ da... Maçtan sonra İstanbul’la telefonla konuşurken, Cialatasaray’ın İsviçre’deki Avrupa Kupası maçının sonucunu sorduğumda... kahkahalar yükselmişti tele­ fonun öbür ucundan: “Bilmeyecek ne var? Hükümet kanun çıkardı: Artık bizim takımlar Avrupa’da hep 5-1 yenilecek!!!”

S - l’e abone!

Gerçekten yurda döndüğümde Sion gibi İsviçre’nin pek tanınmamış bir takımına Galatasaray’ın 5-1 ye­ nildiğini, maçı izleyen sevgili arkadaşım Necmi Tanyo- laç’tan dinlemiş ve inanamamıştım. Necmi: “Siz ne di­ yorsunuz? Ben bile tribünde maçı seyrederken inana- mıyordum.” Neyse sonrasında beş tane yememiştik. Yavaş ya­ vaş dört, hatta üç gole indirmiştik kalemize giren top­ ların sayısını... Romanya’ya Bükreş’te 3-0 kaybettik­ ten sonra özel milli maçta Bulgaristan’a 4-1 yeniliyor, ancak Pakistan’ı 3-1 yenerek teselli buluyorduk. Bir

161 başka özel maçta ise İran’ı yenemeyecek, O-O’la avu­ nacaktık. Ama 9 Ekim 1965 günü, gene Dünya Kupa- sı’na katılma şansı yaratmak için Çekoslovakya’nın karşısına çıkıyorduk. İyi ki iki spiker anlatıyordu ma­ çı... Sevgili Orhan Ayhan kardeşimle birlikte mikro­ fon başındaydık, Stadı’nda, tribünün en arkasındaki kulübede... Gerçek şuydu: 1965, futbolu­ muzun baş aşağı gittiği bir yıldı. İşte bu maçta doruk­ lara çıkacaktı bozgunumuz... Takımımız Varol (Altay) - İsmail (fb), Fehmi (bjk) - Naci (gs), Süreyya (bjk), Nevzat (Göztepe) - Yılmaz (gs), Yılmaz (İstanbulspor), Ogün (fb), Fevzi (Gözte­ pe), Uğur (gs) şeklindeydi. Kaptanlığı, Fenerbahçe’den Galatasaray’a geçmiş olan Naci Erdem yapıyordu. Ha­ kem de İspanyol Righi idi...

O f of of!.. Yarım düzine gol!

Ayyıldızlı takımımız o güne kadar içerde ve dışarda maç kaybetmişti. Yenilmiş, gol yemiş, goller yemişti. Ama kendi evinde, hiçbir rakip karşısında yarım düzine go­ lü kalesinde görmemişti. Orhan Ayhan’la birlikte spi­ ker kulübesinde yerin dibine geçtiğimizi hissediyor, bir­ birimize adeta yalvarıyorduk. “Ne olur, sen anlat” di­ ye. Hiçbirimiz bu faciayı duyurma görevini üstlenmek istemiyorduk. Gol... Bir gol daha... Bir daha gol... Ye­ ni bir gol... Gol... Tekrar gol... Yeter yeteeer!.. Ancak altıda “Peki yeter” demişti Çekoslovaklar... İstanbul’daki 6-0’dan, daha doğrusu 0-6’lık Dünya Kupası eleme maçımızdan sadece iki hafta sonra yü­ zümüz bir nebze gülecek, Dünya Kupası elemelerinde­ ki tek galibiyetimizi alacaktık. İşte Ankara 19 Mayıs Stadı’ndayız. Bükreş’te 3-0

162 yenildiğimiz Romanya’nın karşısına çıkıyoruz. Ümidi­ mi/. yok denecek kadar az... Moralimiz ondan da az... Ürkek, korkak çıkıyoruz maça... Hayli değişik bir on birle: Nihat (Beykoz) - Şükrü (fb), Fehmi (bjk) - Tuncay (Izmirspor), Sabahattin (Göztepe), Onursal (Hacette­ pe) - Ogün (fb), Nedim (fb), Fevzi (Göztepe) Şeref (f b ), Yaşar (fb) Kaptanımız, Şeref Has... Maçın hakemi de, Arna­ vutluk’tan Ramiz Pregio...

Çok şükür, galibiz...

Mutlu bir gün... Mutlu bir maç... Mutlu sonu var çün­ kü... Romanya’yı 2-1 yeniyoruz. Romanya’yı yenmek­ le de, Dünya Kupası cetvellerinde sadece puanı değil, ıiıbarı da “sıfır” olan bir takım kimliğinden kurtulu­ yoruz. Çekoslovakya maçındaki kırmızı kuşaklı beyaz lorma yerine, beyaz kuşaklı kırmızı forma giymişti fut­ bolcularımız... On bir oyuncudan sekizi değiştirilmiş- lı. Maç yeri de farklıydı. Birinden biri uğurlu gelmişti galiba... Şeref’ten Yaşar’a, Yaşar’dan Fevzi’ye, Fevzi’den Ro­ men kalesine: Gol 1. Yaşar’dan Nedim’e, Nedim’den bomba şut: Gol 2. Sonrasında bir gol de onlar attı, önemli değil... Ga­ libiz ya... Galibiyet özlemi içinde tribünler inliyor... Ağlayanlar var sevinçten... Mikrofonda nasıl da se­ vinçle anlatıyorum. Sanki Dünya Kupası’m kazanmışız gibi... Kolay değil, 6-0’ın ezikliğini atma savaşı bu... Son maçımızda Çekoslovakya’ya 3-1 kaybediyor ve bir kez daha Dünya Kupası’na uzaktan bakıyorduk. I R54’den bu yana olduğu gibi...

163 Kupa maçları başlıyor da... Kupa nerde?

8. Dünya Kupası finalleri başlarken İngilizler, ev sahip­ liği onurunu taşıdıkları bu şampiyonada altın kupayı kimseye kaptırmak niyetinde değillerdi... Ama daha maçlar başlamadan biri kupayı alıp gidivermişti... Bir vitrinde teşhir edilen Dünya Kupası kaybolmuştu. Ça­ lınmış mıydı? Şaka mıydı? Ne olduğu asla anlaşılama- yacaktı. Çünkü som altın Jules Rimet Kupası’nı Lond­ ra parklarından birinde gazete kâğıdına sarılı olarak, küçücük bir köpek bulacaktı. Londra’nın o güzel parklarından birinde sahibiyle dolaşmakta olan “Pickles” adlı minik köpek, bir ara yerde duran gazete kâğıdından pakete koşmuştu. Sa­ hibinin de dikkatini çekmişti, köpeğin paketle müca­ delesi... Kalktı oturduğu park sırasından... Gitti, bak­ tı: Gazete kâğıdından paketin içinde som altından Dünya Kupası vardı. Küçük “Pickles” sahibine de hatı­ rı sayılır bir armağan kazandırmıştı. Kendisi yağlı bir­ kaç kemiğe birden sahip olurken... 11 Temmuz 1966 günü Kraliçe Elizabeth II, 8. Dün­ ya Kupası’m açtı. Ama Kraliçenin futbolcuları gol ka­ pısını açamadılar. İngiltere ile Uruguay arasındaki bu ilk mücadele 0-0 kapandı. İki tarafın da temkinli oyu­ nu, gole fırsat vermemişti. Yenmekten önce “Aman ilk maçta yenilmeyelim” diye çaba harcamıştı iki taraf da... Sonunda bu iki takım, bu grubun iki çeyrek fi­ nalisti oldu. İngiltere, öteki maçlarında Fransa’yı da, Meksika’yı da aynı sonuçla, 2-0 yendi. Uruguay ise Meksika ile 0-0 berabere kaldı ama Fransa’yı 2-1’le al- tederek çeyrek final hakkını sağladı. 2. Grupta altı maçta on altı gol vardı ve bu goller­ den çoğunu atan Batı Almanya, İsviçre’yi 5-0, İspan­

164 ya’yı 2-1 yenerek çeyrek finale çıkmıştı. Grubun öteki çeyrek finalisti Arjantin’di. Arjantin de İsviçre’yi 2-0, Ispanya’yı 2-1 yenmişti. Batı Almanya ile Arjantin ara­ sındaki mücadele, tıpkı 1. grubun çeyrek finalistlerin­ deki gibi, 0-0 kapanmıştı.

Bir dev...

3. Grup ise, büyük ilgi çeken dörtlüydü. Her şey bir yana, Pele’li Brezilya vardı bu grupta. Son iki kupayı peş peşe kazanan Brezilya... Sonra yeni bir fırtına ola­ rak esen Portekiz. Futbolda yeniden patlamaya hazır Macaristan... Bir de Bulgaristan... Brezilya, 1966 per­ desini Pele’nin golüyle açtı... Garrincha’dan da bir gol gelince: 2-0. Brezilya kupaya iyi başlamıştı. 2-0’lık Bulgaristan galibiyetinden sonra Brezilya için, “Kupa­ yı üçüncü kez alacak” diyenler çoğalmıştı. Fakaaat!.. Brezilya’nın görüp göreceği zafer de, seyircinin görüp göreceği Brezilya da bu kadardı. Heyecanla bekleyen futbolseverlerin seyredeceği Pele de bundan ibaret kal­ dı. Ötesinde izlenen, bir devin tekmelerle, faullerle yı­ kılışıydı. Önce Macaristan, ardından Portekiz, hem de 3-1’lik sonuçlarla devirdiler Brezilya’yı... Brezilya için yenilgiler kadar acı ve talihsiz olay, Pele’nin sakatlanıp gözyaşlarıyla oyunu terk etmesiydi. Ancak insafla söy­ lemeli ki, 1966 finallerinde bu gruptaki her maçta her rakip futbolcu Pele’yi tutabilmek, durdurabilmek için her çareye başvurmuştu. Yani Pele, futbolcuların ya da futbol ayakkabılarının arasında değil, sanki balyozla­ rın, testerelerin, çekiçlerin, tokmakların arasında top koşturuyordu. Brezilya ezilir, Pele de sakat ayağıyla ke­ nara çekilirken, karşıda Portekiz takımı ve yıldızı Eu- sebio parlıyordu. Futbol dünyasında krallık tahtı için

165 aday oydu artık. Gerçekten Eusebio birbirinden güzel gollerin kahramanı oluyordu. Macaristan’a karşı oy­ narken başından sakatlanmış, ama sargılarla devam etmiş ve 3-1’lik galibiyette büyük pay sahibi olmuştu. Kara Panter’li Portekiz, Bulgaristan’ı da üç golle yenip çeyrek finale çıktı. Portekiz, üç rakibini de üçer golle yenmişti. Grubun öteki çeyrek finalisti, Macaristan’dı. 4. Grup da ilginçti. Dört yıl öncenin kavgacıları, İtalya ile Şili bir araya düşmüşlerdi. Ancak zaman yara­ ları sarmıştı ve bu kez kavga dövüş çıkmadı. Maç ge­ ne 2-0 bitmişti, yalnız şimdi kazanan İtalya idi. Ne var ki, İtalya beklemediği yerden yedi darbeyi... Kimsenin önemsemediği Uzakdoğulu bir futbol takımı, İtalya’yı silivermişti. Kuzey Kore’ye 1-0 yenilen İtalya, böylece daha grup maçlarında elenip gitti. Çeyrek finalistler, “sürpriz” Kuzey Kore ile Sovyet Rusya oldu.

Bu ne biçim futbol?

1966 Kupası’nda çeyrek finaller olaylı başlamıştı. Kör- döğüşü halinde geçen İngiltere - Arjantin maçında bir tek gol, ama pek çok tekme atılmıştı. Arjantin’in milli kahramanı, kaptan Rattin’i oyundan çıkaran Alman hakem Kreitlein, polis kordonu sayesinde canını kur­ tarabilmişti. Rattin “Kaptan olarak bir şeyler söyleye­ cektim hakeme... Yanlış anladı beni” diye savunuyor, ama derdini anlatamıyordu. Maçtan sonra ise Arjan­ tinliler, oyuncusuyla, yöneticisiyle hakeme hesap sor­ mak istiyor, İngiliz polisi Alman hakemi kurtarıyordu. Futbolsuz maçın futbolla ilgili tek yanı, bitimine altı dakika kala Hurst’ün attığı goldü. Bu golle de İngilte­ re yarı finale yükselmişti. Aslında bu karşılaşma 90. dakikasında bitmedi. Maçtan sonra Tv’de verdiği de-

166 ineçte Arjantinlilerin sertliğini ve davranışını eleştiren Ingiliz menajeri Alf Ramsey, “hayvanlar” diyecek ka­ dar ileri gitti. Bu söz de dünyayı karıştırdı, hatta poli­ tik çıkmazlar bile yarattı. Ne gariptir ki, 23 Temmuz 1966 günü Londra’daki Ingiltere - Arjantin maçında Alman hakemi, Güney Amerika takımının kaptanını oyundan atarken; Shef- lield’deki Almanya - Uruguay karşılaşmasında da, İn­ giliz hakem ordaki Güney Amerika takımının kapta­ nını oyundan çıkarıyordu. Hatta az sonra bir Urugu­ aylI daha oyun dışı kalacaktı. Bunu bir rastlantı ola­ rak görmeyen Güney Amerikalılar, dünya basınına ilettikleri yakınmalarında aynı ağızla konuşuyor, “İn­ gilizlerle Almanlar elele verip bizi eliyorlar. Finali ara­ larında oynamak için...” diyorlardı. Doğru muydu, yanlış mı? Bilinmezdi. Bilinen, finali dedikleri gibi ger­ çekten İngiltere ile Almanya’nın oynaması oldu. Aslında Batı Almanya takımı fırtına gibi esiyordu. Beckenbauer, Haller, Seeler, Held... Evet, tam dört gol... Uruguay’ı 4-0 gibi ağır sonuçla yenen Batı Al­ manya yarı finaldeydi artık... Sovyetler Birliği - Macaristan maçı ise, “kaleci” de­ nilen oyuncunun önemi konusunda düzenlenen, uygu­ lamalı bir açık oturum gibiydi. Yaşin kurtarışlarıyla takımına yarı final yolunu açarken, Macar kalecisi Ge- lei yenmez golleri yiyor ve M acaristan’ın 2-1 yenilip elenmesine neden oluyordu.

Ajanslar, haberi ters yüz ediyor...

Çeyrek finalin dördüncü maçı, Portekiz’le Kuzey Kore arasındaydı. Az bir seyirci toplamıştı bu karşılaşma... Hele basın pek ilgi göstermemişti. Nasılsa sonucu bel­

167 liydi. Ancak öteki stadlarda önemli buldukları maçla­ rı izleyen spor otoriteleri, basın bülteninde “Kuzey Ko­ re 1 - Portekiz 0 ” yazılı notu aldıklarında basın büro­ larına koşmuşlardı. “Mutlak yanlış vardır, yanlış yazıl­ mıştır” diyen otoriteler çok geçmeden “Kuzey Kore 2 - Portekiz 0 ” notuyla şaşkına dönüyorlardı. Hele “Ku­ zey Kore’nin Portekiz önünde 3-0 galibiyete yükseldi­ ği” haberi geldiğinde... Bulundukları stadlardaki ma­ çı bırakmıştı basın mensuplan... Tribünlerde herkes birbirine duyuruyordu: “Kuzey Kore, Portekiz’e 3-0 galipmiş!..” Kimse inanmıyordu ama gerçek buydu. O gün, orda futbol tarihinin en ilginç maçlarından biri oynanıyordu Portekiz’le Kuzey Kore arasında... İşte Eusebio birden kendini gösteriyor ve “Dur!” diyordu Korelilere... Birinci Eusebio golünü, penaltıdan İkin­ cisi izledi. Ama zaman yetmemiş, ilk yarıyı 3-2 geride kapamıştı Portekiz... İkinci yarıyla birlikte Eusebio, gollerine iki tane daha ekliyordu. Bir de Jose Augusto damgalı sayı... Portekiz korkulu rüyadan uyanmış, 3-0 yenik duruma düştüğü maçtan 5-3 galip çıkmıştı. Yarı finalde Sovyetler Birliği - Almanya maçında, büyük kaleci Yaşin’in kalesinde Beckenbauer’in bü­ yük frikik golü alkışlanmıştı. Golü yedikten sonra Ya­ şin’in gidip Alman futbolcuyu kutlaması, örnek bir davranıştı. Haller’iıı golüyle açılan final yolu, Becken- bauer’le perçinlenmiş, Sovyetler Porkujan’ın onur sa­ yısından fazlasına erişememişti ve 2-1 yenilerek elen­ mişti. İngiltere kupaya elini uzatıyordu artık...

Yirmi üç dakika hiç düdük çalmayan hakem...

Yarı final öteki maçı ise, futbol tarihine “gerçek şölen” diye geçen bir oyun oldu. Hem futbol güzelliği, hem de

168 Iıakem yönetimi açısından sporu süsleyen bir karşılaş­ maydı bu. Fransız hakem Schwinte başlama düdüğü­ nü çaldıktan sonra, tam yirmi üç dakika, evet tam “yirmi üç dakika” d ü d ü k çalmamıştı. Kesmemişti Oyunu... Futbol öylesine büyüktü bu maçta... îngiliz- Irriıı hırçın hafi Nobby Stiles bile bozamamıştı güzel­ liği. Çünkü maçın düğümü Eusebio-Stiles mücadele- Miıdeydi. 1966’nm golcüsü Eusebio, turnuvada o ana I adar gol yemeyen İngiliz kalesine, düııyaıım en iyi kalecisi Gordon Banks’a gol atabilecek miydi? Dok­ un ıı iki bin seyircinin, teknik güzellik yanında sport­ menlik, centilmenlik tablolarını alkışladığı oyunda, Unutulmayacak bir olay da, Bobby Charltoın şahane bir şutla İngiltere’yi 1-0 öne geçirdiğinde, Portekizli Augusto’nun koşup Charlton’u kutlamasıydı. Bobby ( iharlton, ikinci yarıyla birlikte ikinci golünü de tabe­ laya yazdırıyor, Wembley’i yerinden oynatıyordu. Ne var ki, Eusebio da büyüklüğünü kanıtlıyordu bu bü­ yük oyunda. İşte Bobby Charlton golleri atarken, kar­ deşi Jackie de golü yedirmişti. Topu elle tutan Jackie ( lıarlton’un neden olduğu penaltı, Banks’m gol yemez- Iiğini siliyordu. Eusebio vuruyor... Ve Banks’m kalesi­ ne g ö m ü y o r d u topu... Portekiz 2-1 yenilip üçüncülük maçına razı olurken, Eusebio gözyaşları içinde terk ediyordu alanı. Ama Eusebio bir sonraki maçta güle­ cekti yeniden... Sovyet Rusya’yı 2-1 yenerek üçüncü oldukları maçta turnuvada dokuzuncu goılünü atan l .usebio, böylece 1996 Dünya Kupası’nın “Gol Kralı” unvanını kazanıyordu. Sırtındaki “13” numaralı for­ ma uğur getirmişti Kara Panter’e... Nihayet büyük final günü gelmiş, çatmıştı. Bütün diinya “Kim yenecek?” sorusunun peşine takılmışken, Dizler de Londra’da “Maçı verebilecek miyiz?” bulma­

169 casını çözmeye uğraşıyorduk. TRT’den finali naklede­ ceğimizi bildirmişlerdi bana... “Maçın spikeri” ola­ rak görevlendirildiğimi söylemiş, “Fakat naklen yayın için gerekli girişimi Londra’da sen yapacaksın” diye de eklemişlerdi. İlk başvurumda “Olamaz, mümkün değil” karşılığını almakla kalmamış, bir de alaya he­ def olmuştum. Bu işlere bakan İngiliz yetkilisi “Dünya Kupası finalinin oynanacağını dün mü öğrendiniz?” diye sormuştu. Bizde işlerin on ikiye beş kala ele alın­ dığım söyleyememiştim tabii. Büyükelçimiz Haluk Ba- yülken, diplomatik kurallar içinde elinden geleni yapı­ yor, Basın Ataşemiz Nejat Sönmez, telefon üstüne tele­ fon ediyor, ben organizasyonun başı Harold Mayes’in karşısında adeta nöbet bekliyordum. Fakat olacak gi­ bi değildi, Wembley Stadı’ndaki bütün spiker yerleri doluydu. Bizim için yeni bir spiker kabini inşa ettire­ meyeceklerini söylüyorlardı. Uykusuz geceler geçiri­ yordum. Çünkü memleketten “Nasıl olmaz?” diyor­ lardı telefonda... “Naklen yayını nasıl yapamayız?” Ya- pamıyorduk, çünkü herkes kaç yıl önceden angaje ol­ muştu.

Telefonla maç anlatılır mı?

Bir ara Ankara ile konuşurken, karşımda sevgili Güneş Tecelli vardı. “Teknik bakımdan yayının telefonla yapı­ lıp yapılamayacağını” sordum. Güneş’ten olumlu kar­ şılık alınca, doğru Organizasyon Komitesi’ne koştum. “Peki” dedim. “Bana basın tribününde bir telefon ve­ rin.” Yetkili İngiliz yüzüme şöyle bir baktı, sonra hay­ retle sordu: “Neee? Yeni bir icat mı? Yoksa maçı tele­ fonla mı naklen yayınlayacaksınız?” Aynı soruyu, basın tribününde telefonu elime alır-

170 ken, yakınımdaki bir Alman spor yazarı da sormuştu: “Ne yani, maçı telefonla mı anlatacaksın?” Maçın sonunu bekledim kendilerine cevap vermek için... İngilizin de, Almanın da kafası almazdı, ama I iirk, her türlü çaresizlik karşısında bir şeyler yapar­ dı. Yapmıştık da... İngilize, “evet” dedim, “Maçı tele­ fonla anlattım. Türkiye’deki teknisyenler ellerinde en güçlü aygıtlar olmasa da, kafalarını kullanır, azmeder ve yapılmazı yaparlar. İşte böylece maçı, uzatmalarıy­ la, kupa törenleriyle baştan sona hiç aksaksız anlattım. Sizin dünya şampiyonu oluşunuzu Türkiye gayet iyi dinledi.” Almana da yaklaştım: “Maçı telefonla anlattım. Si­ ze garip gelen şey, milyonların bu finali izlemesine fır­ sat verdi. Hatta sizin yediğiniz üçüncü golün gol ol­ madığı görüşünü de duyurdum Türkiye’y e ...” İkisi de şaştı kaldı bu işe... Dünya Kupası Organi­ zasyonu sorumlusu Harold Mayes elimi sıktı. “Kutla­ nın” dedi, “Bizim, yapmak şöyle dursun, düşünemedi­ ğimizi başardınız. Büyük finalimiz yayınlandığı için te­ şekkür ederim.” İyi hoş da, maç uzatıldığından iki saat sürmüştü. I )evre aralarıyla birlikte, başıyla, sondaki töreniyle şöy­ le böyle iki buçuk saate yakın aralıksız konuşmuştum. Yayın bittiğinde baktım: Telefon ahizesini iki buçuk saattir tuttuğum kolum uyuşmuş, indiremiyorum, ha­ reket ettiremiyorum. Bir süre bekledim. Baktım, kar­ şıdan Samim Var geliyor. Koşa koşa geldi, “Şimdi tele­ fonla konuştum. Yayın harikaymış” dedi. Sarıldı, öp­ tü ve elimi tutarak indirdi. Mosmordu dirseğimin iç tarafı, iki buçuk saat öyle durmaktan. İndik Samim’le aşağıya... Namık Sevilc, Doğan Ko- loğlu, Semai Şatıroğlu, Bülent Bergamalı bekliyorlar­ dı. Mutluluğumu paylaştım onlarla... İngilizleri, Al­ manları güldürecek bir iş başarmıştık. Ankara’da tüm teknik kadromuz, P T T ’d e görevliler, merkez stüdyoda Spor’daki, Haber’deki bütün arkadaşlar, ne bileyim bir, belki iki-üç avuç insan, bir mucizeyi gerçekleştir­ miştik. Londra’nın ünlü Wembley Stadı’ndan radyo ile Dün­ ya Kupası finalinin Türkiye’ye baştan sona mükemmel naklen yayım, bizde gerçekten olay yaratmıştı. Tv’de Dünya Kupası finalini anlatmak için ise, daha sekiz yıl beklemem gerekecekti. 1974 Kupası’na kadar... Lond­ ra’dan yayınımız, insanımızı çok heyecanlandırmıştı. O kadar ki, bir bakanlıkta bakan ve ona yakın önem­ li makam sahipleri bir odaya toplandıklarını, kapıya da “Toplantı var” levhasını astıklarını daha sonra ba­ na itiraf etmişlerdi. Bunu bir yerde anlattığımda da, orda bulunan gene önemli kişilerin “Aaa, biz de daire­ de öyle yapmıştık” deyişine tanık olmuştum. Gerçek­ ten, Türkiye için büyük olaydı bir Dünya Kupası fina­ linin naklen yayınını radyodan dinlemek... Hep diyo­ rum ya, şimdi bu önemi, her akşam kaç kanalda kaç Avrupa maçını kanlı canlı, heyecanlı, dakikası dakika­ sına izleyen bugünün gençlerine anlatmak kolay de­ ğil... Nerelerden nerelere geldik?.. wc’de röportaj!..

Araya Wembley’den bir özel not sıkıştırayım gene... Türk Futbolunun unutulmaz yıldızlarından, Beşiktaşlı milli futbolcu, yurtdışında başarıyla top koşturanların öncülerinden sadece bizim değil; İtalyanların sevgili­ siydi frikikleriyle, kornerleriyle, golleriyle... Saygıyla, sevgiyle andığım Şükrü Gülesin arkadaşım... Tabii

172 esprileriyle de... Futbolu bıraktıktan sonra Milliyet’te spor yazarlığı yaptığı sırada, 1966 Dünya Kupası fi­ nallerinde sık sık beraber oluyorduk. İşte Wembley’de bir maçı yan yana seyrederken, devre arasında kalk- tık, dışarı çıktık... Ayıbı yok, “w c”ye gittik. Boş bir pisuarda ihtiyaç molasını değerlendirdiğim sırada... O anda hiç yanımdakilere bakmam... Bakılması âdet de değildir zaten... Ama sanki şeytan dürttü. Başımı çevirmemle... O da ne? Olamaz!.. Olamaz!.. Sadece biz değil, Dünya Kupası’m izleyen tüm medya men­ suplarının aradığı adam... Puşkaş... Yanımda... O da lıenim gibi... Çiş’liyor işte!.. İlk şaşkınlığımı atınca, he­ men lafı atıverdim: “Sizinle 1954’de İsviçre’de kamp­ la tanışmıştık. Sonra İstanbul’a geldiğinizde, 1956’da, ziyafette epey birlikte oturmuş, konuşmuştuk. Ben Türk spor spikeri ve yazarıyım...” M acar futbolunun büyük yıldızı Puşkaş ülkesinden ayrılmıştı; hatta İspanyol uyruğuna geçerek, 1962 Dün­ ya kupasında İspanya Milli Takımı’nda bile oynamış­ tı. Şimdi ise Londra’ya geldiği duyulunca bütün gaze­ teciler, radyocular, televizyoncular onu aramaya baş­ lamışlardı. Biz konuşurken birden öteki pisuardan, hem de Türkçe bir ses duymaz mıyım? Puşkaş’a rast­ layınca, oraya beraber yürüdüğümüz Şükrü Gülesin’i ıınutuvermiştim... Şükrü de kendine özgü bir tatlı gü­ lüşüyle “Pes be Halit” diyordu, “Gidip Organizasyon Komitesi’ne bildireceğim, Dünya basın tarihinde her­ kesin arayıp da bulamadığı adamı helada sıkıştırıp rö­ portaj yaptığını... Ve sana büyük ödül verilmesini is­ teyeceğim... Oğlum, dünya basınını böyle atlatan bir kişi daha çıkarsa, otuz iki dişimi kırarım v alla...” 6. Dünya Kupası’nda “yedek Pele” ile konuşmam­ dan sonra, 8. Dünya Kupası’nda da böyle uygunsuz

173 bir yerde Puşkaş’ı sıkıştırıp konuşmak... Sonrasında da koskoca final maçım koskoca Türkiye’ye telefonla anlatmak!!! Doğrusu, bu Dünya Kupaları bana çok uğurlu geliyordu. Sonraki finallere gittiğimde de mes­ lek şansım böyle gülecek miydi? Bekleyin bakalım... Yani... Okumaya devam edin bakalım... Belki olur bir şeyler...

Müthiş bir final... Garip bir gol...

Şimdi bizim o maçı nasıl anlattığımızı unutalım da, 1966’mn o büyük finalinin nasıl geçtiğini hatırlayalım. Dünya Kupası tarihinin en çok tartışılacak finalinin... İsviçreli hakem Dienst’in yönettiği karşılaşmada İngil­ tere 4-3-3 düzeniyle oynuyordu: Banks - Cohen, Jackie Charlton, Bobby Moore, Wilson - Stiles, Bobby Charlton, Martin Peters - Alan Ball, Hurst, Hunt Batı Almanya ise 4-2-4 düzenindeydi: Tilkowski - Höttges, Schulz, Weber, Schnellinger - Beckenbauer, Overath - Haller, Uwe Seeler, Held, Emmerich İlginçtir: 1950’den bu yana Dünya Kupalarında ilk golü atan finalist şampiyon olamamıştı. Ve şimdi, 1966 finalinde de Almanya Haller’in golüyle 1-0 öne geçince, eskiyi anımsayanlar “Kupa Almanya’dan git­ ti” dediler. Gerçekten öyle oldu. “İlk golü atan kaybe­ der” kuralı bir kez daha işledi. 12. dakikada öne ge­ çen Almanlar, 17. dakikada Hurst’un kafa golüyle 1-1 duruma düşmüşlerdi. Bu, aynı zamanda ilk yarının sonucuydu. İkinci yarıda Martin Peters, İngiltere’yi 2-1 galibiyete yükseltti ve şampiyonluğa yaklaştırdı. İler­ leyen dakikalar gol getirmeyince, Wembley tribünleri

174 “ İngiltere şampiyon” diye bayram yapmaya başlamış­ tı. İşte bir dakika vardı... Sadece altmış saniye... Belki daha az. Hakemin düdüğü: Frikik... Emmerich hırsla vuruyor. Ana baba günü kale önü... Weber uzanıyor... Zorla yetişiyor topa... Dokunuyor... Ve... Gol... Da­ kika doksan: Durum 2-2... Uzatılıyor oyun. Yani iki saatlik bir maç... Bir açıp bir kapayan hava... Bir yağ­ mur... Bir güneş... Tıpkı oyun gibi... Bir ona gülüyor, bir buna... Nihayet tarihe geçen 101. dakika geliyor: Hurst yakaladığı topu kaleye gönderiyor, nefis şutla giden top direğin üstüne çarpıyor, ordan yere düşüyor. Weber koşup yetişiyor, kafayla kornere çeliyor ama... İsviçreli hakem Dienst duraklıyor. Sovyet yan hakemi Bayramof’a bakıyor. Yan hakem bayrağıyla ortayı gösteriyor: “Gol!” Top kaleye girdi mi, girmedi mi? Flakeme ve yan hakeme göre, girdi. Almanlara göre girmedi... Hakemin dediği dedik futbolda. Durum 3-2 şimdi... Almanlar bitiyor bu golle... O kadar ki, Hurst dördüncü golü atmaya giderken pek engelleyen çıkmı­ yor: 4-2... İngiltere galip. İngiltere şampiyon... Hurst de bir finalde tek başına üç gol atan yıldız... İngilizlere sorarsanız, yarım saatlik uzatma bile ge­ reksizdi. 90. dakikadaki beraberlik golünden önce top Schnellinger’in elinden gelmişti. Yani “2-1 kazanmış­ tık zaten biz” demeye getiriyorlar. Almanlara ise hiç sormayın! Kırk yıl sonra da, kırk bin yıl sonra da sor­ sanız, “Gol değildi. Yanlış gören Sovyet yan hakemle zayıf İsviçreli hakem yıktı bizi” diyecekler de başka şey demeyeceklerdi. Kısaca atı olan Üsküdar’a, kupa­ yı alan adaya geçmişti 1966’da... Futbolun beşiği olan adadaydı Dünya Kupası... Tabii dört yıl sonraya kadar. Bana sorarsanız... Tribünden görebildiğim kadarıy­

175 la “Top çizgiyi geçmişti. Mükemmel goldü” diyeme­ yeceğim. Ama o uzaklıktan koca Wembley Stadı’nda “Hayır, hayır!.. Asla gol değildi. Top kesinlikle çizgiyi geçmemişti” de diyemeyeceğim... Daha sonradan o golü defalarca Tv’de de gördüğüm halde... Eğer yüzde isterseniz... Yüzde kırk dokuz goldü... Yüzde elli bir değil!..

Herkesin hayranlıkla seyrettiği bu kupa ertesi gün yok olacak, sonra...

Halit Kıvanç, Portekiz’in yıldızı Eusebio ile. Gol mii, değil mi?.. 1966’da Alman kalesindeki olay! Hakeme göre: Gol!

Yalnız Alm atılara g öre d eğ il... Pek çok tarafsız seyirciye göre de: G ol değil! Çünkü top kale çizgisini geçmemişti. Kıvanç, Londra’da Ingiliz menajeri A lf Ramsey’le.

Arjantin kaptanı Rattin’in oyundan atılması, 1966’nın bombalarından.

9. Dünya Kupası 197O MEKSİKA

IX football world championship may 31 - june 21 9, Dünya Kupası’nın ev sahipliğini Meksika üstlenir­ ken, aslan şeklindeki İngiliz maskotu “Willie” de gö­ revini “Juanito”ya devrediyordu. M eksika’nın sıcağım ve yüksekliğini hesaplayan Avrupalılar o bölgede ha­ zırlık maçları oynarken, İngilizler de Kolombiya’ya git­ mişti. İşte Bogota’dan M exico City’ye gelecekleri gün, ünlü kaptanları Bobby M oore tutuklanıverdi. Dört yıl önce Dünya Kupası’m kucaklamış büyük kaptan, şimdi mücevher hırsızlığı sanığıydı. Saygın ve de çok zengin M oore, böyle bir şey yapmazdı. Yapmadığı da anlaşıldı. Üç gün sonra serbest bırakıldı. Kupa öncesi Ingilizlerin moralini bozan bu olayın ise, dört yıl önce menajer Ramsey’in Latin Amerikalılara “hayvanlar” elemesinin intikamı olduğu söylendi durdu. On altı finalist arasında biz gene yoktuk. Elemeler­ de “averaj takımı” olmuştuk. Aynı gruba düştüğümüz Sovyetler Birliği’ne 3-0 ve 3-1, Kuzey İrlanda’ya da 4-1 ve 3-0 yenilmiştik. Yani elemeleri puansız bitiren dört lakımdan biriydik. Yediğimiz on üç gole sadece iki gol­ le karşılık verebilmiştik. 9. Dünya Kupası, 31 Mayıs 1970 günü Mexico City’ ııiıı yüz on bin kişilik Azteca Stadı’nda görkemli bir açılış töreniyle başladı. Bir renk cennetini andıran stad- dflki ilk maç, tam öğle sıcağına konmuştu. Saat farkı nedeniyle Avrupalılarm Tv’de maçları izlemesi sağlan­

185 sın diye, M eksika’da futbolcular bu çileyi çekecekti. 1. Grupta ilk maçta bir yandan yenilme çekingenliği, öte yandan aşırı sıcak, güzel futbola ve de gole imkân ver­ medi. Ancak açılışta 0-0 berabere kalan ev sahibi Mek­ sika ve Sovyetler Birliği, sonraki maçlarında başarı gösterip tur atladılar. Belçika ile Salvador elendi. Oysa Salvador, bu finallere bir savaş pahasına gelmişti. Ele­ me maçındaki bir olay yüzünden Salvador’la Hondu­ ras arasında yüz saatlik savaş çıkmış, tarih kitapları “futbol yüzünden savaş” diye bir bölüm ayırmak du­ rumunda kalmıştı. 2. Grup maçları büyük heyecanla bekleniyordu. Çünkü bu grupta İtalya vardı ve İtalyanlar “Beyaz Pe- le” adını taktıkları Riva’nın ne harikalar yaratacağını aylardır dünyaya ilan ediyorlardı. Meksika’ya indiği­ mizde İtalyan kampına bin bir güçlükle girmiş, Ri- va’yla ise milyon, milyar, katrilyon güçlükle görüşe- bilmiştik. İriyarı iki koruması, İtalyan futbolcuyla ko­ nuşurken bile yanına sokulmamıza engel oluyorlardı. Çünkü, “kampa gazeteci kimliğiyle gelen biri, Ri- va’nm ayağına basıp onu sakatlayabilir” dedikodusu yayılmıştı. Ne var ki Riva’nın değil, on bir kişilik İtal­ yan takımının üç maçta sadece bir gol attığını göre­ cektik. İki maçını 0-0 berabere bitiren İtalya, İsveç ka­ lesinin koltuğu altından kaçırdığı top sayesinde kazan­ dığı tek golle çeyrek finale yükselebilecekti. İsrail’in de bulunduğu 1. Grubun turu geçen öteki takımı, Uruguay olacaktı. 3. Grupta, Kupanın son sahibi İngiltere ile Kupayı üçüncü kez kazanarak ebediyen müzesine götürme az­ mindeki Brezilya vardı. Çekoslovakya ile Romanya iyi futbol oynayan takımlardı ama, iddialı öteki iki takı­ mın yanında “figüran” olmaktan öteye geçemediler.

186 Bu gruptaki İngiltere - Brezilya karşılaşması ise, 1970 finallerinin en güzel maçlarından biri oldu. Şim­ di isterseniz, bu maça gitmeden önce, İstanbul’dan kalkıp hele bir Atlantiği geçelim. Hele bir Meksika’ya varalım. O müthiş yüksek, müthiş sıcak ülkeye ayak bastığımızda bizi kucaklayan sıcak insan, sevgiyle an­ dığımız Hüseyin ağabeyden ilk öğütleri alalım. “Hüse­ yin Ağabey” dediğim milli güreşçilerimizdendi. Min­ derlerde Türkiye’mize şampiyonluk getiren büyük sporcularımızdan... Daha sonra antrenör olarak yurt- içinde ve yurtdışmda çalışmış, son durağı Meksika ol­ muştu. Esas görevi, Meksika Büyük Elçiliği’mizdeydi. Biz, doğrusu epeyce kalabalık bir basın ordusuyduk. Hüseyin Erkmen’in öğütleri çok önemliydi: “Bakın, arkadaşlar... Çok ama çok dikkat edin... Burası çok yüksek bir ülkedir... İnsanı çarpar. Tansiyonunuz altüst olur. Yatağa düşersiniz. İki-üç gün gıdanıza dikkat edin. Sonra sokakta adres soranlara, bir şeyler ister gibi ya­ naşanlara da dikkatli olun. İlaçlı pamuk koklatıp ba­ yıltırlar ve soyarlar.” Meksika’da bizim “basın takımı”nda kimler yoktu ki... Biz, Necmi Tanyolaç, Metin Oktay ve Mehmet Biber’le dördümüz Tercüman ekibiydik. Ben ayrıca Türkiye radyolarına telefonla günlük kısa özetler veri­ yordum. Doğan Koloğlu, Togay Bayatlı, Gündüz Kı­ lıç, Çetin Özcan, Hüseyin Kırcalı, Tahsin Öztin, Or­ han Aldinç, Çetin Özcan ve M eksika’da Dünya Kupa- sı’nı birlikte izlediğimiz spor yazarı arkadaşlarımızdı. Antrenör , Fenerbahçeli yönetici Eşref Ay­ dın da bizimle birlikteydi. Meksika zenginlikle fakirliğin, milyonerlikle sefa­ letin yan yana, koyun koyuna yaşadığı Orta Amerika ülkelerinden biriydi. Ne var ki, Dünya Kupası, ya da

187 kendi deyimleriyle “Meksika 70” onlara tüm sıkıntıla­ rı unutturmuştu sanki. Evde ses çıkaran ne varsa, ta­ bak, çatal, bıçak, bardak, alıyorlar, sokaklara fırlıyor­ lar ve onları birbirine vurup ses çıkararak, heyecanla bağırıyorlardı. “Mehiko Brazil... Mehiko BraziE’di çoğu kez sloganları... Meksika ile birlikte Brezilya’nın da başarısını istiyorlardı. Otomobiller de bu gece ge­ çitlerine katılıyordu. Arabaların altı üstü, içi dışı her yanı insanla doluydu. Trafik filan durmuştu. Hele maç akşamları... Organizasyon pekâlâ iyi sayılırdı. Meksika pembesi giysileriyle hostesler ve erkek görev­ liler, ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyor­ lardı. Henüz televizyonun deneme döneminde olduğu­ muz için, radyo yayınlarıyla yetinecektik. Fakat o ko­ nuda da herhangi bir girişim yapılmamıştı. İşte, beni aradıklarında, günlük özetleri ve ilginç notları içeren bir konuşma sunuyordum telefonla... Tabii büyük sa­ at farkı nedeniyle bu yayınların bir kısmı, güncelliğini yitirdikten sonra duyuluyordu. Bu arada, Guadalaja­ ra’daki Brezilya - İngiltere maçının radyodan naklen yayını için hazırlıkların tamamlandığını bildirdiler. Ben de sevindim. Kendi hazırlıklarımı yaptım. Guada­ lajara, Mexico City’den hayli uzak bir şehirdi. Uçakla gittik. Fakat şehirde tüm oteller doluydu. Allahtan ba­ zı aileler evlerini pansiyon olarak kiralıyordu. Biz de böyle bir ev bulduk. İspanyolcadan başka dil bilmeyen ev sahiplerimiz çok cana yakın insanlardı. Sabah pişi­ rip kahvaltı soframıza koydukları kocaman bifteklere filan para istemediler. “Yabancı konuğa ikram” oldu­ ğunu söylediler. Nasıl mı söylediler? Bir yandan söz­ lükle İspanyolcayı sökmeye başlamıştık. Bir de “Türk turistler” diye merakla mahalleden koşup gelen, İngi­

188 lizce bilen komşularımız vardı Guadalajara’da... Bir ara baktık: Metin Oktay ortada yok. Çıkmış, sokakta mahallenin çocuklarıyla çift kale futbol oynamıyor mu? Meksikalı çocuklar, Metin’in nefis şutlarını sey­ retmiyor mu? Tabii Metin’in çalımlarına, vuruşlarına hayran kalmışlar. Bir samimiyet ki, sormayın!.. Guadalajara’daki maç gerçekten harika oldu. Bre­ zilya da, İngiltere de güçlerini sonuna kadar harcadı­ lar. Üstelik karşılaşma, Avrupa’ya televizyon naklen yayınları hesaplandığı için saat L2.00’da, evet tam öğ­ le sıcağında, kırk derece sıcakta oynandığı halde... Ja- irzinho’nun şahane golüyle Brezilya İngiltere’yi 1-0 ye­ nince, Meksika’da yer yerinde oynadı. Koca ülke uyu­ madı sabaha kadar. Guadalajara’da otomobiller, her yanı insan dolu şehirde dolaştı durdu. Tabii klaksonlar çalarak... Ve herkes ne bulduysa onları birbirine vu­ rup ses çıkararak...

Ben anlattım... Ben dinledim...

Guadalajara’daki bu Brezilya - İngiltere karşılaşma­ sı, spikerlik yaşantımda özene bezene anlattığım maç­ lardandı. Oyunun da golün de hakkım vermiştim. Du­ rup dururken kendimi övüyor muyum? Ne yapayım, mecburum. Çünkü o maçımı dinlemediniz. Siz değil, hiç kimse dinlemedi. Oysa ben anlattım anlatmasına... Gece Mexico City’ye dönüşte, otelde öğrenmiştim acı gerçeği. Ankara’dan “M aç kaç kaç?..” diye soruyor­ lardı. Meksika ile Amerika Birleşik Devletleri arasın­ da, bir teknik anlaşmazlık nedeniyle hattı kesmişler. Ankara “Hat hazır” demiş, ben konuşmaya başlamış­ tım. Fakat sonrasında? Anlayacağınız, kırk beşer da­ kikadan iki devre, doksan dakika... On beş dakika da

189 iki yarının arası... Etti yüz beş... M aç sonunda da beş dakika... Yuvarlak hesap, yüz on dakika... Tam yüz on dakika boşu boşuna konuşmuştum. Kendi kendime anlatmıştım maçı... Ya da yüksek sesle seyretmiştim.

Arkadaşım Pele...

Brezilya’nın İngiltere’yi yendiği günün ertesinde Brezil­ ya kampındaydık. Daha dış kapıdan geçmek, büyük sorundu. Epey dil döktük. Ne kadar uzaktan geldiği­ mizi söyledik. Pele’nin çoook eski arkadaşımız olduğu­ nu belirttik. Sonunda basın ve halkla ilişkiler yetkilisi olan Brezilyalıyı çağırdılar. Çok nazik bir insandı. Kendisine 1958’deki Stockholm anısını söyledim ve Pele ile o gün çekilen fotoğrafı gösterdim. Pele’ye Tür­ kiye’den bazı armağanlar getirdiğimizi, onları vermek istediğimizi bildirdim. Biraz beklememizi rica etti. Bek­ ledik. Sonra geldi basın ve halkla ilişkiler görevlisi... “Aynı gün saat 15.00 için randevu” verdi. Saat 15.00’i iple çektik. Nihayet randevu dakikamız geldiğinde Necmi Tanyolaç, Metin Oktay, Mehmet Biber, dördü­ müz tekrar Brezilya kampındaydık. Kapıda hepimiz­ den hirer fotoğraf aldılar. Röportaj süresi için geçerli birer kimlik verdiler. Girdik. Çok geçmeden Pele, milli takımın iki yetkilisiyle yanımıza geldi. Gayet kibar, eli­ ni uzattı “Türkiye’den gelmiş ve kendisini ziyaret et­ miş olduğumuz için” teşekkür etti. O zaman çantam­ dan meşhur fotoğrafı çıkarıp uzattım. Önce bir baktı, sonra eğildi, daha dikkatle baktı. Sevinçle, “Harika” dedi, “benim yedekliğim döneminde çekilmiş o kadar az resmim var ki!.. Bunu alabilir miyim?” Kendisine ge­ tirdiğimi söyledim. Ayrıca, Türkiye’deki Pele hayranla­ rı adına “daha güzel goller atması” dileğiyle bir kılıç

190 hediye ettik. Turistik eşya mağazalarında satılan, üstü taşlı küçük kılıçlardan biriydi bu... “Tarih boyunca Türk askerlerine uğur getirmiştir bu kılıçlar... Kaleleri zaptederken... Sizin de futbol sahalarındaki kaleleri teslim almanızda yardımcı olsun” diyen şakamı teşek­ kürle karşıladı Pele... Necmi Tanyolaç, gazeteleri gös­ terdi. Spor sayfalarımızda Pele’ye, Brezilya’ya ait yazı­ ları, fotoğrafları, karikatürleri... Çok ilgilendi. Meh­ met Biber boyuna fotoğraf çekiyordu. Aynı anda Pe- le’nin çağırmasıyla Brezilya televizyonu kameramanları da etrafımızı çevirmişti. Konuşmalarımızı sürekli filme alıyorlardı. İlk tanıştığımızda hiçbir yabancı dil bilme­ yen Pele, on iki yıl sonra İngilizce konuşuyordu gayet iyi...

İki kral karşı karşıya...

Sıra, Metin Oktay’ın takdimine gelmişti. Türkiye’nin yıllarca gol kralı olduğunu, futbolu bıraktıktan sonra şimdi spor yazarlığına başladığını söyledik. Pele, Me- tin’in “Gol Kralı”, eski bir futbol yıldızı olduğunu öğ­ renince, inanılmaz derecede yakın ilgi gösterdi. Bu sı­ rada Türk gazetecilerden Doğan Koloğlu da kampa girmeyi başarmıştı. Fakat bizim Pele ile röportaj yap­ tığımızı görünce, “Bu özel bir olay. Rahatsız etmeye­ yim” diye yanımıza gelmemişti. Örnek bir gazetecilik anlayışı, bir gazetecilik namusu ve bir efendilik örne­ ğiydi Doğan Koloğlu’nun davranışı... Israr ettik, ya­ nımıza çağırdık. Epey sonra güzel bir rastlantıyla öğ­ renecektim ki, o gün Brezilya televizyonunun çektiği görüntüler, Brezilya’da kaç kez gösterilmiş... Rio de Janeiro’da görevli bir Dışişleri mensubu da bana o ya­ yını seyrettiğinden söz etmişti. Pele, yedekken yabancı

191 gazetecilerin kendisine pek yüz vermediğini esprili bir dille anlatmış, ama bir Türk spikerinin kendisiyle-uzun uzun konuştuğunu söyleyerek “İşte o gün beraber çek­ tirdiğimiz fotoğrafı da, on iki yıl sonra bana getirdi” diye eklemiş...

Meksika’da Zeki Müren konseri...

Meksika deyince... İlginç bir anı daha... Hem de gü­ zeller güzeli bir anı... Dünyanın öbür ucunda, dışarda sokakları seller gö­ türürken, mum ışığında, nefis bir romantik atmosfer­ de, sanatımızın gerçek güneşi, şimdi özlemle saygıyla andığımız Zeki Miiren’in konserini dinlemenin güzelli­ ği bu... Ta Meksika’da... Bir evde... Evet, 1970’de... Gönüllü bir konserdi bu... Hüseyin Erkmen ağabey, evinde bir “Türk gecesi” düzenlemişti. Büyükelçi, baş­ konsolos ve öteki görevlilerin yanı sıra, Beden Terbiye­ si Genel Müdürü Ulvi Yenal, Futbol Federasyonu Baş­ kanı Haşan Polat, Tahsin Öztin, Doğan Koloğlu, Nec­ ini Tanyolaç, Togay Bayatlı, Metin Oktay, Çetin Öz- can, Orhan Aldinç hep beraberdik. Dışarda nasıl bir sağanak vardı, anlatılmaz. Şimşek­ ler sanki non-stop çakıyordu. Yıldırımlar düşüyordu her yana... Yağmur bardaklardan filan değil, damaca­ nalardan boşanıyordu. O sırada birden elektrikler de sönmez mi? Mumlar yakıldı derhal... Bir turistik gezi vesilesiyle M eksika’ya uğramış olan Zeki Vfüren de, gecenin konukları arasındaydı. İşte o elektriklerin sön­ düğü ve mumların yakıldığı anda, yabancı bir diyar­ da, hem de anavatandan kilometrelerce uzakta, öyle­ sine duygulanmıştı ki Zeki Müren... Hemen söyleme­ ye başladı: “İnleyen nağmeler...”

192 On beş yıl önce Türkiye’den Meksika’ya gelmiş iki Musevi ailesi vardı salonda... Baktık, ağlıyorlardı. Zeki M üren, inleyen nağmeleriyle Türkiye’yi getirmişti on­ lara...

Bir futbol cinayeti!..

Dönelim gene maçlara... Nerde kalmıştık? 4. Grupta... Bu grupta yer alan Bulgaristan ve Fas, tur atlayacak başarı gösterememişti. Federal Almanya güçlü takı­ mıyla zaten favoriler arasındaydı, çeyrek finale yüksel­ di. Bir de Brezilyalı dostumuz Didi’nin çalıştırdığı Pe­ ru, güzel futboluyla tur atlamıştı. 9. Dünya Kupası’nın çeyrek finalleri, Uruguay’la Sovyetler Birliği’ni, İtalya ile Meksika’yı, Brezilya ile Peru ve Batı Almanya ile İngiltere’yi karşı karşıya ge­ tiriyordu. Ancak üstün maçlar bir yana, Alman - İn­ giliz karşılaşması, herkesin ilgisini çekiyordu. Çünkü I 970’deki bu maç, 1966’nın rövanşı olacaktı. Alman­ lar haksız bir golle sonucun değiştiğini, kaleye girme­ yen topu hakemin gol saydığını dört yıl boyunca tek­ rarlayıp durmuşlardı. Şimdi çeyrek finalde müthiş bir mücadele seyrede­ cektik. Almanlar İngilizlerle kozlarını paylaşacaktı. Ama Uruguay’la Sovyetler Birliği arasındaki maçta olan korkunç hakem hatası, hem karşılaşmanın sonu­ cunu değiştiriyor, hem de çeyrek finalistlerden birinin kaderiyle oynuyordu. Sovyetler Uruguay’la oynuyor, iki tarafın tüm çabasına karşın, 0-0’lık beraberlik bo­ zulmuyordu. Ruslar daha baskılıydı, fakat onlar da kale önünde etkili olamıyordu. Karşılaşmanın golsüz biteceği sanılırken, bir Uruguaylı futbolcu topu aldı, sürmeye başladı. Ne var ki, topu yakaladığı anda çizgi­

193 deydi. Aut çizgisinde...Topu stop ederken çizgiden çı­ kardı. Yani oyun alanı dışına çıktı top... Yan hakem oralı olmayınca, hakem de uzakta bulunduğu için gör­ meyince, Uruguaylı fırsat bildi, topu sürmeye devam etti. Ancak çizginin dışından, yani auttan sürüyordu gene... On binlerce gözün gördüğü bu gerçeği, Hol­ landalI hakem Ravens görmüyordu. Uruguaylı futbol­ cunun ortaya yolladığı top, gidip gidip de Sovyet kale­ sine girmedi mi! Herkes, hakemin aut atışı için işareti­ ni beklerken, Hollandalı Ravens ortayı gösteriverdi. “Gol” diyordu hakem... Dışardan getirilen bir topla “gol!..” Futbol dünyasının otoritelerinin çoğu Meksi­ ka’daydı. Olay büyük yankı uyandırdı. Hele maçın fil­ mini seyrettiklerinde... Topun dışardan çevrildiği o ka­ dar açıktı ki... Ne çare, Sovyetler Birliği o haksız golle 1-0 yenilmiş ve elenmişti. Hakem kınanırken, Sovyet­ ler takımı futbolcularının büyük centilmenlikle başları önlerinde sahadan çıkışları da takdir edilmişti. Hiçbir anormal davranış yapmamış, herhangi bir olay çıkar­ mamışlardı. Efendilikten söz edince... Meksika’da terbiyesiyle, zarafetiyle halkın gönlünü kazanan takım Peru idi... Daha sonra Türkiye’ye gelen ve Fenerbahçe’yi çalıştı­ ran Brezilyalı ünlü yıldız Didi’nin hazırladığı Peru ta­ kımı, hem futbol olarak güzellikler göstermiş, hem de en centilmen bir takım olarak alkış toplamıştı. İşte çeyrek finalin ikinci ayağında bu Peru takımı “favori” Brezilya ile karşı karşıya geliyordu. Guadala- jara’daki maçta Brezilyalılar ustalıklarını rahatça orta­ ya koydular. Rivellino ve Tostao’nun gollerine Perulu­ lar karşılık vermeye çalışırken, Tostao bir yenisini kay­ detmişti gollerin... 1-0, 2-0, 2-1, 3-1 derken... 3-2... Ve Jairzinho ile 4-2... Maçın sonucuydu bu... Peru

194 kaybetmişti ama, hem mücadele gücü hem de sergile­ diği futbolla alkışlanmıştı. Brezilya ise, artık herkesin favorisi olarak parlıyordu. Peru, turnuvanın en centil­ men takımıydı da. Ev sahibi Meksikalıların coşkunluğu, Toluca’da so­ na erdi. Grup maçlarında gol kısırlığı çeken İtalya kar­ şısında Meksikalılar pekâlâ mutluydu. Ancak oyun başladıktan sonra görüldü ki, bu İtalya ilk turdaki İtal­ ya değildi. Hele Riva... 1-1’lik ilk yarıdan sonra Ri- va’nın şahlanışıyla İtalya 4-1’e gidiverdi. Yarı final hakkı İtalyanlarındı. Meksika ise, iyi ev sahipliği, başa­ rılı organizasyon yanında, çeyrek finalde oynamakla da gururlanabilirdi.

Dört yıl öncenin rövanşı mıf

1970 Dünya Kupası deyince akla gelen maçların ba­ şında, Batı Almanya - İngiltere çeyrek finali vardı. Ger­ çekten futbol tarihinin unutulmayacak karşılaşmala­ rından biriydi bu m aç... Dört yıl önce Wembley’de İn- gilizlerin 4-2 kazandığı maçın bir anlamdaki rövanşın­ da, Leon kentinin gene kırk derecenin üstündeki sıcağı iki Avrupalıyı bekliyordu. Ancak İngiltere maça çıkar­ ken pek de mutlu değildi. Sakatlanan Banks yoktu ka­ lede... Ve Bonetti’ye görev verilmişti bu büyük maç­ ta... Fakat oyuna öyle hızlı girdi ki İngiliz takımı, Al­ manlar Bonetti’nin yanına bile sokulamadılar bir sü­ re... Yüz altıncı milli maçım oynayarak Billy Wright’ın yüz beş milli maçlık dünya rekorunu kıran Bobby Charlton, bu unvana ne denli layık olduğunu kamtlar- casına harika bir futbol oynuyor, takımın beyni olarak alanları düzenliyor, savunmayı dengeliyordu. Şu on birlerle oynuyordu taraflar:

195 İNGİLTERE: Bonetti - Newton, Labone, Bobby Mo­ ore, Cooper - Ball, Bobby Charlton, Mullery - Mar­ tin Peters, Lee, Hurst B. A lm an y a: Maier - Vogts, Schnellinger, Fichtel, Höttges - Beckenbauer, Overath - Libuda, Uwe See- ler, Müller, Löhr Meksika’nın çeşitli kentlerine yayılan Dünya Ku­ pası heyecanı içinde, “turnuvanın en iyileri” olduğun­ da herkesin birleştiği iki futbolcu vardı. Federal Al­ manya’nın iki yıldızı, Beckenbauer ile Overath... Bec- kenbauer’in yıldızlaşması, beklenmeyen bir olay değil­ di. Fakat Overath çokları için sürpriz olmuştu. Alman orta alanında tükenmeyen bir dinamo gibi çalışan, en­ fes paslar veren, golleri hazırlayan Overath, Meksika ile birlikte daima hatırlanan yıldız olacaktı. Almanların dört yıldır beklediği rövanş gelip çat­ mıştı. Leon kentinde kırk iki derecede sıcakta oynanan maça bizim yetişmemiz de tam bir serüven olmuştu. Güzel güzel uçak biletlerimizi almış, rezervasyonumu­ zu yaptırmış, rahat rahat uyumuştuk. Otel resepsiyo­ nuna, saat kaçta uyandırılmamız gerektiğini not etti­ rerek... Sabah kalktığımızda ise, uçağın bir saat önce havalanmış olduğunu acı acı düşünüyorduk. Otel re­ sepsiyonu bizi uyandırmayı unutmuştu. O hızla ve hırsla indik aşağı... Şimdi ne olacaktı? Biraz tartışma­ dan sonra otel müdürü kabahati üstleniyor ve çağırdı­ ğı bir taksi ile bizi Leon’a yolluyordu. Uçakla yarım saatte gideceğimiz yere arabayla beş-altı saatte ancak ulaşabilmiştik. Ve stada girdiğimizde maç başlamak üzereydi. İngiliz kalesinde sakatlanan Banks’m yerinde Bo­ netti vardı. Maçın ilginç yanı, Billy Wright’in “en çok milli olma rekoru”nun kırılışıydı. Wright yüz beş kez

196 milli olmuştu. Bugün ise Bobby Charlton yüz altıncı kez İngiliz Milli Takımı’nda yer alıyordu. O sıcağa kar­ şın, enfes bir oyun başlamıştı. İngilizler daha üstün görünüyordu. Ve goller de bu üstünlüğün ifadesi oldu. İki İngiliz golü peş peşe Alman kalesinde, ağlardaydı. Menajer Alf Ramsey, 2-0’la her şeyin bittiğine inanı­ yor ve takımda değişiklik yapıyordu. İnanılmayacak hataydı bu!.. Takımın beyni, yüz altıncı milli maçını oynamanın üstün morali içindeki Bobby Charlton’u çıkarıyordu Ramsey... “Bu maçı nasılsa aldık. Gele­ cek zorlu oyunlar için Bobby’yi saklayayım” diye dü­ şünmüş olacaktı. İyi ama 2 -0 ’la bitmiş miydi her şey? Gerçekten bitmiş miydi? Beckenbauer “Hayır!” diyor­ du buna. Ve şahane bir şutla topu ağlara göndererek durumu 2-1 yapıyordu. Tek fark, Almanlar için ümit ışığıydı. Bu arada Ramsey, ikinci büyük hatasını dün­ ya futbolunun önüne sermekle meşguldü: Martin Pe- ters’i çıkarıyordu. Peters de takımın ikinci golünü at­ mış, en iyilerden biri olarak parlıyordu. İkinci değişik­ lik, ikinci hata, İngiliz kalesine ikinci Alman golünü getirecek ve doksan dakikalık normal süre, tıpkı dört yıl önce Wembley’deki gibi 2-2 kapanacaktı. Uzatma­ da da Löhr’ün getirip ortaladığı topa Müller’in kon­ durduğu tarihi vole, 3-2’lik sürpriz galibiyeti sağlaya­ cak, Almanlar, Londra 4-2’siııin intikamını acı bir şe­ kilde almış olacaktı. Bu maç, “2-0’a bile güvenilmez” gerçeğini futbol dünyasına bir kez daha ilan etmişti. Ama dünyanın her yanında gene pek çok maçta 2-0 öne geçince, “Ta­ mam kazandık” sanan nice takımlar, nice futbolcular, nice teknik direktörler görülecekti. Onlar da İngiltere gibi, Ramsey gibi 2-0’m nasıl 3-2’ye dönüştüğünü hay­ retle göreceklerdi. Gelişigüzel oyuncu değiştirilemez­

197 di. Morali yüksek bir takımı bozmak, ayrı bir hatay­ dı. Alman teknik direktörü Helmut Schön ise, meslek­ taşı Ramsey’in hatalarını görmezlikten geliyor, takı­ mının dört yıl öncenin kamçılamasıyla maçı kazandı­ ğım öne sürüyordu. Çeyrek finaller geride kalırken, gözler yarı finaldeki iki ilginç maça çevriliyordu. İngiltere’yi alteden Batı Almanya, şimdi de İtalya ile kozunu paylaşacaktı. Öte yandan da, adeta yirmi yıl öncesinin rövanşı yaşana­ caktı. Brezilya ile Uruguay, 1950 yılındaki final müca­ delesindeki gibi, 1970’de de gene karşı karşıya idi. Federal Almanya - İtalya maçı sahiden bir maraton gibiydi. Hızıyla, heyecanıyla ve golleriyle, İngiltere ma­ çından üstün moralle çıkmış Almanlar bir yanda, iddi­ alı ve canlı İtalyanlar öte yanda, nefis bir maç seyret- tirmişlerdi. Maçın şanssız adamı, Beckenbauer’di. Al­ man yıldızı daha başlarda kolundan sakatlanmış, fa­ kat kolu askıda, doksan dakikayı tamamlamıştı. Hem de aynı harika futbolunu sürdürerek... Hızlı oynatılan film gibiydi İtalya - Almanya mü­ cadelesi... 1-0 İtalya önde... Sonra 1-1... Doksan da­ kikada başka gol yok!.. En güzeli ikisinin de... Otuz dakikaya sığan beş şahane gol... 2-1 Almanlar önde şimdi... Sonra 2-2... Riva sahnede: 3-2 İtalya galip... Hayır, “Kral benim” diyen Miiller’le: 3-3... Ve niha­ yet İtalyanlarda bir değişiklik. Eski as Rivera giriyor oyuna... Daha ısınmaya fırsat bulamadan top Rive- ra’ya geliyor. Vuruyor. Gol!.. 4-3, maçın sonucu... İtal­ ya galip... İtalya finalde... Federal Almanya, sakat Beckenbauer’inden yoksun, ama “dinamo” Overath’ıyla bir nefis üçüncülük maçı oynayacak, Uruguay’ı 1-0 yenerek “Dünya üçüncüsü” olacaktı bundan sonra...

198 Dünya çapında bir teknik direktörüm...

1970’de Mexico City’de bir ilginç maç daha oldu. Fa­ kat dünya basınında pek az yer aldı. Yazarlar da öyle büyütmedi haberi. Belki de kıskandıkları için. Şaka bir yana, bu tür uluslararası organizasyonlar­ da bir de basın maçı yapılması âdettir. Bazen radyocu­ lar, televizyoncular bir takım kurar, o ülkenin emekli millileriyle çarpışır. Meksika’da da basın ilan tahta­ sında böyle bir maç duyuruluyordu: “Latin Amerika - Avrupa basın karmaları maçında oynayacaklar, adla­ rını İsviçreli spor yazarı Rosselet’e yazdırsınlar.” Ben gittim İsviçreli meslektaşa... Bizde oynayacak yıldızlar olduğunu söyledim. Rosselet, “Peki, siz bana yardım eder misiniz? Bu işte tek başımayım. Yetişemi­ yorum” dedi. Böylece 1970 Meksika Dünya Kupası Avrupa Basın Karması Teknik Komite üyesi oldum. İlerde daha da büyüyecek, 1978’de Bobby Charlton ve Billy Wright’la birlikte “Üçlü Teknik Komite”yi oluşturacak, hatta Teknik Komite adına Teknik Di­ rektör olarak sahaya bir tek ben çıkacaktım. (Dünya futbolu ne günlere kalmış, değil mi? Yok canım, ce­ bimdeki milyonlara basarak bir kulübün yöneticilik tahtına çıkmıyorum ya. Benimki masum bir uğraş... Üstelik sekiz yılda, on sekiz yılda bir...) Şimdi gene sevgiyle, saygıyla andığım Metin Ok­ tay’ı tavsiye ettim. Bir de Amerika’da spor eğitimi gö­ ren, spor yazarı olarak kupayı izleyen Ümit Kesim’i söyledim. İkisi de takıma girdi. Aslında Metin’i, karşı­ sında oynamış bir Çekoslovakla bir İtalyan da tanıdı­ lar. Maçın sonunda, İsviçreli meslektaş Rosselet bana teşekkür edecekti. Fiem yardımlarım için, hem de ta­ kıma koydurduğum Türk futbolcular için... Çünkü

199 bizim Avrupa Karması, Latin Arperika Basın Karma­ sı’m, üstelik kendi evinde 7-4 gibi farklı yenilgiye uğ­ ratırken, yedi golün üçü Türklerindi. Bu arada maçın başında stadın yayın odasını bulmuş, ses düzenini aç­ tırmış ve tribünlerde toplanan binlerce seyirciye “Av­ rupa Karması futbolcuları adına takımın Türk mena­ jeri Halit Kıvanç hepinizi selamlıyor. Türkiye’den Mek­ sika’ya selam lar...” diye anons yapmıştım. Bunu du­ yan İsrailli gazeteci Porat, Necmi Tanyolaç’a, “Sizin Kıvanç, ülkesinin propagandasını yapmakta bizim İs­ rail’i bile geride bıraktı” demişti. Bu 7-4 kazandığımız maçın bir ilginç yanı da, erte­ si gün çıktı ortaya. Bütün Meksika gazetecileri söz bir­ liği etmiş, muziplik olsun diye maçın sonucunu tam ter­ sine yazmışlardı. Meksika basınında karşılaşma “La­ tin Amerika Basın Karması, Avrupa Karması’m 7-4 yendi” diye çıkmıştı. Sorduğumuzda da “Avrupa’da oynadığımız zaman biz yenersek, siz de tersini yazar­ sınız” diye şakalaşmışlardı.

Şahane final... Şahane futbol...

Şakacıktan finalden sonra sıra büyük finaldeydi. Ger­ çekten büyük, çok büyüktü bu final... Çünkü İtalya da, Brezilya da bu Dünya Kupası’nı ikişer kez kazanmıştı. Dünya Kupası’nın yaratıcısı Jules Rimet “Bu kupa, üç kez kazananın olsun” demişti. Şimdi iki takımda ikişer şampiyonlukla kupanın adayıydı. Başka şık yoktu: Kim yenerse yensin, Jules Rimet Kupası tarihe karışacaktı. Şimdiye kadar kupayı alan ülke dört yıl saklamış, dört yıl sonra yeni şampiyona vermişti. Fakat üç kez kaza­ nan, bu kupayı ebediyen müzesinde saklama şerefini kazanacağına göre... Bugün, bu kupanın sonu olacaktı.

200 Mexico City’nin Azteca Stadı’nda yüz on bin seyir­ ciyle birlikte izliyordum maçı... Şu farkla... Mikrofon başındaydım. Bu şahane finali Türkiye’deki milyonla­ ra duyurmakla görevliydim. Ankara’da TRT’deki arka­ daşlar gereken bütün girişimleri yapmış, maçın nakli­ ni gerçekleştirmişlerdi. Guadalajara’daki gibi “kendin söyle, kendin dinle” olmasın diye tüm önlemleri al­ ınışlardı. Takımlar sahada ısınırken, ben de kulaklık­ tan, ta dünyanın öbür ucundan, değerli arkadaşım, ye­ tenekli televizyoncu, iki sevgili dostum Zeki Sözer’in ve Arman Talay’m sesini duyuyordum. Konuşuyor­ duk. Az sonra yayma başlayacak, bu büyük spor ola­ yını nakledecektim. Fakat o da ne? Birden ses kesil­ mişti. Koştum sağa sola... Hat kesilmişti. Ve maç baş­ lıyordu. İşte, hakem başlama düdüğünü öttürüyordu bile... Aslında bir saat kadar önce de başka sorunla uğraşmıştım. Ankara’dan “Her şey tamam” demişler­ di. Dünya Kupası, Radyo-Televizyon Merkezi’nden de “Tamam” demişlerdi. Fakat bana ayrılan yere git­ tiğimde, önümde mikrofon filan bulamamıştım. Sor­ duğumda ise “Kendi teknik ekibiniz yerleştirmeyecek mi mikrofonu?” diye onlar bana sormuştu. Hangi teknik ekip? Ben burda bir garip spikerim, kendi gö­ beğimi kendim keserim, diye anlatamazdım ki... Meksikalılar kendilerinin yapacak bir şeyleri olmadı­ ğını, bir başka radyo ekibinden teknik yardım almam gerektiğini söylediler. Aklıma İtalyanlar geldi. Takım­ ları finalistti. Onların maçını nakledecektim. Ne de ol­ sa Akdenizliydik, yakındık birbirimize... Gittim, r a i görevlilerine durumu anlattım. Büyük ilgi gösterdiler. Hemen bir teknisyen, mikrofon ve diğer aygıtları aldı geldi. Kendilerinde iki tane yedek varmış. (Dünyaya bakın!) O yedeklerden birini kurdu İtalyan teknis­

201 yen... On bin kez teşekkür ettim. İtalyanların gollerini çok iyi anlatarak teşekkürümü perçinleyeceğimi be­ lirttim. Kırık dökük İtalyancamla, Akdeniz dostluğu sayesinde olayı çözümlemiştim. Fakat şimdi maç baş­ lamış ve gene yayını yapamıyordum. Çıldıracak ya da ağlayacaktım. Birden kulaklığımda “Başla Halit ağa­ bey, başla!” diye çok sevgili kardeşim Arman Talay’m o güven veren, o dost sesini duydum, “Başla!.. Yayın­ dasın!..” Hiçbir şey soramazdım, çünkü “Yayındasın” demişti Arman... Çaresiz başladım. Öyle bir başladım ki... Sonunda durduramayacaklardı beni!.. Demokratik (Doğu) Almanya’dan hakem Glöck- ner’in yönettiği maçta, Rules Rirnet Kupası için son mü­ cadeleyi verecek takımlar şöyleydi: B r e z İl y a : Felix - Carlos Alberto, Brito, Piazza, Everaldo - Clodoaldo, Gerson, Rivellino - Jairzinho, Tostao, Pele

İt a l y a : Albertosi - Burgnich, Cera, Rosato, Facc- hetti - Bertini, Mazzola, De Sisti - Domenghini, Bo- ninsegna, Riva Perdeyi Pele açıyor, bir altın kafa golüyle Brezil­ ya’yı 1-0 öne geçiriyordu. Ne var ki, arkası gelmiyor­ du. 1-0... 1-0... 1-0... Demek böylesine muhteşem bir final, tek golle sona erecekti. Ama İtalya’nın ileri üç­ lüsünde, cıva gibi bir Boninsegna vardı. Fırsatçı Bonin- segna... Bazen tele başına kalıyordu ilerde. Brezilya defansını tek başına uğraştırıyordu da... İşte bu ele avuca sığmaz Boninsegna, çoklarının Riva’dan bekle­ diğini yapıyor, İtalya’yı büyük finalde 1-1 beraberliğe ulaştıran golü atıyordu. Riva ise şımarık jestleri dışın­ da, pek bir şey yapabilmiş değildi. Brezilya büyüktü, çok büyüktü, en büyüktü. Bu bü­ yüklüğünü finalde de göstermekte gecikmedi. İşte Ger-

202 Non’un futbol tarihine parlak harflerle yazılacak müt- lıiş golü... Ve 2-1!.. Sonra Jairzinho’dan galibiyetin vc şampiyonluğun perçini olan gol: 3-1!.. Nihayet ge­ riden ok gihi fırlayıp, Pele’den aldığı pasla kaleye akan... Ve de nefis bir şutla ağları sarsan kaptan Car- los Alberto’nun kapanış selamı: 4-1!.. Brezilya, 1958 ve 1962’den sonra 1 9 7 0 ’de de şampiyon olunca “Ju- les Rimet Kupası”nm ebedi sahibi oluyordu. Anlatıyor, anlatıyor, anlatıyordum. Konuşuyor, ko­ nuşuyor, konuşuyordum. Maçların en büyüğüydü bu. futbolun en güzeli... Kupaların en görkemlisi... Brezil­ yalılar şeref turu yaparken, yüz on bin kişinin çoğu ağlı­ yordu sevinçten... Stadı dolduranların tümü alkışlıyor, alkışlıyor, alkışlıyordu. Alkışlanacak bir başarıydı bu...

Türkiye nire? Brezilya nire?

O anda baktım tepemde birtakım adamlar... Ben coş­ muş, Brezilya’nın Azteca Stadı’nda yazdığı destanı oku­ yorum adeta. Ankara’dan da kesmemişler, “Bu finalin hakkı bu yayındır” gibilerden... Başımdaki insanların ellerinde kameralar, m ikrofonlar... İlcisi de bana uzan­ dı mikrofonların... Brezilya televizyonu ekibiymiş me­ ğer... Radyo yayınlarım da ayrıca filme alıyorlarmış. “Dünya zaferimizi nasıl duydu?” diye... Beni öyle Bre­ zilyalıdan çok Brezilyalı gibi kendimden geçmiş anla­ tır görünce, öteki spikerleri filan bırakmışlar, filme çe­ kiyorlar... Önümdeki “TRT-Turchia” yazısını görünce ilgilenmişler zaten... “Türkiye nire, Brezilya nire” gi­ bilerden... Bilseler, bizde sokakta kendi yaptığı bez top­ la oynayan çocuğun bile, onların kalecisinin göbek adı­ nı ezbere bilecek kadar futbol hastası olduğunu... 1970 Dünya Kupası, futbol tarihinde o güne kadar

203 görülen “en centilmen şampiyona” olarak kabul edil­ di. Otuz iki maçta doksan beş gol atılmış, ama bir tek futbolcu dahi oyundan atılmamıştı. Hakemin kırmızı kartıyla futbolun yüzünün kızarmadığı bir turnuva idi 9. Dünya Kupası finalleri... Büyük finalde Pele’nin attığı muhteşem golden söz edilirken, bu karşılaşmada Pele’yi marke etmekle gö­ revlendirilmiş ünlü İtalyan yıldızı Burgnich, maçtan sonra şöyle demişti: “Birlikte sıçradık Pele ile... Benim ayaklarım tekrar yere değdiğinde bir baktım: Pele hâ­ lâ havadaydı!..” Büyük futbol oynamış, ama “Dünya Üçüncülüğü” ile yetinmek zorunda kalmış, bu arada İngiltere’den dört yıl öncenin rövanşını almayı başarmış Alman ta­ kımı, “Gol Krallığı” unvanını da başkasına kaptırma­ mıştı. Yıllar önce Münih’te T.s.v. Kulübünde bir ant­ renman sonunda takımın teknik sorumlusu, sahadan soyunma odasına gitmekte olan çok genç bir futbolcu­ yu yanma çağırmış, ona “Bu işe fazla umut bağlama! Sen bu boyla, futbolda bir yere gelemezsin” demişti. İş­ te, 1970 Dünya Kupası’nda attığı on golle “Gol Kralı” olan Alman Gerd Müller, yıllar önce Münih’teki ant­ renörün “Sen bu boyla futbolda bir yere gelemezsin” dediği gençti. “Bir yere” değil, hem de “öyle bir yere” gelmişti ki... Almanların bir başka golcüsü Uwe Seeler için de, Meksika’da ilginç bir yorum yapılmıştı. O kısa boyu ve o toplu vücudu ile o futbolu nasıl oynadığı, o golle­ ri nasıl attığı tartışılırken, bir Alman spiker çok tatlı benzetmelerle açıklamıştı Uwe Seeler’in sırrını: “Se­ eler, topa sıçrarken, bir pire’dir... Topu almak için ko­ şarken, bir tavşan... Topa vurmak için kafaya çıktığın­ da ise, bir boğa olur...”

204 1970 Dünya Kupası’na sokaklarda veda ettik. Sa­ bahlara kadar “Mehiko Brazil” diye bağıran Güney Amerikalıların arasında... Kaç geceyi hiç uyumadan böylesi futbol coşkusu içinde geçirdik. Sanki bizim ta­ kım şampiyon olmuş, kupayı ebediyen müzesine gö­ türmüştü.

Meksika’nın Guadalajara şehrindeki Brezilya kampında Bele Türk konuklarıyla (Halit Kıvanç, Metin Oktay, Necmi Tanyolaç). Alman Gol Kralı Müller’in M eksika’daki harika gollerinden biri. Kıvanç, Alman Teknik Direktör Helmut Scbön’le. ¡970 Kupası’m izleyen gazeteciler, radyocular, televizyoncular gibi Kıvanç da geleneksel M eksika giysileriyle resim çektirmeyi ihmal etmemişti.

10. Dünya Kupası 1974 ALMANYA

FuBball-Weltmelsterschaft 1974 FIFA World Cup 1974 Coupe du Monde de la FIFA 1974 Copa Mundial de la FIFA 1974 1974, yeni bir Dünya Kupası döneminin başladığı yıl oluyordu. Dört yıl önce Meksika’da büyük başarı gös­ tererek üçüncü kez şampiyonluğu kazanan Brezilya, Jules Rimet Kupası’m ülkesine götürmüştü. Bir daha başka yere gitmemek üzere... O halde yeni bir kupa gerekliydi. FİFA, yeni şampiyona verilecek yeni kupa­ ya kendi adını koymayı uygun gördü: f îf a d ü n y a icu- p a s i. .. Bu. 10. Dünya Kupası’nın da adıydı. 1974 Kupası’nm ev sahipliğini Batı Almanya yük­ lenmişti. İki yıl önce bir Olimpiyat düzenleme görevi­ ni üstlenen Almanlar, mükemmel organizasyonlarına karşın çok feci bir olayla kötü puan da almışlardı. İşte, Münih Olimpiyatlarında faciayı unutmayan Alman­ lar, Dünya Kupası’nda benzeri üzücü olayların çıkma­ sını engellemek için sert önlemler almıştı. Maçlara gi­ renler inceden inceye aranıyordu. Ünlü futbolcuların kaçırılacağı, bazı stadlara bomba konduğu yolundaki söylentiler de ortalığı heyecana veriyordu. Ama 13 Ha­ ziran 1974 günü Frankfurt’un Wald Stadı’nda, hake­ min ilk düdüğüyle topa vurulduğu anda her şey unu­ tuldu. Büyük finalin son düdüğü ötünceye kadar da hiçbir olaya rastlanmadı. Türkiye, 1974 Dünya Kupası finallerinde de yoktu. İtalya, İsviçre ve Lüksemburg’la bir araya düşmüş, grup İkincisi olmakla teselli bulmuştuk. Bilançomuz ilgi çe­

213 kiciydi: Altı maçtan ikisini kazamfıış, ikisini kaybet­ miş, ikisinde de yenişememiştik. Yediğimiz üç gole kar­ şılık attığımız gollerin toplamı beşti. Zaten İsviçre’yi de bu gol averajıyla geçip ikinci sırayı almıştık. İsviçre de bizim gibi altı puan toplamıştı elemelerde... İtalya on puanla grubumuzun birincisi olurken, Lüksem- burg bizden aldığı iki puanla sonuncu basamaktaydı. Grup şampiyonu olan İtalya ile bir maçımızda golsüz berabere kalma başarısıyla sevinmiş, ama öteki maçla birlikte umudumuzu da yitirmiştik. İtalya’ya ancak 1-0 yenilen takımımızın, dünya futbolunun en zayıfların­ dan Lüksemburg’a, hem de 2-0 yenilmesi, futbol tari­ himizin en büyük üzüntülerinden biri olarak kalacak­ tı. İsviçre ile bir maçta berabere kalmış, ötekinde 2-0 kazanmıştık. Liiksemburg’u da rövanşta 3-0 yenmiş­ tik. Gol yemeden grup birincisi olan ve Almanya’daki finallere giden İtalya, grubumuzda birinci olmayı hak etmişti doğrusu...

Türkiye’nin rv’de izlediği ilk Dünya Kupası...

Almanya’da oynanacak 10. Dünya Kupası’nın büyük özelliğini, ya da bir büyük güzelliğini hemen söylemem gerek: “1974 finalleri, Türk insanının televizyondan izlediği ilk Dünya Kupası finalleri olacaktı...” Maçların çeşitli şehirlere yayılması, Almanya’nın ülkemize yakın olması, TRT’nin bu ilk naklen yayında olabildiğince çok maçı vermek istemesi gibi nedenler­ le, Dünya Kupası’na kalabalık bir ekiple gitmiştik. Böylece yeni spor spikerlerimizin deneyim kazanması gibi bir amaç da güdülüyordu. Bunun ne kadar doğru olduğu sonradan anlaşılacak, yurtdışından ilk kez maç anlatan gençler, kısa zamanda mesleklerinde büyük

214 tınıma kaydedeceklerdi. Türk seyircisinin başından so­ nuna kadar izleme şansım bulduğu bu ilk büyük futbol olayında görevlendirilen TRT ekibinde Arman Talay, Çetin Çeki, Okan Uysaler, Aydın Köker, Mustafa Sali- lıoğlu, Tansu Polatkan, Ümit Aktan, Erol Kaner, Abi- ıliıı Aydoğdu, Mustafa Genç, Altan Aşar, Hüsnü Kaf- lan, kameraman Recai Uğurkan, Osman Aslan, idari görevler için Aykut Oral, Yılmaz Tağtekin, birliktey­ dik. Sevgili Arman Talay ekibin yöneticisiydi. Çetin Çeki ile birlikte başarılı bir yönetim gösteren Arman Talay’ın, inanılmaz bir özveriyle ordaki çalışmasını daima mutlulukla hatırlarım. Çetin Çeki’nin orda gös­ terdiği başarı da, bir süre sonra kendisinin t r t Spor Servisi’nin başına getirilmesini sağlayacaktı. Alman­ ya’daki ekip çalışmamız gerçekten mükemmeldi. Di­ siplinimiz, ev sahibi Almanları bile kıskandıracak öl­ çüdeydi. Sabahları hepimiz saat tam sekizde otelin alt salonunda toplanıyor ve günlük görev bölümü yapı­ yorduk. Naklen yayınların dışında, memleketimize her gün çekilen filmleri yolluyorduk. Ayrıca sürekli radyo programı hazırlıyor, veriyorduk. Ekip elemanları her gün Frankfurt’tan maçların yapılacağı şehirlere dağılı­ yor, bir kısmımız da Hessische Rundfunk’un Frank­ furt’taki Dünya Kupası Televizyon Merkezi’nde kala­ rak, “off-tube” sistemiyle çalışıyorduk. Maçların nak­ li için çok istek vardı. Stadlardaki yayın olanakları da tüm istekleri karşılayacak kadar geniş olmadığından, bazı ülkelere “off-tube” zorunluluğu getiriliyordu. Aslında bu zorunluluk, bizim gibi takımı finalde oyna­ mayan memleketler için geçerliydi. Yoksa takımı fina­ list ülkelerin TV kuruluşlarına, stadta muhakkak anla­ tım yeri veriliyordu. Biz “üvey evlat” muamelesi gör­

21.5 mekten kurtulmak için çaba harcıyorduk. Sonraları buna alışacaktık. Nereye gidersek, en kenardaki, ba­ zen de en küçük spiker kabininin bize ayrıldığına ta­ nık olacaktık. Bazen istediğimiz bir maçı naklen ya- yınlayamayacağımızı son anda bildiriyorlardı. O za­ man kafası kızan Okan Uysalar, iyi Almanca da bildi­ ğinden, soluğu Alman yetkililerin yanında alıyor ve sorunumuzu çözümlemeyi başarıyordu. t r t Spor’daki genç arkadaşlarım içinde, böyle önem­ li bir uluslararası organizasyona ilk gelenler çoktu. Ben sözüm ona, “tecrübeli ağabey” olarak, uyarıda bulunu­ yor, daha uçakta giderken, “Bakın çocuklar” diyordum. “Avrupa’da hırsızlık, yankesicilik dediğiniz bizdekin­ den çok fazladır ve ustacadır da... Onun için dikkatli olun. Bakın, paranızı üçe, beşe ayırın ve değişik yerle­ re koyun. Hatta büyükçe bir kısmını otelin kasasına emanet edin.” Bilirsiniz, uluslararası bir kuraldır. Otellerin bir emanet kasası vardır. Paranızı, değerli evraklarınızı fi­ lan bırakırsınız. Bize Frankfurt’ta küçük bir otel tutul­ muştu. Öğrenciliği döneminden Almanya’yı iyi tanıdı­ ğını söyleyen o tarihteki genel müdür yardımcısı Cen­ giz Taşer önermişti bu oteli... Sonra final için gittiği­ miz Münih’teki oteli de Taşer ayırtmıştı ya... Herhal­ de ucuz diye orası tutulmuştu bize... Şimdi gelelim Frankfurt’taki otelimize... Kapıdan girdiğimde şaşırmıştım. Hüsamettin karşımda duru­ yordu. Babıâli’de bir süre aynı yokuşu birlikte inip çık­ tığımız, bir gazeteci arkadaştı. Fakat hiç tanır gibi dav­ ranmamıştı. “Siz Hüsamettin değil misiniz?” soruma da soğukça bir “Evet” demişti. Soğukça ve zorla... Kendimi hatırlatınca, “Oooo” diye boynuma sarıl­ masını bekledim. Hatırlamış görünmedi. Sadece “Bir

216 ara oralarda çalışmıştım” demekle yetindi. Kaldığımız, daha doğrusu bize ayrılan bu otelin sahibiydi. Bu kü­ çük oteli Alman karısıyla birlikte çalıştırıyordu. “Türkiye’ye yıllardır gelmediğini” sanki özel bir se­ vinçle söylüyordu. İyi hoş da, biz müşteriydik. Üstelik “yağlı müşteri...” TRT’den bir ay için yüklü para al­ mıştı... Öyle bir t r t ekibi, en kaba Alman’m oteline onca para kazandırsa, otel sahibi ya da müdürü, en azından bir ayda bir gün bir bira ikram ederdi. Bizim­ ki ise getirdiği meşrubat şişesini açmadan parası için elini uzatıyordu. Hadi buna da “eyvallah” diyelim. Benim çocuklara da tembih ettiğim, parayı emanete teslim olayına gelelim. Akşam gittim, otel sahibine “Paramızı emanete bırakacağımızı” söyledim. “Şimdi kasayı kapadım, gidiyorum. Sabah verirsiniz. Hem köşedeki bankaya yatırsanız daha iyi olur. Burda bize iş çıkarır” dedi, almadı. Ertesi sabah, bankaya yatır­ maya karar verip çıktık. Bir ay için geçimimizi sağla­ yacak bütün dövizimizi üstümüzde gezdiremezdik ya... Akşam otele döndüğümüzde, ikiye ayırdığım pa­ ranın bir bölümü... cebimde yoktu... Ya düşürmüş­ tüm ya çaldırmıştım... Düşürdüğüm için kendime kız­ madım. Çalınmışsa, çalan hırsıza kızmadığım gibi... Parayı alıp emanete koymayan Herr Hüsamettin isim­ li otelciye kızabilirdim, eğer ille de birine kızmam ge­ rekirse...

Pele ile röportaj kaça mı? “Tamamen Duygusal!..”

Biz gene futbola dönelim... Farkındayım, soruyorsu­ nuz: “Pele yok muydu 1974’de?..” Vardı, ama bir meşrubat firmasının reklamını yapmak üzere gelmişti

217 Almanya’ya... Tabii bunu öğrenir öğrenmez, hemen koşmuştuk. Pele’yi Türkiye’ye de getiren ve Türk fut­ bolseverinin onu İnönü Stadı’nda seyretmesini de sağ­ layan firmaya, “Pele ile bir televizyon röportajı yap­ ma” isteğimizi bildirmiş, fakat Cem Yılmaz’ın unutul­ maz reklamındaki gibi, “tamamen duygusal” bir ya­ nıt almıştık. Bilmem kaç bin dolar ödememiz gerekti­ ğini söylediklerinde, cebimizdeki tüm paraları bir edersek bile, bu röportajı yapma olanağına erişemi- yorduk. Gene de sahiden “duygusal” bir girişim de­ nemesine giriştik. Tabii İngilizcesi benden çok çok çok iyi olan Çetin Çeki, o güzel ses tonuyla inandırıcı bir konuşma yaptıktan sonra ben atıldım, İngilizceme (orda bulunan Almanları düşünerek) Almancamı da katarak, “Pele’ye lütfen şu önemli notu vermenizi rica edeceğim. Frankfurt’ta kendisiyle konuşmak isteyen Türk televizyon sunucusunun, 1958’de İsveç’te Hotel Bromma’da kendisiyle ilk röportajı yapan gazeteci ol­ duğunu bildirirseniz, sanırım olayın çözümlenmesi mümkün olur” dedim. Birkaç dakika beklememizi söy­ lediler. Gerçekten birkaç dakika sonra... Evet evet, sa­ dece birkaç dakika sonra Pele karşımızdaydı. Bana doğru geliyor ve elimi sıkarak hatırımı soruyordu. Çe­ tin Çeki’yi tanıttım. Sonra da kısacık bir t v çekimi için izin istememle “Tabii” dedi gülerek, “Hemen ya­ p alım ...” Sözün kısası, bu Pele’nin benden, sizin de Pele’li anı­ lardan kurtulacağınız yok. Adam bilse konuşur muy­ du Stockholm’da?.. Eee, çocuktu o zaman... Toylu­ ğundan yararlandım demek ki... Ama laf aramızda, Pele röportajına hiçbir şey öde­ meyince, o akşam kendimize güzel bir ziyafet çekmiştik.

218 liir kupaya on altı aday...

10. Dünya Kupası’nm on altı finalistinden ikisi önce­ den belliydi: Ev sahibi Batı Almanya... Ve son Dünya Şampiyonu Brezilya... Elemeler sonunda öteki on dört finalist de şöyle be­ lirlendi: Yugoslavya, İskoçya, İsveç, Bulgaristan, Hol­ landa, İtalya, Polonya, Doğu Almanya, Zaire, Avustral­ ya, Haiti, Şili, Uruguay, Arjantin. Kura cilvesi, Almanya’nın Batı’sı ile Doğu’sunu ay­ nı eleme grubunda bir araya getirmişti. Son yıllarda sporda büyük aşama gösteren Doğu Almanya’nın, futbolda da sürpriz yapacağı öne sürülürken, ev sahibi Batı Almanya da kupaya göz dikenlerin başında geli­ yordu. 1. grubun öteki iki takımından biri, ilk kez böy- lesine bir şampiyonada yer alan, ayrıca futbol dünya­ sında adını pek duyurmamış Avustralya idi. Grubun bir başka ekibi, uzaklardan iddiayla gelmiş, tecrübeli Şili takımıydı. Şili, iddiasını bir ölçüde sürdürdü de. Favori Batı Almanya karşısında iyi dayandı. Ancak Breitner’in golüne boyun eğdi. Şili’den 1-0’la sıyrılan Batı Almanya, Avustralya’yı üç golle yenerken, Mül- ler de ilk golüyle sahneye çıkmıştı. Overath ve Cull- mann’dı öteki golcüler... Müller’in golü, Almanları heyecanlandırmıştı: 1970’in gol kralı, 1974’de de un­ vanını koruyacak mıydı? Doğu Almanya ise, Avustralya’yı 2-0 yendikten son­ ra Şili önünde tökezlemiş, 1-1’i bozamamıştı. Nihayet 22 Haziran günü geldi çattı. Sadece sportif bakımdan değil, politik dünya için de ilginç bir maçtı bu. İki Al­ man takımı birbiriyle çarpışacaktı. İki değişik rejimin temsilcileriydi bunlar... Fakat işler beklendiği gibi çıkmadı. Ev sahipliği avantajını kullanacağı sanılan ve

219 favori gösterilen Batı Almanya, Hamburg’da seyirci­ sinden hiç de destek görmedi. Destek şöyle dursun, köstek bile oldu seyirci... Hele genç yıldız Sparvvas- ser, Doğu Almanya’yı 1-0 öne geçiren golü attıktan sonra seyirci, Helmut Schön’ü ıslıklamaya başlamıştı bile... Doğu Almanya’nın günlerce konuşulan zaferiy­ di bu. 1974 Dünya Kupası finallerinde ilk sansasyonu, iki Almanya’nın maçı yaratmıştı. İkinci olay da, gene Fe­ deral Almanya’nın, ev sahibinin maçında patlayacak, bu finallerde ilk kırmızı kart çıkacaktı.

Nihayet... Dünya Kupası’nda Türk hakemi...

Bu kupanın bizim için bir özelliği, maçları ilk kez te­ levizyonla yayınlamamızdı. Bir diğer, hem de önemli özelliği ise, bir Türk hakeminin Dünya Kupası’nda görev almasıydı. Bu onura erişen hakemimiz, Doğan Babacan’dı. Almanya’da karşılaştığımızda sevgili dost Doğan Babacan’a takılmış, “Sen punduna geti­ rirsen, Beckenbauer’i bile oyundan atarsın” diye şaka- laşmıştık. Babacan gülüyordu: “Yapmayın be çocuklar!.. Adı­ mı çıkaracaksınız. Ben olur olmaz oyuncu atmam ki... Fakat, disiplinsiz hareket gördüm mü, kasıtlı davranış gördüm mü, o zaman da gözünün yaşına bakmam, kim olursa olsun...” Gerçekten gözünün yaşma bakmamıştı Şilili Cas- zelly’nin... Federal Almanya’nın Şili’yi 1-0 yendiği maçta, Şili’nin en iyi oyuncusu Caszelly rakibine sert girince... Doğan Babacan ağır ağır gelmiş ve birden kırmızı kartını çıkarmıştı. Bu, finallerde gösterilen ilk kırmızı karttı.

220 Şakamız bir bakıma gerçekleşmişti. Beckenbauer’i değilse de, Beckenbauer’in karşısındaki takımın kapta­ nım atmıştı bizim Babacan... Kupa Statüsü’ne göre, dört grupta oynanan maç­ lardan sonra, her iki gruptan iki takım ikinci tura yükselecekti. Bunlar da iki final grubu oluşturacak ve gruplarda maçlar gene lig sistemiyle yapılacaktı. Öyle de oldu. Bu arada, İskoçya’nın uğradığı talihsizlik bü­ yüktü. İskoç'lar hiç yenilmemiş oldukları halde elen­ diler. İskoçya üç maçtan ikisinde berabere kalmış, bi­ rini de kazanmıştı. Bir gol fazla atan Brezilya, averaj­ la tur atladı. İskoçya’mn elenmesi önemliydi. Böylece Britanya adasından hiç kimse kalmıyordu Dünya Ku­ pası finallerinde... İngiltere zaten gelememişti Alman­ ya’ya-•• Turnuvada güzel futboluyla parlayan takım, Hol­ landa idi. Hollanda’nın flaş futbolcuları da Cruyff, Neeskens, Rep, Rensenbrink ve Haan’dı. Bu kupada kendinden çok söz ettiren bir yıldız, İtal­ yan kaleci Zoff da, herkese parmak ısırtıyordu. Gol yemiyordu Zoff... Finallere gelene kadar, kaç maçtır, İtalya Milli Takım kalesi gol nedir görmemişti. Şimdi, Dünya Kupası başlayınca, herkes soruyordu: “Zoff’a kim gol atacak? Alman Müller mi, Hollandalı Cruyff mu, Yugoslav Dzajiç mi, İskoç Daglish mi, Brezilyalı Jairzinho mu, Arjantinli Kempes mi, Polonyalı Lato mu? Hangisi, hangisi gol atacaktı İtalyan ’a?”

Kim bu Haitili Şanon?

I liçbiri atamadı. Fakat Zoff gol yedi. Bu büyük olayı başaran ve adını futbol tarihine geçiren oyuncu, o güne kadar kimsenin duymadığı, bilmediği, tanımadığı Sa-

221 non’du. Üstelik bu Şanon, finallere gelişi bile büyük sürpriz olarak karşılanan, futbolda iddiasız bir ülke­ nin takımında, Haiti’de oynuyordu. Evet, onca yıldı­ zın yapamadığını Haitili meçhul futbolcu Şanon yap mış, nefis bir golle, Zoff’un “gol yemezlik rekoru”nıı 1143. dakikada kesmişti. İtalyanlar aynı maçta Ha­ iti’ye üç gol attılar ama neye yarar? Sanon’un bir tek golü, tüm dünya televizyonlarında tekrar tekrar gös­ terilmiş, kitaplara geçmiş, gazetelerde başta yer almış­ tı ya... Hollanda, 1974 Kupası’nın dikkatleri üzerine çe­ ken takımıydı. Başta Cruyff, portakal rengi formalılar nefis futbol oynuyorlardı. Komşu Hollanda’dan Al­ manya’ya gelen seyircilerin de coşturmasıyla, Hollan­ da takımı giderek şahlanıyordu. Çok seyircisi vardı Hollanda’nın... Hepsi de takımlarındaki oyuncular gibi portakal renkte tişört, gömlek, bluz, hatta panto­ lon giyiyor, aynı renkte atkıları boyunlarına bağlıyor; portakal rengi bayraklarla, flamalarla sürekli olay ya­ ratıyorlardı.

Uruguaylı spiker de olduk...

Hannover’deki Hollanda - Uruguay maçını, Abidin Ay- doğdu ile birlikte nakletmek üzere, stadtaki spiker ku­ lübelerinin bulunduğu yere geldik. Bir vesile ile söyle­ miştim ya, en kötü yer çoğunluk bize ayrılır, diye... Orda da öyle olmuştu. “Sizin takımınız filan yok. Oy­ nadığınız futbolla bu yeri verdiğimize bile şükredin” dercesine, tribünün en sonuna itmişlerdi bizim mik­ rofonu... Bizim kabinden sonra televizyon anlatım yeri bitiyor, seyircilerin tribünü başlıyordu. Kabinin camından seyircilerle iç içe gibiydik. Abidin Aydoğdu

222 ile kabine girer girmez, yakınımızdaki Hollandalı se­ yircilerde bir kıpırdanma başladı. Çok geçmeden ha­ reketleri çoğaldı. Bakışları hiç de sevimli görünmü­ yordu. Derken, bir ikisi ayağa kalkıp, bizi kovar gibi işaretler etmeye başladılar. Cama yaklaştık, anlama­ ya çalıştık. “Uruguaylıları perişan edeceğiz. Uruguay defol” gibilerden tercüme ettik söylediklerini... Bir an Abidin’e bakarken, “Çabuk” dedim, “Çabuk çıkar sırtındaki montu... Ben de çıkarıyorum kazağımı. Ya­ lın bunlar bizi Uruguaylı sandılar, onun için protesto ediyorlar.” Rastlantı bu ya, Abidin mavi bir mont giymişti sır­ tına... Ben de mavi kazak... Stadta Hollandalılar por­ takal rengi giysileriyle bir kısım tribünleri kaplarken, öbür tribünler de mavi giysili Uruguay taraftarlarıyla doluydu. Azınlıktaydılar, ama gene de bir tribün dol­ duruyorlardı. Mavi mont ve kazağımızı çıkardıktan sonra bir kâğıt aldım. Üstüne keçe kalemle koca harf­ lerle, “Biz, Türk Televizyonu spikerleriyiz. Selam” yaz­ dım. Ve cama tuttum. Bir an okudular, ardından hepsi ayağa fırlayarak alkışlamaya başladı... 1974 finallerinde İtalyan kalecisi Dino Zoff, tam I 143 dakika gol yememişti ama, bu kupada yıldızla­ şan bir kaleci daha vardı: Penaltıdan gol yemeyen, Po­ lonya kalecisi Tomaszevvski... Wembley’de, penaltı kurtararak İngilizlerin finale çıkmasını engelleyen Tomaszevvski, ününü hurda da sürdürüyor. Polonya’nın İsveç’i 1-0 yendiği maçta, ge­ ne penaltı kurtararak galibiyeti koruyordu. Ve sonra Almanya - Polonya karşılaşmasında da, hem de “pe- naltıcı” diye tanımlanan Hoeness’in vuruşuyla gelen topu kurtaracaktı. “Penaltıdan gol yemeyen kaleci” Tomaszevvski, ne çare, aynı maçta Müller’in ofsayt

223 golüne boyun eğiyor. Almanya, bu en önemli karşılaş­ mayı tartışmalı bir golle 2-1 kazanarak, kupa yolunda yürüyordu.

Futbolu değil, yağmuru anlatmak!..

Frankfurt’taki Almanya - Polonya maçı da unutulma­ yacak bir olaydı. Maç saatinden çok önce başlayan yağmur giderek sağanak halini almış, sahanın her ya­ nını gölcüklerle doldurmuştu. Avusturyalı hakem, bu durumda maçı başlatamamıştı. Tribünlerde altmış iki bin seyirci, çoğu ıslanarak, dakikalarca yağmurun din­ mesini ve sahanın temizlenmesini beklemişti. Biz maç saatinde merkeze bağlanmış, yayma geç­ miştik. Yani, maç oynansın oynanmasın, bir şeyler an­ latmak zorundaydık. Aslında pek de kötü olmadı. O göllerle dolu saha, kısa zamanda temizlendi. Bu da naklen yayınla verildi. Hiç değilse, böyle bir sorunun nasıl çözüldüğünü bizim memleketteki yetkililer, gö­ revliler de seyretmiş ve deneyim kazanmış oldular. Bu arada, maçı birlikte nakletmekle görevli olduğum sev­ gili Ümit Aktan kardeşim, her zamanki muzipliğiyle, kulaklığını çıkarıp eğildi, “Ağabey, sen tecrübelisin. Bu yağmuru sen benden iyi anlatırsın” dedi. Ve ayağa kalkıp kabinden çıktı. Tahmin edeceğiniz gibi, kenar­ daki organizasyon hostesleriyle sohbete gitti Aktan... O gün iki şeye üzülmüştüm. Biri, saha temizlenir­ ken görevli Alınanlardan birinin gelip de “Temizle­ yenler Türk işçileri” diye sözüm ona şaka yapmasıydı. Bir de Almanların, maçı açık bir ofsayttan attıkları golle kazanması... Düsseldorf’ta da böylesi yağmurlu bir maç oynan­ dı. Gök delinmişti sanki... Fakat o yağmurda gayet iyi

224 I ut bol sergilenmiş ve güzel goller seyredilmişti. Fede- ı.11 Almanya’nın İsveç’i 4-2 yendiği maçtı bu... Edst- ı nın İsveç’i öne geçiren golü atmış, Overath beraber­ liği sağlamış, sonra Bonhof ve Sandberg’in karşılıklı >*(illeriyle durum 2 -2 ’ye varmıştı. İşte, bu anda Helmut Schön bir değişiklik yapıyor ve futbolda oyuncu de­ ğiştirmedeki isabetin bir galibiyet nedeni olabileceğini diinyaya gösteriyor, adeta ders veriyordu. Grabovvs- Ui’yi almıştı oyuna taze kuvvet olarak... Grabowski de oyuna golle girmişti. Topa ilk vuruşu, üçüncü gol olarak stadı ayağa kaldırmıştı. İsveç kalecisi Hellst- löın de, şampiyonanın en iyi kalecilerindendi. Zaten bıı kupadan sonra, Alman kulüpleri tarafından hemen alınacaktı. Helleström’in başarısı büyüktü ama, Ho- eııcss’in golü de büyüktü. Çünkü bu, maçın 4-2’lik so­ nucunu belirleyen dördüncü goldü.

ı v'de ilk Dünya Kupası finalim...

7 Temmuz 1974... Münih’in Olimpiyat Stadı’ndayız. Tribünlerde yetmiş yedi bin seyirci var. Ama televiz­ yonları başında, milyonlar seyrediyor bu büyük fina­ li... Ve Türk sporseverleri de... Genç meslektaşım Tan­ su Polatkan’la birlikte mikrofon başındayız. Yerinde İzlediğim 5. Dünya Kupası finali... M ikrofon başında unlattığım üçüncü final oluyor. Ve televizyonda nak­ lettiğim ilk Dünya Kupası finalim. Tansu Polatkan, önce spor spikerliği konusunda öğrencim oldu. Hem futbolu, hem Türkçeyi iyi bilen, efendi bir gençti. Üstün yeteneğiyle, spor spikeri ola­ nı k haklı bir ün kazandı. Bugün de aynı başarıyı sür­ dürüyor. İşte, televizyonda nakledilen ilk Dünya Kupa- sı’mn finalinde, Tansu ile birlikte yapıyorduk yayını...

225 İngiliz hakem John Taylor’un, düdüğü oyunu başla­ tırken takımlar şöyleydi:

F e d e r a l A l m a n y a : Maler - Vogts, Schwarzeıı- beck, Beckenbauer, Breltner - Bonhof, Overath, Ho- eness - Grabovvski, Müller, Hölzenbein H o l l a n d a : Jongbloed - Suurbier, Haan, Rijsber- gen, Krol - Van Hanegem, Neeskens, Jansen - Rep, Cruyff, Rensenbrink Oyun penaltıyla ve golle başladı. Daha 2. dakika dolmadan, Cruyff topla ceza alanına dalmış ve Vogts’un sert müdahalesiyle kendini yerde bulmuştu. Tipik pe­ naltıydı. İngiliz hakem de penaltıyı vermekte tereddüt etmedi. Neeskens geldi topun başına... Bu kupada, Cruyff’tan sonra en çok beğenilen HollandalIydı Nees­ kens. Toplara sert vurmasıyla tanınmıştı. Ve öyle vur­ du... Gol... Hollanda 1 - Federal Almanya 0. Almanya kendi evinde kupayı alamayacak mıydı? Oysa, nasıl 1966’da İngilizler daha ilk günden “Kupa bizim” demişlerse, burda da her gün “Kupa ev sahibi­ nin” sloganını duyuyorduk. Öte yandan “Dünya Ku­ pası finallerinde ilk gol uğursuz gelir” diye bir inanç da vardı. Kaç Dünya Kupası’nda öyle olmuştu... İlk golü atan takım, sonunda yenilmişti. Ancak dört yıl önce Meksika’da Brezilyalılar bu inancı yıkmış, hem ilk golünü atmış, hem de kupayı almışlardı. Şimdi ba­ kalım hangisi tekrarlanacaktı bugün? Almanlar, yedikleri golle birlikte hızlandılar. Bir pe­ naltıya, beraberlik golüne kadar ulaştı bu hız... Bu kez düşürülen, Hölzenbein’di. Penaltı gene tartışılmazdı. İngiliz hakem Taylor’un iki önemli kararı da onaylana­ cak doğruluktaydı. Breitner geldi topa vurmak için... Almanların büyük futbolcusu... Öyle bir vurdu ki, ka-

226 Iı ı ı Jongbloed’e topu ağlardan çıkarmaktan başka iş i almamıştı. 1-1’lik durum uzun süre devam etti, herkes ilk ya­ lının böyle kapanacağını beklerken... Bonhof’tan baş­ layan atak, bir kupa değerindeki gole kadar gitti. Hol- laııda kalesi önünde topu yakalayan Gerd Müller, ön- ı e vuramadı, kaçırdı. Sonra da dışarıya gönderiyor­ muş gibi hafif vurdu. Oysa akıllı, isabetli bir vuruş­ un Ve Almanya’nın maçı 2-1 kazanmasını sağlayacak olan golü yaratıyordu bu vuruş... Tribünlerde Alman seyirciler havalara sıçrıyordu. Hollandalılar ise, topun o nazlı nazlı gidişi sırasında bir tek savunma adamı­ nın uzanıp da topa dokunamamış olmasına şaşıyordu, 11/üliiyordu. İkinci yarıda karşılıklı çabalar 2-1’lik durumu de­ ğiştiremeyecekti. Sadece sertleşmişti oyun. İngiliz ha­ kem faul üstüne faul çalıyordu. Maç boyunca tam otıız üç faul olmuştu. Yirmi üçünü yapan HollandalI­ lardı. Maçtan önce Beckenbauer’in mi, yoksa Cruyff’un ıııu daha büyük olduğu tartışılıyordu. Maçta ise, tar- nşmadan vazgeçiliyordu. Çünkü ikisi de büyüktü. Ma­ yii yıldızları, Beckenbauer ve Cruyff’tu. Ne var ki, ( irııyff’un şahane futbolunu alkışladığım kadar, bazı gereksiz davranışlarına, şımarıklık gibi görünen hare­ ketlerine de kötü puan verdiğimi belirtmek isterim. ( ¡ruyff için her zaman bu yargıya sahip oldum. Çok biiyük futbolcu... Ama efendilik, centilmenlik açısın­ dan hiçbir zaman bir Pele değil, bir Eusebio değil, bir Beckenbauer değil, daha birçok kişi değil... Hemen her maçında sarı kart gören, her düdükte hakeme doğ- ııı protesto hareketleri yapan, maruz kaldığı her sert­ likte rakibiyle ağız dalaşma giren, hatta itişmeye kal­ kışan Cruyff’tu hep... O çaptaki bir yıldıza yakışma­

227 yan davranışlardı bunlar... Ne bileyim, sevenleri gii cennıesin ama... Pele, Eusebio, Didi, Fontaine, Bec­ kenbauer ve o büyüklükteki yıldızların yanında, bazı şımarık davranışlarıyla Cruyff, harika futbol oynayan bir mahalle çocuğu izlenimini bırakıyor. Futbolun tahtına çıksa da... 1 9 7 4 ’de “ev sahibi” ulaştı “mutlu son”a... Ancak, maç akşamı sabaha kadar bira fıçılarını deviren Al manlar şarkılar söyleyerek Münih sokaklarında dola­ şırken, Alman Milli Takımı onuruna verilen ziyafette hava hiç de öyle tatlı değildi. Bazı ünlü Alman futbol­ cuları, eşlerine kaba davranıldığı gerekçesiyle olay çı karıyor, ziyafette başlayan bu olay daha sonra büyü­ yordu. Böylece, Alman Milli Takımı, Dünya Şampi yonu olduğu akşam dağılmaya başlıyor, bazı Alman Milli Takım oyuncularının ertesi günkü gazetelerde şu demeçleri okunuyordu: “Artık milli takımda yokum!” Oysa Alman halkı 1954’den tam yirmi yıl sonra, 1974’de, Dünya Kupası’m kazanmanın sevinciyle, coşkuyla bayram yapmaya devam ediyordu.

1974 Kupası’ndan notlar...

1974 Dünya Kupası’nı birkaç ilginç notla noktalayalım: • Türk Hakemi Doğan Babacan, bu finallerde üç maçta görev yaptı. Birincisi, bu finallerde ilk kırmızı kartın gösterildiği Batı Almanya - Şili maçıydı. Bu kar­ şılaşmada Türk hakeminin yanında yardımcı olarak bir İngiliz (Taylor), bir de Kanadalı (Winsemann) ha­ kem görev almıştı. Babacan, daha sonra İngiliz Tay­ lor’un yönettiği Bulgaristan - Uruguay maçında, Batı Alman hakem Ohmsen’le birlikte yardımcı olarak gö­ revlendirildi. Hakemimiz Doğan Babacan, üçüncü ola-

228 ı ,ık da Galler’den Thomas’ın yönettiği maçta Avustral­ yalI Boskoviç’le birlikte yardımcı hakem görevini üst­ lenmişti. • Bu finaller arasında Polonya - Yugoslavya maçını l'V’den izleyen bir Yugoslav kadını, Yugoslavlar İskoç kalesine gol atınca birden çok heyecanlanmış... Ve “er­ ken doğum” yapmıştı... Ve de doğan çocuğa, golü atan oyuncunun adını koydular: Karasi,.. • 1143 dakika gol yemeyen İtalyan kalecisi Dino Zoff’a ilk golü atan Haitili Sanon’a, Haiti devlet başka­ nı, kupa dönüşünde güzel bir otomobil hediye etti. • Almanya’daki 1974 Dünya Kupası finallerini tri­ bünde izleyenler arasında bir kadın seyirci vardı ki... I »iinya medyası tv kameralarıyla, fotoğraf makinele- ııyle hep onu kovalıyordu. Kim mi? Yüzyılın güzeli... I lizabeth Taylor... Kısa adıyla “Liz”... • Finallerdeki otuz sekiz maçı stadlarda seyreden­ lerin toplamı 1 milyon 880 bin kişiydi. Rekor, Türk H a­ kemi Doğan Babacan’m yönettiği Batı Almanya - Şili maçında kırılmış, bu oyunda stada 83.593 seyirci gel­ mişti. • Otuz sekiz maçta üç yüz yirmi beş futbolcu oy­ namıştı. Bunlar içinde sadece beşi oyundan atılmıştı. Gaszely (Şili), M ontero - Castillo (Uruguay), N ’Daie (Zaire), Richards (Avustralya), Pereira (Brezilya). • 1974 Dünya Kupası sonunda futbol otorileri, Ku­ pa Karmasını şöyle kurmuşlardı: Helström (İsveç) - Vogts (Batı Almanya), Pereira (Brezilya), Beckenbauer (Batı Almanya), Breitner (Ba­ lı Almanya) - Bremner (İskoçya), Dejna (Polonya), Neeskens (Hollanda) - Lato (Polonya), Cruyff (Hol­ landa), Gadocha (Polonya)

229 1143 dakika gol yemeyen Italyan kalecisi Dino Zoff, nihayet gol yiyor.

İtalya Milli Takımı’nın ünlü kalecisi Dino Zoff, kendisine gol atarak 1143 dakikalık rekoruna son veren Haitili golcü Sanon'u maçtan sonra kutluyor. İlk kez Dünya Kupası finallerinde bir Türk hakemi... Doğan Babacan, Almanya - Şili maçında kaptan Caszely'ye kırmızı kart gösteriyor. Pele, Kıvançla 1974 Dünya Kupası’nda Frankfurt’ta TV röportajında.

1974 yılında TRT’de “Dünya Kupasına Doğru’’ belgeseli çekilirken. Zaferden sonra Alman Overath ve Gerd Müller, Dünya Kupası yla. Ve ilk gol: Neeskens harika vuruyor... 1-0 Hollanda önde.. 1974 finalinde ikinci penaltı: Hölzenbein düşürülüyor...

Ve ikinci gol: Breitner mükemmel vuruyor... Durum: 1-1... 11. Dünya Kupası 1978 ARJANTİN I I. Dünya Kupası finallerinde, eleme maçları sonun­ da on dört takım Arjantin’e gitmeye hak kazanmıştı. Ilımlar Tunus, Meksika, Avusturya, İspanya, İsveç, Pe­ ru, Brezilya, Hollanda, İran, İskoçya, Macaristan, Po­ lonya, Fransa, İtalya idi. Bir önceki kupayı kazanan Almanya ve ev sahibi olarak da Arjantin katılıyordu. On altı finalist dörder takımdan oluşan dört grupta ilk tur maçlarını oynayacak, sonunda gruplarda birin­ ci ve ikinci olanlar yeniden dört takımlı iki grupla lig usulüyle maç yapacaklar; bu iki grubun birincisi final oynarken, İkinciler de dünya üçüncülüğü için karşı kar­ şıya geleceklerdi. Farkındasınız: Türkiye’den söz etmiyoruz bu kupa­ da. Çünkü gene yoktuk. Doğu Almanya, Avusturya ve Malta ile birleştiğimiz grupta tek tesellimiz, sonuncu olmayışımızdı. İki Malta maçını, hem de farklı sonuç­ larla (4-0, 3-0) kazanmış; Doğu Almanya ile, hem de onların evinde (Dresden’de) 1-1 berabere kalmayı ba­ şarmıştık. Öteki Doğu Almanya maçım ise, hem de evimizde (İzmir’de) 2-1 kaybetmiştik. Avusturya’ya ise iki maçta da -abone olduğumuz gibi- 1-0 yenilmiştik. (Hep yenildiğimiz Avusturya’yı evire çevire yenmek için 21. yüzyılı, yani bugünleri beklememiz gerekecekti.) Eleme maçlarındaki dokuz golümüzden beşini Cemil Turan (f b ) atmış, ikisini Bursasporlu Sedat Özden (Se­

239 dat 3), birini de Zonguldaksporlu Volkan Yayım kay­ detmişti.

Patagonya sahiden varmış!..

Böylece ayyıldızlı formanın yer alamadığı 1978 final­ lerine doğru yola çıktığımızda, heyecanım bir kat da­ ha büyüktü. Çünkü altıncı kez Dünya Kupası’na gidi­ yordum. Öte yandan, hayatta her şey hatırıma gelirdi de... Patagonya’ya gideceğimi düşünemezdim. Çünkü çocukluğumda “Böylesi Patagonya’da bile olmaz” dediklerinde, Patagonya’yı var olmayan bir yer diye hayal ederdim. Biz çocuklar da aramızda, “Hadi sen de!.. Patagonya’da bile olmaz” demeyi âdet haline ge­ tirmiştik. İşte bir gün, bir yerde... “Şu karşısı Patagonya... Burdan ötesi Patagonya” deyiverdiler... Patagonya’nın, göbeğine değilse de yanına, yamacına varmıştım. Pa­ tagonya sahiden vardı. Patagonya bir yerdi. Belki ku­ tuplara yakınlıktan epey soğukça, belki uzaklıktan epey sessizce, kendi halinde, biraz ıssız, biraz bakımsız, ama gerçekten var olan bir beldeydi Patagonya... Ve Patagonya, Arjantin’deydi. 1978’de Dünya Kupası finalleri Arjantin’de oynan­ mış olmasa, Patagonya’ya böylesine yakmlaşamaya- caktım. Evet, 1978 Dünya Kupası finalleri Arjantin’de oy­ nandı ve Güney Amerika’daki bu büyük futbol olayı­ nı, televizyon yayınlarıyla dünyanın çok yerinde mil­ yonlar seyretti. Arjantin’deki futbol karşılaşmaları, bugüne kadar en çok seyirci tarafından izlenen maç­ lardı. Naklen yayın, uzaydaki t v uydusuyla gerçekleş­ tirilmişti. Televizyonculuk açısından 1978 Dünya Kupası dııemli bir dönüm noktasıydı. Federal Almanya ile Po­ lonya arasındaki açılış maçını, ekran başında yetmiş ıl

242 pati duyuyordu. Buenos Aires’te bir “9 Temmuz Bul­ varı” var. “Dünyanın en geniş caddesi.” Karşıdan kar­ şıya geçene kadar, tüp bebekten hamile kalmış bir ka­ dın bile üç kez doğurur. Işıklı işaretler peş peşe... Cad­ deyi enine bir yanından öbür yanma katetmek için, birkaç kırmızı ışıkta beklemek zorunda kalıyorsunuz, kent büyük, kentteki caddeler büyük, caddedeki bi­ nalar büyük, binadaki kapılar büyük, kapıdaki nu­ maralar büyük Arjantin’de... O yüzden başımıza ge­ len de az değildi. Bir resmi işlemi tamamlamak için, bir devlet kurumuna gitmemiz gerekliydi. İlgili servis­ lim adresini verdiler: “Libertador caddesi” diye... Biz de şoföre “Libertador caddesi” dedik. Şoför “Kaç nu­ mara?” diye sordu. Doğrusu şoförün bu özel merakı­ na içerleyip tekrarladık: “Libertador caddesi...” Adam güldü, arabayı sürmeye devam etti. Çok geçmeden de durdu: “Geldik. İşte, Libertador caddesi burdan baş­ lıyor.”

liuenos Aires’te adres aradınız mı hiç?

lamam, dedik, iner yürürüz. Hem numarayı buluruz, lıem de şehri tanımış oluruz. Parayı verip indik. Kapı­ lardan birine sokulup baktık. Numarası “17” idi. Bir de elimizdeki adrese baktık. Aradığımız numaraya: “ I I bin 397!” Yürümeye başladık. Her köşe başında numaralar yükseliyordu, hem de 500’er, 500’er... Ama yol bitmiyordu. Yürü babam, yürü!.. Öğle yemeği sa­ ati geçmişti, biz hâlâ yürüyorduk. Açlıktan karnımı­ zın gürültüsü birbirine karışıyordu. Hava da soğuktu epey... Yürü yürü yürü... Git git, 397... Yürü yürü 1397... Birine sorduk, “11 bin 397”... “Aaa” dedi, “Yakın... Beş blok ötede...” Daha o gün, Arjantin’de

243 adreslerin “blok”la anlatıldığını öğrenecektik. Ancak Arjantinlilerce “bir blok” demek, bizim Anadolu’daki “bir sigara içimlik” ölçüsünün tıpkısıydı. Yürüye yü- rüye, akşama doğru vardık 11 bin 397 numaraya... Kapı önünde yığılmayalım diye son kuvvetimizi topla­ dık, sokulduk. Üniformalı nöbetçi göğüsledi. İşimiz olduğunu söyledik. Kaşlarını çattı. Anlaşabileceğimiz bir yabancı dille “Yarın geleceksiniz” dedi, “Daire ka­ pandı. Nerdeydiniz bütün gün?” “Libertador caddesi”nin 35 mi, 65 mi neyse, bil­ mem kaç kilometre olduğunu daha o ilk gün öğren­ dik. Bir de Buenos Aires’te taksiye binince, şoföre gi­ deceğimiz caddeyi söylemenin yeterli olmadığını, kapı numarasını da söylemenin mutlak gerektiğini...

Telefonda bir terslik var ama...

Buenos Aires’te çalan ilk telefonla birlikte şaşkınlığım da büyük olmuştu: — Allo, dedim. — Ola, dedi biri... — Allo... — O la... Benimle alay mı ediyorlardı? Hırsla kapadım tele­ fonu... Bana telefon eden münasebetsizin kim olduğu­ nu sormak üzere, otelin santralını çevirdim. Açıldı: — O la... Onu da aynı gün öğrendim. Telefonda “ola” diyor­ lardı. Kuzey yarımküresindeki “Allo” Güney yarım­ küresinde baş aşağı olmuş, “01a”ya dönmüştü. Tabii onlar da bizim “O la” değil de, “Allo” dememizi yadır­ gıyordu. Doğrusu Arjantinliler hani saçlarını süpürge yap-

244 ııuş, ama Dünya Kupası’nı da mükemmel organize et­ mişlerdi. İstediğiniz anda telefon ahizesini kaldırıyor ya da Radyo-TV Merkezi’ndeki stüdyonuzda bir düğ­ meye basıyor ve ta Avrupa’nın öbür ucundaki kişiyle konuşabiliyordunuz. Uzayda aracılık görevini üstle­ nen uydu, görevini gerçekten başarıyla yaptı. Evet, Amerika’nın güneyinden Avrupa’nın her yanma tele­ fon köprüsü kurulmuştu ama... Buenos Aires’te kaldı­ ğınız otelden iki sokak ötesindeki yerle konuşmak is­ tediniz miydi telefonla?.. Hah işte, o biraz zordu. Bi­ raz değil, iyice zordu... Önce “çevir” sesi gelmiyordu. Sonra ses geliyor, numara düşmüyordu. Daha sonra numara düşüyordu, ama ya karşınızdaki sizi duymu­ yordu ya dâ siz onu. Bazen de yanlış numara düşüyor­ du. Yahut araya yabancı bir ses giriyor ve İspanyolca “Boşuna çevirmeyin! Bugün yedi ile başlayan abone­ ler arızalı” diyordu. Galiba Arjantinliler “sıla özlemi” çekmeyelim diye seferber olmuş, telefonla konuşurken kendimizi İstanbul’da hissetmemizi sağlayacak tertibat kurmuşlardı.

En kısa yoldan otelde kahvaltı siparişi!

Biz gene neyse... Fransız televizyoncuları daha feci du­ rumda kalmış, sinir küpüne dönmüşlerdi. Paris’le iste­ dikleri anda görüşebiliyorlardı da, bir odadan öteki odayla yahut otelin santralıyla konuşamıyorlardı. Önce çok kızmış, sinirlenmişler. Fakat çok geçmeden çareyi bulmuşlardı. Paris telefonu otomatik ya... he­ men çeviriyorlardı, Paris’teki TV merkezinin numara­ sını: — Allo allo... — Burası Buenos Aires... Biz de buraya gönderdı-

245 ğiniz Fransız TV ekibiyiz... Otelimizin telefon numa­ rası 36 45 79... Oda numaramız 347... Şimdi lütfen otomatik hattan, Paris’ten, Buenos Aires’teki bizim ote­ li arayın... Oda servisini isteyin... Bizim 347 numara­ lı odamız için şu siparişi verin: İki çay... Dört yumur­ ta, az pişsin ikisi, ikisi lop olsun... Tereyağı, reçel, pey­ nir... Tost ekmeği bol olsun... Tamam mı? — Tam am ... Fransız t v Merkezi, Paris’ten Buenos Aires’teki oteli arıyordu: — A llo... — O la... — Oda servisi lütfen... — Bir dakika bağlıyorum... — Buyrun, oda servisi... — 347 numaralı odaya kahvaltı lütfen... İki çay... Dört yumurta, ikisi az pişecek, ikisi lop... Tereyağı, re­ çel, peynir... Tost ekmeği bol olsun. Tamam mı? — Si senyor...

Her sokak bir lunapark...

Arjantin bir açıdan da lunaparklara benziyordu. Öte­ ki eğlencelerini, oyuncaklarını benzetir miyiz, benze- temez miyiz, bilemem ama, trafik açısından tıpkı bir lunaparktaki çarpışan otomobiller gibi... Arabasını park etmek isteyen Arjantinli hiç sıkıntı çekmiyor. Çünkü Arjantin sokaklarında “park yeri yok” yok! Fier an her köşede, her araba için mutlak bir araba­ lık park yeri var. Ancak nasıl park edeceğinizi bilme­ niz gerekir... İşte bakın, öğrendiğim kadar öğrete­ yim size de... Bir gün yolunuz o yana düşerse, lazım olur:

246 Önce arabanızı hafifçe bütün arabaların park etti­ ği tarafa yanaştıracaksınız. O park etmiş otomobiller İçinde iki-üç karışlık yer bakacaksınız. Fazla değil, iki-üç karışlık yer yeter... Buldunuz mu iki araba ara­ sında bu kadarcık boş yer? Oraya gireceksiniz. Nasıl mı? Gayet kolay: İki ileri, üç geri... Çıkarken de aynı şekilde... Ne? Ne? Ne? O küçücük yerde ileri geri gi­ dip gelirken, öndeki, arkadaki arabalara çarpar mısı­ nız? Tabii çarpacaksınız. Başka türlü nasıl girilip çı­ kılır o kadarcık yere? Bir öndeki arabaya vuracaksı­ nız. Hem de hızlı vuracaksınız ki, o da önündeki ta­ şıtlara toslasın ve size yer açılsın. Sonra aynı şekilde arkadaki arabaya vuracaksınız. Peki, kızmıyor mu sahipleri? Ya onlar nasıl girdiler o park yerine sanı­ yorsunuz? Arjantin’de bu yöntem nedeniyle pek çok arabanın önü ve arkası çarpık... Tamponların hemen hepsi eğri büğrü... Çarpma sırasında hiç olay çıkmıyor. Çarpan da gülüyor, çarpılan da... Hatta selâmlaşıp ayrılıyor­ lar. Arjantin halkı, kendisi politikada çarpıla çarpıla, arabalarının çarpılmasına da aldırmaz olmuş.

Görkemli açılış...

Buenos Aires’in River Plate Stadı’ndaki açılış töreni görkemliydi. Nefis gösteriler alkışlarla seyredildi. Bin­ lerce Arjantinli genç “Argentina 78 - Mundial f İf a ” yazısını vücutlarıyla yazdılar. Bir önceki kupanın sahi­ bi Federal Almanya ile Polonya arasındaki maç, daha çok Polonya’nın baskısı altında geçti. Almanlar daha ilk günde tökezlemekten kaçınıyor, beraberliğe razı oluyordu. Bu da, açılışta kaliteli futbol seyredilmesini engelledi.

247 Açılışı naklettikten sonra uçakla Cordoba kentine gittim. Arjantin Hava Yolları, ne kadar güzel hostes varsa, hepsini Dünya Kupası maçlarının oynandığı şe­ hirlere sefer yapan uçaklara koymuştu. Küçücük uçak­ ta üç hostes vardı. Üstelik cömertçe ikram harikaydı. Arjantin, hava yollarıyla Dünya Kupası’nda iyi bir pro­ paganda fırsatını en iyisiyle kullanıyordu. Cordoba, filmlerde gördüğümüz tipik Güney Ame­ rika şehirlerindendi. Sıcak, sımsıcak insanların dostça karşılamasına tanık oldum. Hele Basın-TV Merke- zi’nin bir turizm merkezi olduğu sanılırdı. Öyle yakın davranıyorlardı. Şansıma gollü bir maç düşmüştü. Ne var ki kazanan, herkesin favorisi İskoçya değildi. İs- koçya, Peru önünde 3-1 yenilgiden kurtulamamıştı. Bu karşılaşmada ünlü Cubillas’ın yirmi beş metreden at­ tığı gol, az seyredilir güzellikteydi. Cubillas’ın bir de şahane frikik golü alkışlanmıştı. Sonra gene Cordoba’da, bu kez Federal Alman­ ya’nın Meksika’yı gol yağmuruna tuttuğu maçta gö­ revliydim. Almanlar gerçekten “son şampiyon” gibi oynamış ve güzel golleri peş peşe sıralamışlardı. 6-0 yenilen Meksika ise hiçbir varlık gösterememişti. İti­ raf edeyim, oyun 5-0 olunca, hep altıncı golü istedim içimden... Hani 5-0, İnönü Stadı’nda Almanlara olan yenilgimizi hatırlatıyor gibiydi. 6-0 olunca rahatla­ dım, hiç değilse “Meksika’dan iyi” olduğumuza ken­ dimi inandırdım. Sıra, Federal Almanya - Tunus maçına gelmişti. An­ cak TRT’nin önceden bildirdiği naklen yayını listesinde bu maç yoktu. Tunus’un Arjantin’deki finallerde gös­ terdiği başarı karşısında, bu takımın maçını Türk spor­ severlerine de seyrettirmek isteğindeydik. Çetin Çe- ki’nin t r t adma yaptığı başvuruyu önce olumlu karşı-

248 kınamışlardı. Sonra gittik, epey dil döktük. Çeki ve TRT ekibi olarak, Arjantin t v Merkezi’nde iyi bir dost çevresi edinmiştik. Görevimizi ciddiyetle yapışımızı ya­ kından izliyorlardı. Bu bakımdan başvurumuzu, bütün zorluğuna karşın incelediler. Sonunda da elde ettik bu yayını... Doğrusu Almanya - Tunus maçını anlatırken, zaman zaman ayyıldızlı futbolcuları kendi takımımız gi­ bi benimsiyordum. Tunus takımı da gerçekten mükem­ mel oynuyor, Dünya Kupası’nın son sahibi Almanlara kök söktürüyordu. Ne yazık ki Tunus, o güzelim oyu­ nun karşılığında 0-0’dan fazlasını alamadı. Federal Al­ manya’nın şöhretleri, bütün güçlerini ortaya koyarak yenilgiden kurtuldular.

Atatürk’ü tanıyan Arjantinli...

Güney yarım küresiyle Kuzey yarım küresi arasında­ ki terslik, sadece telefonda “Allo” yahut “01a”dan ibaret değildi. Aylardan hazirandı. Ama kış başlıyor­ du Arjantin’de... Pardösü, bazen de palto ile, içimiz­ de kazak olduğu halde üşüdüğümüz oluyordu. Hele Mar del Plata’daki Brezilya - Avusturya maçına gi­ derken epey üşüdüğümü hatırlıyorum. Oysa Mar del Plata, Arjantin’in güzel yazlığıydı. Herkes yaz mevsi­ minde buraya denize girmeye, deniz eğlencelerine ka­ tılmaya geliyordu. Şimdi ise, boş bir şehir gibiydi. Plajlar, gazinolar kapalı, ama stad yolu açıktı. Halk da akm alcın stada gidiyordu. Belki kış mevsiminde yazlık yerde oynandığı için, maçta da sadece tek gol oldu. M ar del Plata deyince, şirin bir Arjantinli kızla yakı­ şıklı nişanlısı geliyor aklıma... Dünya Kupası’nda gö­ revli hosteslerdendi kız... M açta bize devamlı basın

249 bülteni getirirken tanışmıştık. Maçtan sonra bana Mar del Plata’yı gezdirmeyi teklif etti. Nişanlısıyla birlikte, otomobille şehri gezdirdiler. Kızın nişanlısı kültürlü bir delikanlıydı. Türkiye ile ilgili iki kitap okumuştu. Daha tanıştığımızda “Türkiye” deyince kız “Atatürk’ü biliyo­ rum” karşılığını vermişti. Zaten Arjantin’de Türk ol­ duğumuzu söyleyince hemen ilgi gösteriyor, sevgiyle yaklaşıyorlardı. Mar del Platalı genç çiftle uçak saatine kadar dolaştık, yemek yedik, iyi dostluk ettik. Bir süre sonra düğün davetiyelerini de göndermeyi ihmal etme­ diler. Pele ile aynı uçakta gittiğimiz M ar del Plata maçın­ da, Brezilya Avusturya’yı 1-0 yendi. Ama 1-0’dan çok fazlasını hak ederek... Rivelino ve gibi asların­ dan yoksun olmasına karşın, gene de göz okşayan bir futbol sergilemişti. Aynı gün Menzoda’daki maçta, Hol­ landa’nın İskoçya’ya 3-2 yenilmesi büyük bir sürpriz­ di. Maçın bir özelliği de, Hollandalı Rensenbrink’in o gün attığı golün, Dünya Kupası’nın birinci golü olma­ sıydı. Öte yandan Dünya Kupası tarihinde İskoçya, bir kez daha yenilmeden eleniyordu. Ev sahibi Arjantin, yakışıklı menajeri Menotti ile gündemin ilk maddesindeydi. İngilizler İngiltere’de, Al­ manlar Almanya’da şampiyon olduğuna göre, Arjan­ tin’deki Dünya Kupası’nda da sıra Arjantinlilerindi.

Sisler arasında topu bile görmeden maç anlattım!..

Bunca maç içinde en zor anlattığım karşılaşma, İtalya - Almanya maçıydı. Maç öncesi her yanı kaplayan sis o kadar yoğundu ki... Hatta o gün birçok uçak seferi iptal edilmiş, bazı ünlü otoriteler başka kentlerdeki

250 MMt,lanı gidememişlerdi. Buenos Aires’in River Plate Mıldı'ndaki İtalya - Almanya maçında ise, bir tribün­ den karşı tribünü görmek imkânsızdı. Sahada da fut­ bolcular uzağa gittiklerinde seçmek güçleşiyordu. Sis Buenos Aires’te dakikalarca sürdü. Oyun da ona pa- l’ıllc l olarak ağır bir havada geçti. İki taraf yenilmek- mıı, gol yemekten çekiniyordu. Bu çekingenlik, futbol Hevkini epey düşürdü. Giderek sis dağıldı, ama oyun­ daki heyecan temposu artmadı. İtalyanlar daha baskı­ lıydı. Onlar da inanılmaz goller kaçırdılar ve sonunda İt O’a boyun eğdiler. Gerçeği söylemek gerekirse gali­ biyet İtalyanların hakkıydı. Paolo Rossi’li, Bettega’lı, t iuısio’lü İtalya’nın bir tek gol bile atamayışı biraz şans­ sızlık, biraz da beceriksizlikti. Ve büyük isimler için bağışlanmazdı. Rosario şehrindeki Arjantin - Brezilya maçında da gol anlatamamıştım. Fakat o, bir başka maçtı. Rosa- ı io Stadı, Rio Karnavaldın andırıyordu. Konfetiler, şe­ ni Icr, rengârenk süsler, bir bulut gibi iniyordu saha­ ya... Bir yanda Brezilyalılar, öte yanda Arjantinliler, tipik Latin Amerika coşkusu içindeydi... Güney Ame­ rika’daki o ünlü maçlardan birindeydim işte... Ve sanki o heyecana kendimi kaptırmıştım. Aslında ku­ panın son maçı, finallerin finali olması beklenen maç­ tı bu... Fakat fikstür cilvesi, Arjantin’le Brezilya’yı, iki favoriyi çok daha önce karşı karşıya getirmişti. İki La­ tin devi, tüm güçleriyle mücadele etti, ama hiçbiri öte­ kini yıkamadı. Maç, başladığı gibi golsüz kapanmıştı.

Türkiye’ye en uzak noktadan yayın...

Brezilya - Polonya maçındaydım şimdi de... Mendo- za’dan anlatıyordum. Mendoza şehrinden yaptığım bu

251 naklen yayında, “en uzak yayın” olayını yaşıyordum. Ülkemize en uzak noktadaydım. Brezilya ile Polonya arasındaki karşılaşma da, bunca uzağa gelmeye değe­ cek kadar güzel olmuştu. Televizyon yayın tribünün­ de, hemen yanımda bir Brezilya istasyonu spikeri var­ dı. Bunlardan biri de, 1970 Dünya Kupası’nın yıldızı Gerson’du. Tanıyınca eğildim, konuştum kendisiyle... Hatta mikrofonumu uzattım, Türkiye’ye selam yolla­ masını sağladım. Aynı anda sahada Brezilya futbolcuları harikalar ya­ ratıyordu. “Beyaz Pele” diye piyasaya sürülen Zico’nun maçın hemen başında sakatlanıp çıkması, Brezilyalıları epey sarsmış, fakat çabuk toparlanıp o şahane oyunları­ na başlamışlardı. Polonya da güzel futbola güzel futbol­ la karşılık verince, Mendoza seyircisi kaliteli bir maç seyretme şansını buldu. Brezilya’nın 30 yaşındaki ası Nelinho, kaç kişinin kurduğu barajdan topu aşırıp da şahane bir vuruşla serbest atışı gole çevirirken stad inli­ yordu. Fakat, Polonya’nın da golcü Lato’su vardı ve La- to, krallığını ispat ediyordu. Karşılıklı gollerle ilk yarı 1-1 kapanmıştı. İkinci bölümde ise Roberto, Brezilyalı seyircileri havaya kaldıran golü atıyordu. Sonra bir gol filmi seyrettik adeta: Brezilya üçüncü gol peşindeydi ve işte Gil, topu yakalayıp şutlamıştı. Ne çare, top direğe çarpıp geri dönüyordu. Bu kez Mendonca tuttu topu ve vurdu... Gene direk, evet gene direk önlüyordu golü... Direkten dönen top Dirceu’ya gelmişti. Dirceu’nun şu­ tu... İnanılmayacak olay! O da direkten dönüyordu. Tam üç şut da topu kaleye yollamış, ama üçünde de top direkten dönmüştü. Dördüncüde Roberto’ya geldi top... İkinci golü atan Roberto’ya... Ve Roberto direk mirek dinlemedi, vurduğu gibi ağları sarstı: 3-1... Ma­ çın sonucu, Brezilya’nın Polonya karşısında zaferiydi.

252 6 S/A- e'nin babası!

Ilre/İlya - Polonya maçından sonra Mendoza Hava- ulaııı’nda uçağın kalkışını beklerken, bir yandan tele­ vizyondan başka şehirde oynanan Arjantin - Peru kar­ tlaşmasını izliyordum. Televizyon başında heyecanlı ev sahibi Arjantinliler... Ve Mendoza’daki maçtan dö­ nen Brezilyalılar... Grup birincisi olarak finali oyna­ ma şansı gol averajına kalmıştı. Arjantin Peru’yu fark­ lı yenerse finalist olacaktı. Aksi halde Brezilya idi fi­ nalist... Ve Arjantin, maçla birlikte golleri yağdırma­ ya başlamıştı. Maç sabahı “Arjantin - Peru maçı şike olacak” diyenler vardı. Hatta “6-0’lık sonuç”tan söz «denlere rastlanıyordu. Tesadüfe bakın ki... Arjantin altı tane atıyordu gerçekten... Peru hiç karşılık vere­ meyince, 6-0 bitiyordu maç... Karşılaşmayı izleyen Devlet Başkanı bile havalara sıçramıştı. Brezilyalılar, “ İşte söylenen şike çıktı. Hem de tamamı tamamına 6-0... Arjantin’in finale çıkması için gerekli averaj sağlandı” diyorlardı. Şikenin gerekçesi, politik açıdan da yorum getirmiş­ ti: “Arjantin, mülteci Perululara yardım etti. Arjantin, l’cru komşuluğu hatırına yaptı bunu. Ayrıca Peru çok fakir... Parasal sıkıntı içinde kıvranıyor. Arjantin bu maçı farklı kazanmak için, Peru’ya bilmem kaç bin dolar...” Neler söylenmiyordu daha... Dilin kemiği yok ki... Söyleyen, söyleyecekti. Diyorlardı ki: “Peru, koskoca İskoçya’yı 3-1 yendi. Öylesine güçlü takım olduğunu gösterdi. İran karşısında da mükemmel oy­ nadı ve farklı galibiyet aldı. İran’ı 4-1 yenmek küçüm­ senemez. Nihayet Hollanda’ya da yenilmedi. Hollan­ da ki, finalist olan takım... Onunla da 0-0 kaldı. İkin­ ci turda Polonya’ya kafa tuttu, maçı tek golle verdi...

253 Brezilya karşısında tutunamadı sadece... O maçta da 3-0’dan fazlasını alamadı Brezilya... Şimdi Arjantin’in kolayca 6-0’ı istemesi ve alması, insanın kafasını bu­ landırıyor. ” Brezilya Teknik Direktörü Coutinho ile Delegasyon Başkanı Cavalheiro, ertesi gün bir basın toplantısı dü­ zenliyor ve şu açıklamayı yapıyorlar: “Peru, bugüne kadar katıldığı hiçbir turnuvada altı gol yememiştir. Biz, bu maçın sonucunu öncesinden duyduk, F İFA ’y a bildirdik.” Brezilyalılara göre olay tek sözcükle özetlenebilirdi: “Cinayet!” Ama bu cinayet “faili meçhul cinayet” olmaktan öteye geçemeyecek, küflü dosyalar arasında kaybola­ cak, Arjantin o 6-0’la finale çıktığı gibi, finalde de ka­ zanarak Dünya Kupası’m alacaktı. Atı alan Üsküdar’ı, kupayı alan F İF A ’y ı geçmişti yani...

Bir büyük final daba...

25 Haziran 1978 pazar günü, Buenos Aires’in River Plate Stadı’nda Tansu Polatkan’la birlikte mikrofon ba- şmdaydık gene... Dört yıl önceki gibi... Ve ben dör­ düncü kez bir Dünya Kupası finalinde spikerlik görevi üstleniyordum. Türkiye’de de milyonlarca sporsever te­ levizyonları başındaydı. Seksen bin seyircinin izlediği maçı İtalyan hakem Gonella yönetiyordu. Yardımcıları Uruguaylı Baretto ile AvusturyalI Linemaler’di. Büyük finalin takımları karşılıklı şöyle dizilmişti: A r j a n t i n : Fillol - Olguin, Luis-Galvan, Passarel- la, Tarantini - Ardiles, Gallego, Kempes - Bertoni, Luque, Oı tis

254 I Io l l a n d a : Jongbloed - Poortvliet, Krol, Brandts, |tinsen - Neeskens, Haan, Wiily Van de Kerkhof - Re­ ne Van de Kerkhof, Rep, Rensenbrink I Iollanda, Dünya Kupası şansını ikinci kez deni­ yordu. Dört yıl önce Münih’te ev sahibine boyun eğ­ mişti. Şimdi karşısında gene ev sahibi vardı. Maç çok elektrikli başlamıştı. İlk dakikalarda hep I.ııılleri anlatıyorduk. İlk yarım saatten sonra futbol kendini göstermeye başladı. Futbolcular, bunun bir lıılbol Dünya Kupası finali olduğunu nihayet hatırla­ mışlardı. İşte 37. dakikada, uzun saçlarıyla, yeleli bir aslanı hatırlatan, yakışıklı golcü Kempes, Ardiles’ten I uque’ye, ondan da kendisine gelen topla süzüldü. Bir ceylan gibi akıyordu. Hollanda defansından sıyrıldı. Vurdu. Ve tabelaya ilk golü yazdırdı Kempes... 1-0, aynı zamanda ilk yarının sonucuydu... İkinci yarı da uzun süre golsüz devam etti. River l'late Stadı’ndaki seksen bin kişiyle televizyonları ba­ şındaki milyonlar da, “Arjantin tek golle kupayı al­ dı” diye düşünürken... Maçın bitimine sadece sekiz dakika kala, Hollandalı Nanninga’nın topa yakıştır­ dığı kafa, stadı yerinden oynatıyordu. Hollanda’nın beraberlik golüydü bu... Nanninga, az önce yapılan değişiklikle takıma girmişti. Arjantin de, Hollanda da ikişer oyuncu değişiklik hakkını o sıralarda kul­ lanmış, Arjantin Larossa ile Houseman’ı, Hollanda da Suurbler’le N anninga’yı alm ıştı. İşte, Nannin- ga’nın oyuna girmesiyle beraberlik golünü Arjantin ağlarına göndermesi bir oldu. Gol güzeldi, kaleci Fii­ li ıl’un uçması kurtarmaya yetmedi. Ve bu gol aynı za­ manda, Arjantin’deki Dünya Kupası finallerinin 100. golüydü. Doksan dakikalık normal süre 1-1 kapanmıştı. Maç

255 yarım saat uzatılıyordu. İki takım da kupayı alabil­ mek için varım yoğunu, bu otuz dakikada gösterecek­ ti. Ev sahipleri, tribündeki on binlerin de coşturmasıy­ la şahlanmışlardı. İşte gene Kempes sahnedeydi. 104. dakikada kaptığı topla daldı gitti ve yakından vurdu: İkinci goldü bu... Ve gol, Hollandalıları şaşırtmıştı. O şaşkınlık içinde Arjantin üçüncü gole de gitti. Bertoni, River Plate Stadı’m inleten golün kahramanıydı. Ar­ jantin 3-1 öndeydi şimdi... Ve yüz yirmi dakikalık mü­ cadele böyle bitiyordu.

Biz de sokakta Arjantin balkıyla beraber yürüyorduk...

Futbol dünyasının yeni kralı Arjantin’di artık... Tek­ nik Direktör Menotti, “günün adamı”ydı... “Zafer tüm Arjantin’indir” demekle, Menotti gerçeği dile getiri­ yordu. Arjantin halkı turnuvanın başından sonuna sa­ bahlara kadar uyumamış, evde ne bulursa alıp sokağa fırlamış, onları birbirine çarparak tempolu bağırışıyla dolaşmış, coşmuştu. Vamo vamo Arbentina şarkısın­ da, Arjantinlilerle biz bile kaç kez birlikte yürümüştük. Müzik güzeldi. Coşkunluk insanı süriiklüyordıı. Bir de Arjantin insanını sevmiştik. Milli Takım Kaptanı Passarella, Dünya Kupası’m Devlet Başkanı Videla’dan alıyor, sonrasında Arjantin bir milli bayram sevinci yaşıyordu. Yeni şampiyon Ar­ jantin’di. Yeni kral da, Arjantinli Kempes... O günler­ de Buenos Aires’te doğan çocuklardan yedisine “Kem­ pes” adını veriyordu analar babalar. Dünya Kupası’nın en iyi futbolcusu seçilen Kempes’in heykelinin dikil­ mesini isteyenler bile vardı. Kempes’in hakkı inkâr edilemezdi. Fakat Arjantin, takım halinde oynamış ve

256 kazanmıştı. Menotti’nin hocalığı da yabana atılamaz- dı. Tabii evinde oynamanın avantajını da ev sahibi ta­ kım en iyisiyle kullanmıştı. Organizasyon da başarılı geçmiş, Arjantin’e gelen konuklar memnun ayrılmıştı. Biz, çok uzaklardan ge­ len radyocular, televizyoncular, basın mensupları da memnunduk. Arjantin’de yakınlık, ilgi, dostluk görmüş, işimizi rahatça, kolayca yapmıştık. Naklen yayınları­ mız da, genelde beğeniyle karşılanmıştı. Dört kişilik bir T R T ekibi olarak görevimizi başarmanın mutluluğu içinde yurda dönüyorduk. Arjantin’de Dünya Kupası’na dahil birçok önemli maç yapılmıştı, ama kupaya dahil olmayan bir maç, ötekilerin hepsinden değişik bir ilgi uyandırmıştı. Avrupa ile Arjantin arasındaki bir maçtı bu... Milli­ den de öte, enternasyonal bir karşılaşma... Bir taraf­ ta Arjantin’in eski milli futbolcuları, dünyaca ünlü yıldızları vardı. Öte tarafta da, Avrupa’nın şöhretli eski yıldızları... Bu, Avrupa Televizyoncular Karması idi. Dünya Kupası’nda biz bir Türk basın grubuyduk.

Dört t r t ’ c İ dışında, Togay Bayatlı, Necmi Tanyolaç, Kemal Belgin, Hüseyin Kırcalı, Ertuğrul Akbay aynı oteldeydik. Ayrıca milli takım teknik direktörlerinden Metin

Türel de bizimle beraberdi. f İ f a üyelerinden eski arka­ daş, değerli futbol adamı Necdet Çobanlı ile de sık sık buluşuyorduk. Çobanlı her zamanki dostluğuyla biz- lere yardımcı olmaya çalışıyor, ilgi gösteriyordu. Dünya Kupası t v Merkezi’nde, dünya futbolunun birçok eski yıldızına rastlamak mümkündü. Avru­ pa’nın belli başlı t v istasyonları, eski ünlüleri yorum­ cu, sunucu olarak Arjantin’e getirmişti. Bunlar arasın­

257 da kimler yoktu ki... En çok milli olma rekorunu kı­ ran, İngiliz Billy Wright... İngiliz asları Bobby ve Jac­ kie Charlton kardeşler... İtalyan kaptanı Facchetti... Unutulmaz Fransız golcüsü Fontaine... Afacan fut­ bolcu Kopa... Dev yıldız Di Stefano... İskoç fırtınası St. John... Brezilyalı Gerson... Kral Pele... Asi Alman Netzer...

Dünyanın en büyük teknik direktörü... Benim!

Bir gün restoranda yemek yerken, Bill Wright’a “Bur­ çla bu kadar yıldız var. Başka kupalarda maçlar yapı­ lırdı. Niye yapmıyoruz?” gibilerden bir laf etmiştim. Birkaç gün sonra Wright bana geldi, “Senin dediğin maç yapılıyor” dedi. “Sizde oynayacak kim varsa söyle. Bir de sen bize menajerlikte yardım etmez mi­ sin?” Kim etmez ki... Teşekkürle “Peki” dedim. Ara­ da da “Bizim spiker arkadaşlardan Polatkan eski bir kalecidir. İsterseniz oynar” ilavesinde bulundum. Maç günü yaklaşırken Wright gene beni buldu, maç gününü bildirdi. Bizim kaleciyi de getirmemizi istedi. Ayrıca “Teknik Komite sen, ben, bir de bizim Bobby’ den kuruldu” dedi. Bizim t r t stüdyosuna döndü­ ğümde, yürüyüşüm hayatımda bir kez daha değiş­ mişti. Çünkü Avrupa Karması’nın teknik komitesi, Billy Wright ve Bobby Charlton’la “ben”den oluşuyordu. Maç saati gelip çattığında, işin hiç de şaka olma­ dığını anladım. Buenos Aires’in Atlanta Stadı’nda yirmi bini aşkın seyirci vardı. Her biri dünya kadar para ödeyip girmişti. Toplanan para da, ordaki Sa- ğır-Dilsiz Çocuklar Yurdu’na veriliyordu. Stadta mü­ kemmel ışık düzeni, uluslararası hakemler... Ve kaç

258 kanaldan canlı ya da bant, televizyon naklen yayını yapılıyordu. Maçı naklen yayınlayan istasyonlar da vardı. Soyunma odamızda normal olarak dünya fut­ bolunun büyükleri, Bobby Charlton’la Billy Wright dururken bana laf düşmezdi. Ne var ki, ikisi de gö­ revlilere söz anlatamıyorlardı. Çünkü İngilizce konu­ şuyorlardı. Bir ara Billy bana döndü, “Yardım” dedi. O zaman olaya girdim. Kırık dökük İspanyolcamla, stadtaki Arjantinli görevlilerden isteklerimizi sıraladım. Bunu gören Charlton’la Wright, bana yetki verdilerini söy­ lediler. “Zaten biz takımda oynayacağız. Sen kenar­ dan menajer’olarak görev yaparsın” dediler. Futbolun beşiğindeki kralların kabul ettiği bir menajerdim ya­ ni... Cebimden eksik etmediğim İspanyolca sözlükle meramımızı daha rahat anlatmaya başladım. Malze- meciden formaları istedim. Top ayakkabıları için nu­ maraları öğrendim. Sonra da sahaya çıkacak takımı açıkladım. Hadi hadi doğruyu söyleyeyim: Bobby Charlton’la Billy Wright’in yaptıkları ve bana verdik­ leri takımı açıkladım. Formaları dağıtırken, Di Stefa- no’ların, Kopa’larm, Fontaine’ierin karşımda bekle­ diklerini görmek beni şaşırtıyor, içimden “Hey gidi dünya hey” diyordum. Bu arada zaten kibar bilinen İtalyan kaptanı Facchetti’nin formayı alıp teşekkür et­ tikten sonra “Şurda soyunsam olur m u?” diye sorma­ sını da hiç unutamam. Başka kaleci yoktu. Daha doğrusu Meksika’nın beş Dünya Kupası’nda oynamış ünlü kalecisi Carbajal vardı ama çok yaşlanmıştı. Sadece ismiyle oynayabi­ lirdi. Billy Wright, “Sizinki genç” dedi ve Tansu Polat- kan’ın oynamasına karar verildi. Düşünün, Carbajal da Tansu’nun yedeğiydi. Bu arada Kopa şaka üstüne

259 şaka yapıyor, bana gelerek, “menajer, doping ilaçları­ mızı vermedin. Şike için kaç dolar alacağız” diyordu. Sadece Bobby Charlton ciddi olarak, “Bir yardım ma­ çıdır. Çoğumuz futbolu bıraktık. Onun için yumuşak oynayalım. Bir kaza çıkmasın” dedi. Ve sahaya yürü­ dük. Çıkış tünelinde Kopa, Di Stefano, kaptanımız Bobby Charlton, Billy Wright, lan St. John, Fontaine, Facchetti, Jackie Charlton ve menajer bendeniz yürü­ yorduk. Paltoyla, tıpkı Arjantin’in hocası Menotti gi­ bi hissediyordum kendimi... Televizyon kameraları, fotoğraf objektifleri üstümüzdeydi. Tansu Polatkan’ın koruyacağı kalenin arkasına geçerken, bir kamera ile bir mikrofon karşıma dikildi. Arjantin Okul Televiz­ yonu imiş. Yarı İngilizce, yarı İspanyolca bir röportaj yaptılar. Ve maç başladı. Tam on gol oldu. Beşini biz attık, öbür beşini de biz yedik. On bir oyuncusunun yedi ayrı dil konuştuğu takımın beş yemesine değil de, beş tane atmasına şaşılırdı... Sonunda demeç vermedim. Verseydim, şöyle diye­ cektim: “Karmanın beş gol yiyen kısmının menajeri Bobby Charlton’la Billy Wright idi. Beş tane atan kıs­ mından sorumlu menajer ise bendim.” Şaka bir yana, eski yıldızlar o gece şahane futbol gösterisi sunmuş, eski güzel günleri bir maçta toplayı- vermişlerdi.

Arjantin’de “Prens” de oluyorum...

Buenos Aires’ten ayrılacağımız günler yaklaşınca, tanış­ tığımız, ilgi gördüğümüz Arjantinli dostlara veda ede­ lim, dedik. Bu amaçla telefonu açtım. Uzun ve sabırlı bekleyişten sonra, Arjantin Televizyonu’nu buldum: — O la...

260 Artık alıştığım için rahatça “Ola” diye açıyordum telefonu... — O la... Senyor Fernando Rodrigez Alvarez Ranıon Ortiz Jııan Eduardo ile görüşmek istiyorum. — Bir saniye... Telefonda bazı sesler duyuldu... Tıkırtılar geldi. Son­ ra gene “O la” ve: — Si senyor Fernando Rodrigez Alvarez Ramon Ortiz Juan F,duardo... Buyrun... — Ben de Halit, dememe kalmadı, soyadımı söyle­ meme fırsat bulamadan: — Oooo, nasılsınız diye bağırdı o Ekselans, sizi ra­ hatsız ettik. Bizi bağışlayın. Artık gidiyorsunuz demek... Ayrılık günü yaklaştı. Fakat sizin gibi çok önemli, ay­ nı zamanda spor dünyasının değerli bir kişisini, futbol âleminin gerçek bir otoritesini memleketimizde selam­ lamaktan büyük gurur duymuştuk... — Sağolun... Sağolun... Flani “Sağolun” diyorum da... Birkaç akşam önce birbirimize açık saçık fıkralar anlatıp içki içtiğimiz Ar­ jantinli televizyoncunun böylesine ciddileşmesine de akıl erdiremiyorum. O devam etti gene: — Ülkemizi onurlandırmanızdan yararlanarak, si­ zinle bugüne kadar yapamadığımız röportajı artık bi­ ze lütfedeceksiniz değil mi? — Rica ederim... Memnuniyetle... Bir yandan içeri doğru eğiliyor, Çetin Çeki’ye “Ar­ jantin Televizyonu benimle özel röportaj yapmak isti­ yormuş” diyerek hafiften hava atıyordum. Arjantinli televizyoncu sürdürdü konuşmasını: — Ekselans, yarın olabilir mi röportaj? — İyi ama ben yarın...

261 — Ne olur kırmayın bizi... Lütfen... — Yok canım, kırmak filan değil... Uçakta yer için... — Uçağınıza yer sorun mu sizin için? Onu devlet de bulur. Sizin uçağınıza yer olmaz mı? Am a... Kısa­ cık da olsa, bir röportaj lütfen Prens Halit. Naklen ya­ yın arabamızı, kamera ekibimizi, teknisyenlerimizi, pro­ düktörlerimizi, rejisörlerimizi, spikerimizi, hepsini ya­ rın saat 1 6 .00’da yahut daha erken ya da daha geç ote­ linize yollasak? Ne dersiniz? — Saat 16.00 mı? Hımm... Başka saatte olsa... Çarşıya çıkıp eşe dosta hediye filan... — Ayy haklısınız... Öğleden sonra uyursunuz, din­ lenirsiniz... — Ne uyuması canım. Uçaklarda yer yok dedim ya... Kaç havayolunu dolaşacağız gene rezervasyon için... — Çok şakacısınız Ekselans Halit... Belki de ha­ vayolları konusunda uluslararası bir araştırma yapıyor­ sunuz da... Saat 13.00’da... Yani birde desek? — O lur... — O saatte herhangi bir yemek davetiniz yok değil mi, ekselans. — Yok, henüz kimseden davet almadığımıza göre, gene o ucuz pizzacıda yiyeceğiz demektir. Erken yerim. Saat 13.00’da otelde olurum. — Doğru kral dairesine mi çıkalım otelde? — İzin alabilir miyiz orası için? — O zaman özel ziyafet salonunu açtırırız. Bir an bizim ekip geldi aklım a... Ayıp olmasın diye: — Yalnız dedim, röportajda başkası olmayacak mı? — Size bağlı Prens’im... İsterseniz Sayın Abdiisse- lam’ı yahut Sayın Abdülhalim senyorları alabilirsiniz.

262 — Kimleri diyorsunuz? Ben Çetin Çeki’yi, Tan­ su’yu, Öztürk’ü diyorum. — Kızmayın, kızmayın, kimi alırsanız, siz seçin ek­ selans... — Ekselans mı? — Tabii sayın Prens... Sizinle şu röportajı yapalım lütfen... — Bana bak Fernando, dedim, senin vaktin boş, keyfin hoş galiba... Benim, senin gibi gırgır geçecek zamanım yok. Cebimizde üç kuruş döviz kalmış za- len. Karnım açlıktan zil çalıyor. Eşe dosta hediye ge­ rek. Arkadaşlar bekliyor, gidip uçakta yer bulmaya çalışacağız. Bavul topluyoruz öte yandan... Size ne­ zaket olsun diye hoşça kalın telefonu ediyorum. Sen benimle matrak geçiyorsun. Beni ne sanıyorsun ku­ zum? — Sayın Prens Halit... Suudi Arabistan Futbol Fe­ derasyonu Başkanı Prens Plalit— İnanın, yüzde yüz değilse de, yüzde doksan doğru hu olay... Gerçekten veda ve teşekkür için Arjantin Televizyonu’na telefon ettim. Az önce onlar da, o sı­ rada Arjantin’de bulunan Suudi Arabistan Futbol Federasyonu Başkanı Prens Halit’le röportaj için kendisini aramışlar. Santralden istemişler. Santral be­ nim aradığım telefonu bağlarken, “Halit Kıvanç” deyişimin ikinci kısmını dinlememiş bile... “Halit”i duyunca “Prens Halit hazır, telefonda” diye bağla­ mış. Adam sahiden beni Prens sanarak konuşmuş. Olay açıklanınca, Arjantinli televizyoncu ile bir hat­ tın iki ucunda, dakikalarca güldük... Bizim çocuklar da, “Tamam” dediler. “Uçak işimiz çözüldü, şimdi Halit ağabey telefonu açar, Prens Halit diyerek yer ister.” Yaaa, yapayım öyle bir şey de... “First Class” dört yer ayırsın ve de faturayı göndersinler... Üstelik sahteci­ likle suçlanalım bir de... Ben Prens Halit değil, vatandaş Halit, spiker Halit, yazar Halit olarak kalmaya razı ol­ dum, havayolunda yer bulmak için kuyruğa girerken...

Üzüntüsü geçmeyen ülke...

Size Arjantin’deki Dünya Kupası’m anlatmaya çalıştı­ ğım şu günlerde, televizyonun karşısına geçtiğimde içim “Cızzz!” ediyor. O sıcakkanlı, dost insanları, “tan­ go” gibi güzeller güzeli bir dansı yaratmış, güzel sanatı seven insanları, bir kez daha politik ve ekonomik ne­ denlerle bin bir karışıklık içinde görmek insanı üzüyor. “Bir kez daha... görmek” deyişimin nedeni açık: Biz o tarihte ordayken de, Videla ve arkadaşlarının faşist yö­ netiminin baskısı altında inliyordu Arjantin vatanda­ şı... Yolda yürürken birine adres sorarsanız, eski “De­ mir Perde” Rusyası’ndaki gibi önce çevreye bakıp bir kontrol ediyordu. Devletin başındakiler, bin bir tatsız olayın gerçek kahramanıydılar. Kendilerine karşı fikir sahibi olanlar, bir gecede ortadan kayboluveriyordu. Daha sonraları hür olduklarını, rahat olduklarını duy­ mak bize büyük mutluluk vermişti. Kısa bir seyahatle bir kez daha gidecektim Arjantin’e... Gene memnun dönecektim. Ama son yıldaki olaylarla, o güzelim Ar­ jantin gene sıkıntı içinde... Dilerim, en kısa zamanda kurtulurlar. Bu kadar politik bakış yeter!..

Arjantin ’78’den akılda kalanlar...

Unutmadan, 1978 Kupası’ndan birkaç not daha suna­ rak, bu bölüme de bir nokta koyalım.

264 • Dünya Kupası tarihinde o güne kadar atılan “en hızlı gol”, Fransa - İtalya maçındaydı. Romen hakem Rainea’nın ilk düdüğüyle santrayla birlikte atağa kal­ kan Fransızlar, topu Italyan ağlarına gönderdiklerin­ de, kronometreler maçın 38. saniyesini gösteriyordu. Ne var ki Lacombe “bu en hızlı gol”üyle tarihe geçe­ cek, ama Fransız takımı o maçta İtalyanları geçemeye­ cekti. 29. dakikada Paolo Rossi, 52. dakikada da Zaccarelli imzalı iki golle İtalya, sahadan 2-1 galip çı­ kacaktı. • İskoçya’nın Hollanda’yı 3-2 yenmesi, bu final­ lerin ilgi uyandıran maçlarından biriydi. Çünkü ma­ çı kazanmasına karşın İskoçya eleniyor, yenilen Hol­ landa ise büyük finali oynama hakkını elde ediyor­ du. Bir de, Hollandalı Rensenbrink’in attığı gol, ta­ kımının kazanmasına yetmemişti ama... Dünya Ku- pası’nın “birinci” golü olarak futbol tarihine geçi­ yordu. • Finallerin sondan bir önceki maçı, “1978’in Dünya Üçüncüsü”nü tayin etmişti. Brezilya ile İtal­ ya’yı çarpıştıran karşılaşmada güzel bir futbol sey- redilmemişti ama, birbirinden şahane üç gol dakika­ larca alkışlanmıştı. Causio’nin İtalya’yı öne geçiren golüyle ilk yarı 1-0 kapanmış, fakat ikinci yarıda Nelinho ile Dirceu’nun golleri durumu tersine çevir­ miş, Brezilya 2-1 galibiyetle “Dünya Üçüncüsü” ol­ muştu.

11. Dünya Kupası’ndan 12. Dünya Kupası’na derken... Durun durun!.. Arada benim Futbol Federasyonu Baş­ kanı... yok yok, “oluşumu” değil ama “olmayışımı” anlatayım size...

265 Futbol Federasyonu Başkam mı? Ben mi?

Hayatımı yazar ve sunucu olarak kazandım. Konuşma­ dan yazarak veya yazmadan konuşarak... Yaptığım iş­ ler kalabalık görünür, karışık görünür ama temelde hep­ si bu iki meslekten birine dayanır. Sunucu olarak, maç spikerliği dışında sahne sunuculukları yaptım. Sporda, örneğin bir Fenerbahçe’nin, bir Galatasaray’ın, bir Be­ şiktaş’ın önemli günlerinde sunuculuk görevini üstlen­ dim. Fenerbahçe gecesini sundum, kırk yıl öncenin şam­ piyon Fenerbahçe’sini sundum, Galatasaray’ın şampi­ yonluk yemeğinde sunuculuk yaptım. Beşiktaş’ın, Trab- zonspor’un yıldönümü törenlerinde sunucu olarak gö­ rev üstlendim. Beşiktaşlı, GalatasaraylI, Fenerbahçeli, birçok sporcunun jübilesini sundum. Fakat hiçbir gün resmi görev almayı düşünmedim. Arzulamadım da... İşte bir gün bir telefon... Ankara’dan... Müsteşar... Sonra Bakan... Daha sonra üst kademelerde yetkili bir dost... Bir arkadaş... Hepsi telefonu tek tek alıyor ve aynı şeyleri söylüyor. Nasıl ısrar ediyorlar, anlatılır gibi değil... “Peki” dememi istiyor, “Evet” dememi bekliyorlar. Ben de hepsine “Hayır” dedim. Telefonu da öyle kapattım. “Futbol Federasyonu Başkanı” ol­ mam öneriliyordu: — Seni Futbol Federasyonu Başkanlığına getiri­ yoruz. — İmkânsız... Olamaz... Kabul edemem... — Seni tanıyorlar, seviyorlar. Dünyayı gördün, bu işi biliyorsun. — Olmaz... Maç spikeri, Federasyon Başkanı olur mu? — Niye olmasın? İstanbul’da oturursun, toplantı­ lara gelirsin Ankara’ya...

266 — Hayır, kabul edemem... Bunca sunuculuk göre­ vimi bırakamam... Defile sunan bir Federasyon Baş­ kanı düşünebiliyor musunuz? — Biz çok uygun gördük seni... — Ben hiç uygun görmem kendimi... Tüm sunucu­ luk görevlerimi bırakmam gerekir. Ben yarar değil, za­ rar getiririm. Bağışlayın... Özür diledim, ilgilerine teşekkür ettim. Niye mi kabul etmedim? Bir kez, futbolun, daha doğrusu sporun bizdeki yürüyüş biçimini benimseme­ diğim için... Bir ülkede teşkilat amatör, kulüpler ama­ tör, takımlar profesyonel, futbolcular profesyonel... “Şike” denen olay nerdeyse kurumlaşacak, öylesine yaygın... Ve elinizde görünür delil, yazılı belge yok, diye hiçbir şey yapamıyorsunuz. Binlerce futbol oyna­ yacak hevesli genç var. Oynatacak sahanız yok... Stadlar yapılır, oto parkları unutulur. Ya da canım sta­ dın oto parkını belediye alır, t i r kamyonlarına verir. Deplasmana giden hakemin hayatı tehlikededir. Ta­ kım ayrı zorluk içindedir. Kulüpler doğru dürüst tanı­ madıkları yabancı antrenöre, yabancı oyuncuya avuç dolusu para dökerler. Kulüp yöneticiliği bir reklam aracı olarak, bir ün kazanma merdiveninin basamağı olarak kullanılır. Koca bir kulübün yöneticileri, oyun­ cularının kaç sarı kart gördüğünün hesabını tutmaz. Her yenilen, her küme düşen takım, milletvekillerini toplayıp Bakana, Başbakana koşar. Bu koşullarda ne yapar, ne yapabilir Futbol Federasyonu Başkanı? Da­ ha doğrusu o koltuğa oturmak, her şeyden önce bir cesaret işi... Bende o cesaret yok... Bundan ötürü de üzüntü, yahut utanç duymuyorum. Çünkü sporun, dolayısıyla futbolun önce bir yasa işi olarak ele alın­ masını, sonra bir gençlik sorunu olarak devletçe

267 önemsenmesini çıkar yol görüyorum. Böyle bir yol açıldığında, o zaman Futbol Federasyonu da rahatça ve sağlıklı olarak yürütülür inancındayım. Bilmem, yanlış mı düşünüyorum?

Buenos Aires’te Dünya Kupası görkemi. TRT ekibi Buenos Aires'te TV merkezinde... (Tansu Folatkan, Halit Kıvanç, Çetin Çeki, öztiirk Pekin)... Konukları, daha sonra Dünya Spor Yazarları Birliği Başkanı olacak, spor yazan Togay Bayatlı.

Avrupa-Amerika nıedya maçından ötıce Avrupa takımı teknik komitesinden Halit Kıvanç, unutulmaz gol kralı Fontaine ve biiyiik yıldız Kopa ile... Yanında da bu maçta Avrupa kalesini koruyan Tansu Folatkan. 12. Dünya Kupası 198 2 İSPANYA Hadi, gene gidelim bir Dünya Kupası’na... Kaça gel­ dik? 1982’ye... İspanya yolu göründü... Bizim takım? Hiç umutlanmayın!.. Gene yokuz finallerde... Finaller­ de yokuz da... Elemelerde var mıyız? İşte 1982 Dünya Kupası elemeleri sonunda, bizim bulunduğumuz gruptaki son tablo: O G B M A Y P 1. Sovyetler Birliği 8 6 2 0 20 214 2. Çekoslovakya 8 4 2 2 15 6 10 3. Galler 8 4 2 2 12 7 10 4. İzlanda 8 2 2 4 10 21 6 5. Türkiye 8 0 0 8 1 22 0 Kimden kaç tane yediğimizi merak ediyorsanız... • Sovyetler Birliği’ne 4-0, 3-0 • Çekoslovakya’ya 2-0, 3-0 • Galler’e 4-0, 1-0 • İzlanda’ya 3-1, 2-0 yenildik... Aaaa, sizin de merakınız hiç bitmiyor. O tek golü­ müzü kim mi attı? Kim dersiniz? O maçtaki takım kap­ tanımız ( g s ) atmıştı. İzlanda’ya o sekiz maçtaki tek golümüzü... İzmir’de... Unutuyordum söy­ lemeyi: Penaltıdan atmıştık o tek golü de... Tamam mı? Artık yola çıkabiliriz. Yedi spikerdik 1982 Dünya Ku- pası’nda: Öztürk Pekin, Doğan Yıldız, Tansu Polatkan, İlker Yasin, Ümit Aktan, Abidin Aydoğdu ve ben...

273 Madrid’te bir otelin en üst katındaki daireyi payla­ şıyorduk. Arada başka kentlerdeki maçlara gidip geliş­ ler nedeniyle, tam kadro toplandığımız az oluyordu. Ispanya’nın boğucu sıcağında tek kurtuluşumuz,

Madrid’teki t v Merkezi’ne koşmaktı. Çünkü modern mimarlığın son gelişmelerinin uygulandığı bir yapıydı bu. Rahattı, serindi. Türkiye ile her an temasta olma­ mız mümkündü. Ankara’da teknik çalışmaların başın­ da, her zaman için kendini bu çabaya adamış elektro­ nik mühendisi Barış Hızal arkadaşımız, bizi orda ök­ süz bırakmıyordu.

Dünya Kupası öncesinde t r t Spor’unda yönetim değişikliği olmuş, müdür Çetin Çeki ayrılmıştı. Oysa Çeki, ekip şefi olarak Ispanya’ya gidecekti. T R T ’d e n ayrılmaya kararlı olduğundan, seyahatten dönüp isti­ fa etmeyi doğru bulmadığını söylemiş, daha önce ay­ rılmıştı. Spor Servisi’nin yeni müdürü Baki Şehirlioğlu idi. t r t Haber Merkezi’nde çalışkanlığı, terbiyesi, efendiliğiyle, dürüstlüğüyle tanınmış bir arkadaştı Şe­ hirlioğlu. Kendisi göreve başladıktan az s o n r a biz yola çıkmıştık. Ekip şefi Öztürk Pekin’di. Arjantin’de çok iyi bir işbirliği yaptığımız sevgili Öztürk Pekin, Ispan­ ya’da ekibin sorumlusu olduğundan biraz huzursuz­ du. TRT’den ayrılmak isteği de, iyi niyetli bu arkadaşı­ mızı epey düşündürüyordu. Öztürk’le, Ispanya’da da genelde iyi arkadaşlık ettik. Özellikle bazı boş zaman­ larımda beni yalnız bırakmamaya çalıştı. Bir de bu İs­ panya seyahati, değerli öğrencim, yetenekli spiker Do­ ğan Yıldız kardeşimle birbirimizi daha iyi anlamamıza yardımcı oldu. Eskisinden daha yakın olmaktan iki­ miz de mutluluk duyduk. İspanya’da ilk maçlar, benim yönümden tatsız geç­ ti. Bir kez, Vigo’da da, Coruna’da da gol anlatamadım.

274 O-O’lık maçların İkincisinde Vigo’dan Coruna’ya has­ ta gidişim bir yana, ikinci devrede hatların kesilmesi, hepsinin üstüne tuz biber ekmişti. Ankara merkezinde­ ki teknik sorumlu ve yetkili Barış Hızal’la devre arası konuşurken, ikinci yarı başında ses kesilmiş, Hızal’ın lıattı sağlamak için harcadığı onca çabaya karşın, ikin­ ci yarıyı anlatamamıştım.

İtalya mı? Çabuk elenir...

Vigo’daki İtalya - Polonya maçı oynanırken, hiç kimse hu kupayı İtalya’nın alacağını düşünmüyordu. O gün­ kü futbolu ile İtalyanların final oynayacağını söyle­ mek bile herkesi güldürürdü. Sönük, cansız, golsüz bir maçtı zaten. Karşılaşmanın büyük özelliği, kaleci Dino

Zoff’un 40 yaşını geride bırakırken, 100. a milli maçı­ na çıkmasıydı. Zoff bu yıldönümü maçında da gol ye­ miyor, hele üç mutlak gol pozisyonundan mutlu yüzle çıkıyordu. Uç tehlikeden birini Zoff kurtarmış, öteki­ lerden biri sırtına çarpıp kurtulmuş, üçüncüsü de di­ rekten dönmüştü. İtalya - Polonya maçının Fransız hakemi Vautrol’un başarılı yönetimini not etmek isterim. Hele 9.15 uzak­ lığa gitmeyen oyuncuya hemen sarı kart çıkarması ve barajlarda disiplini sağlaması takdire değerdi. 1966’da- ki Fransız hakem Schwinte’yi hatırlamıştım. Böylece Lato’lu, Boniek’li, Rossi’li, Conti’li maçtan golsüz ay­ rılırken, hiç değilse iyi bir hakem yönetimi görmüştük. Aslında 13 Haziran 1982 akşamı Barcelona’da, Ar­ jantin - Belçika maçıyla 12. Dünya Kupası açılırken, İspanya’da toplanmış dünya futbol otoriteleri üçe ay­ rılmıştı. Bir bölümü, Brezilya’yı “tek favori” görüyor­ du. İkinci bir grup, şampiyonluğun gene Güney Ameri­

275 ka’ya gideceğini kabul ediyor ama “Brezilya değil, Ar­ jantin” diyordu. Üçüncü kısımda yer alanlara göre ise, kupa bir Avrupalınm olacaktı. Ve adayları şöyle sıralıyorlardı: Federal Almanya veya İngiltere ya da Sovyetler Birliği... Sürpriz olarak Belçika’nın, Çekos­ lovakya’nın ve Yugoslavya’nın adı veriliyor, fakat İtalya yahut Fransa diyen tek kişi çıkmıyordu. 12. Dünya Şampiyonasında sistem değişikti. FFer şeyden önce, ilk kez yirmi dört takımla oynanıyordu finaller... Bu yirmi dört takım, dörderli altı gruba ay­ rılmıştı. FFer grubun birinci ve İkincileri, final turuna çıkmaya hak kazanacaklardı. Final turunda ise üçerli dört grup oluşacaktı. Bu grupların birincileri, yarı fi­ nale yükselecek ve yenilenler üçüncülük maçına, ka­ zananlar finale çıkacaktı.

Brezilyalı mı? Arjantinli mi?

Kupanın ilk şoku açılış maçı olmuştu. “Brezilyalı Zi- co mu, yoksa Arjantinli Maradona mı kupanın yıldızı olacak?” diye tartışanlar, Maradona’lı Arjantin’in za­ ferini görmeye gelmişti Barcelona’ya... Bir önceki ku­ panın şampiyonu Arjantin, şimdi Maradona’sıyla da­ ha da güçlüydü. Fakat çoğunluk, sahadaki öbür takı­ mın, iki yıl önce Avrupa Şampiyonasında Almanya’ya kök söktüren Belçika olduğunu unutuyordu. İşte Bel­ çika öylesine şahlanmıştı ki... Maradona’nın müthiş başlangıcını on dakika durdurmuştu. Katı, gösterişsiz, ama sonuç almasını bilen Avrupa futbolu ile markajı pek sevmeyen, ancak gözü okşayan Güney Amerika futbolunun düellosunda ilk çatışmayı Belçika kazan­ mıştı. Dünya kupalarında açılış maçlarının golsüz bit­ mesi geleneğini hatırlayanlar, “Gene gol yok” diyordu

276 ki... Vanderbergh, herkesi heykel gibi donduran golü­ nü atıverdi. Belçika, Arjantin’i 1-0 yenivermişti. İşler bu sefer daha ilk günden karışıyordu galiba! Dev Ma- radona pek görünememişti sahnede...

Zavallı Kamerun...

1. Grupta İtalya, Polonya, Peru, Kamerun vardı ama gol yoktu. Bir tek Polonya Peru’yu 5-1 yenmiş, onun dışında bütün maçlar berabere bitmişti. Polonya’dan başka tur atlayan takım, minicik bir gol averajı belir­ liyor, 2-2’lik averajıyla İtalya 2 . tura yükseliyordu. İtalya’ya ve Polonya’ya kafa tutan, ikisine de beraber­ likten fazlasını vermeyen Kamerun, hiç yenilmeden elendiğinde herkes acıyordu. Bu arada üç maçta bir tek gol yiyen Kamerun kalecisi N’Kono’ya, transfer teklifleri yağmaya başlamıştı. Doğrusu maçları izle­ yenler, “Bu İtalya’nın turu geçmesine yazık” diyordu. Uzun ayrılıktan sonra sahaya dönen Paolo Rossi ise, hiçbir varlık gösterememişti. 2. Grupta otoritelerin çoğunun favorisi olarak Fe­ deral Almanya, Avusturya, Şili ve Cezayir yer almıştı. Tabii Almanya ile Cezayir arasındaki ilk maça da her­ kes, Alman gollerini görmek için gitmişti. Ve işte ku­ panın ikinci şoku!.. Seyredilen, Cezayir’in golleriydi. Almanların 52. dakikada yediği gol pek önemsenme­ miş, hele Rummenigge beraberliği sağlayınca, “Alman galibiyet golü şimdi gelir” diye düşünülmüştü. Fakat gelen, Cezayir’in galibiyet golüydü. Fierkes “Olmaz böyle şey” diyordu. Kızgın güneşe alışık İspanyollar, “Bu sonuç, Madrid’e kar yağmasına benzedi” diye alay ediyordu. Gerçek şuydu ki, Almanya’yı yıldırım çarp­ mıştı. Flem de fena çarpmıştı. Bu arada ünlü Alman

277 yıldızı Breitner’in “Herkes milli takımda para için oy­ nuyor. Aksini söyleyen yalan söylüyor” demesi, ortalı­ ğı büsbütün karıştırdı.

Neee? Şike mi? Almanya ile Avusturya mı?

12. Dünya Kupası’na Cezayir şokuyla başlayan Fede­ ral Almanya, ilk turu kapatırken de “şike” bombasıy­ la ezildi. Almanya ile Avusturya arasındaki maç öyle kritikti ki... Bırakın yenilmeyi, beraberlikte bile eleni­ yordu Almanlar... Ama maçı üç farkla kazandıkların­ da da, elenen Avusturya olacaktı. Demek ki Alman­ ya’nın bir ya da iki farklı galibiyetinde, ikisi de tur at­ layabilecekti. Kulak gazetesi hemen çalışmaya başla­ dı: “Aynı dili konuşan iki takım futbolcuları birbirini destekleyecek?” Yani? Yanisi “hatır için de olsa şike” adı takılıyordu bu söylentiye... Ve takımlar maça çı­ kıp gerçekten gayet cansız oynayınca... Hele Almanya attığı tek golün üstüne yatar görününce... Çoğu taraf­ sız 41 bin seyirci “Şike, şike” diye bağırmaya başladı. Spikerler, yayında gayet ağır deyimler kullandılar. Hatta Alman spiker ağlayarak “Utanıyorum” diyor­ du mikrofonda... Başta Cezayir olmak üzere bazı ülke temsilcileri, bu iki takımın da kupadan çıkarılması için FİFA’ya başvururken, Alman ve Avusturya yetkili­ leri, “Kesinlikle bir anlaşma olmadığını, ancak sonuç yettiği için kendilerini sıkmadıklarını, asıl güçlerini 2. tura sakladıklarını, sonucu riske etmediklerini” söyle­ yerek kendilerini savunuyorlardı. Maçın bazı seyirci­ leri de, Organizasyon Komitesi’ne müracaatla bilet paralarını geri istiyorlardı bu arada... Herkes konuş­ tu, fakat hiçbir şey değişmedi. Almanya ile Avusturya final turuna yükseldi.

278 Yirmi dört takım çok mu? Karar mı?

Kupa yirmi dört takımla başlarken “gereksiz” diyen­ ler çoktu, “Küçük takımlar yemlik olup elenecek. Gol lıedefliğinden başka işe yaramayacak.” Ancak maçlar başladıktan sonra öyle olmadığı görüldü. Kamerun’u, Cezayir’i izleyen başka küçükler de çıktı. Kuveyt, Çe­ koslovakya’ya kafa tuttu, Honduras da Ispanya’ya... İkisi de 1-1’den fazlasını vermedi. Tek gerçek yemlik, El Salvador’du. Macaristan’dan tam on gol yedi. Ne yazık ki bu on gollük galibiyete karşın, teknik direk­ törlüğünü Meszöly’nin yaptığı Macar takımı, Belçika karşısında son dakikalarda beraberlik golünü yiyerek turu geçemeyecek, 3. Gruptan Belçika ile Arjantin yol­ larına devam edeceklerdi. Bu arada ilk maçta tökezle­ yen Arjantin, Macaristan karşısında kendini göster­ miş, hele Maradona attığı iki gol yanında, nefis futbo­ luyla “İşte M aradona” dedirtmiş, otoriteler de “İşte Ar­ jantin” diye konuşmuştu. 4. Grupta İngiltere, Fransa’yı rahat yenmişti. Çe­ koslovakya’yı da... Böylece İngilizleri favori gösteren­ ler nefes almıştı. Ama küçücük Kuveyt, İngiltere’ye tek golle zor teslim oluyor, Fransa’yı ise iyice uğraştırıyor­ du. Kupanın belki en ilginç maçıydı bu... Valladolid şehrine gittiğimde, bindiğim taksi beni kaçırıyor sandım. Çünkü şehirden çıkmıştık. Evler, apartmanlar, dükkânlar, binalar bitmişti. Gidiyor, gi­ diyor, gidiyorduk. Gittik gittik, sonunda dağ başına geldik. Ve o dağın yanında birden dev bir stad yüksel­ di. Gerçekten görkemli bir spor tesisiydi bu. Çöl orta­ sında açan çiçek gibiydi. Bu güzelim stadtaki Dünya Kupası maçı ise, bir fut­ bol karşılaşmasından çok, acemi bir tiyatro gösterisi

279 oldu. Valladolid’teki bu naklen yayınımı da, maç spi­ kerliği notlarıma değil, sahne sunuculuklarıma ekleme­ liydim.

Futbol değil, komedi!

Fransa ile Kuveyt karşı karşıyaydı. Fransızlar finallerin en iyi futbol oynayan ekiplerindendi. Hele Michel Pla­ tini... Hele Genghini... Hele Bossis. Hele hele, ufacık tefecik ama futbolu çok büyük Giresse. Fransa takımı, Kuveyt karşısında bu yıldızlarıyla sahaya hâkim ol­ muş, golleri sıralamaya da başlamıştı. İlk gol enfesti. Genghini, serbest atışta topu ağlara adeta yapıştırmıştı. Sonra Platini, 27. yaş günü için kendi kendisine hediye veriyordu. İkinci golle... Devre böyle bitmişti. Maçın ikinci kırk beş dakikasına da golle girmişti Fransızlar. Üçüncü gol, Six’dendi. Fransa bir gol rekoruna gidiyor gibiydi. Fakat hayır! Kuveytliler birden silkiniyor, ata­ ğa kalkıyorlardı. Bu şahlanma, gol getirmişti Ku­ veyt’e... Al Boulushi durumu 3-1 yapmıştı. Sonra?.. Ufacık tefecik Giresse, şahane futbolunu sürdürü­ yordu. İşte gene harika bir ataktan sonra, takımının dördüncü golünü çıkarmıştı Giresse... Sovyet hakem Miroslav santrayı gösterdiğinde, Fransa 4-1 öne geç­ mişti. Fakat o da ne? Bütün Kuveytli futbolcular hake­ me koştular, etrafını sardılar. Gole itiraz ediyorlardı. Daha önce yedikleri üç golde sesi çıkmayan Kuveytli­ ler, dördüncü golde kıyamet koparıyorlardı. Birden sa­ ha kenarına koştu Kuveytli futbolcular... Tribüne doğ­ ru baktılar. Bizim t v yayın yerinin biraz önü şeref tri­ bünüydü. Çok yakındım, iyi görüyordum. Orda Ku­ veyt Futbol Federasyonu Başkanı Şeyh Ahmet oturu­ yordu. Şeyh ayağa kalkmış, eliyle oyuncularına bir işa­

280 ret yapıyordu. Bu işaret üzerine Kuveyt futbolcuları sa­ hayı terke başladı. Saha komiseri koştu. Hakem o yana yöneldi. Kuveytli Şeyh’in tribünden kapıya doğru yü­ rüdüğünü gördük bu anda... Kızgın kızgın gitti. Sonra bir baktık ki sahaya inmiş. Çocukluğumuzda Şeyh Ah­ met diye bir film görmüştüm. Şeyh Ahmet yakışıklı, üs­ telik gözü pek bir atlıydı. Atına atladığı gibi gelir, eşkı­ yaların kaçırdığı kızı kurtarırdı. Şimdi de Ispanya’nın bir köşesinde, dağ başındaki stadta Kuveytli Şeyh Ah­ met, takımı kurtarmak için sahaya geliyordu. Şeyh Ah­ met’le Sovyet hakem, İsveçli yardımcıları, saha komise­ ri, daha bir sürü yetkili uzun uzun tartıştılar, konuştu­ lar. Sonuçta, herkes kenara çekildi ve hakem atış için topu Kuveyt kalecisine verdi. Yani? Yanisi az önce say­ dığı golü şimdi saymıyordu Sovyet hakem... İşte o za­ man da olayın yönü değişti. Bir anda Fransız Teknik Direktörü Hidalgo sahaya fırladı. Tutmak isteyen İs­ panyol polislerini hışımla itti. Girdi sahaya... Doğru hakeme koştu. Gene tartışmalar... Şeyh Ahmet baskın çıkmıştı. Hakem golü saymadı ve oyun 3-1’den devam etti. Ne var ki, Fransızlar o hırsla hemen Kuveyt kalesi­ ne iniyor, bu kez kimsenin “hayır” diyemeyeceği dör­ düncü golü atıyorlardı. Bossis’in golüyle durum gene 4-1 olmuştu. Bu, maçın da sonucuydu. Ne var ki, oyundaki onca olaya karşın, hakem 90. dakikanın bittiğini ilan ettiğinde, Fransız ve Kuveyt fut­ bolcuları centilmence forma değiştirdi, birbirinin elini sıktılar.

Mafya, Dünya Kupası’na gelmiş!

Kuveyt Federasyonu Başkanı Şeyh Ahmet, ertesi gün bir basın toplantısı düzenleyecek ve dünya basınında

281 kocam an harflerle yer alan şu m ü th iş ifşaatı y a p a c a k ­ tı: “M afia, FİFA’nın yanında hiç k a l ı r . . . ” f İ f a , önce gol deyip sonra cayan Sovyet hakemi gö­ revden aldı. Dünya Kupası’nda bir daha maç yönetme­ yeceğini açıkladı. Ayrıca Kuveyt Federasyonu’na 25 bin İsviçre Frangı ceza veren f İ f a , Şeyh Ahmet’in de maçlara girmesini engelledi. Çünkü Kuveyt takımının oyunu terke kalkışmasının, Şeyh’in işareti sonucu ol­ duğu görüşüne varılmıştı. Kuveytliler, önce kimi peçeli, kimi başörtülü, kimi başı açık ama değişik giysileriyle ilgi uyandırmış, tribünleri renklendirmişlerdi. Sonra da bu olayla kendilerinden çokça bahsettirdiler. Grup maçlarında T v ’d e anlattığım bir karşılaşmayı hiç unutmam. Peru ile Kamerun arasındaki doksan da­ kikayı... La Çoruna şehrindeki bu Peru - Kamerun maçında da gol yoktu, fakat gol kadar güzellikler vardı. Her şey­ den önce N ’Kono, finallerin büyük sürpriziydi. Kame­ run kalecisi şahane kurtarışlarıyla sürekli alkış toplu­ yordu. Öte yandan bir gün önceki başarılı Fransız ha­ kemden sonra, hurda AvusturyalI hakem Wöhrer, kö­ tünün kötüsü bir yönetim gösteriyordu. O kadar ki, sahaya köpek girdiği halde, maçı kaç dakika devam ettirmişti! O da hakemdi, bu da... Hakem miydi sahi? Kamerun takıntının futbolu şaşılacak kadar güzeldi de... Adlarını söylemek biz spikerler için o kadar güzel olmuyordu. Zordu telaffuz etmek. N’Kono, M’Bom, M’Bida, N’Guea... Afrikalı spiker meslektaşlardan doğru telaffuzu öğrenmeye çalışmıştım ama başarama­ mıştım. Ne kadar tekrarlasam, “Yanlış, olmadı” diyor­ lardı. Sonunda, “Allah kabul etsin”, diyerek dilimin döndüğünce söyledim isimleri... Vigo ve La Çoruna maçlarında gol anlatamamıştım

282 ama... Sevilla şehrinde hepsinin acısını çıkardım. Se- villa’da “Sevil Berberi”ne değilse de, gollerin en güze­ line rasdadım.

Sevil Berberi kapalı mıydı, ne?

Sevilla şehrine Hüseyin Kırcalı ile birlikte gitmiştik. Ba- hıâli’ye geldiği günden tanıdığım, hani çocukluğundan bildiğim genç fotoğraf ustası Hüseyin Kırcalı... Daha doğrusu “fotoğraf sanatımızın harika çocuğu” Hüse­ yin... Birlikte Sevilla’da sokakları dolaşmamız büyük zevkti. Çünkü şehir ayaktaydı. Bir yandan Brezilyalı­ lar, öte yandan İskoçlar, bayraklarla, flamalarla bağı­ rarak, çağırarak kentin altını üstüne getiriyorlardı. Bu maç öncesiydi. Maçtan sonra ise coşku daha da arta­ cak, Brezilya’nın o şahane futbolundan, o şahane gol­ lerinden sonra, Sevilla’da hayat bile duracak ya da zembereğinden boşanırcasına coşacaktı. Az sonra sta­ da girip de spiker kulübesindeki yerimi alınca, mikro­ fon başında çok mutluydum. Çünkü birbirinden nefis goller peş peşe sıralanıyordu. İlk yarı ortalarında Zi- co’nun 25-30 metre kadar uzaklıktan serbest vuruşu füze gibi ağlara gönderişi karşısında, civarımdaki Bre­ zilyalı spikerler gibi “Goooool!” diye ayağa fırlamak­ tan kendimi alamamıştım. İkinci yarıdaki Brezilya rüzgârı ise müthiş bir şeydi. Kornerden gelen topa Os- car’ın şahane kafası ikinci goldü. Sonra Eder, mikro­ fonda da söylediğim gibi, “Bu Eder dünya futbolunda çok şey eder”di... Evet, Eder’in kalecinin üstünden aşırtarak attığı mükemmel gol 3-1’i getiriyordu. Son­ ra da Falcao’nun, tıpkı Zico’nunki gibi uzaklardan sa­ vurduğu enfes şut. Ve 4-1. Brezilya ayakta alkışlanıyor­ du. Bir futbol şöleniydi bu. Siyah İnciler fırtına gibi gö­

283 türmüşler di oyunu... Üstelik ilk golü yedikleri bir maç­ ta... İskoçya, o ilk golü attığına da atacağına da piş­ man olmuştu belki... Çünkü o gol, Brezilya’yı şahlan- dırmıştı. Bu arada, turnuvanın en ilginç takımı İtalya idi. Üç maçta tek galibiyet alamayan İtalya, bir tek fazla gol attığı ve de bir tek gol fazla yediği için, böylesine ko­ mik bir averajla, koskoca Dünya Kupası’nda ikinci tu­ ra yükselmişti. Uzun ayrılıktan sonra, sahalara dönen Paolo Rossi’nin de adı yoktu o ilk turda... Fakat ikin­ ci turla birlikte sanki İtalyan takımına ve Paolo Ros- si’ye bir sihirli değnek dokunacak, takım da Rossi de öyle bir şahlanacaktı ki... Dünya Kupası’nı kucakla­ yana kadar... Yaşlı Bearzot hocanın öğrencileri iki ateş arasınday­ dı. Doğrusu Brezilya ile Arjantin’in bulunduğu gruba düşen İtalya’ya kimse şans vermiyordu. “İtalya çok şanssız... İki devin arasında ezilecek” diyenler, İtal­ ya’nın o iki devi de ezip geçişi karşısında şaşkınlıktan küçük dillerini yutacaklardı. Maradona filan para et­ meyecekti İtalyanlara... Kurbanlık sanılan İtalya, kur­ ban niyetine Arjantin’in kupa ümidini kesmişti önce... Kırk yaşındaki kaleci Zoff, Arjantin maçının yıldızıydı. İnanılmaz kurtarışlarla Maradona ve arkadaşlarını durdurmuştu. İtalyanlar önce Tardelli’nin golüyle 1-0 öne geçmiş, sonra Cabrini golleri ikilemişti. Passarel- la’nm enfes frikiki, durumu ancak 2- 1’e çevirebilmişti. O kadar... Arjantinliler 2-1 ’lik yenilgiye mazeret ola­ rak, “İtalyanlar çok sertti, futbol oynamadılar” diye­ cek, fakat maçı izleyenler bu sudan mazerete gülüp ge­ çecekti. İtalya, o gün Arjantin’i silmişti sahadan... Ben aynı gün Madrid’teki Federal Almanya - İngil­ tere maçının naklen yayınında görevliydim. Maç an­

284 latım fikstürünü hazırlayan genç arkadaşlarım, sevgi­ li öğrencilerim, belki de onca yıllık hizmetime karşı­ lık ben yorulmayayım diye, ikinci turda başka maç anlatımı vermemişlerdi bana... Sağolsunlar, bilmem kaç gün, Madrid TV Merkezi’nde, bütün maçları ek­ randan bol bol seyretme şansına eriştim. İşte, ikinci turdaki tek spikerliğimde de gol anlata- mıyordum. Almanlar olsun İngilizler olsun, ünlerine yakışmayan cansız bir futbolun tarafları olmuşlardı. Seyirci maç sonunda iki takımı da fena ıslıklamıştı. Al­ manlar ise, daha baştan unutulmayan şike olayından ötürü ayrıca ıslıktan nasibini almıştı. Brezilya - Arjantin maçı için, “erken final” diyor­ lardı. “Ah yazık oldu, bu iki takım son maçta kupayı almak için karşı karşıya gelmeliydi. Şimdi biri elene­ cek” diyorlardı. “Arjantin mi, Brezilya mı?” diyorlar­ dı. Fakat İtalya sahneye çıkınca, kimsenin diyecek bir şeyi kalmamıştı.

Latinlerin rekabeti...

Brezilya - Arjantin maçı, heyecan ve zevk açısından gü­ zel geçmişti, o kadar... Zico, Serginho ve Junior, Bre­ zilya’nın 3-0’lık üstünlüğünü sağlıyorlar; Arjantin ise, Diaz’la ancak bir şeref sayısına kavuşuyor ve maçı 3-1 kaybediyordu. Bir önceki kupanın sahibi Arjantin’in bu finaller öncesi futbol dünyasına sürdüğü büyük isim Maradona, bir balon gibi söniivermişti. “Pele mi, Maradona mı?” diye zorlama tartışma yaratmak iste­ yenler seyredince gördüler ki, bu Maradona o Pele’nin futbol ayakkabısına krampon bile olamaz. Bir de gol yerine tekme atmaya yeltenince Maradona... kendini kırmızı kartla saha dışında buluvermişti.

285 Öte yandan ev sahibi İspanyollar, Almanlar’a 2-1 yenilerek yarı final şartsmı yitirdiler, ümitleri kayboldu gitti. Oysa günlerce televizyonda program üstüne prog­ ram yapmışlardı. Sokaklarda tüm reklamlar, “Dünya şampiyon adayı İspanya” üzerineydi. Kaleci Arcona- da afişlerde uçuyordu, ama sahada Almanların karşı­ sında uçamamıştı. İngiltere’de İngilizler, Almanya’da Almanlar, Arjantin’de Arjantinliler şampiyon olmuş­ tu. İspanya’da İspanyollar şampiyonluğa yaklaşama- mıştı bile... İspanyol halkı çok üzgündü. Uğradıkları hayal kırıklığı çok büyüktü.

“Paolo Rossi” bombası patlıyor...

İtalyanların afacan futbolcusu Paolo Rossi ağır bir ce­ za almış, iki yıl kadar futbol sahalarına uzak kalmıştı. Sonra yeniden meşin topa dönmüş, üstün form göster­ miş, tekrar milli takıma çağrılmış ve işte Dünya Kupa­ sı finallerine gelmişti. Kupanın ilk turunda fazla bir şey yapmış değildi Rossi... Fakat ikinci turla birlikte ortaya bir çıktı, pir çıktı. Maçların yıldızıydı artık... Hele Brezilya maçında... Şahane bir maçtı Brezilya - İtalya karşılaşması. Çoğunluk, Brezilya’nın, Arjan­ tin’in düştüğü hataya düşmeyeceği görüşündeydi. İtal­ ya’nın Arjantin başarısını rastlantı sayanlar az değildi. İşte bu hava içinde başlayan maçta, Paolo Rossi ilk golü atınca, herkes şöyle bir kıpırdamıştı. Fakat Soc- rates’in enfes bir golle 1-1 ’i sağlaması karşısında, “Ta­ mam” deniyordu, “şimdi Brezilya gücünü gösterecek.” Aksine, kendini göstermeye devam eden Rossi idi... İlk golüne bir İkincisini ekliyordu Rossi... Yeniden can­ landı Brezilya... “Ne oluyor?” gibilerden... Ve Falcao, 2-2’yi getiren golü çıkardı. Ancak Rossi durmak bil­

286 iniyordu. Bir gol daha... Gene Rossi’den... İtalya üçün­ cü kez galip durumdaydı. Herkesin favorisi Brezilya, işte bu gole karşılık veremeyecek ve 3-2 yenilerek ku­ padan silinecekti. İtalya, Arjantin’den sonra Brezilya’yı da devirmişti. Paolo Rossi, Brezilya efsanesini yıkmış, bir mucize ya­ ratmıştı. İtalyanlar Cumhurbaşkanlarıyla, Başbakan­ larıyla, milletçe kupa için seferber olmuştu artık. Bre­ zilya galibiyeti gecesi İtalya’da Başbakan Spadoli’nin de elinde bayrakla, binlerce halkla birlikte sokaklarda dolaştığı haber veriliyordu.

Koca Brezilya neden mi yenildi?

Peki, neden yenilmişti Brezilya?.. Gördüğüm, izlediğim kadarıyla şöyle bir yorum yapılabilirdi: 1. Brezilya grup birinciliğini, yarı finali çantada keklik görmüştü. “İtalya’yı nasıl yeneriz” diye çıkmıştı sahaya... Bu aşırı güven nedeniyle, yediği ilk gole al­ dırmadı. İkinci gole karşılık verdikten sonra, bir üçün­ cü golün gelebileceğini hesaplamadı Brezilyalılar... 2. Brezilya’ya yarı final için bir “beraberlik” yeti­ yordu. İki kez beraberliği sağladıkları için, üçüncü go­ le de kolayca karşılık verebileceklerini sandı Brezilya­ lılar... Ama bunu başaramadılar. 3. Brezilya takımı, önceki maçlarında görülmedik şekilde tutuktu. En iyilerden Eder bile, ünlü serbest atış­ larını yapamıyor, hep önündeki baraja çarptırıyordu. 4. Brezilya, İtalya karşısında savunmada inanılmaz gedikler vermişti. İtalyanları ciddiye almadıkları için, savunmaya önem vermemiş olabilirlerdi. Rossi de bu gedikleri iyi kullanarak, üç kez gole gitti. 5. Asıl neden, Güney Amerika takımları çoğu kez

287 böyleydi. Fazla havaya girdiler mi, kendilerini kaptırı­ yor, hesaplar ters çıkınca da kendilerini toparlayamı- yorlardı.

Harika bir maç...

12. Dünya Kupası’nda yarı final, Almanlarla Fransız- ları, İtalyanlarla da Polonyalıları karşı karşıya getirdi. İtalya, Polonya’yı da Paolo Rossi rüzgârıyla dağıtıp geçmişti. Altın Çocuk, attığı iki golle, “Bu kupanın kralı benim” diyordu artık... İki sarı kart gördüğü için Boniek’in bu maçta oynayamayışı, Polonya hesabına büyük şanssızlıktı. İtalya, Rossi’nin golleriyle 2-0’a ulaş­ tı ve final oynama hakkını kazandı. Turnuvanın ba­ şında “İtalya zayıf, İtalya sönük, İtalya bir hiç” diyen­ ler, finaller sonunda “İtalya en büyük” demekten ken­ dilerini alamayacaklardı. Yarı finalin öbür maçı çok heyecanlı, çok zevkli geçti. Ancak oyunun güzelliğinde Fransızların payı daha büyüktü. Gerçekten maç sonunda herkes “Fran­ sa’ya yazık oldu” diyecekti. Final oynamaya daha çok layıktı Fransız takımı... Sevilla’daki yarı finalde, ilk gol Littbarski’den gel­ di. Fransa buna haklı bir penaltıdan, Platini’nin attığı golle karşılık verdi. Sonra otuz üç derece sıcakta, fut­ bolun güzel bir gösterisi başladı. Bu hava koşulların­ da, futbol bu kadar mükemmel oynanabilirdi ancak... Fakat golle süslenmedi bu futbol... Ve doksan dakika 1-1 kapandı. Yarım saatlik uzatmada ileri çıkan Tre- sor, Fransa’yı 2-1 öne geçiyordu. Almanlar şaşırmıştı. Fransızların, her an üçüncü bir golle galibiyeti perçin­ lemesi beklenirken... Almanların şaşırmayan adamı, Teknik Direktör Jupp Derwal, yapılabilecek en doğru

288 işi yaptı, o ana kadar yedekte tuttuğu iki büyük silahı cepheye sürdü. Derwall, ne düşünmüşse düşünmüş, sakatlığından söz edilen Rummenigge ile Hrubesch’i başta takıma koymamıştı. Ama şimdi takım 2-1 yenik­ ti. Olayın beklemeye tahammülü yoktu. İki tecrübeli golcüsünü atmıştı sahaya... Fakat Fransa şahane fut­ bolunu sürdürmeye devam ediyor ve Giresse alkışlana­ cak bir büyük gol atıyordu. 3-1, Fransız zaferinin ilanı gibiydi. Ancak Rummenigge ile Hrubesch’in oyuna ısınması, bir anda maçın kaderini etkiledi. Rummenig- ge’nin golü sadece 3-2’yi sağlamakla kalmıyor, Alman takımını coşturuyordu da... İşte çok geçmeden Fisc- her’in golü vardı ağlarda... Ve durum 3-3’tii şimdi... Yüz yirmi dakika dolmuştu. İş penaltılara kalmıştı. Fransız takımı iyiydi ama, en zayıfı, kalecisi Etto- ri’ydi. Penaltı atışlarında ise Ettori büyük sürpriz ya­ ratıyor, Stielike’nin penaltısını kurtarıyordu. Fransa 3-2 öndeydi penaltılarda... Sıra Six’deydi. Six vurup da golü attı mı, durum 4-2 olacak, Fransa finale yük­ selecekti. Fakat hayır!.. Six, takımının final şansını tersine çeviriyordu. Çünkü penaltıyı gole çevireme- mişti. Yalnız o mu? Sonra da Bossis, topu kaleci Schu- macher’in kucağına atı verince... Sıra, Hrubesch’dey- di. Kale direklerini sarsan FIrubesch, o kuvvetli vuruş­ larından biriyle... tam on ikiden vurmuştu kısaca... Fransa 3-1’den maçı kaçırmıştı. Sonra da, iki penaltı atışıyla final şansını uçurmuştu. Sadece oynadığı güzel futbolla hatırlanacaktı Fransız takımı... Üçüncülük maçına, geniş bir kadroyla çıkıyordu Fransızlar... Ve Polonya önünde 3-2 yenilerek dünya dördüncülüğüyle yetiniyordu. Fransız Teknik Direktör Michel Hidalgo, “Üçüncülük maçı gereksizdir. İki ta­ kım da üçüncü ilan edilmeli” diye tutturmuş, önerisine

289 gülüp geçmeleri üzerine de kızarak, yedeklerden, genç­ lerden kurulu on bif çıkarıp yenilmişti. Garipti Fransız hocanın önerisi... Bir Dünya Kupası’nda nerdeyse maç­ lar sona erecekken, çıkıp kural değişikliği, organizas­ yon değişikliği öneriyordu. Takımına iyi futbol oynata­ rak takdir edilen Hidalgo, bir Kuveyt maçında, sahaya fırlayıp yaptığı şımarıklıkla, bir de bu üçüncülük maçı öncesi garip önerisiyle şahsen epey puan kaybetmişti. rv’de bir final daha...

12. Dünya Kupası finali... İtalya ile Federal Almanya karşı karşıya... Seyrettiğim 7. Dünya Kupası finali bu... Mikrofon­ da anlattığım beşinci final... Televizyonda naklettiğim üçüncü final... Sevgili Öztürk Pekin arkadaşımla birlikte yapıyo­ ruz yayını... İki spikerin önemli anlarda ortak anlat­ ması yöntemini uyguluyoruz. Bir gol oldu mu, maçı anlatmakta olan spiker, golün öyküsünü, yorumunu öteki spikere bırakıyor... Fena da olmuyor hani... Ma­ çın dört golünde “Goool” diye bağırmak, Öztürk’e kıs­ met oldu. Ben ancak gollerin devamını getirdim. Yo­ rumda, aydınlatıcı konuşmada... Neyse, gol olsun da, nasıl olursa olsun... Maçın tadı tuzu biberi, her şeyi gol çünkü... Brezilyalı Coelho yönetiyor maçı... İ t a l y a : Zoff - Gentile, Collavati, Scirea, Cabrini - Oriali, Tardelli, Bergomi - Conti, Paolo Rossi, Graziani F e d e r a l A l m a n y a : Schumacher - Kaltz, Karl-He- inz Förster, Stielike, Briegel - Bernd Förster, Breitner, Dremmler - Littbarski, Fischer, Rummenigge

290 İlk yarı heyecanlı... İki takım da birbirini tartıyor. İki yüzden gol gecikiyor... İkinci yarıya kalıyor gol... bu arada bir kocaman fırsatı kaçırıyor İtalyanlar... Bir Dünya Kupası finalinde penaltı kaçar mı? Kaçıyor içte... Maçın başı sayılırdı. Daha 24. dakikaydı. Alto- belli’nin ortasında Conti kafayı vururken, Briegel in­ dirmişti Conti’yi... Penaltıydı. Kitabın yazdığı, kura­ lın tanımladığı penaltı... Cabrini geldi topun başına... İtalyan seyirciler “Gol” diye ayağa fırlamaya hazır... Biz spikerler de sesimizi ayarlıyoruz, “Goool” demek için... Fakat Cabrini he­ vesimizi kursağımızda bırakıyor. Bir vuruyor... top kaleyi bile tutmuyor. Yandan dışarı... Penaltı kaçır­ mak, bir takımı yıkar bazen... Tribünlerde genel kanı da böyle... Almanların, şimdi rakibin bu moral bozuk­ luğundan yararlanacağı tahmin ediliyor. Fakat nerde? Alman takımı, devreyi gol yemeden bitirdiğine mem­ nun sanki... Penaltı kaçırdıktan az sonra yeniden to­ parlanan İtalyanlar, gene sahada futbolun iyisini oyna­ yan takım ... İkinci kırk beş dakikada şahlanıyor İtalya... Bir Dünya Şampiyonu’na yaraşır oynuyor... Gentile’nin ortası... Cabrini ile Rossi birlikte atak yapıyorlar. Rossi vuruyor kafayı... Bu, Rossi’nin kupadaki altıncı golü. Gol krallığını ilan eden golü... İtalya 1-0 önde... Gene Paolo Rossi ile... Çok geçmeden bu kez Tardelli, Almanların büyük kalecisi Schumacher’e göstere göstere topu öyle güzel sokuyor ki... İtalya 2-0 önde. Şeref tribününde sek­ senlik İtalya Cumhurbaşkanı Pertini ayakta... Her gol­ de fırlıyor havaya zaten... Ve Başkan Pertini bir daha sıçrıyor “Gol” diye... Altobelli de, kaleci Schumacher’i çalımlayarak üçüncü sayıyı çıkarıyor. İtalya 3-0 ön­

291 de... Almanlar bitmiş gibi. Santiago Bernabeu Stadı inliyor... Bitmeyen, tükenmeyen biri var: Breitner... Son mücadeleyi veriyor... Kupanın son golünü atı­ yor... Bu aynı zamanda Almanların şeref golü... İtalya 3-1 galip. Ve “Dünya Şampiyonu...” 1934’ te... 1938’de... Ve 1982’de... Özellikle ikinci tur maç­ larında hak ederek... Hele şu finaldeki futboluyla... Herkes yürekten alkışlıyor İtalyanları... Görkemli Kupa törenini de naklediyoruz televiz­ yonda... Sonra yayını kapatıp çıkıyoruz... Tribünlerin arka tarafına yürürken... Birisi hızla geliyor. Zor kur­ tuluyorum çarpışmaktan. “Pardon” diyor, öyle sert geçtiği için... Bakıyorum: Federal Almanya Başbakanı Helmııt Schmidt... Doksan dakika boyunca her golde ayağa fırlayan ve küçük bir çocuk gibi, “Nasıl? Yeni­ yoruz” diye kendisini kızdıran İtalya Cumhurbaşkanı Pertini’nin yanından hızla ayrılmış, adeta kaçıyor şe­ ref tribününden... Alman Başbakanı Schmidt’in yüzü kıpkırmızı... Alman Televizyonıı’na demeç vermeye gidiyor. İtalyan Cumhurbaşkanı Pertini ise hâlâ tri­ bünde... El sallıyor, sesleniyor, tam bir Akdenizli coş­ kusuyla kutluyor sporcularının zaferini... Ve yaşı da sekseni aşkın başkanın. Evet, vatandaşlarına amigo­ luk yapan seksenlik bir cumhurbaşkanı... Kimse yadır­ gamıyor, kınamıyor. Çünkü İtalya’nın kazandığı başa­ rı, büyük bir spor zaferi... Ne kadar kütlansa yeri... Ne kadar sevinseler hakları... Bizim sporseverlerin de­ yimiyle “En büyük İtalya... Başka büyük yok...” Cumhurbaşkanı ile aynı uçakta dönen İtalya milli futbolcuları, Roma’da kahraman olarak karşılanıyor, İtalyanlar günlerce kupa bayramını kutluyordu. Gaze­ teler, mutluluğu dile getirmek için güzel sözcük bulma yarışındaydı şimdi: “Büyük rüya gerçekleşti!.. Dünya

292 önümüzde eğildi... Üç golle cennetteyiz... Dünya for­ mamız gibi mavidir... Milli takımımız dünyanın zirve­ sinde... Büyük rejisör Bearzot mucize yarattı... Dün­ yanın en kuvvetlisiyiz... İtalya, futbol seni güzelleşti­ riyor... Bugün İtalyan olmak, her zamandan daha da güzel...” 1982’nin defteri kapanıyor. Dört yıl sonra 13. Dün­ ya Kupası sayfası açılacak. Hedef, 1986... Bir kez da­ ha Atlantik’i aşacağız... Bir kez daha Meksika sahala­ rında yeni bir Dünya Şampiyonu arayacağız...

293

1982 Dünya Şampiyonu İtalya takımı.

Finali fena kaybeden Alman takımı. 13. Dünya Kupası 1986 MEKSİKA Futbolun en büyük heyecanı, en tatlı coşkusu Dünya Kupası, 1986 yılına kadar on iki kez oynanmış ve on iki ülke bu spor güzelliğine “ev sahipliği” yapma onu­ runu taşımıştı. Aslında bu futbol olayı, organizatör memlekete büyük destek oluyor, hem turistik, hem de ekonomik yönden önemli yararlar sağlıyordu. Onun için de kendine güvenen her ülke, bu şampiyonanın fi­ nallerini düzenlemek için birbiriyle adeta yarışıyordu. Ancak 1986 Kupası öncesinde durum bir anda değişti. On altı yıl önce 9. Dünya Kupası’na ev sahipliği yap­ mış olan Meksika, olayı ne kadar iyi düzenlediğini ha­ tırlatıyor, ama şimdi ülkenin çok büyük sıkıntıda ol­ duğunu, geçirdikleri deprem felaketinin yaralarını sar­ mak için 13. Dünya Kupası’nın da kendilerine veril­ mesini istiyordu. Bu duygusal dilek karşısında dünya futbolunu yöneten kuruluş f İ f a da kayıtsız k akm a­ mış, sonuçta sporun insancıl bir hizmet aracı olması yanı düşünülerek, organizasyon Meksika’ya verilmiş­ ti. Aslında 1986 Turnuvası Kolombiya’da yapılacaktı. Fakat bu yoksul ülke bu yükü taşıyamayacağını dü­ rüst olarak itiraf edip, organizasyondan vazgeçtiğini bildirmişti. Buna karşı çıkanlar, “Her ülkenin sorun­ ları çok... f İ f a yardım kuruluşu mu?.. Daha bu final­ leri organize etmek için bekleyen kaç ülke varken, Meksika’ya ikinci kez şans tanınması doğal değil” di­

299 ye itiraz edenler çıktı.vAncak çoğunluk, yardım ama­ cıyla da olsa, 1970 Kupası’m iyi düzenlemiş olan Mek­ sika’ya ikinci şansın verilmesinden yana olunca, karar gerçekleşti. Doğrusu Meksikalılara Dünya Kupası ev sahipliği onurunun ikinci kez verilmesinden bu kadar mutlu ola­ cağımı bilemezdim. Meksika topraklarına ayak basma­ mızdan az sonra, “Buyrun” diyerek iki günlük özel bir turistik geziye davet etmezler mi? Hem de başta beni...

Müjdeyi t r t ekibinden sevgili Fahri İkiler getirmişti. Meğer adamlar resmen sorup öğrenmişler. “Dünya Ku- pası’nı en çok izleyen medya” konukları için iki günlük bir turistik gezi düzenlemişler. Meksika ’86, futbol dün­ yasının on üçüncü kupası ise, benim de yerinde canlı canlı izlediğim sekizinci kupamdı. Aramızdan çok er­ ken ayrılanlardan sevgili Aydın Köker’le birlikte iki gün adım bile ezberlemekte zorlandığımız “İkstapa Sihuata- nahu” diye söylenen bir güzel yerde... Aydın’la ikimiz, “Ya denize girer üşütürsek... Ya tropikal sinekler sokar­ sa... Ya sesimiz kısılırsa...” korkusuyla... Ve de oda­ mızdan başka serin yer olmayan, gölgesi bile kırk de­ recelik o güzel yerde, odamızda oturup efendi efendi t v seyrettik... Ve futbol konuştuk. Ama turizmin nasıl ba­ şarıldığım da orda yakından gördük. Meksika ’86’da spiker kardeşlerim Aydın Köker, Tansu Polatkan, İlker Yasin, Murat Ünlü, Akın Göksu maçları anlattılar. Ben de anlatım, yorum, haberle ka­ rışık “ağabey spiker” görevini üstlendim. Çalışkan Fah­ ri İkiler her zamanki gibi her işe, her yana koştu. Ara­ da sevgili Mustafa Genç’in başarılı yönetmenliğiyle “İş­ te Meksika” adlı iki güzel programı da t r t ’m ize yol hediyesi olarak getirdik. Ya maçlar? Sıra onlara geldi. Anlatalım.

300 Statü gene değişiyor...

13. Dünya Kupası’nda statü gene değişmişti. İlk turda finalist yirmi dört takım dörderli altı grupta lig usulüy­ le oynayacak, her grubun birincisi ve İkincisi ikinci tu­ ra yükselecekti. Fakat gruplarda üçüncü olanlar için­ de en iyi puan ve averaja sahip dört takım da, bir son­ raki tura çıkma hakkını elde edecekti. İkinci tura yük­ selen bu on altı takım eleminasyon sistemiyle oynaya­ cak, yenilen kupa dışı kalacaktı... Eşitlikte ise tekrar maçı veya penaltı atışı değil, kuraya başvurulacaktı. Yirmi dört finalist arasında Türkiye gene yoktu. (Ne zaman vardı ki?.. Taa 1954’te... Sonrasında hep uzak­ tan bakıyorduk. Bakıyor ama göreımiyorduk. Önceleri radyodan duyurabildiğimiz, anlatabildiğimiz kadar, memleketteki sporseverlere Dünya Kupası heyecanını iletiyorduk. 1974 finallerinde ise, ilk kez Türk insanına televizyondan seyrettirmiştik futbolun en büyük heyeca­ nını...) 13. Dünya Kupası’nda elemelerde İngiltere, Finlan­ diya, Kuzey İrlanda ve Romanya ile aynı gruba düş­ müştük. Doğrusu iyi antrenman vermiştik rakiplerimi­ ze... İngiltere’ye 5-0 ve 8-0, Romanya’ya 3-0 ve 3-1, Finlandiya’ya 2-1 ve 1-0, Kuzey İrlanda’ya da 2-0 ye­ nilmiştik. Ve öteki maçta, Kuzey İrlanda ile 0-0 berabe­ re kalma başarısına erişmiştik. İzmir Atatürk Stadı’nda dalga dalga tüm yurdu dolaşmıştı sevincimiz... Çok şü­ kür, bu kez elemeleri puansız kapamamıştık. “ 1 ”, ya­ zıyla “bir” puanımız vardı hiç değilse... Averajımız mı? Bir önceki kupada yediğimiz yirmi iki gole bir tek gol­ le karşılık vermiştik. Bu kez daha çok yemiş ama daha çok da atmıştık. Kalemize giren yirmi dört gole iki golle karşılık vermiştik. Gollerimizden birini İlyas Tü­

301 fekçi (f b ), penaltıdan Finlandiya ağlarına takmış; öte­ kini de Metin Tekin (b j k ), Romanya maçında şeref sa­ yımız olarak kaydetmişti.

Meksika dalgası...

31 Mayıs günü, Azteca Stadı’nda görkemli bir açılışla 13. Dünya Kupası başladı. Doğrusu ulusal giysili genç kızlarla erkeklerin dansı dakikalarca alkışlanıyor, hele dansın finalinde kızlarla delikanlıların öpüşmesi, bin­ lerce seyirciyi tribünlerde havaya kaldırıyordu. Tabii bir tribünün bir köşesinde ayağa kalkanlar otururken, yan tribündekilerin kalkması ve tezahüratın bütün tri­ bünleri dolaşması, yani “Meksika dalgası”, bu görke­ mi daha da artırıyordu. Bu arada Meksika Federasyo­ nu, ünlü Azteca Stadı’nın zemini bozulmasın diye, açı­ lıştaki tüm etkinliklerin sahada değil, saha kenarında yapılmasını kararlaştırmış ve öyle yapılmıştı. Bu arada takıntımızın orda olmayışına üzülürken, bir de FİFA ’y a dahil ülkelerin bayrakları arasında ayyıldızlı bayrağı­ mızdaki yanlışlığı fark ederek katmerli üzülmüştük. 13. finallerde bir kural değişikliği de yürürlüğe gi­ riyordu. Üst üste iki sarı kart gören futbolcunun bir sonraki maçta oynayamayacağı kuralı, ilk kez burda uygulanacaktı. Açılış mükemmeldi de, açılış maçında­ ki futbol aynı güzellikte değildi. Bir bakıma 1. turdaki “A” Grubu ilginçti. Önceki iki kupanın şampiyonları aynı gruba düşmüşlerdi. İtalya ile Arjantin’in mücade­ lesi heyecanla bekleniyordu. Ne var ki, daha açılış ma­ çında İtalya’nın ortaya koyduğu futbol ve Bulgaristan karşısında 1-1 beraberliği bozamayışı, Arjantin’i fa­ vori gösterenlerin sayısını bir anda artırmıştı. Çünkü bu finallerde yepyeni, hani tam deyimiyle “bomba gi- Iıi” bir Maradona vardı sahalarda... îşte bu Marado- ııa’nm yönettiği Arjantin orkestrası gayet güzel ses ve­ riyordu; Kore’yi 3-1, Bulgaristan’ı 2-0 yenen Arjantin, İtalya önünde 1-1 beraberlikle yetiniyor, Maradona maçlarda yediği tekmelerden çok şikâyet ediyordu. Böylece bu gruptan birinci olarak Arjantin, ikinci ola­ rak İtalya ikinci tura çıkıyor, daha sonra üçüncü olan ama tek galibiyet alamayan Bulgaristan da yeni siste­ min özelliğiyle tur atlıyordu. “B ” Grubu en çok ses çıkaran gruptu. Hakları da yok değildi. Bu, ev sahiplerinin grubuydu. Meksika se­ yircisi coşkun tezahüratı maçlardan sonra sokaklarda da sürdürüyordu. Ancak bu coşku sadece futbolun ya­ rattığı bir sevinç olayı değildi. Ekonomik durumdan şi­ kâyetçi, hükümete karşı olanlar, futbol başarısını fırsat bulup olay çıkarıyordu. Hemen her maçtan sonra akın akın halk sokaklarda yürüyor, daha sonra da iş dük­ kânları yağmalamaya, otomobilleri tahrip etmeye kadar gidiyordu. Meksika’nın Belçika’yı 2-1 yendiği maçtan sonraki olaylarda iki yüz kişi yaralanmış, seksen kişi de gözaltına alınmıştı. Gene bu maçta Meksika gol atınca,

(biri stadta, öteki evinde t v başında) iki Meksikalı kalp­ ten ölmüştü. “B” Grubundan birinci olan Meksika, ikinci olan Paraguay, üçüncü olan Belçika tur atladı. “C” Grubu kendilerinden çok şey beklenen Sovyet- ler Birliği, Fransa ve Macaristan gibi takımların buluş­ tuğu gruptu. Bir de fazla önemsenmeyen Kanada var­ dı. Ancak iddialı Fransa, o Kanada’yı zorla 1-0 yene- bilince herkes şaşırdı. Asıl şaşkınlık yaratan sonuç ise, Sovyetler Birliği - Macaristan maçında alınacaktı. Bir değil, iki değil, üç değil, beş değil, tam altı gol... Hem de “sıfır”a karşı... Ruslar, Macaristan’ı böylesine yen­ mişlerdi: 6-0!.. Maçtan sonra altı gol yiyen Macar ka­ lecisi Disztl sinir krizi geçirmiş, ancak iğnelerle iyileş- tirilebilmişti. Grubun diğer iki favorisi Fransa ile Sov- yetler Birliği, golü az futbolu çok bir karşılaşmada 1-1 beraberliği bozamamışlardı. Sonuçta Sovyetler birin­ ci, Fransa ikinci olarak tur atladı. “D ” Grubunda Brezilya herkesi silip süpürmüş, üç maçını da kazanarak, hatta hiç gol yemeden grup birin­ cisi olmuştu. İkinci tura çıkan öteki takım da, tahmin edildiği gibi İspanya idi. “E” Grubunda ise Almanya ile 1-1 berabere kalan Uruguay’ın sonraki maçı muhteşem bir sürprizdi. Ka­ tıldığı her kupada iddialı Uruguay, Almanlara galibiyet vermeyince, Danimarka’yı rahatça geçmesi bekleni­ yordu. Fakat hakemin düdüğüyle beraber Danimarka gol olup yağmaya başlamıştı Uruguay kalesine... Du­ yanların inanamayacağı sonuçtu 6-1!.. Danimarka bu 6-1 galibiyetle Almanlarla birlikte ikinci tura geçiyor, ama altı gol yiyen Uruguay da averaj cilvesiyle elenme­ den kupaya devam ediyordu.

Fas’ın müthiş sürprizi...

“F” Grubu “Sürpriz öyle olmaz, böyle olur” diyen gruptu. İngiltere, Polonya, Portekiz gibi Avrupa futbo­ lunda söz sahibi üç takımı peşine takıp grup birinciliği tahtına oturan... kim miydi? Kuzey Afrika’dan gelen mütevazı Fas takımı... Fas, Polonya ve İngiltere ile 0-0 kalmış, Portekiz’i ise 3-1 gibi net sonuçla yenmişti. İn­ giltere ikinci, Polonya da üçüncü olarak ikinci tura çık­ tılar. Bu grup maçlarından hatırımızda kalan en ilginç olay, maçın naklen yayınında b b c televizyonunda yo­ rumculuk yapan, İngiliz Milli Takımı’mn büyük yıldızı Bobby Charlton’un yayın sırasında ağlaması ve gözyaş­

304 ları arasında mikrofonda şunları söylemesiydi: “İnana­ mıyorum... İnanamıyorum... Ve utanıyorum... İngilte­ re’den herhangi bir amatör takımı alıp buraya getirsey- dik, çok daha iyi sonuç alırdı. Anlaşılması zor bir du­ rum... Meksika’ya kadar bomba gibi olan takım burda durdu. Bu takımın İngiliz futbolu ile uzaktan yakından ilgisi yok... Allahım, bugünleri de mi görecektim?” Ünlü İngiliz gazeteleri, Daily Mail ve Daily Express gazeteleri “Kâbus” başlığını kullanırken, Daily Mirror, Daily Telegraph ve The Sun gazeteleri de, Fas’ı yeneme- yerek birinciliği onlara kaptırdıkları maç gecesini “Utanç gecesi” ilan edeceklerdi. Ancak çeşitli ülkelerin otoriteleri arasında “Kimse kendini dev aynasında gör­ mesin. Şu ana kadar en güzel futbolu Fas takımı oyna­ dı” diyenler de az olmayacaktı. Aslında “D ” Grubunda sonuncu olmasına karşın gene bir Kuzey Afrikalı, Ceza­ yir takımı da oynadığı futbolla çok takdir toplamıştı. Bu turnuvadaki sisteme göre, ikinci tur ölüm-lcalım turuydu. On altı takımdan sekizi bir tek maçla elenip gidecek; on altı takımın başka sekiz takımıysa, çeyrek finale çıkarak kupayı kovalamaya devam edecekti. İkinci tur, büyük sürprizlerle başladı. “İster misiniz kupayı alsın... İlk tur maçlarında o kadar başarılı oy­ nadı ki” diye anlatılan ve ikinci turda Almanya ile ya­ pacağı maça bu nedenle birçok gazetecinin, televizyon­ cunun koştuğu Fas, gene de iyi oynadığı halde, gene de ismi büyük rakibini öylesine korkuttuğu halde... Üste­ lik maçın bitimine sadece iki dakika kaldığı anda yediği golle, o bir tek golle... elendi gitti Fas takımı... Çokla­ rının, pek çoklarının, Meksika’da bu takımı yakından gören herkesin (bu arada benim de) hayranı, adeta ta­ raftarı olduğu Fas takımı, çeyrek finale çıkamadı. Bu arada Fas - Almanya maçından sonra Alman Teknik di­

305 rektörü, eski Dünya Kupalarının büyük futbolcusu Bec­ kenbauer, Fas karşısında takımının “ecel teri döktüğü­ nü” itiraf ediyordu. Bir Alman spikeri de maçı Tv’de anlatırken, Fas takımı çok güzel oynarken, “Beyaz for- malılar Alman futbolcuları, bizimkiler” diye hafiften alaya almıştı takımını... Ancak Sezar’ın hakkı Sezar’a... Maçın kaderini tayin eden golü de, Matthaeus’un 88. dakikada bir frikikten, otuz metre kadar uzaktan hari­ ka çektiğini, bir şampiyonada tur atlatacak güzellikte olduğunu da kabul etmek gerek. Tıpkı Fas gibi, ilk tu­ run başarılı diğer bir takımı da, ikinci turla beraber ku­ pa umuduna veda ediyordu. Bu, grubundaki üç takımı da, yani Almanya’yı da, İskoçya’yı da, Uruguay’ı da yenmeyi başaran, bu arada Uruguay’ı 6-1 ’le ezip geçen, 9-1 ’lik muhteşem gol averajıyla kendinden çok bahset­ tiren Danimarka idi. Ne çare ki, Danimarka da İspan­ ya karşısında yenilmekle kalmıyor, öyle bir bozguna uğruyordu ki... Sanki Uruguay’ın ahi tutmuştu. Altı ta­ ne atan Danimarka, şimdi beş tane yemenin acısıyla kıvranıyordu. 5-1’lik yenilgiyle İspanya tur atlarken, Danimarka ilk tur başarısıyla tarihe geçiyordu. Dani­ marka yenilmiş, elenmişti. Fakat Teknik Direktör Pi- ontek’in yarattığı bu takımın güzel futbolu, uzun za­ man unutulmayacaktı. (Bu isme dikkat! O Piontek, da­ ha sonra Türk Milli Takımı’nın hocası olacaktır.)

Beyaz Pele mi?

Gene de Danimarka’nın 5-1 yenildiği maçla sürdürelim anılarımızı... Bu büyük oyunun beş büyük golünden tam dördünü atan oyuncu da, bir anda futbol dünya­ sında kendinden bahsettirmeye başlayacaktı. Meksi­ ka’da seyircinin “Beyaz Pele” diye isim taktığı Butra-

306 gueno, o andan itibaren Meksika tribünlerindeki se­ yircilerin ve tabii aynı anda dünyanın çeşitli ülkelerin­ deki milyonlarca futbolseverin de sevgilisi olacaktı. Yenilen eleniyor, yenen sevinçle çeyrek finale koşu­ yordu. İşte ev sahibi Meksika, oldukça iyi bir oyunla ve de iki güzel golle Bulgaristan’ı safdışı bırakmayı başarıyordu. Kendi evindeki bu başarıyı görmek iste­ yenler o kadar çoktu ki, bu maçın seyirci sayısı “114 bin” olarak açıklanıyordu. Güney Amerikalılar ara­ sında da gizliden gizliye bir çekişme vardı. Kimin kimi tuttuğu da her zaman pek belli olmuyordu. İkinci turda Arjantin’le Uruguay’ı çarpıştıran ve hayli sert geçen maçta kaç tekme atıldığı pek sayılamıyordu ama atı­ lan tek gol, Uruguay’ın elenmesine, Arjantin’in de bir tur daha koşmasına yetiyordu. Tabii maçın yıldızı, ge­ ne M aradona idi. Bir TV spikeri karşılaşmayı nakle­ derken, “Arjantin tek kişilik orkestra gibi” diyor ve bu orkestranın da Maradona’dan ibaret olduğunu söylü­ yordu. Bu maçın bir ilginç yanı da, Uruguay Teknik Direktörü Borıas’ın, takımı tribünden telsizle yönet- mesiydi. Önceki maçta hakemlere “katil” dediği için

Fİf a tarafından cezalandırılan Uruguay’ın hocası, sa­ haya giremediği için tribünden talimat vermişti oyun­ cularına... Telsizle... Kötü oyunlarıyla t v yorumcula­ rını ağlatan İngiliz futbolcuları, ikinci tura çıkınca “fut­ bolu kendilerinin icat ettiğini” hatırlamış olmalılar ki, Paraguay’ı elerken bayağı güzel bir oyun çıkardılar ve bu oyunlarını birbirinden şık üç golle süslemeyi bildi­ ler. 3-0’lık galibiyet, İngilizlere umut kapısını açmıştı. En çok alkışı, iki golün kahramanı Lineker almıştı. Bir gol de Beardley’den gelmişti. Fransa - İtalya ma­ çında iki tarafa da yüzde elli, evet, yarı yarıya şans ve­ riliyordu. Maçta düğümü çözen adam, Michel Platini

307 idi. Zarif hareketlerle topa başarıyla hükmeden Plati­ ni, sadece takımım yönetmekle kalmıyor, tur atlama­ ya giden yolun kapısını aralayan ilk golü de atıyordu. Stopyra’nm ikinci golü ise, artık zaferin perçinlenmesi demekti. Dört yıl öncenin şampiyonu İtalya’ya düşen­ se, bundan sonrasında kimin kazanacağını tribünden seyretmek, sonra da Roma’ya uçak bileti almaktı. Bazılarınca “Sekizde bir final” diye adlandırılan bu ikinci turda herkesin merakla beklediği karşılaşmalar­ dan biri de, Brezilya - Polonya maçıydı. Polonyalı Zmu- da’nın sonlarda oyuna girmesinin özel anlamı vardı. Böylece Polonyalı futbolcu, tam dördüncü kez Dünya Kupası’nda oynamış olacak, bir onur rekorunu egale etmiş olacaktı. Maçta müthiş bir seyirci desteği vardı. Aslında tribünleri dolduran on binlerin çoğu Brezilya­ lı değildi. Ama -tıpkı 19 7 0 ’de olduğu, tıpkı on altı yıl önceki gibi- tüm Meksikalılar evlerinde ne kadar ses çıkaran tabak çanak, çatal kaşık varsa, alıp sokağa fır­ lıyor ve “Mehiko Brazil” diye bağırıyorlardı. Onlar için Brezilya’nın da başarısı Meksika’nın zaferi kadar önemliydi ve de güzeldi. Brezilyalı futbolcular da Mek- sikalı kardeşlerinin bu sevgisine layık olduklarını is­ patlıyor, şahane bir oyunla rakipleri Polonya’yı 4-0 gibi müthiş bir sonuçla yenip eliyorlardı. Dikkatinizden kaçmamıştır: 1970 Kupası vesilesiy­ le M eksika’dan daha çok bahsediyordum. Bu kez, ne de olsa, ikinci gidiş... Üstelik on altı yıl önce gördük­ lerimiz çok fazla değişmiş değil... İlginç gelen, sokak­ taki genel telefonların ücretsiz oluşuydu bu sefer... Çok geçmeden nedenini öğrendik. Deprem felaketin­ den ötürü vatandaşa bu gibi kolaylıklar konmuş. An­ cak halk halinden pek hoşnut değildi. Tabii on altı yıl­ da çok güzel binalar yapılmış; her ülke gibi Meksika

308 da “Küçük Amerika” olma yolunda bir şeyler yapmak için çırpınıyordu. Bütün bunların ötesinde sık sık bi­ zim de çok yakındığımız olayların, davranışların, kişi­ lerin orda da aynen karşımıza çıktıklarım eklemeden geçemeyeceğim. Hani derler ya, “Baklava börek olsa, insan her gün yerse bıkar” diye... Belki de öylesine, biz de M eksika’ya tekrar, hem de gene Dünya Kupası için gittiğimizde... aynı filmi aynı sinemada ikinci kez seyrediyormuşuz gibi geldi galiba!

Şif o sahada...

Tekrar maça gidiyoruz, hazırsanız... Hem de öyle bir maça ki... “Sekizde bir finaller”in hiç unutulmayacak bir maçına... Sovyetler Birliği ile Belçika karşı karşı­ ya... Ruslar birinci turda grup birincisiydi. Belçika ise grubunda üçüncü olmuş, ama averaj cilvesiyle tur at­ lamıştı. Karşılaşmanın açık favorisi Sovyetler’di. “Rus­ lar çaktırmadan sessiz ve derinden geliyor, kupayı alıp gidecekler” görüşünde olanlar hiç de az değildi. Basın Merkezi’nde konuştuğumuz birçok ünlü futbol otori­ tesi bu görüşteydi. Maçın başlamasıyla ve ilk yarım saat dolmadan Belanov’un golüyle Rusların 1-0 öne geçmesiyle beraber “Ben demiştim, Ruslar alır bu ma­ çı” diyenler ayağa kalkmıştı. Maçın ikinci yarısında sahneye Belçika’nın büyük yıldızı, bizim sevgili Meh­ met’e, Beşiktaşlı Mehmet’e adını veren Şifo çıkıyordu. Mükemmel bir gol Şifo’dan... Durum 1-1... Ruslar yeniden ataktaydı. Gerçekten çok geçmeden gene Be- lanov golleri ikiliyordu. Böyle bitecekti galiba... Ha­ yır hayır!.. Ceulemans, Belçika’yı 2-2 beraberliğe ulaş­ tırıyordu. Şimdi hakem belirli işaretlerle futbolcularla uzatmayı haber veriyordu. Uzatma bölümünde Belçi­

309 ka bir şahlanmıştı ki, görülecek şeydi... Üstelik ha­ vanda su dövmüyordu halkın taktığı isimle “Kırmızı Şeytanlar”... Akınlarını golle, gollerle süslemeye de başlamışlardı. Önce De M ol’dan geldi gol: 3-2... Son­ ra Claesen’in golü: 4-2... Ruslar pes etmiş gibiydi. Bi­ ri hariç... Maçın gol kralı Belanov mücadeleyi bırak­ mıyor, bu arada sert bir hareketle, İsveçli hakem Fre- deriksson’un çaldığı düdükle Sovyetlerin kazandığı penaltıyı gole çeviriyordu. Belanov tam üç gol atmıştı. Belçikalılar ise bir fazla... Bir tek sarı kartın gösterildi­ ği iki saatlik maç sonunda, birçok kişinin favorisi Rus­ lar finallere veda ediyordu. Bir anda Belçika gündem­ de öne geçmişti. Çeyrek final maçları adeta “Penaltı Şampiyonası” halinde geçti. Dört maçtan üçü yarım saat uzatıldı, ge­ ne de eşitlik bozulmadı. Sonunda hep penaltı atışları, yani atan veya atamayan futbolcularla kurtaran ya da kurtaramayan kaleciler, yarı finalistleri belirledi. Bütün bunları anlatırken, daha sonra birer hemşeh­ rimiz, hatta fahri vatandaşımız olacak iki futbolcudan niye söz etmedim? Ne bileyim, Schumacher’i Alman kalesinde görünce, yakında “Fenerbahçeli Schumac­ her” olacağını düşünemedim mi acaba? Ya Pfaff’m Bel­ çika kalesinde oynadığını seyrederken, onun da “Trab- zonspor’lu Pfaff” olacağını hiç tahmin edemedim mi dersiniz? Eeee, gençlikte olmuyordu böyle şeyler... ya da M eksika’nın havası böyle yapıyor... Sahi hava da hiç değişmemişti. Tıpkı on altı yıl önceki gibi... Öğle saatlerinde yahut öğleyi biraz geçe, hani ikindiye ya­ kın, birden yağmur. Yağmur ne demek!.. Sağanak... Hem de nasıl!.. Şakır şakır... Bakıyorum etrafıma... Hadi ben yabancıyım, bu Meksika’nın tabiatını bilmi­ yorum, tedbirsiz çıktım, yağmurluk, şemsiye almadım.

310 Ya sizler? Burda yaşıyorsunuz. Bilmez misiniz? Daya­ namadım, sordum bir gün... Bir kapının önüne sığın­ mış, sağanaktan korunmaya çalışırken, yanımdaki Meksikalıya niçin şemsiye filan taşımadıklarını sor­ dum. Güldü, “Şimdi geçer” dedi. Zaten o cümlesini bi­ tirene kadar da durmuştu sağanak... Nasıl bir yağmur başlıyor... Ve birkaç dakika sonra da bitiyor... Nerden getirdiniz beni buralara? Gol yağmurundan bahseder­ ken... Tamam tamam... Nasıl Belçika - Sovyetler ma­ çında iki saatte yedi gol seyrettikse... Şimdi de çeyrek finalde, bu kez penaltı panayırına hazırlanın bakalım! İlk iki saatlik maçımız, Brezilya - Fransa... İkisi de iddialı... Brezilya, kendi kıtasında olmanın avantajıy­ la daha emin kendinden... Fransa da İtalya gibi bir fa­ voriyi elemiş olmanın güveni içinde... Bakalım, göre­ ceğiz. Flele oyun başlasın da... Ve başlıyor... 17. da­ kikada Careca atıyor: 1-0, Brezilya önde... Devre böyle bitecek sanılırken... 41. dakikada, bu kez bü­ yük futbolcu, Michel Platini... Bir gol de Platini’den: 1-1... Oooo, ikinci yarıda bol gol seyredeceğiz... Kim demiş? Golü gören, alsın, getirsin... 90. dakika dolu­ yor, hakem Romen Igna’mn düdüğü, “yarım saat uzatma”yı ilan ediyor. Otuz dakikaya otuz gol sığar, eğer atan olursa!.. Ama burda yirmi iki kişinin çabası, karşılıklı birerden iki golden fazlasını getirmiyor. Ha­ kemin bu kez çalan uzun düdüğü, penaltıları ilan edi­ yor dünyaya... Dünya Kupası’nda penaltı karnavalının başladığını... İlk atış ünlü Brezilyalı Socrates’ten... O da ne: Kaleci Bats yakalıyor... Sonrasında goller geli­ yor: Stopyra ile Fransa 2-1 önde... Alemao ile 2-2... Amoros’la 3-2... Zico ile 3-3... Bellona 4-3... Branco 4-4... Of of of!.. O kadar övüp duruyoruz. Sana ya­ kışır mı be muhteşem Platini? Top öyle dikilir mi?.. O

311 yapar da Julio Cesar yapmaz mı? O da direği nişanlı­ yor... Sıra Fernandez’de... Top ağları bulursa, Fransa penaltılarda 5-4 öne geçecek veeeee... Fransa yarı fi­ nale çıkarken... Brezilya’ya “Güle güle... Güle gü­ le...” Vur be Fernandez! Yarma kadar seni mi bekle­ yeceğiz? Söz dinleyen çocuk vuruyor. Ve stad ayakta: Fransa yarı finalde...

İki saatte gol yemeyen iki kaleci...

Aynı gün penaltılı, uzatmalı bir maç daha... Hem de ne maç: Bir tarafta ev sahibi Meksika... Karşısında da her zaman iddialı Almanya... Federal Almanya o günkü adıyla... İki kaleci, Schumacher Larios, doğrusu yüz yirmi dakikalık maçın iki kahramanı... Çünkü o afa­ can golcülere fırsat vermiyorlar... İki saatte tek gol ye­ miyor iki kaleci... Ama şimdi yiyebilecekleri kadar yi­ yebilirler. İştahı olanın takımı kaybeder... İşte başlı­ yor penaltılar... Ama bu kupada penaltı o kadar çok ki... İzninizle sadece gol olanları yazalım... Kaçanlar unutulur, daha iyi... Kaçıranların başına kakmazlar yıllar yılı... Kaleciler hazır... Siz de hazırsanız... Vur bakalım Allofs... Vuruyor Allofs... Ve gol: Almanya 1-0 önde... Negrete ile 1-1... Brehme ile 2-1 Alman­ ya... Bravo Matthaeus... 3-1 yaptı durumu... Ev sahibi kendi sahasında gene yabancılık çekiyor ki!.. Yok yok, arada Schumacher’in kurtardığı iki penaltıya alkış yok mu? Demek ki kusur sadece MeksikalIlarda değil, Alman kalecisinin de başarı payını unutmayalım... Sı­ ra mı? Littbarski’de... Golü attı mı? Attı... 4-1 oldu durum... Penaltılarda 4-1 galip Almanya... Ve o da ya­ rı finalde... Meksika’ya “Güle güle”... Çeyrek finalin ilk penaltı festivaline sahne olan ma-

312 çı da, İspanya ile Belçika arasındaydı. Doğrusu bu iki takıma da turnuva başında pek şans veren yoktu. Ama bakın onlar bazı favorilerin ulaşamadığı buralara ka­ tlar gelmişlerdi. İki takımın kalecisi de, maçın en iyile­ riydi. İspanyol kalesinde ünlü Zubizaretta, rakiplerine birden çok gol şansı vermezken, karşı kaledeki gene güçlü Pfaff da başarılı kurtarışlarla tek golden fazlasını fırsat tanımamıştı. Sonuçta maç 1-1 kapanıyor, yarım saatlik uzatmada da durum değişmiyordu. Gelsin pe­ naltılar... Senor ve Claesen’in karşılıklı ilk atışları gol­ le sonuçlandı. Durum 2-2 olmuştu. Eloy’un atışında ise tribünler ayağa kalkıyordu, çünkü Pfaff topu ya­ kalamıştı. Şifo da golü atınca, Belçika 3-2 öne geçmiş­ ti. Sonrasında Chendo ile 3 -3 ... Broos ile 4 -3 ... Butra- gueno ile 4 -4 ... Verwoort ile 5 -4 ... Victor ile 5 -5 ... Hiç kimse kaçırmayınca penaltıyı, Pfaff’m baştaki kurtarı­ şı, sonucu belirliyor. Çünkü son penaltıda Leo van der Elst topu ağlarla kucaklaştırınca... Belçika 6-5’lik ga­ libiyetle yarı finale yükselirken, îspanyollar son maç­ ları seyretmek için tribüne çıkıyor. Çeyrek finalin uzatmalı, penaltılı üç maçından son­ ra, normal koşullarda geçen, yani doksan dakikada biten tek karşılaşması başlıyor: Arjantin - İngiltere... O günlerde bu iki ülkenin hangi alanda olursa olsun, karşı karşıya gelmesi, tüm dünyada kaygı uyandırır­ dı, kuşkuyla izlenirdi. Çünkü iki devlet hafiften hafif­ ten bir “savaş” havasına girmişti. “Falkland krizi”, dünyanın her yerinde büyük yankılar yaratmış, devlet adamları böyle bir savaşın önüne geçmek için kolları sıvamışlardı. Son maçlarında giderek daha büyüyen Maradona ise, verdiği demeçlerle hem sahadaki, hem siyasetteki kavgayı körüklüyordu sanki... Ya da, fut­ bolun yanında politika “ofsayt”ta kalmıştı. Tunuslu

313 hakem Bennaceur’un düdüğüyle Arjantin - İngiltere maçı başladı. Azteca Stadı’nda elli bini aşkın seyirci vardı. Oyun güzel futbolla dolu, fazla sertlik görül­ meden, normal geçiyordu. Karşılıklı ataklar ve karşı­ lıklı kurtarışlarla ilk yarı golsüz kapanmıştı. Ama Maradona giderek “dev”leşiyor, adeta sahanın tek hâkimi oluyordu. Ayaklarında mıknatıs vardı sanki... Her top onu buluyordu. İkinci yarı başlayalı beş da­ kika olmuştu. İngiliz kalesinde en büyük tehlike de bu dakikada doğdu: Havadan gelen topa kaleci Shilton çıkış yaptığı anda, Maradona da “bücür” boyu ile öy­ le bir sıçramıştı ki... Shilton aciz kalıyor, topa doku- namıyordu bile... Maradona ise öyle bir dokunuyor­ du ki... Top ağlarla kucaklaşıyordu. Tribünlerin yarı­ sı “G oool” diye çılgınca coşarken, öbür yarısı da “Gol değil...” diye feryat ediyordu. Doğrusu bana da “elle attı” gibi gelmişti ama... Bir düşündüm, kafayı vurduğunu da görmüştüm. Gene Maradona çözecekti bu büyük bulmacayı... Ve “Evet, biraz kafa, biraz el” diye itiraf edecekti. Tabii 1986 Dünya Kupası’nın en büyük yıldızı kabul edilen Arjantinli, demeci bu kadar kısa tutmayacak, daha neler neler ekleyecekti... “Evet, golü sadece kafa ile atmadım. Biraz el, biraz kafa... Ammaaa benim elim değildi o... Tanrının eli de vardı orda...” Maç bu golle bitmeyecekti, fakat İngiliz takımı bu golle bitmişti. Gerçekten beş dakika sonra gene Mara­ dona, bu kez nefis bir atakla ikinci golü de İngiliz ka­ lesine gönderecekti. Kupanın yıldızı, maçtan sonraki basın toplantısında “Evet, ilk golü biraz el, biraz da kafayla attım” diye itiraf ettikten sonra ekranda o gol seyredilecek ve topa elle müdahale açık açık görüne­ cekti. İngiliz menajeri , bu açık hata­

314 dan ötürü golün sayılamayacağını, maçın tekrar edil­ mesi gerektiğini öne sürmüş, ancak atı alan Üsküdar’ı değil de, Meksika’yı geçmişti. Maradona, ikinci golü nasıl attığını da şöyle anlatmıştı: “ 1-0 öne geçmenin keyfi içinde topu tekrar yakalamıştım. Daha doğrusu Burruchaga nefis bir pasla bana aktarmış, ben de sür­ meye başlamıştım. Yanımdan koşan takım arkadaşım Valdano’ya pas verecek gibi yaparak Butcher’i geçtim. Ama iyi bir çalım atmıştım ona, değil mi? Sonra da Fenvvick’den sıyrıldım. İki defans oyuncusunun arası­ na girdiğimde, kaleci Shilton’un kalesinden çıktığını fark ettiğim anda... kolaydı sonrası... Topu kaleye yu­ varlamak da iş miydi yani?” Maçın sonucu, Arjantin’de halkı sokaklara dökmüş­ tü. Meksika’da da benzeri gösterilere tanık olmuştuk. Finalleri seyre gelen Arjantinliler pek fazla değildi ama, öteki Latinler de Arjantin’in sevincine ortak olu­ yor, birlikte tezahürat yapıyorlardı. Tabii Arjantinli­ ler, bu futbol galibiyetinin, aslında Falkland savaşının intikamını almak olduğunu bağıra çağıra dünyaya du­ yuruyorlardı. “Falkland adalarını değilse de, İngilte­ re’den maçı aldık ya” diyor da başka şey demiyorlar­ dı... Stad dışında yer yer birbiriyle kapışan İngiliz ve Arjantinli futbolseverlere de rastlıyorduk. Yumruk yumruğa kavgaları ayırmakta Meksika polisi çoğu kez zorlanıyordu. Haaa, bu maçın bir ilginç yanını unutu­ yordum. Hemen ileteyim: 2-0’lık durum, Arjantin fut­ bolcularını kendinden geçirmişti, o arada fırsatı kaçır­ mayan Lineker topu ağlara gönderiyor, durumu 2-1 ya­ pıyordu. Arjantin takımı bu gole adeta aldırmamış, sağlam bir savunma taktiğiyle sahadan galip çıkmayı bilmişti. Ne var ki, o tek gol, İngiliz Lineker’e “Kupa­ nın Gol Kralı” olma onurunu getirecekti.

315 Maradona’mn muhteşem hilesi...

Ya İngiliz basını nasıl yorumlayacaktı bu maçı? İşte si­ ze bu maçın ertesi günü çıkan İngiliz gazetelerinden başlıklar: • “Dışarda kaldık... Muhteşem Maradona’nın muhteşem hilesi...” • “Ne biçim el? Hileye geldik... Haydut Marado- na’nın elle attığı gol...” • “Sihirbaz adama yenildik. Maradona elle oyna­ d ı...” • “Maradona’nın yumruğu, bizi knock-out etti...” • “Maradona’lı Arjantin, İngiltere’nin rüyasına son verdi...” • “Arjantin kahramanının elle attığı gol, bizi yık­ t ı...” Meksika’daki 1986 Kupası, bir yandan da insanoğlu­ nun acılara eskisi kadar dayanamadığını ortaya koymuş­ tu. Sık sık, bir takımın kupadan elenmesinden sonra, fa­ lanca ülkede intihar edenler ya da kalp krizinden ölenler olduğu haberi duyuluyordu. İşte penaltılı maçlardan sonra da gene bu tür söylentiler Meksika’da günün ha­ beri oldu. Brezilya’nın dramatik elenmesinden ötürü Jo- se Martinez adlı bir bakkal, tabancasını alnına dayayıp ateşlemişti. Yakınlarının ifadesine göre, talihsiz bakkal, Brezilya takımının bu Dünya Kupası’m kazanacağına kesin gözüyle bakıyordu. Brezilya’nın kaybetmesiyle ha­ yatını kaybeden bir başkası da, bir vergi müfettişiydi. O da intihar etmişti maçın sonucunu öğrenince... Ayrıca üç Brezilyalı da, tv başında maçı seyrederken kalp krizi geçirerek hayata gözlerini yummuştu. Bu yoldaki haber­ ler birbirine eklenecek, doğrulama şansımız olmadığı için gerçeklik derecesini bilemeyecektik ama, gazete, rad­

316 y o ve t v vasıtasıyla öğrenilen, takım ları elendiği için ha­ yatını kaybedenlerin sayısı on dördü bulacaktı. Şimdi sıra, yarı finallerdeydi. Meksika’nın şirin şehri Guadalajara’da seyredeceğimiz maç, Almanya ile Fransa’yı karşı karşıya getiriyordu. Tıpkı dört yıl önce İspanya’daki gibi... 1982 Kupası’nda da, yarı finalde Almanya - Fransa birbirine düşmüş, normal süresi 1-1 biten oyun yarım saat uzatılmış, bu kez 3-3 beraberlik­ le sonuçlanmıştı. Penaltı atışları sonunda Fransa 5-4’le boyun eğmiş, Almanya finale çıkmıştı. Şimdi iki takım yeniden dört yıl önceyi yaşıyordu. Ama bu defa uzat­ ma ve penaltılar da yoktu. M aç, tüm normal futbol karşılaşmaları gibi, doksan dakikada bitecekti. Alman­ lar daha 9. dakikada Brehme ile ilk golü kazanıyor; sonrasında kaleci Schumacher enfes kurtarışlarla, Fran­ sızların büyük yıldızı Michel Platini’ye gol şansı vermi­ yordu. Bilirsiniz: Futbolda bir maç sırasında en korku­ lan durum, 1-0’dır. Bir gol atan takım, bu golü atma­ nın gevşekliğine kapılır, maçı çantada keklik görür, ama bir gol yer yemez de bozulur, beraberlik derken yenilgiye gidebilir. Ancak bu maçta, Almanlar böyle bir tehlikeye açık kapı bırakacak gibi değildi. Sağlam oynayan Almanlar, bu çabalarını, bu başarılarını 90. dakikaya kadar götürüyor, herkes maçın böyle bittiği­ ne inanırken de, fırsatçı Völler’le... tam 90. dakikada ikinci golü buluyorlardı. 2-0’lık net galibiyet Almanya için güzeldi. Daha iyi oynamış ve kazanmışlardı. An­ cak bu sonuçta Fransız kalecisi Bats’ın başarısızlığı, hatta daha doğru deyimle beceriksizliği de unutulma­ yacaktı. İlk golde Magath’tan aldığı pasla mükemmel bir şut atmıştı Brehme... Ama bir Dünya Kupası yarı finalinde oynayacak klasta bir kaleci de, bu topu kol­ tuğunun altından kaçırmazdı. Bats kaçırmıştı işte!.. 90.

317 dakikadaki golde de Bats, çoklarına göre erken çıkmış, Völler de bunu fırsat bilerek ileri çıkan kalecinin üze­ rinden aşırdığı topu kaleye yuvarlamıştı. Öteki finalisti belirleyecek yarı final maçında Arjan­ tin’le Belçika karşılaşırken, Avrupa takımına şans ve­ renler yok denecek kadar azdı. İngilizleri elle, kolla, fut­ bolla, kafayla, ayakla, yumrukla, kısaca her şeyiyle ele­ yen Arjantin karşısında Belçika’nın pek varlık göster­ mesi beklenmiyordu. Gösteremedi de... Maradona “Bu kupanın kralı benim” diye bir kez daha ilan ediyor, bu­ nu kanıtlıyordu da... Sonucu ilan eden iki güzel gol de Maradona’dan gelmişti. Arjantinli olan da olmayan da, Maradona’yı çılgınca alkışlıyordu şimdi... O günün unutulmayan bir olayı, maçtan sonra iki golü yiyen Bel­ çika kalecisi Pfaff’ın, o iki golü atan Maradona’yı teb­ rik etmesiydi. Hatta yakınlarında bulunanların naklet­ tiğine göre, Pfaff şöyle demişti Maradona’ya: “Senden gol yemek de şereftir, arkadaş...” Bilmem yalan, bil­ mem doğru? Günahı bize nakledenlerin boynuna... Büyük final beklenirken, “Üçüncülük maçı” heye­ canı yaşandı arada... Uzatmalı maçlar turnuvasında bu karşılaşma da, aynı kurala uymaktan kurtulamadı. Ancak bu kez iş penaltılara kadar gitmedi, yüz yirmi dakika içinde çözümleniverdi. Fransız savunmasının kalabalığı arasından sıyrılmayı başaran Ceulemans, pla­ se bir vuruşla topu ağlara gönderiyor, takımını 1-0 öne geçiriyordu. Ne var ki Belçika’nın bu üstünlüğü çok sürmeyecek, önce Ferreri beraberliği sağlayacak, sonra da Fransa’nın yıldızlarından Papin ilk yarıyı 2-1 önde bitirmelerini sağlayan golü atacaktı. Maçın ikinci bö­ lümünde Claesen’in golü, oyunu yeniden beraberliğe getiriyordu. Fakat Fransa bu maçı bırakacak gibi de­ ğildi. Michel Platini gibi bir asından yoksun olmasına

318 karşın, Fransız takımı güzel bir futbol sergiliyor, bu­ nun meyvesini de alıyordu. Gerçekten, 2-2 biten maçın yarım saatlik uzatmasında Genghini ile üçüncü gol ge­ liyor, az sonra da Amoros sonucu ilan ediyordu: 4-2... İş penaltılara kalmamıştı ama, maç gene de bir penaltı ile tamamlanmıştı. Gerets, gole giden Amoros’u düşü­ rünce, İngiliz hakem Curtney penaltı noktasını göster­ mekte tereddüt etmemiş, Amoros da kendine yapılan hareketi golle cezalandırmıştı. Böylece iki saatlik maç­ tan 4-2 galip çıkan Fransa, “1986 Dünya Kupası’nın Üçüncüsü” olma onuruna erişmiş, Belçika’ya da “Dün­ ya Dördüncülüğü” ile övünmek kalmıştı. Federal Almanya, başarısız başladığı 13. Dünya Ku- pası’nın son gününde turnuvanın ayakta kalan iki ba­ şarılı takımından biriydi. Öteki de, Maradona’nın Ar­ jantin’i. Kupayı o güne kadar Almanlar iki kez kazan­ mıştı. Arjantin ise, sadece evindeki 1978 kupasının sahibi olmuştu. Azteca Stadı’ndaki müthiş mücadele başlarken dikkati çeken ilk nokta, Almanların Mara- dona’nın başına Matthaeus’u bekçi olarak koymala­ rıydı. “Önce Maradona’yı durduralım, sonrası kolay” taktiği açık açık görülüyordu.

Azteca’da en büyük kim olacaktı?

Brezilyalı hakem Filhol’un yönettiği büyük finale, iki takım şu on birlerle başladı:

A r j a n t i n : Pumpido - Cuiciuffo, Brown, Ruggeri, Olarticocchea - Batista, Giusti, Burruchaga, Enrique - Maradona, Valdano A l m a n y a : Schumacher - Brehme, Förster, Jakobs, Briegel - Berthold, Matthaeus, Magath, Eder - Rum­ menigge, Allofs

319 Maç daha ilk dakikasından itibaren hayli sert bir tempoda oynanacak, bu arada Brezilyalı hakem de sık sık elini cebine atarak sarı kartını göstermek zorunda kalacaktı. İlk sarı kartı, 17. dakikada hakeme itiraz eden Maradona görmüştü. Az sonra da onu marke eden Matthaeus’a çıktı sarı kart... Golü kim ne za­ man atacaktı? Hiç beklenmediği anda geldi gol... Bur- ruchaga’nm serbest vuruşundan gelen topa Schumac­ her çıkış yaptı ama kurtaramadı topu... Aynı anda or­ da bitiveren Brown, mükemmel bir kafa vuruşuyla go­ lü attı. Bu, aynı zamanda ilk yarının sonucuydu. Alman takımında ikinci yarıda Allofs’un yerinde Völler oynuyordu. 56. dakikadaydık ki... atağı gene Maradona başlattı. Sahanın her yerinde o vardı za­ ten... Maradona’nm pasını Enrique gayet iyi kullandı, topu kendisinden daha uygun durumdaki Valdano’ya yuvarladı. Valdano da biraz gittikten, aslında yürü­ dükten sonra kalecinin yanından içeri gönderiverdi. Schumacher’in son hamlesi fayda etmemişti. Yani du­ rum 2-0 olmuştu. Maradona’nın takımı fark mı yapa­ caktı yoksa? Hayır, hayır!.. 74. dakikadaki bu gole sa­ dece dört dakika sonra bir karşılık geliyor, Rumme­ nigge durumu 2-1’e getiren golü atıyordu. Sarı kartlar birbirini izlerken, goller de devam ediyordu. Marado­ na ve arkadaşları 2-0’dan 2-1 ’e düşünce, baştan beri sürdürdükleri tempoyu bir an kaybediyor ve işte bu arada beraberlik golünü de yiyorlardı. Bir köşe vuru­ şundan gelen top kafalarda dolaştıktan sonra, son olarak Völler’in vuruşuyla ağları bulunca... Tribünler de şöyle bir yerinden doğruluyordu. Yoksaaa Mara- dona’lı Arjantin 2-0’dan maçı ve kupayı mı verecekti? İşte bitime beş dakika kala, evet evet, tam 85. dakika­ da Maradona büyüklüğünü gösteriyor, kaptığı topu

320 güzel bir pasla Burruchaga’ya aktarıyor, o da tek başı­ na dalarak gole kadar gidiyordu. Öylesine vurmuştu ki... Schumacher, o yanından beklememişti topu... Goldü bu... Arjantin’i ikinci kez Dünya Şampiyonu yapan goldü... 1986 Dünya Kupası’na son imzayı atan goldü. Bir kez daha Latin Amerika’da oynanan final­ lerde kupa gene orda kalmıştı. Maradona ve orkestra­ sı muhteşem konseriyle gönülleri fethetmişti. 3-2’lik bu galibiyet yıllar boyu anlatılacaktı. Diğer yanda ise Meksika’da muazzam bir karnaval başlamış, halk so­ kaklara dökülmüştü. Arjantin’de milli bayram ilan edilmiş gibiydi. Bağırıyordu Arjantinliler, bir yandan dans ederek... bir yandan içerek... Çünkü meyhaneler bedava içki dağıtmaya başlamıştı. Ne diye bağırıyorlardı biliyor musunuz? “Arjantin büyük... Maradona en büyük...” Sonraki günlerde Arjantin’in şampiyonluğunun yan­ kıları sürecek, dünya her gün yeni bir sansasyonla sar­ sılacaktı. Güney Amerika’dan dünyanın her köşesine yayılan haberler müthişti: • Buenos Aires Belediyesi, Maradona’ya “üstün va­ tandaşlık” unvanı veriyor. • Dışişleri, Maradona’yı Büyükelçilik unvanıyla ödüllendiriyor. • Arjantin’de doğan her erkek çocuğa “Marado­ na” adı veriliyor. • Breitner dedi ki: “Bizde bir Maradona olmadığı için kaybettik.” • Arjantin “Süper Şampiyon” ilan edildi. Çünkü yedi maçından altısını kazandı, birinde berabere kal­ dı, hiç yenilmedi. • Maradona’nın Arjantin’i, dört eski Dünya Şam­ piyonunu elemeyi başardı.

321 • Maradona dedi ki: “Ben Maradona’yım... Pele de Pele’dir.” • Shilton da itiraf etti: “Maradona’dan gol yemek, şereftir. ” • 1986 Dünya Kupası’nda sekiz kırmızı, yüz otuz sekiz sarı kart çıktı. • Ebedi puan cetvelinde Güney Amerika, Avrupa’yı 7-6 geçti. • Brezilya üç, Uruguay iki, Arjantin iki kez Dünya Kupası’m aldı. • Avrupa’dan ise İtalya üç, Almanya iki, İngiltere bir kez şampiyon oldu. • İngiliz Lineker altı golle kupanın gol kralı... Ar­ kasından beş golle Maradona (Arjantin), Careca (Bre­ zilya), Butragueno (İspanya) geliyor. • 56 yıllık Dünya Kupası genel puan cetvelinde de Arjantin birinci sırada...

Arjantin kaptanı iinlü “Bücür” Maradona, 1986 Kupasını alıyor. Bir feci tablo daha. 14. Dünya Kupası

1 9 9 0 İT A L Y A İlk on iki Dünya Kupası’nda finaller on iki değişik ül­ kede oynanmış; sırasıyla Uruguay, İtalya, Fransa, Bre­ zilya, İsviçre, İsveç, Şili, İngiltere, Meksika, Almanya, Arjantin ve İspanya, bu büyük futbol heyecanına ev sahipliği yapma onurunu kazanmıştı. Ancak 1986’da, geçirdiği depremin yaralarını sarmakta yardımcı olur düşüncesiyle, organizasyon ikinci kez Meksika’ya ve­ rildi. Tabii bunu gören ve daha önce bu şampiyonayı düzenlemiş ülkelerden bazısı “Bize de ikinci şansı ve­ rin” deyince, ev sahipliği yolunda ikinci tur başlamış oldu. İtalya elli altı yıl önce evinde oynanan finaller­ de “en büyük” olduğunu kanıtlamış, 1934 Kupası’nm sahibi olmuştu. Dört yıl aradan sonra yapılan 1938 Dünya Kupası’nm galibi gene İtalya idi. Son olarak da, sekiz yıl önce, 1982’de bir kez daha çıkmıştı tah­ ta... Üç kez Dünya Şampiyonu olmanın haklı gururu içinde, evinde düzenleyeceği bir turnuvada tarihi ba­ şarısını sürdürmek isteyen İtalya, sonunda bu dileğine erişiyor ve 14. Dünya Kupası’nın ev sahibi oluyordu. Biz mi? Ne diyeceğimi ezberlediniz artık: “Biz gene yoktuk” ya da “Biz bu kupada da yoktuk.” Bu Dünya Kupası finallerinde bir tek 1954’de oynamış, sonra­ sında “bekleme odası”na oturmuştuk. Daha kaç yıl bekleyecektik bakalım! Ancak “Biz gene yoktuk” der­ ken, araya minik de olsa bir tatlı not sıkıştırabilirim:

327 1990 Dünya Kupası elemelerinde, daha öncekilerde ol­ duğu gibi, hele çoğunda olduğu gibi, “grup sonuncu­ su” değildik. Hele hele “sıfır” puanlı olmadığımızı da göğsümüzü gere gere söyleyebilirdik. Son üç kupanın elemelerinde beşer takımlı gruplarda oynamış, 1982 eleme grubunda hiç puan alamadan, 1986 elemesinde ise bir tek puanla “sonuncu” olmuştuk. 1990 elemele­ rinde beşer takımlı grupta “yedi” puan toplamayı ba­ şarmış ve de “üçüncü” sıraya çıkmıştık. İlk maçımız­ da İzlanda’yı evimizde yenebilmiş olsaydık, talih bize gülecekti ama... elimizden kaçırmış, İzlanda ile İstan­ bul’da 1-1 berabere kalmıştık. Tek golümüzü, o sırada Malatyaspor’da oynayan, değerli sporcu, daha sonra milli takımımızın Antrenörü Ünal Karaman atmıştı. 1988’deki ikinci eleme maçımızda ise, Viyana’da Avusturya karşısında pekâlâ güzel bir futbol sergile­ miş, Feyyaz Uçar (b j k ) ve Tanju Çolak (g s ) ile iki de gol atmıştık. Ancak Avusturya’ya şansımız gene tutma­ mış, attığımızdan fazlasını yiyince 3-2 kaybetmiştik. Üçüncü maçımızda yüzümüz gülüyor, Doğu Alman­ ya’yı mükemmel bir oyundan sonra, hem de 3-1 yeni­ yorduk. Tanju Çolak ( g s ) ilk yarıyı önde kapamamızı sağlayan golü atıyor, ikinci yarıda Oğuz Çetin (f b ) ta­ kımımızı 2-0 galibiyete yükseltiyor, bu arada yediği­ miz bir golle “Eyvah! Avantajımızı kaçırıyor muyuz?” derken, gene Tanju, üçüncü golü atarak zaferimizi per­ çinliyordu. Doğu Almanya karşısında bu başarıyı sür­ dürecek, onları Magdeburg’da da iki farkla yenecek­ tik. Takımımızın başarısı savunmadan başlamış, kale­ cimiz Engin İpekoğlu (Sakaryaspor) mükemmel kur­ tarışlarıyla Almanları durdurmuş, ilerde de önce Tan­ ju Çolak (g s ), sonra da Rıdvan Dilmen (f b ) iki güzel golle güzeller güzeli galibiyeti getirmişti... Ama sonra­

328 sında da iki yenilgiyle epey sarsılıyorduk. Sovyetler’e İstanbul’da tek golle boyun eğmiştik. Ardından İzlan­ da deplasmanından üzgün dönüyor, Rejkjavik’de 2-1 kaybediyorduk. Şeref golümüzü, Feyya:z Uçar (b j k ) at­ mıştı.

M illi takımımız Avusturya’yı eziyor...

Bir ay sonra ise, şeytanın ayağını, hem de üç yerinden kıracak ve bize daima ters gelen Avusturya’yı ters yüz edecektik. Enfes bir maçtı bu... Muhteşem bir zaferdi. İstanbul’da, Ali Sami Yen Stadı’nda bir değil, iki değil, tam üç golle... Üstelik hiç yemeden... Sıfıra karşı... 3-0 yenecektik Avusturya’yı... Gollerimizden ikisi Rıdvan Dilmen (f b ), biri de Feyyaz Uçar (b j k ) imzalıydı. İşte o maçtan sonra Rusya’ya giderken, uçakta, hani “ço­ cuklar gibi şen”dik. Her şeyden önce takımımıza gü­ veniyorduk. Ayrıca, puan ve averajımıza da güveniyor­ duk. Simferopol maçı öncesinde, grubumuzda dokuz puanlı Ruslar birinciliği garantilemişti. Yani kaybetse- ler de İtalya’ya gideceklerdi. İkinci sıradaki Avustur­ ya’nın da puanı dokuzdu. Ancak averajı da 9-9 oldu­ ğundan, Ruslar için tehlike yoktu. Sovyetler dokuz gol atmış, dört gol yemişti. Yani biz üç-dört tane bile at­ sak, İtalya’ya gitmeleri önlenemeyecekti. Kendilerini sıkmayabilirlerdi bize karşı... Puanımız yedi, averajı­ mız 12-8’di. Rusları yenmekle finallere gidebilecektik. Kötü bir hava, sağanak halinde yağmur, sırılsıklam do­ laşan bizler... Kırım gibi çok duyduğumuz bir yeri da­ hi istediğimiz gibi dolaşamıyoruz. Maç da istediğimiz gibi geçmeyince... Boynumuz bükük dönüyoruz Sim- feropol’dan... Hiç de kötü oynamamıştık. Ama futbol golsüz olmuyor ki... Golleri atanlar ise rakipler imiz-

329 di. 2-0’lık yenilgi, puan cetvelinde üçüncü sırada bıra­ kıyordu bizi... Gene de tesellimiz vardı: Dünya Ku­ pası elemelerinde kaç yıldır ilk kez cetvelin en altında ezilmemiştik. “Üçüncü sırada” idik. Üstelik “grubun en çok gol atan takımı” olarak... On bir gol atan Rus- lardan bir gol fazlasını atmıştık. Avusturya’yı yenmiş olmak, Doğu Almanya’yı, iki maçta da baş aşağı et­ mek, büyük başarı sayılırdı. Buna karşın Dünya Kupa­ sı finallerinde oynama düşümüz, gene bir başka baha­ ra kalmıştı.

TRT için İtalyan tv merkezinde...

Hadi gelin, şimdi hep birlikte İtalya’ya yollanalım. 14. Dünya Kupası’nın sahibini belli edecek büyük müca­ dele başlıyor. Yirmi dört ülkenin milli futbol takımı, “en büyük benim” diye bağırmak için İtalya’ya koşu­ yor. Futbol dünyasında bir kez daha her yol Rom a’ya ve de kupaya çıkıyor. Benim ise, dokuzuncu kupam oluyor bu... 1954’de siftah etmiş, arada Şili 1962’yi at­ lamış, aksaksız, eksiksiz 1990’ı bulmuştum. Çift dikiş­ li bir olaydı benim için... Bir yandan ilk göz ağrımız T R T ’de görevim olacaktı, t r t Spor’un yöneticisi, de­ ğerli Kenan Onuk kardeşim “o maç senin, bu maç be­ nim” dolaşarak yorulmadan, Roma’daki Dünya Ku­ pası TV Merkezi’nde yayın koordinasyonunu yapma­ mı, gündemi sunmamı, maçtan maça geçişlerde gerek­ tiğinde dünle bugünü kucaklaştırmamı, t v M erke­ zi’nde yorumculuk yapan eski ünlü futbol yıldızlarını bizim mikrofona getirmemi, özel programın sunucu­ luğunu üstlenmemi önermişti. Böylesi olumlu bir öne­ ri elbette kabul edilirdi. Tabii arada stadlara, maçlara, hatta kamplara, basın toplantılarına gidiyordum. Öyle

330 olmasa, herkes Maradona’nın yanma sokulabilmek için birbirini ezerken, ben kampın karşısındaki otelin bah­ çesinde Maradona’nın babasıyla koyu sohbetlere da­ labilir miydim? Baba Maradona güzel güzel anlatıyor, anlattıkça coşuyor, arada kahkahalar da atıyordu. Ne var ki, “Köylü İspanyolcası” ile konuştuğu için, bıra­ kın beni, yakınımızdaki İspanyollar ve ana dili İspan­ yolca olan Güney Amerikalılar bile pek anlamış gö­ rünmüyorlardı. Çift dikiş derken, çifte görev üstlendi­

ğimi özetlemek istemiştim az önce... Bir yandan t r t - Tv’de sunuculuk yapacak, programları, yayınları su­ nacaktım. Ama öte yandan da yazar-yorumcu olarak, günlük spor gazetemiz F o to s p o f da sporseverlerimize İtalya’dan seslenecektim. Aslında bu rastlantının bana verdiği mutluluk büyüktü. Şöyle ki, hayatımda ilk kez bir Dünya Kupası’na gittiğimde, memleketimizde ya­ yınlanan ilk günlük spor gazetesini yöneten üç genç­ ten biriydim. 1954’de Türkiye Spor adına milli takımı­ mızın bugüne dek katıldığı tek şampiyonayı izlemiş, yurda bildirmiştim. Şimdi, otuz altı yıl sonra, gene bir Dünya Kupası’m izliyordum. Ve gene bir günlük spor gazetemiz adına...

Türkiye Spor ’dan Fotosporkr...

Türkiye SpoTdan yıllar sonra yayın hayatına gözlerini açmış Fotospor, gerçekten mükemmel bir günlük spor gazetesiydi. Kadrosundaki gençlerle deneyimli usta isimler, başarılı bir takım oyunu çıkarmamızı sağlı­ yordu. Birol Nadir’in sahibi olduğu gazetenin Genel Yönetmeni Ersan Çelik’ti. Çelik, başarının her şeyden önce “hızlı tempoda çalışmak”tan geçtiğini iyi bilen bir gazeteciydi. Son anda gelen, gazetecilik deyimiyle

331 “bomba” bir haberi okuyucuya ulaştırmanın sırrına erişmiş, gazeteye daha olumlu nasıl hizmet edeceğini çabuk kavramasıyla F o to s p o f u başarıya götürmüştü. Bu arada futbolda bir Dünya Kupası’mn yapıldığı dö­ neme rastlamak iyi, hem de çok iyi bir fırsattı. İşte, gazetemiz bu olayı en iyisiyle duyurmak için hemen harekete geçmiş ve başarmıştı da... Ersan Çelik, İtal­ ya’daki finallere gitmeyip İstanbul’da kalmayı, işi mer­ kezden yönetmeyi tercih etmiş, bu da finalleri okuyu­ cuya gerçekten en iyi şekilde iletmemizi sağlamıştı. Kalabalık bir kadro ile İtalya’da göreve koşan “Fo- tospor Dünya Kupası Ekibi”nde eski milli futbolcu, günümüzün okunan yazarı, dinlenen futbol otoritesi Sanlı Sarıalioğlu, değerli genç gazeteciler, Kenan Erçe- tingöz, Tanju Tecimer, Selçuk Manav, Ruşen Güven, Saim Altunterim, Tamer Üçler, Birol Nadir vardı. Ha- aa bir de ben... Merkezde de Elaldun Domaç, Turgay Vardar, Orhan Balal, Elasan Teoman, İlhan Uzundu- rukan ve diğer arkadaşlarımız uykusuz geceler geçire­ rek parlak sayfalar sunmuşlardı okuyuculara... İtal­ ya’da ekibimiz Rom a, Milan ve Cagliari’de karargâh kurmuş, öteki şehirlerdeki maçlara ve etkinliklere o merkezlerden gidip geliyordu. Bu arada İtalya’nın ba­ zı kentlerinde, özellikle geceleri ağır ve pahalı kame­ ralar taşıyan televizyoncular ve foto muhabirleri, çok korkulu saatler geçiriyorlardı. Maçtan çıkıp trenle kaldığı şehre dönen Medya mensupları, gayet şık gi­ yimli iki-üç genç tarafından çevriliyor, sigarasını yak­ mak için kibrit soran yakışıklı ve şık delikanlının ya­ nındaki öteki iki genç de, gazetecinin elindeki kame­ rayı almak için hamle yapıyordu. Ya da başka huzur­ suzluk belirtileriyle karşılaşıyorduk. Gene de İtalyan­ ların yaptığı organizasyonun genelde başarılı olduğu­

332 nu söylemek doğru olur. Basın merkezinde güvenlik önlemleri çok sıkıydı. Öyle ki, elektronik çağa uygun özel kartlarımızı gene elektronik aygıtlardan geçire­ rek ilk kapıdan giriyorduk. Sonra ikinci bir kontrol mekanizmasını da aşarak... Neee? “Ooooh” mu di­ yorsunuz? Her yanımızda atlı polisler... İri iri köpek­ ler... Ve de güzel genç kız polisler... Hadi kız polisle­ rin kontrolünde bir estetik var, diyelim. Ya o koca­ man köpeklerin yanımızdan geçerken eğilip tanımış gibi yüzünüze bakmaları, sonra da pek dost izlenimi vermeyen hırıltılarla koklamaları... Fakat kızamıyor­ sunuz. Çünkü size, sizi korumak için böyle davranı­ yorlar. Onlar öyle de, hepsini geçtikten sonra t v stüdyolarına gireceğiniz kapıda... Hadiii, çantanızı, bazen ceplerinizi de boşaltın bakalım, masadaki poli­ sin önüne... Çatık kaşlı polis, çoğu kez çantanızın içine, diplerine elini daldırıp ince ince arıyor. Kendi­ mi “Wanted = Aranıyor” afişlerinde ismi yazılı, res­ mi basılı kaçaklardan biri gibi hissettiğim oluyordu, inanın... Ama gene de kızmıyordum hiçbirine... Çünkü 1972 Münih Olimpiyatları’ndaki faciayı hay­ li yakınında yaşamıştım. Olimpiyat Köyü’nde spor­ cular katledilirken, onlardan birkaç blok ötede kalı­ yordum. Olaydan sonra hep güvenlik önlemlerini eleştirmiştik. Bu bakımdan İtalyanların aşırı titizliği­ ni doğru buluyordum. Ne dersiniz, maçları başlatalım mı artık?..

Milano’da görkemli bir açılış...

Güzel, çok güzel, güzeller güzeli bir tören... Asıl gü­ zelliği de sporla sanatın kucaklaşmasından doğuyor. Unutulmaz İtalyan yıldızı, Dünya Kupalarının dev fut­

333 bolcusu Meazza’nın adını taşıyan Milano’daki stadta yetmiş beş bin kişi var bu güzel açılışı izleyen... Ya te­ levizyonları başında, yeryüzünün her köşesindeki mil­ yonlar, milyonlar, milyonlar... 14. Dünya Kupası baş­ lıyor... Anlatılması zor... Yaşaması da kolay değil... Kalbiniz duracak sanıyorsunuz... Öylesi tatlı bir coş­ ku... Yüz altmış manken, iki yüz jimnastikçi, gör­ kemli töreni nasıl da renklendiriyor... Büyük kupa­ nın büyük stadtaki açılışında büyükler dolu tribün­ lerde... İtalya Cumhurbaşkam’ndan Arjantin Devlet Başkam’na... Brezilya Devlet Başkam’ndan Kamerun Devlet Başkam’na... Sinemanın popüler sanatçıların­ dan müzik dünyasının sevilen seslerine kadar... Kim­ ler yok ki bu maçta... Ben de varım... Ama inanın ki, sizin adınıza ordayım. Öyle olmasa, yıllar sonra size bunları kim anlatacaktı? Şaka bir yana, gerçekten he­ yecan veren, şahane bir olaydı bu açılış töreni... Ya ardından gelen açılış maçı... “Açılış maçı” deyince bi­ raz duralım... Ve itiraf edelim... Yukarda övünerek nasıl “Ben” dediysem... “Ben de varım” dediysem... Şimdi de dövünerek değil ama, en azından utanarak, aslında yerin dibine geçecek kadar mahcup olarak söylüyorum: Bu açılış maçından önce Basın Merke- zi’nde, futbolun en büyük isimleriyle söyleşirken “Şu açılışta Arjantin’in karşısında doğru dürüst bir takım olsaydı da... Unutulmaz bir maç seyretseydik” diyen­ ler arasında ben de vardım. Üstelik sekiz yıl önce üç maçta hiç yenilmeyen, üç maçta bir tek gol yiyen Ka­ merun’u seyretmiş, maçlarını T R T -T v ’d e anlatmış ol­ duğum halde, sanki Arjantin’in dört yıl önceki şam­ piyonluğunun etkisindeydiın. Dünyanın sayılı otori­ teleri gibi... Kamerun’un pekâlâ iyi futbol oynadığını bildiğim halde, o otoritelerin benden daha iyi bildiği­

334 ne inanmanın etkisiyle mi, bilmem... Kamerun’un, Ar­ jantin’in karşısında bir varlık gösteremeyeceğini düşü­ nüyordum. Milano’daki medya ordusunun pek çoğu gibi... Maç başlayıp da Arjantin’in golü gecikince, Kamerunlular da alanlarını artırmaya başlayınca... ge­ ne de uyanmıyor, “Bir sürpriz olur mu?” demiyorduk. Hele hele 62. dakikada hakem, Kamerun’u on kişi bı­ rakınca... Maradona’nm pasıyla Caniggia dalıyor, ka­ leye akıyordu... Kana Bıyık da Caniggia’ya dalmakta gecikmedi. Sert bir hareket!.. Hakem hemen elini ce­ bine atıyor... ve tahmin ettiğiniz gibi, kırmızı kartını çıkarıyordu. 1990 Dünya Kupası finallerinin ilk kır­ mızı kartıydı. Eee, artık tamam, Kamerun on kişiyle, dört yıl öncesinin şampiyonu Arjantin karşısında du­ ramazdı. Her dakika Maradona ve arkadaşlarının go­ lünü bekliyordu. Ve geldi de gol... Ancak yanlış adre­ se geldi. Cilveli top, yuvarlanmıştı kaleye de... Kame­ run’un değil, Arjantin’in kalesine... Gözlerimizle gör­ düğümüz halde birbirimize bakıyorduk: “Doğru mu bu gördüğümüz?” diye... Kamerun takımı, kırmızı kartla on kişi kaldıktan sadece dört dakika sonra 1-0 galip duruma geçiyordu. Hem de enfes bir golle... Sağdan serbest vuruşu Makanaky mükemmel kullan­ mış, çok iyi sıçrayan Omam Bıyık da harika bir kafa şutuyla topu ağlara göndermişti. Tabii Dünya Şampi­ yonu bir takımın kalesini koruyan Pumpido’nun topa çıkışındaki hata da affedilemezdi. Dakikalar ilerleye­ cek, “Benden büyük yok” diye gerine gerine gezip yürüyen Kral Maradona’nın Arjantin’i 1-0’a boyun eğerek çıkacaktı sahadan... Daha önce Fransız ha­ kem Vautrot, Kamerun’dan bir oyuncuya daha kırmı­ zı kart gösterdiği halde... Yani Kamerunlular dokuz kişi kaldığı halde...

335 “En büyük” Kamerun...

14. Kupa’nın ilk maçı, ilk bombayı patlatmıştı. “Sürp­ rizler sürprizi” olarak karşılanan bu sonuçtan sonra, o büyük otoriteler “Kamerun’dan özür dileriz”, “Af­ fet bizi Omam Bıyık ve arkadaşları”, “Böyle bir Kame­ run mucizesi beklemiyorduk” dediler... Sadece bu ka­ dar mı? Daha neler demedi ki dünya medyası bu müt­ hiş sonuç için: • Dünya Şampiyonu Arjantin rezil oldu... • “Bücür” Maradona’yı çime gömdüler... • Kamerun “Bıyık” altından gülüyor... • Şampiyona Afrika tokadı... • Maradona ve arkadaşları dokuz kişiyle başa çıka­ madı... • Cesaret, Kamerun’u zafere götürdü... • Maradona tek başına Arjantin’i kurtaramadı...

Maradona’nın gözyaşları...

Arjantinliler, “kendilerinin kötü günlerinde olduğunu” kabul ediyor, ama Kamerun’un da çok sert oynadığım öne sürüyorlardı. Maradona “Tekmelerden yıldım. Ayaklarımı bir görseniz” diyor ve gözyaşlarını tuta­ mayarak şöyle devam ediyordu: “Hele kolumda öyle bir krampon yarası var ki, herhalde bir yılda bile zor geçer.” Arjantin Teknik Direktörü Bilardo, Kamerun’un iyi oynadığını itiraf etmekle beraber “Maradona’ya yapı­ lan sertliği herkes gördü. Bu büyük futbolcumuz yalnız kaldı” diyerek sertlik mazeretini öne sürüyordu. Öte yandan, Fransız hakem Vautrot kimseyi mem­ nun edememişti. Arjantinliler sertliğe müsamaha etti­

336 ğini öne sürerek hakemi eleştiriyor, Kamerunlular da haksız kartlar gösterdiğini söyleyerek “Hakemi de yen­ dik” diyorlardı. Futbol otoritelerine göre, Fransa’nın bu dünyaca ünlü ve beğenilen hakemi, hayatının en kö­ tü yönetimini göstermiş, iki takım hesabına da doğru ve yanlış kararlar vermişti. Arjantin’in Kamerun tarafından ezilmesinden son­ ra, 14. Dünya Kupası’nda herkes “Yeni bomba nerde patlayacak?” diye beklemeye başladı. Birinci turda “A” Grubunda pek sürpriz havası yoktu. Ev sahibi İtal­ ya, kendisini “favori” gösterenleri yalancı çıkarmadı ve üç maçını da, hem de hiç gol yemeden kazanarak ikinci tura yükseldi. Sadece İtalya’ya 2-0’la boyun eğen Çekoslovakya da aynı hakkı elde etmekte zorlanmadı. Grubun figüranlarından Avusturya ile öteki takımla­ rın hedef tahtası olmaktan başka bir varlık göstereme­ yen Amerika Birleşik Devletleri takımı ise elendiler. Grupta Çekoslovakya, a b d karşısındaki 5-1’lik gali­ biyetiyle en farklı kazanan iki takımdan biri oldu.

Kral çöktü mü?

“B” Grubunun ilk maçı Kamerun’un zaferiyle sonuç­ lanmış, İtalya basınının deyimiyle “Dokuz Afrikalı as­ lan, şampiyonu parçalamış”tı... Arjantinlileri deli eden ise, gene İtalyan basınında yer alan “Kral çöktü” baş­ lığıydı. Maradona, “Hele maçlar ilerlesin, kimin çök­ tüğünü göreceğiz” demekle yetiniyordu. Grubun öte­ ki iki takımı, Romanya ile Sovyetler Birliği arasındaki karşılaşma da, memleketimizde büyük merakla bekle­ nen maçların başındaydı. Romanya’nın Sovyetler Bir­ liği önünde nasıl bir sonuç alacağı değil de, özellikle iki Romen futbolcusunun nasıl oynayacağı merak ko­

337 nusuydu. Tabii Galatasaray taraftarlarıydı bunu heye­ canla bekleyen... Kaç gündür gazeteler yazıyor, tele­ vizyonlar veriyor, Romanya’nın iki yıldızı, Lacatus’la Rotariu’nun Dünya Kupası ertesinde sarı-kırmızılı for­ mayı giyecekleri bildiriliyordu. Gerçekten iki futbolcu da harika oynamış ve Romanya, Sovyetler’i net sonuç­ la 2-0 yenmişti. Sonucu getiren iki golün kahramanı Lacatus’tu. Böylece Arjantin’den sonra bir favori daha ilk adımda tökezlemiş oluyordu. Bu arada İtalya’daki Dünya Kupası’nın ilk maçları, Türkiye’deki Galatasa­ ray kulübünü bir anda etkiliyordu. Sarı-kırmızılılar, finaller öncesi anlaşma yoluna gittiği Romenlerin tur­ nuvada fiyatlarının artmasından korkuyorlardı. Ger­ çekten Cim Bom’un korktuğu başına geldi. Sovyetler’e iki gol atan Lacatus’un fiyatının birden beş buçuk mil­ yon dolara çıktığı haberi duyuldu. Bu arada Romanya Milli Takımı’nın Rusları devirme sevinci uzun sürmeye­ cek, Maradona’ları deviren Kamerun, şimdi Roman­ ya’nın da karşısına dikilecekti.

Savulun! Kamerun geliyor!

Hem de ne dikiliş! Romenler neye uğradıklarını şaşıra­ caklardı. Aslında oyun çok hareketli geçmiş, tehlikeli ataklar karşılıklı olarak birbirini izlemiş, ama maçın bitimine on üç dakika kaldığı halde iki taraf da golü bulamamıştı. Artık 0-0 beraberliğin normal sonuç sa­ yılacağı konuşulurken... tam 77. dakikada Kamerun’un yıldızlarından Milla, havadan gelen topu gayet güzel takip ederek kapmaya teşebbüs etti. Karşısında da us­ ta bir futbolcu, bizim de iyi tanıdığımız Popescu vardı ve müdahale etti. Deneyimli Milla, bir hareketle topu Popescu’ya bırakmadı, kaleci Lung’un yanından kale­

338 ye yuvarlayıverdi. Tabelada “Kamerun 1 - Romanya 0 ” yazıyordu şimdi... Gol, Romanya aslarım kamçılıyor, ancak Kamerunlular ilk sevinci sanki unutmuş görü­ nerek yeni hücum girişimlerinde bulunuyorlardı. Da­ kikalar da tükeniyordu bir yandan... İşte 88. dakikayı da bulmuştuk... Ve o anda... gene deneyimli Milla çı­ kıyordu sahneye... Romen defansının inanılmaz hata­ sı... Top Milla’nın önündeydi... Ve müthiş bir şut! Milla topu Romanya kalesinin tavanına asmıştı san­ ki... Kamerun 2-0 galibiyete yükselmişti. Hemen ardından Lacatus’la başlayan karşı atak, Romanya hesabına bir gol getiriyor, ama devamı gel­ miyordu. Kaleci Nkono’nun uzanamayacağı köşeye topu yollayan Balint’in bu golü, “şeref sayısı” olmak­ tan öteye geçemiyordu. Arjantin’i 1-0 yenen Kame­ run, Romanya’ya da 2-1’lik yenilgi acısı tattırmıştı. Artık “Bu Kamerun yarı finale, belki finale bile gider” diyenler çoğalmaya başlamıştı. Ancak 1990’ın bu “B” Grubu gerçekten ilginçti. Herkes birbirinin hakkın­ dan geliyor, sürprizler birbirini kovalıyordu. İşte ken­ dini toparlayan Arjantin, Sovyetler’in favoriliğini iyi­ ce siliyor, kendini yeniden gündeme getiren 2-0’lık gü­ zel bir galibiyet alıyordu. Maçın hemen başlarında kaleci Pumpido’nun sakatlanıp çıkması, Arjantin he­ sabına büyük talihsizlikti. Kaleye Goicocchea geçmiş­ ti. Maradona harikalar yaratmıyor, ama takımını iyi yönetiyordu. 28. dakikada mükemmel bir akın seyre­ dildi. Olarticochea, savunmanın arkasına attığı topa koşuyor, kendi pasını kendisi yakalıyor ve enfes bir orta yapıyordu. Bu ortayla gelen topu da, Troglio şa­ hane bir kafa vuruşuyla ağlara bırakıyordu. Gol, Ar­ jantinlileri kamçılamış, akın üstüne akın tazeleyerek ilk yarıyı 1-0 önde kapamışlardı. İkinci yarının hemen

339 başında, Caniggia’nm kaleye akarken feci şekilde dü­ şürülmesini, İsveçli hakem kırmızı kartla cezalandıra­ cak; Bessanov’un çıkmasıyla Ruslar on kişi kalacaktı. Gene de maçın sonlarında Sovyet takımı öyle bir gol kaçıracaktı ki, herkes şaşacaktı. Bu tehlike, Arjantinli­ leri yeniden kamçılayacak, 78. dakikada Burruchaga, Kuznetsov’un geri pasını yakalayarak hatalı çıkan ka­ leci Uvarov’un yanından golü atacaktı. Kamerun’dan sonra Arjantin’e de yenilen Sovyetler, böylece kupaya veda selamını veriyorlardı.

“Şike!.. Şike!.. Bal gibi şike!..”

“B” Grubunun son maçlarından sonra ise ortalık bir anda karışacak, “şike” söylentileri bir anda her yana yayılacaktı. Çünkü, önceki iki maçında tek gol yemiş olan Kamerun, şimdi bir maçta tam dört gol görüyor­ du kalesinde... Gol averajı da 4-4 oluyordu. Puanı ise iki... Eğer Arjantin veya Romanya’dan biri ötekini ye- nerse, yenilen iki puanda kalacak, ama averajı eksi’ye dönüşecekti. Böylece Sovyetler ikinci tura çıkabilecek­ ti. Kamerun ise, iki galibiyetle zaten bu turu garanti ettiğine göre, bir kaybı olmayacaktı. Ancak, Sovyet­ lerle Kamerun bu hesapları yaparken, Arjantin’le Ro­ manya da boş durmuyor, onlar da birbiriyle berabere kaldıkları takdirde, ikisinin de tur atlayabileceğini he­ saplıyordu. Gerçekten iki “şike” de su yüzüne çıktı. O kimsenin gol atamadığı, iki maçta bir tek gole hedef olan Kamerun kalesine dört gol birden girince, “İşte bal gibi şike!” diye feryatlar başladı. Gel gelelim Ro­ manya - Arjantin maçı da, hesaplandığı gibi 1-1 “bera­ bere” bitmez mi? Hadiiii “şike” feryatları bu kez aksi yönden her yana yayıldı. Sonunda atı alan... İkinci tura

340 geçti... Bağıranlar da bağırdıklarıyla kaldı. “C” Gru­ bunda ise, Brezilya’nın rahatça birinci sırayı alacağı, sonra peşindeki üç takımdan ikisinin tur atlayabilece­ ği düşünülüyordu. Kosta Rika’ya da çoğunluğun ya­ kıştırdığı yer “grup sonunculuğu” idi. Ama bu gru­ bun sürprizini Kosta Rika yapacak, İskoçya ve İsveç gibi iyi futbol oynadığı kabul edilen iki takım ikinci tu­ ra uzaktan bakacaktı. Perde, Brezilya’nın İsveç’i 2-1 yendiği maçla açılmıştı. “Sambacı Brezilyalılar” deyimi­ nin ne kadar doğru olduğunu ortaya koyan bir oyun­ du. Çünkü Careca, her iki yarıda attığı iki golle saha­ nın yıldızı olurken, her golden sonra arkadaşlarına koşup onlarla “samba” yapması, tribünlerin de onlara katılması, Brezilya maçlarının o güzeller güzeli havası­ nı yeniden Dünya Kupası heyecanının ortasına taşı­ yordu. Ancak ilk maçtaki genel izlenim, “Bu yeni Bre­ zilya takımı, ancak gelecek Dünya Kupası’nda iş ya­ par” şeklindeydi. Ünlü futbol adamı Bearzot da bu görüşü açıklıyor, “Brezilya takımı çok güzeldi. Seyret­ mek, tribiindekilere büyük zevk verdi. Bence Lazaro- ni, geleceğin takımını yapmak için kolları sıvamış” di­ yordu. Ama sonraki ilk tur maçlarında Brezilya, sanki şimdiden bu kupaya hazır izlenimini artırdı ve İsveç’ten sonra Kosta Rika’yı da, İskoçya’yı da birer golle yene­ rek, kayıpsız, ikinci tura çıktı. Bir zamanlar bu kupa­ da final oynamış İsveç ise, evine dönerken çantasında tek puan bile yoktu, üç maçım da kaybetmişti. Iskoç- ya’ya İsveç’i yenmek yetmemişti. Hem İsveç’i hem İs- koçya’yı yenmeyi başaran Kosta Rika, alkışlarla yolu­ na devam ediyordu. “D ” Grubuna gelince; iki takım, Federal Almanya ve Yugoslavya, futbolda güçlü iki ülke olarak her Dün­ ya Kupası’ndaki gibi, İtalya’da da iddialıydılar. Grup-

341 larmdaki Kolombiya ile Birleşik Arap Emirlikleri ta­ kımlarının, onlara rakip olması akıldan bile geçmiyor­ du. Olamadılar da... Ama Kolombiya, iki favoriyi de epey uğraştırdı, Yugoslavya’ya tek golle teslim oldu, Almanya’ya ise 1-1 beraberlikten fazlasını vermedi. As­ lında grubun açılış maçında, Almanlarla Yugoslavların mücadelesi seyredilecek güzellikteydi. Beckenbauer’in çocukları, başladıkları hızla sürdürdükleri oyunu bir­ birinden mükemmel gollerle süslemeyi de bildiler. Re- uter’in pasıyla dalan Matthaeus, bir vücut çalımıyla Josiç’ten sıyrılıyor, ceza alanına girmeden sol ayağıyla enfes bir şut çekiyor ve topu İvkoviç’in uzanamayaca­ ğı köşeden ağlara gönderiyordu. 29. dakikadaki bu golden tam on dakika sonra bu kez Klinsmann, müt­ hiş bir kafayla 2-0’ı ilan ediyordu. Bu, aynı zamanda ilk yarının sonucuydu. İkinci yarıda ise Yugoslavlar biraz kendine gelmişti. Hele Josiç’in ayağından 55. dakikada bir gol kazanınca, umutları da akınları da arttı. Arada eklemeliyim: Josiç’in golü güzeldi. Ama yetmedi Yugoslavlara... Çünkü Alman takımı çok hız­ lıydı bu m açta... Oyunun yıldızlarından Matthaeus fırtına gibi indi. Kendi yarı alanından taa Yugoslav ceza alanına kadar... Öyle hızlıydı ki, o gidişle doğru avuta çıkabilirdi. Ama hayır!.. Dışarıya değil, içeriye odaklanmıştı. Şahane bir vuruş, üçüncü golü getiri­ yordu. Az sonra Brehme ile başlayan bir hücum izle­ dik. Soldan... Brehme birden vurdu topa... Sert bir şuttu... Kaleci İvkoviç karşıladı sadece... Tutamadı. Dönen topa hamle yapan Völler, golcüler arasına adını yazdırdı. Aynı zamanda gol perdesini kapatmıştı Völ­ ler... Almanya, Yugoslavya’yı 4-1 gibi önemli bir so­ nuçla yenmişti. Kolombiya ile Birleşik Arap Emirlikleri maçında gol

342 rekoru bekleyenler az değildi. Ancak ilk kırk beş daki­ ka golsüz kapanınca, Arapların da Kamerun gibi bir sürpriz yapacağı konuşulmaya başlanmıştı. Kolombi­ ya, ne de olsa futbolun güzelini oynayan Güney Ame­ rika’dan geliyordu ve İtalya’da da oynuyordu şimdi... Gerçekten ikinci yarıda da iki gol, Kolombiya’ya 2-0’lık net galibiyeti getirdi. Kolombiya, Almanlardan aldığı bir puanla, ikinci tura çıkmayı başardı. Birleşik Arap Emirlikleri ise, Kolombiya’dan iki, Yugoslavya’dan dört, Almanya’dan da beş gol yiyerek memleketine döndü. “E” Grubunun dört takımından üçü bu turu geç­ meyi başaracak, sadece Kore onları uzaktan el salla­ yarak uğurlayacaktı. Maçlar da öyle ahım şahım fut­ bola sahne olmuş değildi. Üç favorinin üçü de, birbi­ rinden puan kaparak potaya girdi. Kore üç rakibine de yenilmiş, bu üç maçta bir tek gol atabilmişti. İlk tu­ ru birinci bitiren İspanya, Kore’yi ve Belçika’yı yen­ miş, sadece Uruguay’la golsüz berabere kalmıştı. Uru­ guay’ı ve Kore’yi yenen Belçika da ikinci tura yüksel­ mişti. Uruguay ise bir Kore galibiyeti, bir de İspanya beraberliği ile tur şansını elde etmişti. Ama bu grubun bu üç takımına, sonrası için umut bağlayan pek çık­ mamıştı. Nihayet “F ” Grubu da üç “favori”li, zor gruplar­ dandı. Maçlarda bu zorluktan mı, yoksa takımların isimlerine yaraşır futbolu evde unuttuklarından mı bil­ mem, pek tatlı maçlar seyrettirmediler. Altı maçtan sa­ dece birinde takımlardan biri ötekini yenmeyi başar­ dı. Öteki altı karşılaşmadan beşinde taraflar yenişe- medi. Zaten maçların tatsız tuzsuz oluşunu gollerine bakarak anlamak da mümkün... Hiçbir maçta hiçbir takım iki gol atamadı, doksan dakikalarda birden faz­ la gol atan takıma rastlanmadı.

343 Grup maçlarını bitirdiğimize göre... Yooo hemen “ikinci turda neler oldu?”ya başlamak yok. Daha ön­ ce, finallere katılan yirmi dört ülke temsilcisinin dör­ der takımlı altı grupta yaptığı maçların kulislerine bir göz atalım. Kulağımızı verip dedikoduları duymaya ça­ lışalım. Medyadan dünyaya yayılan olayları şöyle bir anımsayalım. Belleğimizi iyice karıştırıp İtalya ’90’m ilk iki haftasındaki anılarımızı ısıtıp yeniden sofraya sürmeye çalışalım. Gerilere, çok gerilere gidelim.

İtalya ’90’dan akılda kalanlar...

• Söze ev sahiplerinden başlayalım. 1990 Dünya Ku- pası’nı güzel organize etmişti İtalyanlar... Görkemli açılışta Giuseppe Verdi bile vardı. Ünlü “Aida”sım alıp gelmişti. Stadtaki binlerce İtalyan, Aida söyleye­ rek takımlarını coşturuyordu. İtalya - Avusturya maçı olduğuna göre... İtalyanlar Verdi’nin Aida’sıyla coştu­ ğuna göre... Avusturyalılar neden Strauss valsleriyle karşılık vermiyordu?.. Anlayamadım pek... O yüzden de İtalya, Avusturya’yı yendi. Galibiyet golünü atan Schilacci ise “milli kahraman” ilan edildi. İşin tuhaf yanı, Schilacci’nin takımın yedekleri arasında olması, İtalya Basım’mn onun yedekte bulunmasını bile eleştir- mesiydi. Fakat son on beş dakikada takıma girmiş ve galibiyeti getirmişti. Aynı gazeteler “Muhteşem Schi­ lacci” diye başlık atınca... (Eeee, böyledir hep... Topu içeri attın mı, “kahraman” olursun...) • Az önce, gerilere, çok gerilere gideceğiz, demiş­ tim. Hadi gidelim. Aslında finallere ev sahipliği yapan İtalyanlar, ilk maçlarını rahat ve farklı kazanmayı bek­ liyorlardı. Ama işler pek iyi gitmemiş, İtalyan takımı galibiyeti bitime on iki dakika kala elde edebilmişler-

344 ili. 75. dakikada oyuna giren Schilacci, üç dakika son­ ra top kendisine ilk geldiğinde, iki AvusturyalI arasın­ dan kafayı vurmuş ve takımının 1-0’lık galibiyetini sağlamıştı. İtalyan gazetelerinin “Yendik... Kapıyı ga­ libiyetle açtık” diye kocaman başlıklar attığı gün, 10 Haziran 1990’dı. İşte bu noktada geriye, tam elli yıl önceye dönelim. 10 Haziran 1940 günü de gecesi de, Roma başta, tüm İtalyan şehirlerinde halk sokaklara dökülmüş, çılgınca dans ediyor, bağırıyordu. Ancak, sözcüğü tam yerinde kullandığıma inanmanızı isterim. Çünkü 10 Haziran 1940’da gerçekten bir “çılgm”ın, Mussolini’nin peşine takılan koca bir ulus, Hitler deli­ sinin arkasına düşen Almanlarla birlikte dünyayı ate­ şe veriyordu. Şimdi 10 Haziran 1990’da gene İtalyan- lar sokaktaydı, gene otomobiller... gene durmadan ça­ lan klaksonlar... Bu yakıştırmayı nerden mi çıkardım? Sporun tatlı heyecanını, çılgın diktatörlerin vahşetiyle yan yana getirmek hiç de hoş değil... Üstelik benim yapacağım iş de değil... Ama “ 10 Haziran”ı da biz ce­ bimizden çıkarmadık, Roma’da İtalyan meslektaşlar­ dan öğrendik. Kendileri, kendi geçmişlerini sorguya çekerek, 1990’daki mutluluk tablosunu doya doya ya­ şamak istiyorlardı. • Politika yaptırıyor bana şu İtalyan dostlar... Kı­ sa kısa notlarla anımsayalım 1990’ın kupalı günlerini, gecelerini... O günlerin büyük yıldızı Hollandalı Gul- lit tam maça çıkacak... O da ne? Gullit’in lisansı ka­ yıp... Kim alır? Nasıl alır? Nerden alır? Almış işte alan... Hollandalılar perişan... En güvendikleri yıldızı oynatamazlarsa... felaket olur... Neyse ki Organizas­ yon Komitesi olaya el koydu ve yeni bir lisans çıkarıldı yıldız futbolcuya... O da çıktı, golünü attı. Ancak bu arada herkesin “Offf, ne harika maç olur” diye bekle­

345 diği Hollanda - Serbest İrlanda karşılaşması, güzel fut­ bolun epey ötesinden geçti. Hatta Fransız hakem Vaut- rot bile “Oynayın yahu!’’diye bağırmadıysa, Fransız- cada “yahu” karşılığı bir sözcük olmadığındandı. Ha­ ni dilim varmıyor am a... 1-1 beraberlikle ikisi de ikinci tura çıkacakları için... mi acaba, berabere kalmışlar­ dı ?! “Şike” mi? Hadi canım siz de... Hiç olur mu kos­ koca Dünya Kupası’nda! Olsa bile bize hissettirirler miydi! Fark ettirirler miydi hiç! • Kamerun, sürpriz üstüne sürpriz yapması bir ya­ na, ilginç küçük haberleriyle de dikkati çekiyordu. Ka­ merun’un yıldızlarından Ebwelle’nin memlekette gü­ zel bir işi vardı. Patronu da “Bizim takım nasılsa ilk turda elenir” diye izin vermişti Ebwelle’ye... Kamerun tur atlayınca, Ebvvelle Tv’ye çıkıp “Patron, şu iznimi uzat” demez mi? Kimse bir şey anlamamıştı önce. Son­ ra gene kendisi açıkladı. • Arjantin, Kamerun yenilgisiyle büyük üzüntü ya­ şarken, bir İtalya gazetesinin Caniggia’nm “kokain­ man” olduğunu yazması büyük olay yaratıyordu. Ney­ se ki çabuk bastırıldı. • İtalya’da biz Türk medya mensuplan arasında bir de “Piontek’i kovalama” yarışı vardı. Milli takımı­ mızın yeni hocasını kapı önünde, pencere kenarında, sokakta, lavaboda, kim nerde yakalarsa “Eee, n’ola- cak bizim takım ?” diye soruyor, Piontek de demesi ge­ rekeni diyordu: “Zamana ve sabra ihtiyacımız var.” • Kamerun - Romanya maçının son yarım saatinde oyuna giren ve attığı iki golle takımının galibiyetini sağ­ layan Roger Milla’nın hikâyesi de, İtalya’da büyük san­ sasyon yaratmıştı. Milla 38 yaşını geride bırakıyordu. Futbolu bırakalı ise iki yıl olmuştu. Milli takımın tek­ nik direktörü Nepomniachi, görkemli bir jübile ile sa­

346 halara veda eden bu yaşlı oyuncudan yararlanmayı ise hiç mi hiç düşünmüyordu. Ancak bunu düşünen biri vardı: Kamerun Devlet Başkanı Paul Biya... Başkanın baskısına karşı duramayan teknik direktör, Milla’yı kadroya almış, fakat takıma koymayı düşünmemişti. Ancak Romanya maçında 0-0’lık durum devam edin­ ce “Gir” demişti Milla’ya... Çünkü başka kozu kalma­ mıştı o anda... Ve M illa inanılmazı başarıyor, iki güzel golün kahramanı oluyordu. Bu başarı üzerine Devlet Başkanı Biya, gözde futbolcusu Milla’ya “general” rüt­ besi verecekti. • İtalya ’90’ın unutulmayacak anılarından biri de, Amerika Birleşik Devletleri takımının teknik direktö­ rü Gansler’in “seks yasağını kaldırması”ydı. A BD ta­ kımının hocası “Seks günümüzde o kadar önemli bir gereksinim ki... Futbolcularım böyle bir bunalımla çı­ kıp maç yapamazlar. Bu nedenle futbolcuların eşlerini İtalya’ya getirmelerine ve beraber kalmalarına izin verdim” demişti. ABD takımının bu serbestlik içinde oynadığı üç maçta aldığı sonuçları “rakamsal” olarak bir anımsatalım mı?: 1-5, 0-1, 1-2! (Yani: Üç maçta üç yenilgi... Atılan iki gole karşılık yenilen sekiz gol! Ant­ renör haklı!) • İtalya’da İngiliz hooliganları olay çıkarır diye korkuyla beklenirken, ilk olayları Alman seyircilerin çıkarması ilgi çekmişti. Epey uzun süren kavgalar so­ nunda sekiz kişi yaralanmış, on üç Alman da tutuklan­ mıştı. • Hep 38’likler takımını kurtaracak değil ya... İşte Uruguay, Kore karşısında ikinci tur vizesini, yedekten oyuna giren genç bir futbolcusuyla aldı... Bu maçta oynamayacağını düşünerek kenarda oturan Fonseca, tam 90. dakikada kafa ile attığı golle, Uruguay’ın ma­

347 çı 1-0 kazanmasını, daha önemlisi, tur atlamaya yete­ cek puanlan almasını sağlamıştı. • Birinci turla ikinci tur arasındaki bekleme sıra­ sında daha fazla bekleyemeyen, İtalyanların yeni yıl­ dızı Schillaci’nin (ya da seyircisinin onu çağırdığı adla Toto’nun) bir kız çocuğu olmuştu. • Zaman zaman ileri çıkarak savunmasının tüm yükünü çeken, çok değişik bir kaleci tipi yaratan, Ko­ lombiya kalecisi Higuita için, ünlü futbol adamı Franz Beckenbauer “Gördüğüm en iyi kaleci” deyince, yan­ kılar büyük oldu. Ama bir gün fazla ileri çıkınca golü yiyiverdi. • Dönemin en büyük transfer rekorunu kıran İtal­ yan Baggio’nun aldığı para, zengin-fakir, herkesin çe­ nesini yordu. • Nihayet beklenen olay da sahneye çıktı: İngiliz hooliganlar, Cagliari’ye sokulmayıp kentin dışındaki tren istasyonunda bekletilince, küçük bir meydan mu­ harebesi oldu. Beş bin kadar İngiliz, taş, sopa, şişe, tuğ­ la ve bıçakla polise saldırdı. Polis de havaya ateş aç­ mak, sis bombası kullanmak zorunda kaldı. Bu arada, hooliganlar tarafından kenarda köşede sıkıştırılıp dö­ vülen İtalyan polislerinin sayısı da hiç az değildi. • Sıkı durun!.. Kaç yıl önce patlayan bombayı yıl­ lar sonra bir kez daha ateşliyorum. Mısır takıntı mü­ tevazı futboluyla ilk turdan öteye geçemediği sırada, ünlü Mısırlı sinema yıldızı Ömer Şerif de İtalya’da fut­ bol dünyasının önüne çıkıverdi. Ömer Şerifin Med- ya’ya verdiği haber, bayağı sansasyon yaratmıştı. Ömer Şerif, aynen şöyle demişti: “ 1950’li yıllarda ben futbolcuydum. Hem de parlak bir futbolcuydum. Mı­ sır Milli Takımı’nda oynamıştım. Hatta ünlü Brezilyalı Garrincha ile karşı karşıya oynamıştık.” İtalya ’90 maç-

348 hırının heyecanı arasında, herhangi bir basın mensu­ bunun bu haberi, doğruluğunu araştırıp araştırmadığı­ nı öğrenememiştik. Yeter mi bu kadarcık “ara haber”ler... Ya da “ara dedikodu”lar? Yeterse... maçlara dönelim tekrar... İkinci tur baş­ lıyor. Yirmi dört takımdan sekizi elenmiş, on altı takım ye­ ni umutlarla ikinci tur maçına çıkıyordu. Bu kez iş çok zordu. Çünkü bir tek maç oynayacaktı her biri... Bu tek maçı da kazanmak zorundaydı. Yenilen elenecekti.

Ölüm-kalım mücadelesi başlıyor...

İkinci turun ilk maçında “İhtiyar delikanlı”, bombayı bir kez daha patlatacaktı. Daha önce attığı iki golle Romanya galibiyetini getiren 38 yaşındaki Milla, şim­ di de Kolombiya’yı eleyen, Kamerun’a çeyrek final yo­ lunu açan iki golün kahramanı oluyordu. Tüm çabala­ ra karşın, iki takım da doksan dakikada bir gol dahi çıkaramamıştı. İki takımın kalesinde de, dönemin en iyi iki kalecisi vardı. Kamerun’un Nkono’su da, K o­ lombiya’nın Beckenbauer’i hayran bırakan Higuita’sı da, bir tek topun dahi kalelerine girmesine izin vermi­ yordu. M aç yarım saat uzatılacak ve bu uzatmanın ilk yarısı da golsüz kapanacaktı. Ancak son uzatmanın hemen başında, ihtiyar kurt Milla çaprazdan ceza ala­ nına giriyor ve muhteşem bir şutla büyük kaleci Higu- ita’nın kalesine golü gönderiyordu. Stad inliyordu şim­ di... Tarafsız seyircilerin çoğu da, futboluyla gönülleri fetheden Kamerun’u tutuyordu çünkü... 106. dakika­ daki bu golden sadece dört dakika sonra, gene Milla... Ne mi yaptı? Futbolda kendine aşırı güvenmenin ne

349 kadar hatalı olduğu konusunda büyük bir ders verdi? Kime mi? “En büyük kaleci benim” diyen Kolombiya­ lI Higuita’ya... Higuita sık sık yaptığı gibi gene ceza alanı dışına çıkmış, ayağındaki topla rakip oyunculara çalım atıyor, pas verecek arkadaş arıyordu. İşte tam o anda Milla, bir hamle yaparak topu kaleciden kapıver­ di. Kendine çok güvenen Higuita’nın dönüp kaleye ko­ şacak zamanı yoktu artık. “Baba” Milla, şey pardon, “Dede” Milla, kaleciden kaptığı topu anında boş kale­ ye yuvarlamıştı bile... 2-0, her şeyin sonuydu Kolom­ biya için... Redin’in son dakikadaki golü de, takımının 2-0 değil, ancak 2-1 yenilmesini sağlayacak, belki mi­ nik bir teselli olacaktı. Ama Kamerun’un bu kupadaki büyüklüğünü hiç unutmayacaktım. O maçtan sonra gördüklerimle birlikte duygularımı da Fotospor’a şöy­ le yazmıştım: “Amerika’da Oscar töreninde ünlü sa­ natçı ödülünü almak için sahneye doğru yürürken, sa­ londaki yüzlefce konuk birden ayağa kalkar ve büyük sanatçıyı alkışlamaya başlar. Şimdi lütfen, siz değerli sporseverler, evet, sizler de lütfen ayağa kalkınız ve Ka­ merun takımım ayakta alkışlayınız. Çünkü bunu fazla­ sıyla hak ettiler. Yıllar boyu ‘insan yiyen yamyamlar’ diye tanınmış ya da tanıtılmış kara tenli Afrikalılar, 20. yüzyılın büyük spor olayında en büyükler arasında yer alıyor, inanılmayacak başarıları gerçekleştiriyorlar. Ka­ merun mucizesi... Kamerun efsanesi... Kamerun des­ tanı... Muhteşem Kamerun... Farkındasınız: Dünya Basını, Kamerunluların yarattığı büyüklüğü tam anla­ tabilmek için sözcük bulma yarışında... O halde tekrar rica ediyorum: Hep beraber ayağa kalkalım. Ve ayakta alkışlayalım Kamerunluları... ” İkinci turun o günkü maçında ise, bir “Çekoslovak­ ya fırtınası” esecekti ki... ilk turda alkışlanan Kosta Ri-

350 kı'mn beklenen sürprizi yapacak hali kalmayacaktı. Maça Skuhravy’nin kafa golüyle başlayan Çekoslovak- lıir, tlaha 11. dakikada 1-0 öne geçiyor, ama arkasını getiremiyordu. Kosta Rika, ikinci yarıya, Metford’u alarak gerçekten hızlı başlamıştı. Çekoslovakya’da Skuhravy, Kosta Rika’da da Metford, maçm iki yıldı­ zıydı. Oyun daha da güzelleşmişti bu yarıda... Hele Kosta Rikalılar Gonzalez’in kafasıyla beraberlik golü­ nü de atınca... Fakat Çekoslovak fırtınası esmekte ge­ cikmiyor, Skuhravy’nin kafası: 2 -1 ... Kubik’in enfes serbest vuruşu: 3 -1 ... Sonra gene Skuhravy ve gene mü­ kemmel bir kafa: 4-1... Skuhravy, sanki “Futbol kafay­ la oynanır” diyenlere mesaj gönderiyor, dört golden üçünü kafa şutlarıyla kazandırıyor takımına... Kosta Rika için gene de başarı sayılır ikinci turda oynamak...

On altı yıllık bir rövanş...

Ölüm-kalım mücadelesinin ikinci gününde çok ilginç bir maç, daha doğrusu yıllardır bekleyen bir rövanş vardı. 1974 Dünya Kupası finalinde Almanya, 2-1 ’lik galibiyetle kupayı Hollanda’ya bırakmamıştı. Tam on altı yıl sonra, iki takım gene bir Dünya Kupası maçın­ da karşı karşıya geliyordu. İki olasılık vardı: Ya Al­ manlar gene yenecekti, ya da Hollanda büyük rövanşı alacaktı. Öte yandan Almanya - Hollanda maçına, ev sahibi İtalyan seyirciler, bir küçük Milan - İnter maçı gözüyle bakıyordu. Öyle ya, Gullit, Van Basten ve Rij- kaard, Milan’m Hollandalı yıldızlarıydı. Alman takı­ mında yer alan Klinsmann, Matthaeus ve Brehrne de, İnter’de oynayan aslardı. İşte bir yandan Milan - İnter havası, öte yandan 1974 rövanşı özelliği, karşılaşma­ nın önemini çok artırmıştı. Bazıları da bunu “1990’ın

351 erken finali” kimliğinde görüyordu. Milano şehrinin iki takımının küçük bir çarpışması gibi görünen maçın aynı kentte oynanması da, ayrıca ilginç bir rastlantıydı. Oyunda ilk golü kimin nasıl atacağı merakla bekle­ nirken, iki takımdan birer futbolcunun daha 22. daki­ kada oyundan atıldığını görmek şaşırtıcıydı. Arjantinli hakem Loustau, birbiriyle tekmeleşen Völler’le Rijka- ard’a kırmızı kartım gösterince, iki takım da on kişi ka­ lıyordu. Sonrasında zaman zaman futbol resitali seyre­ dilecek, zaman zaman da sinir harbinin başka görüntü­ leri yaşanacaktı. Aşırı gerginlik, golü geciktirmiş, ilk ya­ rı 0-0 kapanmıştı. İkinci kırk beş dakikada Alman takı­ mı, özellikle Matthaeus’un orkestra şefliğiyle oyuna ağırlığını koyacak 50. dakika oynandığı sırada da Klinsmann’ın golüyle gülecekti. Hollanda’nın buna kar­ şılık verme çabası arasında, Brehme uzun yıllar unutul­ mayacak bir golün kahramanı oluyor; nefis vuruşuyla gönderdiği topu, usta kaleci Van Breukelen kurtaramı- yordu. Hollanda için şeref sayısı şansını ise bir penaltı kararı getirecek, maçın son dakikasındaki bu penaltıyı Koemann güzel bir vuruşla gole çevirecekti. On altı yıl­ dır bekleyen rövanş, 1974’teki gibi 2-1 bitecek ve gene 1974’teki gibi, kazanan Alman takımı olacaktı.

Güney Amerika’nın iki devi karşı karşıya... ikinci turun bir başka büyük mücadelesi ise, Güney Amerika’nın iki futbol devini karşı karşıya getirmişti. Dünya Kupası’m tam üç kez kazanmış olan Brezilya ile son üç kupadan ikisini almış Arjantin, yeni bir şam­ piyonluk yolunda birbirini çelmelemek zorundaydı. Ayakta kalan yoluna devam edecekti. Böylesine iddialı maçta uzun süre oyunun hâkimi

352 Brezilya takımıydı. Daha güzel oynayan, daha çok fır­ sat yakalayan, hep Brezilya idi. Ancak çok şanssızdı I’ele’nin kardeşleri... Brezilya’nın bir değil, iki değil, tam üç gollük topu direklerden dönmüştü. Daha 19. dakikada Dunga’nm kafayla yolladığı topun direkten dönmesi, ilk talihsizlikti. Sonra ikinci yarıda, iki daki­ ka içinde iki kez daha direkler kurtardı Arjantin’i... Careca’nın ortasında topun karşısına dikilen, gene ka­ le direğiydi. Ardından Alemao’nun yirmi beş metre­ den yolladığı füze de o hızla direğe çarpıyordu. Bunla­ ra karşılık o ana kadar fazla varlık gösteremeyen Ar­ jantin, maçın bitimine sadece on dakika kala, dünya futbolunun yıldızı Maradona’nın harika atağı ve aynı güzellikteki pasıyla gole gidiyordu. Maradona, tam üç Brezilyalıyı çalımla geçmiş, sonra da topu nefis bir pasla çok müsait durumda bekleyen Caniggia’ya ak­ tarmıştı. Eee, Caniggia da “futbolcu” idi. Futbolun ar­ zuladığı güzelliği ortaya koymakta gecikmedi, kaleci Taffarel’i çalımlayarak topu ağlara yuvarladı. Sonraki yıllarda Türkiye’ye gelecek ve Galatasaray’da oynaya­ cak Taffarel’di bu... Hemen ardından sinirleri iyice gerilen Brezilyalılardan Gomez çok sert bir hareket yapınca, Fransız hakem Quiniou kırmızı kartını gös­ termekte tereddüt etmeyecek, son dakikalarda on kişi kalan Brezilya, kadere boyun eğecekti. Ya da kupayı tekrar kucaklamak için dört yıl daha bekleyecekti. Şimdi iş daha büyüyor, ev sahibi İtalya çıkıyordu kader maçına... Yendin yendin, yenildin mi gittin... Rakip, Uruguay’dı. Bazıları, İtalya’dan gol rekoru fa­ lan bekliyordu. Bazılarına göre ise, bu maç büyük sürp­ rize gebeydi. Uruguay hiç belli olmaz, diye düşünenler az değildi. Böylece Roma Olimpiyat Stadı’ndaki maç, bir “kapalı kutu” olarak karşımıza geliyor, uzun süre

353 bozulmayan golsüzlük tribündeki İtalyanları sinirlen­ dirirken, sahadaki Uruguay’a umut veriyordu. Ama İtalya ’90’da İtalyan takımının bir Schillaci’si vardı ve işte o “Toto” beklenen golü atarak milyonlarca İtal- yanı havalara sıçratıyordu. Ardından bir de Serena’nm golü gelince, Uruguay hem maçtan, hem kupadan “gü­ le güle” diye uğurlanıyordu. Günün öteki maçındaysa, sade suya çorba gibi bir futbol seyredildi. Daha doğrusu futbolu pek az bir fut­ bol maçıydı Romanya - Serbest İrlanda karşılaşması... Tam yüz yirmi dakika topu kovalayan iki takım tek gol çıkaramamıştı. Sonuçta olayı penaltılar çözüyor, beş pe­ naltıyı da gole çeviren Serbest İrlanda takımı, bir penaltı kaçıran Romanya’yı 5-4’le eliyordu. Aslına bakarsanız, penaltıyı gole çeviremeyen Timofte’yi mi suçlamak? Yoksa penaltı atışıyla gelen topu kurtardığım kabul edip, kaleci Bonner’i mi alkışlamak? Bilemiyorum. Bu yavan maçın tartışması da böyle yavan olacaktı tabii... İkinci turun son iki maçı da futbolun doksan dakika olduğu gerçeğini baş aşağı çeviriyor, çeyrek finalistleri doksandan sonra gelen dakikalar belirliyordu. Yugos­ lavya - İspanya maçında futbolun daha güzelini oyna­ yan, gole, hatta gollere daha çok yaklaşan taraf İspanya idi. Butragueno, Michel ve Sanchis’in kaçırdığı gollerle, İspanyol takımı nerdeyse gol rekoruna giderdi. Bu arada tribünlerin “Goool” diye ayağa kalktığı pozisyonda, to­ pun direğe çarpıp geri dönmesi, gerçekten büyük talih­ sizlikti. Sonra karşılıklı birer gol, eşitliğin bozulmasını önlüyordu. Uzatmanın başlamasıyla birlikte Stojkoviç, kaleci Zubizaretta’yı ikinci kez alt ediyor ve 2-1’lik gali­ biyetle Yugoslavya’yı bir sonraki tura taşıyordu. Tıpkı İspanyollar gibi, Belçikalılar da “Futbol ne güzel ama... şu direkler olmasa” diye yakınacak, Ce-

354 ıılcmans ve Scifo da aynı azizliğe uğrayacaklardı. Gü­ zel pozisyonlara girmişti Belçika forvetleri... İngiliz kalesinin direkleri kaç kez sarsılmıştı. Golsüzlük bo­ zulmayınca oyun yarım saat uzatılmış ve iki saatin dolmasına sadece bir dakika kala, tam 119. dakikada l’latt sahneye çıkmış, “Bu futbolu biz icat ettik” der- cesine güzel bir golle İngiltere’yi çeyrek finale yükselt­ mişti. Maçı baştan sona tarafsız gözle seyredenler ise, “Belçika’ya yazık oldu” diyerek stadtan ayrılmışlardı.

Neler olmadı neler!..

İkinci turu geride bırakırken, birinci tur sonunda yap­ tığımız gibi, şöyle bir dönüp geriye bakalım. Anıları tazeleyelim. Neler olmuş o arada? • Brezilya elendi elenmesine, ama giderken savun­ ma oyuncularından Branco, öyle bir suçlamayla çıktı ki ortaya... 1-0 kaybederek elendikleri Arjantin ma­ çında başına gelenleri aynen şöyle anlattı: “Bir sakat­ lık anıydı, oyun durmuştu. Maradona yerde yatıyordu. Ben de susamıştım. Arjantinlilerden su istedim. Bir şi­ şe uzattılar, içtim. Ama çok geçmeden başımın gayet fena döndüğünü hissettim. O arada dikkatimi çekti. Arjantinli masör, Maradona’ya benim içtiğim suyu vermedi, başka su verdi. Hakeme gidip şikâyet ettim. Arjantinliler bize ilaçlı su verdiler...” • Almanya - Hollanda maçı bir faciaya sahne oldu. Almanya’da bir adam, bu maçı kendisiyle beraber izle­ mek istemeyen karısını tabancayla kurşun yağmuruna tuttu ve öldürdü. • Dünya Kupası’nı seyretmeye gelen ama Rimini kentinde olay çıkaran tam 247 İngiliz hooligam, İtal­ ya’dan sınırdışı edildi.

355 • İtalya kalecisi Zenga bir rekora doğru gidiyor. İlk turda ve ikinci turda sırasıyla Avusturya, a b d , Çekos­ lovakya, Uruguay maçlarında hiç gol yemedi. • Brezilya, istatistiği açıkladı: İki maçta tam yedi kez attıkları toplar direklerden dönmüştü. • Völler’le birlikte oyundan atılan Hollandalı Rij- kaard’a üç maç ceza verilirken, Alman Basını “terbiye­ siz Rijkaard” diye yazdı. • Dünya Kupası’na en çok oyuncu veren takım, İtalya’nın İnter’i... İnterli tam sekiz kişi finallerde oy­ nadı. Alman Matthaeus, Brehme, Klismann, İtalyan Zenga, Serena, Bergomi, Ferri, Berti bu rekoru yaratan isimler... • Almanya - Hollanda maçından sonra her iki ülke­ nin sınır kentlerinde olaylar çıktı, çatışmalar oldu. M o­ tosikletli bir Hollanda grubu, Alman plakalı otomobil­ leri taşladı, arabadan inenleri de dövdü. • Dünya futbolunda “İmparator” unvanı takılan ilk futbolcu, Alman Franz Beckenbauer, İtalya ’90’da haya­ tının en büyük sınavını veriyor. Futbolcu olarak ilk kez 1966 Dünya Kupası’nda sahaya çıkmıştı Beckenba­ uer... Sonra Meksika ’70’de kolundan sakatlanmasına rağmen, oyunu terk etmeyişiyle alkışlandı. Tabii büyük futbolu da herkesi hayran bırakıyordu. 1974’de şampi­ yon takımın kaptanı olarak, Dünya Kupası’nı havaya kaldırma onurunu yaşadı. 1982 Dünya Kupası’nda yo­ rumcu olarak kameraların karşısındaydı. 1986’da artık Alman Milli Takımı’nın teknik direktörüydü. İşte şimdi de 1990’da İtalya’da yeni teknik direktör... Ve kupayı muhakkak alacaklarına inanmış bir hoca... Kendisiyle bir milli maçta ülkemize geldiğinde tanışmıştık. Alman Milli Takımı’nın tercümanlığını yapıyor, ev sahipliği gö­ reviyle Türkiye’de bulundukları günlerde hep birlikte

356 oluyorduk. Dostluğumuz devam etti. Yuırtdışında da kaç kez karşılaştık. Sonra bir gün, yazdığı Beckenbauer Futbol Okulu adlı kitabını Türkçeye çevirmek istediği­ mi söyledim. Kabul etti, ben de çevirdim. Sonrasında çe­ şitli vesilelerle beraber olduk. Uwe Seeler’im jübilesinde de epey sohbet ettik. Hamburg’da birlikte motorla gez­ dik. Kadife sesiyle şarkı da söyleyen Beckenbauer, iki şarkılık bir plak çıkarmıştı. Onları çeşitli radyo ve TV programlarında çaldım. Sakin görünüşlü, zarif bir in­ sandır. Babalık davalarında “evet” demesiyle ünlüdür. Bu nedenle bir hayli çocuğu vardır. Çapkınlığını da ken­ di takım arkadaşlarından duymuştum. Ancak birden fazla evlenip boşandığını gazete haberleriinden öğren­ miştim. İstanbul’a bir gelişinde Divan Otelii’ndeki salon­ da atari maçı yapmıştık. Ben bir tek sayı alabilmiştim. İşte bu Beckenbauer, şimdi 14. Dünya Kıupası’na elini uzatan son sekiz takımdan birinin teknik direktörüydü. Ve çoğunluğa göre de, kupanın bir numaralı adayıydı. • Pele, benim eski dost, İtalya ’9 0 ’da da karşıma çı­ kıyor, Roma Stadı’nda bir maçtan sonra beraber yürü­ yorduk. Yorgundu. Çok yere davet edildiğini, gitmek zorunluluğundan yorulduğunu söylüyordu. Dünya Kupası ile ilgili bazı görevleri olduğunu da eklemişti. • Ya Maradona? Onunla Arjantin kampında, ben­ zetmek gibi olmasın ama, cezaevi ziyaretiı gibi parmak­ lıklar gerisinden konuşmuştuk. Yüzden fazla medya mensubuyla beraber, kameralardan kafamı korumaya çalışarak... Garip bir gençti... Arada kendi kendisiyle de konuştuğu izlenimini veriyordu. Birden kızıyor, medya mensuplarına, özellikle bazı ülkelerin gazeteci­ lerine, televizyoncularına bağırıyordu. Her maçta karşı takımdaki tüm futbolcuların kendisine tekme attıkla­ rından şikâyet ediyordu. Sonra bir gün, ıo sıralarda su­

357 nuculuğunu yaptığım “Renault Spor Şeref Kürsüsü” toplantılarından birine konuk olarak getirildi Marado- na... Aaaa, İtalya ’90’da gördüğüm, kampta aramızda çit olmasa medya mensuplarına saldırıp dövecek Ma- radona gitmiş, esprili, sakin, güler yüzlü, sevimli bir Latin Amerikalı gelmişti. Toplantıdan sonra bir ara İtalya ’90’dan söz edecek oldum. İlk kez futbol alanı dışında o kadar yakından görmüştüm çünkü... Dostça dert yanmış, “Herkes benimle uğraşıyor orda.... Ama burda gerçekten dost bir ortamda mutluyum” demişti. Şimdi Beckenbauer’e de, M aradona’ya da birer nokta koyalım da... maçlara bakalım... Şu anda büyük ku­ panın adayı olarak ayakta kalan sekiz takımdan altısı Avrupa’dan, biri Güney Amerika’dan, biri de Afri­ ka’dan... Bunlardan dördü, daha önce Dünya Kupa- sı’nı kazanmış ülkeler... Ve eşleşmeler de çok ilginç... Daha önce kupayı almış her takım, kupayı hiç kazan­ mamış bir takımla karşılaşıyor. Şimdi hep beraber bu çeyrek finalleri izlemeye gidelim.

Maradona’mn ömründen kaç yıl gitmişti?

Arjantin - Yugoslavya maçı için ne dersiniz? Sizin ne diyeceğinizi bilmem... Ya da karışmam... Ama Mara- dona bu maçtan sonra aynen şöyle demişti: “Ömrüm­ den on yıl gitti. O dakikayı hiç ama hiç unutmayaca­ ğım. Bir anda yaşlandığımı hissettim. Eğer elenseydik, çok vicdan azabı çekerdim.” Haksız sayılmazdı büyük futbolcu... Onun şöhretin­ de, onun klasında bir oyuncu, topu dikiyor penaltı nok­ tasına... Ve koşup vuruyor: “Top kalecinin ellerinde!!!” Bu penaltıyı çeken de, Maradona... Ama durun, o ana gelinceye kadar geçenleri bir solukta özetleyelim. Oyun

358 haşlıyor ve oyunun başlamasıyla beraber talih de Arjan­ tin’e gülüyor. Henüz 31. dakikada rakipleri on kişi kalı­ yor. Maradona topla akarken, tam ceza alanına gireceği sırada... Oooo çok sert bir faul... İsviçreli hakem koşu­ yor, eli cebinden kırmızı kartı çıkarıyor. Zaten ilk sarı kartı görmüş Sabanadzoviç... Görmese de fark etmez. Yaptığı bu hareket bile kırmızı karta yeter de artar bi­ le... Ne var ki on kişilik Yugoslavya, daha fazla akın ya­ pıyor on bir kişili Arjantin’e oranla... Tabii seyredilen futbol, iki takımın da ününe yaraşır güzellikte değil... İkinci yarıda tempo daha da düşüyor. İkisinin de gol atacak hali yok sanki... Arada önemli şeyler de olmuyor değil... Örneğin, Ruggeri’nin kafa vuruşuyla giden top üst direkten dönüyor. Dövünüyor Arjantinliler... Bur- ruchaga topu götürüyor, kaleye de sokuyor... Ammaaa- aa... Hakem elini kaldırıyor, “Gol değil” diye... Arjan­ tin futbolcusunun topu elle taşıdığını görmüş. Uzun sö­ zün kısası, tam iki saatlik maçta ilaç için bir tek gol bile yok. Uzatmanın bitiminde hakem, penaltı atışlarına da­ vet ediyor iki takımı da... Ve penaltılar... Şimdi seyrey- leyin dramı mı desem, komediyi mi desem, neyse ne... Kurada ilk penaltı Arjantin’e düşüyor. Topun başında Serrizuela... Vuruyor: Gol... 1-0 Arjantin önde... Yu- goslavların ilk penaltısı Stojkoviç’ten... Topa iyi vuran bir golcü ama bu kez kötü vuruyor: Top üst direkten ge­ ri geliyor... Durum hâlâ 1-0... Burruchaga l-O’ı 2-0’a çıkarıyor, penaltıyı gole çevirerek... Neyse Prosinecki ilk Yugoslav golünü tabelaya yazdırıyor: 2-1... Ooooo, kim geliyor? Kimler geliyor? Herkes ayakta... Herkes nefesini tutmuş... Bakalım büyük Maradona ya da ünlü “Bücür” hangi köşeden sokacak topu kaleye? Ve Mara­ dona çekiyor penaltıyı... Kaleci İvkoviç havalara uçu­ yor sevinçten... Tribündeki Yugoslavlar çılgına dönü­

359 yor: Dünya Kupalarının yıldızı Maradona’nm penaltısı­ nı kurtardı İvkoviç... Beraberlik şansı doğdu Yugoslav­ ya için... Sırada Saviçeviç var. Hadi Saviçeviç... Ve 2-2 oluyor durum. Saviçeviç penaltıdan ikinci gollerini attı. Eyvah! Arjantin gidiyor. Çünkü bir golcü daha penaltıyı kaçırıyor: Troglio da direğe nişanladı. Şimdi Brnoviç at­ tı mı golü, Yugoslavya 3-2 öne geçecek... Brnoviç topa vuruyor, hem de sert. Fakat kaleci Goicoechea mükem­ mel kurtarıyor: 2-2 bozulmuyor... Arjantin’in şimdiki penaltıcısı, Dezotti... Vurdu ve gol. Tekrar Arjantin ön­ de: 3-2... Hadzıbegoviç geliyor topun başına... Topu ağlarla kucaklaştırırsa, 3-3’le yeniden umutlanacak Ytı- goslavlar... Ama bir de gole çeviremezse bu penaltıyı... Arjantin tur atlayacak. Hadzıbegoviç büyük bir futbol­ cu. Geliyor... vuruyor topu... Birden sahadaki bütün Arjantinli oyuncular havaya fırlıyor... Sevinç çığlıkla­ rı... Maradona, kalecileri Goicoechea’ya koşuyor... Sa­ rılıyorlar... Kucaklaşıyorlar... Ağlayanlar var içlerin­ de... Hepsi de kalecilerini kutluyor... Zaferde en büyük pay onun çünkü... Son penaltıyı kurtararak takımının yarı finale yükselmesini sağladı Goicoechea... Arjantin ipten dönüyor, on kişilik Yugoslavya’yı ancak penaltı­ larda geçebiliyor.

Roma’daki heyecan...

Bir yanda favori Arjantin böylesine sıkıntı çekerken, ay­ nı gün öte yanda, Roma’nın Olimpiyat Stadı’nda ev sa­ hipleri İrlanda’nın karşısına çıkıyor. İtalya’nın gol ye­ meyen kalecisi Zenga’ya, İrlanda’nın bir sürprizi olacak mı? Yoksa İtalya, tam gaz yoluna devam mı edecek? Haaa, bir de “Schillaci mucizesi” var. Hani şu yedek sı­ rasından gelip de attığı gollerle İtalya’nın şansını değiş­

360 tiren “Toto”... Tribünlerde üstünlük İtalyanlarda oldu­ ğundan, hemen her atakta “G ol” diye yerlerinden fırlı­ yorlar. Ama gol nerde? İlk yarım saat geçiyor, gol görü­ nürde yok. Baggio da o günlerin fırtınası... Aldı topu, biraz sürüp pasım verdi, top Donadoni’de şimdi... Ka­ leye aşağı yukarı yirmi beş metre uzaktan öylesine sert vurdu ki Donadoni... İrlanda kalecisi Bonner topu an­ cak karşılayabildi. Fakat şutun etkisinden dengesini kaybedip yere düştü. O anda oracıkta bitiveren Schilla- ci, topu tuttuğu gibi boş kaleye yuvarladı: İtalya 1, İr­ landa 0... Bu, artık maçın sonucu... İrlandalılarm tüm çabası İtalya kalesinde tek gol şansı bile getirmeyecek, İrlanda elenirken, İtalyan kalecisi Zenga “14. Dünya Kupası’nda beş maçtır gol yemeyen kaleci” olarak al­ kışlanmaya devam edecek. Beş maç, doksan dakikadan eder dört yüz elli dakika!.. İtalyan kampında kaleci Zenga ile sohbetimizde sormuştum, “Final dahil, hiç gol yemeden turnuvayı bitireceğinizi tahmin ediyor mu­ sunuz?” diye... “Ben önce Alman Sepp Maier’in Dünya Kupalarındaki rekorunun peşindeyim” demişti Zen­ ga... Ve şöyle sürdürmüştü sözlerini: “Maier, 1974 ve 1978 kupalarında dört yüz yetmiş beş dakika gol yeme­ mişti. Ben henüz dört yüz elli dakikadayım. Onu geçtik­ ten sonra ise, en büyük hedefim, bana göre, dünyanın en büyük kalecisi, ilah gibi taptığım kaleci Dino Zoff’un 1143 dakikalık rekoruna erişmek... Zoff, 1143 dakika İtalya kalesine topu sokturmamıştı. Onu geç­ mek isterim. Fakat çok zor olduğunu da biliyorum.” Arjantin bir, İtalya iki... Ya öteki iki yarı finalistler kim olacak? Almanlar kendinden çok emin... Çekos­ lovakya değişik şekiller gösteren bir takıma sahip... Maç oluyor, dört gol, beş gol atıyor. Maç oluyor, tek golden ötesine geçemiyor, ya da hiç atamıyor. Alman

361 takımı ise, şu ana kadar oynadığı dört maçtan üçünü kazandı, birini berabere bitirdi. Yani yenilgi yüzü gör­ medi. “Favori” olarak ev sahibi İtalya’dan bile çok da­ ha şans veriliyor Almanlara... Milano’daki maçın so­ nucunu da penaltı belirledi ama, iki saatlik mücadele sonundaki penaltı değil... Henüz 24. dakika oynanır­ ken hakemin verdiği penaltı... Klinsmann’m iki Çe­ koslovak oyuncusunu geçerek ceza alanına girmesiyle pozisyon doğmuştu. Kendisini çok sertçe durdurdular. AvusturyalI hakem Kohl, penaltıyı çalmakta hiç tered­ düt göstermedi. Ne var ki, maçtan sonra Çekoslovak- lar “Almanlarla aynı dili konuşan hakemin penaltı ve­ rip yenik duruma düşmemize neden olduktan sonra, bir futbolcumuzu da kırmızı kartla oyun dışı bırak­ ması olayına biz hiçbir şey demiyoruz” demeciyle çok şey söylemişlerdi. Ancak penaltıda hakemle beraber­ dik. Kurallara göre, verilen ceza doğruydu. Ama gös­ terilen kırmızı kart, biraz da komikti. Çekoslovak fut­ bolcusu Moravçik topla giderken sert bir hareketle durdurulmuş, o da haklı olarak hakemin bir penaltı vermesini beklemişti. Hakem “oyna” işaretini yapınca sinirlenen Çekoslovak oyuncusu, o kızgınlıkla havaya doğru bir tekme savuruyor, ancak ayakkabısı ayağın­ dan çıkıp havada bir daire çizip yere düşüyordu. İşte Avusturyalı hakem bu olaydan ötürü kırmızı kart gös­ termiş, Çekoslovaklarm on kişi kalmasına neden ol­ muştu. l-O’ı elde eden Almanlar, savunma güvenliğine önem vererek tek farklı galibiyeti yeter görmüşlerdi.

“Yazık oldu Kamerun’a ...”

Sonuncu yarı finalisti tayin edecek maç, aslında öylesi­ ne ilgi çekiciydi ki... Bir yanda futbolu yaratan İngiliz-

362 ler... öte yanda Batıkların yeni uyandığını kabul ettiği Afrika’nın aslanları... Açılışta Maradona’lı, son şampi­ yon Arjantin’i yenip geçiveren, onun ardından Roman­ ya maçından da galibiyetle ayrılan Kamerun, finallerin en büyük bombasıydı. İlk turdaki 4-0’lık Sovyet yenil­ gisine ise, hayli şüphe ile bakılmıştı. Sonra ikinci turu da geçti Kamerun... Bu kez, Kolombiya’yı yenerek... Şimdi de daima iddialı İngiltere ile oynuyorlardı. Maça Kamerun öylesine hızlı girdi ki, hemen herkes bu maçta da sürpriz beklemeye başladı. Aksi oldu ama... İngilte­ re’nin kıvrak futbolcusu Platt, Pearce tarafından ortala­ nan topa iyi çıktı ve ağları havalandırdı. İlk yarı 1-0 İn­ giliz üstünlüğüyle kapandı kapanmasına... Gerçekten tam üç gol kaçırmıştı Kamerunlular... Çok müsait fır­ satları değerlendirememişlerdi. Ancak ikinci yarıda Ka­ merun yeniden şahlanıyor, beklediği galibiyete erişiyor­ du. Yaşlı kurt Milla kendine özgü hareketlerle ceza ala­ nına girmiş, kaleye giderken Gascoigne tarafından dü­ şürülüyor, Meksikalı hakem Codesal da hemen penaltı­ yı veriyordu. Kunde, kaleci Shilton’u ters köşeye yatıra­ rak öbür köşeden penaltıyı gole çeviriyor, beraberliği sağlıyordu. Aradan üç dakika geçmişti ki, bu kez Eke- ke, Milla’nın harika pasını aynı güzellikte değerlendiri­ yor, kalecinin üstünden aşırtarak Kamerun’u 2-1 öne geçiriyordu. Maçın normal süresinin bitimine yirmi altı dakika vardı. Kamerun, galibiyetini korumaya 83. da­ kikaya kadar devam edecekti. Yani yedi dakika daha Nkono’nun kalesine top girmezse, Kamerun yarı finale çıkmış olacaktı. İşte son dakikalarda İngiliz futbolunun bir yıldızı, Lineker birden şahlanıyor, üst üste gol pozis­ yonları yaratmaya başlıyordu. Bu arada Kamerunlular da ne olursa olsun, 2-1 ’i korumak isterken biraz sert­ leşmişti. Ve böylesi bir sertliğin dozu çok fazla kaçınca,

363 Meksikalı hakem de penaltı çalınca... Lineker, fırsatı kaçırmıyor, doksan dakikalık sürenin 2-2 bitmesini sağlıyordu. Sonrasında, iş penaltılara kadar gidebilirdi. Zaten normal sürede bile iki penaltı oldu, derken... Hakem CodesaPm düdüğü: Üçüncü penaltı! Topun ba­ şında gene Lineker... Mükemmel bir vuruş... Ve 3-2’nin sevinciyle İngilizler coşarken... Kamerun, 104. dakika­ da finallere veda ediyordu. Ama ne olursa olsun, yıllar yılı futbol dünyasında “Kam erun-1990”dan en güzel sözcüklerle bahsedilecekti. Afrika temsilcisi, güzel fut­ boluyla kupayı değil, fakat gönülleri kazanmıştı. İngil­ tere - Kamerun maçını seyredenler ise, stadtan çıkarken “Yazık oldu Kamerun’a” demekten kendilerini alama­ mışlardı.

Kalecinin rekoru: 517 dakika...

14. Dünya Kupası’nda iki finalist de, uzatmalı maçlar­ dan sonra penaltı atışlarıyla belirlendi. Bu, futbol tari­ hinde ilk kez oluyordu. Napoli’deki İtalya - Arjantin maçında heyecan yaratan noktalar çoktu. Bir kere, ev sahipleri finale kalacak mıydı? Ya da turnuvanın en renkli takımı olarak gösterilen Maradona’lı Arjantin, kupaya el uzatabilecek miydi? Bu yarı final öncesi kamplarında konuştuğum İtalyan futbolcuları sonuç­ tan emin görünüyor, bir tek finalde karşılarına gelebi­ lecek Alınanlardan korkuyorlardı. Bu maçın başka özelliği, Maradona-Schillaci savaşma meydan vermesi olacaktı. Kaleci Zenga’nın “gol yemezlik rekoru” da, merakla beklenen olaylardan biriydi. İşte Napoli maçı­ na çok hızlı giren İtalya, gole ulaşmakta da çok gecik­ memişti. “Golün adı, Toto” diyen İtalyanlar, gerçekten golü Schillaci ile atmış, 1-0 öne geçmişlerdi. Dakikalar

364 ilerledikçe, Zenga da rekorunu yeniliyor, Maier’i geçi­ yordu. Son rekorun sahibi, Alman Milli Takımı’nm es­ ki kalecisi Maier, iki kupada 474 dakika gol yememiş­ ti. Zenga, 475. dakikaya da gol yemeden ulaştığında çok mutluydu. Maier’i geride bırakmıştı. Rekor büyü­ yordu, Zenga’nın kalesinde 475 derken 480, 490, 500, 510 dakikadır gol girmiyordu. Tam 517. dakikaya ulaşmıştı ki, Zenga... Sarışın, şirin Arjantinli golcü Caniggia kale önünde biti veriyor... Ve topu İtalyan ağlarına yollayarak Zenga’ya “Yeter!” diyordu. 517 dakikalık rekor yeterdi. İşin ilginç yanı, o ana kadar kusursuz oynadığı için herkesin övdüğü İtalyan kaleci Zenga, Caniggia’nm attığı golde büyük hata yapmıştı. Tüm otoriteler, İtalyan kalecinin çok hatalı bir çıkış yaptığında birleşiyordu. Zenga’nın yediği gol, maçın gidişini değiştirecek, 1-1 Tik durum, oyunun uzaması­ na neden olacaktı. Sonrasında penaltılar başlayacaktı. M aça hızlı başlayan İtalya giderek bu temposunu kay­ betmiş, Arjantin ise tam aksine, ilerleyen dakikalarda bayağı iyi oynamaya başlamıştı. Penaltılar öncesinde, İtalyanların büyük kozu Schillaci’nin ayağına kramp girmişti. Bir başka penaltıcı Ferry’nin de lifi atmıştı az önce... Bu durumda penaltı atma görevi, bu iş için pek uygun görülmeyen Donadoni ile Serena’ya kalmıştı. İkisi de, İtalyanları korktuklarına uğratacak, Donado­ ni de, Serena da penaltıyı kaçırınca, İtalya da kupa tre­ nini kaçırmış olacaktı. Arjantin yedek kalecisi Goico- echea bir anda turnuvada adı geçen kalecilerden biri oluyor, tam iki penaltı kurtararak alkış topluyordu. İtalya için rüya bitmişti. Sonrasında sokaklardaki coş­ ku bir anda kaybolacak, sevinçle bağırıp yürüyen kala­ balıklar evlerine çekilecekti. Ertesi sabah İtalyan gaze­ telerinin çok geç çıkmasının nedeni ise açıktı: İtal­

365 ya’nm galibiyetinden emin olarak, “Büyük finaldeyiz” başlıklı zafer sayfaları hazırlayan basının hevesi kursa­ ğında kalacak, nerdeyse gazeteler kupanın adını bile anmayacaktı. Kaç zamandır bütün vitrinleri süsleyen “İtalya ’90” hatıra eşyası da bir anda yok olmuştu. Ale­ lacele kaldırmışlardı hepsini vitrinlerden... Yarı finalin öteki ayağında da, sonucu penaltılar be­ lirleyecekti. “Herkesin favorisi” Almanya ile kimsenin favorisi olmayan İngiltere, gerçekten güzel bir futbol seyrettirdiler. Federal Almanya ile İngiltere arasındaki yarı final, bir bakıma 1966 Kupası’ndaki finalin rö­ vanşı değerini taşıyordu. İngilizlerin 4-2 kazandığı iki saatlik maçın rövanşı... Üçüncü İngiliz golündeki tar­ tışma, aradan yirmi dört yıl geçtiği halde bitmiş değil­ di. Hatta 1970 Dünya Kupası’nda çeyrek finalde iki takım gene birbirine düşmüş, uzatmalı maçı Almanlar 3-2 kazanmıştı. Fakat 1966’da uğradıkları haksızlığı bir türlü unutamıyordu Almanlar... Maç çok çekiş­ meli geçti. Tıpkı öteki yarı final gibi, bu da 1-1 bitti. Uzatıldı, otuz dakikada da durum değişmedi. Sıra pe­ naltılara geldi. 4-3’lük penaltı atışları galibiyeti, Al­ manya’yı finale çıkardı. Tıpkı öteki yarı finaldeki gi­ bi, iki penaltı hedefini bulamayınca, İngilizler de veda selamını vermek durumunda kaldı. Pearce ve Waddle, biri kaleciye, diğeri avuta nişanlamıştı topu... Takı­ mın en hızlı ve hırslı adamı Gascoigne dururken, Bobby Robson’un penaltı için “Pearce” demesi büyük hatay­ dı. Böylece tarih, hem de kısa zamanda tekerrür edi­ yor ve 1990 Kupası’nda da, dört yıl önceki gibi, gene Almanya ile Arjantin finale kalıyordu. Bu arada, yenilip büyük finale çıkamayan takımların önem vermediği üçüncülük maçında İtalya’nın İngilte­ re’yi 2-1 yenmesi, normal karşılanacaktı... Aslında iki

366 takım da angarya gibi oynamışlardı. Baggio’nun attığı kafa golii harikaydı. İngiltere buna Platt’ın kafa şutuyla cevap veriyor, sonucu ise penaltısı bol kupada gene bir penaltı belirliyordu. Penaltıyı gole çeviren Schillaci, takı­ mını “Dünya Üçüncüsü” basamağına çıkarıyor, kendisi de bu golle 14. Kupanın Gol Kralı oluyordu. rv’deki Marianna ile Roma’da sohbet...

Her Dünya Kupası’nda öyledir ya... Sokakta yürür­ ken, birden karşınıza biri çıkar, ünlü biri, çok ünlü bi­ ri... Şaşırırsınız önce... Bu ilk şaşkınlığı attıktan sonra ya ona selam verirsiniz, ya da konuşur hatır sorarsınız. Belki birlikte fotoğraf çektirme teklifinde bulunursu­ nuz. Durum müsait değilse, sadece bakmakla yetinir, sonra da eşe dosta “Aaa, filmlerindeki kadar güzel de­ ğil” yahut “Aaa, Tv’de gördüğümüzden de yakışıklı” filan dersiniz. Biz de Fotospor ekibi olarak, Roma’da bir açıkhava restoranında yemek yiyoruz. Büyük, çok büyük bir bahçe... Biraz yüksekçe bir bölümünde otu­ ruyoruz. Ben de kenardayım. Her yanı gayet iyi görü­ yorum... Derken... O da ne? Bu o... Bu o... Kenan Erçetingöz, fişek gibi magazinci... Baktığım yana bak­ tı. O da tanıdı... 1990’m popüler t v dizisindeki tatlı Marianna değil mi o? Ta kendisi... Kalabalık bir grupla beraber... Kameralar, mikrofonlar, belli ki bir TV ekibi... Restoranda sağa sola doğru yürüyor, boş yer arıyorlar. Hemen ayağa kalktım. Bizim masa bal- konumsu bir yerde ya... Her tarafı görüyor. Ondan yararlandım. Ayaklarımın ucunda da yükselerek bağır­ maya başladım: “Veronika... Veronikaaaa...” Nerden mi çıktı bu “Veronika?” Kızın sinema ve TV dünyasındaki adı soyadı bu: “Veronika Castro...” Di­

367 zideki adıyla “M arianna” diye de seslenebilirdim ama, kendi öz adını duyduğu andaki rahatlığı düşünerek böyle yaptım. Elimle işaret ederek... Ve de bildiğim seksen yüz İspanyolca sözcükten yararlanarak... “Bek­ le! Geliyorum” diye seslendim. Şimdi siz kendinizi onun yerine koyun. Meksikalı bu sanatçı. Meksika Te- levizyonu’nda da sunuculuk yaptığını duymuştum. Kendisine küçük adıyla seslenen de, çoluk çocuk de­ ğil... Herhalde içinden “Tanıyamadım, birden çıkara­ madım. Ama bu, herhalde birisi” dediğine bahse girebi­ lirdim. Keşke girseymişim, kazanırmışım! Çünkü yanı­ na gittiğimde derhal İngilizce olarak kendimi tanıttım;

Türk olduğumu, t v sunuculuğu yaptığımı, Dünya Ku­ pası için hurda olduğumu, kendisinin Türkiye’de “M a­ rianna” rolüyle çok popüler olduğunu filan anlatır­ ken... Yanındaki uzun boylu erkek atıldı. O da kendisi­ ni tanıttı. Meksika Televizyonu adına burda oldukları­ nı söyledi. Sonra da Veronica Castro’nun Türkiye’de tanınması üzerine sorular sordu. Ben de dilimin döndü- ğıince anlattım. O zaman elini omzuma koyarak “Rica etsek, Veronica ile beraber bizim Meksika Televizyonu kamerası önünde konuşur musunuz? Müsaade eder mi­ siniz, bu röportajı Meksika’da yayınlamamıza?” demez mi? Siz olsanız “Hay hay” demez misiniz? Ve de “Ben de Veronica ile konuşacağım, ama kameramız yok. Fo­ toğraf çekeriz” diye eklemez misiniz? Uzun sözün kısa­ sı, bizde hanımları hüngür hüngür ağlatan Marianna ile dakikalarca konuştuk. Zenginler de Ağlar, İtalya’da da gösterildiği için orda da iyi tanıyorlardı. Tabii çok geçmeden etrafımız fotoğraf çektirmek isteyen meraklı­ larla doldu. Bu arada Meksikalı Tv’ciler, yanda iki ma­ sa ayarlamışlardı. Beni “buyur” ettiler. Veronica ile yan yana oturttular ikimizi... Kenan Erçetingöz bir yandan

368 lotoğraf çekiyor, bir yandan da kendi makinesini alma­ dığı için “aaah” çekiyordu. Akşam otelden çıkarken, “Aman” demişti Kenan, “Kaç gündür bu ağır maki­ neyle gezmekten bıktım. Alt tarafı bir yemek yiyip dö­ neceğiz.” Ve almamıştı fotoğraf makinesini... Allahtan ki Tanju Tecimer’in daha basit bir makinesi yanımız- daydı. Bizim sevgili Marianna ile uzun uzun konuştuk. Yüzü gerçekten çok güzeldi. Güler yüzlüydü de... Tatlı gülüşün kendine yakıştığının farkında, hep gülüyordu. Sevimli, tatlı, mütevazı, hoş bir kadındı. Kusuru mu? O kadar kusur kadı kızında da bulunmaz mı? Boyu kısay­ dı. Hatta çok kısaydı. Diziden bahsederken “Siz çok güler yüzlüsünüz. Dizide ise herkesi ağlatıyorsunuz” dediğimde “Ne yapalım” yanıtını verdi. “Senaryonun yazdığını oynamak, yönetmenin dediğini yapmak zo­ rundasınız artist olarak...” Arada dizi yıldızı olmayı sevdiğini, ama televizyonda program hazırlamayı ve sunmayı daha çok sevdiğini de ilave etti. Klasik finali de yaptı: “İlk fırsatta Türkiye’ye geleceğim.” Hep öyle derler ya... Daha sonra aşktan konuştuk, havadan, su­ dan, modadan... Ve de futboldan... Hiç tahmin etmez­ dim ama, futbolla yakından ilgiliydi. Tabii Meksika’nın Azteca Stadı’ndaki Dünya Kupası açılışının ne kadar görkemli olduğunu hatırlatmadan da geçemedi. Haksız da sayılmazdı.

Bir penaltıya bir kupa...

Marianna, Veronica diye beni lafa tutup az kalsın bü­ yük finali kaçırtacaksınız. Siz de merak etmiyor musu­ nuz? “Almanya mı, Arjantin mi?” diye... Meksikalı hakem Codesal’ın yönettiği büyük finale taraflar şu on birlerle çıkmıştı:

369 A lm a n y a : Ilgner - Berthold, Köhler, Augenthaler, Brehme - Littbarski, Buchwald, Matthaeus - Hassler, Klinsmann, Völler A r ja n t İ n : Goicochea - Ruggeri, Monzon, Simon, Serrizuela - Sensini, Lorenzo, Basuldo - Burruchaga, Dezotti, Maradona Korkunç gerilimli başlayan maçın ilk yarısında fut­ bol kalitesi, bir Dünya Kupası finaline yaraşacak de­ ğerde değildi. Bu zevksiz mücadele, ikinci yarıda Al­ manların bilinen presli oyuna dönmeleriyle değişiver­ di. Şimdi Almanlar daha hızlıydı. Bu arada Klins- mann’a çok sert giren Monzon’a Meksikalı hakem kır­ mızı kart gösterince, Almanya’nın işi kolaylaştı. Böyle- sine büyük bir finalde on bir kişiye karşı on kişiyle sa­ vaşmak, hiç de kolay değildi. Ancak bu avantaja kar­ şın, Alman takımı bir türlü golü bulamadı. Laf aramız­ da, normal sürenin bitimine üç dakika kala hakem pe­ naltı noktasını göstermese, gene uzatma ve gene penal­ tılar gelebilirdi. Gidiş oydu çünkü... Ama 87. dakika­ da Völler ceza alanına girerken, Simon’un sert müda­ halesiyle kendini yerde bulunca, bir anda her şey deği­ şiyor; penaltı, kupanın sahibini tayin ediyordu. Ne var ki, herkes Matthaeus’un penaltıyı çekmek için koşma­ sını beklerken, o yerinden kıpırdamıyordu bile... Şim­ di ileri doğru koşan, çok geçmeden topu penaltı nokta­ sına diken ve gerilip vurmasıyla beraber stadı ayağa kaldıran... Brehme idi. Gerçekten mükemmel vurmuş­ tu Brehme... 14. Dünya Kupası’nın sahibini ilan eden goldü bu... Kalan iki dakikada Arjantin’in yürüyecek hali dahi kalmayacaktı. Çünkü Monzon’dan sonra Dezotti de kırmızı kart görmüş, Arjantin dokuz kişi kalmıştı. Arjantinliler m üthiş öfkelenecek, “Mafya”nın “ f İfa ”

370 ile işbirliği yaptığı suçlamasında bulunacaklardı. Ar­ jantinlilere göre, “Her şey ev sahibi İtalyanlarla Alınan­ lara göre ayarlanmıştı. Gene her şey, Maradona’nın ta­ kımını kenara itmek için hesaplanmıştı. Sonuç da bu­ nun ifadesi olmuştu. Finalin Meksikalı hakemi Code- sal için ise, “O, Arjantin’i ekarte etmek için kullanılan bir maşaydı” diyordu Arjantinliler... • Maradona’dan Madonna’ya... 1990 Final’inde Maradona sahada mücadele ederken, tribünde de ün­ lü şarkıcı Madonna, ünlü tenor Pavarotti ile beraber maçı izliyordu. Şeref tribününde de İtalya Cumhur­ başkanı Cossiga, Başbakan Andeotti, Almanya Cum­ hurbaşkanı Weizsäcker, Başbakan Helmut Kohl, Bre­ zilya Cumhurbaşkanı Color de Mello, Kamerun Baş­ bakanı Ehvende vardı. Arjantin Cumhurbaşkanı Car­ los Menem ise, maça gitmesinin uğurlu gelmediğini öne sürerek, finali Tv’den seyretmeyi tercih etmişti. Menem, açılışta Kamerun’a yenildikleri için uğursuz­ luğa inanmıştı. Ne var ki Başkan gelince yenilmişlerdi de... Gelmeyince de yeniliyorlardı işte! • Bu final aynı zamanda en golsüz final olmuştu. Tek gol vardı. O da penaltıdan atılmıştı. • Çeyrek finaldeki İtalya - Arjantin maçında Ar­ jantinli Ruggeri’nin cebinden bir şey düşmesi, özellik­ le Tv’de daha yakından gören milyonların merakını kamçılamıştı. Sonradan Ruggeri’ye soran Basın men­ supları, futbolcunun cebinde sakız taşıdığını, düşenin de sakız paketi olduğunu öğrendiler. • Futbolcu olarak büyük ün yapan, tüm dünyada çok sevilen Beckenbauer, şimdi de “hoca” olarak başa­ rısını perçinledi. • Maradona, turnuvanın en renkli kişisiydi. Final­ den sonra ünlü “Bücür”ün F İFA ’y a , hakemlere filan

371 çok ağır dille yüklenmesini bekleyenler biraz şaşıra­ caklardı. Çünkü Maradona, onlara da verip veriştir­ mişti ama... herhalde artık olgunlaşmaya başlamış ol­ malı ki, kendisinin, kendi federasyonunun, kendi takı­ mının hatalarını da söylemeden geçememişti. Marado­ na, şöyle dert yanmıştı final sonrası: “1986 Kupası’nda savunma oyuncularımız bile gol atıyordu. Şimdi yük, sadece benim üstümde... İtalya, Almanya ve Brezilya takımlarının bizden daha iyi olduğunu kabul etmemiz lazım... Ancak Kamerun’a yenilmemizin üzüntüsünü hâlâ içimden atamadım. Dünya Kupası maçlarında başarılı olmak, Arjantin’in geleneği... Gelecek kupa için şimdiden hazırlanmalıyız.” • Finaller başlarken, o tarihteki Cumhurbaşkanı­ mız Turgut Özal, ev sahibi İtalya’yı favori göstermiş, “İtalyanlar kupayı kazanır” demişti. Türkiye’de Fe­ nerbahçe’de oynamakta olan Schumacher de İtalyan- lara şans vermiş, kaç yıl kalesini koruduğu Alman Milli Takımı için “Bugünkü kadromuzla bizim takım, bırakın kupayı, yarı finale bile gelemez” demecini ver­ mişti. • Almanlar, üçüncü kez Dünya Şampiyonu olma­ nın mutluluğunu sokaklara dökülerek coşkuyla kutlar­ ken, Matthaeus “Kimse hakeme çamur atmasın. Pe­ naltı penaltıydı. Ayrıca, bizim Auganthaler’in düşürül­ düğü, gene yüzde yüz penaltı olan pozisyonu da ceza­ landırmadı. Bu kupayı bizden başka takımın kazan­ ması, futbol adaleti adına ihanet olurdu” diyerek şim­ şekleri epey üstüne çekti. • En ilginç sözü ise, Alman Littbarski söyledi maç­ tan sonra: “Dört yıl önce Meksika’da Maradona ve arkadaşları gülerken, biz ağlıyorduk. Gülme sırası biz­ de... Şimdi de M aradona ağlasın bakalım ... Aslında

372 final Arjantin’in hakkı değildi. Onun için Maradona da boşuna ağlamasın.” ... Ve belki Maradona, kupayı kaybettiklerine değil, Littbarski’nin söylediklerine çok daha fazla kızmıştı.

Halit Kıvanç, Roma’da TV Merkezi’nde yayında.

Maradona antrenmanda etrafa dehşet saçıyor.

D aha sonra Galatasaray’da oynayacak H agi de, tüm Rom anya Milli Takımı futbolcuları gibi, bir maça saçlarını sarıya boyatıp çıkmıştı.

İtalyan Kaptanı Maldini ile Kıvanç... Maradona, Alman oyuncularım takmış arkasına... Gidiyor. Völler düşürülüyor: Penaltı!.. Ve kup anım kaderi belli oluyor.

I Almanya’ya kupayı getiren gol... Brehmee takımını şampiyon yapıyor. 15, Dünya Kupası 19 94 ABD Futbolun en büyük heyecanı Dünya Kupası finalleri, başlangıçta iki kez Avrupa’da, bir kez Amerika’da oy­ nanacak şekilde düşünülmüştü. Hani Güney Amerika­ lılar iyi futbol oynayabilir, hatta şampiyon da olabilir ama, böylesine büyük bir organizasyonu başaramaz, diye düşünülmüştü. Latinlerin feryadı bu ilk yıllarda pek duyulamamıştı. Ancak yıllar ilerledikçe, Dünya Kupası’na ilgi arttıkça, konan kural yeniden gözden geçirildi. Sonunda finallerin bir kez Avrupa’da, bir kez Amerika’da oynanması şekli kabul edildi. Gerçek­ ten 1962’den sonra peş peşe iki kupadan birinin final­ leri Avrupa’da, öteki ise Amerika’da oynanmaya baş­ landı. Ne var ki bu kural değişikliği yapılırken, hep Güney ve Orta Amerika ülkeleri düşünülmüş, ama Amerika kıtasının kuzeyi, hele hele a b d hiç hesaba katılmamıştı. Oysa ne kadar ilginçtir ki, futbolun en büyük coşkusu olan Dünya Kupası başladığında, ilk finallere katılan on üç ülkeden biri a b d idi. Hatta Av- rupalılarm alay ettiği bu a b d takımı, grubundaki Av- rupalı takımı (Belçika’yı), hem de 3-0 gibi farklı skor­ la yenmeyi başarmıştı. Bütün bunlar, gene de Avru­ pa’daki bazı futbol otoritelerini etkilemiyor, 1994 Ku- pası’na ev sahipliği için başvuranlar arasında yer alan a b d , bir kez daha ciddiye alınmayacak sanılıyordu. Çünkü “Amerikalı, dört spordan başkasına yüz ver­

i s i mez. Onlar için beyzbol vardır, basketbol vardır, Ame­ rikan futbolu vardır, buz hokeyi vardır. Futbolu bir heves olarak gündeme getiriyorlar” diyen bazı Avru­ palIların tezi, bir gün geldi, ayaklar altında kalıverdi. Dünya futbolunu yönetenler, 1994 finallerinin A B D ’d e yapılmasına “evet” demişti. Amerika Birleşik Devlet- leri’ndeki futbol âşıkları da, büyük organizasyonu hem kupanın, hem de kendilerinin şanına layık dü­ zenlemek için kolları sıvadı, üstesinden de geldiler. Bu arada çok, ama çok ilginç bir nokta vardı. Bazı Ame­ rikalılar milli futbol takımlarının yeterince güçlü ol­ madığım öne sürüyor, daha ilk turda elenmesinden korkuyorlardı. İşte o çoook ilginç nokta hemen gün­ deme getiriliyor. “Eğer Amerika takımı yenilirse, biz de o andan itibaren dedelerimizin Yeni Dünya’ya ge­ lirken getirdikleri bayrakları sandıktan çıkarır ve ner- den geldikse ordan gelenleri tutarız” diyorlardı. Yani a b d takımı elenirse, İtalyan asıllı Amerikalılar İtal­ ya’yı, İrlanda asıllılar İrlanda’yı, kısaca herkes köke­ nindeki ülkeyi tutacaktı. Bu düşünce sık sık gündeme geldi, bazen tebessümle geçti, bazen de pekâlâ ciddiye alanlar, “Niçin olmasın?” diyenler çıktı.

San Marino’yu yenemezsen...

Amerikalılar her şeyi düşünüp organizasyonu hazır­ larken, bizde de ayrı bir heyecan vardı. Doğrusu Türk Milli Takımı’nın, A B D ’d e yapılacağı için öncekilerden farklı bir sansasyon yaratması beklenen 15. Dünya Kupası’nda yer alması, her zamandan daha da fazla arzulanıyordu. Ne var ki elemelerde öyle bir gruba düşmüştük ki... Her şeyden önce “altılı grup”taydık. Beş rakibimizden dördü, futbolda iddialı ülkelerin ta-

382 kınalarıydı. Bizi farklı skorlarla yenmiş bir İngilte­ re’nin, bir Polonya’nın yanı sıra kupalarda başa gü­ reşmiş bir Hollanda... Bu üçü yeter de artardı bile... Öteki iki rakibimizden biri, eşit olduğumuz Norveç’ti. Öteki mi? Hepimizin “çantada keklik” gördüğü San Marino... Ama biz hiç kimsenin yapamadığım yapa­ cak ve bu kekliği bile elimizden kaçıracaktık. Ajans­ lar, futbolun bu en büyük sürprizini dünyaya duyur­ mak için adeta yarış edeceklerdi. Daha sonra rastladı­ ğımız yabancı futbol otoriteleri de bize merakla sora­ caklardı: “Sahi söylesenize!.. Anlatsanıza!.. Nasıl be­ raber kaldınız San Marino ile?” Elemelere, Polonya’ya Polonya’da 1 -0 yenilerek baş­ lamamız pek de anormal sayılmazdı. Ardından San Marino’yu Ankara’da 4-1 yendiğimizde, kalemize gi­ ren tek gole üzülmüştük. Hakan Şükür (g s ) ve Hami ile Orhan (Trabzon) imzalı dört golle galibiyet, elbette güzeldi. Ama arkasından yenilgiler peş peşe sıraya di­ zilince... Londra’da İngilizlere 4-0 yenilmemiz de ağır sonuçtu ama çok anormal sayılmayabilirdi. Normal olmayan, milli takımımızın İstanbul’da Hollanda’ya 3-1 ’le boyun eğmesiydi. Tek golümüzü atan Feyyaz Uçar (b jic ), bir sonraki maçta da Hollanda ağlarına bir gol daha bırakıyordu. Ama biz tarifeyi değiştirmi­ yor, Hollanda’ya Hollanda’da da gene 3-1 yenilerek şansımızı iyice azaltıyorduk. Tüm umudumuz önü­ müzdeki maçlardaydı. Önce şu “yemlik” San Marino karşısında bir gol rekoru kırıp, iş averaja kalırsa yü­ zümüzün gülmesini sağlamalıydık. Bu sefer o bir tek golü de yemedik San Marinolulardan... Ammaaaa... Bir tek gol de biz atamadık. Korkulanın en kötüsüydü bu 0-0 beraberlik... San Marino’yu bile yenemeyenle­ rin herhalde a b d uçağına binmeye hakkı yoktu. Bine­

383 medik de zaten... Sonrasında İngiltere karşısında İz­ mir’de 2-0 kaybettik, Norveç’ten Oslo’da 3-1’lik bir yenilgi aldık. Sonunda ise bir açıldık ki... Kimse dura­ madı karşımızda... Polonya’yı da, Norveç’i de 2,-1 ’lik skorlarla öyle bir yendik ki... Polonya maçında golle­ rimizi Hakan Şükür ( g s ) ve Bülent Uygun (f b ) atmış­ tı. Norveç kalesindeki gollerimizin ikisini de Ertuğrul Sağlam (Samsun) kazandırmıştı. İki galibiyet güzel ol­ masına güzeldi de... Şöyle bir dönüp bakınca... Oo- oo, atı alan Üsküdar ne, Atlantiği bile geçmiş, 15. Dünya Kupası finallerine gidiyordu. Aldığımız altı ye­ nilginin üzüntüsü yanında, üç galibiyetle ancak teselli bulabilmiştik. Eski kupaların bazısında doğru dürüst gol bile atamadığımızı hatırlayınca... 1994’iin eleme­ lerinde yediğimiz on dokuz gole tam on bir golle kar­ şılık vermiştik. Dedim ya, “teselli” sözcüğünden baş­ kası yoktu o gün için futbol sözlüğümüzde... Bir kez daha “Ne yapalım, olmayınca olmuyor işte” diyerek umutlarımızı gelecek kupalara bağlarken, futbol dün­ yası da “Amerikalılar bu işin altından nasıl kalka­ cak?” diye gözlerini Yeni Dünya’ya çeviriyordu. An­ cak çok değil, maçlar başladıktan birkaç gün sonra herkes “Bravo valla, Coni’ler bu işi mükemmel becer­ di” diyecekti. Her şeyden önce çok görkemli bir açılış yapmışlardı. Danslar, gösteriler, Diana Dors konseri, hepsi hepsi, harikaydı. Futbol olarak da organizasyo­ na kimse bir şey söyleyemezdi. Sadece Amerika’ya ka­ dar gelip maçlarım izleyenler, tabii başta bu olayda yer alan futbolcular çok şikâyet edeceklerdi. Televiz­ yonun her yana yayılmasından bu yana, Amerika kı­ tasında düzenlenen Dünya Kupası maçlarında “Önce Futbol” değil, “Önce Televizyon” kuralı geçerli olu­ yordu. Günün sorusu, futbol maçlarının nasıl oynana­

384 cağı değil, dünyanın her yanındaki milyonlarca futbol­ severin bu maçları Tv’de nasıl seyredebileceği idi. Çün­ kü Avrupa ile Amerika arasındaki büyük saat farkı, maçların Avrupa’da seyredilmesini güçleştiriyordu. Millet sabaha karşı uykudan uyanıp otuz-kırk gece TV başına koşamazdı ya... Öte yandan artık bu t v yayın­ ları iyi para kaynağı olmuştu. Kaybedilmesi göze alı­ namayacak rakamlar söz konusuydu. O halde “maç­ lar, Avrupa’da rahat seyredilebilecek saatlerde oynan- malı”ydı. Oynandı da... Daha önce Meksika’da Dün­ ya Kupası’nda olduğu gibi... Öğle sıcağında futbol oy­ namak şöyle dursun, stadta seyretmenin bile kolay ol­ madığı açıktı. Çok şükür, bir-iki küçük olay dışında, aşırı sıcağın futbolculara kötü etkisi pek olmadı. Tribünlerde bazı maçlarda hafiften fenalaşanlar görüldü, o kadar. Bir olay da gazetelere geçti, ekranlara geçti. Belçika’nın yıldız futbolcularından Staelens, hazırlık maçları sıra­ sında baygınlık geçirdi ve bir süre tedavi gördü. (Şimdi bunları anlatırken bir an düşündüm de... Hani bir söz vardır. “Dedenin gazetede okuduğunu, torun tarih ki­ tabında okur” diye... Ben de “futbol dedesi” olarak, çoğunu canlı canlı yaşadığım Dünya Kupası anılarımı sunarken, artık sadece dedenin, ninenin değil, hatta babanın, annenin de değil, çocukların bile şöyle göz ucuyla seyrettiği finallere geldiğimizin farkındayım. 1994’ü izleyeli çok olmadı. Hele 1998 heyecanı sanki dün gibi... Pek yakmımızdalar... Ama siz şimdi bu bö­ lümlere gelince “Biliyoruz canım. Bunları biz de sey­ rettik” demeyin!.. Sizden sonra gelecek kuşakları da düşünün... Gün gelir, bugün aramızda olmayan birile- ri dünyaya gözlerini açtıktan az sonra, bakarsınız, on­ lar da futbol aşkına tutuluverir... Hah işte, onlar da merak ederse, diye... Onlar da okusun, öğrensin, diye düşündüğüm için hepsini yazıyorum. Aslında herkesin yaşadıkları içinde zamanla unuttukları o kadar çok oluyor ki... O halde devam edelim mi yakın geçmişin kupalarına? Hadi gelsin bakalım 1994’ün maçları... Perdeyi gösterilerle açmıştık zaten... Sıra, Chicago’nun Soldier Field Stadı’ndaki açılış maçında...)

İlk gol... İlk kırmızı kart...

Dört yıl öncesinin şampiyonu Almanya, bu büyük un­ vanın verdiği gururla sahaya çıkarken, elemelerde se­ kiz maçından altısını kazanan, bir beraberlik alan ve sadece bir tek maçını kaybeden Bolivya’nın bir sürpriz yapıp yapamayacağı merak ediliyordu. Oyun başla­ dıktan sonra bu merak daha da artacak, Alman takı­ mı ilk yarıda golsüz beraberliğe boyun eğecekti. Bir kaza golüne kurban gitmek istemeyen son Dünya Şampiyonu, ikinci yarıda kendini toparlıyor, akmları- nı sıklaştırıyordu. İşte bu ataklardan birinde golcü Klinsmann fırsatı kaçırmıyor, 60. dakikada takımının zorlu Bolivya karşısında 1-0’lık galibiyetini sağlayan golü atıyordu. Tabii şeref tribününde, maçı a b d Baş­ kanı Bili Clinton ve Bolivya Lideri Gonzalez Sanchez’le birlikte seyreden Alman Başbakanı Helmuth Kohl da, mutlulukla alkışlıyordu takımını... Altmış üç bin kişinin stadta çıplak gözle seyrettiği bu ilk karşılaşma, 15. Dünya Kupası’nın ilk golüyle beraber ilk kırmızı kartını da getirmişti. Fakat öylesi­ ne ilginçti ki bu olay... Yenik duruma düşen Bolivya takımı, maçın 79. dakikasında bir değişiklik yapmış, oyuna Etcheverry’yi almıştı. Dikkat edin ama! Bu fut­ bolcu oyuna girdiğinde tam 79. dakikasıydı maçın...

386 Ve tam dört dakika sonra... Evet, 83. dakikada ise, Meksikalı hakem Carter, elini cebine götürüp kırmızı kartını çıkarıyor, bu finallerin ilk “oyundan atma” ce­ zasını veriyordu. Etcheverry, sadece dört dakika for­ ma giyebilmişti. 1994 Kupası finallerinde Almanya’nın Bolivya’yı yenmesi normaldi. Ama sürprizler çok gecikmedi. Ev sahibi ABD’ye pek şans vermeyenler, çok yanıldılar. Amerikan takımı, daha ilk maçında rakibine boyun eğ­ meyerek ilk sürprizi yapıverdi. Hatta sonucun yanın­ da, “Amerikalılar bizim futbolu pek sevmez. Maçları­ na bile öyle ahım şahım seyirci gelmez” diye düşünen­ ler, a b d takımının maçında tribünleri 70 bin seyirci­ nin doldurması karşısında ilk şaşkınlığa uğradılar. Oyunun 1-1 berabere bitmesi ise, daha büyük hayret uyandıracaktı. Ancaaaak, Amerikalı yeni futbolsever­ ler, bir başka maçta ilk falsoyu yaptılar. Aslında Is­ panya’nın Güney Kore ile 2-2 berabere kalması, daha büyük sürprizdi. Ama hakem son düdüğü çaldığı hal­ de, tribünlerdeki binlerce Amerikalı seyircinin stadı terk etmeyişi, daha büyük sürpriz yaratıyordu. Futbo­ lun acemisi bazı Amerikalılar, oyun berabere bitince “uzayacak” diye epey beklediler. Bir de a b d - İsviçre maçında tribünde sigara içen tam yetmiş İsviçrelinin polis tarafından stadtan çıkarılması çok ilgi çekecekti. Kamuya ait kapalı genel yerlerde sigara yasağına kar­ şı gelmişlerdi. Şaştınız mı? Niye şaşıyorsunuz? O ma­ çın oynandığı stadın üstü kapalıydı. Doğrusu Amerikan topraklarındaki 15. Dünya Ku- pası’nda sürprizler çok çabuk başlamıştı. Atlantiği aşıp büyük iddialarla finallere gelenler, daha ilk maçların­ da küçümsedikleri rakipler önünde puan bırakıyorlar­ dı. İsviçre, a b d ile berabere kalırken, İspanya’nın da

387 Güney Kore’yi yenemeyişine şaşırmıştı herkes. Ama çok geçmeden daha büyük bomba patlayacak, eski şampiyonlardan İtalya, İrlanda önünde puan bile ala­ madan terk edecekti sahayı... Sezar’ın hakkım Sezar’a verelim. İtalyanlar sahiden güzel futbol oynamışlardı. Ne çare ki, bu güzel oyunu golle süsleyemeyince, üs­ tüne üstlük bir de gol yiyince, İrlanda’nın 1-0’lık gali­ biyeti, “kupada günün olayı” önemini kazanmıştı. Bu arada maçı stadda izleyen İtalyanlar, hele hele İtalyan basını, yenilginin tek suçlusu olarak kalecileri Pagli- uca’yı göstereceklerdi. Dünya Kupası’nda oynayan ünlü bir kalecinin böylesine hatalı gol yemesini kimse affetmiyordu. İtalyan takımı daha ilk maçta elenmiş gibiydi. Öylesine yıkılmıştı İtalyanlar... Ama ardın­ dan tek golle de olsa, Norveç’i yenecek ve biraz moral toplayacaklardı. “A” Grubunun favorisi Romanya gerçekten iyi başlamış, Kolombiya’yı 3-1 yenmişti. Ancak ardından ABD’yi yenemeyen İsviçre’ye farklı (4-1) yeniliverince, bu yeni sürpriz, grubu iyice karıştırdı. Bu maçta Ro- menlerin şeref golünü Hagi atmıştı, a b d takımı ise, İs­ viçre beraberliğinden sonra Kolombiya’yı 2-1 yenmeyi başarıyor, kendisine dudak bükenleri mahcup ediyor­ du. Bu arada Kolombiya kalecisi Cordoba’nın yedeği­ nin “El Turco” diye çağrıldığının öğrenilmesi de ilginç­ ti. Yedek kalecinin adı, Ali Farid’di. Soyadı da... Sıkı durun! 2002’lerde Galatasaray’ın kalesini koruyacak “Mondragon”du bu 12 numaralı Kolombiyalı... Kupa broşürlerinde “Ali Farid M ondragon” diye yazılmıştı. Bu grupta Romanya birinci olarak tur atladı. İsviç­ re tökezledi mökezledi, gene de 2. tura çıktı, Kolombi­ ya sonunculukla kupaya veda ederken, çoklarının şans vermediği a b d , İsviçre ile eşit puan toplayarak turu

388 geçmeyi başardı. Ev sahipliği onuru yanında 2. turda oynama başarısını da elde etmişti Amerikalılar...

Rus Salenko tarihe geçiyor...

“ B” Grubunun büyük favorisi, elbette Brezilya idi. Peş peşe Rusya’yı 2-0, Kamerun’u da 3-0 yenmişti. Ancak İsveç’i yenemeyerek 1-1’e razı olan Brezilya, gene de grup birincisi olarak tur atlayacaktı. Rusya’yı 3-1 ye­ nen İsveç de bu gruptan yükselen öteki takım olacak­ tı. İsveç’in bu kupada alkışlanan golcüsü de, sonraları sahalarımızın iyi tanıdığı bir futbolcu olacak, Fener­ bahçe formasını giyecekti. Tanıdınız tabii: Kennet An- dersson... Rusya, Kamerun’u gol rekoruyla 6-1 yenerken, bu altı golden beşini atan Rus futbolcusu Salenko tarihe geçecekti. Rus kalesine Kamerun’un şeref golünü atan da, önceki Dünya Kupalarında çok alkışlanan bir eski kurt, bu kupada 42 yaşında top koşturan Roger Milla idi. “C” Grubunda Bolivya’yı zor yenen Almanlar, Is­ panya’ya da 1-1 ’le takılacak, ilk maçın golcüsü Klins- mann, ikinci karşılaşmada da attığı golle takımını ye­ nilgiden kurtarmayı başaracaktı. Almanya için bu tur­ daki son maç da pek rahat geçmemişti. Gene dudak bükülerek geçilen finalistlerden Güney Kore, Almanla­ rın yüreğini ağzına getirmişti. Oysa Alman takımı ger­ çekten “son şampiyon” gibi başlamıştı oyuna... Bir gol: 1-0!.. Bir daha: 2-0!.. Bir üçüncü gol: 3-0!.. Eeee ikinci yarıda “Fark olur” derken, o da ne? Goller geli­ yor gelmesine... Ama adresi şaşırmış gibi toplar... Bir gol Alman kalesinde... 3-0’lık durum 3-1 oluyor. Der­ ken bir gol daha... Gene yanlış adrese: 3-2 oldu... Ko­

389 re bir üçüncüyü atarsa!.. Atamıyor, yeniliyor fakat öy­ lesine sinirlendiriyor, öylesine kızdırıyor ki Alman fut­ bolcularını... Sahada tribüne çirkin el hareketleri ya­ pan Effenberg, büyük tepki görüyor. Ertesi gün gazete­ lerde “Alman yöneticilerinin, Effenberg’i memlekete geri yollayacakları” haberi çıkıyor. Sonunda Kore ile Bolivya kolkola ülkelerine doğru yola çıkarken, Al­ manya ile İspanya da 2. turun kapısını çalıyorlar.

Maradona yıkılıyor...

“D” Grubunda müthiş bir mücadele var. Arjantin Yu­ nanistan’ı 4-0 yeniyor, Maradona ve arkadaşları saha­ da... Başka türlüsü olabilir mi? Bu arada Maradona gayet mütevazı, “baba” pozlarında... Dört yanı besli­ yor paslarıyla... Atmıyor, attırıyor. Dört golden üçü­ nün kahramanı, o sıraların büyük yıldızı Batistuta... Dayanamıyor ünlü “Bücür”... Bir golü de kendisi bı­ rakıyor Yunan kalesine... Bu grup müthiş, dedim ya... Arjantin atar da, Nijerya durur mu? O da Bulga­ ristan’ı 3-0’la eziyor. Fenerbahçeli Uche, savunmanın belkemiği... İlerde de gollerden birini atan, Beşik­ taş’tan tanıdık, Amokachi... Ancak Arjantin - Nijerya maçı bir heyecan kasırgası içinde geçiyor. Nijerya atı­ yor ilk golü... Maradona sinir küpü... Giderek öyle mükemmel oynuyor, öyle harika paslar atıyor ki... İki güzel pastan iki güzel gol çıkarıyor Caniggia... Attığı gollerden biri, futbol tarihinin yazacağı gollerden... Dünya Kupalarının 1500. golü... Ama Arjantin, grup­ taki son maçından önce öyle bir sarsılıyor ki... Sarsıl­ mak ne demek, yıkılıyor, yıkılıyor... Ufacık adam, sev­ diklerinin taktığı isimle ünlü “Bücür”, gene ön plana geçiyor... Ne şu kaleye giren goller... Ne bu boş kale

390 önünde gol kaçıran golcüler... Ne sakatlanıp kenara çekilen yıldızlar... Ne hakemden kart üzerine kart gö­ ren yaramazlar... Hiçbiri... Hiçbiri... Gazeteler... Radyolar... Televizyonlar... Sadece “Maradona” var başlıklarında, yayınlarında, görüntülerinde, haberle­ rinde, yorumlarında... Herkes “0 ”nu konuşuyor. Öy­ le bir bomba ki bu... Koskoca Arjantin temelinden sallanıyor... Moralman çöküyor Arjantin Milli Takı­ m ı... Çok değil, daha üç yıl önce “kokain” kullandığı gerekçesiyle “on beş ay sahalardan men cezası” alan o değil miydi? “Doping” sözcüğü “Maradona” adıyla birlikte duyulmamış mıydı? Tabii, f İ f a yakın takiptey­ di hemen her maçta... Attığı gollere değil, attığı adım­ larına bakıyordu Maradona’nın... Tövbe tutmaz fut­ bolcu, sonunda yakayı ele vermiş miydi? Bazılarına gö­ re “ suçsuz”du. “Ephedrine” adlı ilacı, sadece “ilaç” di­ ye almıştı... Ama yetkililer maçtan sonra doping kont­ rolünde idrarında “Ephedrine” bulmuşlardı ya... O hal­ de “suçlu”ydu. 1991’deki suçu ve cezası da göz önüne alınarak, hemen “diskalifiye” sözü ortaya atılmıştı. Gerçekten çok geçmeden FİFA ’n ın “M aradona’yı Dün­ ya Kupası’ndan ihraç ettiği” haberi dünyaya yayılıyor­ du. Bu haber “Bi'ıcür’ün sonu” demekti. Bu koşullar içinde Bulgaristan maçına çıkan Maradona’sız Arjan­ tin takımı hiçbir varlık gösteremiyor, 2-0’lık yenilgiye boyun eğiyordu. Alman Effenberg’le Romen Vladoiu da memleket­ lerine gönderiliyor, ancak bu olaylar büyük, büyük ne demek, kocaman bir “Maradona Olayı” yanında pek önemsenmiyordu... Bu sıkıntısına karşın Arjantin de, Nijerya ve Bulgaristan’la birlikte 2. tura çıkıyordu. Üçü de altışar puan toplamışlardı. “E” Grubunda iddialı İtalya’nın -kendilerine göre,

391 kalecilerinin beklenmez hatasından yedikleri golle- kupaya puansız başlaması, ilk büyük sürprizlerdendi. Ama bu grup öylesine ilginç sonuçlara sahne oldu ki... Sonunda dört takım da eşit puanla bitirdiler tu­ ru... Çünkü yenen yenildi, yenilen yendi. İşler iyice karıştı. İtalya ile Meksika’nın 1-1, İrlanda ile Nor­ veç’in 0-0 beraberlikleri de, tuzu biberi oldu. Sonuçta dörder puanlı dört takımdan Meksika 3-3’lük, İrlan­ da ve İtalya da 2 -2 ’lik averajlarla tur atladılar. Onlar­ la eşit puanı olan masum Norveç, elendi gitti. Gözyaş­ ları arasında kimseye de anlatamadı derdini... Haaa puanlar, beraberlikler deyince... Finaller ilerledikçe, Amerika’nın futbol meraklıları peş peşe öneriler getir­ meye başladılar: “Futbolda beraberlik kalkmalı... İki takımdan biri kazanmalı, biri kaybetmeli... Eğer öyle olsa, böyle minnacık puan farklarıyla takımlar elen­ mez. Bu haksızlığın kalkması için, berabere kalmak da kalkmalı!!!” “F” Grubunun unutulmayacak takımı, Suudi Ara­ bistan olacaktı. O da finaller öncesi “turist olarak gelir, turist olarak gider” gözüyle bakılan takımlardan biriy­ di. Fakat maçlar başlayınca... Belçika Hollanda’yı, Hollanda Suudi Arabistan’ı, Suudi Arabistan da Belçi­ ka’yı yenince... Grubun figüranı Fas puansız evine dö­ nerken, öteki üç takım eşit puanla turu geçmeyi başar­ dılar. Aslında “başarı” sözcüğü, bu üçünden sadece Su­ udi Arabistan için kullanılabilirdi. Çünkü Hollan­ da’nın Suudiler karşısında 1-0 yenik durumdan kurtul­ mak için ne kadar ter döktüğünü herkes görmüştü. Bu maç üzücü bir olaya da sahne olmuş, sonuç üzerine id­ diaya giren ve Hollanda’nın kaybedeceğine çok para koyan bir Taylandlı bahsi kaybedince... Belki inanma­ yabilirsiniz, ama gerçek üzücüydü: “İntihar” etmişti...

392 İlk turun bitiminde 15. Dünya Kupası’m izleyen medya, çeşitli anketler yapmış, ama içlerinde en çok ilgi çeken, “İlk turun en kötü on biri” seçimi olmuştu. Bu “en kötü on bir”de yer alan “biri”nin, dört yıl ön­ ce Almanya’ya şampiyonluğu kazandıran golü atan Brehme olması ise, daha da ilginçti: Yirmi dört takımdan sekizi veda etmişti kupaya: Kolombiya, Rusya, Kamerun, Güney Kore, Bolivya, Yunanistan, Norveç ve Fas...

Herkes 2. turda neler olacağını beklerken...

Kolombiya’dan gelen bir haber, bir anda gündemin ba­ şına oturacak ve herkesi çok üzecekti. 1. turda elenip memleketine dönen Kolombiya Milli Takımı oyuncu­ larından Escobar, yanında bir kadınla restorandan çı­ karken, birkaç kişiyle tartışmaya girmişti, a b d maçın­ da ilk golü büyük hatayla kendi kalesine attığı için eleştirilen Escobar, hatayı isteyerek yapmadığını, raki­ binin sert girişi nedeniyle topa ters vurduğunu söyle­ yip kendini savunmaya çalışırken, etrafını çeviren fa­ natiklerden biri tabancasını çekmiş, peş peşe ateş ede­ rek zavallı sporcuyu oracıkta öldürmüştü. Ara sıra futbolu bırakıp polis muhabirliğine başla­ dığımız oluyor. Ama elden ne gelir üzülmekten başka... “İnsan” denen yaratıkların, “Spor”un sadece “spor” olduğunu öğrenmesi ya da “spor”la birbirimize daha tatlı yaklaşabileceğimizi anlaması için daha ne kadar bekleyecek bu yaşlı dünya? Gene futbola dönelim. Fut­ boldan gelen üzüntüleri atmanın, unutmanın yolu, gene futboldan geçiyor çünkü... O halde başlatalım 1994 Dünya Kupası’nın 2. turunu... Bu turda en çok merak edilen, Suudi Arabistan ta-

393 kımımn İsveç karşısında ne yapacağıydı. Çünkü Suudi Arabistan, futbol tarihinde 2. tura çıkan ilk Asya takı­ mıydı. Amerika’dan tüm dünyaya yayılan haberler, “Suudi Arabistan Mucizesi” başlığını taşıyordu. Su­ udi Arabistan Milli Futbol Takımı, üç maçından ikisi­ ni kazanıp, 2. tura çıkmıştı. İsveçlilerin gerçekten kork­ tuğu haberleri duyuluyordu. Bu arada, sarışınlarıyla ünlü İsveç takımının “Kara Viking”i Dahlin’in, tek ba­ şına Suudi takımını yenmeye yeteceği iddiasında olan­ lar da az değildi. Gerçekten Dahlin bir gole imza attı. Kennet Andersson’un iki golü de farkı yarattı. Suudi Arabistan 3-1 yenildi, elendi ama 15. Dünya Kupa- sı’nın unutulmayan bir kahramanı oldu. Almanya - Belçika karşılaşması, her şeyden önce, güzel futbol seyredilmesi bakımından beğenildi. Ma­ çın beğenilmeyen kişisi ise, hakemi Röthlisberger idi. İsviçreli hakem çok kötü bir yönetim göstermiş, bu arada tartışmalı birkaç pozisyonda da hep Almalılar­ dan yana karar vermişti. Maçtan sonra Belçikalı fut­ bolcular hakemi nerdeyse döveceklerdi. Ve sanırım, dövselerdi, kurtaracak kimse pek çıkmazdı o maçta tribünde olanlar arasında... Almanlar hızlı futbolları­ nı üç güzel golle süsledi. Belçika ise bir gol eksik kal­ dı. Almanya 3-2’lik galibiyetle çeyrek finale çıktı. Ta­ bii Belçikalıların pek haksız olmadığını, verilmeyen penaltılardan birinin kurallara göre verilmesi gerekti­ ğini ekleyelim. İspanya - İsviçre maçı, İspanyolların ciddi bir ant­ renmanı gibiydi. Bu turdaki İsviçreli hakem ne kadar kötüyse, İsviçre takımı da bu maçta o kadar zayıftı. Hierro, ve Beguiristain imzalı üç golle 3-0 kazandı İspanya... Maradona olayının etkisindeki moralsiz Arjantin,

394 Romanya karşısında tutunamadı. Dumitrescu’nun iki, Hagi’nin de bir golü, Romenlere 3-2’lik galibiyeti ge­ tirdi. Bu arada Arjantinli seyirciler maçta epey olay çı­ kardı. Hollanda, gayet akıllı bir oyunla İrlanda Cum- hııriyeti’nden sıyrılmayı bildi. Bergkamp ve Jonk, ta­ kımlarını bir üst tura taşıyan, 2-0’lık sonucu yaratan ilk golün sahipleriydi. Büyük favori Brezilya’nın a b d ile düşmesi ilginçti. Gene gol rekoru bekleyenler çoğunluktaydı. Ama oyu­ nun gidişi hiç de bu tahminleri haklı çıkaracak gibi de­ ğildi. Elbette Brezilya tek kale oynarcasına bastırıyor­ du, fakat turu atlatacak tek golü bulmak için tam 74. dakikaya kadar bekleyecekti... Ancak maçın bu tek golü, tek kelimeyle “muhteşem”di. Aslında golü güzel­ leştiren, Romario’nun harika pasıydı. Bebeto da aynı güzellikte vurunca... Top ağları buluyordu, Brezilya da kendini çeyrek finalde... Bu maçı hatırlayan Brezil­ yalılar, yıllar sonra “Ölüp ölüp dirildiğimiz o 1-0’lık maç mı?” diyeceklerdi. 2. turun iki maçında iş uzat­ maya gidecek, birinde ise penaltılara kadar varacaktı. İtalya - Nijerya mücadelesinde sonradan ağlayacak olanlar Nijeryalılardı. Çünkü 26. dakikada Ammuni- ke golünü atmış, takımını 1-0 öne geçirmişti. İtalya ise onca uğraşma karşın bir beraberlik sayısına bile ula­ şamadan, maçın son on altı dakikasına girilmişti. Her­ kes, İtalya’nın elendiğine hükmediyordu artık... Süre tükeniyordu. İki dakika sonra hakem düdüğünü çala­ cak, “Nijerya galip” diye ilan edecekti. M aç gitti, diye tribündeki yerinde kalkıp çıkış kapısına ilerleyen İtal­ yan seyirciler görülüyordu. Haksız da sayılmazlardı. Artık sadece altmış saniye vardı doksan dakikanın dol­ masına... Ve işte ne olduysa, o “son dakika”da oldu: Roberto Baggio, o büyük futbolcu, kimseye durup

395 dururken “büyük” sıfatının verilemeyeceğini dünyaya ilan edercesine, Dünya Kupası’nda takımının kaderini değiştiren golünü attı. Dakika 89’dan 90’a gidilirken, top da Nijerya ağlarına gidiyordu. 1-1’lik durum, maçın yarım saat uzatılması demek­ ti. Öyle de oldu. Şimdi İtalyan takımı fırtınalaşmıştı. Aksine Nijerya da önceki temposunu hayli kaybetmiş­ ti. Tam 101. dakika oynanıyordu ki... Roberto Bag- gio çıktı gene sahneye... Enfes bir aşırtma ile topu Be- narrivo’ya aktardı. Benarrivo da aldığı bu topla dalar­ ken... Eguavoen tarafından durduruldu. Tabii öyle ma­ sum bir durdurma değildi bu... Meksikalı hakem hiç tereddüt etmeden düdüğünü çaldı ve eliyle “penaltı” noktasını gösterdi. Artık iş, penaltıyı atacak futbolcu­ nun ustalığına kalmıştı. Topun başına maçın yıldızı Roberto Baggio geliyor, gerilip koşuyor, vuruyor... Ve İtalya’yı çeyrek finale taşıyordu. Baggio’nun penaltı­ dan attığı golden sonraki on dokuz dakikada da İtal- yanlar kapanarak Nijerya’ya şans vermeyecek, turnu­ vanın bu başarılı takımı alkışları toplasa da, bu alkış­ lar tur atlamaya yetmeyecekti. 2-1 kazanan İtalyanla­ rın yüzü gülüyordu. 2. turun maç sonu penaltılara kadar giden müca­ delesinde Bulgaristan da, Meksika da fevkalade bir futbol göstermediler. Beraberliğin bozulmadığı dok­ san dakikaya bir yarım saat eklenmesi, 1-1’i değiştire­ medi. Çaresiz iş kalecilere kaldı. Penaltılarda Meksi­ kalI futbolcular iki fire verince, Bulgaristan 4-2’lik so­ nuçla turu geçti. Çeyrek finalin dört maçından üçü tek farklı sonuç­ larla bitti. Bir maç ise penaltılara kadar uzadı. İsveç - Romanya karşılaşmasıydı bu... Müthiş bir mücadele seyredilmişti. İlk yarı 0-0 beraberlikle kapanmış, sonra

396 Brolin’le 1-0 öne geçen İsveçliler, bitime sadece iki da­ kika kala yedikleri golle l - l ’e boyun eğmişlerdi. Uzat­ mada bu kez gol Romenlerden, gene Raducioiu’dan gelmiş, ama onlar da 2-1 galip durumlarım 115. daki­ kada Kennet Andersson’un golüyle kaybetmişlerdi. Sonra kaleciler sırayla kalelere geçmiş, penaltılar baş­ lamıştı. Ne kadar gariptir ki, oyunda attığı iki mükem­ mel golle yıldızlaşan Raducioiu, uzatmadan sonraki penaltı atışında golü kaçırmıştı. Bir de Belodedici ka­ çırınca... İsveç penaltılardan 5-4, maçtan da 7-6 galip çıkmış ve çeyrek final kapısından girmişti. Romenler ise üzgündü. Tabii en çok da maçın iki golünü atıp sonraki bir penaltıyı atamayan Raducdoiu... İtalya’yı çeyrek finale Roberto Baggio taşımıştı, at­ tığı iki golle... Yarı finale çıkaran da, gene Baggio oldu. Daha doğrusu Baggio’lar... Geçen rmaçta bir Baggio iki gol atmıştı. Bu kez iki Baggio bire r gol attı. Sonuç­ ta İtalya, yarı finale yükseliverdi. İlk yarıda İspanya, İtalya karşısında pek de etkili görünmemişti. Bundan yararlanan Dino Baggio, 26. dakikamda ünlü ve dene­ yimli kaleci Zubizaretta’yı aldatan biir vuruşla takımı­ nı 1-0 öne geçiriyordu. Ama ikinci y'arıda İspanyollar hızlanıyor, bu hız çok geçmeden kenedini gösteriyordu. Ne var ki İspanyollar şanslı bir gol a tmış sayılırdı. 58. dakikada Caminero’nun sert vuruşumda top Benarri- vo’ya çarpıyor ve kalecinin yanmdam ağları buluyor­ du. 1 - 1 ’lik durumun devam edeceği., maçın uzayacağı tahmin edilirken... Tam 87. dakikada... Yani normal sürenin bitmesine sadece üç dakika kala... Kim? Bili­ yorsunuz artık. Roberto Baggio ortaiya çıkıyor ve golü atıyordu. Bu bir yarı final getiren altım goldü. İtalya 2-1 kazanırken, İspanya bir kupadan dtaha başı eğik ayrı­ lıyordu. İtalyanlar maçı kazanmıştı,, ancak futbolcula-

397 rmdan Tassotti diğer arkadaşları kadar çok sevineme- yecekti. Çünkü maçtaki sert hareketiyle Luis Enri- que’nin burnunun kırılmasına neden olduğu için, f İ fa kendisine tam sekiz maç ceza verecekti. Haaaa, durun durun!.. O kadarla kalsa iyi... 15.500 dolar da para cezası... Çeyrek final maçları gol bakımından hayli kısır geçmiş, gene de en gollü karşılaşma Brezilya - Hollanda maçı olmuştu. Toplam beş golün seyredildiği bu mü­ cadelede Brezilya, kendisini favori gösterenleri mah­ cup etmemiş, 3-2’lik galibiyetle kupaya elini biraz da­ ha yakından uzatmıştı. 0-0 kapanan ilk yarıdan sonra Siyah İnciler’in iki çalışkan adamı, Romario ile Bebe- to golleri paylaşıyor ve takımlarını 2 -0 öne geçiriyor­ lardı. Gollerin kapısını 51. dakikada Romario açıyor, 63. dakikada da Bebeto ikinci sayıyı tabelaya yazdırı­ yordu. Bebeto maçtan sonra, attığı bu güzel golü, bir gün önce doğan oğluna adadığını açıklayarak, ayrıca “günün olayı”nı yaratacaktı. Ancak Bebeto ve arka­ daşları bu golün sevincini yaşarken, aynı dakika için­ de santra ile birlikte atağa kalkan Hollandalılar da ilk gollerini kaydediyorlardı. Bergkamp’m, durumu 2- l ’e getiren golü de mükemmeldi. Brezilya birden dur­ muştu sanki... Sekiz dakika içinde ikinci golü de ka­ lesinde görüyordu. Bu kez Winter’di golcü... Tribün­ lerde ise, Brezilya’nın 2-0’dan sonra farka gitmesini bekleyenler, oyunun birden 2 -2 olması karşısında çok şaşırmıştı. Brezilyalılar zoru görünce açılıyordu. Gene öyle olmuş, yeniden fırtınalaşmışlardı. İşte tam 80. dakika oynanıyordu ki... Bruno harika bir şut çıkarı­ yor, stadı ayağa kaldırıyordu. Hakem son düdüğü ça­ larak, Brezilya’nın Hollanda’yı 3-2 yendiğini ilan edi­ yordu.

398 Almanlar değil, Bulgarlar alkışlandı...

Sıra Almanya - Bulgaristan maçındaydı. Dört yıl önce kucakladığı kupayı gene evine götürmek isteyen Al­ manya karşısında Bulgaristan’a şans verenler pek azdı. Grubundan üçüncü olarak 2. tura çıkan, bu turda da uzatmadan sonraki penaltılarla yoluna devam eden Bulgaristan için bu kadarı yeter görülüyordu. “Bulga­ ristan kim, kupayı kaç kez kazanan Almanya kim? Al­ ınanlar bırakır mı hiç?” diyordu herkes... Uluslararası futbol piyasasında da, Alman futbolu ile Bulgar futbo­ lu arasındaki kıyaslamada Almanlar çok, ama çok ağır basıyordu. Bütün bu peşin yargılarla başlayan maçın ilk kırk beş dakikası golsüz kapandığında bile, gene de “Almanlar ne yapar yapar, alır bu maçı” diyordu bü­ yük çoğunluk... Bu düşünceler arasında 48. dakikada KolombiyalI hakem bir de “penaltı” verince... “Ta- maaaam!.. Bulgaristan’a güle güle...” Topun başına da büyük yıldız Matthaeus gelince... “Toooor!” diye ba­ ğırıyordu stadtaki Almanlar... Onların “Goool”üydü “Toooor...” 1954’den beri duymaya alışmıştık. 48. dakikada atılmıştı bu gol... Yani Almanlar 48. daki­ kada 1-0 öne geçmişti. Dakikalar birbirine ekleniyor­ du: 58. dakika... 6 8 . dakika... 78. dakika... Yoooo... Durun durun!.. 78’e gelmeden 76. dakika var... Stoich- kov’un kendine özgü o nefis geçişleri sonunda, birden bombaladığı topun ağlarla buluşması... İşte tam 76. dakikadaydık o anda... Ve durum 1-1 oluvermişti... Almanlar “Ne oluyor? Bu da nesi?” derken... “İkinci­ si” patlıyordu Alman kalesinde... Bu sefer Lechkov’du golün kahramanı... Almanlar, iki dakika içinde 1-0 ga­ libiyetten 2-1 yenik duruma düşüvermişlerdi. Sekiz yıl­ dır Dünya Kupası’nda böyle bir kaza gelmemişti baş-

399 larma... Uzunca dönemlerin unutulmaz büyük futbol­ cusu Berti Vogts, şimdi milli takım teknik direktörü olarak başı önünde, kenarda büzüldükçe büzülüyor­ du. Bulgarlar son dakikalarda öyle bir tempo tuttur­ muştu ki... Almanlar için şapka çıkarmak, şapka yok­ sa ellerini çırpıp alkışlamak gerekti Bulgarları... Öyle de oldu. Hakemin bile içinden bu sonuca şaşırdığım iddia edebilirdiniz. Fakat Bulgaristan takımı gerçek­ ten böyle bir sonucu hak eden futbol oynamıştı. Dün­ yaya yıllarca futbol dersi veren son şampiyon Alman­ ya ise, kupa adayı son dört takım arasına bile kalamı- yordu. Futbol böyledir bazen... Ya da derler ya, “Fut­ bolun adaleti hiç belli olmaz!” diye... Ama itiraf ede­ lim ki, o maçın öncesinde kime sorsanız, hiç kimse “Belki Bulgarlar yenebilir” demezdi, diyemezdi. Şimdi bakalım yarı finalden geriye kimler kalacak?.. İlk maçta dört takımın kaderini toplam dört gol be­ lirledi. İtalya’nın kısmeti 2 -1 ’den açılmıştı. 2 . turda Nijerya’yı uzatmada 2-1 yenmişti İtalyanlar... Sonra çeyrek finalde İspanya’yı 2 -1 ’le geçtiler. Şimdi yarı fi­ nalde gene 2-1 ’lik bir galibiyet... Ve Baggio’ların takı­ mı, kupayı bir kulpundan tutmuştu artık... “Bag- gio’ların takımı” deyişim sözgelimi değil... Son maç­ larda takıma tur atlatan goller, Roberto Baggio’dan gelmişti. Sonra iki Baggio (Roberto ve Dino) paylaş­ mışlardı galibiyeti getiren iki golü... Şimdi yarı final­ de de İtalya, kupanın sürpriz takımı Bulgaristan’ı ge­ ne 2-1’le geçerken, iki gol de gene Roberto Baggio im­ zalıydı. Üstelik bu kez sonucu çok çabuk almıştı Bag­ gio ve arkadaşları... 21. dakikada ilk golü atan Ro­ berto, beş dakika sonra da gollerini ikilemişti. Ancak hemen kaydedelim, Bulgarlar güzel futbol gösterişimi bu maçta da sürdürmüşlerdi. İtalya iyi dayanmış, ünlü

400 golcü Stoichkov’un bir penaltı golünden fazlasına izin vermemişlerdi. Maçı 2-1 kaybeden Bulgarlar, Fransız Kakem Q uiniou’nun final şanslarım çaldığından şikâ­ yet edeceklerdi. M açı izleyenlerin pek çoğuna göre de, Bulgar futbolcuları bu yakınmada pek haksız değildi. İtalyanlar, galibiyeti korumak için sonlarda epey sertli­ ğe başvurmuş, bu arada hakem bir penaltı çalmıştı. An­ cak çalınmayan, verilmeyen bir, hatta iki pozisyon da­ ha vardı ki, yıllar boyu tartışılacaktı. İtalya, Bulgaristan’ı yenip finale çıkmıştı da, karşı­ sına kim gelecekti bakalım? Bu arada unutmadan du­ yurayım. Bir gazeteci, Maradona’yı bulup konuşmuş­ tu. Gözlerden ırak olan Arjantin yıldızı, ünlü “Bücür”, “Futbola küstüm” demiş ve eklemişti: “Dünya Kupası maçlarını televizyonda bile seyretmiyorum. İlgilenmi­ yorum artık futbolla...” O ilgilenmiyordu ama, aynı anlarda yeryüzünde milyonlarca insan, adeta futboldan başka şeye bakmı­ yordu. İkinci finalistin “Brezilya” olacağından şüphe eden yoktu da... Gene de bir “İsveç Sürprizi” düşünen, hatta bunu şiddetle savunan birkaç otorite çıkıyordu. Brezilyalılar, işi bir sürprize bırakmayacak kadar ciddi başlamışlardı oyuna... Oyun güzeldi güzel olması­ na... Yalnız, futbol maçlarında güzelliğe puan verilmi­ yordu. Gol gerekti, gol... O gol da ortalarda yoktu. Bebeto’suyla, Romario’suyla saldırıyordu Brezilya ta­ kımı... I-ıh! Gol gelmiyordu. İlk yarı 0-0 kapanmış, güçlü rakibinin gol atamadığını gören İsveç’e güven gelmişti. Kuzeyli sarışınlar “Onlar atamıyorsa biz ata­ lım” diye akmlarım sıklaştırınca, bir süre bocalamıştı Brezilya... Fakat futbolda rastlantıların rolü gerçek­ ten büyük oluyor. Flatırlayacaksmız, bir önceki maçta, çeyrek finalde Brezilya, Flollanda karşısında da 2-2’yi

401 bozmak için mücadele ederken, bitime sadece on d,ı kika kala, evet evet, tam 80. dakikada Bruno’nun mu kemmel golü ile turu geçmeyi başarmıştı. Yarı finaldi’ de oyun 0-0’la 80. dakikayı bulduğunda, bu kez Ro mario şahane bir kafa vuruşuyla, Brezilya’nın finalist liğini dünyaya ilan ediyordu. Kupanın öteki kulpunu da Brezilyalılar yapışmıştı.

Gene tam 80. dakikada...

Ancak bir noktayı unuttum: İsveç, maçıiı son otuz da kikasında on kişiyle mücadele vermişti Brezilya karşı­ sında... Bu bakımdan yarı finalin öteki maçında nasıl Bulgarlar, “Hakem penaltılarını vermedi” diye şikâyet ettiyse, turun öteki maçı sonunda da İsveçliler “Fut­ bolcumuz Thern’i 60. dakikada kırmızı kartla oyun­ dan çıkarmakla, KolombiyalI hakem Torres sonucu et­ kiledi. On bir kişiyle devam etsek, belki de kupaya uzanan, bizim ellerimiz olurdu” diye yakınacaklardı. “Üçüncülük maçı” Bulgarlar için de, İsveçliler için de teselli kaynağı olabilirdi. Yarı finaldeki şikâyetlerini bı­ rakıp, ikisi de bu maça konsantre olmayı; tercih ettiler. Ancak üçüncülük maçı, beklendiği türdeiı bir mücade­ leye sahne olmadı. İsveç, turnuvadaki en güzel oyunla­ rından birini tutturdu ve bu oyunu nefis gollerle süsle­ meyi de başardı. Brolin, Mild, Larsson ve K. Anders- son’dan gelen gollerle sahadan 4-0 gibi farklı skorla ayrılan İsveç, böylece 15. Dünya Kupası’inn Üçüncüsü olarak futbol tarihindeki yerini alıyordu. Artık gözler büyük finale çevrilmişti. Brezilya, futbolun en büyük rekorlarından birini ilk kıran takımdı. 1958, 1962 ve 1970 yıllarında Dünya Şampiyonu olmuş,, bu başarıyla da “Jules Rimet Kupası”nı ebediyen müizesine götür­

402 müştü. 1974’den itibaren konan yeni kupa, “ f İ f a Dün­ ya Kupası” sahibini bekliyordu. Onu da üç kez kaza­ nan kucaklayıp götürecek, artık kimseye de vermeye­ cekti. Şimdiye kadar bu yeni kupa için yapılan müca­ delelerde, Almanya 1974 ve 1990’da, Arjantin de 1978 ve 1 9 8 6 ’da şampiyon olmuştu. Brezilya ise, 1970’den bu yana, yani yirmi dört yıldır hasretti kupaya... Öte­ ki finalist İtalya ise, f İ f a Dünya Kupası’m 1982’de bir kez kazanmıştı. Bu kez de alırsa, kupayı ebediyen evi­ ne götürmek için bir tek adım kalacaktı önünde... İşte bu düşünceler, arzular, dilekler, hesaplar içinde 17 Temmuz 1994 günü geldi çattı. Futbol tarihinde on dört Dünya Kupası oynanmış, on dördünde de finalde bir takım ötekini yenerek ku­ payı almıştı. 1994’de Amerika Birleşik Devletleri’nde oynanan finalde ise, ilk kez kupanın sahibi, iki saatlik uzatmalı maç sonunda penaltı atışlarıyla belirlendi. Finali beğenmeyenler, beğenenlerden çok fazlaydı. Futbolun çiçeği olan golden yoksun bir finali beğen­ mek de pek kolay değildi. Brezilya ve İtalya yüz yirmi dakikada da bir tek gol atamamıştı. İkisi de “Dünya Şampiyonu” unvanını kaçar kez kazanmış, futbolun en büyükleri olarak isim yapmış Brezilya ve İtalya, tat­ sız tuzsuz bir oyundan sonra 0 -0 ’lık tabelayı ancak penaltı atışlarıyla değiştireceklerdi. Macar hakem San- dor Puhl’un yönettiği finale iki takım şu on birlerle çık­ mıştı: B r e z İ l y a : Taffarel - Jorginho, Aldair, Santos, Branco - Silva, Dunga, Mazinho, Zinho - Bebeto, Ro- mario İ t a l y a : Pagliuca - Mussi, Baresi, Maldini, Benarri- vo - Berti, Albertini, Dino Baggio, Donadoni - Ro- berto Baggio, Massaro

403 Los Angeles’in Rose Bowl Stadı’nda Whitney Ho- uston’un şahane konseri ile süslenen muhteşem kapa­ nış töreni yanında, büyük finalin futbol olarak büyük­ lüğü adından ibaret kalacak, doksan değil, yüz yirmi dakikada iki dev takım tek gol atamayacaktı. Sonunda kalecilerin üstüne kaldı yük... Ya da pe­ naltı kaçıranların üstüne kaldı suç... Brezilya’dan Ro- mario, Branco ve Dunga, üç penaltıdan topu ağlarla buluşturdular. Brezilya’nın üç golüydü bu... Santos, kaleci Pagliuca’ya nişanlayıp kaçırmıştı. İtalyanlardan ise, Albertini ve Evani iki gol kazandırmayı başardı­ lar. Ya İtalya’nın öteki penaltıları? Baresi dışarı atmış­ tı. Massaro da kurnaz bir vuruş yapamamış, topun ge­ lişini iyi tahmin eden kaleci Taffarel, golü önlemişti. Hepsi tamam da, kaç maçtır harika golleriyle herkesi hayran bırakan o müthiş golcü, büyük yıldız Roberto Baggio’ya ne demeliydi? Öylesine kötü vurmuştu ki topa... Penaltıdan giden top, kalenin uzağından dışarı çıkmıştı. Roberto Baggio başta, bütün İtalya kan ağla­ yacaktı şimdi... Stadı 94.194 kişi doldurmuştu finalde... Ama asıl rekor, Tv’de kırılmıştı. Stadlarda, toplam üç milyar beş yüz bin kişi seyretmişti 1994 finallerini... Bu maçları Tv’de izleyenler ise, otuz iki milyarı aşıyordu. 1 9 9 0 ’da on altı kırmızı kart gösterilmişken, bu kez sayı bir ta­ ne de olsa azalmış, 1994’te kırmızı kartla oyundan atı­ lan futbolcu toplamı on beş olmuştu. Ama sarı kartlar çok artmıştı. Dört yıl önce yüz altmış dört oyuncu sa­ rı kart görmüşken, bu defa sarı kart görenler, tam iki yüz yirmi yedi futbolcuydu. 15. Dünya Kupası’nm gol krallığını Rus Salenko ile Bulgar Stoichkov paylaşmıştı. İkisi de altışar gol atmış­ tı. Bir farkla: Rus Salenko, aynı zamanda “bir maçta

404 en çok gol atan futbolcu” olarak da alkışlanmıştı. Bir maçta tam beş gol... Salenko’nun rekoru muhteşemdi. Brezilya, yirmi dört yıllık özlemini dindiren bu şam­ piyonluğu günler geceler boyu kutladı. Tarihin en bü­ yük karnavallarından birine sahne oldu Rio de Jane- iro... Devlet Başkanı bir gün resmi tatil ilan etti. Halk sabahlara kadar sokaklarda samba yaptı. Gösteriler­ de ölçüyü kaçıranlar çoktu. Bu arada yüze yakın insan yaralanmıştı. Brezilya’da hayat uzun bir süre durmuş; hemen her Brezilyalı, dans ederek ya da sevinç gözyaş- larıyla şampiyonluğu kutlamıştı.

Brezilyalı golcii R om ario mutlulukla kupayı öpiiyor. Brezilyalı futbolcular başarılı hocaları Carlos A lberto Parreira'yı sevinçle havaya kaldırıyor.

Tribünlerde Brezilyalılar coşku içinde şampiyonluğu kutluyor. fcjÜHftS İtalyanlar perişan... Hele penaltıyı kaçıran biiyiik golcü Roberto Baggio. 16. Dünya Kupası 1998 FRANSA

FP.fi.NCe. S < ? 20. yüzyılın ya da milleniumun son Dünya Kupası’nm ev sahipliği onuru Fransa’ya verilmişti. Tıpkı altmış yıl önceki gibi... 1938’deki 3. Dünya Kupası da Fran­ sa’da yapılmış, ama bu finaller sonunda Fransızlar “şampiyon olamayan ilk ev sahibi” unvanıyla epey üzülmüşlerdi. İlk kupa maçları Uruguay’da oynanmış ve Uruguay şampiyon olmuştu. Dünya Kupası’nın İkincisinde de şampiyonluğu, ev sahibi İtalya kazan­ mıştı. Ama üçüncü turnuvada kupayı alamayan Fran­ sa, boynu bükük ayrılmıştı sahalardan... Şimdi bütün Fransızlar “Eh artık bu kez kaçırmayız kupayı” diyor da başka şey demiyorlardı. Tıpkı bizim gibi... Tıpkı bizim “Eyfel Kulesi’nin önünde fotoğraf çek­ tirip dönsek bile yeter” diyen bazılarımız gibi... “Paris dediğin şurası... Üstelik takımımız da iyi... Bu sefer muhakkak gideriz” diye umutlandığımız ele­ melere tökezleyerek başlayınca, bir anda tüm umutlar gitmişti sanki... Brüksel’de Belçika’ya kafa tutama­

dık. Sergen Yalçın (b j k ) bir gol kazandırıyor ama yet­ miyor, 2-1’lik mağlubiyetten kurtulamıyorduk. Neyse ki, dört yıl önceki kupadan alacaklı olduğumuz San Marino, bu sefer berabere kalmak gibi bir yanlışlık yapmıyor da... kalesini ağzına kadar açarak bize yeni­ den umut veriyor. O günlerde Beşiktaş forması giyen

411 Oktay Derelioğlu’nun tam dört golüne Hakan Şükül (gs) iki tane ekliyor, bir de Ertuğrul Sağlam (BjK)’dan... 7-0’lık galibiyet, süper... San Marino önünde geçen kupa elemelerinde 0-0 .1 boyun eğdik diye ne kadar üzüldükse; şimdi, Galler t.ı kımıyla Cardiff’de 0-0 berabere kaldık, diye gerçekli n mutlu oluyoruz. Derken... Of of of!.. Tribünde üst üs te istif olmuş, bin bir zahmetle maçı izlerken birden nasıl rahatlıyoruz, bilemezsiniz. Hepimiz kolkola aya ğa fırladık, “Gooool” diye... Kolay mı Hollanda’yı yenmek!.. Hakan Şükür’le gidiyoruz galibiyete. 1 -O’lık Hollanda galibiyetimizden sonra Belçika önünde gene ne oldu, anlayamadık. Oktay Derelioğlu’nun golü, şe­ ref sayımız olarak kalıverdi. Kalemizde ise tam üç gol vardı. Ali Sami Yen’deki 3-1 ’lik bu Belçika yenilgisin­ den sonra öyle bir güzellik gelecekti ki... Güller aça­ caktı futbol bahçemizde... Birbirinden güzel güller... Tam altı tane... Hakan Şükür’le dört gol... Istanbul- spor’lu Saffet Akyüz’den ve Oğuz Çetin’den de birer gol... Tam deyimiyle, yarım düzine gol... Bir Dünya Kupası elemesinde Galler takımına altı gol atmak, her babayiğidin harcı olmasa gerek... Bu arada Galler’in kalemize gönderdiği dört golü bile unutabiliriz. Sonu­ ca bakın siz, sonuca! Basketbola selam gönderen bir sonuç: 6-4! Çoğunu atan bizim çocuklar ya, ona bakın siz, ona!.. Ve atmaya başlayınca, devam ediyoruz. Altı değil de beş bu sefer... İlk maçta 7-0 yendiğimiz San Marino’yu, şimdi 5-0’lu gönderiyoruz. Arif Erdem (g s ) iki golün kahramanı... Hakan Şükür’le Trabzonlu Hami Mandıralı’dan da birer gol... Bizimkiler atmak­ tan yorulmuş olmalı ki, bir golümüzü de San Mari- no’lu Gobbi kendi kalesine atıyor. Centilmenlik dedi­ ğin böyle olur işte! Ama beşlere, yedilere bakıp da se­

412 vinirken... Sonuncu maçımızda Hollanda’nın karşısı­ na çıkıyoruz Amsterdam’da. Hakemin ilk düdüğüyle son düdüğü arasında bir fark yok... Skor levhası, baş­ ladığında ne gösteriyorsa, bitiminde de aynı: 0-0 ! Çok umutlandığımız elemelerdi 1998 öncesinde oy­ nadıklarımız... Pekâlâ iyi bir tablomuz vardı: Sekiz maçtan dördünü kazanmak, az başarı mıydı? Öteki dört maçın da sadece ikisini kaybetmiştik. İkisinde ise, rakiplerimizin evinde galibiyeti vermemiştik. Sadece iki yenilgimizin oluşu bile, tablomuzun güzelliğini göster­ miyordu muydu? Ya gol averajımız? Eski Dünya Kupası elemeleri gözlerimizin önüne gelince, bir “m aşallah” çekmeden geçemiyorduk. Sadece yedi gol yemiştik. Kar­ şılığında ise, tamamı tamamına yirmi bir gol atm ıştık... Hollanda’ya bir, Belçika’ya iki, Galler’e altı, San M ari­ no’ya da on iki gol... Aaah ah! Şu Belçika’ya şansımız bir tutsaydı!.. İki maçın birini olsun kazanabilseydik!..

Finallerde otuz iki takım...

Dünya Kupası 1930’da başladığında, dörder takımlı dört grup kurmanın kolaylığı düşünülmüş, “dört kere dört on altı eder”den hareketle, finallerin on altı takım arasında oynanması uygun görülmüştü. Ne var ki, -anımsayacaksınız- o tarihte dünya çapındaki ekono­ mik kriz nedeniyle ilk kupaya katılma az olmuş Ve bu ilk finaller de on üç takım arasında oynanmıştı. Sonra bu rakam on altıya tamamlanabildi. Gün geldi, “Final­ lere daha fazla takım alınsın” tezi ortaya atıldı. Çok geçmeden de finalist sayısı yirmi dörde çıkarıldı. Yirmi dört de dörde rahatça bölündüğünden, bu öneri çabuk kabul edilmişti. Nihayet 1998’de, futbolun en büyük heyecanına otuz iki takımın ortak olması öne sürüldü.

413 Çabuk da kabul edildi. 1998’de Fransa’daki on altıncı finallerde, tam otuz iki ülkenin takımı yer alıyordu. Fb nalist sayısı böylesine arttığı halde, evet evet, Dünya Kupası’na artık otuz iki takım katıldığı halde, bizim bu otuz iki takımın arasına da giremeyişimiz haklı ola­ rak hepimizi üzmüştü. 1974’ten bu yana, hiçbir Dünya Kupası finalinde bir tek Türk hakemine bile görev verilmeyişinden ötürü duyduğumuz üzüntü de devam ediyordu. Yani, bir kez daha “finallerin seyircisi” olmaktan öteye geçemeyecek­ tik. Benim içinse bu kupanın büyük özelliği, gazeteci- yazar-spiker-sunucu olarak izleyeceğim onuncu kupa olmasıydı. Türkiye’nin aralarında bulunduğu on altı fi­ nalisti izleyerek 1954’te başlayan “Dünya Kupası” serü­ venim, 1998’e kadar gelmiş, İsviçre’den çıktığımız yol­ culukta onuncu durağımız Fransa olmuştu. Tabii “ku­ paya katılma rekoru”nu kimse Brezilya’nın elinden ala­ mazdı. On beş kupanın on beşinde de, yoklamada “burda” diye el kaldıran çalışkan öğrenci, Brezilya’dan başkası değildi. Şimdi Fransa’da gene en iddialı olanla­ rın başında Brezilya geliyordu. Öte yandan Fransa, bu ikinci ev sahipliğinde ilkinden çok daha şanslı görünü­ yordu. Gerçekten maçlar başlarken, tüm ulusuyla kupa­ ya ellerini uzatan Fransa vardı karşımızda... Şöyle bir eskilere dönerken, finallere onuncu kez gidişimi söyler­ ken, o kupalarda tam beş kez oynanan bir futbolcu aklı­ ma geldi. Rekoru yıllardır kınlamayan Meksikalı kaleci Carbajal... Dile kolay, 1954’den 1976’ya kadar, peş pe­ şe beş kupada takımının kalesini korumuştu. Belki çok büyük bir kaleci değildi ama, tam beş kupada forma giymiş olma rekorunu kimseye kaptırmayarak, bir “fut­ bol büyüğü” olarak tarihe geçtiği için alkışlanmalıydı. Tabii on altıncı finaller başlarken sorulan önemli bir so­

414 ru da, Fransa’daki bu maçlarda Fransız futbolcu Fonta- iııe tarafından 1958’de elde edilen on üç gollük rekorun yenilenip yenilenemeyeceği idi. Fontaine, İsveç’teki maç­ larda birbirinden güzel on üç gol atmış, sonraki hiçbir şampiyonada bu rakama ulaşan çıkmamıştı. Şimdi fi­ naller Fransa’da oynanıyordu. Fontaine de bir “ulusal kahraman” olarak tekrar alkışlanıyordu. Ama onun re­ korunun kendi evinde bir başka futbolcu tarafından kı­ rılıp kırılamayacağı sık sık soruluyor, yanıtı da merakla bekleniyordu. Tabii ki kupada on dört gol atan Alman Gerd Müller’in bir başka rekoru, Müller’i “İki kupada on dört gol atan golcü” tahtında oturtuyordu. Bakalım onun tacı da gidecek miydi 1998 finallerinde?

Kupada iki formahlar...

Bir an için geriye dönüp eski kupalara şöyle bir göz atarken, bir başka ilginç nokta aklıma geldi. Dünya Kupalarına, birden fazla ülkenin milli formasıyla katı­ lan futbolcular da unutulamazdı. Bu işi o eski, dikta­ tör bozuntusu Mussolini başlatmıştı. 1930’daki Monti adlı Arjantinli futbolcu, Mussolini’nin girişimi sonun­ da, ertesi kupada (1934’te) İtalya milli formasını giy­ mişti. Daha sonra da, 1954 finallerinde Uruguay takı­ mında seyrettiğimiz Santamaria, 1962 Kupası’nda İtal­ ya takımında yer alacaktı. Ünlü Puşkaş’ın Macar for­ masıyla 1954 finalinde oynamasından sonra, 1962 fi­ nallerinde İspanya takımı oyuncusu olarak sahaya çık­ ması çok ilgi çekmişti. Nihayet Brezilyalı Altafini de, 1962’de İtalyan oyuncusu olarak finallere katılanlar- dandı. Yalnız, dikkatinizi çekmiştir sanırım: Bir Dünya Kupası’nda giydiği milli takım formasını çıkarıp da, bir başka kupada bir başka ülkenin formasıyla oyna­

415 mak garipliği, çoğunlukla 1962’de Şili’de yapılan şanı piyonada görülmüştü. Tekrar dönelim milleniumun ya da yirminci yüzyılın son Dünya Kupası’na... Eskilerin deyimiyle, “Asrın Kıı pası”na... Gerçekten 1900’lü yılların son büyük futbol şöleni... Hatta bazı gazetelere göre de “16. Dünya Sava­ şı”... (Kupa sırasında yedi bin polis ve iki bin asker gö­ rev yapacağına göre, bu başlık pek de yanlış sayılmaz!) Bu arada Yeni Dünya’dan gelen bir sese de kulak verirsek... 1998 Dünya Kupası “En aptal kupa” imiş bazı Amerikalılara göre... Böyle düşünen ABD’liler di­ yorlar ki: “Nerdeee NBA’daki basketbol heyecanı? Hatta a b d Açık Golf Turnuvası bile ondan çok daha cazip... Bir dolu insan bu sıkıcı, hatta aptal oyunu seyredecekler koca bir ay boyunca...” İsteyen istediği gibi düşünedursun, biz hemen, önemli, hem de çok önemli bir notu yazmayı unutma­ yalım: Bu 16. Dünya Kupası finallerinde “Altın Gol” kuralı uygulanacak... Yani berabere biten maçlarda “yarım saatlik uzatma” yok!.. Daha doğrusu bu uzat­ ma var olmasına gene var da... Doksan dakika bera­ bere bitti mi, maç uzatılmaya başlanacak. Fakat bir ta­ raf bir gol attı mıydı, oyun bitecek. O gülü atan taraf, “galip” ilan edilecek. Sonrası oynanmayacak. Eğer hiç gol olmazsa, o zaman uzatma yarım saat oynanacak, sonunda gene yenişemezlerse, iş penaltılara kalacak. ... Ve büyük kupa başlarken... İlginç ufak tefek ha­ berler: • Paris’e dünyanın her yerinden “fahişe akını” ola- cak(mış)!.. • Otuz altı yaşındaki KolombiyalI milli futbolcu­ nun yüz bin dolarlık vergi borcunu Federasyon ödemiş ve futbolcu öylece yurtdışına çıkabilmiş!

416 • Almanya’da bazı birahaneler “Her golde bedava bira” vereceğini ilan etmiş! • 16. Kupa’nın en genç oyuncusu Kamerun’un, ya­ zılışı bize garip gelen futbolcusu Eto’o... On sekiz ya­ şını sadece üç a y geçmiş... • 16. Kupa’nın en yaşlı oyuncusu, İslcoçyalı Leigh- ton. Yirmi gün sonra kırk yaşına basacakmış!.. • “Dünyanın en hızlı golü” rekoru, bakalım burda kırılacak mı? Bunu en çok Fransızlar merakla bekliyor. Çünkü bugüne kadar Dünya Kupası’nda atılan en hız­ lı gol, 1962 finallerinde Fransa kalesine girmişti. Ma­ çın tam 27. saniyesinde... İngiliz Robson atmıştı. » ... Ve Dünya Kupası tarihinde ilk golü de bir Fransız atmıştı. 1930’da ilk finallerin ilk maçındaki bu golün kahramanı, Fransız Laurent idi.

Artık açılışa gidebiliriz...

Stade de France, Paris’in bu görkemli stadı, 10 Haziran 1998 günü 16. Dünya Kupası’nın açılış törenini bekli­ yor. Aslında Fransızlar, açılış eğlencelerine bir akşam önce Paris sokaklarında başlamışlardı. Binlerce insan, sporun bu büyük olayını inanılmaz bir coşku ve heye­ canla karşılamıştı. Artık söz “FutboP’daydı. İspanyol hakem Garcia Aranda’nın ilk düdüğüyle Brezilya - İs- koçya maçı başlıyor ve daha beşinci dakikada Sampa- iao ile bu kupanın ilk golünü atan Samba’cılar, herkese “Şampiyonluğun en büyük favorisi Brezilya’dır” de­ dirtiyorlardı. Ancak 1998 finallerinin bu ilk maçında garip ilk’ler çıkacaktı sahaya... Kupanın ilk penaltısı gelecekti gündeme... 36. dakikada Collins’in penaltısı karşısında (daha sonra Galatasaray’ın kalesini koruya­ cak) Taffarel, kadere boyun eğecek ve maç birden 1-1

417 duruma girecekti. “Herkesin Favorisi” Brezilya, bu anda “Bu takım mı şampiyon olacak?” dedirtmeye başlıyor, “Samba eski tadında değil” sözleri ağızlardan dökülüyordu. Brezilya, bitime on sekiz dakika kala ga libiyet golünü atarak rahat bir nefes alacak ve maçtan 2-1’lik sonuçla ayrılacaktı. İyi de “Golü hangi Brezil­ yalı atmıştı?” diye soracak olursanız... “Hiçbiri” de mem gerek. Çünkü Brezilya’nın galibiyet golünü ters bir vuruşla kendi kalesine atan, İskoç savunma oyun cusu Boyd’dan başkası değildi. Açılış gününün öteki maçında ise, Norveç’le Fas’ın 2-2 beraberliği kimseye ilginç gelmemişti. Bu dört takımın yer aldığı “A” Grubunda Norveç, ikinci maçında da beraberliği bozmadı, bu kez İskoçya ile 1-1 kaldı. Fas ise ilgi çekici bir grafik çizmişti. Brezil­ ya’ya 3-0 yenilmiş, ama aynı sonuçla İskoçya’yı saha­ dan silmişti. Fas, bu 3-0’lık galibiyetle bile elenmekten kurtulamamıştı. Gruptaki en şaşırtıcı sonucu alan Nor­ veç, iddialı Brezilya’yı yenmeyi başarıyor ve Brezilya ile birlikte 2. tura çıkıyordu. Teknik Direktör Zagallo bu sonuca çok sinirlenmiş, “Brezilya’nın tarihte hiçbir ku­ pada ilk turda yenilgi almadığını” hatırlatmıştı. Maçlar başlamıştı da... Bu arada küçücük bir ül­ keden büyük ses gelmesi, herkesi hayrete düşürmüştü. Okyanus’taki küçük ada Papua Yeni Gine’de halk, maçların Tv’den naklen yaymlanmayışı nedeniyle ayaklanmıştı. Yaklaşık on dört milyar lira tutan nak­ len yayın parası hükümet tarafından ödenmeyince, naklen yayın durdurulmuş, halk da buna isyan etmiş­ ti. Neyse ki hükümet sonunda bu parayı veriyor ve küçük adadaki büyük isyan, “Tv’de futbol” yüzünden çıkan olaylar yatıştırılıyordu. Tekrar maçlara dönelim ve şimdi “B ” Grubuna bir göz atalım . Her kupaya büyük iddia ile gelen İtalyanlar, gene gözlerini kupaya dikmişlerdi. Ne var ki, ilk adım­ da tökezleyen Baggio ve arkadaşları, önemsemedikleri Şili karşısında, bırakın galibiyeti, beraberliği bile hake­ min lütfuyla kurtaracaklardı. Vieri ile 1-0 öne geçen İtalya, daha sonra yediği iki golle sersemliyor, ancak maçın bitmesine sadece beş dakika kala ve hakemin icat ettiği bir penaltı ile sahadan 2-2 beraberlikle ayrılıyor­ lardı. D ört yıl önce finalde penaltı kaçıran ünlü yıldız Roberto Baggio, bu kez şanssızlığını yeniyor ve topu çok güzel bir vuruşla ağlara göndererek takımını yenil­ mekten kurtarıyordu. İtalya, sonraki iki maçını da ka­ zanarak 2 . tura rahat çıkacaktı. Önceki kupaların sürp­ riz takımı Kamerun, bu defa da kendini göstermiş; an­ cak Şili ve Avusturya karşısında aldığı 1-1 beraberlikler, turu geçmesini sağlayamamıştı. Kamerun yetkilileri ise örnek bir davranış sergileyecekti. Kamerun Spor Baka­ nı, teknik direktörüyle görüştükten sonra, “Takımları­ nın pekâlâ iyi oynadığını, tur şansını ise hakemin hatalı kararıyla kaybettiklerini” belirterek, futbolcularına iyi bir “zafer primi” verilmesini kararlaştıracaktı. Böylece “B ” Grubunda İtalya ve Şili tur atlamışlardı. Şili, üç maçını da berabere bitirerek aradan sıyrılmıştı.

Fyansızların futbol devrimi...

“C” Grubu, tüm dikkatlerin üstüne çevrildiği gruptu. Öyle ya, ev sahibi Fransa vardı burda... Rakipleri de fazla güçlü görülmüyordu. Gerçekten işler tahmin edil­ diği gibi gitti. Üç rakibini de kolay yenen, Suudi Ara­ bistan ve Güney Afrika karşısında sıfıra karşı üçlük, dörtlük galibiyetler alan ev sahibi, 2 . tura tam puanla çıkan iki takımdan biri oldu. Öteki de, “H ” Grubun­

419 daki Arjantin’di. “C” grubunun diğer tur atlayan ta­ kımı, tek galibiyetini Suudi Arabistan karşısında 1-0’la alabilen Danimarka idi. Fransız takımının başarısı, Fransız halkını daha umutlandırmış, maçlara olan ilgi de çok artmıştı. Devlet büyükleri de, eskisinden farklı bir davranışla, moda deyimle halkı ve takımı “motive etmek” konusunda ön plana çıkmışlardı. “D” Grubunda Ispanya’dan çok şey bekleyenler, bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacaktı. İspanyollar, kendi liglerinde futbolun en güzelini oynar; ama Dünya Kupası’na gelince, başarısız sonuçlarla erkenden evle­ rine dönerlerdi. Bu kez de öyle başlamıştı İspanya... Daha ilk maçta Nijerya’ya 3-2 yenilmiş, sonra da Pa­ raguay’la ancak 0-0 berabere kalabilmişti. Son dakika­ da açılan İspanyol Milli Takımı, Bulgaristan’ı korkunç bir farkla yeniyordu. Ancak attığı altı gol, tur atlaması­ na yetmeyecek, Bulgaristan ilk turda elenip gidecekti. Öte yandan bu 6-1’lik yenilgi, Bulgar Teknik Direktö­ rü Bonev’i istifaya kadar götürecekti. Bu gruptaki bek­ lenmez sonuç, güçlü Nijerya’nın son maçta Paraguay’a 3-1 yenilmesiydi. Bu sonuca dudak bükenler olmadı değil... “Nijerya istese Paraguay’ı yenerdi” gibilerden... Sonunda Nijerya ile Paraguay 2. tura yükseldiler. “E” Grubunun maçları hayli tatsız geçecek, altı kar­ şılaşmadan dördü berabere sonuçlanacaktı. Gücü Gü­ ney Kore’yi yenmeye yetenler tur atladı. Hollanda ile M eksika’nın yüzü birer galibiyetle güldü. “F” Grubunda ise, tur atlayacak takımlar zaten bel­ liydi. ABD’nin ya da İran’ın sürpriz yapması olasılığı dü­ şünülmüyordu bile... Bu iki takım, kupaya “figüran” olarak gelmişlerdi. Görevlerini yapıp evlerine giderken, iki favori, Almanya ile Yugoslavya, bir sonraki tura doğru yola çıktılar. İkisi arasında oynanan maçta ise,

420 ikisi de kendini sıkmamış, arzuladıkları beraberliği al­ mışlardı. “Yenilmeden ilk turu geçmek” ilkesini ger­ çekleştirerek... “G” Grubundaki ilginç sonuç, futbolun yaratıcısı İngilizlerin, ancak “Grup İkincisi” olarak turu geçebil­ meleriydi. Çünkü Romanya, zayıf Tunus’u yenememiş, fakat İngiltere’nin üstesinden gelmiş, 2 -1 yenmişti. Böy- lece Romenlerle İngilizler ilk engeli atlatmış oldular. Otuz iki takımlı bir turnuva kolay değil... Bunu, Fransa ’98 sırasında birçok futbol otoritesinden şahsen duydum... f î f a yetkililerinden de, u e f a yöneticilerin­ den de... “Gene kuvvetliler ayakta kalıyor, zayıflar için­ den sürpriz yapanlar pek çıkmıyor” diyorlardı. Maç­ ların çokluğu ile futboldan bıkılacağı korkusunu öne sürenler de oluyordu. Bu tartışmalar, hakemlerden şi­ kâyetler, kaçan galibiyetler arasında 1 . tur tamamlanı­ yordu. İşte “H” Grubunda da, tahminler aynen çık­ mış; iki güçlü takım, Arjantin ve Hırvatistan yollarına devam ederken, iki “J ”ler, Japonya ile Jam aika, veda selamını veriyorlardı. İkisi arasındaki maçı 2-1 Jamai­ ka’nın kazanması ilginçti. Japonya da “Gelecek kupa­ nın iki ev sahibinden biri” olma onurunu şimdiden ta­ şıyarak gidiyordu evine... Artık sıra, çeyrek finalin ön elemesi özelliğini taşıyan 2 . turdaydı.

İmparatorun kehaneti...

2. tur başlarken, futbol dünyasının büyük ismi, Alman “İmparator” Beckenbauer, 1998 Kupası’nda ilk turda göz dolduran herhangi bir takım olmadığını öne sürü­ yor ve “Ümit ederim ki, ilerki turlarda maçlar hare­ ketlenir, futbol kalitesi de yükselir” diyordu. Becken­ bauer, kupa şansı konusunda da, ev sahibi Fransız ta-

421 kiminin şampiyonluk şansının kendi takımı Alman­ ya’dan daha fazla olduğunu sözlerine ekliyordu. Ge­ nel kanı da buydu. İlk turda takımlar güzel futbol gös­ termemiş, sadece turu atlamaya bakmışlardı. 2 . turda sekiz maçtan üçü 1 -0 , ikisi 2 -1 , yani sekiz­ den beşi tek farkla bitmişti. Öteki üç maçtan ikisi ise 4-1 sonuçlanmış, bir maç da uzatma sonundaki penal­ tılara kalmıştı. Şimdi kimlerin ayakta kaldığını, kim­ lerin minderden kalkamayıp tuş olduğuna bakalım: Danimarka - Nijerya maçı bir ölçüde sürpriz sayılabi­ lirdi. Zayıf rakiplerden sıyrılan Danimarka’nın daha ileri gitmesine pek ihtimal verilmiyordu. Nijerya ise, çoklarının favorisiydi. Ve tahminlerin tepetaklak ol­ duğu maçta Danimarka, Nijerya’yı öyle bir yenecekti ki, evire çevire... 4-1 gibi farklı bir sonuçla... Nijerya, şeref sayısını 4-0 yenik durumda, maçın son dakikala­ rında atabilecekti. Seksen bin seyirci “Helal olsun” demişti Danimarka’ya... “Bizim” Uche ile Okacha, pek arzuladığımız ölçüde başarılı oynayamamıştı. Ya da Danimarkalılar, onlara fırsat vermemişti. 2. turda gene 4-1’lik bir başka sonucu da, gönüllerin favorisi Brezilya almıştı. Şili’nin hiçbir varlık göstereme­ diği doksan dakikada, alkışların çoğunu futbolun güzel, sevimli çocuğu Ronaldo toplamıştı. Sampaio perdeyi aç­ mış, çok geçmeden gene aynı oyuncu gollerini ikilemişti. Devrenin böyle biteceği sanılırken, bir penaltı Brezilyalı­ ları rahatlatıyordu. Ronaldo, binlerce seyircinin coşku­ su arasında penaltıyı sert bir vuruşla gole çeviriyordu. 3-0, büyük güvenceydi. İkinci yarıda uzun süre durum değişmeyecek, daha sonra Salas’ın Brezilya ağlarına gönderdi top, Şili’nin şeref sayısı olmaktan öteye geçe­ meyecekti. Sonrasında gene yakışıklı Ronaldo vardı ka­ le önünde... Topu öylesine mükemmel kullanıyordu ki

422 Ronaldo... Kendisinin ikinci, Brezilya’nın da dördüncü golünü atıyordu. Bir gün önce, Paris sokaklarında tam 1998 adet sarı gül dağıtan Brezilyalılar, şimdi de sahada çiçek gibi golleriyle sempati topluyorlardı. Bu unutul­ maz sokak show’u ile Siyah İnciler, Dünya Kupası’nda barış, dostluk ve fair-play mesajı vermek istemişlerdi. Bir gazetenin o günkü başlığı, gerçeğin ifadesiydi bizce de: “Kedi ile fare oynadı... Brezilya, Şili’yi 4-1 yendi.”

“Vieri... Vidi... Vici...”

2. turda kısır maçlardan birini İtalya ile Norveç yaptı. İtalyanlar oyuna hızlı girmiş ve bu canlı futbolun mey­ vesini almakta da gecikmemişlerdi. Vieri, topu Norveç kalesine attığında, henüz 18. dakikadaydık. Maç bu golle bitecek, tur da bu golle gelecekti. Sezar’ın ünlü “Veni... Vidi... Vici...” yani “Geldim... Gördüm... Yendim...” sözünü de değiştiren İtalyan basını, bu ma­ çı böyle özetliyordu: “Vieri... Vidi... Vici...” Bir başka İtalyan futbol yazarı da, sonucu “Vierissimo” diye özetlemiş, “Gerçek olan, Vieri” demek istemişti. Vieri, üst üste dört maçta gol atarak ayrıca bir rekoru egale etmiş oluyordu. Hani hakkında ne deseler azdı. Takı­ mının tur atlamasını sağlamıştı. Hollanda - Yugoslavya karşılaşmasında şanslar eşitti. Belki Yugoslavların daha çok şeyler yapabileceğini bekleyenler biraz fazlaydı. Ancak maç başlayınca, öyle bir Hollanda fırtınasına rastlayacaktık ki... Rahatça “tek kale” oynuyor diyebi­ lirdik Hollanda için... Bu temponun sonucunda da, Bergkamp’la 1-0’a ulaşmışlardı... Kalecinin kapadığı köşeden topu kaleye sokmak, gerçekten önemli bir ba­ şarıydı. 38. dakikada Bergkamp’m attığı bu güzel gol­ den hemen sonra, bu kez Overmars enfes dalıyor, ama

423 hakem “ofsayt” diye atağı kesiyordu. Pek çok seyirciye göre hakem hatalıydı. Yardımcısıyla birlikte... Ofsaytla ilgisi yoktu pozisyonun... Eğer bu düdük ötmese... Hollanda’nın 2-0 öne geçmesi işten değildi. İkinci yarı­ da esen kasırganın adı ise, Yugoslavya idi. Devrenin he men başında Hollanda kalesini ablukaya almış ve Komjienovic’in golüyle durumu 1-1’e getirmişlerdi. Yu goslavların güzel futbolu devam ederken, birden Yu­ goslav dramını seyredecektik. Müthiş bir fırsat yakala­ mışlardı. Ancak hakemin verdiği penaltıyı, bu muaz­ zam şansı, hem de Mijatovic gibi bir usta futbolcu kaçı racaktı. Derler ya, “Dışarı atmak içeri atmaktan zor­ du” diye... Tam öyle işte! Mijatovic de, kale ağları yeri­ ne kalenin direğini nişanlamıştı. Tüm şanslarını o anda yitirmişlerdi galiba! İlk Yugoslav golünde, Stojkovic’in harika frikikiyle gelen topu, Komjienovic ağlara tak­ mıştı. Penaltıda ise, M ijatovic topa öyle sert vurmak is­ temişti ki, şans bir direkte eriyip gitmişti. Herkes saatine bakıp “Tamam... Dakika doksan” diyerek yerinden hafifçe doğrulurken... Çıkış kapısı­ na yürümeye hazırlanırken... O 90. dakikada... İlginç görünüşlü Davids, güzel golüyle birden gündemi de­ ğiştiriyor; Yugoslavya’yı kupanın dışına yollayıveri- yordu. Hollanda “son nefeste” kendini kıyıya atmış, boğulmaktan kurtulmuştu. 2. turun sessiz sedasız iki takımından Hırvatistan ile Romanya arasındaki karşılaşma, gol olarak bir tek sayıdan başka ses vermeyecek ve Hırvatistan bu gali­ biyetle çeyrek finale yükselecekti. Bordeaux şehrinde oynanan maçın yıllarca unutulmayacak yanı, Romen takımı futbolcularının “uğur getirsin” diye saçlarını sarıya boyamalarıydı. Sapsarı saçlı Romanya takımı iyi bir futbol gösterdi. Ancak ilk yarının tam son daki­

424 kasında Romen defansının yaptığı penaltı, maçın dü­ ğümünü çözüyor ve Hırvatistan, ünlü yıldızı Suker’in ayağından kazandığı golle turu atlıyordu.

Altın golle gelen mutluluk...

Bir başka 1-0’lık maç ise, ev sahibinin yüzünü güldüre­ cekti. Aslında birçok Diinya Kupası’nda buna tanık ol­ muşumdur. Ev sahibi olmanın avantaj ıyla, takımlarının muhakkak kazanmasını bekler o ülkenin insanları... Ve de rakibi biraz zayıf gördüler mi, ille de fark beklerler. Fransa’nın 2. turdaki rakibi Paraguay’’dı. Fransızlar da, “Paraguay kalesinde kaç gol göreceğiz;” hevesiyle maça gelmişlerdi. Ammaaaa, hesap etmediklleri bir nokta var­ dı: Paraguaylılar öyle bir duvar örmiüşlerdi ki kaleleri önünde... Etten bir duvar... Ve işte iFransız takımı, o büyük yıldızlarına karşın bu duvarı aşjmakta güçlük çe­ kiyordu. Bir futbol maçının doksan (dakikalık normal süresi bile yetmemişti bu başarı için... Bu arada hakkını verelim: Paraguay kalecisi Chilavert, belki hayatının en büyük maçlarından birini oynuyor, yıldızlaştıkça yıldız­ laşıyordu. Bir seferinde Henry olmaz”ı başarmış, attığı şutla kaleciyi geçmiş, ama gönderdiği top direğe çarpa­ rak gol şansım yok etmişti. Doksan dıakika böyle bitin­ ce, maç uzatıldı. Fakat yeni kuralı biliyorsunuz: Uzatma yarım saat değil... Daha doğrusu go>l olmazsa, yarım saatte bitecek. Fakat arada taraflardain biri gol atarsa, bu “Altın G ol” olarak isimlendirileccek ve onu atan, maçı kazanmış sayılacak. İşte ilk kez Transa ’98’de uy­ gulanan bu kural, gene ilk kez ev sabıibine uğur getiri­ yor, savunmadan bir an ileri çıkan fölanc, attığı golle, şey pardon, herhangi bir gol değil ki Ibu... Blanc, attığı bu “Altın Gol’Me takımını çeyrek fimale taşıyordu. Fa­

425 kat galibiyet parolasıyla sahaya çıkan Fransa, ecel terle­ ri döktüğü maçta, 113. dakikada gelen golle turu geç­ mişti. Fransız kalecisi Barthez de, ilk dört maçta sadece bir tek gol yiyerek “Kupanın en az gol yiyen kalecisi” unvanını korumuş oluyordu. 2. turda Meksika ile karşılaşacak Almanya, tam ma­ ça çıkacağı sırada ısınma hareketleri yaparken Kohler sakatlanıyor, Teknik Direktör Berti Vogts da, son anda takıma Babbel’i koyuyordu. Bunun yanı sıra bu maça çıkan Alman yıldızı Lothar Matthaeus da, müthiş bir rekorun kahramanı oluyordu. Daha önce söylediğim gibi, o güne kadar tam beş Dünya Kupası’nda oynama onuruna erişen futbolcu, Meksikalı Carbajal’dı. İşin il­ ginç yanma bakın ki, Meksika’nın Almanya ile oynadı­ ğı maçta da Matthaeus, “Beş Dünya Kupası’nda oyna­ yan ikinci futbolcu” unvanını kazanıyor ve Meksikalı kalecinin rekoruna ortak oluyordu. Az sonra Almanlar, kendilerine takılan “Panzerler” yani “Tanklar” ismini hak edecek bir oyunla, Meksika kalesini baskı altına al­ maya başlayacaklardı. Doğrusu maçın bu ilk dakikala­ rında genel kanı, bir gol rekorunun dahi olabileceği şeklindeydi. Çünkü öylesine hâkim oynuyordu Alman takım ı... Ne çare ki, koca kırk beş dakika boyunca Al­ man atakları, Campos’un kalesinde tek golle bile so­ nuçlanmış değildi. “Eh, ikinci yarıyla beraber gol de ge­ lir” derken... Sahiden ikinci devrenin başlamasıyla bir­ likte gol geldi. Ama yanlış yönden... Ya da yanlış kale­ de... Hernandez 47. dakikada attığı güzel golle Meksi­ ka’yı 1-0 öne geçirmiş, kaleci Köpke’nin nasıl avlandı­ ğına kimse akıl erdirememişti. Sonrasında Almanlar ge­ ne baskılı oyunlarını sürdürüyor, fakat gene gol çıkmı­ yordu. Meksika bir kaza golü daha atarsa, koca Alman takımı “favori” gösterildiği bir kupaya veda edecekti.

426 Ve atıyordu da Meksikalılar... İlk golün kahramanı Hernandez, ayağına gelen fırsatı nasıl da tepmişti!.. Az önce golü atan Meksikalı futbolcu, direğe çarpan topu kalecinin kucağına bırakınca... Kader o anda dönmüş, 75. dakikada Klinsmann beraberliği, 8 6 . dakikada da Bierhoff galibiyeti getiren golleri Meksika kalesine at­ mışlardı. Alman takımı, yenik duruma düştükten sonra da oyundaki temposunu bozmamış, aynı hızla devam ederek çeyrek finale yükselmişti. Bu sonuç, MeksikalI­ ları çok üzecek, başkent Mexico City’de de halk sokak­ lara dökülecekti. Güçlükle bastırılan olaylarda ikisi ağır, on iki kişi yaralanırken, elli üç kişi de tutuklana­ caktı. Maçı kazanan Alman takımı futbolcuları sevinçle kucaklaşırken, kaleci Köpke sahanın kenarına, oraya getirilen kızma koşmuştu.

Yeni bir İngiltere - Arjantin savaşı

Ölüm-kalım savaşında en büyük coşkunun yaşandığı maç, İngiltere - Arjantin karşılaşması oldu. Bir zaman­ ların İngiltere - Arjantin mini savaşı hayli geride kalmış­ tı ama, ne zaman bu iki ülkenin milli takımları karşı karşıya gelse, gergin bir hava oluyordu. Fransa ’98’de de gene İngiltere ile Arjantin birbirine düşünce, aynı ha­ va her yanı kaplayıverdi. İkisi de çok iddialıydı. Oyun gergin, ama hızlı bir tempoda başlamıştı. Bu asabi hava, hemen 6 . dakikada ilk penaltıya neden oluyor, Batistu- ta’mn penaltıyı gole çevirmesiyle Arjantin 1-0 öne geçi­ yordu. Ne var ki, Arjantinlilerin bu mutluluğu sadece dört dakika sürecek; DanimarkalI hakem Nilsen, 10. dakikada da İngiltere lehine penaltıyı işaret edecekti. Shearer güzel vuruşlarından biriyle topu ağlara gönde­ rince durum 1 - 1 oluyor ve tam beş dakika sonra da, İn­

427 giliz yıldızlarından Owen, takımını 2-1 üstün duruma yükselten golü atıyordu. Arjantin de bu işin peşini bıra­ kacak gibi görünmüyordu. İlk yarının son dakikası oy­ nanırken, Zanetti’den gelen gol yeniden eşitliği sağlı­ yordu. İkinci yarıya 2-2 başlayan taraflardan biri çok geçmeden büyük sarsıntı geçirecek, ünlü star Beck- ham’ın hatalı hareketini affetmeyen DanimarkalI ha­ kem, 47. dakikada kırmızı kartını çıkaracaktı... Bunun anlamı açıktı: İngiliz takımı, kalan kırk üç dakikayı on kişi oynayacaktı. Hayır! Hayır! Yanlış bu hesap... Çün­ kü maçın normal süresi, yani doksan dakikası bitene kadar, eşitliği bozan bir gol olmayacaktı. Böylece İngil­ tere tam yetmiş üç dakika, on kişi oynamak zorunda kalacaktı. Ve uzatmada da başka gol çıkmayınca, iş pe­ naltı atışlarına kalacaktı. Bir yanda Arjantin’in penaltı- cıları: Berti, Veron, Gallardo, Ayala... Kaleci Seaman’ı altederek topu ağlara gönderenler... İyi saydınız mı? Berti bir, Veron iki, Gallardo üç, Ayala dört... Bakalım şimdi İngiliz peııaltıcılarına: Shearer bir, Merson iki, Owen üç... Ya sonrası? Arjantinli Crespo’nun penaltı vuruşuyla gelen topu, İngiliz kalecisi Seaman kurtardı. Arjantin kalecisi Roa ise, İngiliz ince ve Batty’nin şutla­ rını önledi. Karıştırdım ben hesapları... Arjantin beş pe­ naltıdan dördünü gole çevirmiş, birini kaleci kurtar­ mış... İngiltere ise, beş penaltıdan üçünde gol kazanmış; öteki ikisinde ise, Arjantin kalecisi Roa izin vermemiş gole... Yani? Yanisi: Arjantin penaltılarda 4-3 galip! Daha daha: Maç kaç kaç bitmişti: 2-2... O golleri ekler­ sek: Arjantin 6 - İngiltere 5 ... Yaniiii, İngiltere elendi mi gene Arjantin’e? Bir an on iki yıl önceye gittim. Meksi­ ka’ya... Tribündeki t v yerim, o unutulmaz golün atıldı­ ğı kaleyi çok iyi görüyordu. M aradona’nın kafaya çıktı­ ğında, topu eliyle de ittiğini çok net görmüştüm. Ve siz-

428 ler iyi hatırlayacaksınız... M aradona ne demişti maçtan sonra: “Biraz kafa, biraz el... Olur o kadar... Üstelik o el, benim elim değildi ki... Tanrının eliydi...” Bu kez yüce Tanrı “Beni karıştırmayın bu karışık işlerinize” demiş olmalı ki... Arjantinliler, ellerini de kullanmadan temiz temiz penaltılarını attılar ve maçı da, turu da kazandılar. Tabii Beckhanı gibi bir yıldız­ dan yoksun, on kişi ile o acar Arjantinlilerle mücadele kolay değildi. Bu bakımdan, İngilizlerin şanssızlığını da bir ölçüde teslim etmemiz gerek. Haaaa, büyük bir haber daha... Ünlü “Bücür”den kocaman bir haber... Daha önce “Futbola küstüm, Tv’de bile izlemiyorum” diyen Maradona, bu kupa fi­

nallerine “ t v yorumcusu” olarak gelmişti. Tabii aldığı hapis cezası ve benzeri olaylar nedeniyle, Fransa’ya gelmesi tehlikeye girmişti. Ama sonunda çözümlendi, o da Paris’e geldi, Tv’de yorumunu da yaptı. Arada 19 8 6 ’da elle attığı gol için İngilizlerden özür dilediğini bildirdi. Hatta İngiltere’de antrenörlük yapmayı çok arzuladığını da açıkladı. Eeee Maradona bu... Ne za­ man ne diyeceği hiç belli olmaz ki...

Bir yanımda Riky Martin... Bir yanımda Depardieu...

Fransa 1998 deyince, hemen iki büyük sanatçıyı anım­ sıyorum. Biri, “Ricky M artin” ... Yakışıklı ve de güzel sesli. Üstüne üstlük şarkılarını harika danslarıyla süsle­ yip söyleyişi de şaheser... Fransa 1998’in tüm yakışık­ lı futbolcularına fark atan, dünyanın her yerinde bü­ tün genç kızların sevgilisi, “Unos dos tres” dediği an­ da herkesi çığlıklarla havaya sıçratan Ricky Martin... 16. Dünya Kupası, onun müziğiyle sanki daha çok se­

429 vilmişti. Kendisini gördüm görmesine... Dinledim de dinlemesine... Çok ama çok sempatik... Çok ama çok yakışıklı... Onu gördükten sonra gizlice aynaya baktı­ ğımı da söyleyebilirim. Hatta onu daha yakışıklı bul­ duğumu kendi kendime itiraf ettiğimi de... Zaten Fransa ’98 deyince, akla tüm futbolculardan önce “Ricky M artin” geliyor, kupanın milli marşı oluve- ren ünlü şarkısıyla... Bir o, bir de Gerard Depardieu... Bakın, o Ricky kadar yakışıklı değil, fakat sanatıyla o kadar büyük ki. Ayrıca çok sempatik de. Fransız sine­ masının dev oyuncusu. Şimdi “Fransa ’98 deyince, otu­ rup bir de bütün şarkıcıları, artistleri mi anlatacaksın?” derseniz... Yok canım, Depardieu ile Fransa ’98’de sta­ dın kapısında el sıkışırken... diye anlatacaktım da... Büyük final bitmiş, çıkarken... O kalabalığın arasında yürümek ne mümkün!.. Üç iri yarı, şık giyimli zenci yo­ lumu kesti. Kılık kıyafetlerinden belli. “Koruma” bun­ lar... İyi de kimi koruyorlar? Final maçına gelmiş bir ünlüyü. Birden azman zenci korumalardan biri yüzüme baktı. (Sanki televizyondan tanımış gibi!!!) Hafif tebes­ süm ederek “Ona mı geldiniz?” gibilerden bir söz söyle­ di. Şanslı bir ânım olmalı ki, adamın dediği Fransızca cümleyi baştan sona tam anlamaz mıyım? Başımla “Evet” derken, ben de hafif bir “gizli ünlü tebessümü” patlatıverdim. Adam hemen kolunu indirdi, geçmem için yol açtı ve de “Buyrun, işte orda!” demesiyle... Ge­ rard Depardieu ile yüz yüze kalmaz mıyım? Elini uzattı, ben de uzattım. El sıkıştık. Türkiye’den geldiğimi, Türk Televizyonu’nda sunucu olduğumu” söyleyebildim. Ün­ lü sanatçı da memnun olduğunu söyledi ve tam!!! Bir şeyler daha diyecekken... Aman Allahım!.. Na­ sıl bir dalga!.. Meksika’daki tribün dalgası hiç kalır... Bu dalga olduğu yerde kalkıp inmiyor. Yüzlerce, bin­

430 lerce insan stadtan çıkmış, Fransız marşları söyleyerek yürüyor, eziyor, geçiyor. Depardieu bir yana, dev ko­ rumaları öbür yana; biçare masum spikeriniz, sunucu­ nuz, yazarınız Halit Kıvanç öbür yana... (Laf aramız­ da, o günden beri bir yerde adı geçse adamın hemen atı­ lıyor, “Haa bizim Gerard mı diyorum? Paris’te Dünya Kupası finalinde stadta beraberdik... Vallahi de bera­ berdik, billahi de... Yalan mı?) Sahi nerde kalmıştık? Eee Arjantin de İngiltere’yi elemişti. Maradona derken, Ricky Martin’den şarkı dinlerken ya da söylerken, 2 . tur da bitmiş, çeyrek fi­ nallere gelmiştik.

İtalya yine penaltılara teslim...

Çeyrek finalde, ilk günün iki maçından birinde, ev sahi­ binin kaderi belli oluyordu. Karşısında da tam üç kez dünya şampiyonu olmuş bir İtalya... İkisi de kupaya uzanıyor... Kaybeden ise, üçüncülük maçı bile oyna­ yamayacak... Ve maçlar başlıyor. Hadi bakalım, gelsin goller... Bu restoranda servis o kadar ağır ki... Kırk beş dakikada da gelmiyor ısmarladığımız goller, dok­ san dakikada da, yüz yirmi dakikada da... Anlayaca­ ğınız bir 0 -0 ’lık maç daha... O halde ısmarladığımızı değiştireceğiz. Başka çaremiz yok! Gelsin penaltılar... Onlar geliyor... Goller de... Zidane, Trezeguet, Henry ve Blanc... Birerden dört gol... Fransa: Dört... Ya İtal­ ya? Atanlara değil atamayanlara bakalım: Albertini atıyor: Goü! Gerisi yok... Dino Baggio atıyor: Go..! Gerisi yok... Beş penaltıdan ikisi kaçınca, geriye ne ka­ lıyor: Uç... Alıştıra alıştıra söylemeye çalışıyorum İtal- yanlara... Onlar alışık ama... 1990’da yarı finalde, Arjantin’e penaltılarla 4-3 yenilmişlerdi... 1994’te fi­

431 nalde Brezilya’ya 3-2 kaybetmişlerdi. Kupanın da kay­ bı demekti bu... Şimdi de Fransa ’98’de Fransa’ya 4-3’le boyun eğiyorlardı. İtalyan Pagliuca, kalesinde dört gol görmüştü, Fransız Barthez ise üç... Kaptan Maldini on dokuzuncu maçına çıkıyor, İtalya’nın Dünya Ku- pası’nda en çok forma giyen oyuncusu olma onurunu kazanıyordu. Fakat kupadan elenmenin acısından, bu mutluluğu hissedemiyordıı bile... Ev sahipleri ise, ön­ lerinde iki maç kaldığını düşünerek, kupayı kimseye kaptırmayacakları inancıyla yarı finali bekliyorlardı. Büyük favori Brezilya’da da rekor var. Daha sonra “bizim” liglerin futbolcusu olacak Taffarel, yüz doku­ zuncu kez giydiği milli formasıyla Danimarka maçına çı­ karken, ayrıca 16. Dünya Kupası’nda “En Çok Dünya Kupası maçı oynayan Brezilya kalecisi” unvanını kazanı­ yor. Brezilyalılar, oyuna kendilerinden çok emin başlıyor­ lar. Ama bir şok! Daha ikinci dakikada golü atan değil, yiyen takım oluyor Brezilya. Taffarel’in kalesinde Jor- gensen’in golü... Yılmıyor Siyah İnciler... Yedikleri gol­ den sekiz dakika sonra beraberliği sağlıyorlar. Gol, Bebe- to’dan... Sonra Rivaldo sahnede... Bir gol de ondan. Ra­ hatlıyor Brezilya... İlk yarıyı 2-1 önde kapatınca, ikinci kırk beş dakikaya sanki maç kazanılmış havasında başlı­ yor. Bu gevşeme, hemen cezasını görüyor ve Danimarka, ünlü ası Laudrup’un golüyle beraberliğe erişiyor. 2-0’dan 2-2’ye düşen Brezilyalılar, birden toparlanıyor. Yedikleri gol, bir sihirli değnek gibi... Ronaldo bu maçta atmıyor ama attırıyor. İki golde de payı büyük. Bir de “büyük” Rivaldo var sahada... Mükemmel oynuyor. Golü de gü­ zeldi ilk yarıda... Rivaldo’nun bu yarıda attığı daha da güzel... Çünkü Brezilya’ya 3-2’lik galibiyeti getiriyor. Ancak Danimarka’nın da, böylesine güçlü bir rakip önünde gösterdiği futbol başarılı... Hatta hatta... Tam

432 89. dakikada, hakemin son düdüğü öttürmesine sadece bir dakika kala Reiper, müthiş bir kafa şutu ile Brezilya kalesinin direğini sarsıyor. Direkten dönmese top... Belki 3-3... Belki uzatma... Belki penaltılar... Belki??? Ama direkler imdadına yetişiyor Brezilya’nın...

Hollanda yirmi yıllık rövanşı alıyor...

Şimdi sıkı durun! Büyük bir intikam maçı geliyor... 1978’i bir anımsayalım. Kupaya uzanan iki takımın son mücadelesini... Arjantin - Hollanda maçını... Bu­ enos Aires’de, yetmiş yedi bini aşkın seyirci önünde Ar­ jantin’in Hollanda’yı 3-1 yenip kupayı kucaklayışını... Rensenbrik’li, Neeskens’li, Kerkhoff’lu Haan’lı, Rep’li, Nanninga’lı, Hollanda’nın direkten dönen topuyla ku­ panın kaçışını... Ötede de Kempes’li, Ardiles’li, Taranti- ni’li, Passarella’lı, Bertoni’li, Gallego’lu Arjantin’in, iki saatlik mücadeleden Kempes ve Bertoni imzalı gollerle Dünya Kupası’na uçuşunu... İşte şimdi o günün rövan- şındayız bir bakıma... Gerçekten bir heyecan kasırgası bu m aç... Hollanda ilk dakikaların hâkimi... Kluivert, daha 12. dakikada, takımını 1-0 öne geçiriyor. Yalnız beş dakika için... 17. dakikada Arjantin, Lopez’le bera­ berliği getiren golü kazanıyor. Bu 1-1’lik durum uzun müddet devam edecek. Bir çokları için “erken final” bu... Hollanda, Cocu ile direkleri sarsıyor. Arjantin de, Batistuta ve Ortega ile gollere ne kadar da yaklaştı. An­ cak golsüzlük, bozulmayan eşitlik, sinirleri bozuyor. Oyunda sert hareketler arttı. Meksikalı hakem “Ata­ rım” diye işaret ediyor da, dinleyen kim? İsterse dinle­ mesinler, atar... Atıyor da... İki kırmızı kart, az arayla çıkıyor hakemin cebinden... 76. dakikada Hollan­ da’dan Numan, 87. dakikada da Arjantin’den Ortega,

433 kırmızı kartla öpüşüp oyundan ayrılıyorlar. Dakika sek­ sen dokuz... Normal sürenin bitimine iki dakikacık var. Bitmiyor o iki dakikacık... Hatta içine bir de koskoca gol sığıveriyor. Bergkamp, Hollanda’nın yıldız futbolcu­ su, nasıl indi, nasıl vurdu, nasıl golü attı!.. Son dakika golü, bir büyük şampiyonu, 1978 ve 1986 Dünya Ku­ palarının sahibini, Fransa ’9 8’in dışına itiveriyor. Ger­ çekten final gibi m aç... 2-1 kazanan Hollanda yarı final­ de... Arjantin ise yolcu... t v yorumcusu Maradona ne anlatıyor acaba? Değişik yerlerde, birbirimizi uzaktan görüyoruz. Yanında olsak, anlar mıyız ki ne dediğini?.. Üstelik Maradona bu... Konuşurken bile çalım atar... Fakat hepsi bitti... Artık bu kupada Arjantin yok. Hol­ landa yirmi yıl öncesinin rövanşını aldı. Nihayet son yarı finalisti belirleyecek maçtayız, Al­ manya - Hırvatistan... Hırvatistan mı? O da kim? Al­ man görüşü bu... Bir rastlantı Hırvatları buraya getir­ di. Burdan da doooğru evlerine giderler. 1954... 1974... 1990... Üç tarih... Almanların Dünya Şampiyonu ol­ duğu üç kupa... Hırvatlar için, çok çok maçı uzatmaya bırakma çabası düşünülebilir... Genel görüş bu... Da­ hası da var: Gidelim, görelim. Almanlar kaç atacak? Bu iş asla uzatmaya, penaltılara filan kalmaz... Hah işte, bu son tahmin tam tuttu. Bu maç gerçekten uzatmaya kalmadı. Hele penaltılara... Hiiiiç!.. Doksan dakika bittiğinde, yarı finalisti belli olmuştu bile... Maç sakin başlamıştı. İki takım da birbirini tartıyor­ du. Tabii Almanlar zaman zaman gol denemesi yapı­ yor, atağa kalkıyordu. Fakat Hırvatlar, hep bir şey bek­ liyor havasında idiler. İki takım birbirinin üstüne fazla sert gitmediğinden, golün gecikmesi sanki normal kar­ şılanıyordu. Almanlar, oyunu rakip alana yıkmayı yeter sayıyor gibiydi... Bu durumda, ikinci yarıyı beklemek

434 gerekti gol görmek için... Kronometreler 40. dakikayı gösteriyordu... Ki maçta hiç beklenmeyen bir bomba patladı: Norveçli hakem Pedersen, kırmızı kartını Al­ man futbolcusu Woerns’a çıkardı. Demek ki en azın­ dan elli dakika, on bir kişiye karşı on oyuncuyla müca­ dele edecekti Alman takım ı... Aslında dikkatli gözler, Hırvatların savunmadaki başarılı taktikleriyle rakiple­ rine fazla hayat sahası bırakmadığım fark ediyordu. Hele on kişi kaldıktan sonra, Almanlar biraz şaşırmış gibiydi. Ve işte bu şaşkınlığı üzerlerinden atamadan bir de gol gelince... Doğrusu Jarni, çok akıllı kaçmış ve çok ustaca atmıştı bu golü... Golle beraber ilk yarı da bitmişti. Çoğunluk, ikinci kırk beş dakikada Almanla­ rın bu işi temizleyeceği kanısındaydı. Oysa biraz derin düşününce, Alman takımında Matthaeus’un 37, Köp- ke’nin 35, Klinsmann’ın 34, Kohler ve Haessler’in 32 yaşında oldukları hesaba katılınca, on kişilik takımın maçı almasındaki zorluk daha iyi meydana çıkabilirdi. Ancak bir yandan da, Norveçli hakemin kırmızı kart cezasının çok ağır, hatta haksız olduğunu öne sürenler az değildi. Bu tartışmalar siiredursun, Hırvatlar maçı almış götürüyor, çoğunluğun “Şimdi gelir” diye Alman golü ufukta bile görünmüyordu. Aksine Hırvat takımı bir şahlanmıştı ki... Bunun sonucunda 1-1’i bekleyen­ ler, 2-0’la karşılaşıverdiler. Vlaovic’in harika golü, uzun yıllar unutulmayacak güzellikteydi. Bitime on bir daki­ ka kala gelen bu gol Almanları iyice dağıtıyor, bu fırsa­ tı kaçırmayan Büyük Hırvat yıldızı, golcü Suker bozgu­ nun adını koyuyordu: “3 -0 !” Suker’in golünden beş dakika sonra da oyun bitiyor, koca Almanya, kocaman Almanya, üç kez Dünya Şampiyonu Almanya, çeyrek linalde elenip gidiyordu. Arada Hamann’m bir şutunda topun direkten dönmesi dışında, Almanların “Ah vah”

435 diyeceği pozisyon da yok denecek kadar azdı. Bütün bunlar arasında Berti Vogts, bu maçla, Alman Milli Ta- kımı’nda yüzüncü kez görev üstlenmenin onurunu ka­ zanıyordu. Ama kutlayacak hali kalmış mıydı ki?.. Al­ manya’nın elenmesinden çok 3-0 yenilmesi, futbol dün­ yasında tek sözcükle özetlenmişti: “Şok!” Fransa ’98’in unutulmayacak özelliği, kaç önemli maçın uzatmaya kaldığıydı. Hatta kaç maçta penaltı­ lar belirlemişti kaderi... İşte böylesi bir maç daha:

Kibar Blanc’a yakışmadı...

Koşullar pek Hırvatlar lehine görünmüyor. Ancak Hır­ vatistan için bir Dünya Kupası’nda yarı final oyna­ mak onuru da önemli... İspanyol hakem Aranda’nın ilk düdüğüyle oyun başlıyor. Başlıyor başlamasına da gol nerde? Fransız seyirci epey huzursuz. Ya uzarsa maç? Ya penaltılara kalırsa? “Beklenen şarkı”yı Zeki Müren değil, Fransız seyircisi söylüyor. Fakat Fransız futbolcuları o şarkıya katılmakta pek hevesli görün­ müyor. Aksine Hırvatlar giderek açılıyor. Hakemin ilk kırk beş dakikanın bittiğini ilan eden düdüğü duyuldu­ ğunda, ilk yarı 0-0 kapanıyor. Fransızların ikinci yarı­ ya taşıdığı ümit, bu devrenin daha ilk dakikasında da­ ğın arkasına gidiveriyor. O da ne? Top ağlarda... Ama Fransız ağlarında... “Gol Krallığı”nı kovalayan Suker, Hırvatistan’ı 1-0 öne geçiren golü atmaz mı? Stadta çıt yok! Yooo, çabuk toparlanıyor Fransız takımı da, Fransız seyircisi de... Hem de çok çabuk... Suker’in go­ lünden henüz bir dakika değil, sadece elli saniye geç­ mişken, ev sahipleri üzüntüden sevince geçiyor. Thu- ram’dan ilk “hayat öpücüğü”... Top bu kez Hırvat ağ­ larında... Geriden bir anda ileri fırlayan Thuram’ın at­

436 tığı gol, tarihi değiştirecek değerde... Çünkü bu daki­ kadan itibaren Fransız takımı harika bir futbol oynu­ yor. Ama gol gene yok. Zaman ilerliyor. 1-1’in bozul- mayışı, iki taraf futbolcularında gerginlik yaratıyor. Tam 70. dakikadayız. Günün yıldızı, hatta kupanın yıldızı olarak hatırlanacak Thuram gene çıkıyor ileri­ ye... Gene vuruyor topa... Gene gol... Stade de France ayakta... Fransız seyircisi çılgın gibi... Görülmemiş bir coşku... Ev sahipleri 2-1 öne geçiyor. Ama daha yirmi dakika var. Her şey birden değişebilir. Ve işte gol sevin­ ci henüz geçmemişken, 74. dakikada Blanc öyle bir ha­ ta yapıyor ki... Hani beş yaşında çocuk yapmaz dene­ cek bir hata... Galibiyet golünü atmışsın... Ev sahipli­ ği avantajıyla seyircini de arkana almışsın... Finale bir­ kaç dakika kalmış... Üstelik bu Blanc adlı futbolcuyu “aklı başında” diye kaptan yapmışlar. Koskoca Fransa takımının kaptanı... Kibar, zarif, yakışıklı bir genç bu Blanc... Ama böylesi durumda kalkıyor, “kırmızı kart­ lık hata” yapıyor. İspanyol hakem de kartını çıkarıyor. Rakibi on kişi kalınca, Hırvatlar şöyle bir doğruluyor. Üst üste birkaç, hem de çok tehlikeli akın... Başta çıp­ lak kafalı kaleci Barthez, Fransız savunması fırsat ver­ miyor. Hakemin son düdüğü duyulduğu anda, stad in­ liyor. Tribünler sevinçten oynuyor. Fransa, son on altı dakikasında on kişiyle mücadele ettiği maçı 2 -1 kazanı­ yor ve final mutluluğuna erişiyor. Kupaya bir tek adım kalıyor artık. Fransızlar memnun... Hırvatistan takımı üzgün. Belki bir teselli var Hırvatlar için... “Dünya üçüncü- sü” olma şansı... Biz şimdi merakla beklenen öteki sorunun yanıtını arayalım. Fransa’nın finaldeki rakibi kim olacak: “Bre­ zilya mı? Hollanda mı?

437 Taffarel kalede devleşiyor...

Brezilya, Dünya Kupası finallerinde dört kez “mutlu son”a ulaşmış tek ülke... Yarı finalin bu maçında da, ötekinde olduğu gibi, ilk yarı golsüz kapanacak ve... gene ilk yarı final karşılaşmasındaki gibi, gol ikinci ya­ rının ilk dakikasında gelecekti. Fransa - Hırvatistan maçında, Suker’in golü O-O’ı 1-0’a getirdiğinde 46. da­ kikadaydık. Brezilya - Hollanda maçında da, Ronaldo golü atıp O-O’ı 1-0’a çevirdiğinde, gene maçın 46. daki­ kası oynanıyordu, iki maç arasındaki fark bundan sonra başlıyordu. Fransızlar Flırvatların bir golüne iki golle karşılık verip finale yükselmişti. Şimdi ise, durum değişikti. Maçın bitimine dört dakika kalmışken, Bre­ zilya 1-0’lık galibiyetini sürdürüyordu. Ama ne olduy­ sa o 8 6 . dakikada oldu ve fırsatçı Hollanda forveti Kluivert, mükemmel bir golle eşitliği sağlayıverdi. 1-0’m uzun süre devam etmesi, Brezilyalılara maçın böyle bi­ teceği hissini, daha doğrusu rehavetini verince, beklen­ meyen olmuş, maçın normal süresi 1-1 kapanmıştı. Ya­ rım saatlik uzatma gol getirmeyince, iş kalecilere kal­ mıştı. İşte o zaman da artık “GalatasaraylI Taffarel” olarak çağıracağımız Brezilya kalecisi, hayatının en büyük başarılarından birini gösteriyor, kupanın kade­ rini değiştirenlerin başında geliyordu. Penaltılar başla­ yınca, Brezilya atışlarda da, kurtarışlarda da üstünlü­ ğü yakaladı. Ronaldo, Rivaldo, Emerson ve Dunga, penaltıları Brezilya hanesine “gol” olarak yazdıran dört yıldızdı. Hollanda’dan ise Frank de Boer ve Berg- kamp ustalıklarını göstermiş, iki penaltıdan iki gol çı­ karmışlardı. Fakat kaleci Taffarel devleşerek, Ronald de Boer’in ve Cocu’nun penaltı atışlarıyla gelen iki to­ punu da kurtarınca... Kader ağlarını örmüştü. Maçta­

438 ki goller de eklenince, penaltı golleriyle birlikte iki farklı galibiyete ulaşan Brezilya finaldeydi. Ev sahibi Fransa ile kupayı en çok kazanan takım, kozlarını paylaşacaktı. Tahmin edeceğiniz gibi, Brezilya’daki se­ vinç muhteşem bir karnavala dönüşüyordu. Fran­ sa’daki Brezilyalılar büyük tezahüratla sokaklara dö­ külüyor, Brezilya’daki kutlamaların büyüklüğü ise Tv’lerden tüm dünyaya yayılıyordu. Brezilyalılar, ku­ payı alacaklarından yüzde yüz emin görünüyorlardı. Fransızlar ise bir patlayacak ama tam patlayacaklardı. Hiç alamadıkları Dünya Kupası’m, şöyle bir tutup ha­ vaya kaldıracakları anı bekliyorlardı.

Sürpriz takım Hırvatistan...

Arada “Dünya Üçüncüsü”nü belirleyecek maç vardı. “Fransa ’98’in sürpriz takımı” Hırvatistan, Hollan­ da karşısına çıkarken; İtalya gibi, Almanya gibi, Ar­ jantin gibi, üç eski şampiyon tribündeydi. Üçü de bu finallerin seyircisiydi artık... Önce üçüncülük maçının, sonra da büyük finalin seyircisi... Aslında bu karşılaş­ mada çifte heyecan vardı: Kim üçüncü olacaktı? Kim gol krallığını kazanacaktı? Şu anda listenin başında kral adayı olarak beşer golle İtalyan Vieri, Arjantinli Batistuta ve Hırvat Suker vardı. Vieri ve Batistuta, ar­ tık tribünden inip de top oynamayacaklarına göre, bir tek Suker’in şansı devam ediyordu. Üçüncülük karşı­ laşmasında atacağı bir tek gol bile Suker’in “Gol Kra­ lı” olmasına yetecekti. Pare de Princes Stadı’ndaki maç başlarken genel kanı, Hollanda’nın galip geleceği, üçüncülüğü kazanacağı şeklindeydi. Maç başladıktan sonra oyunun gelişmesi de, bu tahmini doğrular yönde oldu. Ancak gerçek biraz değişikti. Hırvatlar, klasik

439 taktiklerini uyguluyor; oyunu kendi yarı alanlarında kabul edip, kontrataklarla ve tabii Suker gibi, Jurcic gibi hızlı hücum elemanlarıyla gol arıyorlardı. Bu ba­ kımdan Hollandalıları sık sık Hırvat kalesi önünde gö­ renler, birazdan Hollanda gollerinin de birbirini izleye­ ceğini düşünüyorlardı. Bu görüşün ömrü on iki daki­ kalık oldu. Tam 13. dakikada Hırvatların büyük yıldı­ zı Prosinecki, enfes bir atak sonunda aynı güzellikte golü attı. Hollandalılar fazla sarsılmayacak, akınlarını sürdürerek çok geçmeden beraberliğe ulaşacaklardı. Gol, Zenden’den gelmişti. Hollandalı futbolcunun be­ raberlik golünü yaratan şutu gerçekten enfesti. Seyre­ denin yıllarca unutamayacağı bir futbol harikasıydı bu şut... Yalnız gol, atan Hollanda’yı değil, yiyen Hırva­ tistan takımını ateşledi. Hele Suker, gol krallığına koş­ manın da kamçılamasıyla daha da coşmuştu şimdi... Bu arada söyleyelim: Maçın tarafsız olması gereken Fransız seyircisi, Hırvat oyuncusu Biliç’in ayağına to­ pun her gelişinde ıslıklıyor, hatta yuhalıyor, çeşitli şe­ killerde protesto ediyordu. Fransızların, Biliç’i bu şe­ kilde hiç durmadan protesto etmesinin nedeni açıktı: Bir önceki maçta kaptanları Blanc’ı sinirlendirmiş, onun kırmızı kart görmesine sebep olmuştu Biliç... 1 9 9 8 ’in Dünya Üçüncüsü, bu unvan için oynanan maçın 36. dakikasında belli oldu... 36. dakika, aynı zamanda Fransa ’98’in gol kralını da ilan eden daki­ kaydı. Suker, aldığı topu en iyisiyle kullanmış, hem Hır­ vatistan’ı galibiyete ve dünya üçüncülüğüne kavuştu­ ran, hem de kendisini gol krallığı tahtına çıkaran golü atmıştı. Aslında daha büyük final vardı orda; bir fut­ bolcu, örneğin Ronaldo, iki gol atarak Suker’i geçebi­ lirdi. Ya da bir başka futbolcu, sürprizlerin en büyüğü­ nü yapar, peş peşe üç-dört gol atarak herkesi şaşırta­

440 bilirdi. (Zaten birkaç sayfa sonra okuyacaksınız. İyisi mi sizleri daha fazla heyecanda bırakmadan, olacak­ ları öğrenmenize yardımcı olalım. Tabii bileniniz çok ya... Finalde kimse böyle bir şeyler yapamayacak, Su- ker de gol kralı tacını başından çıkarmayacak!) Küçük final özelliği taşıyan bir maçın 36. dakika­ sında kaydedilen bir golün, bir unvanın kaderini belir­ lemesi, aslında futbol sporu için pek normal sayılma­ yabilir. Doksan dakikalık bir karşılaşmada, o golden sonra daha elli dört dakika var. Dokuz dakika sonra ilk yarı bitecek, sonrasında yeniden kırk beş dakikalık mücadele... Ohoo, elli dört dakikaya kaç gol sığmaz ki... Sığmayacaktı işte... Ve Hırvatistan, Kupanın sürp­ riz takımı olduğunu perçinleyerek, sahadan “Dünya üçüncüsü” olarak çıkacaktı. “Hollanda bizim gruptan gitmişti finallere... Üste­ lik bizi yenemeden... Ama biz onları yenmiştik. Aca­ ba Hollanda’nın yerine biz gidebilseydik, bu üçüncü­ lük maçım biz mi oynardık? Hatta kazanabilir miy­ dik? Hırvatların Suker’i yerine bizim Şükür, gol kralı olamaz mıydı?” diye düşündüğünüzü hissediyorum. Ben orda, Fransa’da, finalleri izlerken düşünmüştüm çünkü bunları... Düşünceye kilit olmadığına göre, ge­ ne düşünmeye devam edelim. Aslında gerek yok ya... Artık takımı finallerde oynayan, 2002 finalistleri ara­ sında yer alan bir ülkeyiz... Onu düşünmek, çok daha güzel... İnsan hayal ettikçe yaşarmış...

Fransa ’98’de bizim yabancılar...

Büyük finali beklerken, daha değişik bir not sunmak istiyorum. 16. Dünya Kupası ile ilgili araştırmalar, is­ tatistikler arasında gözümüze çarpan, bizimle ilgili bir

441 konu... Türkiye liglerinde oynayan yabancılardan, Fransa ’98’de forma giyenler konusunda küçük bir araş­ tırma... 16. Dünya Kupası finallerinde oynayan yabancıla­ rımızdan beşi, Bulgaristan takımının Fransa ’98 kadro- sundaydı: • Zdravkov (İstanbulspor) • Gintchev (Antalyaspor) • Iliev (Bursaspor) • Kishisev (Bursaspor) • Yankov (Beşiktaş) Liglerde bizim takımların formasını giyenlerden, Dünya Kupası’nda yer alanlardan dördü, Romanya mil­ li takımındaydı: • Flagi (Galatasaray) • Popescu (Galatasaray) • Filipescu (Galatasaray) • Stingaciu (Kocaelispor) Dördü de Güney Afrika takımının kadrosundaydı: • Moshoeu (Fenerbahçe) • Morula (Vanspor) • Phiri (Vanspor) • Mkhalele (Kayserispor) Fransa ’98’in üç futbolcusu da, Nijerya Milli Takı- mı’ndaydı: • Uche (Fenerbahçe) • Okacha (Fenerbahçe) • Amokachi (Beşiktaş) Liglerimizin yabancılarından iki futbolcudan biri, Flırvatistan oyuncusuydu: • Mrmic (Beşiktaş) Bir oyuncu da Kamerun milli kadrosunda yer al­ mıştı:

442 • Allum (Vanspor) “Bizimkiler”in yer aldığı takımlardan Bulgaristan, bir beraberlik dışında başarılı olamadı, hatta Ispanya’ya 6-1 ’lik gol rekoruyla yenildi. Romanya ise, grup maçla­ rında alkışlanan sonuçlar aldı. Tunus’la 1-1 kalmanın dışında, Kolombiya’yı 1-0 yendi. Ama İngiltere’yi 2-1 yenerek yarattığı sansasyon çok daha büyüktü. Ancak 2. turda Hırvatistan’a 1-0’la boyun eğdi ve elendi. Güney Afrika, ev sahibi Fransa’ya 3-0 kaybetti fa­ kat öteki iki maçında yenilmedi. Suudi Arabistan’la 2-2 kalması önemli değilse de, çeyrek finale çıkacak bir Danimarka karşısında aldığı beraberlik küçümsene­ mezdi. Nijerya, grup birincisi olarak tur atlamakla başarılıydı. Ispanya’yı ve Bulgaristan’ı yenmiş, sadece Paraguay’a yenilmişti. 2. turda ise Danimarka önünde tutunamamış, 4-1 gibi farklı sonuca teslim olmuştu. Hırvatistan’ın üçüncülüğünü yeni anlattık. Kamerun ise ilk turda elenenlerdendi.

Açılış kadar görkemli bir kapanış...

Artık Stade de France yolunu tutabiliriz. Hem de er­ ken saatlerde... Çünkü o yöne doğru trafik yoğunlu­ ğu daha sabahtan başladı. Bu bakımdan, tribünlerin maç saatinden çok önce dolduğunu kolayca tahmin edebilirsiniz. Brezilyalılar, elbette çoğunlukta değil Pa­ ris sokaklarında... Gene de ilginç görünüşleriyle, çe­ şitli boyalarla süslenmiş yüzleriyle ilgi çekiyorlar. Fransızlar ise coşku içinde ama, şöyle bir dostça ko­ nuşmaya kalktınız mı, çok korkuyorlar... Hani “yü­ züp yüzüp de kuyruğuna gelmişken” misali... Açılış töreni gibi, kapanış töreni de muhteşem ol­ muştu. Rüya gibiydi gerçekten... Bu kupanın maskotu

443 sayılan, yakışıklı ve sevimli, Porto Rikolu Ricky Mat tin’in enfes konseriyle süslenen kapanışta dans ve ak robasi gösterileri değişik güzelliklerdi. Tabii biz de N'i v ekibi olarak, Okay Karacan ve Murat Kosova kardeş­ lerimle (ya da oğullarımla), stadın bir köşesinden Pa­ ris’teki o heyecanı memlekete taşırken, bir yandan da stadta canlı canlı böylesi bir olayı izlemenin keyfini duyuyorduk. Bense, onuncu kez bir Dünya Kupası fi­ nalinde görev üstlenmenin mutluluğu içindeydim. (Bir ara hemen yanımızda yayın yapan ve o ana kadar on beş Türk medya mensubuyla röportajlar yapan, t r t ekibinden bir sevgili kardeşimin gelip de “Baba yahu, sen de gelip bir-iki laf söylesene t r t mikrofonunda... Sahi senin kaçıncı Dünya Kupası bu” demesi dışında üzüleceğim hiçbir tatsızlık yoktu o sırada... Kırk yılı aşkın emek verdiğim, evim, okulum, yuvam olarak kalbime yerleştirdiğim TRT’den birisinin yahut binleri­ nin, pek düşünmeden söylediklerini neyse ki çabuk unutmuş, o ânın büyüleyici keyfine yeniden dönmüş­ tüm. En sevdiğim huyumdur. Çirkin, tatsız, kötü dav­ ranışları çok çabuk unuturum. Peki, bunu niye hatırla­ dım şimdi? Unuttum...) Stadtaki şahane defileyi, havai fişek gösterilerini iz­ lemiş, sıra büyük finale gelmişti. Tribünlerden yükse­ len büyük tezahürat, takımların göründüğünü haber veriyordu. İşte iki finalist sahadaydı. Hakemler de. Ma­ çı Afrikalı bir hakem yönetecekti. Said Belqola... Faslı hakemin yardımcıları da, İngiliz Warren ile Güney Af­ rikalı Salie idi. Ve 16. Dünya Kupası’nın adayı iki ta­ kımın kadroları, seremonideydi: F r a n s a : Barthez - Lizarazu, Leboeuf, Desailly, Thuram - Djoıkaeff, Deschamps, Zidane, Petit - Ka- rembeu, Guivarc’h

444 B r e z İ l y a : Taffarel - Cafu, J. Baiano, Aldair, Ro- berto Carlos - Dunga, C. Sampaio, Leonardo, Rival- do - Ronaldo, Bebeto

Zidane... Yine Zidane... Büyük Zidane...

Fransa oyuna öylesine hızlı, öylesine güzel başladı ki... Daha ilk dakikadan itibaren “Kupa, ev sahibinin hak­ kı” dedirtti herkese... Guivarc’h, mükemmel girdiği pozisyonu gole çevirebilse, Fransız takımı daha ilk da­ kikada galip duruma geçecekti. Bunu birkaç dakika sonra gene Guivarc’h’ın ve Djorkaeff’in gollük atakla­ rı izliyordu. Brezilya nerdeydi? Flerkes arıyordu. Dün­ ya Kupalarının fırtınası dinmiş miydi? Yoksaaa, fırtı­ nanın yeni adı Fransa mı olmuştu? Evet... Evet... Son sorunun doğru yanıtı buydu... Brezilya takımı, Fran­ sızların müthiş temposu karşısında epey şaşırmıştı. Bu güzelliğin meyvesi de az sonra tabaktaydı. İlk Fransız golünü, “Dünyanın en büyüğü” olarak ödüller kaza­ nacak Zidane atmıştı. Şahane bir kafa vuruşu ve fina­ lin ilk coşkusu... Fransa 1-0 öne geçtiğinde, maçın he­ nüz 27. dakikası oynanıyordu. Sonrasında sahada san­ ki Brezilya hiç yoktu. Atak üstüne atak yapan Fransız- lar, her an gol tehlikesi yaşatıyorlardı Taffarel’in kale­ sinde... Daha önce harikalar yaratan Taffarel de bu maçta, takımının kötü temposuna uymuş gibiydi. Dev­ renin böyle bitmesi beklenirken, hakem ilk yarıya üç dakika eklemişti. Bu eklemenin de sonu gelirken, “bü­ yük” Zidane tekrar sahneye çıkıyor ve Fransa’nın gol­ lerine bir tane daha ekliyordu. Ya da kendi gollerine, gene şahane bir kafa vuruşuyla. Fiakem ilk yarının son düdüğünü çalarken, Fransa 2-0 öndeydi. Brezilya, ma­ çın ikinci bölümüne biraz toparlanmış gibi başladı. Bu

445 arada, yıldız futbolcusu Ronaldo ile gole çok yaklaştı da... Fakat Ronaldo gibi bir klas futbolcu karşı karşı ya kaldığında, topu kaleci Barthez’in kucağına nişan layınca, Fransızlar buna sadece teşekkür ettiler. Ancak aynı Fransızlar, az sonra Faslı hakeme teşekkür değil, itiraz edeceklerdi. Çünkü 68. dakikada Desailly’yc gösterdiği kartın rengi “kırmızı”ydı. Daha da bitime yirmi iki dakika vardı. Yenecek bir gol, her şeyi değiş­ tirebilirdi. Brezilya karşısında on kişiyle mücadele et­ mek pek kolay sayılmazdı. Ne var ki, Fransız takımı formda bir günündeydi. Hani on değil, dokuz, hatta sekiz kişi de kalsa, maçı kazanacak bir tempodaydı. Gerçekten bunu başardı da... Hatta on bir kişiyle oy­ nayan Brezilya’nın kalesine bir gol daha bırakarak... Zidane, birbirinden muhteşem iki kafa golüyle mağlup etmişti Taffarel’i... “Altın kafa” diye alkışlamıştı seyir­ ci... Brezilya kötü mü oynamıştı? Belki de hiç oynaya- mamıştı. Daha doğrusu Fransa çok iyi oynamıştı ve de Brezilya’yı oynatmamıştı. 2-0 da yeterdi şampiyonluk için... “Hayır” diye bir ses yükseldiğinde maçın tam 90. dakikasıydı. “Hayır” diyen Petit, nefis bir atak so­ nunda, Taffarel’in kalesine üçüncü golü de yollamıştı. Futbol tarihi, futbolun en büyük kupasını ev sahibi Fransa’nın büyük bir zaferle kazandığını yazacaktı. Sonuç 3-0’dan da farklı olsaydı kimse şaşırmazdı... “Hak etti Fransız takımı” derdi. Şeref tribününde Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac mutluluk için­ de, ülkesinin mutlu insanlarını selamlıyordu. Gene ay­ nı tribünde alkışlayanlar arasında, futbolun unutul­ maz kralı Pele; gol rekoru bu kupada da kınlamayan Fransız golcüsü Fontaine; müziğin, sinemanın, sanatın ünlüleri, Gérard Depardieu, Catherine Deneuve, Cla­ udia Schiffer, Alain Delon... Daha kimler yoktu ki...

446 Sahadaki en tatlı tablo, her galibiyetten sonra oldu­ ğu gibi, Fransız oyuncularının kalecileri Barthez’i çıp­ lak kafasından öperek kutlamalarıydı. Aslında bunu maçtan önce de yapıyorlardı. Bir uğurdu bu... Hatta bu finalde kırmızı kart cezalısı olduğu için oynayama- yan Blanc gelmiş, Barthez’in kafasına alışılan öpücü­ ğü kondurup, maçı seyretmek için tribüne çıkmıştı. Stadtan çıkılırken... Haa sahi daha önce anlatmıştım değil mi Gerard Depardieu ile tokalaşmamızı?.. Ama bütün bu alanda herkes aynı şarkıyı söylüyordu. Ricky M artin’in La Copa de la vida'smı, finalden önce onun­ la birlikte söylemişti on binler... Şimdi artık her yerde aynı şarkı çalıyor, sokaklarda yürüyenler de bir ağız­ dan onu söylüyorlardı. Fransızlar sevinç içinde havalara sıçrarken, Brezil­ yalılar ağlıyordu. Paris’tekiler herkesin gözü önünde ağlıyordu. Brezilya’da ise, adeta milli matem ilan edil­ miş gibi bir havanın estiği haberi geliyordu. Ama kim ne derse desin, kupa tarihinin en haklı sonuçlarından biriydi bu... Fransız takımı, anasının ak sütü gibi helal etmişti 16. Dünya Kupası’m... Goller atılırken, milyonlarca insan içinde en çok he­ yecan duyan kişinin kim olduğunu tahmin edersiniz? Hadi sizi yormadan söyleyeyim: Hırvat futbolcusu Su- ker... Zidane ve Petit imzalı goller, onun krallığını et­ kilemediği için; Fransızların şampiyonluk coşkularına, Suker’in gol krallığı sevincinin coşkusu da katılmıştı herhalde... Gol deyince, parçalanan rekorlar da vardı. Bugüne kadar 1930’da Uruguay, 1934’de İtalya, 1966’da İn­ giltere, 1994’de de Brezilya şampiyon olurken üçer gol yemişlerdi. Bu defa şampiyon Fransa “en az gol yiyen şampiyon” rekorunu kırıyordu. Çünkü Fransa,

447 oynadığı yedi maçta hiç yenilmemiş, altı galibiyet, bir beraberlik alırken sadece iki gol yemişti. Bu yeni re­ kordu işte! Bir başka rekoru ise, hayatının en kötü oyunların­ dan birini oynayan Taffarel kırmıştı. Taffarel, on do­ kuzuncu kez Dünya Kupası’nda oynayarak, o güne ka­ dar “kupada en çok oynayan kaleci” rekorunu elinde tutan Alman Sepp Maier’i geçmişti. Maier’in rekoru, 18 maçtı. Kaleci deyince de... Maçtan önce iki kaleciye bir mesaj gönderen Papa Jean Paul II “gençlik yıllarında, futbolda kaleci oynadığından ötürü kalecilere sempa­ tisi olduğunu” bildirmiş, “Papa’nın kalbi, Taffarel ve Baıthez’le birlikte olacak” demişti. Fransız kalecisi Barthez, kupa tarihinde biri penal­ tıdan iki gol yiyerek, “tüm zamanların en az gol yiyen kalecisi” oldu. Tabii uzatma sonu penaltılar bu hesa­ ba girmiyordu. Büyük finali yöneten Faslı hakem genellikle beğe­ nilecek; kartlarını biraz fazla kullandığını eleştirenler de, hakemin tümüyle iyi maç yönettiğini kabul edecek­ lerdi. Finalin ertesi günü şampiyon takım, hocaları Aime Jacquet başlarında, Paris’in ünlü Champs-Ellysees Bul- varı’nda üstü açık bir otobüsle şeref turu atıyor, bin­ lerce halkın tezahüratı ile büyük zafer kutlanıyordu. Cumhurbaşkanı Jacque Chirac da, takımı her vesile ile onore etmekten geri durmuyordu. Bu arada en büyük sevinci duyanlardan biri de, Fransa’nın unutulmaz yıldızı Michel Platini idi. Eski milli takım kaptanı, şimdi Fransa ’98 Organizasyon Ko­ mitesi Başkanı olarak görevini yerine getirirken, takı­ mının şampiyonluğu ile de övünenlerin başında geli­

448 yordu. Önceki Dünya kupalarında çok iyi futbol oyna­ mıştı Platini... Ama şampiyon takımın kaptanı olmak mutluluğunu yaşayamamıştı. Arada kulağınıza fısılda­ yayım: O büyük futbolcu Michel Platini henüz bir de­ likanlı iken, Metz kulübü doktoru kendisinde “kalp yetmezliği ve nefes darlığı” bulmuş, ayrıca “ayak bile­ ği sertleşmesi” nedeniyle kemiklerinin çabuk kırılabile- ceğini söylemiş, kısaca Platini’nin bu çeşitli hastalıklar nedeniyle “futbol oynayamayacağı” hakkında rapor vermesiyle, genç sporcu o kulübe girememişti. Sonra­ ları milli takım kaptanlığına kadar yükselen ve dünya­ nın ünlü yıldızları arasına giren Michel Platini’yi tele­ vizyonda görünce o doktor ne demiş olabilirdi? Hadi siz de şimdi bana dedikodu yaptırmayın!

Fransa, “toplama takım” mı?

İyi de, Fransız takımının şampiyonluğundan sonra bazı ülkelerden bazı sesler gelecek, “Fransa’nın topla­ ma takımla kupaya uzandığı” öne sürülecekti. Buna karşı Fransızlar, başta hemen şimdi sözünü ettiğim Michel Platini, şu açıklamayı yapmışlardı: “Evet, doğ­ ru... Bizim takımların nerden geldiklerini sayalım is­ terseniz: Thuram, Guadeloupe’den... Lama, Guya­ na’dan... Desailliy, Gana’dan... Zidane, Cezayir’den... Boghossian, Ermenistan’dan... Djorkaeff, Gürcis­ tan’dan... Karembeu, Kaledonya’dan... Vieira, Sene- gal’den... Henry, Guadeloupe’den... Trezeguet, Arjan­ tin’den... Lizarazu, Bask’tan... Pires, Portekiz’den... Candela, İtalya’dan...” Sonra da şu ekleme yapılmıştı: “Bu futbolcuların çoğu Fransa’da doğmuştur, ama aileleri çok önce dışa­ rıdan göç etmiştir.”

449 Şampiyonluğun mimarı, Fransız Milli Takımı Teknik Direktörü Aime Jacquet, maçtan sonra büyük heyecanı­ nı şöyle anlatmıştı: “Farklı kökenden ve farklı kültür­ den insanları bir araya getirmeyi başardık. Buna Fran­ sızların kaynaşması diyebiliriz. Ulusal kenetlenme ile bu büyük sonuca ulaştık. Cumhurbaşkanımız ve Başbaka­ nımız da bunu öne sürdüler. Hem de soyunma odasına inerek çocuklara anlattılar...” Teknik Direktör Jacquet, şampiyonluğu elde ettikten sonraki bu konuşmasında, “Final öncesinde gerçekten bir panik içinde olduğunu, ama bunu futbolcularına hissettirmediğini” de itiraf et­ miş ve şöyle konuşmuştu: “Zizou’ya yani Zidane’a, ön direğe gitmesini ve gol atmasını söyledim. O, dediğimi fazlasıyla yaptı, bir yerine iki gol attı. Çocuklara duran toplardan mutlaka gol bulacağımızı önemle belirtmiş, bir de Brezilyalıların sıkı markaj yapmayışına güvenmiş, futbolcularımı ona göre hazırlamıştım. Burnumuzun di­ binden ayrılmayan İtalyanlarla oynamaktansa, markaj- sız Brezilyalılarla oynamak, çok daha iyi idi.” Öylesi böylesi, tam 16 Dünya Kupası geride kaldı artık... İlkinden sonuncusuna tarih olan o finalleri şöyle bir gözlerimizin önüne getirdik. Maçlarıyla, yıl­ dızlarıyla, golleriyle, penaltılarıyla, kırmızı kartlarıyla, gol krallıklarıyla, acısıyla, tatlısıyla, üzüntüsüyle, se­ vinciyle görmediklerimiz ya da görüp de yeniden hatır­ ladığımız bütün o kupa heyecanı, bir geçit yaptı önü­ müzde... Ama 1900’lü yıllar öbür yüzyılda kaldı ar­ tık... Hatta öbür milleniumda... O halde 16. Dünya Kupası’m da bitirdiğimize göre, geçmişte yaşananlara noktayı koyabiliriz... Gelecekte, geleceğin güzellikle­ rinde, geleceğin futbol heyecanıyla süslenecek güzellik­ lerinde yeniden buluşuncaya kadar... Yüzünüz hep gülsün...

450 1998 Kupası'rıda Nijerya kalesinde tehlike... Barajda “bizim” Uche de var.

Evinde şampiyon olan Fransa takımının zafer sonrası. Dünya Kupası’nda Türkiye 1930 Uruguay Katılmadık.

1934 İtalya Katılmadık.

1938 Fransa Katılmadık.

1950 Brezilya İlk kez katıldık. Elemede Suriye ile eşleştik. Suriye’yi 7-0 yendik. “Hazırlığımız yeterli değil, Brezilya çok uzak, bütçede bu iş için para yok” gerekçeleriyle gidemedik. Dünya Kupası finallerinde oynama hakkını elde ettiğimiz halde katılamadık.

1954 İsviçre 2002’ye kadar finallerde oynadığımız ilk ve son Dünya Kupası... Bu kupada oynadığımız maçlar: Elemede: İspanya - Türkiye 4-1 Türkiye - İspanya 1-0 Türkiye - İspanya 2-2 (Uzatma sonu kurayla tur atladık ve finallere katılma hakkını aldık.)

455 Finallerde: Almanya - Türkiye 4-1 Türkiye - Güney Kore 7-0 Almanya - Türkiye 7-2

1958 İsveç Elemede İsrail ile eşleştik. O günkü politik engeller nedeniyle, İsrail’le maç yapmamıza devletçe izin verilmedi. Maç yapmadan elendik. Katılamadık.

1 9 6 2 Şili Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Norveç 2-1 Norveç - Türkiye 1-0 Türkiye - Sovyetler Birliği 1-2 Sovyetler Birliği - Türkiye 1 -0

1966 İngiltere Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Portekiz 0-1 Portekiz - Türkiye 5-1 Türkiye - Çekoslovakya 0-6 Çekoslovakya - Türkiye 3-1 Türkiye - Romanya 2-1 Romanya - Türkiye 3-0

1970 Meksika Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Sovyetler Birliği 1-3 Sovyetler Birliği - Türkiye 3-0 Türkiye - Kuzey İrlanda 0-3 Kuzey İrlanda - Türkiye 1-4

456 1974 Almanya Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - İtalya 0-1 İtalya - Türkiye 0-0 Türkiye - İsviçre 2-0 İsviçre - Türkiye 0-0 Türkiye - Lüksemburg 3-0 Lüksemburg - Türkiye 2-0

1978 Arjantin Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Malta 4-0 Malta - Türkiye 0-3 Türkiye - Doğu Almanya 1-2 Doğu Almanya - Türkiye 1-1 Türkiye - Avusturya 0-1 Avusturya - Türkiye 1-0

1982 İspanya Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Sovyetler Birliği 0-3 Sovyetler Birliği - Türkiye 4-0 Türkiye - Galler 0-1 Galler - Türkiye 4-0 Türkiye - İzlanda 1-3 İzlanda - Türkiye 2-0 Türkiye - Çekoslovakya 0-3 Çekoslovakya - Türkiye 2-0 1986 Meksika Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Finlandiya 1-2 Finlandiya - Türkiye 1-0 Türkiye - Romanya 1-3 Romanya - Türkiye 3-0 Türkiye - Kuzey İrlanda 0-0 Kuzey İrlanda - Türkiye 2-0 Türkiye - İngiltere 0-8 İngiltere - Türkiye 5-0

1990 İtalya Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Avusturya 3-0 Avusturya - Türkiye 3-2 Türkiye - Sovyetler Birliği 0-1 Sovyetler Birliği - Türkiye 2-0 Türkiye - Doğu Almanya 3-1 Doğu Almanya - Türkiye 0-2 Türkiye - İzlanda 1-1 İzlanda - Türkiye 2-1

1 9 9 4 A BD Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Norveç 2-1 Norveç - Türkiye 3-1 Türkiye - Polonya 2-1 Polonya - Türkiye 1-0 Türkiye - Hollanda 1-3 Hollanda - Türkiye 3-1 Türkiye - San Marino 4-1 San Marino - Türkiye 0-0 Türkiye - İngiltere 0-2 İngiltere - Türkiye 4-0

458 1998 Fransa Katıldık. Elendik. Eleme maçlarımız: Türkiye - Hollanda 1-0 Hollanda - Türkiye 0-0 Türkiye - San Marino 7-0 San Marino - Türkiye 0-5 Türkiye - Belçika 1-3 Belçika - Türkiye 2-1 Türkiye - Galler 6-4 Galler - Türkiye 0-0

459 Söz, Gerçekten “Gümüş”müş - Ne güzel gelenektir. Milli formayı yirmi beş kez giyen futbolcumuz gümüş, elli kez gi­ yen ise altın madalya ile ödüllendirilir. Saygıyla andığım Orhan Şeref Apak Federasyonu bu yolda bir “ilk” e daha imza atmış ve... 30 Nisan 1969 akşamı Ankara 19 Mayıs Stadı ndaki Türkiye - Polonya milli maçından önce, bu kar­ şılaşmayı radyoda anlatacak spikere de “gümüş madalya” vermişti. Federasyon Başkanı Apak, “Yirmi beş milli maçı­ mızı anayurda duyuran bir spikerin de, yirmi beş kez top koşturan bir milli futbolcu kadar memleket hizmeti yaptığı­ na inanıyoruz. Bunca yıl nefes tükettin, tatlı acı anılarıyla futbolumuzun sesini dünyanın her yanından duyurdun. Bu hizmetine teşekkür ediyoruz” diyerek gümüş madalyayı boynuma takmıştı. O anda duyduğum, kalbimi nerdeyse yerinden fırlatacak büyük heyecanı her hatırlayışta aynı gü­ zellikte yaşar, bu eşsiz gururu bir kez daha hissederim... Ya­ zar ve konuşur olarak aldığım yüzlerce ödülün yanında bu gümüş madalyanın değeri bir başka büyüktür benim için... Bir de aynı gece sevgili Arman Talay tarafından TRT adına armağan edilen o değerli saati de gözüm gibi saklarım. Nice maçlarda nice golün dakikasını o saatimin kronomet­ resine bakarak söylediğimi unutabilir miyim hiç? Spor’da da, Mikrofonda da “Fair Play” - Spordaki onca ödülüm arasında bir de Türkiye Milli Olimpiyat Komite- si’nden aldığım “Fair Play Ödülü”nün yeri ayrıdır. Konsey Başkanı sevgili Erdoğan Anpınar’ın elinden aldığım bu ödül, mikrofonda ve kamera karşısında da “fair play”in yürekten benimsenebileceğini göstermesi yönünden beni çok mutlu etmiştir. Halit Kıvanç İstanbullu... Pertevniyarii... Hukuk mezunu... Bir süre yargıçlığı var... Üniversitede iken gazetecilikte ilk adımlat Derken büyük gazeteler... Mikrofonla tanışma... Spiker... Sunucu... Radyoda maç heyecanı... TV’de ilk yarışma... Daha nice nice "ilk"lere imza... Londra'da BBC'de bir yıl... Dünya ünlüleriyle röportaj... Futbolun büyüklerini anlat... Gollerin en güzellerini... Penaltıların en kaçanlarını... Pele'yle "yedek"ken tanış... 16 Dünya Kupası'ndan 10'unda orada... Kiminde gazeteci, kiminde radyocu, TV'ci 1954'te M illi Takımla beraber... Ve sahnede, mikrofon elde... Bugünün ünlülerini ilk sunuş... Herkesi dostça tut... Çirkin olayı, kötü kişiyi unut... Yazarlıkta yarım yüzyılı aş... Sunuculukta yarım yüzyıla yaklaş... Bir sevgili mikrofon... Bir sevgili ekran... Yuvası, sunuculuğuyla akran... Eczacı Bülbin Kıvanç'ın eşi... Yazar Ümit Kıvanç'ın babası... İkiyüzü aşkın ödülü... Otuza yakın kitabı.... işte bir yenisi daha... Futbolun en büyük çoşkusunu... Dünya Kupasını anlatıyor... Bu kupa şimdi 72 yaşında... 72 milletin topçusu bu kupanın peşinde... Yine goller goller goller.... Gollerle direkten dönenler... Ofsayt golle övünenler... Yaşam öykümüz de öyle... Hep golü atan olmamız dileğiyle....

ISBN: 975-458-345-5 9789754583458OTM: 11020401

9 789754 583458 KDV dahil fiyatı: 8 .0 0 0 .0 0 0 TL