TÜRK İYE’N İN İKİNC İ DÜNYA SAVA ŞI’NA Fİİ LEN G İRMEMES İNİN İÇ VE DI Ş TOPLUMSAL ETK İLER İ VE SONUÇLARI

Sedat SAV

İnönü Üniversitesi SOSYAL B İLİMLER ENST İTÜSÜ Lisansüstü Eğitim-Öğretim Yönetmeli ği’nin KAMU YÖNET İMİ ANAB İLİM DALI İçin Öngördü ğü YÜKSEK L İSANS TEZ İ Olarak Hazırlanmı ştır.

(Malatya, Haziran 2008)

TÜRK İYE’N İN İKİNC İ DÜNYA SAVA ŞI’NA Fİİ LEN G İRMEMES İNİN İÇ VE DI Ş TOPLUMSAL ETK İLER İ VE SONUÇLARI

Sedat SAV

Danı şman: Doç. Dr. Yusuf KARAKILÇIK

İnönü Üniversitesi SOSYAL B İLİMLER ENST İTÜSÜ Lisansüstü Eğitim-Öğretim Yönetmeli ği’nin KAMU YÖNET İMİ ANAB İLİM DALI İçin Öngördü ğü YÜKSEK L İSANS TEZ İ Olarak Hazırlanmı ştır.

(Malatya, Haziran 2008)

ONAY SAYFASI

İNÖNÜ ÜN İVERS İTES İ SOSYAL B İLİMLER ENST İTÜSÜ MÜDÜRLÜ ĞÜ’NE

Enstitümüz Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans ö ğrencisi Sedat SAV tarafından Doç. Dr. Yusuf KARAKILÇIK danı şmanlı ğında hazırlanan “TÜRK İYE’N İN İKİNC İ DÜNYA SAVA ŞI’NA F İİ LEN G İRMEMES İNİN İÇ VE DI Ş TOPLUMSAL ETK İLER İ VE SONUÇLARI” ba şlıklı bu çalı şma jürimiz tarafından Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi olarak kabul edilmi ştir.

Ba şkan: ......

Üye : ......

Üye : ......

ONAY

Yukarıdaki imzaların, adı geçen ö ğretim üyelerine ait oldu ğunu onaylarım.

...../...... / 2008

Prof. Dr. S.Kemal KARTAL Enstitü Müdürü

ONUR SÖZÜ

Yüksek Lisans Tezi olarak savundu ğum “Türkiye’nin İkinci Dünya Sava şı’na Fiilen Girmemesinin İç Ve Dı ş Toplumsal Etkileri Ve Sonuçları” ba şlıklı bu çalı şmanın, bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı dü şecek bir yardıma ba şvurulmaksızın tarafımdan yazıldı ğını ve yararlandı ğım bütün yapıtların hem metin içinde hem de kaynakçada yöntemine uygun biçimde gösterilenlerden olu ştu ğunu belirtir, bunu onurumla do ğrularım.

Sedat SAV

1

ÖNSÖZ

Dünyanın tarih boyunca gördü ğü en yıkıcı ve kanlı sava ş İkinci Dünya Sava şı’dır. Tüm kıtaların en büyük ekonomik ve askeri devlerinin kara, hava ve deniz güçleri ile yeryüzünün tamamında altı yıl boyunca sürdürdükleri sava ş, sonuçları ile uluslararası siyasetin ve co ğrafyanın yeniden şekillenmesinde etkili oldu ğu gibi, günümüzde Türkiye’de var olan siyasi ve ekonomik yapılanmanın da ba şat nedenlerini olu şturmu ştur. Bu çalı şmada Türkiye’nin İkinci Dünya Sava şı’na fiilen girmemesinin iç ve dı ş toplumsal etki ve sonuçlarının ortaya konulması ve de ğerlendirilmesi hedeflenmi ştir. Bu hedefe ula şmak için Dünya ve Türkiye siyasi tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olan İkinci Dünya Sava şı’nın öncesi, sırası ve sonrasında Dünya’da ve Türkiye’de gerçekle şen olaylar ve olu şumlar ile günümüze yansımaları ara ştırma boyunca irdelenmeye çalı şılmı ştır. Yüksek Lisans derslerinde dünyaya bakı ş penceremi geni şleten İnönü Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümünün de ğerli ö ğretim üyelerine; bu çalı şma boyunca yardımlarını esirgemeyen Danı şman Hocam Doç. Dr. Yusuf KARAKILÇIK’a; bana ara ştırma yöntemlerini ö ğreten, kırk ya şında kendime örnek aldı ğım gerçek “bilim insanı”, “insan insanı” Kamu Yönetimi Bölüm Ba şkanı Prof. Dr. S. Kemal KARTAL’a; ara ştırmalarım sırasında elde etti ğim bulguları payla şmak ve peki ştirmek için açtı ğım tartı şmalarda beni sabırla dinleyen (ya da dinliyormu ş gibi yapan), yorumlar yapan yakın i ş arkada şlarım ve dostlarıma; çalı şmaya ayırdı ğım zamanın önemli bir kısmını kendilerine ayırmam gereken zamandan çaldı ğım e şim ve çocuklarım Seda ile Sıla’ya; saygı ve sevgilerimi sunarken ayrıca ismini sayamadı ğım eme ği geçen herkese te şekkür ederim.

Sedat SAV

2

TÜRK İYE’N İN İKİNC İ DÜNYA SAVA ŞI’NA F İİ LEN G İRMEMES İNİN İÇ VE DI Ş TOPLUMSAL ETK İLER İ VE SONUÇLARI Yüksek Lisans Tezi; Yazan: Sedat SAV Danı şman: Doç. Dr. Yusuf KARAKILÇIK İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Haziran 2008

ÖZET VE ANAHTAR SÖZCÜKLER

Ara ştırmada, İkinci Dünya Sava şı yıllarında Dünya ve Türkiye’nin içinde bulundu ğu siyasi ve ekonomik durum ortaya konarak; Türkiye’nin sava şa girmeme konusunda üretti ği politikalar ile bu politikalar sonucunda olu şan siyasal yapılanma ve toplumsal görü ş çe şitliliklerinin incelenmesi ve günümüze ı şık tutması amaçlanmı ştır. İkinci Dünya Sava şı yıllarında (1939-1945) Dünya’nın üç büyük gücü Almanya, İngiltere ve Sovyetler Birli ği’nin baskılarına ra ğmen, yokluklar içerisinde bulunan Türkiye’nin hareket özgürlüklerini korumasını sa ğlayarak, sava şa girmesini önleme ba şarısını gösteren Türk devlet adamlarının izledi ği politikalar ile sonuçlarının incelenmesi, Kamu Yönetimi ve Politika Üretimi konusunda örnek uygulamalar olması nedeniyle önemlidir. Ara ştırmanın yöntemi tarihsel ara ştırma yöntemidir. Konu incelenirken öncelikle temel bilgi olarak İkinci Dünya Sava şı’nı hazırlayan uluslararası ortam ve sava şın ba şında Türkiye’nin durumu anlatılmı ştır. Daha sonra İkinci Dünya Sava şı’nın seyri ve Türkiye’nin sava ş sırasında izledi ği politikalara yer verilmi ş, sava ş sonrası olu şumların günümüze yansımaları irdelenmi ştir. Bulgular, öneriler ve çıkarılan sonuç özetlenerek çalı şma sonlandırılmı ştır.

Anahtar sözcükler: İkinci Dünya Sava şı, Denge Oyunu, Milli Şef Dönemi, Çok Partili Demokrasiye Geçi ş, Ço ğunlu ğun Diktası.

3

THE DOMESTIC AND FOREIGN EFFECTS AND RESULTS OF ’S PHYSICALY BEING OUT OF THE SECOND WORLD WAR Master Thesis; Author: Sedat SAV Adviser: Yusuf KARAKILÇIK Inonu University, Graduate School of Social Sciences Department of Public Administration (June, 2008)

ABSTRACT AND KEY WORDS In this study, a research of the policies that Turkey devoloped to evade direct angagement in the Second World War, the political outcome of this effort and the diversity of public opinion is aimed within the framework of the political and economic situation that the World and Turkey are in during Second World War years. Investigating the policies of Turkish statesmen of Second World War years that succeeded in evading The War while keeping Turkey’s freedom of monevour despide the pressure’s of Germany, Britain and The Soviet Union, the three leading world power. The research method of this study is historical research method. In the examanation of the subject, firstly a basic information on the international environment that paved the way towards the outbrake of Second World War and the position of Turkey vis-â-vis the war has been provided. Then, the course of war Turkey’s war-time policies and the impacts of post-war structures on the comtemporary world have been studied. The study has been concluded by a summary of the findings, proposals and the outcomes.

Key words: The Second World War, Balance Game, National Chief Period, The Transition of Multiparty Democracy, Dictatorship of Majority.

4

TÜRK İYE’N İN İKİNC İ DÜNYA SAVA ŞI’NA F İİ LEN

GİRMEMES İNİN İÇ VE DI Ş TOPLUMSAL

ETK İLER İ VE SONUÇLARI

Sedat SAV İÇİNDEK İLER

ONUR SÖZÜ...... 1

ÖNSÖZ...... 2 ÖZET VE ANAHTAR SÖZCÜKLER...... 3

ABSTRACT AND KEY WORDS...... 4 İÇİNDEK İLER...... 5 ÇİZELGELER D İZELGES İ...... 10 KISALTMALAR...... 11

BİRİNC İ KES İM ARA ŞTIRMA HAKKINDA AÇIKLAMALAR

1. ARA ŞTIRMANIN KONUSU, ÖNEM İ, DENENCELER İ, AMACI, YÖNTEM İ, B İLG İ DERLEME VE İŞ LEME ARAÇLARI, KAVRAM

TANIMLAMALARI, SUNU Ş SIRASI...... 12 1.1.Ara ştırmanın Konusu ve Önemi...... 12 1.2.Ara ştırmanın Denenceleri ...... 12 1.3.Ara ştırmanın Amacı...... 13 1.4.Ara ştırmanın Yöntemi...... 13 1.5.Ara ştırmanın Bilgi Derleme ve İş leme Araçları...... 13 1.6.Ara ştırmanın Kavramlarının Tanımlanması...... 13 1.7 Ara ştırmanın Sunu ş Sırası...... 15

5

İKİNC İ KES İM İKİNC İ DÜNYA SAVA ŞI ÖNCES İNDE DÜNYA’DAK İ VE TÜRK İYE’DEK İ TOPLUMSAL OLU ŞUM VE OLAYLAR HAKKINDA GENEL B İLG İLER

2.

3. SAVA Ş ÖNCES İNDE TÜRK İYE’DEK İ S İYASAL, TOPLUMSAL VE EKONOM İK DURUM...... 17 2.1 İkinci Dünya Sava şı Ba şında Türkiye’deki Siyasal Durum...... 17 2.2 İkinci Dünya Sava şı Ba şında Türkiye’nin Ekonomik Durumu...... 19 2.3 İkinci Dünya Sava şı Ba şında Türkiye’nin Askerî Durumu...... 22 2.4 İkinci Dünya Sava şı Ba şında Türkiye’nin Nüfus Durumu ve Sosyal 24 Yapısı......

3. SAVA Ş ÖNCES İ DÜNYADA GEL İŞ EN OLAYLAR VE TÜRK İYE’N İN TUTUMU...... 29 3.1 İkinci Dünya Sava şı’nı Hazırlayan Nedenler...... 29

3.2 İtalya’da Fa şizmin Yükseli şi ve Mussollini’nin İktidara Gelmesi...... 30 3.3 Almanya’da Nasyonal Sosyalizmin Yükseli şi ve Hitler’in İktidara

Gelmesi...... 31 3.4 Japonya’da Militarizmin Yükseli şi...... 32 3.5 Müttefik Cephesinin Olu şumu...... 33 3.6 Türkiye’nin Sava ş Öncesi Dünyada Geli şen Olaylar Kar şısında Tutumu...... 34

ÜÇÜNCÜ KES İM

İKİNC İ DÜNYA SAVA ŞI VE SONRASI DÜNYA’DA VE TÜRK İYE’DEK İ S İYAS İ

VE TOPLUMSAL GEL İŞ MELER İLE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI

38

4. TÜRK İYE’N İN SAVA Ş SIRASINDA İZLED İĞİ DI Ş POL İTİKA......

4.1 Türkiye’nin Sava ş Kar şısında Uyguladı ğı Dı ş Politikanın Dayanakları...... 38

6

4.2 Türkiye’nin Sava ş Kar şısındaki Dı ş Politika Uygulamaları ve Durumu...... 38 4.2.1 Sava şın Ba şında Türkiye’nin Yalnızlık Korkusu ve Güven Arama Çabaları...... 40

4.2.1.1 Moskova’ya Yapılan Ba şarısız Ziyaret...... 40 4.2.1.2 Türk-İngiliz-Fransız Üçlü İttifakının Olu şturulması...... 40 4.2.1.3 Türkiye’nin Balkan Bloku Olu şturma Çabaları...... 42 4.2.2 Fransa’nın Yenilmesi ve Türkiye’nin Sava ş Dı şı Kalma Çabası...... 45 4.2.3 İtalya’ nın Yunanistan’a Saldırması ve Türkiye...... 46 4.2.4 Almanlar’ ın Balkanlarda İlerleyi şi ve Türkiye’ nin Tutumu...... 49 4.2.5 İngiltere’nin Balkan Antantı’nı Yeniden Canlandırma Giri şimi...... 51 4.2.6 Hitler’ in Güvencesi ve Türk-Sovyet Saldırmazlık Deklarasyonu...... 53 54 4.2.7 Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Paktı...... 55 4.2.8 Türkiye’de Alman Etkisinin Artması......

4.2.9 Alman Baskılarına Kar şı Müttefiklerin Çabaları...... 57 4.2.10 Sava ş Dengesinin Müttefikler Lehine Dönmesi Konferanslar ve Türkiye’ye Yapılan Baskılar...... 60 4.2.10.1 Adana Görü şmesi, Quebeck Ve Moskova Konferansları...... 61 4.2.10.2 Birinci Kahire Konferansı...... 62 4.2.10.3 İkinci Kahire Konferansı...... 64 4.2.11 Türk-Müttefik İli şkilerinin So ğuması...... 65

4.2.12 Almanya İle İli şkilerin Kesilmesi ve Türkiye’nin Sava ş İlanı...... 67

5. SAVA Ş SIRASINDA TÜRK İYE’DE YA ŞANAN EKONOM İK VE

TOPLUMSAL SORUNLAR İLE ALINAN ÖNLEMLER...... 72 5.1 Sava ş Ko şullarının Yarattı ğı Ekonomik Sorunlar ve Alınan

Önlemler …...... 73 5.1.1 Milli Korunma Kanunu...... 75 5.1.2 Varlık Vergisi...... 77 5.1.3 Toprak Mahsulleri Vergisi...... 82

7

5.1.4 Ekme ğin Karneye Ba ğlanması...... 83

5.1.5 Krom İhracatı...... 84 5.2 Sava ş Ko şullarının Yarattı ğı Toplumsal ve Kültürel Geli şmeler...... 86 5.2.1 Turancı Akımlar...... 86

5.2.2 Köy Enstitüleri...... 89

5.2.3 Türkçe’nin Sadele ştirilmesi Çabaları...... 91 5.2.4 Gazetelere Sansür Uygulanması ve Kapatılması...... 92 5.2.5 Parti İçi Olu şumlar ve Yönetime Kar şıt Görü şler...... 93

6. SAVA Ş SONRASI DÜNYA’DAK İ S İYAS İ VE TOPLUMSAL OLU ŞUMLAR

İLE TÜRK İYE’N İN KONUMU...... 97

6.1 İkinci Dünya Sava şı’nın Sonunda Olu şan Uluslararası Ortam...... 97 6.2 İkinci Dünya Sava şı’nın Sonunda Olu şan Uluslararası Ortamda Türkiye’nin

Konumu ...... 106 6.3 Türkiye’nin NATO’ya Katılması...... 113 6.4 İkinci Dünya Sava şı Sonrası Uluslararası İli şkileri Şekillendiren Olu şumlar ve Türkiye’ye Yansımaları...... 117

7. SAVA Ş SONRASI TÜRK İYE’DEK İ S İYAS İ VE TOPLUMSAL

OLU ŞUMLAR İLE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI...... 122

7.1. Çok Partili Döneme Geçi şi Sa ğlayan Etkenler...... 123 7.2. Demokrat Parti’nin İktidara Geli şi ve İktidar Süreci...... 127 7.3. 1960 – 1971 Dönemi Türkiye’de Siyasal ve Toplumsal Olu şumlar...... 133 7.4. 12 Mart 1971’den 12 Eylül 1980’e kadar Türkiye’de Siyasi ve Toplumsal Ya şam...... 136

7.5. 12 Eylül 1980’den Günümüze Kadar Türkiye’de Siyasi Ve Toplumsal Geli şmeler...... 137

8

DÖRDÜNCÜ KES İM GENEL DE ĞERLEND İRME

8. BULGULAR, ÖNER İLER VE GENEL SONUÇ ...... 141 8.1. Bulgular ve Öneriler...... 141 8.2. Genel Sonuç...... 150

KAYNAKÇA ...... 154

9

ÇİZELGELER D İZELGES İ

Çizelge:1 Atatürk’ün Ölümünden 27 Mayıs 1960’a Kadar Hükümetler ve Dı şişleri Yöneticileri...... 19 Çizelge:2 Türkiye Nüfusundaki Geli şmeler.(1927-1945)...... 24 Çizelge:3 Sayım Yıllarına Göre Şehir ve Köy Nüfusları, Toplam İçindeki Oranları ve Yıllık Nüfus Artı ş Hızları...(1927-1950)...... 26 Çizelge:4 1927-1945 Yılları Arasında Cinsiyete Göre Nüfus Da ğılımı...... 26 Çizelge:5 Aktif Nüfusun Mesleklere Da ğlımı (1927-1935)...... 27 Çizelge:6 Bazı Ülkelerde Aktif Nüfusun Ana Sektörlere Ayrılı şı (%) Erkek Birimi Olarak...... 28 Çizelge:7 Sava ş Sırasında Türkiye’de Yayınlanan Ulusal Gazetelere Uygulanan Kapatma Cezaları...... 92 Çizelge:8 Bulgular ve Öneriler Matrisi...... 149

10

KISALTMALAR D İZELGES İ

AB : Avrupa Birli ği ABD : Amerika Birle şik Devletleri AKP : Adalet ve Kalkınma Partisi ANAP : Anavatan Partisi AP : Adalet Partisi BM : Birle şmi ş Milletler CHP : Cumhuriyet Halk Partisi DP : Demokrat Parti DSP : Demokratik Sol Parti DTP : Demokratik Toplum Partisi DYP : Do ğru Yol Partisi MBK : Milli Birlik Komitesi MGK : Milli Güvenlik Kurulu MHP : Milliyetçi Hareket Partisi MP : Millet Partisi NATO : Kuzey Atlantik Savunma Paktı (North Atlantic Treaty Organization) TBMM : Türkiye Büyük Millet Meclisi

11

B İRİNC İ KES İM

ARA ŞTIRMA HAKKINDA AÇIKLAMALAR

Birinci kesimde ara ştırmanın içeri ği, akı şı ve yöntemi hakkında genel açıklamalara yer verilmi ştir.

1. ARA ŞTIRMANIN KONUSU, ÖNEM İ, DENENCELER İ, AMACI, YÖNTEM İ, B İLG İ DERLEME VE İŞ LEME ARAÇLARI, KAVRAM TANIMLAMALARI, SUNU Ş SIRASI

Bu bölümde ara ştırmanın konusu ve önemi, denenceleri, amacı, yöntemi, bilgi derleme ve i şleme araçları, kavram tanımlamaları, sunu ş sırası açıklanmı ştır.

1.1 Ara ştırmanın Konusu ve Önemi Ara ştırmanın konusu “Türkiye’nin İkinci Dünya Sava şı’na Fiilen Girmemesinin İç ve Dı ş Toplumsal Etki ve Sonuçları”dır. İkinci Dünya Sava şı yıllarında (1939-1945) Dünya’nın üç büyük gücü Almanya, İngiltere ve Sovyetler Birli ği’nin baskılarına ra ğmen, yokluklar içerisinde bulunan Türkiye’nin hareket özgürlüklerini korumasını sa ğlayarak, sava şa girmesini önleme ba şarısını gösteren Türk devlet adamlarının izledi ği politikalar ile sonuçlarının incelenmesi, Kamu Yönetimi ve Politika Üretimi konusunda örnek olması nedeniyle önemlidir.

1.2. Ara ştırmanın Denenceleri D.1. Türk devlet adamlarının İkinci Dünya Sava şı yıllarında Türkiye’nin ulusal güç de ğerlerini do ğru tespit edip; bu tespitler ölçüsünde öngörülü politikalar uygulamaları, Dünya tarihinin gördü ğü en geni ş çaplı sava ştan Türkiye’nin en az zararla kurtulmasını sa ğlamı ştır.

D.2. İkinci Dünya Sava şı sırasında Türkiye’nin kar şıla ştı ğı uluslararası ko şullar ve almak zorunda kaldı ğı önlemler, bugünkü siyasal yapılanmanın ve toplumsal görü ş çe şitlili ğinin olu şmasında önemli yer tutmu ştur.

12

1.3 Ara ştırmanın Amacı Ara ştırmanın amacı, İkinci Dünya Sava şı yıllarında Dünya ve Türkiye’nin içinde bulundu ğu siyasi ve ekonomik durumu ortaya koyarak; Türkiye’nin sava şa girmeme konusunda üretti ği politikalar ile bu politikalar sonucunda olu şan siyasal yapılanma ve toplumsal görü ş çe şitliliklerinin incelenmesi ve günümüze ı şık tutmasını sa ğlamaktır.

1.4. Ara ştırmanın Yöntemi Ara ştırmada tarihsel ara ştırma yöntemi kullanılmı ştır.

1.5 . Ara ştırmanın Bilgi Derleme ve İş leme Araçları

Ara ştırmada konu ile ilgili Türk ve yabancı ki şilerin yazdı ğı kitaplar ve makaleler incelenmi ş, internet sayfaları taranmı ş, olanaklar ölçüsünde dönemin günlük gazetelerine ula şılmaya çalı şılmı ş, daha önceden konu ile ilgili var olan ara ştırmalar ve tezler gözden geçirilmi ştir. Toparlanan bilgiler yorumlanırken günümüzdeki siyasi olu şumlar ile özde şle ştirmeye gidilmi ş, yakın çevrede ve medyadaki aydınların görü şlerinden yararlanılmı ş, özellikle yakın çevredeki aydınlar ile konu hakkında bilinçli tartı şma ortamı yaratılarak ara ştırmanın zenginle şmesi hedeflenmi ştir.

1.6. Ara ştırmanın Kavram Tanımları

Ara ştırmada sıkça geçen kavramlar ve tanımları a şağıda açıklanmı ştır

Batı: Batı Avrupa Devletleri ve ABD.

Denge Oyunu: Türkiye’nin İkinci Dünya Sava şı sırasında sava şa girmemek amacıyla; sava şın taraflarının baskı ve güçlerini kendi çıkarları do ğrultusunda kullanmak için uyguladı ğı dı ş politika.

Gizli Görü şme: Ülkelerin yetkili ki şileri tarafından yapılan resmi olmayan görü şme

13

Hareket Özgürlü ğü: Ülkenin içinde bulundu ğu her türlü ko şul altında dı ş baskılara boyun e ğmeksizin, olayları yönlendirebilme ve etkileyebilme yeteneği.

Kamu: Halk, devlet.

Merkantilizm: Ulusal gücün ihracat fazlasıyla artaca ğı görü şünden hareketle, ekonomik ya şamı düzenleyen hükümet uygulamaları ve ekonomi felsefesidir.

Milli Şef: İsmet İnönü

Mihver Devletleri: İkinci Dünya sava şı’nda Almanya, İtalya ve Japonya’nın içinde bulundu ğu taraf

Montrö Sözle şmesi: 1936 yılında ve Çanakkale Bo ğazların yönetimi ve geçi ş haklarının düzenlenmesi için Türkiye, Karadeniz Ülkeleri, İngiltere, Fransa ve Japonya arasında imzalanan sözle şme.

Müttefik Devletler: İkinci Dünya Sava şı’nda İngiltere, Fransa, ABD ve Sovyetler Birli ği’nin içinde bulundu ğu taraf.

Revizyonist Dü şünce: Ça ğın gereklerine uymayan kurumların ça ğda ş kurumlara dönü ştürülmesi yönündeki dü şünce.

Politika: Sonuç elde etmek için izlenen yol.

Sava ş: İkinci Dünya Sava şı.

Sava ş Ekonomisi: Ülkenin, var olan ya da olası sava ş için aldı ğı önlemleri içeren kaynak yönetimi.

Siyasal Yapılanma: Yönetsel i şlevleri bir araya getirerek, sonuç almak için ortaya çıkarılan olu şum.

Statükocu Düzen: Varolan düzenin devam ettirilmesi anlayı şı.

Toplumsal Etki ve Sonuç: Toplumun bütün de ğerlerini (siyasi, ekonomik, sosyolojik, etik, kültürel vb.) ilgilendiren etki ve sonuç.

Ulusal Güç De ğerleri: Ulusun sahip oldu ğu askeri, ekonomik, siyasi, co ğrafi, kültürel , bilimsel ve teknolojik güç ö ğelerinin toplamıdır.

14

Versailles Anla şması: Birinci Dünya sava şı sonunda Almanya ile yenen devletler arasında yapılan ve Almanya’yı büyük sava ş tazminatlarına mahkum eden anla şma.

1.7 Ara ştırmanın Sunu ş Sırası

Ara ştırmanın sunu ş sırası şöyledir: Ara ştırma dört kesim ve sekiz bölüm halinde sunulmu ştur. Ara ştırmanın “ARA ŞTIRMA HAKKINDA AÇIKLAMALAR” ba şlıklı birinci kesimi bir bölümden olu şmaktadır. Ara ştırmanın birinci bölümü “ARA ŞTIRMANIN KONUSU, ÖNEM İ, DENENCELER İ, AMACI, YÖNTEM İ, B İLG İ DERLEME VE İŞ LEME ARAÇLARI, KAVRAM TANIMLAMALARI, SUNU Ş SIRASI” ba şlı ğını ta şımaktadır. Bu bölümde; ara ştırmanın konusu ve önemi, ara ştırmanın denenceleri, amacı, ara ştırmanın yöntemi, bilgi toplama ve i şleme araçları, kavram tanımları ve ara ştırmanın sunu ş sırası hakkında bilgiler verilmi ştir. Ara ştırmanın “ İKİNC İ DÜNYA SAVA ŞI ÖNCES İNDE DÜNYADAK İ VE TÜRK İYE’DEK İ TOPLUMSAL OLU ŞUM VE OLAYLAR HAKKINDA GENEL B İLG İLER” ba şlıklı ikinci kesimi iki bölümden olu şmaktadır.( İkinci ve Üçüncü Bölüm) Ara ştırmanın ikinci bölümü “SAVA Ş ÖNCES İNDE TÜRK İYE’DEK İ SİYASAL, TOPLUMSAL VE EKONOM İK DURUM” ba şlı ğını ta şımaktadır. Bu bölümde; İkinci Dünya sava şı öncesinde Türkiye’deki siyasal, toplumsal ve ekonomik durum hakkında bilgiler verilerek Türkiye’nin o dönemdeki ulusal güç de ğerleri anlatılmaya çalı şılmı ştır. Ara ştırmanın üçüncü bölümü “SAVA Ş ÖNCES İ DÜNYADA GEL İŞ EN OLAYLAR VE TÜRK İYE’N İN TUTUMU” ba şlı ğını ta şımaktadır. Bu bölümde; uluslararası ortamın İkinci Dünya Sava şı’na nasıl sürüklendi ği ve Türkiye’nin bu ortamda nasıl bir yol izledi ği irdelenmi ştir. Ara ştırmanın “ İKİNC İ DÜNYA SAVA ŞI VE SONRASI DÜNYADA VE TÜRK İYEDE’K İ S İYAS İ VE TOPLUMSAL GEL İŞ MELER İLE GÜNÜMÜZE

15

YANSIMALARI” ba şlıklı üçüncü kesimi dört bölümden olu şmaktadır. (Dördüncü, Be şinci, Altıncı, ve Yedinci Bölümler) Ara ştırmanın dördüncü bölümü “TÜRK İYE’N İN SAVA Ş SIRASINDA İZLED İĞİ DI Ş POL İTİKA” ba şlı ğını ta şımaktadır. Bu bölümde; Türkiye’nin sava şın dı şında kalmak için izledi ği “Denge Oyunu” tartı şılmı ştır. Ara ştırmanın be şinci bölümü “SAVA Ş SIRASINDA TÜRK İYE’DE YA ŞANAN EKONOM İK VE TOPLUMSAL SORUNLAR İLE ALINAN ÖNLEMLER” ba şlı ğını ta şımaktadır. Bu bölümde; Milli Şef ( İnönü) ve arkada şlarının sava şın yarattı ğı ekonomik ve toplumsal sorunları çözmek için uyguladıkları politikalar incelenmi ştir. Ara ştırmanın altıncı bölümü “SAVA Ş SONRASI DÜNYADAK İ S İYAS İ VE TOPLUMSAL OLU ŞUMLAR İLE TÜRK İYE’N İN KONUMU” ba şlı ğını ta şımaktadır. Bu bölümde; İkinci Dünya Sava şı sonrası uluslararası yeniden şekillenmeler içerisinde Türkiye’nin kar şıla ştı ğı ko şullar ve bu ko şulların ülkeye günümüzdeki etkileri hakkında bilgi verilmi ştir. Ara ştırmanın yedinci bölümü “SAVA Ş SONRASI TÜRK İYE’DEK İ S İYAS İ VE TOPLUMSAL OLU ŞUMLAR İLE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI” ba şlı ğını ta şımaktadır. Bu bölümde; İkinci Dünya Sava şı’nın neden oldu ğu olumsuz ekonomik ve sosyal ortamda geli şen kökten siyasi de ğişim süreci ve günümüze kadar uzantıları anlatılmaya çalı şılmı ştır. Ara ştırmanın “GENEL DE ĞERLEND İRME” ba şlıklı dördüncü kesimi bir bölümden olu şmaktadır (Sekizinci bölüm). Ara ştırmanın sekizinci bölümü “BULGULAR, ÖNER İLER VE SONUÇ” ba şlı ğını ta şımaktadır. Bu bölümde, elde edilen bulgular ve bulgular için getirilen öneriler ile sonuç yer almı ştır. Ara ştırmanın en sonunda “KAYNAKÇA” yer almı ştır.

16

İKİNC İ KES İM

İKİNC İ DÜNYA SAVA ŞI ÖNCES İNDE DÜNYADAK İ VE TÜRK İYE’DEK İ TOPLUMSAL OLU ŞUM VE OLAYLAR HAKKINDA GENEL B İLG İLER

İkinci kesimde ara ştırmanın üçüncü ve dördüncü kesiminin daha sa ğlıklı tartı şılmasına olanak sa ğlayacak İkinci Dünya Sava şı öncesinde Dünyadaki ve Türkiye’deki toplumsal olu şum ve olaylar hakkında genel bilgiler verilmeye çalı şılmı ştır.

2. SAVA Ş ÖNCES İNDE TÜRK İYE’DEK İ S İYASAL, TOPLUMSAL VE EKONOM İK DURUM

Sava ş yıllarında ya şanılan sıkıntıları, bu sıkıntıları gidermek için gösterilen çabaları çözümleyebilmek, ancak sava ş öncesi ko şullarını algılamak ve bilmekle olanaklıdır. İkinci Dünya Sava şı’nın ba şında Türkiye’nin iç ko şullarını daha rahat anlatabilmek için bu dönem siyasal, askeri, ekonomik, nüfus ve sosyal durum şeklinde sınıflandırılarak incelenmi ştir.

2.1. İkinci Dünya Sava şı Ba şında Türkiye’deki Siyasal Durum

1936 yılının sonuna yakla şılırken Cumhurba şkanı M. Kemal Atatürk’ün sa ğlık sorunları ortaya çıkmı ş, 1937 yılı sürecinde ise tümüyle günlük ya şamını etkiler hale gelmi ştir. Atatürk’ün ölümünden bir süre önce Ba şbakan İsmet İnönü görevden alınarak yerine M. Celal BAYAR Ba şbakanlı ğa getirilmi ştir.

Atatürk’ün 10 Kasım 1938 tarihinde ölümünden bir gün sonra (11 Kasım günü) CHP Meclis Grubu 322 oyla, İsmet İnönü’yü Parti’nin Cumhurba şkanı adayı olarak göstermeye karar verdi. İnönü grup toplantısının hemen ardından toplanan TBMM Genel Kurulunda 348 oy ile (oybirli ği ile) Cumhurba şkanı seçildi. Kısaca, “Parti Devleti”ne dönü şmü ş Türk Siyasal Sistemi Atatürk’ün ölümüyle yeni bir döneme girdi. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra ba şlayan ve çok partili düzene geçilmesine dek süren bu döneme “Milli Şef Dönemi”, CHP Genel Ba şkanı ve

17

Cumhurba şkanı İsmet İnönü’ye “Milli Şef” ismi verildi. “Milli Şef Dönemi”, diye adlandırılan dönem daha önceki dönemlere göre farklı bazı özellikler gösterir. Çünkü; İkinci Dünya Sava şı’nın ba şlama zillerinin çalmaya ba şladı ğı dönemden itibaren, sava ş siyaseti güdülmesi, kriz yönetimi uygulanması, parti grubu, TBMM ve Hükümet’te karar alma süreçlerinde dizginlerin tek elde toplanmasını gerektirmi ştir.

26 Aralık 1938 günü ola ğanüstü toplanan CHP Büyük Kurultayı’nda CHP’nin Genel Ba şkanı ve Milli Şef ilan edilen İsmet İnönü, İkinci Dünya Sava şı’nı da kapsayan bu dönemin tek karar alıcısı ve uygulayıcısı olmu ştur. CHP, TBMM ve Bakanlar Kurulu, bu dönemde her konuda Milli Şef’in aldı ğı kararların onaylayıcısı olmu şlardır. Nadir Nadi (1964, 185 – 186) “Hükümeti en küçük ayrıntılarına kadar, tek elden yönetmek isterdi İnönü... ilgili bakanları, hatta ba şbakanı bile atlayarak genel sekreterler ve genel müdürlere emirler verdi ği i şitilmi ştir...” şeklindeki ele ştirisinde bu dönemi olanca açıklı ğı ile tanımlamaktadır.

Kısacası Atatürk’ün ölümünden çok partili düzene geçinceye kadar ülkenin en ulu siyasal kurumu “Milli Şef”lik olmu ştur. Bu durum, İkinci Dünya Sava şı boyunca, dı ş siyasal ko şullara ba ğlı, ama bazı de ğişiklikler göstererek çok partili düzene geçinceye dek, Türkiye’nin iç ve dı ş siyasasına egemen olacaktır. 11 Kasım 1938’den 27 Mayıs 1960 ihtilaline kadar Türk dı ş politikasına yön veren yönetim kadroları Çizelge:1’de sunulmu ştur.

18

Çizelge:1 Atatürk’ün Ölümünden 27 Mayıs 1960’a Kadar Hükümetler ve Dı şişleri Yöneticileri

Dı şişleri Dı şişleri Genel Cumhurba şkanları Hükümetler Bakanları Sekreterleri II. Refik Saydam Hükümeti – CHP Numan Şükrü Saraço ğlu (03 Nisan 1939 – 09 Temmuz 1942) MENEMENC İOĞLU (11 Kasım 1938 - I. Şükrü Saraço ğlu Hükümeti – CHP (01 Temmuz 1929 – 13 A ğustos 1943) (09 Temmuz 1942 – 09 Mart 1943) 16 A ğustos 1943) Numan MENEMENC İOĞLU Cevat AÇIKALIN II. Şükrü Saraço ğlu Hükümeti – CHP (13 A ğustos 1943 – (16 A ğustos 1943 – (09 Mart 1943 – 07 A ğustos 1946) 25 Haziran 1944) 15 Ekim 1945) M. İsmet İNÖNÜ (11 Kasım 1938 (13 Eylül 1944- Feridun Cemal ERK İN 22 Mayıs 1950) Hükümeti – CHP 10 Ekim 1947) (15 Ekim 1945 – (07 A ğustos 1946 – 10 Eylül 1947) 25 A ğustos 1947) I. Hasan SAKA Hükümeti - CHP (10 Eylül 1947 – 10 Haziran 1948) Necmettin SADAK Fuat CARIM II. Hasan SAKA Hükümeti - CHP (10 Ekim 1947 – (25 A ğustos 1947 – (10 Haziran 1948 – 16 Ocak 1949) 22 Mayıs 1950) 16 Temmuz 1949) Şemsettin GÜNALTAY Hükümeti – CHP (16 Ocak 1949 – 22 Mayıs 1950) I. Hükümeti - DP Faik Zihni AKDUR (22 Mayıs 1950 – 09 Mart 1951) (16 Temmuz 1949 – II. Menderes Hükümeti – DP 20 Şubat 1952 (019 Mart 1951 – 17 Mayıs 1954) Fuat KÖPRÜLÜ III. Menderes Hükümeti – DP Cevat AÇIKALIN (22 Mayıs 1950 – Celal BAYAR (17 Mayıs 1954 – 09 Aralık 1955) (20 Şubat 1952 – 20 Haziran 1956) (22 Mayıs 1950 26 A ğustos 1954) 27 Mayıs 1960) IV. Menderes Hükümeti – DP Muharrem Nuri B İRG İ (09 Aralık 1955 – 25 Kasım 1957) (26 A ğustos 1954 – 02 Nisan 1957) V. Menderes Hükümeti – DP Fatin Rü ştü ZORLU Melih ESENBEL (25 Kasım 1957 – 27 Mayıs 1960 (25 Ekim 1957 – (02 Nisan 1957 – 27 Mayıs 1960) 12 Mart 1960

Kaynak: Oran, 2004, 387, 479 ( İki Sayfadaki Tablolar Birle ştirilmi ştir.)

İkinci Dünya Sava şı Ba şında Türkiye’nin Ekonomik Durumu

Cumhuriyetin kurulu şundan İkinci Dünya Sava şı’na kadar Türkiye’nin ekonomik geli şme sürecini iki bölümde inceleyebiliriz. Birincisi 1923-1930 devresi, ikincisi 1930-1939 devresi. Birinci devrede devlet ekonomiye fazla karı şmadan özel

19

sektörün kalkınma görevini üstlenmesini beklemi ştir. Bu ekonomik yöntem ba şarılı olmayınca 1930’dan sonra devlet müdahalesine gidilmi ş ve “devletçilik” yöntemi benimsenmi ştir. Ancak her iki yolla da beklenilen sonuç alınamamı ş ve İkinci Dünya Sava şı’na gelindi ğinde Osmanlı’dan devralınan geri kalmı şlık sorunu a şılamamı ştır. İmparatorluk döneminde Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin elinde olan tütün, alkol ve tuz tekelini Cumhuriyet Hükümeti ancak 1927’de ele geçirebilmi ştir. Bu dönemde Gümrüklerin de henüz tam olarak denetlenemedi ği dü şünülürse 1929’a kadar büyük bir gelir kaybının söz konusu oldu ğu kolayca anla şılacaktır.(Deringil , 2007 , 20 )

1927’de özel giri şime geni ş hareket olanakları ve devlet deste ği sa ğlayan Te şvik-i Sanayi Kanunu meclisten çıktı. Ama hükümet bu kanun ile azınlıkların ayrıcalıklı konumlarını ele geçirmekle yetindi. Gerçek anlamda bir sanayi altyapısının kurulmasını sa ğlayamadı. Aynı zamanda bir takım sermaye kesimleri ülkenin fakirli ğinden yararlanarak kendilerini zenginle ştirmeye baktılar. 1938’e gelindi ğinde sanayi kurulu şları % 90’ı fabrika denilemeyecek birtakım derme çatma tesislerdi. Fabrika denebilecek çok az sayıda i şyeri vardı. ( Aydemir , 1976 , 394 )

Genç Cumhuriyet tarım sorunlarının üstesinden gelmeyi ba şaramamı ştı. 1939’da Türkiye nüfusunun % 70’i tarımla u ğra şıyordu. Toprak reformu ülkede ilk kalkı şılan i şlerden biriydi. Ancak Türkiye’de var olan a şiret ve a ğalık sistemi, gelir da ğılımının dengelenmesi ve toprak payla şımındaki adaletin sa ğlanmasına engel olmu ştu. Tarım ilkel yöntemler ile yürütülüyordu. Kırsal kesimde ya şayan halk yıl boyunca çalı şması ile elde etti ği ürün ile ancak kendi karnını doyurabiliyordu. Tarımın Türk ekonomisine katkısı halkın aç kalmasını önlemek ile sınırlı idi.(Deringil , 2007 ,19 )

İkinci Dünya Sava şı öncesi ve sava ş yıllarında dı ş etmenler de Türkiye ekonomisi üzerinde etkili olmu ştur. Hitler’in iktidara gelmesi ile birlikte Alman ekonomisinin tekrar dı ş pazarlara açılması Türkiye’nin önemli ölçüde dı ş parasal kayna ğa ihtiyaç duymasıyla aynı döneme rastlar. Almanya Balkanları tekrar ele geçirme çabası içindeydi. Bu hedefi elde etmeye yönelik politik egemenlik sa ğlamak için ekonomi bir araçtı. Geleneksel ilgi alanı olan Almanya’ya ekonomik ba ğlılı ğın dı ş politika felsefeleriyle ba ğda şmadı ğını gören Türk devlet adamları, çok yanlı bir

20

dı ş ticaret arayı şı içine girdiler. 1930’ların ortalarına gelindi ğinde Türkiye, dı ş ticaretini İngiltere ile geli şen yakınla şma sürecine uydurmaya çabalıyordu. 1936’da Karabük Demir Çelik Tesislerinin in şaatının ihalesini Alman Krupp firması kazanamıyor, bu in şaat İngiliz Brassert şirketine veriliyordu. 27 Mayıs 1938’de 16 Milyon sterlinlik İngiliz-Türk kredi antla şması imzalandı. Kendi kendine yeterlilik siyasetinin yürümedi ğini gören Türk devlet adamları çözümü sıkı pazarlık ve tarafları birbirine kar şı oynama yolunda aradılar. Dı şişleri Bakanlı ğı Genel Sekreteri Numan Menemencio ğlu’nun 1938 Temmuzundaki Almanya ziyareti sırasındaki tutumu bu yakla şımın iyi bir örne ğidir. Menemencio ğlu’nun taktikleri Ocak 1939’da istenilen sonucu do ğurdu ve Türkiye’ye 150 milyon Reichmark kredi garantileyen Türk-Alman kredi antla şması imzalandı. İkinci be ş yıllık planın dı ş finansmanı büyük ölçüde bu antla şmayla sa ğlanıyordu. ( Deringil , 2007 , 24 – 25 )

Sava ş öncesi yıllarda ve sava ş süresinde Türkiye’nin ekonomik durumunun kısaca gözden geçirilmesinden özet olarak şu sonuçları çıkarabiliriz:

a) Türk ekonomisi yıllarca süren sava şların açtı ğı yaraların etkisinden henüz kurtulamamı ş, b) Varolan çok az sayıdaki fabrika diye adlandırılan üretim tesisleri basit birer atölyeden ileri gidememi ş, c) Sanayile şme yatırımları için gerekli olan parasal kaynak sıkıntıları ya şandı ğından, yabancı finansman arayı şlarına gidilmi ş, d) Dı ş finansman arayı şları sırasında Almanya’nın Balkanlardaki yayılmacı politikalarından endi şe duyan hükümet, İngiltere yanlısı yabancı sermaye kullanma politikalarına yönelmi ş, e) Toprak reformu uygulamaları ba şarılı olamamı ş, tarım gizil gücü etkin hale getirilememi ş, f) Barı ş ko şullarında bile halkının temel ya şam olanaklarını olması gereken ça ğda ş geli şmi şlik seviyesine çıkarmayı ba şaramayan ülke, ekonomik açıdan dünya ölçe ğinde kendisini gösterecek bir sava şta yer almaya hazırlıklı hale gelememi ştir.

21

2.3. İkinci Dünya Sava şı Ba şında Türkiye’nin Askerî Durumu

İkinci Dünya Sava şı öncesinde Türkiye’de sanayideki yetersizlik, askeri alana teknolojik bir sava şa hazırlıksızlık olarak yansıyordu. Kısacası sava ş patlak verdi ğinde Türkiye askeri ve sivil olmak üzere her iki yönüyle de hazırlıksızdı.

Ulusal güç ö ğelerinin en ba şında yer alan askeri gücün üst düzeyde olma gereksinimi Cumhuriyet’in ilk yıllarında da kendisini göstermi ştir. Lozan’da görü şmeler sürerken bile İnönü seferberli ğin devamını istemi ş ve savlarını askeri güçle desteklemesini bilmi şti. Lozan’da alınan ders İkinci Dünya Sava şı’nın çetin günlerinde de uygulandı. Türk ordusu modern olmasa da sayıca büyük ve sava ştaki yılmazlı ğı ve cesaretiyle ünlüydü. Bu ün Almanları da İngilizleri de Türkiye’ye kar şı dikkatli davranmaya zorladı. Çünkü Kurtulu ş Sava şında vatanını kurtarmak için her şeyini ortaya koyan Türk ulusu ve ordusu, ülkelerinin Avrupalıların çıkar kavgalarının çatı şma ve sava ş alanı konumuna gelmesini önlemek için her saldırıya kar şı koymaya kesinlikle kararlıydılar. Türk Ordusunda vatanseverlik duyguları en yüksek seviyedeydi. (Ward , 1942 , 90 – 93 )

1930’ların ortalarında, Avrupa ve Dünya olaylarının tehlikeli bir görünüm almasından sonra Türk devlet adamlarınca savunmaya daha fazla önem verilmekle birlikte, Avrupa standartlarına göre Türk ordusu halen çok ilkeldi. Aydemir (1976, 134), sava şın ba şlangıcında Türk ordusu’nun motorize ula ştırma kolunun 28 de ğişik markadan olu şan köhne kamyonlarla yürütüldü ğünü söyler. Türk ordusunun ulaşım alanında çekti ği güçlüklere haberle şmedeki yetersizlik ekleniyordu. İnönü’nün demiryolu yapımına büyük önem vermi ş olmasıyla birlikte bunlar genelde yetersizdi. Ülkeyi do ğudan batıya geçen bir tek ve tek hatlı demiryolu vardı. Bu ko şullarda ordunun seferberlikte çeviklik ve asker sevkiyatında çabukluk açısından büyük kaybı oluyor, sınırlarda büyük sayıda asker tutuluyordu. Standardizasyon eksikli ği topçu ve piyade sınıflarında da görülüyordu. Topçu birlikleri Alman, Çekoslovak, İsveç, İngiliz, Fransız, Rus ve İsviçre imalatı silahlarla donatılmı ştı. İkinci Dünya Sava şı öncesinde hava gücü en can alıcı önemini kazanmı ştı. 1937’de Türkiye’nin 131 sava ş uça ğı vardı, bu sayının 1938’de 300’e çıkarılması amaçlanıyordu (Deringil, 2007, 33).

22

Deniz kuvvetleri, silahlı kuvvetlerin en zayıf noktasıydı. Donanma ça ğdı şı kalmı ş zırhlı Yavuz’dan, 4 muhripten ve 5 denizaltıdan olu şuyordu. Bu gemiler de Birinci sava ştan bu yana sava ş filolarına eklenen saldırı ve savunmaya yönelik birçok yenilikten yoksundular. Donanma sahil ve liman koruması için gerekli birçok araç ve gereçten de yoksundu ve gemiler hava saldırısına kar şı tümüyle savunmasızdı (Deringil, 2007, 34).

1938’de dünyadaki durumun giderek gerginle şmesi sonucu hükümet tüm silahlı kuvvetlere birkaç yıldır ayırdı ğının üstünde ödenek ayırarak bu açıkları kapatmaya çalı şıyordu. 1938 Mayısında İngiltere ile 6 milyon sterlinlik silah alımı kredisini içeren bir askeri kredi antla şması imzalandı. Türkiye’de bu ani silahlanma atılımı ülke bütçesine büyük yük oluyordu. Nitekim devlet gelirlerinin % 43’ü savunma harcamalarına ayrılıyordu (Deringil, 2007, 34).

Türkiye’nin sava ş halinde birkaç hafta içinde ça ğda ş sava şın gereklerinden yoksun kalaca ğı ortadaydı. Akaryakıt depolama tanklarının toplam kapasitesi 100.000 tondu ve hiçbir zaman dolu de ğillerdi. Tüm sanayi ve enerji üretimi tesislerinin bir anda yok edilmesi mümkündü (Deringil, 2007, 36). Şevket Süreyya Aydemir (1976, 131), “...memleket bir sava ş ihtimali kar şısında halsiz ve yetersizdir” diyerek de ğişik görevler sırasında edindi ği izlenimleri özetlemektedir.

İş te bütün bu ihtimaller kar şısında Türk hükümeti ve İnönü için açık kalan tek yol, bütün zekasını ve imkanlarını kullanarak, i şi duygusallık meselesine dökmeden kendi kabu ğu içinde vaziyet almaktan ve sava ş dışında kalabilmenin çarelerini aramaktan ibaretti (Aydemir, 1976, 135). Ward (1942, 86), İkinci Dünya Sava şı yıllarında yazmı ş oldu ğu kitabında “ Türkiye ça ğda ş bir sava şa tümüyle hazırlıksızdır. Sanayile şmi ş güçlü bir müttefi ğe tümüyle dayanması lazımdır. Böyle bir müttefi ğe dayanmadı ğı sürece sava şta ancak Hollanda ve Yugoslavya’nın oldu ğu kadar etkin olur. Silah ve di ğer sava ş levazımatındaki büyük eksiklikler Türkiye’nin dı ş politikasının her ele alını şında hatırlanmalıdır” diyerek, Türkiye’nin içinde bulundu ğu durumu en güzel şekliyle özetlemi ştir.

23

2.4 İkinci Dünya Sava şı Ba şında Türkiye’nin Nüfus Durumu ve Sosyal Yapısı

Kurtulu ş Sava şı sonrası en önemli sorunlardan biri de azalan nüfus sorunudur. Yine bu dönemde bazı yabancı devlet adamları ve yazarlarının Türkiye nüfusu hakkında olumsuz söz ya da yazıları yayınlanmı ştır. Bu etkenlerin yanında sava ş sonrası ekonomik, sosyal ve askeri sorunlara e ğilebilmek için Türkiye nüfusunun tespit edilmesi, Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı ihtiyacını belirlemiştir. 1927 yılında yapılan genel nüfus sayımını, 1935 ve daha sonra her be ş yılda bir yapılan genel nüfus sayımları izlemi ştir (Ba şol, 1984, 39).

Türkiye'nin 1923 sınırları içindeki nüfusu 1914 yılında 16.3 milyondan 1927 yılında 13.6 milyona dü ştü. Azalma oranı % 17'ydi (Tezel, 1994, 97). Azalmanın bir nedeni, 1913'ü izleyen on yıllık sürekli sava ş döneminde İstanbul ve Anadolu'nun Türk ve Müslüman nüfusunun Osmanlı ordularının asker kayna ğı olmasıydı.

Türkiye nüfusunun önemli bir özelli ği Cumhuriyet devrinde devamlı olarak artmasıdır. Türkiye'de sayım seneleri itibariyle nüfus, artı ş toplamları ve nüfus nispi artı şları Çizelge: 2 'de verilmi ştir.

Çizelge 2: Türkiye Nüfusundaki Geli şmeler (1927-1945) Yıllar Nüfus Artı ş Miktarı Yıllık Artı ş Oranı (Binde) 1927 13.648.270 1935 16.158.018 2.509.478 21.3 1940 17.320.950 1.662.932 19.8 1945 18.790.174 969.224 10.7 Kaynak: BA ŞOL Koray, 1984, 60

1935 yılında nüfus 16 milyona ula şmı ştır. Bu hızlı artı şın gerek birinci nüfus sayımında sayılamayanlardan, gerekse gerçek artı şlardan meydana geldi ği söylenebilir (Dirimtekin, 1987, 28). 1940 yılındaki nüfus artı şının nedenini ise 1939 yılında

24

Hatay'ın Anavatana katılmasına ba ğlayabiliriz. Türkiye'de do ğum ve ölümlerle ilgili kayıtlar düzenli tutulmadı ğı için sayımlardan çıkan sonuçları bunlara göre kontrol etmek ve ba ğımsız tahminler yapmak olana ğı yoktur (Yalçınta ş, 1972, 9).

Balkan Sava şları ve Birinci Dünya Sava şı sürecinde toplam nüfusun azalması, etnik yapının de ğişmesi ve kentle şme olgusunun gerilemesi Türkiye’nin nüfus ve ekonomi gücünü olumsuz yönlerde etkiledi. İstanbul’daki Rum ve Ermeni nüfus, varlı ğını Cumhuriyet döneminde de büyük ölçüde korudu ğu için gayrimüslim i ş adamlarının azalması ticaret alanında çarpıcı bo şluklar yaratmadı. Ancak, Anadolu'daki imalat sanayii işyerlerinde hem i şadamları hem de i şçiler arasında büyük bir yer tutan gayrimüslim nüfusun birkaç yıl içinde erimesi, Birinci Dünya Sava şı'ndan önce Anadolu'da sanayi kurulu şlarının birço ğunun da ğılmasına, yok olmasına yol açtı. İpek böcekçili ği gibi bazı tarım dalları da Anadolu Hıristiyan köylü nüfusunun ortadan kalkmasından büyük zarar gördü.

Cumhuriyet'in kurulmasından sonra nüfusun kent ve kırsal alandaki da ğılımına baktı ğımızda Türkiye Ekonomisi hakkında bazı sonuçlara varabiliriz. Çizelge 3'e baktı ğımızda toplam nüfus içerisinde kırsal kesimde ve şehirde ya şayan nüfusun oranlarını görebiliriz. Cumhuriyetin kurulu şundan 1950 li yıllara kadar kırsal ve kentsel kesimin toplam nüfus içerisindeki oranının de ğişmedi ğini görmekteyiz. Kırsal kesimin toplam içerisindeki oranı % 75’ler civarında gerçekle şmi ş, bu da bize Türkiye'nin tarıma dayalı bir ekonomisi oldu ğunu açıkça göstermektedir. Sanayile şme hareketlerinin ise 1950 li yıllara kadar pek de ba şarılı olmadı ğı, buradan çıkartılabilecek bir ba şka sonuçtur.

25

Çizelge 3: Sayım Yıllarına Göre Şehir ve Köy Nüfusları, Toplam İçindeki Oranları ve Yıllık Nüfus Artı ş Hızları

ŞEH İR KÖY

Sayım Sayım Toplam içindeki Yıllık Sayım Toplam içindeki Yıllık Yılları Yılları Oranı % Nüfus Artı ş Yılları Oranı % Nüfus Artı ş Toplam Nüfusu Hızı % Nüfusu Hızı %

1927 13.648.270 3.305.879 24.2 10.342.391 75.8

1935 16.158.018 3.802.642 23.5 17.50 12.355.376 76.5 22.23

1940 17.820.950 4.346.249 24.4 26.72 13.474.701 75.6 17.34

1945 18.790.174 4.687.102 24.9 15.10 14.103.072 75.1 9.12

1950 20.947.188 5.244.337 25.0 22.47 15.702.851 75.0 21.49

Kaynak: T.C. Ba şbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü: 1997 Genel Nüfus Tespiti İdari Bölünü ş, 3

Uzun sava ş yıllarından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyetinde, erkek nüfusun ba şlangıçta kadınlara göre daha az oldu ğu görülmü ştür. Uzun yıllar yapılan sayımlarda bu böyle devam etmi ştir. Ancak İkinci Dünya Sava şı’na girmeyi şimiz nedeniyle 1945'den sonra erkek sayısı, kadının sayısını yakalamı ş ve geçmi ştir. Cinsiyete göre memleketimizde nüfus sayımlarının yapıldı ğı 1927 yılından ba şlayarak nicelik ve yüzde olarak nüfusun da ğılımı Çizelge 4'te gösterilmi ştir.

Çizelge 4: 1927-1945 Yılları Arasında Cinsiyete Göre Nüfus Da ğılımı (x 1000)

Toplam Erkek Nüfus Kadın Nüfus Yıllar Nüfus Sayı Yüzde Sayı Yüzde 1927 13.648 6.563 48.1 7.084 51.9 1935 16.158 7.936 49.1 8.221 50.9 1945 18.790 9.446 50.3 9.343 49.7 Kaynak: D İE, Nüfus İstatistikleri..

26

Çizelge:5 1927 ve 1935 sayımlarının erkek nüfusun aktif kısmının mesleklere göre da ğılımını yansıtmaktadır. Buna göre 1927'de cifçiler aktif nüfusun % 78.2'sini, sanayide çalı şanlar % 7.4'ünu, tabloda ticarete katılmı ş olan ula ştırma ve haberle şme ile beraber belki % 9.5-10'unu te şkil ediyor, % 11.8-12.3'luk kısmı da hizmetlerle me şgul oluyordu. Bu yüzdeler, açıkça geri kalmı şlı ğın göstergeleri olarak algılanabilir.

Çizelge 5: Aktif Nüfusun Mesleklere Da ğlımı (Erkek Birimi Olarak 1927-1935) 1927 1935 Meslekler 1000 % 1000 % Tarım 3.017.6 78.2 4.002.6 74.5 Sanayi 286.4 7.4 604.8 11.2 Ticaret 253.8 6.6 120.5 2.3 Ula ştırma 49.6 1.3 426.7 8.0 Umumi 250.8 6.5 Toplam 3.858.2 100.0 5.368.3 100.0 Kaynak: Akbank Kültür Yayını, 8

Çizelge 6'ya baktı ğımızda gerçekten Simon Kuznets'in aktif nüfusun tarım sanayi ve hizmetler ana sektörlerine ayrılı şı hakkında, Mısır ve Hindistan'ı da içeren 25 ülkenin yeni ve eski verilerine dayanarak hazırladı ğı kar şıla ştırmalı bir istatistik bu ülkelerin hiç birinde tarıma Türkiye'deki kadar yüksek, sanayiye ise Türkiye'deki kadar dü şük bir pay dü şmedi ğini göstermektedir.

27

Çizelge 6: Bazı Ülkelerde Aktif Nüfusun Ana Sektörlere Ayrılı şı (%) Erkek Birimi Olarak

ÜLKELER YIL TARIM SANAY İ HİZMETLER

Türkiye 1927 78.2 9.5-10 11.8-12.3

1907 71.0 14.3 14.7 Mısır 1960 58.0 16.1 25.9

1881 74.4 13.8 11.8 Hindistan 1961 69.1 14.9 16.0

1910 68.6 13.8 17.6 Meksika 1960 55.1 23.5 21.4

1856 48.2 31.5 20.3 Fransa 1962 17.6 47.1 35.3

1851-61 23.0 58.9 18.1 İngiltere 1961 3.9 58.8 37.3 Kaynak: KUZNETS, Simon. 1972, 250-254

Cumhuriyet' in ilk yıllarında nüfusun okur yazarlık, e ğitim ve sa ğlık nitelikleri ve kamunun sa ğladı ğı e ğitim ve sa ğlık hizmetleri de pek iç açıcı bir görünümde de ğildi. Okuma yazma bilenlerin nüfusa oranı % 15’e ula şmıyordu. Bu nedenle, sanayile şme için gerekli nitelikli i şgücü çok kıt idi. Sa ğlık hizmetlerinin gerili ği ve yetersizli ği, yaygın cahillik ve fakirlik nedeniyle sıtma, trahom, frengi, tifüs, tüberküloz gibi salgın hastalıklar büyük ölçüde i şgücü ve refah kaybına yol açmaktaydı (Tezel, 1994, 102). 1927 yılından itibaren okur yazarlık sava şının iki yönlü olmasının zorunlu oldu ğu ortaya çıkmı ştır: Birincisi yeni yeti şen nesli okutup e ğitmek, ikincisi ise yeti şkinlere okuyup yazmayı ö ğretmek. Böylece memlekette okuma yazma bilmeyenlerin sayısını gün geçtikçe azaltmak hedef alınmı ştır. Sonuçta toplam nüfustan altı yasına kadar olan çocukların miktarını çıkarttı ğımızda, elde kalan nüfusun tümünün okur- yazar olması amaçlanmaktadır. Çünkü yeterli parasal yatırım kaynakları bulunsa bile bu yıllarda Türkiye nüfusu e ğitim niteli ği açısından bu kaynakları kullanabilecek durumda de ğildi. 1939 yılına gelindi ğinde ise ba şlatılan e ğitim seferberli ği henüz meyvelerini vermemi şti.

28

3. SAVA Ş ÖNCES İ DÜNYA’DA GEL İŞ EN OLAYLAR VE TÜRK İYE’N İN TUTUMU

Bu bölümde sırasıyla İkinci Dünya Sava şı’nı hazırlayan nedenler, Mihver Devletlerindeki sava ş öncesi geli şmeler, Mihver Devletlerine kar şı müttefiklerin bir araya gelmesi ve bu olu şumlar kar şısında Türkiye’nin konumu ve tutumları tartı şılmaktadır.

3.1. İkinci Dünya Sava şı’nı Hazırlayan Nedenler

Birinci Dünya Sava şı’nı bitiren barı ş antla şmalarındaki haksızlık ve adaletsizlikler, 1919’u izleyen yılların dünya politikasını büyük ölçüde biçimlendirmi ş ya da en azından etkilemi ştir (Sander, 2004, 14). Birinci Dünya Sava şı’nın getirmi ş oldu ğu yıkıntı ve acılar, dünyanın birçok ülkesinde, özellikle bu sava şta yenilmi ş ya da ulusal amaçlarını gerçekle ştirememi ş, kadro ve kitleleri aya ğa kaldırmı ş, bunlar var olan geleneksel siyasal rejimleri yok etmekle kalmamı ş, totaliter, tek partili rejimleri de i ş ba şına getirmi şlerdi. Bunun bir sonucu olarak; Fa şist İtalya’nın Akdeniz ve Afrika’da, Nasyonal Sosyalist Almanya’nın Avrupa’da, Militarist Japonya’nın Asya’daki eylem ve saldırıları, sava ş sonrası belirlenmi ş statükonun bozulmasına ve birçok bunalımın ortaya çıkmasına neden olmu ştu. Statükonun bozulmasına yönelik çabalar ise Birinci Dünya Sava şının sonrasında hem Avrupa’da hem de Afrika ve Asya’da büyük kazanımlar ve sömürgeler elde eden İngiltere ve Fransa’nın i şlerine gelmemekteydi. Amerika ise do ğal olarak Birinci Dünya Sava şındaki müttefiklerinin yanında yer alıyordu. Bu iki kutbun ortak dü şmanı ise Bol şevizm ideolojisini benimsemi ş ve dünya egemenli ği ideallerini ya şama geçirmek için fırsat kollayan Sovyetler Birli ği idi.

Veli YILMAZ (1998, 358-359), İkinci Dünya Sava şı’nın ba şlıca nedenlerini şu ba şlıklar altında sıralamı ştır:

29

(1) Almanya ile İngiltere arasında dünya siyasetinin yürütülmesi konusunda anla şmaya varılamaması,

(2) Birinci Dünya Sava şının çözümlemeden bıraktı ğı veya meydana getirdi ği yeni sorunlar ile bunların neden oldu ğu geli şmeler,

(3) Versaille Anla şması ile kurulan düzen ve bu düzeni de ğiştirmek için gösterilen çabalar,

(4) 1930’lardan itibaren Avrupa güçler dengesinde yeni geli şmelerin ortaya çıkması (Kutupla şma),

(5) Alman askeri ve siyasi gücünün di ğer devletleri tehdit etmesi,

(6) Almanya, İtalya ve Japonya’nın yayılmacı politikası izlemeleri.

3.2. İtalya’da Fa şizmin Yükseli şi ve Mussolini’nin İktidara Gelmesi

İtalya, Birinci Dünya Sava şı’ndan kısa bir süre sonra fa şist bir yönetim altına girdi. Bunun nedenlerini, ekonomik çıkmaz, siyasal partilerin zayıflı ğı, doyumsuz grupların etkinli ği ve sol kanat içindeki bölünme olarak sıralayabiliriz. İtalya’nın büyük bir Akdeniz ve Balkan ülkesi olmasını isteyen milliyetçi gruplar, İtalya’nın barı ş antla şmalarında çok az şey aldı ğını, haksızlıklara u ğradı ğını öne sürdüler. Onlara göre Avusturya-Macaristan İmparatorlu ğu’nun yıkılması, İtalya’ya güvenli ği açısından çok bir şey kazandırmamı ştı. Bu devletin yerine Yugoslavya’nın kurulu şu, İtalya’ya yönelik bir müttefik planı idi. Bu milliyetçi gruplar, İtalya’ya yeni bir “ruh” sa ğlayacak genç ve enerjik bir önder aramaya ba şladılar. İtalya’da fa şist hareket 1919 yılında Fascio di Combattimento adlı örgütün kurulmasıyla örgütlendi. Bu örgüt hemen bir yıl sonra ulusal Fa şist Partisi adıyla parti haline geldi ve o yıl yapılan seçimlerde 35 milletvekili çıkardı. Parti 1922 yılına kadar güçlendi ve Kral Vittorio Emmanuelle, partinin ba şkanı olan, eskinin sosyalisti ama şimdinin fa şisti Benito Mussolini’ye ba şbakanlı ğı vermek zorunda kaldı. İktidarı mutlak bir biçimde eline geçiren Mussolini, çok kısa bir süre içinde İtalya’da birli ği sa ğladı, muhalefeti ortadan kaldırdı. Amacı, eski Roma İmparatorlu ğu’nu yeniden kurmak ve İtalya’yı

30

Avrupa’nın ba şat güçleri arasına sokmaktı. Bu anlayı şla hareket eden Mussolini, Balkanlar ile Afrika’da geni şleme yolunu tutacaktır (Sander, 2004, 25). Nasyonal Sosyalist Almanya ile sıkı i şbirli ği ve dostluk, Avrupa’da kara bulutların birikmesine ve kanlı bir sava şa neden olacaktır.

3.3. Almanya’da Nasyonal Sosyalizmin Yükseli şi ve Hitler’in İktidara Gelmesi

Birinci Dünya Sava şı sonunda İtalya’da liberal demokratik düzeni yıkarak, yerine totaliter yönetim kuran Mussolini’nin Fa şist Partisi, Avrupa ve dünyanın ba şka ülkelerinde de kopya edilen bir model ortaya çıkarmı ştır. Almanya’da Nasyonal Sosyalizm’in ortaya çıkı şını hazırlayan ortam ile İtalya’da Fa şizmin içinde belirdi ği ortam arasında büyük benzerlikler vardır. Bu dönemde Almanya toplumsal siyasal ve ekonomik sıkıntılar içinde bulunuyordu. Birinci Dünya Sava şı’ndan yenik bir ülke olarak çıkmı ş, İmparator II. Wilhelm ülkeden kaçmı ştı. Hükümet, sava ş sonrası bir ülkenin sorunları kar şısında yetersiz kalıyordu. Yenik bir ülkede, i şsizlik sorunu, yüksek enflasyon demokratik ilkelerle üretimin yürümesini sa ğlayamıyordu. Bu bakımdan toplumsal ko şullar İtalya’daki durumun tekrarı gibiydi. Almanya’da sava ş bitince “Alman İş çi Partisi” adı altında yeni bir siyasal parti kurulmu ş ve bu kurulu şa gerçek mesle ği boyacılık ve dekorasyonculuk olan Adolf Hitler isimli bir ki şi girmi şti. Hitler çok geçmeden partide etkili olmu ş ve partinin adını Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi olarak de ğiştirmi şti. Almanların ulusal duygusundan yararlanmayı bilen Hitler, Versailles Antla şması’na kar şı çıkarak, Almanların ulusal gururlarını ok şayarak, Yahudi dü şmanlı ğını körükleyerek gittikçe daha çok yanda ş kazanmı ş ve 1932 yılında Hinderburg’la cumhurba şkanlı ğı seçiminde boy ölçü şecek kadar güçlenmi şti. 30 Ocak 1933’te Hinderburg Hitler’i ba şbakan olarak atadı. Hitler’in dı ş siyasası üç a şamada geli şmi ştir. Birincisi, Versailles zincirlerinin kırılması; İkincisi “Eine Volk”, “Eine Reich” (bir millet bir devlet) ilkesinin gerçekle ştirilmesi, yani Almanya’nın sınırları dı şında ya şayan tüm Almanların birle ştirilmesi ve tek devlet altında toplanması; Üçüncüsü ise “Lebensraum” (Ya şam Alanı) fikri idi. Bu, Nazi Alman emperyalizminin yeni adı idi. Hitler Almanların ya şamadı ğı birçok ülkeyi kendi sınırlarına katmak istemektedir. Hitler’in bu emelleri

31

“Versailles Sistemi”nin ya şaması ve korunmasından yana olan (statükocu) anti- revizyonist tüm ülkelerde endi şe ile kar şılanmı ştır.

3.4. Japonya’da Militarizmin Yükseli şi

Fa şizm, totaliter bir rejim olarak İtalya ve Almanya’nın dı şında İspanya’dan Portekiz’e, oradan Brezilya ve Arjantin’e, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’ye dek uzanan dünyanın birçok ülkesinde, her toplumun kendi toplumsal ve siyasal gelene ğine uygun bir biçimde göze çarpan siyasal hareketler yaratmı ş, ülkelerin rejimlerini derinden etkilemi ştir.

Söz konusu akım, 1931-45 yılları arasında Japonya’nın liberal-demokratik siyasal geli şmesine ara vererek, ordunun egemen olduğu bir diktatörlük olarak ortaya çıkmı ş ve Pasifik Sava şı sonunda, bu ülkenin yenilmesiyle birlikte son bulmu ştur.

Japonya XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Avrupalılara kapılarını kapamakla birlikte ekonomik alanda güçlenmeye devam etti. Merkantilist bir siyasa izleyerek, merkezi devlet güçlendirildi. 1905 Rus-Japon sava şı’nın ba şarısı, Do ğu Asya’daki yayılma yolları üzerindeki en büyük engeli ortadan kaldırıyor, Kore’nin Japon yönetimine geçmesini, oradan da Mançurya ve Çin’e do ğru geni şleme olana ğını veriyordu. Japonya’nın toplum yapısında demokratik ve liberal geli şmeler sürmekte, orta sınıf güçlenip, siyasal sürece büyük ölçüde katılmasını kolayla ştıran, genel oy hakkı gibi siyasal yenile şmeler uygulamaya konuyordu. Bu geli şmelere ek olarak, 1927 yılında Japon sanayisinde ba şlayan bunalım, 1929 Dünya Ekonomik Buhranı ile Japonya’nın iç ekonomik yapısını temelinden sarsan bir boyuta ula ştı. Özel sermayeye kar şı çıkılmaya açıkça devlet sosyalizmi savunulmaya ba şlandı. Japon militarizminin olu şmasında, Kita İkki adlı bir fanatik Japonun yazmı ş oldu ğu “Japonya’nın Yeniden Kurulu şu” adlı bir kitap oldukça etkili olmu ştur. Bu kitapta savunulan temel tez; Japonya’nın ulusal kültürüne, tarihine sahip çıkarak, tek lider İmparatorun tam diktatoryası altında yeniden yükseltilmesi gerekti ğidir. Japon ordusu içinde etkili olan bu görü ş sayesinde, Japonya görünürde demokratik temellere dayanmakla birlikte, militarizmin egemen oldu ğu totaliter bir devlet yapısına dönü şmü ştü ( Ekinci, 1997, 15-25).

32

3.5. Müttefik Cephesinin Olu şumu

Birinci Dünya Sava şı’ndan sonra, kazanan ve yenik devletler arasında imzalanan Versailles Anla şması, dünyaya temelsiz bir barı ş düzeni getirmi şti. Galip devletlerin kendi çıkarlarını gözeterek, bir anlamda zorla imzalattıkları bu anla şma, Birinci Dünya Sava şına neden olan ö ğelerin hiç birini ortadan kaldırmamı ştır. Versailles Anla şmasının getirdi ği sistemi de ğiştirmek isteyen revizyonist grup kar şısında, bu sistemi savunan statükocu Fransa ve İngiltere vardı. Amerika Birle şik Devletleri, Milletler Cemiyeti ’ne katılmadı ğı için, Avrupa’daki statükoyu korumak yalnız bu iki ülkeye dü şüyordu.

İkinci Dünya Sava şı’ndan önce dünyaya hükmeden emperyalist ve kapitalist ülkeler, edindikleri sömürgeler sayesinde geli şip güçlendiler. Öyle ki, kendi ana topraklarından binlerce kilometre ötede bulunan bu sömürgeleri elde edebilmek için, geli şmi ş olan bu güçlü ülkeler birbirleriyle yarı şır hale gelmi şlerdir. Avrupa devletleri bir yandan kapitalizmi geli ştirmek için yeni kaynaklar arıyor ve sava şıyor, di ğer yandan Birinci Dünya Sava şı sonrası Rusya ’da geli şen Bol şevizm’e kar şı önlem almak zorunda kalıyorlardı. Farklı bir konumu olan Sovyetler Birli ği, kapitalist düzenin dı şında yer aldıktan ba şka, özellikle kendi bünyesinde yarattı ğı sosyal ve ekonomik devrimler sayesinde "Batı" ya rakip oluyordu. Devlet olarak benimsedi ği ideoloji ise, bu devletlere tamamen ters dü şüyordu.

Batı kapitalizmi ise, hem sosyalizme kar şı cephe aldı, hem dünyayı yeniden bölü şerek, süper kapitalizm yani daha üstün bir kapitalizm yolunda, kendi - içinde bir kuvvetleri birle ştirme gayretine dü ştü. Bir Milletler Cemiyeti kurmak, fakat orada emperyalist bir hegemonya tesis etmek çabası bunun bir göstergesiydi. Ayrıca Bati ülkeleri kendi çıkarlarına ortak olan ve eninde sonunda kar şı kar şıya kalacakları bu güçlere kar şı kayıtsız kalmamı şlardı. İngiliz, Fransız, Amerikan grupla şması da kar şı tarafta kendili ğinden olu şmu ştu. Bu iki grubun birle şti ği tek nokta, ortak dü şmanları olan Sovyetler Birli ği idi. Avrupa’ nın güçlü devletlerinden biri olan Sovyetler Birli ği, ba şlangıçta gerçekçi bir politika izleyerek bu iki grubun dı şında kaldı. Fakat do ğuda Japon, batıda Alman tehlikesinin artması Sovyetler Birli ği’ ni Müttefikler’ e yana ştırdı.

Kısaca bu şekilde özetleyebilece ğimiz Mihver Müttefik devletlerinin kutupla şması, İtalya-Habe şistan Sava şı, İspanya İç Sava şı, Hitler’in Avusturya ve

33

Çekoslovakya’yı; Mussolini’nin Arnavutluk’u i şgal etmeleri ile iyice içinden çıkılmaz bir duruma geliyor; sonunda 1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırısı ile de tüm kıtaları ve denizleri saracak İkinci Dünya Sava şı ba şlamı ş oluyordu.

3.6 Türkiye’nin Sava ş Öncesi Dünyada Geli şen Olaylar Kar şısında Tutumu

Cumhuriyet döneminin ba şlarında Türkiye’nin büyükelçi ve elçilerinin üçte biri Osmanlı dı şişleri gelene ğinden gelmekteydi ( Şim şir, 1996, 24). Bu kadrolar ku şkusuz Osmanlı dı şişleri geleneklerini de Cumhuriyet Türkiye’sine ta şımaktaydılar. Dünyanın çok önemli stratejik bölgelerini denetimi altında tutan ve çok farklı etnik ve dini grupları içerisinde barındıran Osmanlı İmparatorlu ğu, çökü ş döneminde büyük güçleri birbirine kar şı kullanarak ayakta kalmı ştır. Ulusal Kurtulu ş Sava şı döneminde elde edilen ba şarılar da, Atatürk ve arkada şlarının büyük devletler arasındaki çeki şmeleri iyi analiz etmeleri ve varolan bu çatlakları daha da geni şletmeleri ile elde edilmi ştir. İki sava ş arası dönemde ve İkinci Dünya Sava şı’nın ortalarına kadar da aynı siyaset sürdürülmü ştür. Atatürk döneminde, kendine güvenmeyi esas alan, barı şçı ve tam ba ğımsızlı ğa dayanan bir siyaset izlenmi ştir. Bütün büyük devletlerle ba ğlayıcı askeri ittifaklardan kaçınılmı ş ve kom şu devletlerin tümünde Türkiye’den bir zarar gelmeyece ği duygusu ve tam bir güven yaratılmı ştır. Emperyalist bir ku şatma ve sava ş kâbusu içinde ya şayan Sovyetler Birli ği ile de dı ş siyasette kar şılıklı güvene dayalı sıkı bir i şbirli ği yapılmı ş ve Türk Bo ğazları ile topraklarının ba şka devletler tarafından Sovyetler Birli ği’ne kar şı kullanılmayaca ğı güvencesi verilmi ştir (Soysal, 1983, Cilt-I, 264). Balkanların, büyük devletler egemenli ği dı şında tarafsız bir barı ş ve özgürlük bölgesi yapılması için her türlü çaba gösterilmi ştir ( Avcıoğlu, 1976, Cilt 4, 1601). Türkiye’nin izledi ği bu politikalara paralel olarak dünya üzerinde de geçici bir barı ş düzeni tesis edilmi ş, Milletler Cemiyetinin artan prestiji ile birlikte 1930’lu yıllara kadar sürdürülebilmi ştir. Ancak E.H. Carr’ın belirtti ği gibi, sava ş sonrası sa ğlanan bu geçici barı ş düzeni bundan sonra İkinci Dünya Sava şı’na kadar meydana

34

gelecek olan her türlü uluslararası olayın do ğrudan ya da dolaylı gerekçesini olu şturacaktır (E.H. Carr, 1965, 3). Birinci Dünya Sava şı sonrasında uluslararası politikada ortaya çıkan en belirgin özellik revizyonistler ile statükocuların arasındaki kutupla şmadır. Yeni dünya düzeninin kurucuları olan galipler her ne pahasına olursa olsun kurulan düzenin korunmasını savunurken, ma ğlup devletler ise kendilerine dayatılan a ğır şartların de ğiştirilmesi için mücadele etmeye ba şlamı şlardır. Bu düzen içerisinde Türkiye ise yenilenler arasında olmasına ra ğmen revizyonistlerden farklı olarak varolan düzenin korunmasından yana bir politika izlemi ştir. Bunun gerekçesi ise Sevr Antla şmasından sonra giri şti ği sava ş ile kendisine dayatılan ko şulları zaten de ğiştirmi ş olan Türkiye’nin ek bir iste ğinin olmamasıdır. Türkiye revizyonist politikayı Sevr ile Lozan arasındaki dönemde takip etmi ş, hedeflerine ula şmı ştır. İki sava ş arasındaki bu yapay barı ş dönemi, ülkeler arasında güvenin tesis edilemedi ği ve kar şılıklı art niyetlerle ikinci bir dünya sava şının hazırlıklarının yapıldı ğı yıllar olmu ştur (Yılmaz, 1998, 13). 1933’te Hitler’in iktidara gelmesi ve artan İtalyan tehditleriyle yakla şan sava şa kar şı önlem almak isteyen Türkiye, İngiltere ve Fransa ile ili şkilerini güçlendirerek bir ittifak arayı şına girmi ştir. İtalya’nın Balkanlar’da yayılmacı bir politika izlemeye ba şlaması sonucunda, 1934 Şubat ayında Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya aralarında Balkan Antantı’nı imzalanmı şlardır. Bu birli ğin amacı Balkanların politik ve ekonomik bütünlü ğünü devam ettirmektir (Ülman, 1968, 250). Balkan Antantı’nın imzalanmasından hemen sonra Mussolini’nin, İtalya’nın gelece ğinin Afrika ve Asya’da oldu ğunu belirten konu şması Türkiye’deki tedirginli ği ve tepkileri iyice artırmı ştır. İtalya’nın bu açıklamalarına İngiltere ve Fransa’nın tavır almayı şı Mussolini’yi cesaretlendirmi ş ve 1935 Ekim ayında Habe şistan İtalyanlar tarafından i şgal edilmi ştir (Üçok, 1975, 255). 1935’te İtalya’nın Habe şistan’ı i şgal etmesi ve Almanların Fransa sınırındaki Versailes anla şmasına göre silahsızlandırılmı ş ara bölge ilan edilen Ren havzasında güç gösterilerinde bulunması üzerine; Türkiye, özellikle Bo ğazlar bölgesinde geli şebilecek durumları önlemek amacıyla Milletler Cemiyetine ba şvurmu ş ve

35

bo ğazların statüsünün belirlenmesini istemi ştir. Nihayet 1936’da düzenlenen Montrö Konferansı ile Bo ğazlar Türkiye’nin yönetimine verilmi ştir ( Soysal, 1983, 493). Bo ğazlar sorununun çözülmesine ra ğmen İngilizlerin denizlerdeki egemenli ği nedeni ile Türkiye-İngiltere arasındaki yakınla şma çabaları sürdürülmü ştür. Türkiye’nin 1937 yılında Akdeniz ülkeleri toplantısında alınan karar gere ği Yunanistan ile beraber Ege kıyılarını savunacak olması ve Akdeniz ticaret yollarının korunması için İngiltere ve Fransa’ya destek vermesi Türkiye’yi bölgesel işbirli ğinden, uluslararası i şbirli ği içine sokmu ştur. İngiltere ile ba şlayan yakınla şma, İtalya’nın 1939 Nisanında Arnavutluk’u işgal etmesi sonrasında, 12 Mayıs 1939’da bir Türk-İngiliz bildirisinin yayımlanması ile sonuçlanmı ştır. Bu bildiri ile iki devlet, hiçbir devlete kar şı olmayaca ğı açıklanan bir ba ğla şma anla şması imzalayacaklarını ve bu anla şma imzalanana kadar Akdeniz güvenli ği tehlikeye dü şerse, i şbirli ği yapmaya ba şlayacaklarını açıklamı şlardır. Türkiye ile Fransa arasındaki Hatay sorununun tümüyle çözülmesinden sonra Fransa’da 23 Haziran 1939’da aynı nitelikte bir bildiri yayımlamı ştır. Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında artan bu yakınla şma neticesinde 19 Ekim 1939’da Ankara’da bir ba ğla şma anla şması imzalanmı ştır (Karaku ş, 2004, 71). Türkiye, İngiltere ve Fransa ile görü şmelere giri şirken, Sovyetler Birli ğinin de bu devletlerin yanında yer alaca ğını ummaktaydı (Ülman, 1968, 258-59). Ancak işler beklendi ği gibi gitmemi ş ve Sovyetlerin beklenmedik Almanya ittifakı tüm planları suya dü şürmü ştür (Oran, 1970, Cilt-XXV. 49). Pakt bütün dünyada büyük bir şaşkınlık yarattı ğı gibi, Türkiye’yi de çok güç bir durum ve zor bir seçim kar şısında bırakmı ştır. 1939 yılına gelinceye kadar Sovyetler Birli ğini kar şısına almamaya özellikle dikkat eden Türkiye, kuzeyindeki kom şusunun her eylemini iyi kar şılayarak Moskova’nın güvenini elde etmeye çalı şmı ştır (Oran, 1970, 48). Ancak bu anla şma Sovyetler ile Türkiye ili şkilerinde bir dönüm noktası olmu ştur. İngiltere ve Fransa ile sa ğlanan ittifak anla şmasıyla ba şlayan ve sava ş süresince devam eden Müttefiklerden yana ama Almanya ile ticaretini de dolu dizgin devam ettirerek sava ş dı şı kalmayı ba şaran Türkiye, ülkeler arasındaki ayrı şmaları ustaca kullanarak denge politikasını bu dönemde de sürdürmesini bilmi ştir. Ku şkusuz bunda en büyük pay, ihtiyatlı ve dengeli tavrı ile Cumhurba şkanı İsmet İnönü’nündür. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki “kalkınma öncelikleri” sonucunda

36

silahlı kuvvetleri zayıf kalan Türkiye’nin bu dönemdeki tek güvencesi Ekim 1939 tarihli Üçlü İttifak antla şmasıdır. Ancak Churchill’in Moskova ziyareti sırasında Stalin’in Möntrö’nün yeniden düzenlenmesi konusundaki taleplerine ye şil ı şık yakması sava ş sonrası çıkacak olan Bo ğazlar sorununun tetikleyicisi olmu ştur (Oran, 2004, Cilt-I , 471).

37

ÜÇÜNCÜ KES İM İKİNC İ DÜNYA SAVA ŞI VE SONRASI DÜNYADA VE TÜRK İYEDE’K İ SİYAS İ VE TOPLUMSAL GEL İŞ MELER İLE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI

Üçüncü Kesimde İkinci Dünya Sava şı ve sonrası Dünya’da ve Türkiye’deki siyasi ve toplumsal geli şmeler ile günümüze yansımaları tartı şılmı ştır.

4. TÜRK İYE’N İN SAVA Ş SIRASINDA İZLED İĞİ DI Ş POL İTİKA

Bu bölümde sava şın Türkiye açısından geli şimi ve Türkiye’nin geli şen durumlara göre aldı ğı tutumlar a şama a şama anlatılmaya çalı şılmı ştır. Sava şın genel seyri ara ştırmamızın esas konusu olmadı ğından Türkiye ile ilgili bölümlerine yeri geldi ği zaman de ğinilmi ştir. Türkiye’nin sava ş kar şısında izledi ği dı ş politikaların olu şturulma mantı ğını daha iyi anlayabilmek için öncelikle bu politikaların dayandırıldı ğı nedenlerin ortaya çıkarılmasının yararlı oldu ğu dü şünülmektedir.

4.1 Türkiye’nin Sava ş Kar şısında Uyguladı ğı Dı ş Politikanın Dayanakları Sava ş öncesi ve sırasında Türk dı ş politika mantı ğını olu şturan ve alınan her kararın temel verileri olan etmenler bir temel varsayımlar dizisiydi. Bu varsayımlar İkinci Dünya Sava şı sırasında karar alma mekanizmalarında bulunanların ortak siyasi birikimlerinin özümsenmesinden olu şmaktaydı. Bu özümsemelere göre; Türkiye’nin ola ğanüstü önemli bir jeopolitik konumu vardır. Bu önemli konumu hem yararlı hem de zararlıdır. Yararlıdır, çünkü stratejik önemi olmayan ba şka küçük devletlere oranla sesini daha etkili duyurmasını sa ğlar; pazarlık gücünü, askeri ve ekonomik gücünün çok üstüne çıkarır. Bu durum güçlü dostlar edinmesini olanaklı kılar. Ancak bu konum aynı zamanda da zararlıdır. Türkiye’nin güçlü devletlerle anla şmazlı ğa dü şmesine yol açabilir. Stratejik konumu, ba şka devletlerin i ştahını uyandırabilir. Güçlü dostlar edinmesini mümkün kılan bu etmen, aynı zamanda “koruyuculu ğa” soyunanların davet edilmedik ilgisine yol açabilir (Deringil, 2007, 3).

38

Anılan dönemde Türkiye önemli bir noktada, küçük bir devlettir. Bu nedenle hareket yetene ğini her alanda en üst düzeyde tutmak zorundadır. Uluslararası ili şkilerde kutupla şma ve kampla şmalara kar şı tavır almalıdır. Ya da “blokla şma” zaten varsa bunlara katılmaktan kaçınmalıdır. Uluslararası güçler dengesi mümkün oldu ğu kadar “çok merkezli” tutulmalıdır (Tamkoç, 1976, 72). Kısacası akıllı bir denge oyunu dı ş politikanın temel dayanaklarından birisi olmalıdır. Küçük bir devletin ayakta kalıp kalmaması ancak kendi olanaklarının etkin kullanılmasına ba ğlıdır. “Geleneksel Dostluk” , “Ezeli Dü şman” veya “uzun geçmi şe dayanan i şbirli ği” gibi dü şünceler devletlerarası ili şkilerde somut bir anlam ta şımazlar. Duygusallıktan öteye gidemezler. Gerçekçi politika, kaçınılmaz olarak; aşırı arzulara, verilmi ş söze ve duygusallı ğa baskın çıkmalıdır. Topluluklar arasındaki dostluktan kaynaklanan ili şkilere atıfta bulunmak yaygın bir adet ise de, uluslararası düzenin temel özelli ği anar şik olu şudur. Güç, milletlerin en çok önem verdikleri olgudur. Bu nedenle Türkiye, her zaman haklarını ve toprak bütünlü ğünü savunmaya hazır olmalıdır. Bu konudaki duyarlılı ğı ve kararlılı ğı her fırsatta dile getirilmeli ve gerekirse sava ştan kaçınmayaca ğı konusunda hiçbir şüphe bırakılmamalıdır. Yalnız, bunun yanı sıra, Türkiye’nin gizil güç de ğerleri göz önünde tutulmalı, sava şa savunma amacıyla ba şvurulaca ğı gözardı edilmemelidir. Küçük devletlerin savunma politikası kaçınılmaz bir şekilde pazarlı ğı gündeme getirir. Pazarlık, küçük devletlerin ya şam güvencesi için vazgeçilmez bir öğedir. Medlicott Türk devlet adamlarının sava ş sırasındaki dü şüncelerinin dayana ğını “Türkler sıkı pazarlı ğı vatanperverli ğin en üst a şaması olarak görüyorlardı. ” (Medlicott, 1952-59, 269) cümlesiyle özetliyordu. İsmet İnönü, Numan Menemencio ğlu , Şükrü Saraco ğlu gibi devlet adamları dı ş politika kararlarında gerçekçili ği her zaman ön plana almaktaydılar. Geçmi şteki siyasi birikimleri onlara Avrupalı devletlerle olan ili şkilerinde ku şkuculu ğa varan bir temkinlili ği benimsemeyi ö ğretmi şti. Dönemin Dı şişleri Bakanı Numan Menemencio ğlu’nun görü şüne göre, Türkiye’nin sava şa girmesi, kendisine ‘’Büyük Devletlere bir sava ş alanı olarak hizmet etmekten öte bir yarar sa ğlamazdı’’ (Weisband, 2002, 52). Yine Menemencio ğlu’nun Alman Büyükelçisi Von Papen’e yöneltti ği:”Dı ş politikamızın amacı, kendi ba şımıza karar yetkimizin sonuna kadar korunmasıdır. Kesinlikle

39

inanıyorum ki sava şa girersek kendi kendimize karar verme yetkimizi yitiririz ve bundan ülkemin en küçük bir kazancı olmaz.Biz benciliz salt kendimiz için sava şırız’’ (Deringil, 2007, 5-6). cümlesinde izlenecek dı ş politikanın çerçevesini çizmi ş oluyordu. Yani alınan kararlarda hareket serbestisinin kaybedilmemesinin ya şamsal önemi benimsenmi ştir.

4.2 Türkiye’nin Sava ş Kar şısındaki Dı ş Politika Uygulamaları ve Durumu Türk devlet adamlarının sava ş için belirledikleri politikanın dayanakları ve mantı ğı ortaya konulduktan sonra İkinci Dünya Sava şı’nın geli şimi ve geli şen aşamalara göre Türkiye’nin takındı ğı tavırlar ve belirlenen politikaların uygulamaları incelenmektedir. Bu inceleme sırasında zamanın ko şullarını daha iyi anlaya bilmek için Türk ve yabancı basında dönemin olayları ile ilgili yer alan yorumlara sık sık yer verilmektedir.

Sava şın Ba şında Türkiye’nin Yalnızlık Korkusu Ve Güven Arama Çabaları İkinci Dünya Sava şı’nın ba şında Türk devlet adamlarının en büyük endi şesi izlenecek “tarafsızlık” politikası kar şısında yalnız kalma ve dünya egemenli ğine soyunmu ş olan güçlerin do ğrudan hedefi konumuna dü şmekti. Bu endi şeler karar alıcıları a şağıda açıklanacak önlemler alma giri şimlerine sevk etmi ştir.

4.2.1.1. Moskova’ya Yapılan Ba şarısız Ziyaret Sovyetler Birli ği, Almanya ile 25 A ğustos 1939’da saldırmazlık paktı anla şmasını imzalayınca, Türkiye endi şeye kapıldı. Çünkü Türkiye, Sovyetler Birli ği’ni Do ğu Avrupa’da Almanya’ya kar şı bir güç dengesi olarak görüyordu. Yapılan bu anla şmayla bu güç dengesi de yıkılıyordu. Fakat Sovyet Dı şili şkileri Bakanı Molotov yaptı ğı açıklamada, Türkiye’ nin endi şe etmesine gerek olmadı ğını, Sovyet-Alman antla şmasının, Türk- Sovyet ili şkilerini bozmayaca ğını ilgili ki şiler aracılı ğı ile Türkiye’ye iletti ( Burçak, 1983, 72).

40

Her ne kadar bu garanti verilmi şse de Ankara kom şusunun bu tutumunu kaygıyla izlemeye ba şladı. Türkiye bu kaygılarını gidermek için Sovyetler ile saldırmazlık paktı arayı şı içerisine girdi. Ancak ba şka bir görü şe göre “Türk-Sovyet yardımla şma paktı iste ği bizden de ğil, Sovyetler’den gelmi ştir ” (Burçak, 1983, 73). Cemal Madanoglu ise, görü şme isteklerinin Sovyetler’den gelmedi ğini, “ Ankara” da çoktan unutulmu ş olan Türkiye ile Sovyetler arasındaki zor zamanlar dostlu ğu anımsanmı ş olmalı idi ki, Dı şişleri Bakanımız Şükrü Saraço ğlu Moskova’ ya ko ştu” demektedir (Burçak, 1983, 75-76). Bu konuda di ğer bir görü ş de, Almanya, Türkiye’ nin Batılılar’la ittifak etmesini önlemek için Sovyetler’ e baskı yaptı ve Sovyetler’de, Bo ğazlar’ın Batılılar’ın eline geçmesini önlemek için Dı şişleri Bakanı Şükrü Saraço ğlu’nu Moskova’ya davet etti şeklindedir (Armao ğlu, 1983, 357). Türk basınında ise bu ziyaretten, Ankara’ya yapılan ziyareti iade etmek için yapıldı ğı şeklinde söz ediliyordu. Bu ko şullar altında Dı şişleri Bakanı Şükrü Saraço ğlu 25 Eylül 1939’da Moskova’ya gitti. Türkiye’nin amacı, İgiliz ve Sovyet dostluklarını ba ğda ştırmaktı. Çünkü, Türkiye daha önce İngiliz ve Fransızlar’la yaptı ğı ve sadece imza bekleyen ittifakını Sovyetler’in aleyhinde olmadı ğını anlatacaktı. Fakat Sovyetler Birli ği, Almanya’nın etkisi ile Türkiye’nin böyle bir ittifaka girmesini ho ş kar şılamayacak ve görü şmeler ilk günden ba şlamak üzere olumsuz, zor bir havada geli şecekti (Gönlübol, 1995, 143). 26 Eylül’de ba şlayan ilk toplantıda Stalin, Karadeniz bölgesinde Türk- Sovyet kar şılıklı yardım paktının ve Bo ğazlar’la ilgili Montreux rejiminin devamını öngören bir anla şma hazırladı. Bu arada İngilizler’le yapılan anla şmada bir iki de ğişiklik yapılması istendi. Bunlar da Türk yetkililerince kabul edildi fakat görü şmeler sürdürülürken, Alman Dı şişleri Bakanı Von Ribbentrop’un Moskova’ya aniden gelmesi, görü şmelerin dört gün ertelenmesine yol açtı. Böyle bir durumun ortaya çıkması Türk yetkililerini epeyce sıkıntıya soktu. İkinci görü şme 1 Ekim günü Molotov’la Saraço ğlu arasında yapıldı. Görü şmeye Stalin de katıldı. Bu görü şmelerde, İngiliz, Fransız, Türk anla şmasında bazı de ğişiklikler gerçekle ştirilip, Türk-Sovyet anla şmasına Almanya lehine de ğişiklikler konulması isteniyordu. Ayrıca Montreux Bo ğazlar rejiminde de de ğişiklikler yapılması isteniyordu. Özellikle Bo ğazların güvenli ği hakkında Türk

41

gazetelerinde çıkan yazılarda şöyle denilmekteydi: “Bo ğazların emniyeti için Sovyetlerin talebi yersizdir. Türkiye’nin “Bo ğazlar’ı kontrol altında tutması Sovyetler için en güvenilir yoldur ” (Nadi Y, 1939(a), 3). Sovyetler, Türkiye’ nin Batı cephesine kaymasını ve orada ittifak aramasına taraftar de ğildi. Bu görü şmeler 23 gün sürdü. tutuk ve aralık geçen temaslar hiç bir sonuca ula şamadan kesildi. Çünkü Sovyetlerin, Bo ğazlar Sözle şmesindeki de ğişiklik istekleri Türkiye’nin kendi toprakları üzerindeki ulusal egemenli ğine ve tam ba ğımsızlı ğına taciz niteli ğindeydi. Bu ziyaretten sonra Yunus Nadi, Cumhuriyette şunları yazmaktadır: “Hariciye Vekilimiz Şükrü Saraço ğlu Moskova’ya gittikten beri Türk-Rus münasebetleri iyiye do ğru gitmektedir... Türk-Rus münasebetleri iyi şekilde devam edecektir.E ğer günün birinde bozulursa bu ancak Rusya tarafından gerçekle şir”( Nadi Y, 1940(a), 2). Zekeriya Sertel ise,”Moskova Müzakereleri Niçin Askıda Kaldı?” adlı makalesinde, bu konuda şöyle demektedir: “Bilindi ği gibi İngilizler, Alman tecavüzünü durdurmak için, Almanya’ya kar şı bir sulh cephesi kurmak için hem bize, hem de Sovyetler’e müracaat etmi şlerdi. Bunun üzerine bir taraftan Türkiye di ğer taraf tan Sovyetler Birli ği İngilizlerle müzakerelere girdiler. Bunun hedefi Balkanlar’da, Akdeniz ve Karadeniz’de sulhun ve emniyetin muhafazasıydı. Türklerle İngilizler anla şarak bunu Sovyetler’e bildirdiler. Sovyetler Birli ğinin bize yaptı ğı teklifler iki nedenden dolayı kabul edilmemi ştir. Bunlar; emniyetimiz için bize verilen garantilerin bizden istenen taahhütleri kar şılamaması ve Bo ğazlar üzerinde Türkiye’nin beynelmilel umumi taahhütlerinden ba şka taahhütlerden tevakki etme mecburiyeti yüzündendir” (Sertel, 1939(a), 2). Yukarıdaki yorumlardan da anla şılaca ğı üzere; Türk-Sovyet görü şmeleri hem Alman baskıları hem de Sovyetler’in Türk Bo ğazları üzerinde egemenlik talepleri yüzünden anla şmazlık ile sonuçlandı.

4.2.1.2. Türk-İngiliz-Fransız Üçlü İttifakının Olu şturulması Sovyetler Birli ği’yle anla şma olmayınca, 19 Ekim 1939’ da İngiltere, Fransa, Türkiye Ankara’da üçlü bir ittifak anla şması imzaladı.15 yıl süreli olacak ve sava ş

42

süresince alınan kararlarda temel veriler sa ğlayacak bu anla şmanın 3 önemli maddesi şunlardır: (1) Bir Avrupa devletinin saldırısı ile ba şlayan ve İngiltere ile Fransa’nın katılacakları bir sava ş, Akdeniz’e intikal etti ği taktirde Türkiye, İngiltere ve Fransa’ya yardım edecektir. Sava ş, Akdeniz’e intikal etmedi ği taktirde taraflar kar şılıklı görüş alı şveri şinde de bulunacaklar, Türkiye böyle bir halde de ğilse İngiltere ve Fransa’ya kar şı iyi niyet gösterecekti. Bu madde ileride Türkiye’nin ba şına çok i şler açacaktır. Nitekim İtalya harbe girip, İngiltere ve Fransa ona kar şı sava ş açtı ğında, Türkiye sava şa katılmamak için bütün politik manevraları deneyecek, bunda da ba şarılı olacaktır. (2) Bir Avrupa devletinin saldırısına u ğradı ğı taktirde İngiltere ve Fransa, Türkiye’ye yardım edeceklerdi..

(3) Türkiye, Romanya ve Yunanistan’a verdikleri garantilerin yerine getirilmesinde İngiltere ve Fransa’ya yardım edecektir. Bu konuyla ilgili Sovyetlerin görü şü ise, resmi organ gibi hareket eden “ Komünist İnternational” dergisinde şöyle dile getiriliyordu. “ İngiltere ve Fransa, sava şı Balkanlar’a yaymak ve orada Almanya’ya kar şı askeri bir cephe kurmak istediler. Bu planlarını yürütmek için de Türkiye’yi stratejik bir güç haline getirmeye çalı şıyorlar” (Aydemir, 1976, 126) şeklindedir. Bu maddelerin dı şında ittifak anla şmasına ek iki numaralı protokolle, Türkiye, anla şmadan do ğan taahhütlerin kendisini Sovyetler Birli ği ile sava şa sürüklemeyece ği do ğrultusunda kayıt koydu. Bunun nedeni de Türkiye’nin Sovyetler’le ili şkilerini bozmak istememesidir. Anla şmaya ba ğlı özel bir anla şma daha vardı; Bu anla şmada, Müttefikler Türkiye’ye askeri malzeme vermeyi vaad etmi şlerdi. Müttefiklerin bu vaadi yeterince gerçekle ştirememesi de ileride Türkiye’nin sava şa girmemesine di ğer bir neden ve bahane oluyordu. Kısaca yapılan bu anla şma, sava şın devamı boyunca normal ve aksaksız işlememi ştir. Taraflar yukarıda açıklanan maddeleri hep kendi lehine i şletme yoluna gitmi şlerdir. Yine de İnönü’nün bu atılımı Türkiye’yi sava ş dı şında tutmasında

43

önemli bir rol oynamı ştır.Türk devlet adamları bu ittifak anla şmasının şartlarını geli şen durumlara göre ustaca kullanmasını bilmi şlerdir. Tasvir Gazetesi’nin bir süre kapanmasına neden olan makalede ise Ekrem Rize, yapılan anla şma hakkında şöyle yazmaktadır: “Türkiye’ nin harp uçurumuna zorla atılması İtalya harbe girince, ona kar şı İngiltere ve Fransa’nın yanında harbe girmeyi bir sebep ve lüzum yokken taahhüt eden Ankara ittifak anla şmasıyla oldu ve bizi bu harp tehlikesinden Fransa’nın erken çökmesi kurtardı. Memleketi harbe sokmak pahasına böyle bir taahhüde giri şme ğe hiç bir zorunluluk yoktu, çünkü bizim tarafsız kalmı şlı ğımız konusunda bütün sava şan devletlerin çıkarları birle şiyordu” (Rize, 4-5). Ancak Türkiye, Sovyet-Alman tehdidine kar şı yalnız kalmayı göze alamazdı.Bu tehdide kar şı bir denge kurması şarttı. Yunus Nadi ise, Türkiye’nin emniyet sahası olan bölgelerde barı şı korumak için yapılan bu anla şmanın ba şlıca iki karakteri oldu ğunu vurgulamaktadır. Bunlar: “Anla şma, hiç bir devlete kar şı olmayarak yalnız tedafül mahiyettedir ve bu anla şmanın içerdi ği hükümler arasında Türkiye’ nin bu yüzden büyük güçlü kom şumuz ile musellah bir ihtilafa girmek mecburiyetinde kalmayaca ğına dair açık bir kayıt konulmu ştur. Akdeniz ve Yakın şark emniyetlerinin bu iki şartla teminat altına alınmı ş olması elbette ve ancak emniyetli bir barı şın eseri sayılmalıdır” (Nadi Y, 1939(b), 1).

Zekeriya Sertel ise, Türkiye demokrasi ülkeleriyle kaderini birle ştirmi ştir demekte ve anla şmanın üç özelli ğinden şöyle söz etmektedir: (1) Özellikle durumun gerektirdi ği şartlardan ortaya çıkmı ştır. Tarafların anla şmayı uygulamaya koyması için, taraflardan birinin saldırıya u ğraması şarttır. Türkiye, ne tecavüz niyetindedir ne de tecavüze yardım niyetindedir. (2) Sovyetler ile bizi harbe sürükleyecek bir maceraya atılmamıza engel olmasıdır. Anla şmaya ba ğlı iki numaralı protokolde varolan ek kayıtlar, bizim Sovyet kom şumuza kar şı da dostlu ğumuzu ve tarafsız kalmamızı olanaklı kılmaktadır. (3) İngiliz ba şbakanın i şaret etti ği gibi; “Anla şma, şimdiki ola ğandı şı duruma özgü geçici bir tedbir olmayıp, ilgili üç hükümetin uzun süreli bir çalı şma içine girmesini ve birlikte politika takibine kararlılı ğını gösteren bir belge olmu ştur.”

44

Devletler Balkanlar’da ve Akdeniz’de barı ş ve emniyetin korunması ve süreklili ği konusunda çıkarlarının her noktada birle şti ğini gördü ğünden bu anla şmayı yapmı ştır (Sertel, 1939(b), 3). Bizde Sertel’in yorumlarına katılıyoruz. Türk- Sovyet anlaşmasını engelleyerek Türkiye’yi yalnız bırakma niyetinde olan Faşist Almanya’nın sava şı Akdeniz ve Balkanlara yayma iste ği açıktı. Bu yayılmacı ve istilacı güce kar şı temkinli bir ittifak aramaktan ba şka çare yoktu.

4.2.1.3 Türkiye’nin Balkan Bloku Olu şturma Çabaları

Türkiye, Alman ilerleyi şini önlemek ve kendi güvenlik alanını geni şletmek için Balkan Antantı’nı tekrar canlandırma çabalarına giri şti. 2 şubat 1940’ da ba şlayacak Balkan Antantı Yıllık Bakanlar Konseyi Toplantısı’na katılacak olan Dı şişleri Bakanı Şükrü Saraço ğlu, verdi ği demeçte: “Biliyorsunuz ki tarafsız olmak veya sava ş dı şı bulunmak bir şey yapmadan beklemek de ğildir...Herhangi bir harp alevinin bacayı sarmaması için gereken bütün tedbirleri almak demektir” diyerek Türkiye’ nin toplantıdan ne bekledi ğini belirtmi ştir (Gönlübol, 1982, 24 ). Türkiye, ittifak arama çabalarına giri şti ği vakit, Almanya Avrupa’da, Sovyetler Birli ği ise Finlandiya’da sava şıyordu. Bu sava şın Balkanlar’a da sıçraması an meselesiydi. Çünkü iki saldırgan devletin de bu topraklarda gözü vardı. Hem hammadde bakımından hem de stratejik bakımdan bu topraklar çok önemliydi. Balkanlar’da toprakları olan ülkelerin birle şmesini isteyen Yunus Nadi, “Balkan ülkeleri kendi aralarında yapacakları bir ittifakla co ğrafyanın bu nazik bölgesinde 70 milyonluk bir güç te şkil edecek ve büyük devletlerin oyunca ğı olmaktan kurtulacaktır” demektedir ( Nadi Y, 1939(c), 2). Bulgaristan’ın da bu pakta dahil olması gerekti ğini ve bunu önleyen nedenin büyük devletlerin oyunu oldu ğunu, Balkan meselelerinin ancak Balkanlılarca çözümlenmesi gerekti ğini savunan Yunus Nadi, “Balkan ülkelerine büyük devletlerin yapaca ğı en iyi yardım, Balkan statükosunun korunmasını istemeleridir. İtalya’nın Balkanlar’a yayılmasını ne Almanlar ne de bu co ğrafi durumu kendisi için hayati önem ta şıyan Sovyetler Birli ği ister. Buraya yapılacak bir saldırı, Polonya’ya ve

45

Fransa’ya saldıran Almanların sebeplerinden daha önemli sebepler arz eder” ( Nadi Y, 1939(d), 4). Türkiye sava şı kendi topraklarından uzak tutmak için çe şitli yollara ba ş vurmu ş, fakat Balkan Antantı’ndan bir sonuç alamayınca Dı şişleri Bakanı Şükrü Saraço ğlu, Balkanlar’da çıkacak herhangi karı şıklı ğa Türkiye’nin tarafsız kalamayaca ğını belirterek: “ İngiltere ve Fransa’dan gönderilen harp malzemesi Türkiye’ye öyle bir derecede geliyor ki Almanya ile Rusya, Balkanlar veya Yakın Şark'ta karı şıklık çıkarmaya te şebbüs etmeden evvel iki defa dü şünmeye mecbur olacaktır” (Nadi Y, 1940(b), 2). diyerek Sovyet ve Alman yetkililerini tehdit derecesinde uyarıyordu. Aslında söylendi ği gibi büyük bir yardım alınmıyordu. Bakanın sözleri de bo ş elle yapılan blöftü. Türkiye’nin Balkan Bloku olu şturma çabaları Balkan devletleri tarafından Almanya korkusu ve Türkiye’nin kendilerini İngiltere ve Fransa’ya yakınla ştırmaya çalı ştı ğı endi şeleri nedeni ile kabul görmedi (Gönlübol, 1995, 145).

4.2.2 Fransa’nın Yenilmesi Ve Türkiye’nin Sava ş Dı şı Kalma Çabası

Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile imzaladı ğı kar şılıklı yardım anla şması, Türkiye’ ye sava şın Balkanlar ve Akdeniz’e sıçramasını önleme garantisini veriyordu. Yetkililer bu anla şmayla, emniyet sahası olu şturduklarını ve bu emniyet sahası saldırıya kar şı kalmadıkça Türkiye’nin de sava şın dı şında kalaca ğı görü şündeydiler. Fakat Almanlar’ ın Balkanlar’ a inmesi, İtalya’nın ise Akdeniz’in güvenli ğini tehlikeye sokması, devlet adamlarını hayli sıkıntılı bir döneme sokmu ştur. Türkiye bu dönemde izlediği siyaseti, “tarafsız” de ğil “harp harici” kelimesiyle ifade ediyordu. Bu harp harici siyasetini Cumhurba şkanı İnönü, 1 Kasım 1939’ da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açarken şöyle ifade ediyordu: “Biz, bu anla şmayla sava ş faciası içinde acı çeken Avrupa’da bir emniyet bölgesi olu şturarak bu olası i şgal ve yayılmalara engel olmak hedefini güdüyoruz. Anla şmanın uygulamaya geçmesi, bu haklı hedeflerin çi ğnenmesiyle olu şur ”( “Man şet Haberi”, 1939, 1 ). Yunus Nadi, Cumhurba şkanı İnönü’nün Meclisi açarken yaptı ğı konu şmayı yorumlarken şöyle diyor: “ Harp ve tecavüz, bizim emniyet sahamızı ihlal etmedikçe

46

Türkiye’nin garp demokrasileriyle yaptı ğı muahedelerden dolayı harekete geçmesi mümkün de ğildir ve bu taktirde, Türkiye ba şka devletlerle kar şılıklı yardım yapmasa bile elbette kendi hudut ve hukukunu müdafaa edecektir” ( Nadi Y, 1939(d), 2). 22 Haziran 1940’da Fransa’ nın İtalya’nın da Fransa’ya sava ş ilan etmesi ve Alman i şgaline u ğrayan İngiltere’nin imzalanan üçlü ittifak gere ğince (sava şın Akdeniz’e sıçraması nedeni ile) Türkiye’nin sava şa girmesi yönündeki baskıları arttı. Fakat Türkiye’ ye 1939 ittifakı ile vaad edilen silahlar verilmemi şti ve Türkiye’ nin sava şa girmesi sava şın Ortado ğu’ya yayılması demekti. Bu bakımdan sava ş dı şı bir Türkiye, hem Müttefikler bakımından hem de Türkiye’nin güvenli ği açısından daha elveri şliydi. Böyle bir durum kar şısında Türkiye’ nin sava ş dı şı kalması stratejik bakımdan daha önemliydi. Çünkü, Almanya’nın Türkiye’yi yenmesi veya Türkiye’ nin Almanya’ya geçit vermesi halinde Suriye ve Süvey ş, Alman tehdidi altına girecekti. Ayrıca Irak ve İran petrolleri ve bütün Arap Yarımadası ve İran Körfezi, Alman i şgali altına girebilirdi. Bu durum İngiltere’nin Ortado ğu ve Asya ile ba ğlantılarını keser, Sovyetler Birli ği’nin Almanya tarafından güneyden de ku şatılmasına yol açardı. Böylece Almanlara kar şı Sovyet-İngiliz birlikteli ği kaçınılmaz olurdu. Durum böyle olunca; Şükrü Saraço ğlu’nun daha önceden de öngördü ğü gibi Türkiye’nin Müttefik ve Mihver devletleri arasındaki en kanlı sava ş alanına dönü şmesi kaçınılmazdı. Böyle bir sava şın Anadolu’ da ya şanması ise, kazananı kim olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yok olmasına ve vatanda şlarının sefalet içine dü şmesine yol açacaktı. Anadolu halkının yeni bir Kurtulu ş ve Ba ğımsızlık mücadelesi vermeye gücü kalmamı ştı. Çünkü elde kaybedecek bir imparatorluk yoktu. Mihvere kar şı sava şa girmenin di ğer önemli bir sakıncası da ırkçı, fa şist yöneticiler tarafından idare edilen Almanya ve İtalya tarafından Balkanlarda ya şayan Türklere kar şı, Yahudilere oldu ğu gibi soykırıma giri şebilecek olmalarıdır. Almanlar’ın Avrupa’da arka arkaya kazandıkları zaferler birçok tarafsız devletlerde Alman etkisinin artmasına neden olmu ştur. Portekiz ve İspanya’ daki diktatör hükümetler Alman ilerleyi şi kar şısında büyük bir sevinç duyarak Almanlar’ı desteklemi şlerdir. Hatta İspanya, Almanya’nın Sovyetler’e saldırısı sırasında, bir birlik göndererek Alman saflarında çarpı şmı şlardır. Ayrıca Ortado ğu’da Mısır, Irak ve Suriye’de, Fransa’nn yenilmesi sonucu yönetimlerde bir bo şluk do ğmu ş ve Arap

47

Milliyetçili ği gündeme gelmi ştir. Bu devletlerde milliyetçili ğin güçlenmesi, Almanya’nın i şine gelmi ş ve bu devletlerde kolaylıkla Alman propagandası yapılması sa ğlanmı ştır. Türkiye’de de bu kesin zaferler derin bir hayret uyandırmı ştır. Bazı yazarlarımız Almanların gözardı edilemeyecek gerçek bir güç oldu ğu, bunu artık kabul etmemiz gerekti ğini yazacaktır. Daha önce Alman saldırılarına kar şı yazı yazan Nadir Nadi de, “Alman Birli ği Kar şısında Avrupa” adındaki yazısında şöyle demektedir: “ Dünya, realiteyi oldu ğu gibi görmeye mecburdur... Bu gün Avrupa’da bir Alman kudreti ya şıyor... Aynı dili konu şan, aynı emellere sahip 90 milyonluk bir kitle, Avrupa’nın ortasında artık devlet te şkil ediyor. Bu bir realitedir ve bunu oldu ğu gibi kabul etmek lazımdır. 90 milyon insanın Avrupa için bir tehlike olaca ğını ileri sürerek, Alman birli ğini parçalamaya u ğra şmak, tarihi tersine yürütmek gayretine benzer. Alman birli ğini parçalamak için milliyet fikrini sürdürmekten ba şka çare kalmamı ştır. Bu fikir ya şadı ğı müddetçe hiç bir milleti, devamlı olarak parçalamak mümkün olmayacaktır. Avrupa devletleri realiteyi oldu ğu gibi görmeli ve yollarını ona göre tayin etmelidirler (Nadi N, 1940, 2). Özellikle Hüseyin Cahit Yalçın, 31 Temmuz 1940 tarihli Yeni Sabah gazetesinde i şi daha da ileri boyutlara götürmü ş şöyle yanıt vermi ştir:”...Avrupa şu sıralar parçalanmı ş durumdadır... Kala kala ortada alnı yukarda bir Türkiye kalıyor ki, gerçe ği görmeyen ve kabul etmeyen bu olmak lazım geliyor... Harp bitmi ş sayılır. Almanya galiptir. İngiltere’nin yarın harbi kazanaca ğı hayaldir... Bundan dolayı Alman nüfuzuna tabi olalım ve boyun e ğelim”(Yalçın, 1940, 3) demi ştir. Bu yazılar dönemin yazarlarının nasıl bir şaşkınlık içerisinde oldu ğunu sergiliyordu. Atatürk’ün gençli ğe söylevinde belirtti ği “gaflet” bu olmalıydı. İyi olan şu ki; Devlet idaresini elinde bulunduran Milli Şef ve arkada şları aynı gaflet içinde de ğillerdi. Bu dönemde, basın tam bir şaşkınlık içerisindeydi. Özellikle askeri yazarların bir ço ğu, artık batı demokrasilerinin yıkıldı ğını, Almanya’nın harp gücü kar şısında yenilme ğe mahkum olduklarını yazıyorlardı. Almanya, Sovyetler Birli ği ile Türkiye’nin arasını açmak için, elinde bulundurdu ğu bazı belgeleri kamuoyuna açıkladı. Bu belgeler “Batı Planı” hazırlıklarıydı. Hükümet yetkililerinin konuya tereddütlü yakla şımı, Sovyetler’in

48

bu belgelere inanmasını daha da güçlendirdi. Basınımızda ise, Almanya aleyhine bir hava do ğdu. Özellikle kritik konularda tek bir ses olan basın, bu konuda da hassasiyetini göstermi ş ve belgelerin tahrif edilmi ş oldu ğu görü şünü savunuyordu. Almanya’nın açıkladı ğı belgeler, Sovyetler’i Türkiye’nin askeri planları kar şısında derin bir endi şeye dü şürmü ştü. Bu endi şenin giderilmesi mümkün de ğildi. Türk-Sovyet ili şkileri bu belgeler yüzünden ciddi hasar gördü. Fakat belgelerin tahrif edildi ğini iddia eden Türkiye, Almanya ile ili şkilerinde sert bir tutum takındı. Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Massigli, Dı şişleri Bakanı Saraço ğlu’na yazdı ğı mektupta; “sizinle ve arkada şlarınızla görü şmelerimin hiçbirinde, Türk toprakları üzerinden Bakü’yü bombalamaya mahsus Fransız teyyarelerinin uçurulmasına müsaade istemedim, siz de hiç bir zaman böyle bir ameliyeye muvafakatımızı vermediniz” demi ştir (“Türkiye’nin Çabası”, 1940, 3). Fakat bu açıklamanın da bir yararı olmamı ştır. Bu arada Alman Haber-Ajansı ili şkilerin sertle şmesini önlemek amacıyla olacak, belgelerin tercümesi sırasında, tercüme bürosunda yapılmı ş bir tercüme hatasını itiraf etti. Yanlı ş “savunma sava şının” “saldırı sava şı” biçimine sokulmasıydı. Bu yanlı ş, Sovyetler’e hemen iletildi fakat bunun da hiç etkisi olmadı (Koçak, 1986, 133). Almanya’nın bu vesikaları açıklamasındaki bir di ğer neden de, İngiliz dostu saydı ğı, özellikle üçlü ittifak anla şmasının mimari olarak gördü ğü Dı şişleri Bakanı Şükrü Saraço ğlu’nun görevinden azledilmesi içindi. Yeni seçilecek bir dışişleri bakanının Alman yanlısı olması olasılı ğı vardı ve bu de ğişim sonucu Türkiye’nin izleyece ği politika da Alman yanlısı olabilirdi. Ayrıca hükümet çevrelerinde böyle bir de ğişiklik gündemdeydi. Fakat yapılan bunca çabalar Saraço ğlu’nun görevden alınmasına yetmedi. Milli Şef bu tür manevralara ödün verecek kadar çi ğ bir siyaset adamı de ğildi.

4.2.3 İtalya’ nın Yunanistan’a Saldırması Ve Türkiye

Almanlar’ın arka arkaya kazandıkları zaferlerden cesaret alan Mussolini de harekete geçmi ş ve İtalya 28 Ekim 1940’da Yunanistan’a saldırmı ştır. Halbuki daha önce Mussolini kom şularına güvence vererek, onlardan hiçbiriyle sava şa

49

girmek istemedi ğini belirtmiştir. Alman zaferlerinden sonra durum farklıla şmı ş, İtalya Almanlar’dan önce Balkanlar’a sahip olmak istemi ştir. İtalya’nın tutarsız davranı şlarından daima endi şe duyan Türkiye, sava ş tutumunu bozmadı. Fakat İtalya’nın Yunanistan’a saldırması ile Türk-İngiliz-Fransız ittifakının üçüncü maddesinin i şletilmesini gerektiriyordu. Çünkü İngiltere ve Fransa 13 Nisan 1939’da Yunanistan ve Romanya’ya garanti vermi şlerdi. İttifaka göre, bu iki devlet Yunanistan ve Romanya’nın yardımına giderse Türkiye’ de sava şa katılacaktı. İngiltere Türkiye’nin sava şa katılması iste ğinde bulunmu ş fakat Almanlar’dan çekinen Türkiye bu konuda da çekimser kalmı ştır. İtalya’nın Balkanlar’a saldırmasında Türkiye’nin çekimser kalmasında bir di ğer neden ise, Sovyet baskılarıdır. Ba şbakan Refik Saydam, Sovyetler ile aramız açılmasın diye ittifakın iki numaralı protokolünü öne sürmü ş ve bunu da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde şöyle belirtmi ştir: “... İtalya’nın harbe girmesi üzerine ortaya çıkan durumu Cumhuriyet hükümeti etrafıyla tetkik etmiş ve ittifakın iki numaralı protokol hükmünü tatbike karar vermi ş, icap eden tebligatı yapmı ştır. Buna nazaran Türkiye halihazırdaki gayri muhariplik vaziyetini muhafaza etmektedir” ( “ İtalyan Saldırısı”, 1940, 5). Yunan topraklarında gözü olan Bulgaristan, İtalya’nın Yunanistan’a sava ş açmasından yararlanıp saldırı hazırlıklarına giri şmi ştir. E ğer Bulgaristan Yunanis- tan’a sava ş açarsa, Türkiye’de buna kayıtsız kalmayaca ğını bildirmi ştir. Aslında Yunanistan’a Türkiye’nin yardım etmesi bir anla şmaya ba ğlı de ğildi. Yunanistan’da Türkiye’den yardım talep etmemi şti fakat Türkiye’nin kararlı davranı şı sayesinde Yunanistan Bulgar sınırındaki birliklerini geri çekmi ş ve İtalya ile sava şa giri şmi ştir. Böylece; Türk devlet adamları sava şı sınırlarından uzak tutma ustalı ğını bir kez daha göstermi ş oluyorlardı. Geli şen zor durumlar kar şısında alınan bu ba şarı, gerçekçi ve sa ğlıklı karar alma ve alınan kararların uygulanaca ğı konusundaki kararlılı ğın gösterme zamanı ve şeklinin sonucuydu.

50

4.2.4 Almanların Balkanlarda İlerleyi şi Ve Türkiye’ nin Tutumu

Polonya ve Fransa’yı i şgal eden Almanların Romanya ve Bulgaristan üzerinde gösterdi ği ilerleyi ş, İngiltere için endi şe kayna ğı olmu ştur. İngiltere, Balkanlar’daki bu karı şıklı ğı frenlemek için burada bir savunma hattını yeniden gündeme getirmi ştir. İngiltere Ba şbakanı Churchill Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya’yı içine alacak bir pakt önermi ştir. Fakat Almanların tepkisinden korkan bu ülkeler böyle bir zamanda pakta yana şmamı şlardır. Yunus Nadi, Balkanlar’da ve Ortado ğu’da Alman faaliyetlerinin hızla ço ğalması kar şısında, bunun sadece bizim de ğil kuzey kom şumuz olan Sovyetler Birli ği’nin de çıkarlarına dokundu ğunu söyleyerek şöyle demektedir: “Balkanlarla Yakın Do ğu yalnız biz Türkler için de ğil, Sovyetler Birli ği için de gayet önemli emniyet sahalarıdır. Buradaki olu şumlar geli şigüzel de ğişemez. Süvey ş’te devam eden harp hareketlerini en hayati önemlerde göz önünde tutan milletler içinde Türkiye de vardır. Oralar bizim görünürde uzak, fakat gerçekte çok yakın emniyet sahalarımızdır” (Nadi, 1941(a), 2). Almanların hızla Balkanlar’ı İran, Irak petrolleri ve Süvey ş, kanalına giden yolu kontrolleri altına alması Sovyetleri de endi şelendirmi ş ve bu olay Sovyetlerin Türkiye’ye yakınla şmasına sebep olmu ştur. Bu geli şmeler kar şısında Churchill, 31 Ekim’de yüksek düzeyde askeri bir heyet ile birlikte Ankara’ya göndererek İnönü’ye verilmek üzere özel bir mektup gönderdi. Mektupta; Almanların Balkanlar’da ilerlemesini önlemek için İnönü’den yardım istiyordu. Almanya askeri baskı altında Türkiye’yi hareketsizli ğe sevk edip, ayrıca Yunanistan ve Ege Adalarını i şgal edebilecekti. İngilizler Türkiye’de hava alanları istiyordu. Böylece Romanya petrolleri bombardıman sahası içine girecek ve Türkiye’nin savunması mümkün olacaktı. Ayrıca Almanların Yunanistan’a havadan iniş yapmaları önlenecekti. İnönü, Churchill’in taleplerinin kabul edilemeyece ğini, Türkiye’nin sava şa girmesinde yarar olmadı ğını, sava şa girmedikçe yabancı askeri güçlerin ülkede bulunmasına izin verilmeyece ğini, ayrıca bu talebin ittifak anla şmasına aykırı oldu ğunu söyledikten sonra, İngiltere’nin Türkiye’ye vermesi gereken askeri malzemenin yeterince ve hızlı şekilde gelmedi ğinden şikayet etti (Koçak, 1986, 142 ). “Tarafsızlık de ğil” ama “sava ş dı şılık” ilkesi yine yürürlükteydi.

51

Türkiye’nin, İstanbul ve di ğer bazı illerde sıkıyönetim ilan edip, sınır boyunca güvenlik tedbirleri alması Bulgaristan’ı ku şkuya dü şürmü ştü. Bu ku şkuyu ortadan kaldırmak için, Ankara’da bir yazılı açıklama imzalandı. Bu açıklamada Türkiye ve Bulgaristan birbirlerine saldırmamayı taahhüt ediyorlardı. Fakat Bulgaristan ülkesinden yabancı askeri birliklerin geçmemesi konusunda bir yükümlülük altına girmemekteydi. Böylece Bulgaristan Almanya’nın kendi topraklarından geçmesi durumunda sorumlu olmayacaktı. Bu anlaşma için Dı şişleri Bakanı Şükrü Saraço ğlu, “Bazı zamanlar küçük sebepler büyük i şler ve iyilikler yaratmı ştır. Bu gün imzaladı ğımız mütevazi eserde Balkanlar’da yeni karı şıklıklara belki de mani olacaktır” demektedir (“Alman İlerleyi şi”, 1941, 4). Görüldü ğü gibi; İstanbul Bo ğazının savunulması için Ankara’dan Muhafız Alayı’nı bile nakletmek zorunda kalan yöneticiler, ellerine geçirdikleri küçük fırsatları büyük i şleri ba şaracak şekilde kullanabilmi şlerdir. İngiltere tarafından bu yazılı açıklama ho ş kar şılanmamı ştır. Bunun da nedeni, Bulgaristan’ın Türkiye’den artık korkusu kalmayarak sınırlarını Almanlara açabilecek olmasıydı. Fakat Türkiye, açıklamayı İngilizlere kar şı savunurken, Bulgaristan’ın artık Türk tehdidine kar şı Alman ordusunu davet etme gerekçesinin ortadan kalktı ğını ve bunun Almanya’nın Bulgaristan’a girmesini engelleyece ğini vurguladı. Ayrıca anla şma Balkanlar’da barı şa hizmet edecekti. Ancak İngilizler ısrarla üçlü ittifak anla şmasının üçüncü maddesini gündeme getiriyorlardı. Bu maddeye göre, sava ş Bulgaristan ve Yunanistan sınırına vardı ğında Türkiye müttefiklerine yardım edecekti. Türkiye ise, ittifaka sadık oldu ğunu belirtiyor fakat tarafsızlık politikasını da de ğiştirmiyordu. Dı şişleri Bakanı Şükrü Saraço ğlu söylemlerinde Türkiye’nin politikasında de ğişen bir şeyin olmadı ğını, Türkiye’nin bütün devletlerle, özellikle kom şuları ile iyi geçinmek niyetinde oldu ğunu ve ayrıca emniyet sahasında yapılacak yabancı faaliyetlere ve hareketlere asla kayıtsız kalmayaca ğını, gerekirse silahla kar şılık verece ğini her defasında dile getirmi ştir. Türk yetkilileri, Türkiye’nin güvenlik alanı ile kendi toprakları arasında anlamlı bir ayırım yapıyor ve Türkiye’nin ancak kendi topraklarını savunmak için sava şa girebileceğini, güvenlik alanına ise karı şılmayaca ğını açıklıyordu. Vatan verilmi ş sözler üzerine tehlikeye atılamazdı.

52

4.2.5. İngiltere’nin Balkan Antantı’nı Yeniden Canlandırma Giri şimi

Alman ilerleyi şi kar şısında Balkanlar’daki durumun gittikçe kötüle şti ğini gören İngiltere, Balkan Antantı’nı yeniden canlandırma ümidi ile 26 Şubat’ta İngiliz Dı şişleri Bakanı Eden ve Genelkurmay Ba şkanı Dill’i Ankara’ya gönderdi. Türk yetkilileriyle görü şmelerini sürdüren heyet, Almanların Bulgaristan üzerinden Yunanistan’a saldırması durumunda, Türkiye’nin de sava şa katılmasını istediler. Fakat Türkiye Almanların Bo ğazlara saldırabilece ğini, ayrıca Sovyetlerin de ne gibi tepki gösterece ğini bilmediklerini ileri sürerek bu teklifi geri çevirdi. Ayrıca Türkiye askeri gücünün zayıf oldu ğunu biliyor ve böyle bir durumda Türkiye’nin müttefiklerine yardımda bulunamayaca ğı öne sürülüyordu. Gerçekten de Türkiye askeri teçhizat bakımından yeterince donatılmamı ştı ve müttefiklerinden istedi ği yardım da henüz yeterince gelmemi şti. Basında ise, İngiltere’nin bizden istedikleri aşırı bulunuyor ve Türkiye’nin karar vermesinde özgür bırakılması isteniyordu. Zekeriya Sertel (1941(a), 3), İngiltere Dı şişlerinin Türkiye’yi ziyaret etmesinin ardından şöyle yazıyordu: “Mr. Eden’in Ankara’yı ziyaret etmesi özellikle iki önemli noktanın bir kat daha aydınlanmasına hizmet etmi ştir. Biri, Türkiye’nin ittifaklarına ve taahhütlerine sadakati, di ğeri İngilizlerin Türkiye’den Balkanlar’da bir tecavüz unsuru olarak istifade etmek istemedikleridir. Türkiye, ittifakına sadık kalmakla beraber siyasetinde ba ğımsızdır. Kendi menfaatlerinde ne zaman ve ne şartlar içinde tecavüz vaki olabilece ğini kendisi tayin edecektir’’. İngiliz Dı şişleri Bakanı Eden, Ankara’dan bir sonuç alamayınca Yunanistan ve Yugoslavya’ya müracaat etmi ştir. Fakat buralardan da bir sonuç elde edememi ştir. Zaten Yugoslavya’da çıkan iç karı şıklık sonucu Almanlar buraya saldırmı ş ve buradan da Yunanistan’ a girmi ştir. Bütün Balkanlar’ın Almanların eline geçmesinden çekinen Amerika Birle şik Devletleri sava ş dı şı bulunmasına ra ğmen, Balkanlar’ın kaderiyle ilgilenmeye ba şlamı ştı. Ba şkan Roosevelt, Balkan Devletleri’nin direnme gücünü artırmak amacıyla Albay William Danovan’ı Yakındo ğu’ya yollamı ştır. Danovan 1 Şubat’ta Türkiye’ye de gelmi ş ve ABD‘nin sava şın Mihver tarafından kazanılmasına engel olaca ğını ve bunun için de er geç sava şa katılacaklarını belirtmi ştir. Sava şın bu

53

aşamasında Dünya düzenini kendi istekleri do ğrultusunda yapılandırmaya çalı şan Avrupalı Güçler ve ABD dikkatlerini Balkanlar ve Türkiye üzerinde yo ğunla ştırmı şlardı.

4.2.6. Hitler’ in Güvencesi ve Türk-Sovyet Saldırmazlık Deklarasyonu

İngiliz yetkililerin Türkiye’ye gelerek, Almanya’ya karşı Türkiye’yi sava şa sokma gayretlerini, Almanlar da yakından izliyorlardı. Almanya bir yandan askeri önlemler alarak, di ğer yandan da diplomatik yollarla Türkiye’yi kendi tarafına çekmeye çalı şıyordu. Almanların Bulgaristan’a girmesi, Türkiye’yi oldukça ku şkulandırdı. Türkiye Bulgaristan’la ortak beyanname imzalamı ştı. Fakat Bulgarlar Türklerin bir şey yapamayaca ğına güvenerek sınırlarını Almanlara açmı ştı. Bulgaristan’ın Mihver’e katılmasından sonra, Türkiye İngiltere’ye yana şmasın diye Hitler, 1 Mart’ta İnönü’ye bir mektup göndererek, Almanların Türkiye’ye kar şı bir saldırı emelleri olmadı ğını ve Alman ordularını Türk topraklarından uzak tutaca ğını bildirdi. İnönü de 12 Mart’ta verdi ği cevapta, Alman ordularının durumunda bir de ğişiklik olmadı ğı sürece ve zorlanmadıkça tutumlarını de ğiştirmeyeceklerini bildirdi (U ğurlu, 2003, 263-65). Türkiye’nin Almanların tehdidinden korkup, Sovyetlere yana şmaması için, Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Von Papen, Ankara’da Türk Büyükelçisine, Sovyetlerin Almanlarla 1940 Kasım’ında Bo ğazlar üzerinde yaptı ğı pazarlı ğı anlatmı ş ve ili şkileri bozmaya çalı şmı ştır. Fakat İngilizlerin çabalarıyla Almanlar, Türk-Sovyet Ortak Deklarasyonu’nun yapılmasına mani olamamı şlardır. İngiltere’nin asıl amacı, Türk-Sovyet yakınla şmasını sa ğlayarak, Türkiye’nin ikide bir öne sürdü ğü “Sovyet çekincesini” ortadan kaldırmaktı. Fakat Türkiye, yapılan deklarasyonla Sovyet tehdidinin henüz ortadan kalkmadı ğı dü şüncesindedir. Nitekim gelecek yıllar içinde Türkiye bu dü şüncesinde haklı çıkacaktır. Mihver yenilmeye ve Müttefikler ilerlemeye ba şladı ğında Sovyetler Birli ği Türkiye’den toprak talebinde bulunacaktır. Devletlerarası ili şkilerde dostluk söylemlerinden çok çıkar ili şkileri ve güç ö ğelerinin geçerli oldu ğunu dü şünen Türk Devlet adamlarının temkinli

54

davranı şları, ülkenin bu karma şa sırasında hareket özgürlü ğünü korumasını sa ğlamı ştır.

4.2.7. Türk-Alman Dostluk Ve Saldırmazlık Paktı Yugoslavya ve Bulgaristan üzerinden Yunanistan’a geçen Almanlar kısa bir süre sonra Türk-Yunan sınırına kadar dayanmı şlardı. Türkiye Almanlarla batıda daha önce yaptı ğı kar şılıklı görü şmelerle durumunu güvence altına aldı ğını sanırken, şimdi de güney sınırında çıkan karga şalıkta kendini yine sava şın e şiğinde bulmu ştur. 3 Nisan’da Alman taraftarı Ra şit Ali Geylani tarafından Irak’ta bir darbe yapıldı. İngilizler Mihver yanlısı yeni yönetimi devirmek için derhal harekete geçtiler. Ra şit Ali Geylani de Almanya’dan yardım istemek zorunda kaldı. Almanlar da bu iste ği hemen kabul etti. Fakat ortaya yeni bir sorun çıkmı ştı. Almanya, Irak’a askeri birlik ve malzeme göndermek için, Türk topraklarından geçmek zorunda idi. Almanlar Türkiye’ye taviz vererek bu i şi sonuçlandırmak istiyordu. Fakat Türkiye’nin ku şkuları henüz geçmemi şti. Almanya, Türkiye’nin endi şelerini tamamen giderebilmek için Türk-Bulgar ve Türk-Yunan sınırında Türkiye lehine bazı toprak düzenlemelerinin yapılmasını kabul edebilece ğini bildiriyordu ve bunlarla birlikte Sofya-İstanbul demiryolunun yönetimi de Türklere bırakılacaktı. Bütün bu özverilerde maksat, Türkiye’nin Almanya yanında yer almasını sa ğlamaktı. Almanya’nın toprak önerileri kar şısında, İngiliz Hükümeti de Almanya kar şısında artık savunamayacakları Midilli ve Sakız Adaları’nın Yunanistan’ın onayı ile Türkiye’nin yönetimine geçmesini önerdi. Fakat bu adalar için riski göze alamayan Türkiye adaları ancak geçici olarak i şgal edebilece ğini belirtmi ştir. 11 Mayıs’ta adalar Almanlar tarafından i şgal edildi. Bu giri şim de sonuç vermeyince Müttefikler ticareti azaltmı ş ve silah yardımını iyice kısmı şlardı. Türk Hükümeti’nin uyguladı ğı oyalayıcı denge politikası ba şarılı olmuş ve İngilizler Irak’a hakim olunca geçit sorunu da kendili ğinden ortadan kalkmı ştır. Basit çıkarlar için ülkelerini büyük bir anar şinin içine sokmayan yöneticiler yine ba şarılı olmu ştur. Türkiye’nin güney sınırını tehdit eden bir di ğer olay da Suriye’de çıkan sava ştır. Bu sava ş, İngiliz ve Özgür Fransız Orduları ile Vichy Hükümetine ba ğlı Fransız Ordusu arasında ba şladı. Türkiye'nin Suriye sınırında önlem alması dı ş

55

dünyada spekülasyonlara. neden olmu ştur. Türk yetkilileri bölgeyi i şgal olayına yana şmamı şlardır. Türkiye’nin Suriye’yi i şgal edece ği söylentileri basınımızda kınanmı ş ve bu tavsiyelerin Türkiye’yi de harbe karı ştırmak için kasten savunuldu ğu öne sürülmü ştür. Yunus Nadi (1941(b), 4), bu konuda “Türkiye’nin daha evvel davranarak, Suriye’yi i şgali tavsiyesi netice itibariyle bizi düpedüz harbe karı ştırmaya sevk eden bir dü şüncedir. Yani dünyayı saran harbe yeni bir cephe açmamızı istiyorlar. E ğer belli alakalıların iste ğiyle açılmamı şsa bu cephenin yalnız varolan hudutlarımıza sıçramayaca ğını söylemeye hacet yoktur. Bu taktirde tavsiyenin amacı Türkiye’yi sava şa sokmaktır ”. Hitler, Türkiye’ye iki nedenden dolayı saldırmamı ştır. Bunların ilki teknik nedendir. Almanlar Türkiye’ye saldırırsa Türklerin Bo ğazlar’da ve Toroslar’da yapaca ğı savunma Almanlara zaman kaybettirecekti. Bu da Almanların i şine gelmemektedir. Bir di ğer neden de stratejik nedendir. Almanya, kı ş gelmeden Sovyetler Birli ği’ne saldırmayı planlıyordu. O günkü bütün hazırlıklar buna göre planlanmı ştı. Bu nedenlerden dolayı Almanya, Türkiye ile zaman kaybetmeden saldırmazlık anla şması imzalamak istiyordu. Hitler, Sovyetlere saldırıp Kafkasya’ya girdi ği zaman Mihver’e katılaca ğını hesaplıyordu. Bu nedenle, Almanya güney sınırını emniyet altına almak istemi ştir. Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Anla şması, 18 Haziran 1941 yılında imzalanmı ştır. Anla şmaya göre her iki devlet varolan yükümlülüklerini saklı tutacak ve dolaylı olarak birinin di ğerine yönelik saldırısından kaçınacaktı. Anla şma öncesinde, Almanya hakkında basın ılımlı davranmı ştır. Basında çıkan yorumlar da Türk-Alman dostlu ğuna de ğinirken Türk-İngiliz ittifakına da de ğiniliyordu. Zekeriya Sertel (1941(b), 1), “Muahedenin Aydınlattı ğı Hakikatler” adlı makalesinde, Almanya ile Türkiye’nin bu harpte kimse ile bir davası olmadı ğını, topraklarında gözü olmayan, kendisiyle dost olacak devletlerin hepsiyle dost olaca ğını” yazmaktadır. Yunus Nadi (1941(c), 2) ise, “Hudutlarımıza vaki olabilecek, bir tecavüz nereden gelirse gelsin ona silahla kar şı koymak azmimiz bakidir. İngiltere ile müttefikiz; Almanya ile dost. Bu anla şmayı yaparken, bir bloktan di ğerine geçmiyoruz. Yine İngilizlerle müttefikiz... Tek fark realist ve tamamen milli siyasetimizin Alman dostlu ğunu temin etmi ş olmasındaki kazançtır“demektedir.

56

Nadir Nadi (1941(a), 1) ise, “Türk-Alman Dostluk Paktı’nın Mucip Sebepleri" adlı makalesinde, Türk ve Alman milletinin tarihten beri gelen ortak yönleri oldu ğunu fakat bundan daha önemli ekonomik ve co ğrafi sebepler bulundu ğunu belirterek, “Yakın Şarkın ve Balkanlar’ın en büyük en mütecanis, en dinamik devleti, Türkiye, Almanya nazarında dostlu ğuna her zaman kıymet verilen bir varlık oldu ğu gibi Almanya’da bizim nazarımızda aynıdır. Türk-İngiliz anla şması, harbi, dünyanın mühim bir mevkiini hudutlarımıza sokmamak gayesini ta şıyordu. Son Türk-Alman Paktı için de bunu söyleyebiliriz” şeklinde açıklıyordu. Almanların yapılan bu anla şmayla sa ğladı ğı kazanç büyüktü. En ba şta güney sınırını güven altına almı ştı. Bir de Bo ğazlar’dan Sovyetlere yapılacak İngiliz yardımını engellemi şti. Türkiye, yapılan bu anla şmayla aslında tarafsızlık ve harp dı şı kalma durumundan çıkıyordu. Fakat zamanın şartları bunu gerektiriyordu. Ayrıca Türkiye bu anla şmayla kendine geni ş bir politik manevra alanı bulmu ş, hem İngiltere hem de Almanya ile ticaretini sürdürmü ş ve her iki devletten de silah yardımı almı ştır. Türk Devlet Adamları bu durumda da ko şulları en iyi şekilde de ğerlendirmi ş, sava şın her iki tarafına da ölçülü bir yakla şım göstererek çıkarı ne ise onu yapmı ştır.

4.2.8 Türkiye’de Alman Etkisinin Artması

Almanya’nın Sovyetler Birli ği’ne saldırması Türkiye’yi biraz olsun rahatlatmı ş üzerindeki baskıları azaltmı ştır. Daha önceden de belirtildi ği gibi Alman- Sovyet i şbirli ğinin gerçekle şmesi ve Türkiye’yi payla şma emelleri Türk devlet adamlarını her zaman tedirgin etmi ştir. Sava şın ba şlamasından kısa bir süre sonra, Türkiye sava ş dı şı durumunu sürdürece ğini açıkladı. Zaten sava şan her iki devletle de Türkiye’nin saldırmazlık anla şması vardı. Alman-Rus çarpı şması sırasında Türkiye’nin takınaca ğı tavır tarafsızlık olmalıydı. Aslında Türkiye’nin bu tavrının Sovyetler Birli ğine hiç bir zararı yoktu. Aksine Sovyetler Birli ği’nin güney sınırlarını sa ğlama alacaktır. Ayrıca Bo ğazlar’da Sovyet güvenli ği için çok önemli olacaktır. Sovyetler Birli ği, bizden bundan daha fazlasını isteyemezdi. Şükrü Saraço ğlu’nun ziyareti sırasında yapılan anla şmaların sonuçsuz kalmasının ve Batı demokrasileriyle yaptı ğımız barı ş

57

anla şmaları nedeniyle üzerimizde yerli yersiz baskılar olu şturulmasının sorumlusu Sovyetler Birli ği idi (Nadi N, 1941(b), 3). Yine bu dönem basınımızda, Almanların artık beklenen sona yakla ştı ğını ve Türkiye’nin öteden beri dü şmanı olan Sovyetler Birli ği’nden kurtulaca ğı yazıları ve yorumları sık sık yayınlanmaktaydı. Askeri konularda yorumlar yapan Emekli General Hüsnü Emir Erkilet, sava şın teknik ve stratejik ayrıntılarını açıklarken; Almanların kesinlikle galip gelece ğini belirtiyordu. E ğer Sovyetler galip gelirse, ardından gelecek tehlikeleri de şöyle sıralıyordu: “Kızılordu galip geldi ği taktirde, yalnız Almanya ma ğlup olmakla kalmaz, bütün Avrupa ve hatta bütün Asya dahi Rus ve Bol şevik istilasına u ğrar. Bilakis Sovyet Rusya ma ğlup olacak olursa, onun bu gün te şkil etti ği imparatorluk yıkılarak, Rus kültürü altında bulunan muhtelif milletler istiklal bulurlar. Aynı zamanda Bol şevik bir hükümet ortadan kalkar” (Erkilet, 1941, 2). Türk Hükümeti, Alman ilerleyi şini so ğukkanlılıkla takip ediyor, basından ve kamuoyundan gelen baskılar yetkilileri her ne kadar etkiliyorsa da, yine de yetkililer akılcı dü şünceyi elden bırakmayarak geli şen olaylar kar şısında yeni politikalar üretiyorlardı. İngiltere’nin Sovyetler Birli ği ile birlikte İran’ı i şgal etmesi, Almanların Türkiye’den yeni isteklerde bulunmasına neden olmu ştur. Almanlar, Montreux Anla şması’nın Türkiye tarafından tek taraflı olarak iptal edilmesini istemi ştir. Fakat 10 A ğustos 1941’de Ankara’ya ortak bir nota veren İngiltere ve Sovyetler Birli ği, “Sovyet Hükümeti Montreux Anla şması’na sadakatini teyit eder ve Türk Hükümeti’ne hiçbir tecavüz niyeti olmadı ğı ve Bo ğazlar konusunda hiç bir talebi bulunmadı ğı hususunda temin eyler” demektedir (Burçak, 1983, 137). Sovyet politikasının bu derece de ğişmesi, Türkiye’yi biraz olsun rahatlatmı ş, Almanların iste ği olan Bo ğazlar’ı tek taraflı kapatma önerileri geri çevrilmi ştir. Sovyetler her ne kadar garanti vermi şse de, Kafkas sınırında asker bulunduruyordu. Türkiye de her olasılı ğa kar şı do ğu sınırında asker tutuyordu. Almanya, Türkiye’yi diplomatik yollarla sava şa sokamayaca ğını anlayınca, bu sefer bekleme yolunu seçmi ştir. Almanlar e ğer do ğu cephesini açıp, Türkiye’nin do ğu sınırına varırsa, Türkiye’nin ister istemez sınırlarından asker geçmesine izin

58

verece ğini umuyordu. Bu nedenle Almanlar ordularının Kırım’ı a şıp Kafkasya’ya inmesini bekliyorlardı.

Türkiye’nin Almanya’ya yakla şmasına sebep olan bir di ğer olay ise, Alman Büyükelçisi Franz Von Papen’e Ankara’da yapılan suikast giri şimidir. Papen’e yapılan bu suikast tamamen siyasal amaçlıdır. Amaç, Türk-Alman ili şkilerini gerginle ştirip, Türkiye’yi Sovyet yanına çekmekti (Sertel, 1942, 3). Almanya ve Türkiye olaydan do ğrudan do ğruya Sovyetleri sorumlu tutmu ştur. Bu olayda Sovyetler, Türk-Alman ili şkilerini bozmak istemi ştir fakat olay açıklı ğa kavu şmamasına ra ğmen Türkiye, Almanya’ya daha da yakınlaşmı ştır. Almanya’nın yaz saldırısı devam ederken, Ba şbakan Refik Saydam Temmuz ayında ölmü ş, yerine Dı şişleri Bakanı Şükrü Saraço ğlu atanmı ştı. Bu arada Dı şişleri Bakanlı ğı’na da Numan Menemencio ğlu getirilmi şti. Alman propagandası, tüm dünyada etkili olduğu gibi yurdumuzda da etkisini sürdürmekteydi. Özellikle Yahudi dü şmanlı ğı şeklinde sürdürülen ırkçı ve Turancı uygulamalar da Türkiye’de etkili olmaktaydı. Bu ideolojiyi savunanlar, varlık vergisini istiyor, azınlık dü şmanlı ğını her tarafa yayıyorlardı. Sabiha Sertel bu olayları anılarında şöyle dile getiriyor: “...Vapurlarda, tramvaylarda Rumca, Ermenice, Yahudice ve di ğer yabancı dilde konu şanların ellerine “vatanda ş Türkçe konu ş” diye bastırılmı ş kartlar sunuluyor, azınlıklara hakaret ediliyordu ” (Sertel, 1969, 263). Ayrıca bu dönemde Anadolu Ajansı’nda çalı şan, özellikle dı ş haberler servisinde olan tüm Yahudi personel i şten çıkarıldı. Bu olayda da Alman propagandasının etkisi büyüktür. Almanya özellikle Birinci Dünya Sava şı’nda yaptı ğı gibi, İkinci Dünya Sava şı’nda da Turancı akımları destekleyerek, Türkiye’yi Sovyetlere kar şı, yanına çekmeye çalı şmı ştır. Bunda da bir ölçüde ba şarılı olmu ştur. Özellikle propagandayı etkili bir silah olarak kullanan Alman Hükümeti, Türkiye’de bu uygulamalarını sürdürmü ştür. Basını kendi tarafına çekmeye çalı şan Almanlar, geni ş Pan-turancı propagandayla kamuoyunu, dolayısıyla hükümeti etkilemeye çalı şmı ştır. Basındaki bu etkileri Tasvir-i Efkar’da yayınlanan şu makaleden izlemek olanaklıdır. Bu makalede şöyle denilmektedir:“ Türk milliyetçili ğinde de ğişen nedir? Bu yeni program nedir? Bu davanın erbap ellerini titretecek kadar a ğır oldu ğunu biliyorum.

59

Fakat onun milliyetçi ellerden ziyade, Türkçülük davasının düşmanlarını titretece ği güçten uzak olmadı ğını da biliyorum. Bu inançla yeti şmi ş iki buçuk milletle bir de ğil, iki kıtayı dolduran bütün Türk karde şlerimizle beraberiz “ (Ebuzziya,1941,4). Almanlar, Türk Hükümeti’yle de ili şki kurarak Kırım ve Kafkasya’daki Türk kökenli Sovyet halkları için i şbirli ği önermi şti. Bu öneri hükümet yetkililerini ülkede ba ş gösteren Turancı akımlara daha ho şgörülü davranmaya itmi ştir. Almanların uyguladı ğı bir di ğer propaganda takti ği ise, ülkelerden uzman heyet davet ederek, cephelerdeki Alman ba şarılarını bunlara gösterip, onları etkilemekti. Nitekim bunda da ba şarılı oluyorlardı. Türkiye’den davet edilen heyette, Harp Akademisi Komutanı General Ali Fuat Erden ve Cumhuriyet Gazetesi’nde askeri stratejiler üzerine yazı yazan Emekli General Hüsnü Emir Erkilet vardı. Alman cephesini gören generaller sava şı kesinlikle Almanların kazanaca ğına inanıyorlar ve bu yönde Hükümet yetkililerine talimat veriyorlardı. Hüsnü Emir Erkilet Alman cephesinde gördüklerini bir aya yakın Cumhuriyet’te “ Şark Cephesi’nde Görü şler” adı altında yayınlanmı ştır. Anlatılan dönem Alman propaganda ve gizli çalı şmaları sonucu ırkçı milliyetçilik (Turancılık) akımların Türkiye’de köklendi ği dönem olmu ştur. Bu akımların etkileri günümüzde de devam etmektedir.

4.2.9. Alman Baskılarına Kar şı Müttefiklerin Çabaları

Fransa’nın yenilmesinden sonra Mihver’e kar şı tek ba şına sava şan İngiltere, Sovyetlerin de sava şa katılması ile do ğal bir müttefik bulmu ştur. İngiltere’nin Sovyetlere yardım edece ğini açıklaması, Türkiye’yi yine dü şündürmeye ba şlamı ştı. Çünkü bir an rahatladı ğını sanan Türkiye, şimdi de müttefikler tarafından sıkı ştırılmaktaydı. İngiltere’nin Sovyetlere yardım etmesi yine Bo ğazlar sorununu gündeme getiriyordu. Birinci Dünya Sava şı’nda da aynı sorunu ya şayan Türkiye’nin endi şelenmesi normaldi. 12 Temmuz’da İngiliz-Sovyet ittifakının imzalanması endi şeyi daha da artırdı. Bundan böyle Müttefik baskısı iyice artacak, İngiltere, Türkiye’nin Almanya tarafına kaymasını önlemek için, silah yardımını iyice kısacaktır.

60

1941 Aralık ayında, Moskova’da, İngiltere Dı şişleri Bakanı Eden’e Stalin; Avrupa’nın gelece ği ile ilgili dü şüncelerini açıklarken, Türkiye’nin gelecekteki sınırları üzerinde de durmu ştu. Stalin’e göre sava ştan sonra Türkiye’ye, Ege’deki 12 Ada ile, Bulgaristan’ın güneyinden ve Suriye’nin kuzeyinden bazı parçalar verilmeliydi. Stalin’in Eden’e yaptı ğı bu teklif, Türkiye’ye aynen bildirilmi ştir (U ğurlu, 2003, 97).

İnönü ise, “Stalin’in, Eden’e yaptı ğı bu teklifleri İngiliz Büyükelçisi bana nakletti ği zaman:- Neye bedel? diye sordum. -Tarafsızlı ğa bedel, diyorlardı” demektedir (Aydemir, …., 195). İngiltere ve Sovyetler Birli ği, daha önce de belirtildi ği gibi ortak bir açıklama yaparak, Bo ğazlar’a saldırı yapmayacakları güvencesini vermi şlerdir. 1942 yılı sonunda Türkiye’nin temel dı ş politikası olan sava ş dı şı kalma tutumunu sürdürmesi daha da güç bir hal almı ştır. Bu zorlukları Cumhurba şkanı İsmet İnönü, 1 Kasım 1942 tarihindeki Meclis açılı ş konu şmasında şöyle belirtiyor: “Büyük Millet Meclisi takdir eder ki, gittikçe şiddetlenen dü şmanlık havası içinde, her gün biraz daha sinirlenmi ş taraflar arasında tarafsızlık politikasını yürütmek hükümet için çok yorucu olmaktadır” (Gönlübol, 1982, 170). Almanların yanında müttefiklerden de gelen bu baskılar, yöneticileri epeyce uğra ştırmı ş ve iki cephe arasında dengeyi kurmak bir hayli zor olmu ştur. Bu zorluklar Milli Şef ( İnönü), Şükrü Saraço ğlu, Numan Menemencio ğlu gibi cesur, vatansever, devlet adamı mantı ğı ve ahlâkına sahip birikimli yöneticiler tarafından aşılabilmi ştir.

4.2.10. Sava ş Dengesinin Müttefikler Lehine Dönmesi, Konferanslar Ve Türkiye’ye Yapılan Baskılar

Alman ordularının Stalingrat’ta yenilmesinden sonra müttefik üstünlü ğü dönemi ba şlamı ştır. Türkiye belirledi ği “tarafsızlık” hedefini elde etmek için belirledi ği dı ş siyaset anlayı şını yeni duruma uyarlamak zorunlulu ğunda idi. Çünkü müttefikler, sava şı bir an önce bitirmek ve Nazi Almanyası’nı ortadan kaldırmak için Türkiye’yi kendi yanlarında sava şa sokma çabalarını ve baskılarını artıracaktı.

61

4.2.10.1.Adana Görü şmesi, Quebeck Ve Moskova Konferansları

1942 yılının sonlarına do ğru, Alman ordularının yenilmeye ba şlamasından sonra, ikinci cephenin açılması gündeme gelmi ştir. Stalin, Alman saldırılarından hemen sonra ikinci cephenin Balkanlar’dan veya Fransa’dan açılmasını Churchill’e yazdı ğı mektupla istemi ştir. Fakat Churchill, verdi ği cevapta; “Balkanlar’dan cephe açılması, ancak Türkiye’nin yardımıyla olabilir” demi ştir. Fakat o dönemde, Türkiye’nin tarafsız kalması İngiltere’nin i şine geliyordu. Çünkü Türk ordusu yeterli silah ve teçhizatla donatılmamı ştı (U ğurlu, 2003, 94-95). Churchill’in Balkanlar’da ikinci cephe açılması fikri, sava ş sonrası düzeni ile ilgili siyasal amaçlı bir askeri stratejiydi. Sovyet ordusu, Orta Avrupa ve Balkanlar’ı Nazi egemenli ğinden kurtarırsa, kendi egemenlik alanını bölgede geli ştirebilirdi. Buna kar şı bölgede İngiliz egemenli ğinin korunması, ancak İngiliz ve Türk ordularının ortak olarak bölgede askeri ba şarı kazanmalarına ba ğlıydı. Türkiye’nin bu dönemde temel arzusu, sava şı hiç bir grubun kazanmamasıydı ve uzla şmanın sa ğlanmasıydı (Koçak, 1986, 261). Bu geli şmelerden sonra, Roosevelt ve Churchill arasındaki 1943 Casablanca Konferansı’nda Türkiye’nin sava şa katılması ve Balkan cephesinin açılmasına karar verilmesi üzerine, Ba şbakan Churchill durumu Türk liderlerine açıklamak üzere 30- 31 Ocak 1943 tarihinde Adana’ya geldi. Churchill, bu görü şmelerdeki amacını havaalanında kendini kar şılayan Saraço ğlu ve Menemencio ğlu’na şöyle açıklamı ştır: “Türkiye’ye bir istekte bulunmak için de ğil, silah ve malzeme ihtiyaçlarını incelemek için geldim... Ben Ba şbakan Stalin’in, Türkiye’yi silahlanmı ş ve kendisini saldırıya kar şı hazır görmek istedi ğini biliyorum” (Weisband, 2002, 121). Şevket Süreyya Aydemir (1976, 261), haklı olarak Churchill’in “ Türk devlet adamlarının bu tür güvenceleri ciddiye almayacaklarını bilmesi gerekirdi” demektedir. Daha sonra Adana’da her iki ülkenin heyetleri görü şmelere ba şladılar. İngilizler, Türkiye sava şa girerse sava şın kısalaca ğı kanaatini ta şıyorlardı; fakat Türkiye’nin sava şa katılmasında fazla ısrar da etmek istemiyorlardı. Çünkü Türk ordusunun yetersiz silahla donatılmı ş oldu ğunun onlar da farkındaydı. Churchill sava ş kar şısında ihtiyatlı tutumumuzu daha iyi anlayıp, de ğerlendirme fırsatını

62

buldu ğunu, Almanlar tarafından silahlandırılan Bulgaristan’ın bile Türkiye’ye oranla daha güçlü silahlara sahip oldu ğunu, bütün gerçeklerle Türkiye’nin en modern silahlarla donatılmı ş duruma getirilmesi gerekti ğini belirtmi ştir. Ayrıca Churchill, Müttefikler’in Türkiye’yi harbe do ğru itmek niyetinde olmadıklarını, sadece günün birinde saldırıya u ğraması veya kendi istek ve kararı ile sava şa katılmakta yarar görmesi halinde, sava şa etkili olarak girmesini sa ğlayacak tarzda gereken silahlarla donatmak istediklerini içeren yazılı teminat verdi (Erkin, 1980, 137).

Bu görü şmeler sonucu, Türkiye’ye yapılan askeri yardım artacaktı. Fakat Türk-İngiliz ili şkilerinde ciddi bir ilerleme sa ğlanamamı ştır. Bu so ğuk ili şkiler Türk basınına da yansıyordu. Basında Müttefikler’in anlayı şsızlıklarından yakınılıyordu. Zekeriya Sertel, Churchill’in Adana ziyareti hakkında şunları yazıyordu: “İngiltere ve Müttefikler’i, Yakın Şark’ta bitaraflı ğını muhafaza eden fakat her bakımdan kuvvetli Türkiye istemektedir. İngiltere’ye göre Türkiye Avrupa’dan gelebilecek bir akıma kar şı kapılarını bekleyen bir bekçi mevkiindedir. Bu bekçi ne kadar kuvvetli olursa, bu kapılar o kadar sa ğlam kalacak ve Yakın Şark’ta İngilizleri rahatsız edecek her türlü tehlikeler bertaraf edilecektir ” (Sertel, 1943(a), 3). 17 Ağustos 1943’de Quebeck Konferansı’nda sava ş durumu görü şülürken, Türkiye’nin durumu da göz önüne alındı. Müttefikler’in Sicilya’ya asker çıkarmasından sonra, Balkanlar’da ikinci bir cephe açılması fikri ön plana çıktı. Churchill’e göre, daha önce de açıklandı ğı gibi, Müttefikler Balkanlar’a Sovyetlerden önce girecek ve sava ş sonrası Balkanlar’ın Komünizm’den korunması sa ğlanacaktı (Gönlübol, 1982, 179). Bu sırada, Sovyet politikası da, Türkiye’nin bir an önce savaşa katılmasını istemektedir. Moskova’da çıkan “Harp ve İş çi Sınıfı” dergisinde, Türk tarafsızlı ğının yalnızca Almanya’ya yaradı ğı iddia edilmekte ve izlenen Alman yanlısı politika sertçe ele ştirilmektedir (Sadak, 1943(a), 3). 19 Ekim 1943 Dı şişleri Bakanlarının Moskova Konferansında da Sovyetler, Türkiye’nin sava şa katılmasında yine ısrar etmi şlerdir. Molotov’a göre, Türkiye’den sava şa girmesinin istenmesi, bir “telkin” şeklinde de ğil, bir “emir” şeklinde olmalıydı (Armao ğlu, 1983, 413).

63

Ayrıca Molotov, Türkiye’nin sava şa girmesinin şu anda bir yarar sa ğlamayaca ğını belirtiyordu Türkiye’nin hemen sava şa girmesi durumunda, Almanlar do ğu cephesinden 15 tümen askerle geçmek zorunda kalacaklardı ( Burçak, 1983, 146). Konferansın sonunda uzla şma sa ğlandı ve Türkiye’nin 1943 yılının sonunda sava şa katılmasının istenilmesine karar verildi. Türkiye’nin sava şa katılması iste ğine, Ak şam Gazetesinin sahibi Necmeddin Sadak şöyle yanıt veriyordu: “Moskova Konferansının ba şlıca amacı sava şı mümkün oldu ğu kadar kısaltmak meselesi etrafında toplanıyor...Türkiye’nin bugün durup dururken harbe atılması, milli menfaatleri bakımından ne derece lüzumsuz, hatta ne kadar zararlı olsa da, bir tarafın lehine, öbür yanın aleyhine, ufak bazı tesirler yapabilir. Bu yüzden harp yetmi ş ay sürece ğine, altmı ş dokuz buçuk aya iner. Fakat Türkiye’nin içe karı şması harbi çok fazla kısaltsa dahi ondan bu fedakarlı ğı isteme hakkını veren nedir?” (Sadak, 1943(b), 1).

4.2.10.2. Birinci Kahire Konferansı

Moskova Konferansı’ndan hemen sonra Eden’in daveti üzerine Kahire’ye giden Dı şişleri Bakanımız Numan Menemencio ğlu, 5 Kasım 1943 günü İngiliz Dı şişleri Bakanı ile görü şmü ştür. Görü şmelerin birinci maddesini İngiliz-Sovyet ili şkileri ve Moskova görü şmeleri kararları, ikinci maddesini ise, Müttefikler’in Türkiye’den talepleri olu şturmu ştur. Eden, Kahire’de Türkiye’den İngiltere adına hava üssü istemi ştir. Ayrıca Türkiye’nin derhal Müttefikler yanında sava şa katılmasını da istemi ştir. İngiltere, Türkiye’nin sava şa katılmasının Balkanlar’da büyük tesiri olaca ğına inanıyordu (Gönlübol, 1982, 182). Ancak, Eden’in Kahire’deki bu istekleri Türk heyeti tarafından benimsenmemi ştir. Menemencio ğlu Türkiye e ğer üs verirse, Almanların büyük şehirlerimizi bombalayabilece ğini öne sürerek teklifi geri çevirdi. Menemencio ğlu’na göre, “Türkiye’nin sava şa girmesinde elde edece ği tek şey, büyük devletlerin ordularına sava ş alanı olmakla kalaca ğıdır”( Waisband, 1974, 44).

64

Birinci Kahire Konferansı’ndan çıkan tek sonuç, Türk heyetinin İngiliz tekliflerini hükümete bildirece ğine dair verdi ği sözdür. Bununla birlikte Konferansın bir di ğer yararı ise, Türk basını üzerinde olmu ştur. Sava şın ba şladı ğı günden bu ana kadar Meclis’te alınan kararlar gizli oldu ğundan basına ve kamuoyuna bilgi verilmiyordu. Fakat zamanla bu kararların bütün halkı ilgilendirdi ği fikrine varılarak, alınan kararların basına dolayısıyla kamuoyuna duyurulması gerekti ği fikri gündeme getirilmi ştir. Özellikle Kahire Konferansı’ndan sonra, Tan Gazetesi’nde Zekeriya Sertel, açıklanan resmi tebli ğden ziyade, Meclisteki tartı şmaların kamuoyuna açıklanması gerektiğini, bunda da Meclis’te ve basında görevi bulunan gazetecilere büyük görev dü ştü ğünü belirterek, dü şüncelerini şöyle açıklıyordu: “ Falih Rıfkı’yla, Necmeddin Sadak, müzakereler hakkında ele ştiri ve mütalaa beyanından çekinerek, bir milletin yüksek siyaset meselelerini her safhada arz ederek yürütüldü ğünün hiç bir yerde görülmedi ğini, zaten ne şredilen tebli ğin tefsire ve mütalaaya açık oldu ğunu söyleyerek iktifa ettiler” (Sertel, 1943(b), 1). Yukarıdaki cümlelerden de anla şılaca ğı gibi, o dönemde “tek şef-tek parti” iktidarının vazgeçilmez yönetim şekline inanılıyor ve halk için ancak toplumun elit bir kesiminin karar verebilece ği, halkın yönetim i şleriyle ilgilenmemesi gerekti ği savunuluyordu. Özellikle bunu toplumu yönlendiren gazetecilerin savunması hayli ilginçtir.

4.2.10.3. İkinci Kahire Konferansı

Birinci Kahire Konferansı’ndan bir ay sonra Roosevelt, Churchill ve Stalin Tahran’a giderek bir görü şmede daha bulundular. Bu görü şmede de liderler, Almanya’nın ma ğlubiyetini hızlandırmak için, her türlü çareye ba şvurmaya ve harp dı şı devletlerin de sava şa katılmasını sa ğlamaya karar verdiler. Bu arada Türkiye sorunu yine gündeme gelmi şti. İngiltere Balkanlar’da cephe açılmasında yine ısrar ediyordu; fakat Sovyetler ve Amerika Birle şik Devletleri buna ilgi göstermeyince, bu tasarı geri alındı. E ğer Türkiye sava şa katılmazsa, İngiltere yapmakta oldu ğu silah yardımını kesecekti ve barı ş konferansına da Türkiye’yi davet etmeyecekti. Üç lider İnönü’yü Kahire’ye davet ederek, sava şa katılmasını istemeye karar verdiler.

65

İnönü, Kahire’ye Tahran’da alınan kararların bildirilmesi için ça ğrıldıysa da bu geziyi kabul etmeyece ğini, ancak serbestçe görü ş alı ş-veri şinde bulunulacaksa daveti kabul edebilece ğini bildirdi (Waisband, 1974, 238-247). İnönü basına haber vermeksizin gizlice Roosevelt’in gönderdiği uçakla Kahire’ye gitti. Burada Churchill ve Roosevelt ile görü ştü. Konferansta Sovyetleri temsil edecek olan Vichinski Kahire’ye zamanında gelemedi ği için toplantıya katılmamı ştı. Churchill ve Roosevelt, Türkiye’nin sava şa katılması gerekti ğini belirterek, Almanların artık korkulacak bir güç olmadı ğını Türkiye’ye kabul ettirmeye çalı şıyorlardı. İnönü ise, Almanların en zayıf oldu ğu halde bile, Bulgarlar ile birlikte büyük şehirlerimizi bombalayabileceklerini ve Bo ğazlar’a kadar sınırlarımıza girebileceklerini öne sürüyordu. Ayrıca, İnönü Müttefiklerden tekrar silah talebinde bulunuyordu. Churchill, bu istekleri a şırı bir ihtiyatkarlık sayarak, Türkiye’ye sava şa katılması için 15 Şubat’a kadar bir süre tanıyordu. İnönü ise, Müttefiklerin yaptı ğı ağır baskı sonucu “prensip olarak” sava şa katılmayı kabul etti (Armao ğlu, 1983, 413) Türkiye, 15 Şubat geldi ği zaman hava meydanlarını Müttefik uçaklarının ini şine açmadı. Bu tarihten itibaren Türkiye ile İngiltere’nin ili şkileri bozuldu. Türkiye’nin bu tutumunu İngiliz gazeteleri ele ştirerek, Türkiye’nin sözünde durmadı ğı ve Türkiye’ye artık silah yardımı yapılmaması gerektiğini yazıyorlardı. İngiliz gazetesi Daily Herald muhabiri bu konuda şöyle yazmaktadır: “Türkler ittifakın nimetlerinin sadece maddi menfaatlerinden faydalanmak istemi şler. Fakat bunun mukabilinde hiç bir yardımda bulunmamı şlardır" demektedir (“Kahire Konferansı”, 1944,2). Türk basını da, bu haksız suçlamaları reddetmekte ve bizim sava şa katılmamızı istemenin haksızlık oldu ğunu vurgulamaktadırlar. Zekeriya Sertel, Kahire Konferansına katılan devletlerin ( İngiltere hariç) bizim müttefikimiz olmadı ğını belirterek, yazısını şöyle sürdürmektedir: “...Biz ittifakımızı yalnız Fransa ve İngiltere ile imzaladık. Halbuki bu gün İngiltere’nin yeni müttefikleri vardır. Fransa sahneden çekilmi ş, onun yerini Amerika ve Rusya gibi iki büyük devlet almı ştır. İttifak muahedesi hükümlerine göre faal rol oynadı ğımız zaman bundan yalnız İngiltere de ğil Amerika ve Rusya da yararlanacaktır...Bundan sonra aktif bir siyaset takip ederek, müttefikimize fiili yardımda bulunmaya karar vermeden evvel,

66

bu hareketimizden faydalanaca ğına şüphe olmayan di ğer devletlerle de oturup konu şmak ve mümkün olursa bir takım siyasal anla şmalar yapmak zarureti kar şısındayız. İş te Kahire Konferansı bize bu fırsatı vermi ştir (Sertel, 1943(c), 2). Necmeddin Sadak ise, “E ğer Türkiye sava şa katılmazsa, barı ş konferansına da katılamaz” sözleri üzerine şunları yazmaktadır: “Türkiye, bu harbin sonunda pay kapma ve ziyafet sofrasına oturma gibi emeller beslememekte, hatta harbin dı şında kalmaya çaba harcamı ş olmakla beraber bütün dünyanın dikkati, son zamanlarda, Türkiye’nin bu harp devresindeki siyaseti ve kararı üzerinde toplanmı ştır”( Sadak, 1944(a), 1).

4.2.11. Türk-Müttefik İli şkilerinin So ğuması

Türk-İngiliz görü şmelerinin kesilmesinden bir gün sonra, İngiliz Dı şişleri Bakanlı ğı, Amerika Dı şişleri Bakanlı ğına gönderdi ği telgrafta, görü şmelerin kesildi ğini bildirdi. Aynı hareketi Amerikan diplomat temsilcilerinin de yapmasını istedi (Waisband, 1974, 162). Bunun sonucu olarak İngiltere, 2 Mart’ta silah yardımını durdurdu. Amerika Birle şik Devletleri de 1 Nisan’da yaptı ğı yardımlara son verdi. 1944 Şubat ayında ise, Türkiye-İngiltere ili şkileri tamamen kopmu ştur. Geli şen bu olaylar do ğal olarak yerli ve yabancı basına da yansıyor. İngiliz basını Türkiye’nin kaypak bir politika izledi ğini ve izledi ği bu politika sonucu yalnız kaldı ğını ve ileride yapılacak barı ş görü şmelerine de bu ülkenin katılamayaca ğını belirtiyordu (“Müttefik İli şkilerinde Gerginlik”, 1944, 3). Türk basınında ise, önce ılımlı bir tavır takınmı ş fakat şiddetlenen İngiliz baskısına kar şı sert tutum takınmı ştır. Necmeddin Sadak, “Türkiye Müttefiklerinde Aklıselimin Avdetini Bekliyor” adlı makalesinde şunları yazıyor: “Türkiye “silahım az” diyor; Müttefikler, “çok silah istiyorsun” diyorlar. Bunun çaresi elden geldi ği kadar çok silah göndermek gibi basit ve müspet bir tabir iken, Müttefikler karı şık ve menfi bir yola saptılar. Hiç silah yollamıyorlar hatta verdiklerini geri almak istiyorlarmı ş. E ğer İngiliz gazetelerinin yazdıkları gibi, bize gönderilen üç-be ş tank ile be ş on top Biritanya’da yahut İtalya’da harbi kazanmak için daha çok i şe yarar sanılıyorsa Müttefikler’in zaferinden ümidi kesmek ve Türkiye’ye bu kadar

67

ehemmiyet verildi ğine şaşmamak gerekir. E ğer, bu birkaç parça silah Türkiye’ye gönderilirken, buna kar şılık Türk milletinin istenildi ği anda eli kolu ba ğlanıp ate şe atılıp kendini, imparatorlu ğun Hintli yahut Zenci askerleri gibi kurban edece ği hesaplanmı ş ise Türk kanına çok ucuz fiyat biçilmi ş demektir. Müttefikimiz İngiltere harp ve ölüm fedakarlı ğında, Türk milletine hiç olmazsa kendi fertleri kadar de ğer vermesini beklerdik (Sadak, 1944(b), 3). Bu sıkıntılı dönemde, tüm Türk basını İngiliz aleyhtarı yazılara çokça yer vermi ştir. Bunun da nedeni, her ne kadar ayrı fikirde de olsa basının, ortak tehlike kar şısında ortak tavır takınmasından kaynaklanmaktadır. Sava ş döneminde idarecilerin uyguladı ğı kriz yönetimleri önlemleri ve basınla kurulan iki yönlü ili şkiler ülkeyi sava ş döneminde tek yumruk olarak birle ştirmi şti.

05 Haziran 1944’de Bo ğazlar’dan geçen bazı Alman gemileri İngiltere ile Türkiye arasında yeni uyu şmazlıklara neden olmu ştur. Alman yardımcı sava ş gemilerinin ticaret gemisi kılı ğına girerek, Bo ğazlar’dan geçip Ege Denizi’ne girmesini İngiltere protesto ederek, böyle bir uygulamanın Montreux Anla şması’na ters dü ştü ğünü belirtmi ştir. İngilizler bu olaydan sonra, Türkiye’ye kar şı sert bir tavır takınarak olayı protesto etmi şlerdir. Lordlar ve Avam Kamarası’nda bir konu şma yapan Lord Vansittart 14 Haziran 1944 oturumunda şöyle diyordu: “Sözde müttefikimiz olacak Türkiye barı ş konferansında bir koltuk istiyormu ş. Buna koltuk de ğil, kulüpte bir iskemle dahi vermemeli” (Çavdarlı, 1943, 10). Böyle bir sorunun ortaya çıkması, Türk yetkililerini yalnız kalma endi şesine dü şürdü. Bu buhrandan kurtulmak için Dı şişleri Bakanı Menemencio ğlu görevden ayrıldı. 15 Haziran 1944’de yayınlanan hükümet bildirisinde: "Hariciye Vekilimizin son günlerde takip etti ği politikayı vekiller heyeti tasvip etmemi ştir. Bunun üzerine Hariciye Vekili istifa etmi ştir" denilmekteydi (“Müttefik İli şkileri So ğuyor”, 1944,2). Aslında Menemencio ğlu ülkesinin dı ş siyasette yalnızlıktan kurtulmasına yardımcı olmak için özveride bulunmu ş ve günümüzde pek de rastlanmayacak biçimde istifa kurumunu çalı ştırmı ştı.

68

4.2.12 Almanya İle İli şkilerin Kesilmesi ve Türkiye’nin Sava ş İlanı

İngiltere, Türkiye’nin Almanya ile siyasal ve ekonomik bütün ili şkilerini kesmesini istiyor, bu konuda Amerika’dan da destek görüyordu. Amerika Birle şik Devletleri Dı şişleri Bakanı Cordell Hull, 9 Nisan’da yaptı ğı konu şmada bütün tarafsız ülkelerden Almanya ile ticari ili şkilerini kesmelerini istedi. Nadir Nadi, Cordell Hull’un bu iste ğini kabul etmeyerek Amerika’nın bu iste ğini bencilce bulmu ştur. Nadi, "...Almanya ile alı ş-veri ş eden milletler bu i şi Anglo Saksonlar’ın dü şmanına yardım etmek için yapmıyorlar. Gayeleri harbi uzatmak de ğil milli gayelerini korumaktır. Hemen şimdi yardımın durduruldu ğunu farz edelim. Tarafsız devletlerin u ğrayaca ğı zarar Almanya’dan çok olacaktır demektedir (Nadi N, 1944(a), 3). 14 Nisan 1944’de, Amerikan Büyükelçisi Steinhard ile İngiliz Büyükelçisi Knatchbull-Hugessen, Türk Hükümeti’ne bir nota gönderdiler. Bu notada, Krom sevkiyatı devam etti ği taktirde, Müttefikler’in Türkiye’ye kar şı, di ğer tarafsızlara uyguladıkları abluka tedbirlerini uygulayacakları belirtiliyordu. Hatta bu karara uyulmadı ğı taktirde, Meriç üzerindeki köprülerin uçurulaca ğı vurgulanıyordu (Gönlübol, 1982, 191). Türk Dı şişleri Bakanı Menemencio ğlu ise bu uygulama hakkında; "Müttefiklerin notasını bir bitaraf devlet gibi tetkik etmemiz lazım geliyordu" demi ştir (“ Almanya ile İli şkiler Kesiliyor”, 1944, 3). Hükümetin, daha önceleri Müttefiklerin baskılarına kar şı direnmeleri sona eriyor ve Türkiye istemeyerek de olsa Müttefiklik gereklerini geç de olsa hatırlıyordu. Türkiye’nin artık “bitaraf” olmadı ğı bu nedenle resmen açıklanıyordu. Nadir Nadi de Krom ihracatı için İngilizlerin baskılarını ele ştirerek, “1943 yılında Almanya’nın güçlü oldu ğu zamanlarda Almanya’ya kömür satıyorduk, o gün sesini çıkarmayan İngiltere’nin bu günkü dü şüncelerini anlamak biraz güçtür” demektedir (Nadi N, 1944(b), 3). Krom sorununun Müttefikler’in i şine gelir şekilde çözülmesinden sonra, müttefikler bu defa da Türkiye’ye Almanya ile diplomatik ili şkilerini kesmesi için baskı yapmaya ba şladılar. Churchill, Türkiye’nin Mihver’le ili şkilerini kesmesi için, Stalin’e gönderdi ği mektupta; üç müttefik devletle baskı yapılmasını önermi ş, fakat Stalin verdi ği

69

cevapta buna taraftar olmadı ğını belirtmi ştir. Stalin, Türkiye’nin şimdiden sonra sava şa girmesinin pek sonucu de ğiştirmeyece ğini, Türkiye’yi yalnız ba şına bırakmanın daha yararlı olaca ğını savunuyordu.

Türkiye sava şın sonuna yakla ştı ğını sezmekte, bu nedenle Batılı devletlerin yanında yer almak istiyordu. E ğer bunu yapamazsa, tamamen yalnızlı ğa itilece ğinin farkındaydı. Bu nedenle Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2 Ağustos 1944 tarihinde toplanarak oybirli ği ile Almanya ile ili şkilerin kesilmesine karar verildi. Ba şbakan Saraço ğlu, bu konuyla ilgili yaptı ğı konu şmada şöyle demi ştir: “...Alaca ğımız bu karar bir harp kararı de ğildir. Bunun bir harp kararına münkelip olması veya olmaması kar şı tarafın alaca ğı tavra ba ğlıdır” (“Türkiye’nin Sava ş İlanı”, 1944, 2). Karar, Türk basınında olumlu kar şılanmı ştır. Zekeriya Sertel bu kararı sütunlarına şöyle yansıtmı ştır: “.. .Türkiye’nin bu kararı Müttefikler’e siyasi ve iktisadi bir takım mühim faydalar temin eder. Türkiye’nin Balkan memleketleri üzerinde nüfuzu, Balkanlar’ın siyasi çöküntüsünü kolayla ştırabilir. Bu sebeple, Türkiye’nin bu son kararı hiç bir kur şun atmaksızın Balkanlar’ı Müttefikler’e kazandırabilir. Bundan ba şka Türkiye’nin bu kararı Alman milleti üzerinde yapaca ğı siyasi tesiri unutmamak lazımdır” (Sertel, 1944, 2). Necmeddin Sadak ise, bazı Amerikan ve İngiliz gazetelerinin, Türkiye’nin Almanya ile ili şkilerini kesmesinin harbin sona erece ği şeklinde yorumlamasını ele ştirerek şöyle demektedir: ...Türkiye harp sona eriyor diye Almanya ile münasebetlerini kesmi ş de ğildir. Bu şekilde bir karar vermek için harbin sona yakla şmasını beklemek, harp sonrası bazı kazançlar bekleyip de bunları elde etmek için harp içinde fedakarlıktan çekinen ve fırsat kollayaraktan sonunda bedava i şe karı şan devletlere yara şır. Halbuki Türkiye’nin durumu bu de ğildir. Türkiye herhangi bir kazanç bekledi ği için, harp sonu yakla ştı ğı için Almanya ile ili şkilerini kesmi ş de ğildir. Sadece İngiltere ile ittifakına ba ğlı kaldı ğı için Müttefiklerinin bir dile ğini elinden geldi ğince yerine getirmi ştir” (Sadak, 1944(c), 1). Türk-Alman ili şkilerinin kesilmesinden sonra, Almanya’dan gelebilecek bir askeri saldırı olasılı ğına kar şı önlemler alınmı ş, bütün yurtta ola ğanüstü hal uygulanmaya ba şlanmı ştır.

70

İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Maurice Peterson, 20 Şubat 1945 günü Dı şişleri Bakanı Hasan Saka’yı ziyaret ederek, ona 4-11 Şubat tarihinde yapılan Yalta Konferansı’nda alınan bir karar bildirdi. Bu karara göre kurulacak olan Dünya Te şkilatı’nı konu şmak üzere toplanacak olan San Francisco Konferansı’na 1 Mart 1945 tarihinden önce Mihver'e sava ş ilan etmi ş olan ülkeler davet edilecekti. Böyle bir durumun ortaya çıkmasından dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Şubat 1945 günü ola ğanüstü bir toplantı düzenleyerek Mihver’e kar şı sava ş ilanına karar verdi. Zaten, Türkiye Almanya’dan sonra 3 Ocak 1945 günü Japonya ile de siyasal ve ekonomik ili şkilerini kesmi şti. Türkiye’nin Almanya ve Japonya’ya sava ş ilan etmesi tam anlamıyla sembolik bir nitelik ta şımaktadır. Zaten Türkiye’nin sava ş ilanından 43 gün sonra, 8 Mayıs 1945 günü Almanya barı ş imzalamak zorunda kalacak ve Avrupa sava şı sona erecektir. Türkiye’nin sava ş ilanının Müttefikler’in kesin zaferinden sonra yapılması bazı söylentilere neden olmu ştur. Bu konuda Necmeddin Sadak şunları yazmaktadır: “... Türkiye, Almanya ile harp halinde olmaya karar verdi ği zaman, son safhasına yakla şmı ş bir harbe girerek fırsat kollamak yahut zafer paylarına bedavadan konmak yolunu tutmamı ş, sadece Birle şmi ş Milletler listesine girmek için Müttefikler’in kendisinden istedikleri bir ‘formalite muamele’ yi tamamlamı ştır. Yoksa Türkiye, harbin ba şından beri Müttefikler’e yardım i şini yapmı ş, harbin yüklenebilece ği bütün zarar ve tehlikeleri göze almış bulunuyordu” (Sadak, 1945, 2).

Şu bir gerçektir ki, Türkiye sava şın sonunda Sovyetler’in kar şısında tehlikeli duruma dü şmemek için Müttefiklerinden gelen bu teklifi kabul ederek Almanya ve Japonya’ya sava ş ilan etmi ştir.

Bu bölümde İkinci Dünya Sava şı yıllarında uygulanan Türk dı ş siyaseti geli şen olaylar ile birlikte günlük gazete yorumlarıyla anlatılmaya çalı şıldı. Bu yorumlar anılan sürecin ya şanarak anla şılması yolunda katkı sa ğlayaca ğı ümidi ile kullanılmı ştır. Çünkü Türkiye’nin tamamen dı şında geli şen Avrupa’nın kendi çeli şkilerinden ve pay kapma çabalarında çıkan sava ş sırasında hükümet yetkilileri ve halkın kar şılıklı beklentileri arasında gazeteler önemli i ş payı almı ştır.

71

Bu dönemde karar alma ve alınan kararları uygulama yönetmelerini özetleyecek olursak; Türkiye’de tek partili dönem boyunca, dı ş politika ile ili şkili geli şmeler ve izlenen politika Çankaya tarafından saptanıyordu. Dı şişleri bakanı, dı ş politika saptayıcısı ve yürütücüsünden çok, Cumhurba şkanı İnönü’nün aldı ğı kararların sadık bir uygulayıcısıdır. Dı ş politika konuları partide ve T.B.M.M’de tartı şılmazdı. Bu kararları daima, İnönü ve onun direktifleriyle hareket eden kadrosu alırdı. Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki, Türkiye’nin sava şa girmemesini sa ğlayan “bekle gör” ve “denge oyunu” politikası ba şarılı olmu ştur. Bu politikanın uygulanması için yönetimin basını denetlemesi ve basının da yönetimi etkilemesi genellikle olumlu yönde olmu ş ve bu bunalımlı dönem elbirli ği ile atlatılmı ştır.

5. SAVA Ş SIRASINDA TÜRK İYE’DE YA ŞANAN EKONOM İK VE TOPLUMSAL SORUNLAR İLE ALINAN ÖNLEMLER

Tüm Dünya çapında ya şanan bir sava ştan bir ülkenin ekonomisinin etkilenmemesi ancak o ülkenin ekonomisinin dünya ölçe ğinde etki sa ğlayacak kadar güçlü ve sa ğlam olması ile olanaklıdır. Kaldı ki İkinci Dünya Sava şı’nın yarattı ğı toplumsal ve ekonomik sonuçlardan etkilenmeyen ülke yoktur. İkinci Dünya Sava şı tüm Dünyada oldu ğu gibi Türkiye’de de önemli, hem de kalıcı ekonomik ve toplumsal iç etkiler yarattı. Türkiye bu sava şa girmemekle birlikte sava ş boyunca devam eden kanlı ve yıkıcı olayların ekonomik ve siyasi yansımalarından etkilendi. Bunun yanında sava ş nedeniyle 1.300.000 ki şi önlem olarak silah altına alındı. Askere alınan erkek nüfusun ülke üretken nüfusunun hemen hemen tamamına yakını olması nedeniyle üretim dü şerken, tüketim gereksinimleri sürekli arttı (Güçlü, 1996, 177). Sava ş öncesi nüfus ve ekonomik durum bu çalı şmanın ikinci bölümünde ayrıntılı olarak anlatılmı ştır. İkinci Dünya Sava şı sırasında İsmet İnönü’nün yönetiminde Türkiye dikkatli bir siyasa içinde, tüm tepkilere kar şın sınırlarını korumada ba şarılı olmu ştur. Ama ekonomik ve toplumsal yapıyı geli ştirmek ve korumak o kadar kolay olmamı ştır.

72

Ço ğunlukla bir ülkenin dı ş politikasını o ülkenin iç politik geli şmeleri belirler ya da düzenler denilebilir. Ancak bu durum ola ğanüstü dönemlerde de ğişkenlik gösterebilir. Özellikle kısa vadeli dönemlerde uluslararası ili şkilerdeki ola ğan dı şı geli şmeler Türkiye’nin iç politikasını derinden etkilemi ştir (Oran, 2004, 388). İkinci Dünya Sava ş’ının Türkiye dı şında geli şmesine kar şın, iç politikayı kökten etkilemesi bu yargıya en güzel örnektir.

5.1 Sava ş Ko şullarının Yarattı ğı Ekonomik Sorunlar Ve Alınan Önlemler

Ara ştırmanın ikinci bölümünde de anlatıldı ğı gibi; 1934-1938 yıllarında yürürlükte kalan “Birinci Be ş Yıllık Sanayi Planı” genel olarak ba şarılı olmu ştu. Ülke, kendi olanakları içinde hızlı denilebilecek bir sanayile şme sürecine girmi şti. Planlı ekonominin ba şarı ile uygulanması hükümete daha bir cesaret ve şevk veriyordu. Bu cesaretle, sanayile şmede daha ileri bir adım olu şturması beklenen “ İkinci Be ş Yıllık Sanayi Planı” hazırlandı. Fakat İkinci Dünya Sava şı’nın patlak vermesi Türkiye’nin bu yıllarda amaçladı ğı gibi kökle şmi ş bir sanayinin kurulmasına fırsat vermemi ştir ( Şahin, 1998, 72). 1938’den 1942 yılına kadar piyasada dola şan para miktarı, Hükümetin cari harcamaları için açıktan para basması sonucu üç kat artarak, toplumsal temelleri sarsacak biçimde bir enflasyona neden olmu ştur. 1942 yılından ba şlayarak, Hükümetin kira artı şlarını sınırlamasına kar şın, İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerde toptan e şya fiyatları üç kat artmı ştır. Ertesi yıl ise; ya şam ko şulları daha da zorla şmı ş, özellikle gıda maddelerindeki artı ş altı katına ula şmı ştır. Sava ş nedeniyle ortaya çıkan hammadde ve yedek parça kıtlı ğı üretimi olumsuz olarak etkilemeye ba şlamı ş, büyük kentlerde ya şayanlar, özellikle üst düzey bürokratlar kendilerini, en alt kesimden hamal ve ayakkabı boyacıları ile birlikte kuyruklarda bulmu şlardır. Karne uygulaması, alıcı ve satıcılara uygulanan tüm denetimlerin etkisiz kalması nedeniyle birçok ithalatçı, ihracatçı, acente komisyoncu karaborsa faaliyeti, a şırı kârların ortaya çıkması sonucunu do ğurmu ştur. Harp zenginleri daha çok ülkenin ticaret merkezi İstanbul’da bu gruplar arasında geli şmi ştir. Kentlerde ya şayanlar,

73

özellikle kendilerini dolandırıcıların kurbanı olarak gören maa şlı bürokratlar arasında tüccarlara kar şı gözle görülür kızgınlıklar olu şmu ştur. Uyanık sermaye kesimi ile zamanın aydın kesimi arasındaki bu kızgınlık, ileride kendisini daha belirgin şekilde gösterecektir. Bu olumsuz durum, sava ş dönemlerinde tüm ülkelerde kendini göstermektedir. Bu nedenle devletin zaman geçirmeksizin, ekonomik koruma önlemlerine yönelmesi ve uygulaması kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkmı ştır. İkinci Dünya Sava şı öncesi Türkiye ekonomisinin üç temel dengeye dayandı ğını görmekteyiz. Öncelikle Devlet bütçesi açık vermemeliydi. Ayrıca Devlet harcamaları, bütçe fazlalıkları ile iç ve dı ş borçlanmadan elde edilen devlet gelirlerinin tamtamına denk olması amaçlanıyordu. Yine ithalat, ihracata denk olmalıydı. Bu üç denklikle, ülkede enflasyonunun önlenmesi, devlet hazinesinin saygınlı ğının yurt içinde ve dı şında en yüksek düzeyde tutulması olarak amaçlanmaktaydı (Aysan, 1981, 99).

Türkiye İkinci Dünya Sava şı’nda izledi ği politika ile sava şa girmemeyi ba şararak sıcak sava şın yıkımından kendini korumasını bildi. Ancak alınan tüm önlemlere kar şın Türkiye Cumhuriyeti sava şa dahil olmadı ğı halde ekonomik açıdan çok yıpranarak çıkacaktır. Özellikle ekonomik abluka, seferberlik, askeri harcamalar ile ekonomisini temelinden sarsacak ve Atatürk dönemi ekonomik kazanımları silinip yok olacaktır (Yerasimos, 1980, 701).

Ordunun güçlendirilmesi için silah altına alınan asker sayısının arttırılması ve sava şa hazır tutulması, savunma harcamalarını hiç olmadı ğı kadar yükseltti. Daha önceki dönemlerde ülke bütçe gelirlerinin yakla şık % 40’ı savunma harcamalarına ayırırken, sava şın ba şlaması ile birlikte savunma harcamaları bütçe harcamalarının yakla şık % 60’ ına yükseldi. Buna kar şılık vergi gelirleri ve borçlanma hasılatı yeterli olmaktan uzaktı. Artan harcamaların belli bir kısmı ancak Merkez Bankası kaynaklarından kar şılanabiliyordu. Böylece ülkede emisyon hacmi artıyor ve bunun sonuçları da di ğer olumsuz şartlarla birle şerek enflasyonu arttırıyordu ( Şahin, 1998, 77). Ülkedeki bu şartlar, ba şarılı olan Birinci Be ş Yıllık Sanayi Planı’nın ardından gelen İkinci Be ş Yıllık Sanayi Planı’nın uygulanmasını engelledi. 1940 sonrası ya şanan ekonomik daralma buna neden olmu ştu. Bu dönemde gelir da ğılımında

74

ola ğanüstü önemli de ğişiklikler olmu ştu. Bu dönü şümler sava ş sonunun ekonomik, sosyal ve siyasal geli şmelerini büyük ölçüde biçimlendirecekti (Boratav, 1987, 64). İkinci Dünya Sava şı yıllarında İaşe Müste şar Yardımcısı olarak görev yapan Şevket Süreyya Aydemir’in gözüyle Türkiye’nin sava ş dönemine ait ekonomik durumu şöyle özetlenebilir (Aydemir, 1968, 205): “Ülke tam bir cihazlanma yetersizli ği içindeydi. Özellikle zirai alanda düpedüz ilkel, verimsiz ve te şkilatsız bir durum içindeydik. O kadar ki, harbe girmemi şken bile kıtlık, açlık çekiyorduk. Yollar, ula ştırma, araç ve vasıtaları da yetersizdi. Milli stoklar yoktu ve bu stoklar olsa bile, zaten depolama tesislerine malik de ğildik. E ğer İnönü’nün Ba şvekillik devrinde ve çeşitli direni şlere ra ğmen yürüttü ğü Demiryolu siyaseti de olmasaydı, büyük tüketim merkezleri ülkenin uzak uçlan ile büsbütün ba ğımsız kalırdı. Bu şartlar içinde Cumhuriyet Devletçili ğinin ülkeye hediyesi olan bir kaç şeker, tekstil fabrikası ile benzeri tesislerden de mahrum kalsaydık, tam bir “Harbi Umumi Sefaleti” içine kadar girerdik”. İkinci Dünya Sava şı’nın ba şladı ğı ilk günler ile ya şanmaya ba şlanan enflasyon ortamı nedeniyle halkın alım gücünün giderek azaldı ğı bir gerçekti. 1 Eylül 1939’da sava şın ba şlamasının ardından piyasaların bu duruma olumsuz tepki vermesi, fiyatların artmasına sebep olacaktı. Bu da ülke ekonomisinin giderek kötüye gitmesi demekti. Hükümet sava ş süresince ekonomiye a şağıda açıklanan önemli müdahaleleri yaptı.

5.1.1 Milli Korunma Kanunu

Türkiye’de İkinci Dünya Sava şı’nın ba şlamasının ardından ya şanan mal darlı ğı ve hayat pahalılı ğı kar şısında önlem olarak Milli Korunma Kanunu çıkartıldı. Hükümet bu kanun ile üretim ve tüketim arasında bir düzenleme ve denetleme yoluna gitmeye çalı şmıştır. Milli Korunma Kanunu ile devletin ekonomi üzerindeki denetimi daha da artmı ştır. Bu kanunla getirilen düzenlemeler kısaca şöyleydi ( Şahin, 1998 , 78):

(1) Hükümet özel sektöre ait sanayi ve madencilik tesislerinin hangi malları ne kadar üretece ğini belirleyecekti.

(2) Hükümet gerek gördü ğü i ş yerlerine tazminat ödeyip el koyabilecekti.

75

(3) Tarımda topra ğa ne ekilece ğini devlet belirleyecek ve 500 hektardan fazla olan araziyi gerekirse tazminat ödeyerek bizzat devlet işletebilecekti.

(4) Özel sektöre ait motorlu araçlar devletçe belirlenecek fiyatlarla istenilen yerlerde çalı ştırabilecekti. Gerekli görüldü ğü taktirde bu araçlar devlet tarafından satın da alınabilecekti. (5) Özel sektör, hükümet tarafından denetlenecekti. Ayrıca özel sektörün yaptı ğı yatırımlar izne tabi olacaktı. Kanun hükümete, özel sektöre ait üretim birimlerinin atıl halde kalmaması için, el koyma, çalı şmaya zorlama yetkisi de vermekteydi. Bu amaçla hükümet gerek gördü ğü taktirde i şletmelere kredi ve malzeme sa ğlayacak ve uzman eleman ile i şçi bulacaktı. Milli Korunma Kanunu, ülkenin içinde bulundu ğu ekonomik bunalımdan kurtulması için gerekli bir giri şim olarak de ğerlendirilebilir. Kanun çıkarılırken halkın çıkarları do ğrultusunda i şleyece ği dü şünülürken Devletin elde etti ği bu üstün yetkilerin halk tarafından yanlı ş anla şılaca ğından da endi şe edilmi ştir.

Milli Korunma Kanunu’nun uygulanması a şamasına gelindi ğinde hükümetin resmi yayın organı gibi çalı şan Ulus Gazetesi şu yorumu yapıyordu (Atay, 1942(a), 6):

“Milli Korunma Kanunu tatbik sahasına geçti. Fevkalade zamanlarda milli birli ği korumak ve kuvvetlendirmek maksadıyla yapılan bu kanunun tatbikine geçilmesi zamanını hükümet tam vaktinde tayin etmi ş bulunmaktadır...

“Kıymet ve ehemmiyetini evvelce bu sütunlardan te şrih (izah) etti ğimiz kanun işte bu maksadın temini gayesini istihdaf ediyor (amaçlıyordu). Kanunun verdi ği salahiyetle, hükümet te şkilatını kuracak ve faaliyete ba şlayacaktır. Biz hükümetimizin bu a ğır ve şerefli vazifeyi kuvvetli bir iman ile ifaya muvaffak olacağından eminiz.”

Milli Korunma Kanunu ile elde edilen geni ş yetkiler sayesinde, iç ve dı ş ticaretin denetlenmesi için Ticaret Ofisi ve İaşe Müste şarlı ğı gibi yeni örgütler de kurulmaktaydı. Bu örgütler bu ğday, pamuk ve şekerpancarı gibi ürünleri piyasa fiyatlarından dü şük satın alıyorlardı. Pamuklu dokuma ve şeker, devlete yüksek karlar sa ğlayacak fiyatlarla satılıyordu. Ekmek ve kömür ise şehirlerdeki halka daha dü şük bir fiyatla satılıyordu. Özel sektörün pazarladı ğı mallarda ise fiyat denetimine

76

gidiliyordu. Milli Korunma Kanunu ile kurulan bu sistem ne kusursuz i şlemi ş ne de tamamen iflas etmi ştir. Yine kanun sayesinde ordu ucuza beslenmi ş ve giydirilmi ş, kentli nüfus ise gelir sınırları fazla zorlanmadan ekmek ve kömür gibi temel gereksinimlerini sa ğlayabilmi ştir. Ancak piyasa denetimine gidilen her alanda karaborsa, istifçilik, rü şvet ve nüfuz ticareti engellenememi ştir (Boratav, 1987, 65-66). Halk çekti ği ıstırabın sorumlusu olarak hükümeti ve uygulanan devletçi ekonomik düzeni görmü ştür.

5.1.2 Varlık Vergisi

Varlık Vergisi, toplumsal ve siyasal ya şamımızda olumsuz izler bırakmı ş bir uygulamadır. Bu izler, siyasal ya şamımızda kendini göstermi ş oldu ğu gibi, dı ş siyasal ili şkilerde de önemli sonuçlar do ğurmu ştur.

İkinci Dünya Sava şı’nın ba şlamasıyla birlikte Türkiye’de ya şanmaya ba şlanan ekonomik sıkıntılar Saraço ğlu Hükümeti’ni yeni önlemler almaya itecekti. Etkin ekonomik önlemlerin ba şında, hükümetlerin yeni vergilere yönelmeleri ilk sırayı almaktadır. Bunlardan biri de 11 Kasım 1942 ile 15 Mart 1944 tarihleri arasında uygulanan Varlık Vergisi idi. Sonuç olarak, sava ş boyunca ya şanan ekonomik bunalım, bütçe açıkları, enflasyon ve vurgunculuk, Varlık Vergisi adı altında ola ğanüstü bir uygulamanın gerekli ko şullarının olu şmasına yol açmı ştır.

Hükümetin Varlık Vergisi’ni çıkartmada dört ana amacı vardı. Bunlardan ilki sava ş ko şulları gere ği ola ğanüstü artan devlet harcamalarının, yeni sa ğlanacak gelir kaynakları ile dengelenmesiydi. Böylece bütçenin açık vermesi ve enflasyon önlenebilirdi. İkinci olarak enflasyonun önemli nedenlerinden biri olan ve bu dönemde bol bol ba şvurulan emisyona engel olmak isteniyordu. Bu da piyasadaki para oranının azaltılmasıyla olası olabilirdi. Üçüncü amaç, sava şın ekonomi üzerindeki olumsuz etkilerinden yararlanarak büyük servet birikimleri yapan sava ş zenginlerini vergilendirmekti. Bu sayede Hükümet, ola ğanüstü ölçüde haksız kazançlar sa ğlamı ş ki şilerin var olan birikimlerinden bir kısmını vergilendirerek, sava ş ile birlikte ya şanan ekonomik sıkıntıların toplumda dengeli ve adaletli biçimde payla ştırılmasının sa ğlanaca ğına inanıyordu. Dördüncü ve son amaç ise piyasadaki mal yoklu ğuna neden

77

olan ve karaborsacılık ile büyük mal stokları oldu ğu tahmin edilen servet sahiplerini zorlamaktı. Böylece bu ki şiler stokladıkları malları piyasaya sürmek zorunda kalacaklar, dolayısıyla da fiyatlar dü şmeye ba şlayacaktı (Koçak, 1996, 476). Varlık Vergisi Kanunu, ilk olarak Ba şbakan Şükrü Saraço ğlu tarafından hazırlanmı ş; hazırlık çalı şmalarına Maliye Bakanı Fuat A ğralı, Müste şar Esat Tekeli ve Tefti ş Kurulu Ba şkanı Şevket Adalı da katılmı ştır. Varlık Vergisi Kanunu, temelde sava şın ba şından beri geçen süre içinde elde edilen servet ve kazançlara bir ölçüde el koyma biçiminde Hükümete yetki veren bir düzenlemedir (Ekinci, 1997,179-181). Bu tip düzenlemeler, ilk olarak 1917 yılının sonlarına do ğru Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan gibi ülkelerde, vurguncu ve karaborsacılara kar şı ola ğanüstü bir vergi uygulaması biçiminde kendini göstermi ştir. Bu vergiden esinlenen İttihat ve Terakki yönetimi de aynı amaçla bir yasayı kabul etmi ştir. İş gal yılları döneminde Hürriyet ve İtilaf Fırkası, aynı yasayı ittihatçı e şrafa kar şı kullanılmak üzere 14 Aralık 1919’da tekrar yürürlü ğe koymu ştur. Harp Kazançları Vergisi’nin tahsiline Kurtulu ş Sava şı döneminde de devam edilmi ştir. TBMM 25 Ekim 1920 tarihinde Maliye Vekaletini bu vergi için yetkili kılmı ştır. Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet Döneminde de, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik bunalımı atlatmak için 1930-38 yılları arasında İktisadi Buhran Vergisi, 1932-38 yılları arasında da Muvazene Vergisi gibi ola ğanüstü vergi uygulamalarına yönelmi ştir. Tek Parti Yönetimi altında Türkiye’de Varlık Vergisi’nin yasala ştırıldı ğı 1942 yılının Kasım ayı, daha önce de sözünü etti ğimiz gibi, İkinci Dünya Sava şı’nın ko şullarının ülkede olu şturmu ş oldu ğu, sıkıntı ve darlıktan yararlanan, ki şi ve çevrelerin vurgunculu ğunun, her türlü haksız kazanç sa ğlamalarının, doru ğa ula ştı ğı bir zamandı (Ekinci, 1997, 182). Varlık Vergisi Kanunu tasarısı 9 Kasım 1942 tarihinde Hükümet tarafından TBMM’ye getirilmi ştir. 11 Kasım 1942 günü meclisin bu tasarıyı onaylamasıyla Varlık Vergisi yürürlü ğe girmi ştir (Weisband, 2000, 24). Yayınlandı ğı biçimiyle bu vergi, Avrupa ülkelerindeki sava ş dönemi vergi tasarılarından çok farklı niteliklere sahip de ğildir. Ancak, servet ve kazanç sahiplerine kar şı hükümete böyle geni ş ve radikal bir yetki tanınması CHP içinde önemli tartı şmalara neden olmu ştur. Hükümet bu yetkiyi alırken Ba şbakan Şükrü Saraço ğlu, Parti meclis grubunun gizli oturumunda vergi uygulamasıyla ilgili olarak şunları söylemi ştir: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim

78

kanunudur. Bize ekonomik ba ğımsızlı ğımızı kazandıracak bir fırsat kar şısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak Türk piyasasını Türklerin eline verece ğiz (Ekinci, 1997, 184). Varlık Vergisi Kanunu, buraya kadar ortaya koymaya çalı ştı ğımız araçların dı şında, Ba şbakan Şükrü Saraço ğlu’nun da açıkça belirtmi ş oldu ğu gibi ba şka önemli bir amaca daha sahiptir. CHP grubunda ve TBMM’nde yasa tasarısı ile ilgili görü şmeler henüz sürerken, Maliye Bakanlı ğı azınlıklar hakkında ön bilgileri defterdarlıktan istemektedir. Varlık Vergisi Kanunu’nun TBMM’nde kabul edilmesi öncesinde Bakanlı ğın böyle bir çalı şma içine girmesi, ülkedeki azınlıklara yönelik uygulamaların önceden belirlenmi ş kurallara göre düzenlenmi ş olması, tek parti yönetimi’nin bilinçli bir siyasa izledi ğini göstermektedir. Maliye Bakanlı ğı’nın 12 Eylül 1942 günü defterdarlıklara gönderilen ve azınlıkların mal varlıklarının belirlenerek bir cetvelde gösterilmesini isteyen genelgesi do ğrultusunda yapılan çalı şmalarda sava ş sırasında ola ğandı şı kazanç sahibi olanlar dört grupta toplanmı ştır. Bunlar Müslüman, Gayrimüslim, Dönme, Ecnebi biçiminde gösterilmi ştir (Ekinci, 1997, 185). Genelde tüm grupların, özelde ise, azınlıkların saptanması ve mal varlıklarının belirlenmesi için yapılan çalı şmalarda, tek tek ki şilerin ad ve adreslerinin, mal varlıklarının listelere dökülmesi sırasında ciddi yanlı şlıklara dü şüldü ğü de görülmektedir. İş in asıl ilginç yanı, bu vergi ile ilgili çalı şmaların, Mihver Devletlerinin Avrupa’daki üstünlüklerinin doruk noktasına ula şmalarının ve Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antla şmasının hemen ardından ba şlatılmı ş olmasıdır.

Varlık Vergisi Kanunu’nun 1.maddesi, verginin servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve kazançları üzerinden bir kereye özgü olmak üzere mükellefiyet tesis edildi ğini belirtirken, 6.maddesi verginin miktarını açıklamaktadır. Buna göre vergi miktarı, komisyonlar tarafından belirlenecektir. Bununla birlikte asıl ciddi çalı şmalar Varlık Vergisi Kanunu TBMM’nce onaylandıktan sonra gerçekle şmi ştir. Bu çalı şmalarda her mükellef için çe şitli vergi dairelerinden alınan raporların yanı sıra, bankalardan alınan imzasız, onaylı bilgiler, CHP il ve ilçe ba şkanlıklarının raporları, Milli Emniyet te şkilatı raporları ve güvenilir tüccarların beyanları, vergi matrahının belirlenmesinde temel alınmı ştır. Varlık Vergisini mükelleflere uygulamak üzere,

79

yasanın 7. maddesi uyarınca her il ve ilçede mülki amirlerin ba şkanlı ğında komisyonlar kurulmu ştur (Güçlü,1996, 178). İl merkezlerinin büyüklü ğüne göre, birden fazla komisyon kurmak mümkün olmaktadır. Örne ğin İstanbul ve İzmir’de üçer komisyon olu şturulmu ştur. Gayrimüslimlerden Müslümanlara oranla en az iki, en çok üç kat fazla vergi alınaca ğı belirlenmi ştir. Müslüman grup içinde yer alan varlıklıların kazanç vergilerinin bir ile üç katı vergi ödemesi kararla ştırılırken, Ankara’dan gelen bir emirle, Gayrimüslim gruptan olanların vergisi 5-10 kat arttırılmı ş, Dönmelerin vergisi ise, Müslümanların vergisine oranla iki kat olarak istenmi ştir (Ekinci, 1997, 186).

Bunun yanında Varlık Vergisi Kanunu’nun 11.maddesi uyarınca Komisyon kararları nihai ve kesindir. Bu kararlara kar şı idari ve adli yargı organlarına dava açılamaz. Ancak bir yükümlü adına yükümlülük konusundan dolayı mükerrer vergi tespit edilirse, bunların arasından en yüksek olana uygulanarak di ğerleri iptal edilir. İptal i şlemi yükümlülerin ba şvurusu üzerine komisyonların görev yaptıkları mahallin en büyük memuru tarafından yapılır (Üsdiken, 2000, 31-32).

Varlık Vergisi alacakları vergi dairelerindeki ilan tahtalarına asılan listelerle duyurulmu ştur. Böylece basında ve kamuoyunda 15 günlük süre içinde haber ve söylentiye dayanan Varlık Vergisi tahsilatı gerçeklik kazanmı ştır. Vergiye yapılan itirazların Yasanın 11.maddesi uyarınca geçerli olmaması, mükelleflerin arayı şlarının beklentiye dönü şme e ğilimi ta şıması, hükümeti harekete geçirmi ş, bunun üzerine yapılan açıklamada: Vergiye yapılan itirazların tahsilatı durdurmayaca ğı bir kez daha tekrarlanarak, bu konuda ne kadar kararlı olundu ğu vurgulanmı ştır. Hükümetin basını da yanına alarak almı ş oldu ğu tüm önlemlere kar şın Varlık Vergisi tahsilatı beklenilen gibi olmamı ştır. Yasanın 12. maddesi do ğrultusunda, 15 gün içinde mükelleflerin vergi tutarlarının nakden vergi dairelerine yatırılması zorunlulu ğu, vergi ilanından hemen sonra mükellefler arasında panik do ğurmu ştur. Bunun üzerine hükümet, vergi ödeme süresini 2 hafta daha uzatmak zorunda kalmı ştır. Verginin 15 günlük süre içinde nakden ödenmesi zorunlulu ğundan do ğan ve mükelleflerin para aramaları sonucu, dönemin gazetelerinde sık sık azınlık vatanda şlara ait gayrimenkul satı ş ilanına rastlanmaktadır. Vergi tahsili boyunca basında sık sık tahsil edilen vergi

80

miktarları açıklanmaktadır. Bundan çıkan sonuç; mükellefler vergi ödemekte pek istekli de ğildir. Bunun üzerine hükümet, mükelleflerin nakit sıkıntılarını çözümlemek amacıyla, borcunun % 20’sini ödeyenlere devlet bankalarının kredi açaca ğını duyurmu ştur. Mükellef emlak, emtia, senet ve tahvil üzerinden kredi alabilecektir. Ba şvuru yapan mükelleflerin haciz i şlemleri durdurulacaktır. Bunun üzerine 15000 ki şinin Emlak ve Kredi Bankasına ve 3000 ki şinin de Emniyet Sandı ğına kredi talebinde bulundu ğu, yani uygulamanın sınırlı kaldı ğı görülmü ştür. Ayrıca uygulamada kısa vadeli olan kredilerin katlanan faizleri, kar şılık gösterilen menkul ve gayrimenkullerin bankaların eline geçmesi sonucunu do ğurmu ştur. Hükümetin almı ş oldu ğu tüm önlemlere kar şın, azınlık vatanda şlardan olu şan önemli bir kitle vergisini ödeyememi ştir. Varlık Vergisi Kanunu’nun 12. maddesi uyarınca vergisini ödeyemeyenlerin borçları icra-haciz ve zorunlu çalı ştırma yolu ile tahsil edilecektir (Ekinci, 1997, 189-190).

Zorunlu çalı ştırma sınırlı sayıda mükellefe uygulanmı ştır. Vergisini vermeyenlerin çalı şacakları yerler: Deveboynu Geçidi, Van ve civarı, Erzurum Zigana Da ğı, Bitlis, Elazı ğ, Kapda ğı, Diyarbakır, Siirt ve Palu’dur. Zorunlu çalı şma kamplarına yalnızca gayrimüslim vatanda şlar gönderilmi ştir. Mihver ülkelerden kaçarak Türkiye’ye sı ğınan Yahudiler Türk vatanda şı olmamalarına kar şın Müslümanların iki katı vergiye tabi tutulmu şlardır. Türkiye’nin varlık vergisi uygulamasındaki bu tutumu müttefik ülkelerde sert tepkilere yol açmı ştır. İkinci Dünya Sava şı içinde Nazilerin toplama kamplarını ça ğrı ştıran zorunlu çalı şma uygulaması çok geçmeden yabancı basın üzerinde olumsuz bir etki bırakmı ştır. Ekonomik ya şamı azınlıkların egemenli ğinden kurtarıp Türklere açmak için Tek Parti Yönetimi tarafından ortaya atılan Varlık Vergisi uygulaması, Mihver Devletlerine kar şı sava ş veren Müttefikler kar şısında Türkiye’nin itibarını iyice sarsmı ştır. Varlık Vergisi Kanunu’nun ayırımcı niteli ği ortaya çıkıp, tepkiler belirmeye ba şlayınca İngiliz uyrukluların vergilerinde büyük indirimlere gidilmi ştir. Buna kar şılık vergi miktarı mükellef adedi ne olursa olsun, ABD uyrukluları ise hiç Varlık Vergisi ödememi şlerdir (Ekinci, 1997, 193-194).

81

Almanya’ya en yakın oldu ğu bir dönemde Türkiye’nin mali alanda uygulamaya koydu ğu bu azınlık siyasası, ba şta ABD ve İngiltere olmak üzere Müttefiklerin ardı ardına gelen protestolarına neden olurken, Alman yenilgileri de birbiri ardına gelmeye ba şlamı ştır. Stalingrad zaferinden sonra Türkiye üzerinde bir Sovyet tehdidinin kendini göstermesi ve izlemi ş oldu ğu dı ş siyasa nedeniyle içine dü şmü ş oldu ğu yalnızlıktan kurtulmak için, Türk Hükümeti Müttefiklere yana şmanın önemini kavramı ştı. Bu amaçla ilk önce Müttefik Devletlerle Türkiye arasında sorun olan Varlık Vergisi uygulamasından barı ş konferansları öncesinde vazgeçilmi ştir. 17 Eylül 1943 günü Varlık Vergisi’ne ek bir yasa çıkarılmı ş, Varlık Vergisi Kanunu’nun 2. maddesinde belirtilmi ş yükümlülerden vergilerini ödeyemeyecek hizmet erbabı ile gündelik gayri safi kazançları üzerinden kazanç vergisine tabi olanların borçlarının silinmesine Maliye Bakanı yetkili kılınmı ştır (Ekinci, 1997, 231-232).

Ama asıl verginin kaldırılması türlü a şamalardan geçildikten sonra gerçekle ştirildi. Önce uygulanan yaptırımlar hafifletildi. Zorunlu çalı şmaya tabi tutulanların ailelerinin yanında, kendi i şlerinde çalı şarak borçlarını ödemeleri kararla ştırıldı. Varlık Vergisi Kanunu’nun yürürlükten kaldırılması için verilen yasa tasarısı 15 Mart 1944 günü TBMM’de görü şülmeye ba şlandı ğında, Alman gerilemesi olanca hızıyla sürmekteydi. Buna ba ğlı olarak da Türkiye dı ş siyasa alanında gittikçe çıkmaza girmekte, Sovyet gerçe ğinin yanı sıra yıpratıcı ele ştirilere hedef olmaktaydı. Varlık Vergisi’nin yürürlükten kaldırılmasına neden olarak, günün ko şulları ve verginin uygulanmasında kar şıla şılan güçlükler gösterilmi şti (Ekinci, 1997, 233). Ama gerçekte, özellikle ABD’nin tepkisine olumlu bir yanıt vermek ve Türkiye ile Batılı Demokrat devletler arasında so ğuyan ili şkileri düzeltmek için bu yola gidilmi şti.

5.1.3. Toprak Mahsulleri Vergisi

Milli Korunma Kanunu’nun di ğer uygulamalarından biri de 1943 Haziran ayında Meclis’te kabul edilen Toprak Mahsulleri Vergisi’dir. Varlık Vergisi’yle, fiyat artı şından yararlanan şehirli tüccarları hedefleyen hükümet, bu vergi ile de tarım ürünlerindeki fiyat artı şlarından yararlananları hedef almaktaydı (Timur, 1997, 189-190).

82

Saraço ğlu Hükümeti’nin bu amaçla hazırladı ğı kanun tasarısı 1943 baharında Meclis’e sunuldu. Kanun tasarısına göre ya şanan ekonomik zorlukların toplumda adil bir şekilde payla şılması amaçlanmaktaydı. Bu sebeple de ğeri maliyet fiyatlarının birkaç katı artan toprak ürünlerinden vergi alınacaktı. Vergi, ürünlerin hasılatının ardından do ğrudan üreticiden alınacaktı. Vergi yoluyla toplanması dü şünülen ürün miktarı üreticiler tarafından bildirilecekti. Bunlar, görevlendirilecek yetkililerce denetlenecekti. Ayrıca kanun tasarısında vergi oranı % 8-12 olarak belirlenmi şti. Toprak Mahsulleri Vergisi, 4 Haziran 1943’de kanunla şarak yürürlü ğe kondu (Turan, 2000, 164).

Sava ş ko şullarının ekonomik zorlukları nedeniyle çıkarılan kanunun uygulaması ba şarılı olmamı ştır. Çünkü sözü edilen vergi kanunu ile hedeflenen 1.200.000 ton hububatın ancak yarısı tahsil edilebilmi ştir. Ancak bu verginin sonucu sadece ekonomik ba şarısızlık de ğildir. Hiç ku şkusuz bu vergi, daha sonra kabul edilecek olan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile birlikte büyük toprak sahiplerini CHP’den so ğutan ve DP’yi hazırlayan nedenlerden biri olacaktır (Timur, 1997, 190).

5.1.4. Ekme ğin Karneye Ba ğlanması

İkinci Dünya Sava şı yıllarında bazı şehirlerde ekmek alımında karne sistemine geçilmi ş olması, dönemin Türkiye’sinin tasvir edilmesinde kullanılan en önemli örneklerden biridir. Milli Korunma Kanunu, uygulamada daha çok dar gelirlilerin, emekçi kesimin sıkıntıya dü şmesine sebep olmu ştu. Alınan tüm önlemlere kar şın pahalılı ğın önüne geçilememi ş, yer yer yiyecek ve giyecek sıkıntıları ya şanmı ştı. Kentlerdeki yiyecek sıkıntısı her geçen gün büyümekteydi. Bu sorunun giderilebilmesi için 1941-1942 ürünü tahıla Toprak Mahsulleri Ofisi’nce el konulması ve ekmek yapımında bu ğday kullanılması kararla ştırıldı. 24 Kasım 1941’de pasta ve benzeri unlu maddelerin yapımı yasaklandı. Ancak alınan bu tedbirler yeterli olmadı. 13 Ocak 1942’de büyük kentlerde ekme ğin karne ile da ğıtılmasına karar verildi. Ba şlangıçta çocuklara günde 175 gr, yeti şkinlere 375 gr ve a ğır i şçilere 750 gr ekmek verilmesi kararla ştırıldı. Ancak, 1942 yılında bu uygulama büyüklere gün a şırı 150 gr ve 300 gr’a indirilmi şti. 1944’te miktar yeniden arttırılmı ş ve sava ş sona erdi ğinde 450 gr’a kadar çıkartılmı ştı (Turan, 2000, 157).

83

Ulus Gazetesi ba şyazarı Falih Rıfkı Atay, ekme ğin karneye ba ğlanması konusunu de ğerlendirirken, dünyadan çe şitli örnekler vererek alınan bu kararın arkasında olunması gerekliliğini vurgulamaktaydı. Hatta yazar, Türkiye’nin besin bakımından bütün Avrupa kıtasının en rahat memleketi oldu ğunu iddia etmekteydi (Atay, 1942(b), 5).

“...Buhrandan darlıktan yokluktan gelen bir kısma de ğil, sadece bir düzenleme tedbiri üstündeyiz. Bu ğdayımızı hesapla, idare ile harcayaca ğız. Bütün mesele bu! Ne bo şaltım (tüketim) ne de fiyat karga şalı ğına meydan veremeyiz. Halkımızı, ordumuzu besledikten ba şka, bu harbin bilinmez, tahmin edilmez şaşırtmacalarını önlemek, kar şılamak için hele yiyecekte, son derece hazırlıkla bulunaca ğız. Bu günden yarına de ğil bu yıldan gelecek yıla ekme ğimizi dü şünece ğiz. Halk bunun için, doyum ihtiyacından de ğil, alabildi ğine alıp istedi ği gibi harcamak serbestli ğinden fedakarlıkta bulunacaktır.

“Her şeyden önce sabır ve disiplin ö ğrenece ğiz. Kartlarımızla fırınlar önüne gitti ğimizde, daha evvel gelmi ş olanların arkasına takılaca ğız. İti şip kakı şmayaca ğız. Kartımızın bize verdi ği haktan ötesini, fazlasını aramayaca ğız. Hile yollarına sapmayaca ğız. Kendimizin sızlanmak, mırıldanmak de ğil, bu tedbirlerin sırrını bilmeyenleri, anlamayanları akıl ve insaf yoluna sevk edece ğiz.

“Herkes kendine şu suali sormalıdır: Harbe girmeksizin bu tüyler ürpertici faciayı atlatmak, hazır ve kuvvetli tutumlu ve itaatli olmaya ba ğlı ise, ucuz mu yoksa pahalı mıdır? Çekti ğimiz bir sıkıntı da olsa, bu sıkıntı barı şımızın, emniyet ve rahatımızın vergisidir. O bin kat daha a ğırla şsa, harbin bizden isteyece ği yanında hiçbir şeydir. Şuurumuzu uyu şuklu ğa dü şmekten koruyarak, bir vatan vazifesi yapmakta olmak duygusu ve gururu ile devlet tedbirlerine uyalım.” Atay’ın yukarıda ortaya koydu ğu dü şüncelerinden de net şekilde anla şıldı ğı gibi, ekme ğin karneye ba ğlanması kararına Ulus Gazetesi tam destek vermektedir. Ancak esas önemli ve ilginç olanı, yazarın okurlara ekmek alım sırasında ne yapılması gerekti ğini ayrıntılarıyla anlatmasıdır. Bu uygulamada CHP yönetimi kar şıtlarının partiyi komünistlik ile suçlamalarında kullanılan temel sav aracı olacaktır.

5.1.5. Krom İhracatı

İkinci Dünya Sava şı döneminde Türkiye’nin ihracat kalemlerinden en önemlisi krom madeniydi. Türkiye sava ş endüstrisinde kullanılan stratejik öneme sahip bu madenin

84

dünyadaki sayılı üreticilerindendi. Bundan dolayı İngiltere ile Almanya, Türk kromunu elde etmek için önemli bir mücadele vereceklerdi. 19 Ekim 1939 tarihli Türk-İngiliz İttifak Antla şması’nın ardından Türk kromunun ihracatı konusunda görü şmelere ba şlayacaklardı. İngiltere bu cevheri uzun vadeli bir antla şma yaparak ba ğlamak istiyordu. Ancak Türk tarafı buna yana şmıyor, antla şmanın iki yıldan fazla olmasını istemiyordu (Deringil, 2007, 157).

8 Ocak 1940’da Türkiye ile İngiltere arasında krom ihracatı üzerine antla şmaya varıldı. İki yıl geçerlili ği olan antla şmaya göre Türkiye, İngiltere’ye dü şman olan bir devlete krom satı şında bulunmayacaktı (Kurat, 1961, 101). 1941 yılına gelindi ğinde, Almanya Türk kromuna ihtiyaç duymaya ba şladı. Bu sebepten dolayı, Almanlar, Türkiye’ye çe şitli ticaret heyetleri göndererek krom satı şı konusunda ikna giri şimlerinde bulundular. Önceleri umduklarını elde edemediler. 18 Haziran 1941’de Türk-Alman Saldırmazlık Paktı’nın imzalanmasından sonra Alman baskısının artması sonucu Türkiye Almanya ile, 9 Ekim 1941’de 100 milyon liralık antla şmayı imzalıyordu. Ancak Türkiye 1942 yılının sonuna kadar kromu İngiltere’ye vermeyi taahhüt etmi şti. Buna göre Almanya yalnız 1943 ve 1944 yıllarında 90 bin ton krom ve bunun yanında di ğer bazı madenler alacaktı. Almanya da buna kar şılık Türkiye’ye çelik ve sava ş malzemesi verecekti (Gönlübol, 1982, 156).

Türk-Alman Ekonomik Antla şması Müttefik ve Müttefik yanlısı çevrelerde özellikle ABD’de sert tepki ile kar şılandı (Deringil, 2007, 159). Ancak olu şan tepkiler, Türkiye’nin stratejik konumundan dolayı uzun sürmeyecekti. Müttefikler Türkiye’yi kaybetmek istemiyorlardı. 4 Aralık 1941’de ABD Ba şkanı Roosevelt, Türkiye’nin savunmasının, Amerika’nın çıkarları bakımından önemli oldu ğu gerekçesiyle, 1942 yılında “Ödünç Verme ve Kiralama” (Lend and Lease) kanunu çerçevesinde Türkiye’ye yardım yapaca ğını ilan etmi ştir (Gönlübol, 1982, 160).

1944 yılında krom konusu yeniden gündeme geldi. Bu döneme kadar Türkiye Almanya’ya 1943’de 13.564 ton, 1944’de 56.649 ton krom ihraç etmi ştir ( Kurat, 1961, 102). Almanya’nın yenilgisinin yakla ştı ğı günlerde Mart 1944’de İngiltere ve Amerika Birle şik Devletleri, Türkiye’ye Almanya’ya yapılan krom ihracatını durdurması konusunda baskı yapmaya ba şladılar. Bu baskılar, 19 Nisan 1944’de, İngiltere ve Amerika Birle şik Devletleri büyük etkilerinin, Dı şişleri Bakanı Numan

85

Menemencio ğlu’na Türkiye’nin Almanya’ya krom satı şının durdurulmasını talep eden bir nota vermeleriyle doruk noktasına ula ştı (Deringil, 2007, 234-235).

Türkiye, bu istekleri geri çeviremeyecekti. 21 Nisan 1944 ak şamı itibariyle Almanya’ya krom ihracatı durduruldu:

5.2 Sava ş Ko şullarının Yarattı ğı Toplumsal ve Kültürel Geli şmeler

Bu bölümde İkinci Dünya Sava şı ko şullarının Türkiye’de yol açtı ğı toplumsal ve kültürel etkiler irdelenmi ştir.

5.2.1 Turancı Akımlar

Almanya, Türkiye’yi “Mihver” devletlerinin yanında sava şa çekebilmek ve askeri, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda etkileyebilmek amacıyla geni ş ölçüde propaganda çalı şmalarına yönelmi ştir. Alman Dı şişleri, Türk basınını Alman yanlısı yayın yapmaları ve Alman kar şıtı tutumları de ğiştirmek için, Türk hükümetine ba şvurarak bu yönde önlemler alınması iste ğini iletmesi yolunda Ankara’daki Büyükelçisi Von Papen’e emir vermi ştir (Ekinci, 1997, 208-209). Günlük gazeteler, Almanya’nın ve hükümetin güdümü ve denetimi altında halkı etkileyip bir kamuoyu olu şturmaya çalı şırken, ülkedeki güçlü bir dü şünce akımını da göz ardı etmemek gerekir. Bu akım Türkçülük ve Turancılık dü şüncesidir. Türkçülük ya da Turancılık olarak adlandırılan Pan Türkist akım, Cumhuriyet döneminde, Mustafa Kemal Atatürk’ün Osmanlı yönetimince Anadolu’da köreltilmi ş olan Türk varlık ve bilincini yükseltmek ve Ulus devletin temel unsuru yapmak için izlemi ş oldu ğu kültür ve e ğitim siyasaları ile Türk aydınları ve CHP’nin içinde güçlenerek varlı ğını sürdürdü. Atatürk döneminden ba şlayarak Milli Şef İsmet İnönü’nün yönetti ği İkinci Dünya Sava şı yıllarındaki Türkiye’de Türkçü ve Turancı dü şüncenin üç önde gelen adı; Zeki Velidi Togan, Nihal Atsız ve Reha O ğuz Türkkan’dır (Weisband, 2000, 33- 35).

Her üç Türkçü dü şünce adamı İkinci Dünya Sava şı öncesinden ba şlayarak kendi çıkardıkları ya da di ğer dergilerde Türk Dünyası ile ilgili dü şüncelerini yaymaya ve kendilerine inanan bir yanda ş kitlesi yaratmaya çalı şmı şlardır.

86

Türkçülük ve Turancılık, İkinci Dünya Sava şı öncesinde, özellikle Almanya’nın Sovyetler Birli ği’ne saldırmasından önce küçük elit bir grubun kültürel bir akımı olarak kendini göstermektedir. Bununla beraber Türkçü ve Turancı dü şünceye gönül verenler arasında Türk dünyasının birlik ve beraberli ğini dilemek dı şında bir dü şünce ve eylem birli ği içinde olduklarını söylemek oldukça güçtür. 1941 yılından sonra sayıları gittikçe ço ğalan dergilerin etrafında toplanan Türkçüler, Milliyetçilik ideolojisini de ğişik biçimde yorumlamakta, bazen de bu konuda birbirlerini ele ştiren yayınlara yer vermektedirler. Hükümet günlük basın üzerinde baskıcı denetimini sürdürürken bu dergilere daha ho şgörülü davranmaktadır. Türkçü ve Turancı akım üzerinde Alman tahrikinin etkin bir rolü oldu ğunda kimi yazarlar görü ş birli ği içindedir. Bu yazarlara göre; Türkçü ve Turancıların Haziran 1941’den ba şlayarak canlanmasında, Almanya’nın bu akımı kendi çıkarları u ğruna kullanma için desteklemesinin etkisi olmu ştur. Yine bu görü şe göre; Almanya’nın amacı Turancı eylemleri güçlendirip, hem Sovyetler Birli ği topraklarında ya şayan Türkler yanında sava şa sokmak; hem de Türkiye’de umut ve kamuoyu yaratıp, Türk Hükümeti’ne, Sovyetler Birli ği’ne kar şı sava şa girmek konusunda karar aldırmaktır (Ekinci, 1997 , 216-217). Milli Şef İsmet İnönü kendisinde kemikle şmi ş bulunan, tarihe mal olmu ş aşırı temkinli yapısı nedeniyle bu dönemde Turancı dü şünceye ve çevrelere bir yakınlık göstermemi ştir. Ancak onlardan tümden de uzakla şmadı ğı gerçektir. İnönü, bu konuda tutumunu tam ortaya koyabilmek için, Alman-Rus Sava şı’nın kesin sonucunu görmek istemi ş, bir anlamda ko şulların olu şmasını beklemi ştir. Basın üzerinde her türlü denetleme ve yönlendirme olana ğına sahip olan iktidarın Türkçü- Turancı yayınlara uzun süre ses çıkarmamasının ve ho şgörülü davranmı ş olmasının hiç ku şkusuz Müttefik devletler üzerinde olumsuz izler bırakmı ş oldu ğu gerçektir. Türk Hükümeti, daha sonra bu akımların do ğuraca ğı tehlikelerin farkına varacak, bu konuda sert önlemler alma gere ğini duyacaktır (Weisband, 2000, 40-51).

1943 yılının ba şlarından sonra tüm cephelerde Sovyetler Birli ği’nin üstünlü ğü ele alması, İngiltere ve ABD’nin yanında saygınlı ğının artması, Türk Hükümeti’nde Türkçü ve Turancı akımın ba şta Sovyetler olmak üzere tüm müttefiklerde tahrik yaratan bir unsur olaca ğı dü şüncesinin do ğmasına yol açmı ştı. Bu nedenle 1943 yılının bahar aylarından ba şlayarak Türkçü ve Turancılar ilk kez

87

basında ve kamu oyunda geni ş çapta tartı şılmaya ba şlanmı ştı. Türkçü ve Turancı kesime basın ve kamuoyundaki saldırılar aralıksız sürerken, bu akımın önderlerinden Reha O ğuz Türkkan da kendi yayınlamı ş oldu ğu bir bro şürle saldırıya geçmi ş, onu Nihal Atsız izlemi ştir. Bu sırada önemli bir geli şme olmu ş, Türkçü ve Turancı akımın en önemli simalarından olan Nihal Atsız, Hükümetin bu kesime kar şı harekete geçmek için beklemi ş oldu ğu büyük fırsatı vermi şti. Atsız, Orhun dergisinde biri 1 Mart 1944’te, di ğeri 1 Nisan 1944’te olmak üzere Ba şbakan Saraço ğlu’na seslenen iki açık mektup yayınlamı ştı. Bu mektuplarda CHP hedef alınıyor ve parti aile ve Türk milliyetçili ği dü şmanlı ğı yapmakla suçlanıyordu (Ekinci, 1997, 35-38). Atsız, bu mektupların ilkinde solcu üniversitelileri ele ştiriyor, ikincisinde ise komünist olduklarını söyledi ği bazı yazar ve aydınların devletin üst düzey yöneticileri tarafından korunduklarını, önemli makamlara getirildi ğini iddia ediyordu. İddiaları kanıtlamak için verdi ği ilk örnek ki şi de ö ğretmen-yazar Sabahattin Ali’ydi. Hedef gösterilen Sabahattin Ali ise buna kar şılık Atsız aleyhine hakaret davası açtı (Cumhuriyet’in 75’inci Yılı-1923-53, 1999, 207). Bu amaçla tartı şma mahkemelere ta şınmı ş oldu.

Dava görülürken 1944 Nisanında Ankara Adliye Binası, ço ğunlu ğu Siyasal Bilgiler Okulu ö ğrencilerinin olu şturdu ğu bir grup genç tarafından basıldı. Atsız'ı desteklemek için yapılan bu eyleme hükümetin tepkisi sert oldu.

Nihal Atsız’la birlikte çok sayıda Turancının tutuklanmasının ardından 18 Mayıs 1944’te Bakanlar Kurulu İçi şleri Bakanlı ğının Türkçü ve Turancılara kar şı aldı ğı önlemleri onayladı. Sonunda 19 Mayıs 1944 günü tüm gazetelerde, gizli bir Turancı örgütün ortaya çıkarıldı ğı ve geni ş tutuklamaların oldu ğu haberleri yer aldı. Aynı gün 19 Mayıs törenlerinde İsmet İnönü, Türk gençli ğine yönelik söylevinde Türk-Sovyet dostlu ğunu ön plana çıkararak bir konu şma yaptı (Weisband, 2000, 39- 40). İnönü’nün olayı bu kadar büyütmekten amacı, tüm dünyanın dikkatini çekmek, Türkçü ve Turancıların nasıl ezildiklerini tüm müttefiklere göstermekti. Ne var ki, İnönü’nün bu yolla Sovyetleri yatı ştırma çabası ba şarısızlı ğa u ğradı. Sovyetler Türkiye’de, Turancıların yargılanmalarını maskaraca bir oyun olarak nitelendirmekteydi (Ekinci, 1997, 240). Dı şardan nasıl görünürse görünsün içeride iktidara sahip olan tek parti içinde bile yer bulan Turancı akımlar ileride Türk

88

toplumu içinde yer alacak bir siyasi dü şüncenin (ırk milliyetçili ğin) dayana ğını oluşturmu ştur.

5.2.2. Köy Enstitüleri

İkinci Dünya Sava şı dönemi Türkiye’sinde en önemli toplumsal atılımlardan biri ku şkusuz Köy Enstitüleri Projesi’nin uygulanmasıydı. Bu projeyle çok kısa bir süre içinde çok sayıda köy ö ğretmeni yeti ştirmek ve kırsal kesimde ilkö ğretim sorununu, devlet bütçesine büyük yük getirmeden çözmek amaçlanıyordu. Köylülerin eme ğine dayanarak in şa edilecek ö ğretmen okullarında, yine çok sayıda köy kökenli öğretim elemanı yeti ştirilecekti. Kentte yeti şenlerin aksine köy ö ğretmenleri köylerle daha çabuk ve etkili biçimde bütünle şebilecek ve köy ko şullarında daha verimli e ğitim verebileceklerdi (Koçak, 1997, 119).

Milli E ğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve ilkö ğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un ortaya koydukları projeye göre Köy Enstitüleri’ne, 5 yıllık ilkokulları bitirmi ş, sa ğlıklı ve yetenekli köy çocukları seçilerek alınacaktı. Öğretmen olacaklar için ö ğretim süresi 5 yıldı. Ö ğretmen olarak mezun olanlar, atandıkları köylerde her türlü ö ğretim yapılabilmesi için örnek tarla, ba ğ bahçe ve atölyeler olu şturacaklar ve buralarda köylülere her alanda rehberlik edeceklerdi (Turan, 2000, 196).

1942-1943 e ğitim ve ö ğretim yılında Köy Enstitüleri’ne ö ğretmen, bölge okullarına yönetici, gezici ba şöğretmen, ilkö ğretim müfetti şi ve kesim müfetti şi yeti ştirmek amacıyla Hasano ğlan Köy Enstitüsü içerisinde Yüksek Köy Enstitüsü açılmı ştır (Çıkar, 1997, 91).

Ulus Gazetesi, 17 Nisan 1942 tarihinde Köy Enstitüleri Kanunu’nun yürürlü ğe girmesinin ardından bu projeye tam destek vermekteydi. Ulus’a göre Köy Enstitüleri Refik Saydam Hükümeti’nin büyük ve şerefli bir eseri oldu ğu kadar, ulusal kalkınma ata ğının ba şlıca dönüm noktalarından biriydi. Projenin ba şarılı olması durumunda Türkiye, hayallerdeki mutlu, kuvvetli, zengin ve Batılı ülke olmak yolunda tüm sorunlarını çözecekti. Köy Enstitüleri’nin kurulmasının gereklili ği Falih Rıfkı Atay tarafından ise şöyle ifade ediliyordu (Atay, 1942(c), 1):

89

“Yedi ile on altı ya ş arası 3.000.000 çocu ğumuz var. Bunlardan şehirde oturanların yüzde 80’ini, köyde ya şayanların en çok yüzde 25’ini okutuyoruz. Bu okutma, bizim tasavvur etti ğimiz terbiye demek de de ğildir. Faydalarını inkar etmemekle beraber, köy mekteplerimizden memnun de ğiliz. Bilhassa az nüfuslu köyler için e ğitmen usulü, ameli ve hayırlı olmu ştur. Bu müesseselerden istifade etmekte devam edece ğiz. Fakat nihayet köy çocuklarını yüzde 100 ve istedi ğimiz gibi terbiye etmek çaresini arayıp bulmak önemliydi.’’ Yukarıda alıntı yaptı ğımız makalenin yayınlandı ğı günün hemen ertesi günü “Türk Köyünün Büyük Zaferi” ba şlıklı yazıda, Köy Enstitüleri’nin nerede kurulaca ğı ve hangi derslerin verilece ği ayrıntılarıyla belirtiliyordu. Enstitülerde okutulacak olan dersleri de ğerlendirirken hazırlanan ders programı övülmekteydi. Ulus’un aktardı ğına göre bu program olu şturulurken köyün bütün özel şartları dü şünülmü ştü. Yeti ştirilecek ö ğretmenlerin basit alı şılmı ş bilimsel derslerle de ğil köy için gerekli olan bilgilerle e ğitilmesi sa ğlanacaktı. Ayrıca uygulamalı e ğitime de çok önem veriliyordu. Programa göre Enstitü ö ğrencilerine ilk üç yılda ziraat, sanat dersleriyle uygulamalı bilgiler verilecekti. Ziraat dersleri arasında tarla ziraati, ba ğcılık, bahçecilik, sebzecilik, arıcılık, tavukçuluk gibi dersler okutulacaktı. Sanat dersleri olarak yapıcılık, dülgerlik, demircilik, halıcılık, nakı ş dersleri, foto ğrafçılık ö ğretilecekti. Ayrıca matematik, tabiat bilgisi, Türkçe, İngilizce, müzik, kooperatifçilik, çocuk bakımı, kızlar için ev idaresi, tarih ve co ğrafya dersleri verilecekti. Fakat tüm bu dersler tarlada ve uygulamalı olarak yapılacaktı. Enstitülerin dördüncü ve be şinci sınıflarında ise yukarıdaki derslere ek olarak ö ğretmenlik mesle ğini ilgilendiren eğitim dersleri ve psikoloji dersleri verilecekti (Küçüka, 1940, 1). Görüldü ğü üzere bugün bile çözülemeyen mesleki e ğitim sorununu çözebilecek ve köyden kente göçü büyük ölçüde önleyebilecek Köy Enstitüleri bulu şu sava şın karma şık yıllarında uygulanmaya ba şlanmı ştı. Ancak Türkiye’de bilimsel tabana dayalı bütün güzel ve yararlı uygulamalar gibi bu bulu ş da siyasetin iktidarı ele geçirme kavgalarına kurban edilecektir.

90

5.2.3. Türkçe’nin Sadele ştirilmesi Çabaları

İkinci Dünya Sava şı dönemi yayınlanan Ulus Gazeteleri'ne baktı ğımızda Türkçe’nin oldukça sade bir şekilde kullanıldı ğına tanık olmaktayız. Ulus Gazetesi, CHP’nin yayın organı olması dolayısıyla Türk Devrimi’nin her a şamasında, devrimin niteliklerini övmü ş ve kamuoyunda devrimin benimsenmesi için çaba göstermi şti. Dil Devrimi’ni de desteklemi şti. Ulus Gazetesi Ba şyazarı Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün emriyle 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruluncaya kadar dil planlaması, özellikle sözcüklendirme ve dili i şleme alanındaki geni şleme ile ilgili çalı şmalar yapan , Dil Encümeni üyesiydi ( İmer, 2001, 64).

Bu dönemde Türkçe henüz resmi dairelere, mahkemelere girmemişti. Hukuk dilinin sadele şmemi ş olması i ş hayatını dil bakımından ikiye bölüyordu. Örne ğin gündelik dildeki “suçlu” kelimesi, mahkemede “mücrim” olarak kullanılıyor; “bina vergisi”, vergi dairelerinde “musakkafat resmi” olarak isimlendiriliyordu. Önce ana kanun olan “Te şkilat-ı Esasiye Kanunu” sadele ştirilecekti. 1942’de Anayasa’nın dilinin sadele şmesi için bir giri şimde bulunulmu ştu. Bu amaçla kurulan meclis komisyonlarında hazırlanan tasarılar, yetkililerin görüşlerine sunulmu şsa da bir sonuç alınamamı ştı. Ancak nihayet CHP Meclis Grubu, 14 Kasım 1944 tarihinde yaptı ğı toplantıda Te şkilat-ı Esasiye Kanunu’nu dil bakımından incelemek üzere yeni bir komisyon kurulmasına karar verdi. Kurulan komisyonun hazırladı ğı Anayasa’nın dilinin sadele ştirilmesi tasarısı 10 Ocak 1945 tarihinde Meclis tarafından kabul edildi. Böylece devlet dili Türkçele şmi ş oluyordu (Levend, 1960, 448-449).

Ulus Gazetesi ba şyazarı Falih Rıfkı Atay, Anayasanın Türkçele şmesi ardından yaptı ğı yorumda bu de ğişikli ği desteklemekteydi (Atay, 1945, 3).

“Melez bir dil üstünde kültür hürriyeti nasıl kurulabilir ve geli şebilir? Biz bu soruya çoktan cevap vermi ştik ve dilde de kendi kendimize kavu şma yolunda idik. Fakat kaynaklarımız iyice aranıp taranmadıkça köklerimiz ve eklerimiz üstünde gere ği gibi u ğra şılmadıkça derinle ştirmelerimiz ve incele ştirmelerimiz az çok kararlılık bulmadıkça, “Te şkilat-i Esasiye’yi bir ilk demeler konusu kılmak do ğru de ğildi.

91

Biz Türkçeciler, halk diline yakla şan, hatta dilden atılması bir kavram bo şlu ğu yaratan yabancı kelimenin basmakalıp dü şmanı de ğiliz. Bütün kökleri özle ştirme ve kli şelerden ayıklama, hiçbir dilde istenip aranmamı ştır. Görüldü ğü gibi Atay Anayasa’nın sadele şmesini çok yerinde buluyordu. Türkçe içinde yer alan ve benimsenen yabancı kelimelerin dilden çıkartılarak yerlerinin yapay şekilde doldurulmasına kar şı oldu ğunu söyleyerek gerçekçi bir tutum sergilemekteydi.

5.2.4. Gazetelere Sansür Uygulanması ve Kapatılması

İkinci Dünya Sava şı döneminde Türk Basını genel olarak hükümetin çizgisinde yayın yapmı ştı. Bu dönemde çe şitli küçük farklarla birbirinden ayrılan gazetelerdeki dü şüncelerin de ğiştirilip de ğiştirilmemesi yine hükümetin elindeydi. Bir yandan hükümetin bir yandan sıkıyönetimin elinde olan gazeteleri kapatma yetkisi bu amaçla zaman zaman kullanılıyordu. Bu dönemde kapatılan gazete ve dergiler çizelge 7’de sunulmu ştur.

Çizelge:7’dedir.Çizelge:7 Sava ş Sırasında Türkiye’de Yayınlanan Ulusal Gazetelere Uygulanan Kapatma Ceza ları

Gazetenin veya Toplam Kapanma Kapatma Kapatan Makam Derginin Adı Süresi Sayısı Cumhuriyet 5 ay 9 gün 5 3 kez hükümet 2 kez sıkıyönetim Tan 2 ay 13 gün 7 4 kez hükümet 3 kez sıkıyönetim Vatan 7 ay 24 gün 9 5 kez hükümet 4 kez sıkıyönetim Tasvir -i Efkar 3 ay 8 4 kez hükümet 4 kez sıkıyönetim Vakit 2 gün 2 1 kez hükümet 1 kez sıkıyönetim Yeni Sabah 6 gün 3 1 kez hükümet 2 kez sıkıyönetim Akbaba 47 gün 4 1 kez hükümet 3 kez sıkıyönetim Son Posta 11 gün 4 4 kez hükümet Haber 10 gün 2 2 kez sıkıyönetim Kaynak: Koçak, 1986, 138-139

Bu tabloda görüldü ğü gibi, dönemin en önemli basın kurulu şlarının neredeyse tümü kapatma cezalarına muhatap olmu şlardır. O günlerde sansürden kurtulmak için

92

çok dikkatli hareket etmek gerekiyordu. Metin Toker, 1943 yılında, çalı şmaya ba şladı ğı Cumhuriyet Gazetesi’nde, devletin gazetelere getirdi ği yasaklar hakkında gelen kararların bir dosyada saklandı ğını söylemektedir. Bu dosyada, “hangi haberin kaçıncı sayfada kaç sütun üzerine hangi puntolu harflerle gösterilmek gerekti ğinden, hava durumunun yazılmaması emrine kadar ne yapılması gerekti ği yer almaktadır (Toker, 1990, 21). Bu dönemde Ulus Gazetesi CHP’nin yayın organı olması nedeniyle kapatma cezasına çarptırılmamı ştı. Zaten gazete, içten içe bir oto sansür ortamı içinde etkinlik gösteriyordu. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki bu dönemi içeren Ulus Gazetesi koleksiyonları incelendi ğinde basında ya şanmakta olan sansür uygulamalarına dair ne bir haber ne de yoruma rastlanmaktadır. Bu durumu Ulus’un yayın politikası olarak görmek gerekir.

5.2.5. Parti İçi Olu şumlar ve Yönetime Kar şıt Görü şler

İsmet İnönü, Mustafa Kemal Atatürk’ün ardılı olarak 11 Kasım 1938 tarihinde Cumhurba şkanı seçilmi şti. İnönü’nün Cumhurba şkanı seçilmesinin hemen aynı günü Celal Bayar Ba şbakanlık görevinden alınmayarak yeniden atanmı ştı. Ancak Bayar, ba şbakanlıktan 25 Ocak 1939’da çekiliyordu. Zaten İnönü ile Bayar’ın siyasi görü şleri arasında geçmi şten kalma bir farklılık oldu ğu ve bu ikilinin uzun süre bir arada çalı şamayacakları bir gerçekti. Bayar’ın ardından bu göreve Refik Saydam getirildi. Refik Saydam’ın hükümetin ba şına getirilmesiyle Milli Şef kabineleri dönemi ba şlamı ş oluyordu. Bu dönemde İnönü’nün yönlendirmeleri hükümetin tüm yaptırım ve kararlarında ba şlıca etkenlerden biri haline gelecekti. Öncelikle dı ş politikaların belirlenmesi ve uygulanmasında Çankaya’nın yönlendirmeleri oldu ğu şüphesizdi (Turan, 2000, 146).

7 Temmuz 1942’de Refik Saydam’ın ani ölümü üzerine Sükrü Saraço ğlu Ba şbakanlık görevini üstlenecekti. İkinci Dünya Sava şı, Saydam ve Saraço ğlu kabinelerinin Türkiye’yi yönetti ği döneme rastlamı ştı.

Refik Saydam, hükümet programını 27 Ocak 1939’da TBMM’ye sundu. Oldukça kısa tutulmu ş olan programda, CHP programının esas alınaca ğı

93

vurgulanırken devrimin uygulanmasına özen gösterilece ğinin altı çizilmi şti. Bu arada bundan böyle Devletçilik uygulamasında önceliklerin saptanaca ğı ve ko şulların el verdi ği sürece de devletin denetimlerinin güçlenmesine çalı şılaca ğı belirtiliyordu. Refik Saydam Hükümeti’nin “devletçi” bir yapısının oldu ğu hükümet programından net biçimde gözlenebildi ği gibi uygulamalardan da anla şılabilir. Hükümetin ilk icraatlarından biri 28 Ocak 1939’da İstanbul Tramvay Şirketi’nin 1.570.000 TL’ye satın alınarak devletle ştirilmesidir. Bu uygulama daha sonra çıkartılacak olan Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi ve Toprak Mahsullleri Vergisi gibi yasalar Devletçili ğin etkisini açık şekilde göstermektedir (Turan, 2000, 142).

Refik Saydam hükümetinin en büyük problemi ia şe i şleri ve ekonomik sıkıntılar olarak göze çarpmaktaydı (Aydemir, 1968, C. II, 202) Yeni hükümetin ilk icraatlarından bir di ğeri de seçimlerin yenilenmesi kararının alınmasıydı. Saydam, CHP’nin yapılması kararla ştırılan yeni seçimlerde ba şarılı olaca ğından emindi. Bu güven aynı zamanda Refik Saydam Hükümeti’ne de bir nevi güven oyu niteli ğindeydi (Atay, 1939, 3).

26 Mart tarihinde yapılan seçimler sonrası Refik Saydam yeniden kabineyi kurmakla görevlendirilecekti. Falih Rıfkı Atay, seçimleri ve hükümeti de ğerlendirdi ği yazısında Refik Saydam Hükümeti’nin kendisinden beklenildi ği gibi yeni devrin en önemli hazırlı ğını bitirmi ş oldu ğu görü şündeydi. Bundan sonra ulusal güven ortamının tam olarak yansıdı ğı bir Meclis’in kuruldu ğu söylenmekteydi. Bu tarihten sonra hükümetin amaçlarının büyük bir hızla “cihazlanmak, sanayi hareketimizi tamamlamak, di ğer taraftan sanayiimizin hammaddesini veren ve pazarını te şkil eden Türk köylüsünün kalkınma davasını tanzim etmek ve ancak onlara istinat edecek ve tâkati onlarla artacak olan Türkiye’nin güvenli ğini tam sa ğlayabilecek hale getirmek” olması gerekti ğini vurguluyordu. 7 Temmuz 1942’de Refik Saydam İstanbul’da vefat etti. Bu dönemde Türkiye’nin herhangi bir aksama ve duraklamaya hiç sabrı yoktu. Hiç vakit kaybetmeden Şükrü Saraço ğlu, Refik Saydam’ın bo şlu ğunu doldurmakla görevlendirilecekti. 9 Temmuz 1942’de Şükrü Saraço ğlu, kabineyi kurmakla

94

görevlendirilince do ğal olarak İkinci Dünya Sava şı döneminde yürütülen dengeli dı ş politikanın hiçbir ko şulda zaafa dü şmeyece ğini tüm dünyaya göstermek gerekiyordu. 29 Mayıs 1939’da Ankara’da toplanan CHP’nin V. Büyük Kurultayı’nda parti nizamnamesi ile ilgili olarak yapılan en önemli de ğişiklik, parti içinde “Müstakil Grup” adı verilen bir yapının olu şturulmasıydı. Bu sayede, partinin ve hükümetin geli ştirdi ği politikaların kontrol edilmesi amaçlanmaktaydı. Buna göre CHP milletvekilleri arasından Kurultayın seçece ği 21 ki şilik bir grup, mecliste ba ğımsız bir kimlik ta şıyacaktı. CHP Meclis Grubu toplantılarına, görü ş bildirme ve oy kullanma hakkı olmaksızın katılabilecekti. Müstakil Grup’un ba şkanı ise CHP De ğişmez Genel Ba şkanı ve Türkiye Cumhurba şkanı olan İsmet İnönü olacaktı. Ba şkan Vekilli ğine ise İnönü tarafından kendisini temsil etmesi için bir grup üyesi atanacaktı (Koçak, 1997, 127). Hiçbir konuda hükümetlere kar şı bir tutum içinde görülmeyen Müstakil Grup, hükümetlerin her yaptı ğı icraatı desteklemi ştir. Hatta Müstakil Grup üyeleri, CHP’nin gizli Meclis Grupları’nda ne partinin uygulamaları ne de hükümetin icraatları hakkında yapılan tartı şmalarda dahi hiçbir şekilde ele ştiride bulunmamı şlardır (Koçak, 1997, 127).

Bu sebeplerden dolayı Müstakil Grup, hiçbir zaman bir “muhalefet organı” olarak görülmemi ştir. Ancak şunu da söylemek gerekir ki Avrupa’da “tek parti, tek sef” sistemlerinin pek revaçta oldu ğu ve bunun Türk siyasal sistemine uygun görüldü ğü bir zamanda Türkiye’de yine de örgütlü bir muhalefet fikri terk edilmemi ştir. Nitekim Saraço ğlu Hükümeti sırasında Celal Bayar’a CHP Grup Ba şkan Vekilli ği teklif edilince, Bayar bu görevi reddederek Müstakil Grup’un ba şına geçebilece ğini söyleyecektir (Timur, 1994, 11).

CHP içinde muhalefetin olgunla şması sürecine baktı ğımızda öncelikle Celal Bayar’dan söz etmek gerekir.

Celal Bayar, 1939 yılı ba şında Ba şbakanlıktan ayrıldıktan sonra CHP ve TBMM içinde herhangi bir görev almamı ş, sadece VI. ve VII. dönemlerde İzmir Milletvekili olarak siyasi ya şamını sürdürmü ştü. Bayar’ın bu dönemde meclis toplantılarına ve oylamalarına düzenli olarak katılmadı ğı görülür. Bu tavırlarından Bayar’ın yönetime kar şı ele ştirel bir tutum içinde oldu ğu anla şılıyordu. Parti içi

95

muhalefetin ilk sinyallerini Celal Bayar verirken, 1944 Mart ayında CHP Meclis Grubu’nda Saraço ğlu Hükümeti için yapılan güven oylamasında, hükümete 251’e kar şı 57 red oyu verilecekti. Hiç ku şkusuz bu geli şmeye kadar CHP Meclis Grubu’ndaki oylamalarda zaman zaman red oyu verildi ği bilinen bir gerçekti, ancak bu kez oylamaların önemi hem gizli yapılmasında, hem de 57 gibi ciddi bir sayıda güvensizlik oyu verilmesindeydi (Koçak, 1997, 132-133).

Parti içi muhalefet 1945’in ortalarına do ğru ise iyice su üstüne çıkacaktı. 21 Mayıs 1945’te ba şlayan bütçe görü şmeleri Meclis’te şiddetli bir muhalefetin ortaya çıktı ğını gösterecekti. Ba şta Adnan Menderes, Feridun Fikri Dü şünsel, , Emin Sazak gibi milletvekilleri yaptıkları konu şmalarda hükümeti sert şekilde ele ştirmi şlerdi. Ele ştiriler, her şeyden önce, bütçe açı ğı dolayısıyla artan devlet borçları, ölçüsüz emisyon, hayat pahalılı ğı, dar gelirlilerin zor durumu, vurgunculuk, karaborsa, vergi sisteminin verimsizli ği ve adaletsizli ği üzerinde yo ğunla şıyordu. 29 Mayıs 1945’te bütçenin Meclis’te oylanmasında 368 oya kar şılık 5 red oyu kullanılacaktı. Bu be ş muhalif, Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Emin Sazak’tı (Ero ğul, 1998, 27-28).

CHP’de ya şanan bu muhalefet hareketinin altında esas olarak Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tasarısına kar şı tepki vardı. Hükümet, çıkartılacak bu kanun ile ülkedeki toprak da ğılımında görülen adaletsizlikleri alınacak tedbirler ile önlemeyi amaçlıyordu. Buna göre hiç kimsenin be ş bin dönümden fazla arazisi bulunmayacak, bu limitin üstündeki topraklar kamula ştırılacaktı. Bu sayede topra ğı olmayan köylüye bu araziler da ğıtılabilecekti. Ayrıca çiftçiyi kalkındırmak ve sosyal adaleti sa ğlamak da amaçlanıyordu (Toker, 1990, 58).

Muhalif kesim özellikle toprak a ğalarının çıkarlarına aykırı olan bu kanunun çıkması taraftarı de ğillerdi. Çe şitli giri şimlerle bu kanuna muhalefet ediyorlardı. Ancak kanunun çıkmasına engel olamayacaklardı. Bunun üzerine dört muhalif milletvekili, İzmir Milletvekili Celal Bayar, Aydın Milletvekili Adnan Menderes, İçel Milletvekili Refik Koraltan ve Kars Milletvekili Fuat Köprülü “Dörtlü Takrir” adıyla bilinen bir önergeyi CHP Grubu’na veriyorlardı (Ero ğul, 1998, 29).

96

7 Haziran 1945 tarihinde verilen önergeye göre üç istek yer alıyordu (Topuz, Ünsal, 1975, 136):

(1) Milli hakimiyetin en tabii neticesi ve aynı zamanda dayana ğı olan Meclis murakabesinin (denetiminin) anayasamızın yalnız şekline de ğil, ruhuna da tamamıyla uygun olarak tecellisini sa ğlayacak tedbirlerini alması,

(2) Yurtta şların siyasi hak ve hürriyetlerini daha ilk Te şkilat-i Esasiye Kanunumuzun gerektirdi ği geni şlikle kullanılabilmesi imkanlarının sa ğlanması,

(3) Bütün parti çalı şmalarının yukarıdaki esaslara tamamıyla uygun bir şekilde yeni tanzimi.” Dörtlü Takrir, 11 Haziran 1945 tarihinde CHP Genel İdare Kurulu’nda görü şülüp reddedildi. Bu toplantıda İnönü’nün Türkiye’nin çok partili hayata geçmesi için zamanın geldi ği ve ikinci partinin Celal Bayar ve yanda şları tarafından kurulması gerekti ği görü şünü ortaya koydu ğu ileri sürülmektedir (Timur, 1994, 14).

6. SAVA Ş SONRASI DÜNYA’DAK İ S İYAS İ VE TOPLUMSAL OLU ŞUMLAR İLE TÜRK İYE’N İN KONUMU Bu bölümde İkinci Dünya Şava şı sonrası Dünya’daki siyasal ve toplumsal olu şumlar ile Türkiye’nin bu olu şumlar içerisindeki yeri açıklanacaktır.

6.1 İkinci Dünya Sava şı’nın Sonunda Olu şan Uluslararası Ortam

ABD’nin, Uzakdo ğu ve Avrupa’da a ğırlı ğını koyması ile dengesini Müttefiklerden yana koyan, Sovyetlerin, Almanların içlerine do ğru ilerlemeleri ve Japonya’ya atılan atom bombaları ile sonu görünen İkinci Dünya Sava şı, önce Almanların 7 Mayıs 1945’te Paris yakınlarında bir kent olan Reims’te bulunan Müttefikler Karargahı’nda, daha sonra da Japonya’nın, 2 Eylül 1945’te Tokyo Koyu’nda Missouri Zırhlısı’nda, tıpkı müttefiki Almanya gibi kayıtsız şartsız teslim oldu ğunun belgesini imzalaması üzerine sona ermi şti (Armao ğlu, 1991, 402).

97

İnsanlık tarihinin gördü ğü en yıkıcı sava şlardan biri olan İkinci Dünya Sava şı sona erdi ğinde, birincisi ile kar şıla ştırılamayacak kadar yıkıcı etki yaratmı ştı (Armao ğlu, 1991, 402). Birinci Dünya Sava şı’na toplam nüfusu 1,5 milyar olan 36 ülke katılırken, ikincisine toplam 1.7 milyar nüfuslu 61 devlet katılmı ştır. Birincisinde askeri harekat dört milyon kilometrekarelik bir alana yayılmı şken, ikincisinde tam 22 milyon kilometrekareyi kapsamı ştır. Birincisinde 70 milyon insan silah altına alınmı şken, bu rakam ikincisinde 110 milyona çıkmı ştır. Birinci Dünya Sava şı’nda ölü sayısı 10 milyonken, ikincisinde 32 milyon ölü ve 35 milyon da yaralı vardır (Ataöv, 1969, 1). İkinci Dünya Sava şı’nın ba şrol oyuncularının sava ş sonunda sahip oldukları ekonomiyi ve i ş gücü durumunu ortaya koymak, uluslararası ili şkilerin nasıl şekillendi ğini açıklamaya yardımcı olacaktır. Çünkü uluslararası ili şkilerin esas belirleyicisi ülkelerin ekonomik güçleridir. Sava ş boyunca ülkelerin askeri, sosyal, siyasi ve ekonomik bütün dengeleri bozulurken Amerika’nın sava ştan her yönü ile daha da güçlenerek çıkması dikkat çekicidir.

Amerika; sava şın yakıcı ve yıkıcı etkisini kendi topraklarında ya şamamı ş bir ülke olarak 1945’li yıllara gelindi ğinde, o ana kadar görülmemi ş derecede güçlü bir ülke görünümüne bürünmü ştür. Sava ş harcamalarındaki çok büyük artı ş yüzünden, ülkenin GSMH (Gayri Safi Milli Hasila)’sı 1939 yılı sabit dolar hesabı ile 88,6 milyar dolardan 1945 yılına gelindi ğinde 135 milyar dolara ve cari dolar hesabı ile çok daha yüksek bir rakama (220 milyar dolar) ula şmı ştır. Ekonomiye bir düzen getirilmi ş, sava şa kadar yetersiz kullanılan kaynaklar ve insan gücünden, özellikle atıl kadın i şçi gizil gücünden büyük ölçüde yararlanılmı ştır. Sava ş sırasında ülkedeki üretim donanımı % 50, fiziksel mal verimi de % 50 den fazla artmı ştı. 1940-44 yıllarında her yıl sanayideki geni şleme % 15 seviyesinde artmı ştı ki bu görülmemi ş bir rakamdı. Sava ş sanayisinin bir sonucu gibi algılanabilecek bu büyüme, sava ş dı şı sanayiye de yansımı ş böylece sava şa katılan öbür ülkelerde görüldü ğü gibi ekonominin sivil sektörüne el uzatılmamı ştı. Sava ş sonunda ABD di ğer devletlerin aksine sava ş yüzünden çok zenginle şen tek ülke idi. 20 milyar dolarlık altın rezervine sahipti ki bu dünya rakamının 2/3’üne denk geliyordu. Dünya her tür mal üretiminin 1/3’ünü Amerikalılar gerçekle ştiriyordu. Bu da ABD’ni sava ş sonunda en büyük mal

98

ihracatçısı konumuna getiriyor, birkaç yıl sonra ise ülke dünya mal ihracatının 1/3’ünü kar şılar konuma geliyordu. Gemi yapımı olanaklarındaki geni şlemeden dolayı dünya gemi kaynaklarının yarısına sahipti. Ekonomik açıdan diledi ğini yapabilecek güçte idi (Kennedy, 2002, 427).

ABD’nin ekonomik gücü, askeri gücüne de yansıyor, ülke sava şın sonunda 7,5 milyonu deniz a şırı ülkelerde olmak üzere 12,5 milyon tutarında bir askeri güce sahip oluyordu. ABD Donanması onlarca uçak gemisi etrafında kümelenen 1200 ana sava ş gemisinden olu şan filosu ile tartı şmasız İngiliz Kraliyet Donanması’ndan bile çok üstündü. Hava kuvvetlerindeki gücü ise daha da görkemli idi. ABD Hitler’in Avrupası’nı hallaç pamu ğu gibi atan 2.000’den fazla a ğır bombardıman uça ğı ile pek çok Japon kentini yıkıp kül eden 1.000 ultra uzun menzilli B-29’a eklenen daha da güçlü jet-güdümlü stratejik bombardıman uçakları ile bu alanda tek oldu ğunu kanıtlıyordu ( Kennedy, 2002, 427-428). Ancak sava ş sonunda ortaya çıkan bütün bu gücüne kar şın Amerika’da yine de her şey yolunda gitmemi ştir. Hükümet, sava ş boyunca halkın tasarruflarını çe şitli yollardan sava ş sanayine aktarmak için giri şti ği vergi artırımı, ücretlerin dondurulması gibi tedbirler yüzünden, sava şın sonunda rahat bir nefes almak isteyen Amerikan halkının a ğır baskısı altında kalmı ştı. Bunun sonucunda grevler artıp, fiyatlar yükselirken, 1945 yılında 98,4 milyar dolar olan bütçe giderini ertesi yıl 60.4 milyar dolara dü şürmek gerekmi ştir. Bütçedeki bu hatırı sayılır dü şüş öncelikle sava ş sanayisine verilen sipari şlerin kısıtlanması ile sa ğlanabilmi ştir (Erdo ğdu, 2004, 30). 1940–45 yılları arasında Avrupa’da 450 bin kilometrekarelik bir alanı ve 24 milyon nüfusu sınırları içine alan Sovyet Rusya, 1945-48 yılları arasında ise bir milyon kilometrekare toprak ile 92 milyon nüfusu kontrolüne almı ştır (Erdo ğdu, 2004, 26). Buna kar şın ekonomik tabanı ise aynı ölçüde büyümemi şti. Aksine nüfus kayıpları deh şet verici seviyede idi. Silahlı kuvvetlerde 7,5 milyon ölü, Almanlar tarafından öldürülen 6-8 milyon sivil, bunun yanında karneye ba ğlanan yiyecek kıtlı ğı, zorla çalı ştırma ve çalı şma saatlerinin artırılmasından kaynaklanan dolaylı kayıplarla birlikte 1941-1945 yılları arasında 20-25 milyon kadar Rus vatanda şı hayatını kaybetti. Ço ğunlu ğunu erkeklerin olu şturdu ğu bu kayıplar Rusya’nın demografik yapısını da büyük ölçüde etkiledi. Naziler 88 milyon Sovyet

99

vatanda şının ya şadı ğı topraklarda, 15 şehir, 1700 kasaba, 70000 köy, 31000 sanayi tesisi, 90000 köprü, 980000 kolektif çiftlik, 2890 makine traktör istasyonu, 84000 okul, 43000 kitaplık, 44000 tiyatro, 427 müze ve 10000 elektrik tesisini yıkmış, 2890 petrol kuyusu, 1735 maden oca ğını, 65.000 kilometrelik demiryolunu, 56000 km karayolunu tahrip etmi şlerdi (Ataöv, 1969, 64).

İş gali ya şayan Ukrayna ve Belarus’daki topraklarda bulunan 11,6 milyon attan 7 milyonu, 23 milyon domuzdan 20 milyonu telef oldu. 137.000 traktör, 49.000 biçerdöver, çok sayıda a ğıl ve çiftlik binası tahrip edildi. Ula şım, i şgal bölgesindeki 15.800 lokomotifin, 48.000 yük vagonunun, 4.280 nehir gemisinin zarar görmesi ile büyük darbe yedi (Kennedy, 2002, 432).

Bütün bu tahribata ra ğmen Rusya, Büyük Almanya’yı hem sava ş alanında hem de sava ş sanayinde yenmi şti. Ancak bunu di ğer bütün üretim kalemlerini kısıp, askeri sanayi üretimine tek yönlü olarak a ğırlık vererek ba şarmı ştı. Rusların 1920’li yıllardan itibaren giri şti ği a ğır sanayi hamlesi “küçük bir ekonomik mucize” olmu ş, verim 1945-1950 yılları arasında ikiye katlanmı ştı (Kennedy, 2002, 432).

Stalin’in sava ş sonrasında bile güçlü bir askeri güç bulundurma ihtiyacı, sahip oldu ğu muhte şem co ğrafyayı emniyete almak açısından çok da azalmamı ştı. 1945’den sonra 25.000 cephe hattı tankının ve 17.000 uça ğın destekledi ği 175 tümenlik görkemli bir askeri gücü olan Kızıl Ordu’nun bundan sonraki hedefi; kapitalizmi mümkün oldu ğu kadar ötede tutarak bir an önce yaraları sarmaya giri şmek (Erdo ğdu, 2004, 30), gelecekteki saldırganlıkları engellemek, Avrupa’daki ve Uzakdo ğu’daki ele geçirilen toprakları denetim altında tutabilmekti (Kennedy, 2002, 433). Yalnız bir problem vardı ki o da bu Tümenlerin ço ğunun sadece isim olarak var olan ve iskelet halindeki yeniden te şkilatlanmayı gerektiren birlikler olu şuydu. Büyük bir kararlılıkla bunun da üzerine gidildi. Ekonomik kaynakların büyük ço ğunlu ğu yeni silah sistemlerinin geli ştirilmesine ayrıldı. 1947-1948’lere gelindi ğinde uzun menzilli MIG-15 jet avcı uçaklarının devreye girmesi, Amerikalılar ve İngilizlerden yapılan çalıntı teknoloji transferi ile stratejik bir hava gücü olu şturulmu ştu. Ele geçirilen Alman bilim adamı ve teknisyenleri çe şitli füze ve güdüm sistemlerinin geli ştirilmesinde kullanılmaktaydı. Sava ş sırasında bile Sovyet

100

atom bombasının yapılması için kaynak ayrılmı ştı. Donanma da yeni katılan a ğır kruvazörler ve okyanusta harekete daha elveri şli denizaltılar sayesinde de ğişim geçiriyordu (Kennedy, 2002, 433).

İş te Churchill’in Truman’a daha 12 Mayıs 1945’de yazdı ğı mektupta ifade etti ği Demir Perdenin gerisinde Sovyet Rusya yukarıda bahsedilen gelişmeleri ya şıyordu. Son derece yetersiz teknolojik ve ekonomik imkanlarla gerçekle ştirilen bu atılımlar batıdaki örnekleri ile kar şıla ştırıldı ğında oldukça kaba-saba olmakla birlikte, takdire de ğer olan nokta tüm bunların bitmez tükenmez bir kararlılık içinde gerçekle ştirilmi ş olmasıdır (Kennedy, 2002, 434). Buradaki kararlılık ve büyük güç olma sırrını Stalin’in ki şili ğinde aramak yanlı ş olmaz.

Yeni süper güçlerin ortaya çıkmasına sebep olan eskinin büyükleri; yenik devletlere ne oldu? Sava ş son buldu ğunda Müttefikler hem Fa şist Almanya’nın, hem de Japonya’nın uluslararası herhangi bir düzene yeni bir tehdit olu şturmalarını önleyecek planlarını uygulamaya giri ştiler. Bu yalnız her iki ülkenin uzun vadeli askeri i şgalini kapsamıyor, Almanya söz konusu oldu ğunda ülkenin dört i şgal bölgesine, sonra da iki ayrı Alman Devleti’ne bölünmesini de getiriyordu. Japonya’nın deniza şırı ülkelerde kazandıkları elinden alındı. Almanya Avrupa’daki ve daha do ğudaki kazançlarından oldu. Stratejik bombardımanın yarattığı yıkıntıya, ula şım sisteminin a şırı zorlamasına, konut sayılarındaki gerilemeye, pek çok hammaddelerin bulunmayı şına ve ihracat pazarlarının kaybına, müttefiklerin sanayiye getirdikleri denetimler de eklendi (Kennedy, 2002, 435). Buna Rusların kendi ülkelerinde ya şadıkları i şgalin ve i şkencelerin intikamını alırcasına sanayi demirba şını talan etmeleri de eklenince Almanya’nın 1946’daki ulusal geliri ve verimi, 1938’dekinin üçte birinden azdı; korkunç bir azalmaydı bu (Kennedy, 2002, 435).

Japonya’da da buna benzer bir gerileme olmu ştu; 1946’da ki ulusal gelir, 1934-1936’dakinin ancak yüzde 50’si kadardı ve imalat sektöründeki gerçek ücretler yüzde 30’a dü şmü ştü. Dı ş ticaret öyle a şağı düzeydeydi ki 1948’ler de bile ihracat 1934-1936 rakamının ancak yüzde 8’i, ithalat ise yüzde 18’i kadardı. Sava ş

101

Japonya’nın gemilerini yok etmi ş, pamuk çıkrık makinelerini 12,2 milyondan 2 milyona dü şürmü ş, kömür verimini yarıya indirmi şti (Kennedy, 2002, 435).

İtalya 1943’te taraf de ğiştirdi ği halde, onun ekonomik kaderi de aynı ölçüde karanlıktı. Müttefik kuvvetler, iki yıl boyunca sava şıp bombalayarak yarımada da ilerlemi şler ve Mussolini’nin stratejik hatalarının yol açtı ğı zarara pek çok yeni zararlar eklemi şlerdi. 1945’te İtalya’nın GSMH’sı 1911 düzeyine geri dönmü ş ve gerçek anlamda 1938’e kıyasla yakla şık yüzde 40 oranında küçülmü ştü. Nüfus, sava şta verilen kayıplara ra ğmen, sömürgelerden yurda dönenler ve dı şarıya göçün durmasıyla geni ş ölçüde artmı ştı. Ya şam düzeyi ürküntü verecek kadar dü şüktü (Kennedy, 2002, 436).

Fransa; Almanlarca dört yıl ya ğmalandıktan sonra 1944 yılında, aylarca süren geni ş çaplı sava şlar yapmı ştı. Su yollarının ve limanların ço ğu kapanmı ş, köprülerin ço ğu tahrip edilmi ş, demir yolu sisteminin büyük bölümü geçici olarak kullanılamaz hale gelmi şti. İthalat ve ihracat 1944-1945’te hemen hemen sıfıra dü şmü ştü. Fransa’nın ulusal geliri, 1938’dekinin ancak yarısıydı . Gerçi dünyanın çe şitli yerlerindeki sömürgeleri ile hala bir güç olsa da Fransa, demokrasinin be şiği ve sarsılmaz kalesi de ğildi artık ( Kennedy, 2002, 436).

İngiltere İkinci Dünya Sava şı’nda ba ştan sona çarpı şmı ş tek büyük devletti. Churchill’in yönetimi altında tartı şmasız bir biçimde “Üç Büyükler” den biri olmu ştu. 1945 A ğustosuna gelindi ğinde Hong-Kong da dahil olmak üzere imparatorun tüm sömürgeleri halen İngiltere’nin elindeydi. İngiliz askerleri ve hava üsleri Kuzey Afrika’ya, İtalya’ya, Almanya’ya, Güneydo ğu Asya’ya yayılmı ştı. A ğır kayıplara ra ğmen, krallık donanması, 1.000’den fazla sava ş gemisine, yakla şık 3.000 küçük sava ş gemisine ve yakla şık 5.500 çıkarma aracına sahipti. RAF bombardıman uçakları komutanlı ğı, dünyadaki ikinci en büyük stratejik hava kuvvetiydi (Kennedy, 2002, 437). İngilizler sava ştan sonra, kazanan büyükler safında yer almayı ba şarmışlardı. Ancak sava ş içinde kalabilmek adına; kendilerini büyük ölçüde zorlamı şlar, altın ve dolar rezervlerini tüketmi şlerdi. Ülke içindeki makineleri yıpratmı şlar ve Amerika’dan gelen mühimmata, gemilere, yiyecek maddelerine ve ba şka malzemeye

102

giderek daha ba ğımlı hale gelmi şlerdi. İhracat alabildi ğine azalmı ş, 1944’te 1938 rakamının ancak yüzde 31’i kadar ihracat gerçekle şmi şti ( Kennedy, 2002, 438). İş çi Partisi Hükümeti’nin 1945 Temmuzu’nda iktidara geldi ği zaman, okumak zorunda oldu ğu belgelerden biri, Keynes’in ülkenin kar şı kar şıya bulundu ğu ekonomik krize ili şkin notlarıydı: “Ülke muazzam ticaret açı ğı, sanayi tabanın zayıflaması, deniza şırı bölgelerdeki çok büyük kurulu şları yüzünden kesilmi ş olan ödünç verme-kiralama uygulamasının yerini tutacak yeni bir Amerikan yardımına şiddetle ihtiyaç duyuyordu. O’na göre bu yardım olmazsa sava ş sırasında bile olmadı ğı kadar kemer sıkmak gerekecekti ’’( Kennedy, 2002, 438). Avrupalı güçlerin yıldızlarının böylece sönü şü askeri personele ve harcamalara daha da belirgin bir şekilde yansıdı. Örne ğin 1950 de ABD’nin askeri harcamaları 14,5 milyar dolar, 1.38 milyon asker iken, Rusya’nın ki 15,5 milyar dolar, 4,3 milyon asker, İngiltere’nin; 2,3 milyar dolar, 680 bin asker, Fransa’nın ise 1,4 milyar dolar, 590 bin asker olarak gerçekle şti ( Kennedy, 2002, 440). Almanya ve Japonya askerden arındırıldı ğı için de ğerlendirilmeye girmemi şlerdi. Ekonomik ve askeri güç de ğerlendirmeleri kısaca özetlenecek olursa; sava ş sonunda ABD ve Sovyet Rusya Dünyanın yeni iki süper gücü olarak kendilerini kanıtlamı şlar, İngiltere büyüklü ğünü korumu ş, Fransa eski büyük olarak Avrupa’nın merkezindeki yerini almı ştır. Almanya, İtalya ve Japonya ise artık büyük güç olmaktan uzakla şmı şlardı. Sava şın sonunda nasıl bir Dünya düzeni ve dengesi kurulacak? Yukarıda anlatılan güç de ğerlendirmeleri bu sorunun yanıtı olacaktır. A şağıda sava ş sonu olu şumlar anlatılmı ştır. Amerika , sava şı kendi topraklarında kabul etmeyen ve korkunç bir şekilde zenginle şen bir ülke olarak sava şın sonunda; askerlerini Avrupa’dan çekmek, geleneksel yalnızlık politikasına geri dönmek ve galibiyetin tadını çıkarmak istiyordu. Bu amaçla sava ş içinde barı ş arayı şları esnasında ortaya attıkları dörtlü polis sistemi denilen “ ABD, Sovyet Rusya, İngiltere, Çin” in dahil oldu ğu dünyanın dört büyük gücünün önderli ğinde kurulacak uluslararası bir kurulu ş dünyanın kalanını yönetecekti (Kennedy, 2002, 376-377). Bu, gerçekte hayal ürünü bir dü şünce idi. Ama sava ş boyunca Stalin gibi bir despot ve Churchill gibi bir politika kurdu ile

103

ba ş edebilmi ş olan Franklin Delano Roosevelt’e aitti bu dü şünce ve O da geleneksel Amerikan idealizmini temsil ediyordu ( Akalın, 2003, 47 ). Oysa hiç de öngörüldü ğü gibi olmadı. 12 Nisan 1945‘de Roosevelt’in beklenen ölümüne ra ğmen ABD politik karar vericileri çok hazırlıksız yakalanmı ştı. Bunun yanında Roosevelt ‘in yerine geçen Harry Truman ve beraberindeki politika yapıcılar Amerika’yı iç (yalnızlık) politikasına döndürmek şöyle dursun, artık olayların tam ortasında Dünya siyasetinde ba ş aktör olarak yer almasını sa ğladılar.

Sava ş sonunda muhte şem bir askeri ve sivil endüstri gücüne sahip olan ABD’nin, bu güce tam zıt olarak kendi topraklarında grevlerin artması, hayatın pahalıla şması, halkın sava ş aleyhtarı gösterilerinin artması gibi politik ve sosyolojik etkenler Birle şik Devletleri bu noktadan itibaren iki yönlü bir strateji izlemeye yöneltmi ştir. Bu stratejinin iki temel dayana ğı;

(1) Sovyetler Birli ği ile askeri ve ekonomik alanlarda sava ş ekonomisini sürekli olarak kamçılayacak yeni politik-ideoloji sava şı geli ştirmek, Çin ve Do ğu Avrupa’ya kar şı kapitalizmi yeniden yerle ştirmeyi hedef tutan bir “kurtarma” harekatına giri şmek.

(2) Sömürge imparatorluklarının çökü ş sürecini hızlandırarak dünya pazarlarını “yeni sömürgecilik” yolu ile elde etmek, kendi kabuklarına çekilmek zorunda kalacak olan Batı Avrupa’yı da ekonomik ve siyasi hegemonya altına almaktır ( Erdo ğdu, 2004, 31 ).

Stalin’in çelik iradesi ile Almanlara kar şı varolma mücadelesini kazanan Sovyet Rusya ise bir yandan kendi hayat sahasına yönelik güvenlik hattını kurmanın takipçisi olurken ( Ataöv, 1969, 81-82) , bir yandan da sava şın galip iki süper gücünden biri olmanın avantajı ile ‘’Sava ş sonunda ortaya çıkan bo şluklardan nasıl bir pay çıkarabilirim?’’ in hesaplarını yapıyordu. Bir yandan Batı Avrupa’da (Fransa ve İtalya’ da) kendi ideolojisini destekleyen halk yı ğınları ile i şbirli ği yaparken kendi güvenlik koridorunda kontrol altında bulundurma zorunlulu ğu duydu ğu yerleri (Polonya, Almanya’nın do ğusu, Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan, Romanya) kontrol etmekten geri kalmıyordu. Hatta daha da ileri giderek

104

İngiltere’nin içine dü ştü ğü açmazı çok iyi hesap edip, Yunanistan’da karı şıklık çıkarmak ve Türkiye’den toprak ve Bo ğazlardan üs talebinde bulunmak, İran’da kendine yakın gördü ğü unsurları destekleyerek bir buhran çıkarmak, Uzakdo ğu’da Çin’li komünist lider Mao Tse Tung’la i şbirli ği yapıp milliyetçi lider Çan Kay Sek’i Formoza’ya sürerek, Çin’i kendi nüfuz bölgesine dahil etmek (Öke, 1990, 12) ve Kuzey Kore’yi i şgal etmek Rus Lideri’nin sava şın son günlerinde ana u ğra şı konularını olu şturuyordu.

Rus Liderli ği büyük bir kararlılıkla sava ş sonunda ortaya çıkan belirsiz durum bo şluklarından nerede olursa olsun faydalanarak oraya nüfuz etmek amacındaydı. Ancak bu konuda o kadar temkinliydi ki, şayet ciddi bir kar şı direni şle kar şıla şırsa derhal geri çekilerek ( Harp Akademileri YABE Ba şkanlı ğı, 1984, 5) hem dünya kamuoyuna uyumlu oldu ğunun mesajını veriyor, hem de her zaman yaptıkları gibi sınırlı güçlerini örtbas ediyordu.

İç kamuoyuna yönelik olarak da Sovyet Lideri halkına şu mesajı veriyordu: ”Kaçınılmaz olan çatı şmayı bir kapitalist iç sava şa dönü ştürecek ve komünist ana yurdundan uzak tutacak kadar güçlü olmak.”

Gerçekten Sovyet Lideri So ğuk Sava şa neden olacak bir şekilde bir Demir Perde arkasına gizledi ği kendi halkı ve uyduları ile yukarıda belirtilen prensibi gerçekle ştirmek ve olanakları elverdi ğince geni ş bir sahayı kontrolü altında bulundurmak amacını güttü. Sava şın hemen sonunda Almanya’daki sanayi ta şınmazlarını talan edercesine söküp Rusya’ya ta şımak (Kennedy, 2002, 432) güvenlik şefi Beria’yı ba şlatılan atom programının ba şına getirmek, ordunun önemli bir kısmını Uzakdo ğu’ya kaydırarak Avrupa’da gerçekle ştiremeyece ği geni şlemeyi Uzakdo ğu’ya ta şımak istiyordu.

İngiltere , sava şın en çok yükünü omuzlamı ş olmanın yanı sıra en az kazanımı elde etmi ş olmanın haklı sıkıntısı içinde idi. Sava ş boyunca stratejisini ABD Liderli ğini bir şekilde Sovyet Rus Liderli ği ile güvensizli ğe dayalı bir sinir harbi içinde tutmak üzerine kuran, bunda ba şarılı da olan yüksek politik deha Churchill, sava şın sonuna do ğru ülkesindeki seçimleri kaybediyordu.

105

Churchill’e göre sava ş sonrasında Avrupa, Sovyet Rusya’ya duydu ğu kin ve güvensizlikten dolayı Fransa ve hatta ma ğlup Almanya’nın bile içinde oldu ğu bir blokla güçlendirilmeli ve Rus yayılmacılı ğının önü alınmalıydı. Churchill’in dü şündükleri kısmen gerçekle şmi ş olsa da yerine geçen C. Atlee hükümeti; sava şın getirdi ği yaraları sarmak adına Orta ve Uzakdo ğu’daki sömürgelerin bir kısmından vazgeçmek, Yunanistan ve Türkiye’ye yapılan yardımları ABD’ye havale etmek, ağır yara almı ş sanayi altyapısını yeniden in şaya giri şmek zorunda kalmı ştı.

Fransa ise dört yıl boyunca Alman i şgalini yüre ğinde hissetmi ş olmanın utancını, ancak barı ş masasına müttefiklerle birlikte galipler sıfatı ile oturursa kıracaktı. Zaten bahsedildi ği üzere sava ş sonrası Avrupa hesaplarında, Avrupa’dan çekilecek Birle şik Devletler askerlerinin bırakaca ğı bo şlu ğu Sovyet Rusya’nın doldurmasındansa Fransa ve hatta mağlup Almanya’nın doldurmasını öngören yorumlar, Fransa’yı galiplerle birlikte barı ş masasına oturma imkanı sa ğlamı ş, hem de Birle şmi ş Milletlerde veto yetkisi olan devlet statüsüne sokmu ştu.

6.2. İkinci Dünya Sava şı’nın Sonunda Olu şan Uluslararası Ortamda Türkiye’nin Konumu

Sanayi alt yapısının güçlendirilmesi için giri şilen planlı ekonomi yıllarının olası sava ş nedeni ile bir noktadan daha ileri gidememesi ve yakla şan sava şa hazırlık olarak olu şturulan sava ş ekonomisinin çok yetersiz bir düzeyde kalması (Deringil, 2007, 19-21) milletin yıllar süren sava şların ardından yeni bir sava şın yükünü omuzlamak adına hiç de gönüllü olmaması (Deringil, 2007, 31) İkinci Dünya Sava şı’nda Türkiye Cumhuriyeti Devleti için izleyebilece ği bir tek politika oldu ğuna işaret etmi ştir.

“Ne pahasına olursa olsun sava şın dı şında kalmak.” Sava şın dı şında kalabilmek yüksek politik hareket yeterlili ği gerektirmekte ve Birinci Dünya Sava şı, ardından Kurtulu ş Sava şı tecrübesi ya şamı ş Türk Diplomasi kadroları için ba şarılması hiç de zor de ğildi.

İş te bu haklı gerekçelerle İkinci Dünya Sava şı’na katılmadık. Öyle zamanlar oldu ki “ İngiltere ile müttefik, Almanya ile dost olmak konumuna geldik”(Deringil,

106

2007, 51) İç politika kaygıları ile bazı kesimler tarafından “Erkekli ğimizi Unutturdunuz!” şeklindeki duygusal yakla şımın yanında, Batı kamuoyu tarafından zaman zaman ahlak ölçülerini a şan, rencide edici tarzlara varan bir şekilde ele ştirildik. Sava şa, Müttefiklerin yanında dahil olmamız adına inanılmaz baskılarla kar şı kar şıya bırakıldık (Nadi, 1964, 229). Ancak yine de 1939–1945 yılları arasında İsmet İnönü ve Türk politika yapıcıları, Türkiye’yi sava ş dı şında tutmakla tam bir “dı ş politika felsefesi” olu şturmu şlardır. İş in inceliklerine göre oynanan bir “Denge Oyunu” içinde “Bıça ğın Sırtında Siyaset” (Öz, 1996, 78) yapılmı ştır. Ba ş rol oyuncusu İsmet İnönü’ye göre ise olup biten: “Bizim kaderimiz, müttefiklerle beraber olmaktı. Bunun neticesi olarak müttefiklerle beraber ve onların safında harbe girmemiz, tabii ve zaruri olacaktı. Ancak, bu harbe girmek için, vaziyetimizin özelli ğini ve müttefiklerimizin bize kar şı vazifelerini hakkıyla ifa etmelerini istemeye mecbur ve bunda haklıydık.Yoksa harbe girmemek ve hiçbir şart altında girmemek daha en ba şta verilmi ş bir karara dayanmaktaydı. İş te bu suretledir ki, taahhütlerimize sadık kalmakla Müttefiklerimizin bize kar şı vazifelerini ifa etmelerini istemek arasındaki tartı şma, bizi harp dı şında bırakmı ştır.Yani netice şu oldu: Harbe girmek bizim için mümkün olmadı ve müttefiklerimiz de bizi bu hususta haksız bulmaya hiçbir zaman, vesile ve imkan bulamadılar” ( Aydemir, 1976, 244) dan ibarettir.

Ne var ki harp ko şullarının a ğırlı ğı ve içine dü ştü ğü yalnızlık Türkiye’yi sava şın sonlarına do ğru batı demokrasilerinin yanındaki yerini sa ğlama almaya zorlamı ştır. 4-11 Şubat 1945’de yapılan Yalta Konferansı’nda müttefik devletlerin aldıkları karar uyarınca henüz Birle şmi ş Milletler Bildirgesi’ni imza etmemi ş devletlerin San Fransisco Konferansı’na katılabilmeleri için 1 Mart 1945’ten önce Almanya ve Japonya’ya sava ş ilan etmeleri ve 1 Ocak 1942 yılına ait BM Bildirgesi’ni imza etmeleri gerekiyordu ve Türkiye’de bunu yaptı. 23 Şubat 1945’te Japonya ve Almanya’ya şekil olarak da olsa harp ilan etti ve bu sayede 26 Haziran 1945 yılında kurulan yeni Birle şmi ş Milletlerin Kurucu üyeleri arasına girdik. Bazı çevrelere göre Türkiye’nin Birle şmi ş Milletlere üyelik formalitesinden ba şka bir şey olmayan bu sava ş ilanı (Gönlübol, 1995, 184), Türkiye Cumhuriyeti Devleti için gerçekte ola ğanüstü bir olay idi ve basın tarafından yürekten alkı şlanıyordu. “…Bo ğazları tutan Türk setti, harbin birçok millet ve memleket içine girmesine

107

engel te şkil etmi ştir… Yarın Birle şmi ş Milletler demecini imzalamaya davet olunmasının sebebi… Demokrasilerin sava şı lehine oldu ğu kabul edilen bu hizmetleridir…” (Deringil, 2007, 250-251).

Böylece, bir bakıma Genç Cumhuriyet Batı’ya yöneli şin ilk meyvelerini topluyor havası içine girmi şti.

İkinci Dünya Sava şı sonunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bekleyen en büyük tehlike sava ş içinde içine düştü ğü yalnızlı ğı bir türlü kıramamı ş olmaktı. Zira ABD liderli ğinde sürdürülen BM’ye ili şkin çalı şmalara Türkiye’ye kar şı geni şleme giri şimleri olan Rusya’nın da katılması ve bu iki büyük güç arasındaki sıkı i şbirli ği Türkiye’nin müttefiki iki büyük ülke İngiltere ve ABD nezdinde, destek arayı şlarına önemli ölçüde engel olmu ştu ( Gönlübol, 1995, 192).

İkinci Dünya Sava şı’nın sonunda Türkiye açısından süregelen ekonomik yoksulluk ve güçlüklere bir de Sovyet Rusya’nın 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antla şması’nı 19 Mart 1945 tarihinde bir nota ile feshetmesi eklenmi ştir. Neden olarak da “ İkinci Dünya Sava şı sırasında meydana gelen köklü geli şmeler sebebi ile bu antla şmanın artık yeni şartlara uymamakta oldu ğu ve ciddi de ğişikliklere ihtiyaç gösterdi ği” (Gürsel, 1968, 223) şeklinde ifade edilen Sovyet Rusya’nın bu tutumu, Türkiye’nin bundan sonraki süreçte ekonomik, politik ve güvenlik meselelerini yalnız gö ğüslemek zorunda kalaca ğının i şaretlerini veriyordu. Yalnız kalma ise içinde bulunulan duruma (ülkenin güç durumuna) uymuyordu.

Sovyet Dı şişleri Bakanı Molotov’un 7 Haziran 1945’de Türkiye’nin Moskova büyükelçisi Selim Sarper’e “Türkiye’nin, e ğer Rusya ile iyi geçinmek istiyorsa özetle: “Bo ğazları mü şterek olarak korumak üzere, kara ve denizde üsler vermesi gerekti ği, Montreux Bo ğazlar Sözle şmesi’nin birlikte bir defa daha gözden geçirilmesi ve dahası Kars, Ardahan ve bazı Türk illerinin Sovyetlere bırakılması” yönünde taleplerini iletmesi ile bir anda çözümsüzlü ğe giriyor ve Türk-Sovyet ili şkileri gergin bir hal alıyordu.Türkiye, Batının deste ğini almak zorunda kalıyordu.

Yükselen Rus tehdidine kar şı Cumhurba şkanı İsmet İnönü “Türkiye’nin bir karı ş topra ğını bile veremeyece ğini, gerekirse şerefiyle öleceklerini” (Gürsel, 1968,

108

233) ifade ederken hiç ku şkusuz Türk Milletinin vatan topra ğına tecavüze kar şı verece ği tepkinin ne olaca ğının i şaretini veriyor, zorbalıklara boyun e ğmeyece ğini belirtiyordu. Ancak desteksiz kar şı koymanın zorlu ğu da belliydi.

Türkiye, Potsdam Konferansı öncesi ABD ve İngiltere nezdinde destek arayı şlarına girmekle beraber, bulmayı umut etti ği deste ği bulamamı ştır. Gerçi Churchill Potsdam’da ilk defa “Sovyetlerin toprak taleplerinin ve Bulgaristan’a kuvvet yı ğmalarının Türkiye’yi endi şeye sevk etti ğini, Rusya’nın Bo ğazlar meselesini Türkiye ile ortaklasa çözmek istemesini İngiltere’nin kabul edemeyece ğini“ (Gürsel, 1968, 225) ifade ederek Türkiye’nin toprak bütünlü ğünün korunmasının ve Bo ğazlar meselesindeki çözüm tasarrufunun sadece Rusya’ya bırakılamayacak kadar önemli oldu ğunun önemine de ğinmi şti, ama bu görü şler bile meselenin çözümüne bir katkı sa ğlamamı ştı. Çünkü ABD Ba şkanı Truman; Sovyetlerin Türkiye’den toprak talebinin sadece iki ülkeyi ilgilendirdi ğini, bu nedenle meselenin iki ülke arasında çözülmesi gerekti ğini dü şünüyordu. Bo ğazlar konusunda ise Truman; İngiltere’nin ısrarları kar şısında Rusya’nın Bo ğazlarda üs sahibi olmasına taraftar görünmemi ş, dahası Bo ğazlara uluslararası bir statü kazandırılmasını teklif etmi şti. ( Ulman, 1961, 124). Rusya’nın bu teklife sıcak bakmaması üzerine net bir çözüm üretemeyen Potsdam görü şmeleri; ABD, İngiltere ve Rusya’nın Bo ğazların güvenli ği konusundaki görü şlerini birer nota halinde Türkiye’ye iletme kararının alınması ile 2 Ağustos 1945‘te noktalandı. Türk Bo ğazları konusunda Montreux Bo ğazlar sözle şmesi dı şında nihai bir çözüm bugüne kadar bulunamamı ştır. Varılan sonuca baktı ğımızda ABD’nin Rus tehdidine kar şı Türkiye’nin tezlerine yakın bir noktaya gelerek Bo ğazların güvenli ğini sadece Türkiye’nin sa ğlayaca ğı noktasında bulu şulmu ş olmasıdır. Türkiye üzerindeki bu istek ve baskılardan anla şılıyor ki Sovyetlerin politikasının amacı 1921 öncesi durumuna geri dönmekti (Sarınay, 1988, 49). Türkiye artan Sovyet tehdidi ve baskısına kar şı toprak bütünlü ğünü koruyabilmek amacıyla sava ş boyunca ittifak içinde bulundu ğu İngiltere ve sava ştan dünyanın en büyük ekonomik gücü olarak ortaya çıkan ABD nezdinde destek arayı şlarını sürdürmü ştür. Ba şlangıçta her iki ülke tarafından pek ilgi gösterilmeyen bu arayı şlar,

109

Potsdam Konferansı’yla birlikte olumlu sonuçlar do ğurmu ştur. Daha sonraları ortaya çıkan ABD-Rusya anla şmazlıkları ise ABD’ nin Türkiye’ ye deste ğini sa ğlamı ştır.

ABD ve İngiltere’nin diplomatik deste ğini arkasına alan Türkiye; So ğuk Sava şın ba şlangıçı olarak kabul edilen 1946 yılından (Soysal, 1997, 1) itibaren yo ğun Rus baskısına kar şı koyabilmek amacıyla, sava ş yıllarında oldu ğu gibi ordusunu sava ş durumunda tutmak zorunda kalmı ştı (Sarınay, 1988, 60). Sava ş sonunda normal düzene geçerek kendi ulusal sanayisini kurmayı hedeflerken içinde bulundu ğu bu a ğır ekonomik yük Türkiye’yi; bir yandan bir sava ş tehlikesine kar şı elinde bulundurdu ğu altın ve döviz rezervini kullanmak yerine uzun vadeli iç borçlanmaya, di ğer yandan da dı ş kaynaklı kredi arayı şına yöneltmi ştir. Zira Türkiye’yi bekleyen çok önemli iki sorun vardı ki, bunlar Türkiye’nin tek ba şına hemen çözüme kavu şturabilece ği sorunlar de ğildi. Bu sorunları;

(1) Sava ş sırasında yükselen ihraç fiyatlarını sava şın bitmesi ile normal seviyeye indirmek.

(2) Bir yandan orduyu sava ş mevcudu üzerinde tutarken di ğer yandan da endüstrisini modernle ştirmek ve yeni çalı şma alanları açmak olarak özetleyebiliriz. Türkiye ekonomik sorunları çözmenin yolunu dı ş kredi aramakta bulmu ş ve ABD’den 300 milyon dolarlık bir kredi iste ği yapılmı ştır. Bu bir bakıma zorunluluktur (Koças, 1979, 193). Çünkü sava ş boyunca ekonomik deste ğine devam etmi ş olan ABD bu deste ği kesmi ş, dahası İngiltere de sava şın getirdi ği korkunç ekonomik yıpranmayı a şabilmek adına giri şti ği yeniden yapılanma kapsamında Mart 1947’den itibaren Yunanistan ve Türkiye’ye yaptı ğı ekonomik yardımları kesece ğini bir nota ile ABD’ye bildirmi şti (Sarınay, 1988, 62).

İngiltere’nin kendi ekonomik açmazı nedeni ile Orta Do ğu’daki çıkarlarına yeterince sahip çıkamayaca ğını beyan eden fakat bunun yanında Türkiye ve Yunanistan’ın mutlaka ABD tarafından desteklenmesi gere ğini ortaya koyan notası, ABD’nin gözünü Orta Do ğu’ya çevirmesine neden olmu ştur. Bunun yanında önceden üzerinde anla şıldı ğı halde Rusya’nın İran’daki kuvvetlerini çekmekte

110

isteksiz davranması (Ulman, 1961, 70). ABD’nin Orta Do ğu siyasetine yön veren bir ba şka önemli etken olmu ştur.

ABD’nin gözünü Orta Do ğu’ya çevirip Rusya ile sava ş dahil her türlü seçene ği göze alacak kadar kar şı kar şıya gelmesinin en belirgin göstergesi Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün ölümü üzerine cenazesinin Missouri Zırhlısı ile İstanbul’a gönderilmesidir. Olay Türk ve Dünya kamuoyunca Rusya’ya kar şı bir gövde gösterisi şeklinde algılanmı ş ve özellikle Türk Basınında geni ş yer bulmu ştur (Ulman, 1961, 101).

Artık ABD’nin ne pahasına olursa olsun Türkiye ve Yunanistan’ı desteklemeye karar verdi ğine şüphe yoktur. Ba şkan Truman’ın kendi adı ile tarihe geçecek olan 12 Mart 1947 tarihli kongre konu şmasında verdi ği mesaj açıktır: “Amerikan dı ş politikasının, kendilerini boyunduruk altına almak için silahlı azınlıklar tarafından harcanan çabalar ve dı ş baskılara kar şı koymaya çalı şan hür milletleri desteklemek amacına yönelmesi gerekti ği kanaatindeyim ” (Sarınay, 1988, 63). Bu konu şmanın ardından yapılan çalı şmalar sonucu Türkiye’ye 100 milyon Yunanistan’a ise 300 milyon dolar tutarında yardım yapılacaktır. Bu yardımın yapılmasının nedeni olarak sava şa girmeyen Türkiye’nin çok fazla yıkıma uğramadı ğı ve halen hazinesinde bulunan 245 milyon dolarlık altın rezervi ile birlikte verilen yardımlarla kalkınmasını tamamlayabilece ğine ve ordusunu modern hale getirebilece ğine olan inançtır.

“Sovyet yayılmasını durdurma’’ planı olarak da tanımlanabilen Truman Doktrini ile dünya ABD ile Rusya’nın ba şını çekti ği iki kutba ayrılmı ş oluyordu. Türkiye de ikiye bölünen dünyada Batı Blo ğu yanında yerini almak üzere tercih yapmı ştı (Ulman, 1961, 100).

İkinci Dünya Sava şı sonunda Batı Avrupa Ülkeleri’nin durumu ekonomik yönden çok kötüdür. Altı yıl süren savaş ülkelerin ekonomik kaynaklarını tüketmi ştir. Sava ş bütün ülkelerde a ğır tahribata sebep olmu ştur. Ekonomileri harekete geçirecek kaynak yoktur (Armao ğlu, 1991, 443). Üstüne üstlük Komünist ideolojinin bir kurtarıcı olarak algılanmaya ba şlaması ve Rusya’nın Batı Avrupa’nın

111

sınırlarına varan geni şleme çabaları ve hatta bu çabalarını demokrasinin be şiği ülkelerin içlerine kadar sokmayı ba şarması ABD tarafından “çevreleme” ya da Sovyet yayılmasını durdurma diye adlandırılan siyaset ile engellenmeye çalı şılmı ştır. Siyasetin ideolojisi olan Truman Doktrini’ni, ABD Dı şişleri Bakanı George Marshall’ın adı ile anılan Marshall Yardımı izledi.

Marshall yardımı İkinci Dünya Sava şı’ndan ekonomik ve sosyal bakımdan büyük sıkıntılarla çıkan Avrupa Devletleri’nin kalkınmasını sa ğlamak için ABD tarafından ortaya atılmı ştır. Dı şişleri Bakanı Marshall 5 Haziran 1947’de Harward Üniversitesi’nde yaptı ğı konu şmada Avrupa ülkelerinin ekonomik kalkınmalarını planlamak için bir araya gelmelerini istemi ş ve ortak bir plan hazırlanması durumunda ABD’nin her türlü yardımı yapmaya hazır oldu ğunu söylemi ştir (Sarınay, 1988,66). Bunun üzerine İngiltere ve Fransa’nın ba şını çekti ği 16 Avrupa ülkesi 12 Temmuz 1947’de Paris’te toplanarak Avrupa Devletleri’nin ortak ihtiyaçlarını içeren ortak bir rapor hazırladılar.

Bu rapor üzerine ABD Dı ş Yardım Kanunu’nu 2 Nisan 1948’de kabul etmi ştir. Aynı günlerde Marshall Planı’nı kabul eden 16 Avrupa ülkesi de 16 Nisan 1948’de Avrupa İktisadi İş birli ği Te şkilatını kuracaktır. Olu şturulan bir ana ( İktisadi İş birli ği Komitesi) ve dört tali komite (Gıda ve Tarım, Demir Çelik, Ula ştırma, Akaryakıt ve Enerji) ile yardım i şlerinin koordinasyonu amaçlanmı ştır. 1948-1951 yılları arasında 4 yıllık bir süreçte 13.169 milyar dolar olarak gerçekle şen (Gönlübol, 1995, 448) yardımdan İngiltere, Fransa ve Batı Almanya en büyük yardımı gören ülkeler olmu ştur (Soysal, 1997, 46).

Türkiye de Marshall programından faydalanmasına kar şın ilk yıllarda yardımın miktarı çok az seviyede kalmı ştır. Çok partili sisteme geçi şin bir ürünü olarak daha yeni yeni ses vermeye ba şlayan muhalefetin, Marshall Yardımı’ndan yeterince faydalanılamadı ğına ili şkin ele ştirilerine Prof. Ulus gazetesinde yazdı ğı bir makalede, ”Marshall Yardımı’nın her isteyen ülkeye ABD’nin para da ğıtması suretiyle gerçekle şmedi ğinden” bahisle “…Hiç bir devlet bana 300 milyon lazım diyerek istedi ği parayı almaya kalkmamı ştır. Bilakis parça parça planlar hazırlanmı ştır. Bu planlarla birli ğe dahil di ğer memleketlerin aynı konuda yapmakta

112

oldu ğu i şler kar şıla ştırılmı ştır. Çünkü ekonomik i şbirli ğinin bir maksadı da Avrupa Memleketleri ekonomilerini bir bütün olarak düzenlemektir.” dedikten sonra sözü Türkiye’ye getirerek “…İtiraf etmek lazım ki plan ve proje hazırlamakta fazla tecrübemiz yoktur. Birkaç senedir hem yabancı mü şavir-mühendis firmalardan faydalanmakta, hem de kendimiz bu tür çalı şmalar olu şturmaktayız… Bayındırlık Bakanlı ğı’nda çalı şan Amerikan Yol Heyeti teknik hazırlıklar safhasında bize yepyeni ufuklar açmı ştır. ABD’nin bize en önemli yardımı teknik eleman vermesi ve yeti ştirmesidir” (Erim, 1950, 2) diyerek Türkiye’nin yeti şmi ş insan gücü bakımından da ne denli geri kaldı ğının örneklerini veriyordu. Bununla beraber Türkiye 1948–51 yıllarında toplam 351.700.000 dolarlık bir yardım almı ştır. Ne yazık ki alınan yardımların ne şekilde kullanılaca ğı yabancı heyetler tarafından planlanıyordu. Tanzimat Döneminden kalma alı şkanlıklar olan Me şrutiyet Dönemlerinde ise askeri işlerin planlanması ve denetlenmesine kadar sokulan yabancılara, devlet i şlerinin emanet edilmesinin ülkemize mi yoksa onların ait oldukları ülkelere mi daha yararlı oldu ğu, günümüzdeki pek çok benzer uygulamada da görüldü ğü gibi Türkler açısından moral bozucudur.

Marshall Yardım Planı’na kar şılık olarak Sovyet Rusya da; hem Do ğu Avrupa ülkelerine plana dahil olmamak konusunda baskı yapmış (Sander, 2004, 260). Hem de uydu ülkeleri ile arasındaki ikili ekonomik ilişkileri ve i şbirli ğini sıkıla ştırmak için “Molotof Planı” adı verdikleri ikili ticaret sistemini kurmu şlardır. Böylece Dünya Sovyet Rusya ve ABD’nin liderli ğinde adına so ğuk sava ş denen bir ayrı şma ve çatı şma içine girmi ş oluyordu. Bu çatı şma uzun yıllar 1980’lere kadar uluslararası düzenin ana çatısı olacaktır.

6.3. Türkiye’nin NATO’ya Katılması

Truman Doktrini ve Marshall Yardım Programı ABD’nin Sovyet Rusya’nın İran üzerinden Ortado ğu, Bo ğazlar ve Yunanistan üzerinden Do ğu Akdeniz’e inme giri şimlerine bir engel olarak aldı ğı ilk tedbirlerdir (Armao ğlu, 1991, 448). Ardından 1948 Şubatı’nda ya şanan Prag darbesi ve 1948 Haziran’ında meydana gelen sava ş sırasındaki Sovyet Batı ittifakının bitti ğinin göstergesi olan Berlin Ablukası

113

göstermi ştir ki Sovyet Rusya ile i şbirli ği içinde barı ş dolu bir dünya yaratmanın olana ğı kalmamı ştır. Bazı çevrelerce ifade edilen Sovyet Rusya’nın kendi hayat sahasını emniyete almak gibi haklılı ğı kanıtlanmaya çalı şılan nedenlerle geni şleme çabası, gerçekte Rusya’nın mümkün oldu ğu kadar geni ş bir bölgeyi kontrol altına alma amacına yöneliktir. Bütün bunlara barı şı sürdürmek ve korumak adına kurulan BM’ in de Rusya’nın vetoları yüzünden i şleyemez duruma gelmesi, ABD için çevreleme siyasetine ba şvurmak için yeterli gerekçelerdir. 17 Mart 1948’de İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında imzalanan “Brüksel Antla şması” muhtemel bir saldırıya kar şı kuvvetleri birle ştirmeyi amaçlayan ilk antla şma olmu ştur. Bu siyasetin en etkili halkasını da 4 Nisan 1949’da kurulan NATO (North Atlantic Treaty Organization- Kuzey Atlantik Antla şması)” olu şturacaktır. NATO’ya üye olmak Rus baskısını ve ekonomik zorlukları a şmak ve batı ile ittifakını geli ştirmek adına çıkı ş yolları arayan Türkiye’de geni ş yankı bulmu ştur. Ancak Türkiye bütün ısrarlı giri şimlerine kar şın bu olu şuma alınmamı ştır. Çünkü, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika gibi küçük devletler, te şkilatın kurulu ş aşamasında Sovyet tehdidine en fazla maruz kalan ülke olan Türkiye’nin katılması durumunda Sovyetlerin i şi sava şa götürecek kadar sert tepki verebilece ğinden korktular. Üye olma giri şimleri, ittifakın bölgesel bir savunma güttü ğü, bu kararı ancak üye devletlerin verebilece ği savları ile reddedilmi ştir. Türk Kamuoyunda “Acaba yine mi yalnız bırakıldık” (Gönlübol, 1995, 225) endi şelerine neden olacak, bu yalnız bırakılma, güvenlik ve sa ğlıklı ya şamını Batı Blo ğu yanında olmakta gören Türk Hükümeti’nin ilk andan itibaren bütün a ğırlı ğı ile NATO’ya üye olmak adına çalı şmaya girece ği bir dönemi ba şlatacaktır. Zira Türk Hükümeti’nin bakı ş açısına göre NATO üyeli ği “Modern Türkiye’nin“ siyasi, ekonomik ve askeri kazanımlarına büyük katkıda bulunacaktır (Sander, 2004, 267).

Kuzey Atlantik Antla şması ile güvenlik yönünden güç birle şmesine giden Batı Avrupa Devletleri bu defa sava ş nedeniyle kaybedilen siyasi prestiji yeniden kazanmak adına 5 Mayıs 1949’da Brüksel Antla şması’nın bir ileri a şaması olan Avrupa Konseyi’ni kurdular. Türkiye bu olu şuma da alınmayınca Atatürk’ten bu yana artırarak sürdürdü ğü Batılıla şma serüveninde yalnız bırakıldı ğı dü şüncesine kapıldı. Ancak çok geçmeden 8 A ğustos 1949’da İzlanda, Yunanistan ve Türkiye

114

Avrupa Konseyi’ne davet edilmi ştir. Bu davet Türkiye’yi memnun etmekle beraber muhalefet tarafından NATO’ya alınmayı şın tesellisi olarak yorumlanmı ştır (Gönlübol, 1995, 227).

Dı şişleri Bakanı Necmettin Sadak Avrupa Konseyi’ne davet edilmemiz üzerine “Dı ş siyasetimizin a ğırlık merkezi Batı dünyasıdır. İngiltere ve Fransa ile ittifakımız ABD ile gittikçe artan dostlu ğumuz ve menfaat birli ğimiz dı ş siyasetimizin istikametini batıya çevirmi ştir. Avrupa Konseyi içinde bir Avrupa devleti olarak yer almamız bu uzun ve devamlı siyasetimizin zaruri bir neticesidir” (Sarınay, 1988, 82) diyerek Türk Hükümeti’nin konuya verdi ği önemi ve davetten duydu ğu mutlulu ğu belirtiyordu. Türkiye, her platformda güvenli ğini garanti edecek giri şimlerini sürdürdü. NATO’nun dı şında kalmanın ardından muhtemel bir Akdeniz ittifakının (Gönlübol, 1995, 227) gerçekle şmesi için 24 Mart 1950’de İtalya ile “Dostluk ve Hakemlik Antla şması” imzalandı. Fakat ABD ve İngiltere’nin, NATO’nun olu şturulma gayesine ve Türkiye’nin üyeli ğine farklı yakla şmaları bu giri şimleri uzunca bir süre cevapsız bırakmı ştır. İktidar Partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) bir yandan güvenlik endi şesi di ğer yandan da iç politika kaygıları ile NATO’ya üyelik için ilk ba şvuruyu 11 Mayıs 1950’de yaptı. 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimler Türkiye’de iktidarın de ğişmesine neden olmu ş fakat takip edilen dı ş politikaya ili şkin esaslar hiç de ğişmemi şti. Türkiye’nin Üçüncü Cumhurba şkanı seçilen Celal Bayar’ın da ajandasında çözüm bekleyen meselelerin en ba şında Türkiye’nin güvenlik meselesinin halledilmesi gelmekteydi. Yeni Cumhurba şkanı Bayar, İkinci Cumhurba şkanı İsmet İnönü’ye yaptı ğı iade-i ziyaretinde lafı bir ara dı ş politika ve NATO konusuna getirip “NATO’ya neden girmediniz?” diye sorar. İnönü alıngan bir tavırla “Almak istediler de biz mi girmedik Celal bey?” cevabını verir.

Yeni hükümet NATO’ya dahil olmak için 11 A ğustos 1950’de ikinci resmi ba şvuruyu yapmı ştır. Kore Sava şı, üyelik arayı şı için bir araç olmu ş ve Birle şmi ş Milletler adına bir Tugay gücündeki askerin Kore’ye gönderilme kararı alınmı ştır. Türkiye bu kararı ile ABD’nin ardından kara askeri gücünü Kore’ye gönderme kararı alan ülkedir. Kore Sava şı’nda Türk Askeri’nin gösterdi ği kahramanlıklar Amerikan

115

Kamuoyu’nda süregelen Türkiye kar şıtlı ğını tersine çevirmi ş ve ABD 1951 yılından itibaren Türkiye’nin NATO’ya üyeli ğini desteklemeye ba şlamı ştır. Aslında ABD’nin bu politik manevrasında kendi açısından da bir takım siyasi ve askeri şartların de ğişmi ş oldu ğunu görürüz.

Do ğu Blo ğu ülkelerinin hızla silahlanması (Sarınay, 1988, 91) sonucu, NATO Ba şkomutanlı ğınca te şkilatın güneydo ğu kanadının güvenlik gereksiniminin sa ğlanmasında Türkiye önemli yer tutmaktadır.

ABD Hava Kuvvetleri uzmanlarının olası Sovyet saldırılarına kar şı yapılacak hava harekatlarında en yakın ve önemli hava üssü sa ğlayabilecek ülkenin Türkiye oldu ğu hakkında görü ş ortaya koymaları (Gönlübol, 1995, 230) Türkiye’nin Balkanları, Kafkasları ve Ortado ğu’yu birbirine ba ğlayıcı jeopolitik önemini bir kez daha ortaya koymu ştur.Bu nedenle ABD politik karar vericilerinin ve kamuoyunun Türkiye algılaması olumsuzdan olumluya dönmü ştür. 15 Mayıs 1951’de ABD resmen Yunanistan ve Türkiye’nin NATO’ya alınmasını üye ülkelere teklif etmi ştir. Bu noktadan sonra Türkiye’nin NATO’ya üyeli ği konusunda en etkili itiraz İngiltere’den gelmi ştir. İngiltere kendi açısından önemli gördü ğü Ortado ğu’daki çıkarlarını korumak adına Türkiye’nin kendisine ba ğlı olarak kurulacak Orta Do ğu Komutanlı ğı emrine verilmesi gerekti ğini ifade etmi ştir.

Türkiye’nin ısrarla yürüttü ğü NATO’ya üyelik giri şimleri ABD’nin bastırması ile sonuç vermi ş, İngiltere ve itiraz eden di ğer ülkelerin de olurlarının alınması üzerine NATO Bakanlar Konseyi’nin 15-20 Eylül 1951’de yaptı ğı yedinci toplantıda, Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya üye olarak alınmasına oy birli ği ile karar verilmi ştir. Resmi açıklama Türkiye ve Yunanistan’ın NATO içindeki konumlarının belirlenmesinden sonra 15 Ekim’de Londra’daki NATO merkezinde iki ülkenin üyeliklerini içeren ek protokolün yayınlanması ile yapılmı ş ve üye devletlerin metni onayından sonra 22 Ekim’de yürürlü ğe girmi ştir (Sarınay, 1988,97- 98).

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’nin Kuzey Atlantik Antla şması’na üyelik onayını 18 Şubat 1952‘de yapmasıyla NATO’ya resmen üye olmu ştur. Bu

116

üyelik aynı zamanda, Türkiye’nin iki kutuplu Dünyada batı blo ğunun yanında yer alı şının da resmi belgesi olmu ştur.

6.4. İkinci Dünya Sava şı Sonrası Uluslararası İli şkileri Şekillendiren Olu şumlar Ve Türkiye’ye Yansımaları

İkinci Dünya Sava şı’ndan önce uluslararası güçlerin merkezi Fransa, Almanya, İngiltere ve İtalya’nın lider rolü oynadıkları Avrupa idi. Bununla birlikte Uzakdo ğu’da Çin iç karga şalıklarından yararlanarak büyüme ve geni şleme arzularını dizginleyemeyen Japonya, Batı Avrupa ile Uzakdo ğu arasında geni ş alanlara yayılmı ş olan Sovyet Rusya ile dünyanın lideri olan ABD yeni güç merkezleri olma isteklerinin i şaretlerini vermekteydi. İkinci Dünya Sava şı bu güç merkezlerinin yeryüzü ölçe ğinde silahlı çatı şmalarına sahne oldu. Sava ş sonrasında ise sava ş öncesi güç merkezlerinin görünümü kökten de ğişti. Sovyet Rusya ve ABD dünyanın iki büyük devleti olarak çıktılar. Marksist-Lenisist bir ideoloji benimseyen Ruslar tüm kıtalarda kendini gösteren komünist akımları desteklemeye ve kanadı altına almaya çalı şırken; ABD yeni demokrasi yapılanmalarının liderli ği heveslerine kapıldı. ABD komünizmin yayılma hareketlerini önleme adına güçlü ekonomisi, savunma sanayisi ve kıtalararası askeri gücünü dünyanın her tarafında kullanmaktan kaçınmadı. 1947’li yıllarda ba şta Polonya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan, Do ğu Almanya ve Yugoslavya olmak üzere komünist rejimi benimseyen birçok ülke Moskova tarafından yönetilen bir blok haline geldi. Bu blok 1955’de kurulan Var şova Paktı ile Do ğu Bloku adını aldı. Birle şik Amerika’nın sava ştan sonra Monreo Doktrini’ni terk ederek bir dünya devleti olma yoluna girmesi, Avrupa ve Asya Kıtaları’ndaki yeni güç dengelerinin ortaya çıkması, uluslararası ili şkilerin küresel nitelik kazanmasına yol açtı. Sava ş sonrası de ğişim gösteren en önemli uluslararası siyaset konusu ku şkusuz ekonomi olmu ştur. Tarihin hiçbir döneminde ekonomik konular bu dönemdeki kadar ülkeler arası siyasetin belirleyicisi olmamı ştır. Büyük sermaye

117

birikimcileri tarafından yönetilen ABD’nin kapitalizmi “liberal demokrasi” söylemleri ile yayma çabaları kısa sürede önemli sonuçlar verdi. 1946 yılına kadar ya şanan büyük ölçekli iki dünya sava şında fakirle şerek bitkin dü şen halklar ve ülkelerin daha iyi ko şullarda ya şama isteklerini birikmi ş sermaye ve sanayi alt yapısı için geni ş pazarlar olarak de ğerlendiren kapitalist ABD ve Batı Avrupa ülkeleri, az geli şmi ş ülkeleri ekonomik sömürü alanları haline getirdiler. Az geli şmi ş ülkeler şeklinde tanımlanan, siyasi, ekonomik ve toplumsal yapılanmasını tamamlamayan ülkeler bir taraftan Sovyet Rusya’nın yayılmacı uygulamaları, bir taraftan kapital sahibi ülkelerin kurdu ğu sömürü tuzaklarından olumsuz olarak etkilendiler. Bu durum geli şmi ş ülkeler ile geli şmemi ş ülkeler arasındaki aralı ğı uçurum haline getirmi ştir. Do ğu Bloku ülkelerindeki diktatör tek parti iktidarlarının baskıcı tutumları, devleti ve silahlı gücü güçlendirmek adına uygulanan hak ve emek sömürüleri şeklinde özetleyebilece ğimiz komünist yönetimler ancak 1990’lara kadar rejimlerini sürdürebildiler. So ğuk sava ş olarak adlandırılan İkinci Dünya Sava şı’nın sonundan 1990’a kadar geçen süre içinde Marksizm ekonomik ideolojisini hayata geçiremeyen Sovyetler Birli ği, batı liberal ekonomi düzeninin temel yasası olan birikmi ş sermayenin pazarlara ula şma kararlılı ğı kar şısında direncini yitirdi. Glasnost (açıklık) ve Prestroika (yeniden yapılanma) politikalarını gündeme getirerek Ba ğımsız Devletler Toplulu ğu haline dönü şen Sovyetler Birli ği batı ekonomi emperyalizminin ba şarısını ya da Do ğu Bloku’nun ba şarısızlı ğını ilan ediyordu. Bu ba şarısızlık Demir Perde ülkelerinin bloktan teker teker ayrılmalarına, komünist parti diktatörlerinin ise halk hareketleri ile devrilmelerine yol açmı ştır. Do ğu Bloku’nun da ğılması ile ekonomik yetersizlikler içerisinde bulunan eski Sovyet uydusu Do ğu Avrupa ülkeleri kurtulu şu Avrupa Birli ği ve NATO kapılarında kapitalizme teslim olmakta buldular. Yugoslavya’nın bölünüp parçalanması Balkanlar’da ırkçı akımları alevlendirerek sıcak ve kanlı çatı şmaların ya şanmasına yol açtı. Do ğu Bloku içerisinde Sovyet liderli ğini kabul etmeyen, özellikle so ğuk sava ş süresince Sovyet ideolojisine ve ABD ile sürdürülen yumu şak ili şkilere kar şı tavır alarak ba ğlantısızlar grubunun ba şını çeken Komünist Çin, yeniden yapılanma dönemi olan 1990’lardan günümüze

118

kadar olan dönemde ülkesinde ucuz i şçilikle üretilen bol miktardaki kalitesiz ürün ile dünya pazarlarına girmi ş ve küresel kapitalizmin bir parçası olmu ştur. ABD liderli ğindeki Batı Blo ğu İkinci Dünya Sava şı’ndan sonra Do ğu Blo ğu ülkelerle do ğrudan sıcak çatı şmaya girmekten kaçınmakla birlikte Kore’de, Vietnam’da, Küba’da oldu ğu gibi zaman zaman komünist akımlara kar şı güç kullanmı ştır. So ğuk sava ş döneminde ABD’nin kimi zaman hiçbir ülkeye bilgi vermeden müdahalelerde bulunması, ba şta Fransa olmak üzere birçok Avrupa ülkesini de rahatsız etmi ştir. Kapitalist düzenle yönetilen ABD; sahip oldu ğu güçlü savunma sanayisi, uzay teknolojisi, makine ve elektronik teknolojisini savaş sonu olu şan ortam içerisinde Dünya’nın tüm pazarlarına sokma çabası içerisine girdi. Üretti ği savunma sanayisine ait ürünlerini tüm kıtalarda yaptı ğı askeri harekatlar sırasında kullandı. ABD’nin gerek Irak’ta, gerek Kosova’da gerekse Afganistan’daki askeri harekatlarda kullandı ğı hava gücünü, zırhlı gücünü uygulamalar sırasında naklen tüm dünyaya izletmesi, bu müdahalelerin reklam amaçlı yapıldı ğı ku şkularını do ğurmaktadır. Zaten müdahale edilen ülkelerin kullandı ğı silahlar ABD ve müttefikleri tarafından üretilmi ş ve bu ülkelere satılmı ş silahlardır. Reklamı yapılan savunma ve saldırı silahları ise bu silahların kar şıtı olarak üretilen düzeneklerdir. ABD’nin İkinci Dünya Sava şı sonrası tarih boyunca uluslararası politika ve diplomasi ustalı ğı ile bilinen İngiltere ile birlikte hareket etmesi rakipsiz süper güç olmasında önemli katkılar sa ğlamı ştır. Çünkü sava ş sonrasında iki müttefikin yaptı ğı tüm plan ve uygulamaların, büyük bir öngörü ve akıllılıkla hazırlanan uzun süreçli planların birer a şaması oldu ğu günümüzden geriye do ğru tarihte yolculuk yapıldı ğı zaman kolayca anla şılmaktadır. 1939’dan itibaren Hitler’den kaçan Yahudi’ler, İngiliz’lerin de yardımları ile Filistin’den toprak ve ta şınmaz mal satın alarak buralara yerle şmi şlerdir. Sava ş sırasında Yahudilerin devlet kurma giri şimleri İngilizler tarafından “Arapları böyle bir hassas zamanda kar şımıza almamalıyız” gerekçesi ile önlenmi ştir. 1948 yılında ise Yahudilerin Filistin topraklarında kurdu ğu İsrail devleti ABD ve İngiltere tarafından desteklenmi ş ve varlı ğı korunmu ştur. Aynı koruma ve destek onlarca yıldır süre gelen Arap-İsrail ve Filistin-İsrail sava şlarında da sürmü ştür. Ortado ğu’da güçlü bir İsrail devletinin olması ABD ve yanda şlarının bölgede etkili olması,

119

bölgenin enerji kaynaklarını rahatça sömürebilmesi için önemlidir. Ortado ğu bölgesinde geli şen tüm uluslararası olayların ba şrol oyuncuları bugüne kadar oldu ğu gibi bundan sonra da bölgedeki İsrail aya ğını sa ğlam tutan ABD ve İngiltere olacaktır. ABD ve müttefiklerinin gerek Filistin halkına karşı yapılan insanlık dı şı İsrail uygulamalarını desteklemesi, gerekse Birle şmi ş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onayını bile almadan İran ve Irak’taki milyonlarca masum sivil halkın ölümüne ve yurtlarını terk etmelerine yol açan uygulamaları, gösterdikleri çabaların insan hakları savunması ile yakından uzaktan ilgisinin olmadı ğını ve maddi çıkar sa ğlamaları için yapıldı ğını göstermektedir. Sava ş sonrasında kendisini batı dünyasının yanında yer almak zorunda hisseden Türkiye, yukarıda açıklanmaya çalı şılan kapitalist emperyalizmin hedeflerinden birisi olmu ştur. Kom şusu Sovyetler Birli ğinin bo ğazlardan üs ve do ğu bölgelerinden toprak istemesi ile tedirginlik ya şayan Türkiye, Truman Doktrini gere ği komünizme kar şı güçlendirilmek adına Marshall yardımı almı ş ve yabancı sermayenin ülkeye girmesinin önü açılmı ştır. Alınan yardımın önemli bir kısmı askeri malzemeden oluşmaktadır. Alınan malzemenin bakım ve bütünleme giderleri birkaç yılda toplam ederlerini geçmektedir. Yoksul Türkiye’nin alınan yardım malzemelerinin bakım giderlerini kar şılayamaması durumlarında ise yüksek faizle kredi veren uluslararası kredi şirketleri, IMF ve Dünya Bankası yardıma ko şmaktadır. Bu şekilde yabancı sermaye ve yüksek faizli kredi borçlanması düzeni İkinci Dünya Sava şı sonrası olu şan ortamın Türkiye’nin ba şına ördü ğü çorap olmu ştur.

Özellikle Demokrat Parti dönemi ülkenin uluslararası alanda karar alma yetkisinin, alınan dı ş borçlar ve yardımlar nedeni ile ba ğımsız olarak kullanılamadı ğı bir dönem olmu ştur. 1948 Mayıs’ında kurulan İsrail devletini tanıyan ilk Müslüman devletin Türkiye olması bu savımızın do ğrulu ğunu kanıtlamaktadır. Yine Türkiye’nin 1952’de Kore Sava şı’na do ğrudan kendisi ile ilgili bir sava ş olmamasına kar şın asker göndermesi, (ki gönderilen asker sayısı ABD’den sonraki en fazla sayıdır.) Kıbrıs Çıkarması öncesi ve sonrası yapılan ekonomik ambargo tehdidi ve uygulamaları, Ege sorununun çözümü ve terörün önlenmesi için gösterilen çabaların çok uluslu sermaye kurulu şları tarafından bo şa çıkarılmaya çalı şılması İkinci Dünya

120

Sava şı sonrası Türkiye’nin içine dü ştü ğü yoksulluk ve Sovyet tehdidine kar şı yalnız kalmama arayı şlarının zengin batı devletleri tarafından kendi çıkarları do ğrultusunda kullanıldı ğının göstergeleridir.

Türkiye’nin haklı oldu ğu Kıbrıs davasında batıdan gördü ğü davranı şlar, ülkenin batı için kolayca gözden çıkarılabilen öneminin oldu ğunu göstermektedir. Türkiye batı çıkarlarına hizmet etmek durumundadır. IMF de, Dünya Bankası da, di ğer çok uluslu kredi şirketleri de, Avrupa Birli ği’ne katılım süreci de bu durumun gerçekle şmesi için araçlardır. Batı çıkarlarına aykırı hareket eden hükümetler yabancı sermaye gruplarının ülkede bir gecede çıkaracakları ekonomik bunalımlar sonucu el de ğiştirmek zorunda kalabilmektedir. Yeni gelen hükümetler ise zengin kapitalist ülkelere şirin gözükerek, halkına geçici mutluluklar vermek için yeni kredi borçları ve borç ertelemeleri arayı şlarına gireceklerdir. De ğilse ömürleri kısa olmaktadır (Cem, 1974, 438-439). Türkiye dı ş baskıların iç etkilerini bu şekilde hissederken, gerek Balkanlarda ya şayan Müslüman ve Türk halklar içerisinde, gerek Sovyetler Birli ği’nden ayrılan Türk devletlerde, gerekse di ğer Müslüman ülkeler üzerinde etkili dı ş siyaset sürdürememektedir. Dı ş siyasetle ABD’ye ve Avrupa Birli ği’ne ba ğlılık son yirmi yılda ülkenin iliklerine kadar i şlemi ştir. Kıbrıs ve Ege Davaları’ndaki verilen ödünler, yabancılara mülk edinme hakkının verilmesi, tek taraflı gümrük birli ği, liman ve hava alanlarının Rumlara açılması, Nükleer Enerji Yasası ile yabancı sermayeye yatırım alanı açılması bu i şlemi şli ğin göz önündeki kanıtlarıdır. Göz önünde olmayanlar ise tarihi süreç içerisinde su yüzüne çıkmakta hiçbir gizli pazarlık gizil kalmamaktadır. İkinci Dünya Sava şı sonrası olu şan uluslararası ortam ve Türkiye’nin bu ortamdaki konumunu yukarıda tartı şılan konular ı şığında göz önüne alarak Milli Şef önderli ğinde sava ş boyunca uygulanan dı ş siyaset kar şıla ştırmalı olarak de ğerlendirilebilir. Burada kar şıla ştırılmak istenen konu sava şta tarafsız kalınması ile ba ştan sava şa girilmesi ya da Sava ş’a girilse idi ne zaman ve kimlerin yanında girilece ğidir. Sava şın ba şında İngiltere ve Fransa yanında fiilen sava şa katılmak, Türkiye’yi o zamanlar aralarında saldırmazlık ve dostluk antla şması bulunan

121

Almanya ve Rusya’nın ortak hedefi haline getirecekti. Böylece Bulgaristan ve Yunanistan’ı i şgal eden Almanya batıdan, Polonya i şgali örne ğinde oldu ğu gibi davranarak daha büyük pay almak isteyen Sovyet Rusya do ğudan ve kuzeyden Türkiye’ye saldıracak, Anadolu zamanın yayılmacı süper güçlerinin i şgal alanı durumuna dü şecekti. Bu durum Osmanlı’dan devraldı ğı enkazın yıkıntılarını henüz tamir edememi ş yoksul Anadolu halkını Hitler ve Stalin’in orduları kar şısında ezilme ve a şağılanma haksızlı ğı ile yüz yüze getirecekti. Sava şa Almanya yanında katılan Türkiye, Sovyet Rusya’yı güneyden ku şatmak isteyen Almanya, Akdeniz’e çıkmak ve Ortado ğu üzerinden destek sa ğlayarak Alman ilerleyi şini durdurmak isteyen İngiltere ve Fransa, Ege ve Akdeniz egemenli ği pe şinde ko şan İtalya’nın çarpı ştıkları sava ş alanı olacaktı. Hatta Dünya Sava şı’nın merkezi Türkiye olacaktı. Sava şı kim kazanırsa kazansın ülke, dünyanın en geli şmi ş tanklarının, toplarının, bombardıman uçaklarının belki de nükleer silahlarının deneme tahtası olacak, en geli şmi ş orduların yıkımına u ğrayacaktı. Türkiye’nin Sovyet Rusya yanında sava şa girmesi Bol şevik i şgali ve egemenli ğini pe şinen kabullenmesi anlamına gelmektedir. Sovyet müttefiki, olmakla birlikte en azından sava ş sonrası Sovyet uydusu olmak, Türkiye’nin kaderi de ğil kaçınılmaz gerçe ği olacaktı. Yukarıdaki paragraflarda tartı şılan akıla dayalı mantık sonucu elde edilebilecek çıkarım, Milli Şef İsmet İnönü ve ekibinin İkinci Dünya Sava şı’na fiilen girmemeyi ba şarmakla ülkeyi yok olmaktan, Anadolu halkını ise ezilmekten ve aşağılanmaktan kurtarmı ş olmasıdır.

7. SAVA Ş SONRASI TÜRK İYE’DEK İ S İYAS İ VE TOPLUMSAL OLU ŞUMLAR İLE GÜNÜMÜZE YANSIMALARI

Bu bölümde Türkiye’nin fiilen katılmamayı ba şardı ğı İkinci Dünya Sava şı’nın olumsuz ekonomik ve toplumsal etkilerinin derinden hissedildi ği sava ş sonrasında, tek parti yönetimine kar şı tepkiler ile ba şlayan çok partili sürecin nasıl sakat bir zeminde geli şti ği ve günümüzü ne şekilde etkiledi ği irdelenmi ştir.

122

7.1. Çok Partili Döneme Geçi şi Sa ğlayan Etkenler

Atatürk’ün ölümünden İkinci Dünya Sava şı’nın sonuna dek İsmet İnönü ve ekibinin ülke yönetimi olarak yaptı ğı tüm ekonomik ve siyasi giri şimler, Türkiye’yi bu sava şın olumsuz etkilerinden uzak tutmak adına gerçekle ştirilmi ştir. Ne zaman sonuçlanaca ğı bilinmeyen sava ş nedeniyle çok sayıda gencin askere alınması ve temel ürünlerle ilgili olarak devlet stoklarının geni ş tutulması nedeniyle iç piyasada büyük darlık ya şanmı ş ve ürünlerin fiyatları ola ğanüstü artmı ştır. Aynı dönemde hükümet stokçu, karaborsacı ve fırsatçılarla yo ğun bir şekilde mücadele etmi şse de, bu mücadelede toplumun geni ş katmanlarını tatmin edebilecek bir ba şarı elde edilememi ştir. Refik Saydam’ın ölümü üzerine 9 Temmuz 1942’de ba şbakan olan Şükrü Saraço ğlu döneminin ekonomik alanda belki de en fazla akılda kalan ve tartı şmaları bugüne kadar sarkan giri şimi, Kasım 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu olmu ştur. Servetlerin bir kereye özgü vergilendirildi ği ve vergisini ödemeyenlerin bedensel çalı şmaya tabi tutuldu ğu bu uygulama büyük tartı şmalara yol açmı ş ve sonuçta 1944 yılı ba şlarında kaldırılmı ştır. Tarım kesimiyle ilgili olarak ise Nisan 1944’te a şar vergisinin bir benzeri olan Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu çıkarılmı ştır. Gerek 1946 yılında kaldırılan bu vergi ve gerekse Varlık Vergisi, toplumun İnönü dönemi hükümetlerinden so ğumalarından öte önemli sonuçlar do ğurmamı ştır. Ekonomik alandaki tüm olumsuzluklara kar şın devletin kontrolündeki döviz rezervlerinde ola ğanüstü bir artı ş gerçekle şmi ştir. Türkiye silah sanayiinde kullanılan kromu sava şan ülkelere satarak önemli ölçüde döviz elde etmeyi ba şarmı ştır. Sava ş yıllarında bir yandan ekonomik sıkıntılar a şılmaya ve sava şa girmemeye çalı şılırken, di ğer yandan da Atatürk döneminde ba şlatılan ve büyük mesafeler kat edilen e ğitim ve kültür alanındaki çabalar devam ettirilmi ştir. İnönü döneminin en önemli e ğitim kurumu ku şkusuz Köy Enstitüleridir. 1940 yılında kırsal kesime ö ğretmen yeti ştirmek amacıyla açılan Köy Enstitüleri, Türkiye’nin dünya eğitim tarihine kazandırdı ğı en özgün modellerden biri olarak döneme damgasını vurmu ştur.

123

İnönü dönemindeki kırsal kesimle ilgili çabalar Köy Enstitüleri ile sınırlı kalmamı ştır. Atatürk döneminde de gündeme gelen toprak ve tarım reformu çalı şmalarına yeniden hız verilmi ştir. Ancak geni ş emlak sahiplerinin yo ğun tepkisi ve konuyla ilgili alt yapı eksiklikleri nedeniyle topraksız köylü bırakmama çabaları bu dönemde de ba şarıya ula şamamı ştır. Tek parti yönetiminin sava ş süresince almak zorunda kaldı ğı ekonomik tedbirler ve uyguladıkları sosyal politikaların gerekçelerini (dı şişleri ile u ğra şmaktan iç siyasete zaman ayıramadıkları için) halka anlatamamı ş olması, parti içi muhaliflerin alınan tedbirlerden rahatsızlık duyan tüccar ve toprak a ğalarının nüfuz ve ekonomik gücünü de arkalarına alarak halkın i şitmek istedi ği dilden propaganda yapmaları çok partili demokrasiye geçi şin uygun olmayan bir zeminde gerçekle şmesine neden olmu ştur (Cem, 1974, 404). Çok partili demokrasiyle ilgili ilk adımları, Mayıs 1939’da toplanan CHP’nin 5. Kurultayında hükümeti denetlemekle ilgili olarak 21 ki şilik bir Müstakil Grubun kurulmasına kadar götürmek olanaklıdır. Ancak hükümeti denetlemek i şlevini üstlenen bu giri şim, CHP’nin do ğrudan denetiminde oldu ğu için demokrasi konusunda umulan yararı getirememi ştir. Yine Atatürk döneminde siyasetten uzakla ştırılmı ş olan Kazım Karabekir, , Rauf Bey ve Ali Fuat Cebesoy gibi Kurtulu ş Sava şının önde gelen isimlerinin yeniden milletvekili yapılmaları da ciddi bir yumu şama e ğilimi olarak görülebilir. Fakat demokratikle şme yolunda asıl ciddi ve kalıcı giri şim 1945 yılında iç ve dı ş dinamiklerin etkisiyle çok partili hayata geçmekle gerçekle şmi ştir. İsmet İnönü’yü, daha do ğrusu iktidarı, bu kararı almaya iten iç dinamiklerin ba şında, İkinci Dünya Sava şı yıllarında izlenen ekonomik politikalar nedeniyle ortaya çıkan toplumsal tepki gelmektedir. Sava ş yıllarında uygulanan ve a ğırlıklı olarak da kırsal kesimlerde ya şayanlarla, esnaf-tüccar gibi grupları olumsuz etkileyen ekonomik politikalar, toplumun bu kesimlerindeki huzursuzlu ğu arttırmı ş ve iktidarın yeni siyasi çözümlere yönelmesine neden olmu ştur. Bir ba şka iç etken 1923’ten beri iktidarda bulunan CHP’nin ciddi bir yıpranma sürecine girmesi ve bu nedenle kendini yenileme, bir ba şka ifadeyle çeki düzen verme ihtiyacını hissetmi ş olmasıdır. CHP Yönetimi İkinci Dünya Sava şı boyunca ülke bütünlü ğünü korumak ve halkı sava şın felaketlerinden uzak tutmak

124

amacıyla genç nüfusun önemli bir kısmını (1.600.000) askere almı ş, üretken nüfusun tüketen nüfusa dönü şmesi sonucu daha da yoksulla şan halktan geçici yasalar ile vergiler toplamı ştır. Bu uygulamalar ile halkı kendisinden so ğutan hükümet e şraf ve tüccarı da Varlık Vergisi, Topraklandırma Yasası ve karaborsacılı ğa kar şı aldı ğı önlemler ile kar şısına almı ştır. Ayrıca İnönü’de fazlasıyla var olan namuslu memur niteli ği sava şın yarattı ğı ko şullarla birle şerek bürokrat kanadı a şırı tedbirlerin savunucusu, tehlikeli fikirlerin sözcüsü yapmı ştır (Cem, 1974, 324). İsmet İnönü, bu dönemde, Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti ilan etti ği ve Devrimlerin hayata geçirildi ği süreçte ya şadı ğı yalnızlık içine dü şmü ştür. Bu yalnızlıktan ancak kar şıt görü şlü guruplar ya da partiler kurdurarak haklılı ğını kanıtlamakla kurtulabilirdi. Atatürk’ün izinde bir devlet adamı olarak bilinen İsmet İnönü’nün bu konuda Kemalist ilkelerle örtü şen bir tutum sergilemesi de demokrasiye geçi şi hızlandırmı ştır. Prof. Dr. Emre KONGAR Demokrat Partinin kazandı ğı 24 Mayıs 1950 seçimleri için “Beyaz Devrim”, bir demokrasi zaferi nitelemelerini onayladıktan sonra; “Ama bu zaferi kime borçludur Türkiye? Menderes’e mi? yoksa İsmet İnönü’ye mi? tabiki İsmet İnönü’ye. Dünya’da İsmet İnönü’den ba şka elindeki tüm egemenlik haklarını tek ba şına kullanırken, yani diktatörlük yetkilerine sahipken, demokrasiyi kuran bir ba şka lider yoktur” (Kongar, 2006, 190-191). diyerek İnönü’nün çok partili demokrasiye geçi şteki önemini vurgulamaktadır. Kongar, İsmet Pa şa’nın demokrasiye geçi şini Batı’nın zorunlu dayatması olarak görmenin yanlı şlı ğını belirterek; “ İsmet Pa şa Atatürk Devrimleri’ni, demokrasi ile taçlandırmak, yeni Türkiye’nin kurulu şu açısından tarihe kar şı devrimci görevini yerine getirmek için çok partili düzene geçmi ştir” (Kongar, 2006, 191) sözleri ile İnönü’nün neden çok partili demokrasiye geçi şi istedi ğini açıklamaktadır. Buradan çıkarılacak sonuç, çok partili döneme geçi ş ile birlikte iktidara gelen Menderes’in ba şarısı yada ba şarısızlı ğının İsmet İnönü’nün demokrasi deneyimindeki ba şarısını yada ba şarısızlı ğını belirleyecek olmasıdır. Bu açıdan Menderes’in 1950 seçim zaferi İnönü’nün ba şarısı 27 Mayıs 1961 darbesi ile iktidardan uzakla ştırılması (Menderes’in ba şarısızlı ğı) ve hele hele idam edilmesi ise yine İnönü’nün ba şarısızlı ğıdır. İsmet İnönü de bu saptamayı “Benim demokrasideki en büyük zaferim, en büyük ba şarısızlı ğım olmu ştur.” sözleri ile do ğrulamaktadır.

125

Türkiye’nin demokrasiye yönelmesinde etkili olan dı ş dinamiklerin ba şında, İkinci Dünya Sava şı’nı A.B.D., İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin olu şturdu ğu demokratik blo ğun kazanması gelmektedir. Gerçekten de İkinci Dünya Sava şı ile birlikte Batı’da yeni bir dünya kurulmu ş ve yeni dengeler olu şturulmu ştur. Türkiye’nin bu yeni olu şum içinde yerini alabilmesi için Batı’nın hemen her alandaki norm ve standartlarını benimsemesi zorunlu hale gelmi ştir. Bu etkenin Türkiye’deki tek parti iktidarını, halkın muhalefetinden daha fazla etkilemi ş oldu ğunu söylemek hiç de yanlı ş olmaz. Fakat Türkiye’nin Batı’ya yönelmesini hızlandıran asıl önemli geli şme 1945 yılındaki Sovyet tehdididir. Stalin yönetimindeki Sovyet Rusya’nın 1925 yılındaki dostluk ve saldırmazlık antla şmasını uzatmayaca ğını açıklaması ve bununla yetinmeyerek Kars, Ardahan ve Artvin’i isteyen ve Bo ğazların ortakla şa savunulmasını öneren bir nota vermesi Türkiye’de büyük bir tepkiye neden olmu ştur. Bu tehdit yüzünü zaten Batı’ya dönmü ş olan Türkiye’nin ba şta A.B.D olmak üzere, Batı dünyasıyla ili şkilerini geli ştirmesini hızlandıran temel etken olmu ştur. Aynı döneme denk gelen ve birbirleriyle iç içe geçmi ş tüm bu iç ve dı ş geli şmelere ba ğlı olarak Türkiye’de, CHP dı şında ba şka siyasal partilerin de kurulması gerekti ği yolundaki ilk ciddi açıklama Birle şmi ş Milletler Örgütünün kurulu şu için San Fransisco’da bulunan Türk heyetinden gelmi ştir. San Fransisco’daki Türk temsilciler artık Türkiye’de demokrasinin kurulaca ğını açıklamı şlardır. İsmet Pa şa’nın 19 Mayıs 1945’te sava şın sona ermesiyle ilgili olarak yaptı ğı konu şmada, demokrasiye geçilece ğini açıklaması, çok partili siyasi hayata geçi ş için ciddi bir geli şme oldu. Bu geli şmeleri tamamlayan en önemli olaylardan biri şüphesiz CHP Meclis Grubu ba şkanlı ğına verilen Dörtlü Takrirdir. Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes’in imzalarının bulundu ğu bu takrir 5’inci bölümde açıklanmı ştır. Meclis içerisindeki kar şıt görü şlere gösterilen ılımlı ve anlayı şlı yakla şımın etkisiyle ilk olarak 18 Temmuz 1945’te Milli Kalkınma Partisi kurulmu ştur. Bu sırada İsmet İnönü’nün 1 Kasım 1945’teki TBMM’ni, açı ş konu şmasında çok partili demokrasi konusundaki kararlılı ğını bir kez daha belirtmesi üzerine bu yöndeki çalı şmalara daha da hız verilmi ştir.

126

Bu geli şmeler sonrasında Ocak 1946 da CHP’den ayrılmı ş olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü’nün önderliğinde Demokrat Parti kurulması demokrasiye geçi ş çabalarını geri dönülmez bir seviyeye getirmi ştir. Sava ş yıllarında ihmal edilen kırsal kesimde ya şayanlarla, yine sava ştan olumsuz etkilenen büyük ve küçük sermaye çevreleri için bir umut ı şığı olan DP, aynı zamanda demokrasiye susamı ş aydınlar için de ideal bir siyasi taban gibi görünmekteydi.

7.2. Demokrat Parti’nin İktidara Geli şi ve İktidar Süreci DP’nin kurulmasından kısa bir süre sonra 21 Temmuz 1946 tarihinde ilk tek dereceli ve çok partili seçimler yapılmı ştır. Ço ğunluk sistemine dayanan ve açık oy - gizli tasnif esasına göre yapılan bu seçimlerde CHP 390, DP 66, ba ğımsızlar ise 7 milletvekili çıkarabilmi ştir. Açık oy - gizli tasnif esasına göre yapılan bu seçimler, sonuçları üzerinde yarattı ğı ku şkular nedeniyle günümüze de ğin devam eden tartı şmalara da neden olmu ştur. Bu sonuçtan sonra DP, CHP’ye kar şı tutumunu sertle ştirmi ş, halkın ilgisini ve deste ğini çekebilmek için iktidarı karalama ve gerçekle ştiremeyece ği vaadlerde bulunmak ana siyasetini te şkil etmi ştir. Sözü edilen yıllarda nüfusun tamamının para ödeyerek satın aldı ğı şekerin kilogram fiyatı 2 Liradan maaliyet fiyatı olan 68 Kuru şa indirilecek, 20 Kuru şluk Birinci sigarası 5 Kuru ştan satılacak şeklindeki vaadler halkın yo ğun ilgisini çekti (Öymen, 2004, 469). “Yeter söz milletin”, “Her mahallede bir milyoner yarataca ğız”, “Devleti küçültüp özel te şebbüsü büyütece ğiz”, “Genel af çıkaraca ğız”, “Bolluk ya şataca ğız”, “Din ve vicdan hürriyeti getirece ğiz” sıloganları halkın ço ğunlu ğunun (duymak istedi ği) arzularını dile getiriyordu. 1946 seçimlerinden sonra kan de ğişikli ğine gitmek isteyen İnönü, ba şbakanlı ğa Şükrü Saraço ğlu’nun yerine Recep Peker’i getirmi şse de, DP’nin büyümesine engel olamamı ştır. Bir süre sonra Peker’in istifası sonucu 9 Eylül 1947’de Hasan Saka yeni hükümeti kurmu ştur. İktidar içinde kaynamaların devam etti ği bir dönemde DP içinde de tartı şmalar çıkmı ş ve Fevzi Çakmak önderli ğindeki bir grup ılımlı parti üyesi, istifa ederek, 20 Temmuz 1948’de Millet Partisini kurmu şlardır. CHP cephesinde ise Peker gibi sertlik yanlısı olmayan Hasan Saka da istifa etmek zorunda kalmı ş ve yerine bu kez Şemsettin Günaltay ba şbakan olmu ştur.

127

Günaltay, İsmet İnönü’nün son ba şbakanı olacaktır. Seçim yasasında yapılan de ğişikliklerden sonra 14 Mayıs 1950’de yine ço ğunluk sistemine göre olmakla birlikte gizli oy - açık tasnif esasına göre yapılan genel seçimlerde, bu kez DP üstünlük sa ğlamı ş ve 23 yıllık CHP iktidarı sona ermi ştir. Ço ğunluk sistemine göre yapılan bu seçimlerin de milli iradeyi yansıttı ğı söylenemez. Çünkü oyların %53’ten biraz fazlasını alan DP 408 milletvekili çıkararak parlamentoda %85’lik bir güç elde etmi ştir. %40 oy alan CHP ise 69 milletvekili çıkararak parlamentoda %15’lik bir oranla temsil edilme durumuna gelmi ştir. Bu seçimde MP (Millet Partisi) % 3.1 oyla 1 milletvekili çıkarmı ş, % 4.8 oyla da 9 Ba ğımsız milletvekili seçilmi ştir. Ne olursa olsun seçimler sonucu 1923 yılında devleti kurmu ş olan CHP, kansız ve kavgasız bir şekilde iktidarı Demokrat Parti’ye devretmi ştir. Böylece Türk demokrasi tarihinde “Beyaz Devrim” nitelemesi yapılan bir dönem ba şlamı ştır. 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçimlerde elde edilen sonuçlar sonrasında DP’nin seçimi kazanmasıyla İsmet İnönü cumhurba şkanlı ğından ayrılmı ş ve yerine Celal Bayar, Türkiye Cumhuriyetinin 3. Cumhurba şkanı olarak göreve gelmi ştir. Adnan Menderes ba şbakan olarak atanırken, DP’nin kurucularından Fuat Köprülü Dı şişleri Bakanı, Refik Koraltan ise Meclis ba şkanı olmu şlardır. Büyük umutlar ve beklentilerle iktidara gelen DP’nin ilk yıllarında dı ştan, özellikle de ABD’den gelen yardımlar sayesinde görülmemi ş bir bolluk ya şanmı ştır. 1952 yılında Nato’ya girilmesiyle, İkinci Dünya Sava şı sonrasında ya şanan yalnızlık tümüyle sona ermi ş ve Türkiye, ABD’nin yardımlarını daha yo ğun bir biçimde almaya ba şlamı ştır. Dı ş politikadaki bu geli şmenin do ğal olarak iç politikaya da yansıdı ğı bu dönemde, DP’nin gücü ve toplumdan aldı ğı deste ği artmı ştır. On yıllık Demokrat Parti döneminin sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik alandaki görüntüsü genel hatlarıyla şöyle özetlenebilir: Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle 1923’ten beri devam eden denk bütçe ilkesinden vazgeçilmi ş, para ve maliye politikası tümüyle de ğişmi ştir. Ekonomik canlanmayı gerçekle ştirmeye çalı şan yeni hükümet harcamalarını artırmı ştır. Bu da ilk yıllarda ekonomik büyümenin önceki yıllara göre hızla artmasına yol açmı ştır. Demokrat Parti’nin ekonomideki temel amacı tüm yurt çapında ekonomik kurumsalla şmayı gerçekle ştirmek ve özel sektörün geli şmesine öncelik tanımak olmu ştur. Bunun sonunda ilk yıllarda milli gelirde %15’lik bir artı ş gerçekle şmi ş ve ekonomide ciddi

128

bir hareketlenme ortaya çıkmı ştır. Fakat 1954 yılından sonra ekonomide, özellikle de dı ş ticarette denge bozulmaya yüz tutmu ş ve sonuçta hükümet kaçınılmaz bir biçimde dı ş borçlanmaya yönelmi ştir. Ancak bu borçlanma siyaseti de 4 A ğustos 1958’de devalüasyon sonucu Türk parasının de ğerinin dü şürülmesine yol açmı ştır. Şekerin fiyatı 2 Liradan, (vaad edildi ği gibi 68 Kuru şa de ğil) 170 Kuru şa; Birinci sigarası 20 Kuru ştan (5 Kuru şa de ğil) ancak 15 Kuru şa dü şürülebilmi şti. Şekerdeki 1 Kuru şluk indirimin yılda 1 Milyon Liralık vergi kaybına yol açaca ğını söyleyen DP Hükümeti daha sonraları Süleyman DEM İREL tarafından ünlendirilen “dün dündür bugün bugündür” siyasetinin temelini atmı ştır. İkinci Dünya Sava şı yıllarında ihmal edilen kırsal kesim ve tarım alanları, DP’nin iktidar olmasıyla canlanmaya ba şlamı ştır. Özellikle Marshall yardımı sayesinde ilk yıllarda ba şta traktör olmak üzere, tarım aletlerinin yaygınla ştırılması gerçekle şmi ştir. 1948 yılında 1800 civarında olan traktör sayısı, 1957 yılına gelindi ğinde 44.000’i a şmı ştır. Benzer artı ş biçerdöver sayısında da görülmü ştür. 1950 yılında yakla şık 1000 olan biçerdöver sayısı, 1957 yılında 6000’e ula şmı ştır. Sanayile şme konusunda DP önceli ği özel sektöre vermekle birlikte devlete ait ekonomik kurulu şları geni şletmek ve yeni fabrikalar açmaktan da geri durmamı ştır. Bu çerçevede 1950-1960 yılları içinde açılan bazı devlet i şletmeleri şunlardır: Makine Kimya Endüstri Kurumu (1950), Denizcilik Bankası (1951), Et ve Balık Kurumu (1952), Devlet Malzeme Ofisi(1954), Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklı ğı (1954), Türkiye Selüloz ve Ka ğıt Fabrikaları (1955) ve Ere ğli Demir Çelik Fabrikaları (1960). Bütün bu geli şmelere kar şın 1957 yılından sonra dı ş kredi alınmasının zorla şması, ekonominin iyice dı şa ba ğımlı hale gelmesi ekonomik durumu olumsuz etkilemi ş ve yatırımlarda ciddi bir azalma görülmü ştür. Yatırımların sanayile şmeden çok tarım alanına yönlendirilmesi, hazır sanayi ürünlerinin dı şarıdan alınması nedeniyle dı ş ticaret açı ğı ve dı ş borçlanma kendisini göstermi ştir. Demokrat Parti döneminde ula şım sektöründe de yanlı ş politikalar izlenmi ştir. Bu dönemde Atatürk ve İnönü dönemlerinin aksine demiryollarına de ğil, daha çok karayolu yapımına öncelik verilmi ştir. 1950 yılında 1640 km. olan asfalt yollar, 1969 yılına gelindi ğinde 7000 km. yi geçmi ştir. Sosyal devlet anlayı şının bir

129

gere ği olan toplu ta şımadan uzakla şılması, günümüzde de halen çözülemeyen ula şım sorununun gündemde kalmasına neden olmu ştur. DP döneminin e ğitim politikası da ekonomik politika gibi CHP’den farklı olmu ştur. İnönü döneminin ürünü olan Köy Enstitülerinin kapatılarak ö ğretmen okullarına dönü ştürülmesi, bu farklı politikanın en çarpıcı örne ğidir. Memleketin kendi öz yapısına uygun olarak ve kendi gereksinimlerinden kaynaklanarak olu şturulan, Türkiye’ye özgü e ğitim politikaları, taklitçi e ğitim politikaları ile yer de ğiştirmi ş, mesleki e ğitimin günümüze kadar istenen düzeye gelmemesine neden olunmu ştur. Olumlu ve olumsuz çe şitli geli şmeler kar şısında DP yöneticilerinin iktidara yeterince hazırlıklı olmamaları ve CHP’nin muhalefet deneyimsizli ği, iki siyasal parti arasındaki ili şkileri gün geçtikçe gerginle ştirmi ş, ülke kısa zamanda kısır siyasal çeki şmelere do ğru sürüklenmeye ba şlamı ştır. 1951 yılının A ğustos ayında Halkevleri ve Halkodalarının devletle ştirilmesi ve kamu hizmeti yapan bu örgütlerin mal varlıklarının hazineye aktarılması; 1953 yılında CHP’nin tüm mal varlı ğının “haksız iktisap” oldu ğu iddia edilerek Hazineye geçirilmesi; yine 1953 yılında Millet Partisi’nin kapatılması; Şubat 1954’te Köy Enstitülerinin ö ğretmen okullarına dönü ştürülmesi ve nihayet basın üzerinde baskıların arttırılması iktidar- muhalefet ili şkilerini kopma noktasına getirmi ştir. DP’nin “devr-i sabık” yaratma politikası, aşırı kadrola şma ve partizancılık CHP’nin iyice hırçınla şmasına yol açmı ştır. 6 Haziran 1950 tarihinde Ordu yönetim kadrolarında yapılan de ğişimler, bu tarihte Genelkurmay Ba şkanlı ğına getirilen Nuri YAMUT’un görev sonunda (1954 seçimlerinde) DP İstanbul Milletvekili seçilmesi Celal Bayar ve Menderes’in Orduda kadrola şma çalı şmalarının en belirgin göstergesi olmu ştur (Öymen, 2004, 480). Ordudaki toplu tayinlere paralel olarak Valiler ve her kademedeki idari amirleri arasında ayıklamaların ba şlaması bazı Valilerin kendili ğinden istifa etmelerine yol açmı ştır. Bazı Valiler ise Hükümetçe görevlerinden alınmı ştır. Bu partizancı yakla şım il, ilçe hatta o zamanki bucak ve ocak örgütlerinde daha da güçlü olarak kendini göstermi ştir. Yerel memurlara herhangi bir nedenle kızan yerel partililer, onların i şten atılmasını, yerlerine “kendilerinden olanların” getirilmesini sa ğlıyorlardı (Öymen, 2004, 481). İktidardaki demokrat partinin uyguladı ğı

130

partizanca yakla şım halkı birbirine dü şürmekte, günümüze kadar süregelen toplumsal çatı şmaların ve kanlı siyasi kavgaların temelini olu şturmu ştur. DP iktidarının ilk toplumsal uygulaması Türkçe okunan ezanın Arapça okutulmasıdır. 1932 yılından beri Türkçe okunan ezan 18 yıllık aradan sonra DP döneminde yeniden Arapça olarak okutulmaya ba şlanmı ş; böylece dindar Anadolu halkının manevi duyguları ok şanmı ştır. DP yöneticilerinin “ilahi irade mi”?, “milli irade mi”? şeklinde ba şlattı ğı tartı şmalar daha sonraları dindarlar ve dinsizler olarak halk kesimlerinin sınıflandırılmalarına yol açmı ştır. DP’nin ilk parti programında yer alan “halkın nazarında muteber olan devrimlere sahip çıkacağız” söylemi Atatürk Devrimlerini “halkın benimsedi ği devrimler” ve “halkın benimsemedi ği devrimler” diye ikiye ayırmı ştır (Kongar, 2006, 186). DP döneminde Anti-komünizm devletin resmi ideolojisi olmu ştur. Türkiye’nin geli şme ve kalkınma modeli olarak Amerika örnek alınmı ştır. Amerika’nın ve di ğer kapitalist devletlerin deste ği ile Türkiye’de dincilik ve milliyetçilik yeniden siyasal önem ve hız kazanmı ştır. Kapitalist ülkelerin (özellikle ABD’nin) Türkiye’de Atatürk İlkelerinin ve devrimlerinin uygulanmaması ile ilgili bir dertleri yoktur. Onlar için önemli olan Sovyet komünist rejimine kar şı önlemler almaktır. Din ve milliyetçilik duygularının körüklenmesi komünizme kar şı alınabilecek en etkin yoldur. DP döneminde toplumsal ya şam ve kültür bir yandan Arap emperyalizminin öte yandan Amerikan emperyalizminin etkilerine açık hale getirilmi ştir. Ba şbakan Adnan Menderes’in Sait Nursi’nin elini öpmesi laiklik kar şıtı dü şüncelerin ve odakların güçlenmesine yol açmı ştır (Kongar, 2006, 187). Bu arada 1954 yılında yapılan seçimleri de DP kazanmı ştır. CHP’nin meclisteki milletvekili sayısının 31’e dü ştü ğü bu seçimlerde, DP oylarını artırmı ş ve oy oranını %57’ye yükseltmi ştir. CHP ise oyların ancak %35’ini alabilmi ştir. DP’nin gücünü artırması, izlenen iç ve dı ş politikanın toplum tarafından onaylanması anlamı ta şımaktaydı. Bu nedenle DP muhalefet üzerindeki baskılarını 1954 yılından sonra daha da artırmı ştır. Gazetecilere hapis ve para cezalarının verilmesi CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in bir gün gözaltında tutulması ve daha sonraki günlerde 6 ay hapse mahkum olması iktidar-muhalefet ili şkilerini büyük bir çıkmaza do ğru sürüklemi ştir.

131

DP-CHP gerginli ğinin hat safhaya ula şması ve iktidarın güç kaybetmeye ba şlaması nedeniyle, seçimler bir yıl önceye alınarak 1957 yılında yapılmı ştır. 1957 seçimlerini de DP kazanmı şsa da, oylarında büyük bir dü şüş gözlenmi ştir. Öyle ki, bu seçimler sonucunda DP %48 oy oranı ile 424 milletvekili çıkarırken, CHP oy oranını %41’e yükseltmi ş ve 178 milletvekilini Meclis’e sokmu ştur. Aynı seçimlerde Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Hürriyet Partisi de 4’er milletvekili çıkarmı şlardır. Bu yeni dönemde DP iktidarı ortaya çıkan ekonomik bunalımlar kar şısında çaresiz kalmı ş ve IMF ile Dünya Bankasının dayatmalarına direnememi ştir. Ya şanan döviz darbo ğazı dengeleri alt üst etmi ştir. Kom şu ülke Irak’ta 14 Temmuz 1958’de darbe yapılması ve ordunun yönetime el koyması, Adnan Menderes hükümetinin ku şkuya kapılmasına yol açmı ş ve bu nedenle potansiyel bir tehlike olarak görülen CHP ve basın üzerindeki baskılar artmı ştır. Bu ku şku DP’nin 12 Ekim 1958’de Vatan Cephesi’ni kurmasıyla yeni bir boyut kazanmı ş, ülkedeki siyasal kampla şma ve dolayısıyla da gerginlik geri dönülmez bir duruma gelmi ştir. DP iktidarının sonunu hazırlayan geli şmelerin en önemlisi ku şkusuz 18 Nisan 1960’ta Tahkikat Komisyonunun kurulması olmu ştur. Ba şta CHP olmak üzere Meclis içi ve dı şı tüm muhalefeti hemen her türlü siyasi faaliyetten men etmeyi hedefleyen Tahkikat Komisyonunun kurulması, sorunları çözemedi ği gibi üniversite ö ğrencilerinin soka ğa dökülmesine de neden olmu ştur. 28 Nisanda İstanbul Üniversitesinde bir ö ğrencinin öldü ğü ve çok sayıda ö ğrencinin yaralandı ğı olaylar sonunda sıkıyönetim ilan edilmi şse de, olaylar Ankara’ya sıçramı ştır. Böylece Türk Demokrasi hayatı sıkıyönetim uygulaması ile tanı şmı ştır. Bu tanı şıklık 1990’lı yıllara kadar sürecektir. Menderes’in mecliste “yargı yetkileri ile donatarak” kurdu ğu Tahkikat Komisyonu 15 Milletvekilinden olu şuyordu. Komisyon hem askeri hem de sivil yargılama usullerini kullanmaya yani hem askerleri hem de sivilleri yargılamaya yetkili kılınmıştır. Bu olu şumla kuvvetler ayrılı ğı ilkesi ihlal edilmi ş oluyordu. Komisyon hem savcı hem de yargıç görevi yapacaktı. Yani hem suçlayacak hem de karar verecekti. Kararların temyizi yoktu, komisyonun verdi ği hükümler kesindi. Komisyonun görevi ise “muhalefetin rejim kar şıtı faaliyetlerini” ara ştırmaktı; CHP yargılanacak ve (büyük bir olasılıkla) kapatılacaktı. 1957 seçimlerinde DP’nin güç kaybetti ği ortaya çıkmı ş, ufukta görülen bir seçimde büyük olasılıkla iktidarın kaybedilece ği Menderes ve arkada şlarınca

132

öngörülmü ştü. Menderes “Ben kendime sabık Ba şbakan dedirtmem” diyerek bu olasılı ğı kabul etmeye hazır olmadı ğını açıkça belirtmi şti. Bu olasılıktan kaçmanın en kesin ve garanti yolu CHP’nin yargılanarak, kapatılması idi (Kongar, 2006, 190). Görüldü ğü üzere DP Türkiye’de gerçek bir demokrasinin kurucusu olabilme şansını kullanamamı ş ço ğulcu demokrasi (çok partili rejim) anlayı şını “ço ğunlu ğun diktatörlü ğü” haline getirmi ştir. Bu yanlı ş kuram ve anlayı ş günümüze kadar gelen iktidarlar tarafından ya şatılmı ştır. DP’nin demokrasi kar şıtı, laiklik kar şıtı, kapitalist ve partizanca uygulamaları sonucu olu şan toplumsal çatı şma ortamı Silahlı Kuvvetlerin yönetime ve rejime müdahalesine zemin hazırlamı ştır. 21 Mayısta Ankara’da Harp Okulu ö ğrencilerinin yapmı ş oldu ğu yürüyü şle de verilen mesajın iktidar tarafından anla şılamamasından kısa bir süre sonra 27 Mayıs 1960’ta gerçekle ştirilen bir askeri darbe sonucu DP iktidarına son verilmi ştir.

7.3. 1960 – 1971 Dönemi Türkiye’de Siyasal ve Toplumsal Olu şumlar

27 Mayıs Askeri Müdahalesi sonucu DP iktidarına son veren genç subaylar, Milli Birlik Komitesi adında bir grup kurarak ülke yönetimini ele geçirmi şlerdir. MBK ba şkanlı ğına, o dönemde emekli olmak üzere izne ayrılmı ş olan Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel getirilmi ştir. 38 subaydan olu şan MBK’nin direktifleri do ğrultusunda hükümet üyeleri ve DP’li çok sayıda milletvekili tutuklanmı ş ve Yassıada’da yargılama süreci ba şlatılmı ştır. Bu olayların gerçekle şti ği dönemde, askeri müdahalenin ilk gününden itibaren çe şitli kurumlarda sıkı bir ayıklama politikası izlenmi ştir. Bu ayıklamalar sonucu çok sayıda üst rütbeli subay emekliye sevk edilmi ş ve yine birçok üniversite ö ğretim elemanı görevinden uzakla ştırılmı ştır. Bu arada Milli Birlik Komitesinde ortaya çıkan görü ş ayrılıkları da hat safhaya ula şmı ştır. Komitenin bir süre daha iktidarda kalarak ekonomik, sosyal ve kültürel reformları tamamlamasını savunan ve 14’ler olarak bilinen bir grup, seçimlerin hemen yapılmasını isteyenlerin olu şturdu ğu ılımlı grup tarafından etkisiz hale getirilmi ş ve grup üyeleri çe şitli görevlerle yurt dı şına sürgüne gönderilmi şlerdir. MBK içindeki tasfiye hareketinin tamamlanmasından sonra daha rahat hareket etme imkanı bulan askeri yönetim, bu kez yeni anayasa için kolları sıvamı ştır. Milli Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi’nden olu şan Kurucu Meclis

133

6 Ocak 1961’de çalı şmalarına ba şlamı ş ve ilk i ş olarak hazırladı ğı yeni anayasayı 9 Temmuz 1961’de halkoyuna sunmu ştur. Yeni anayasa %63 civarında kabul oyu ile yürürlü ğe girmi ştir. 1961 Anayasası ile sosyal devlet anlayı şı önem kazanmı ş; grev, lokavt ve toplu sözle şme hakları getirilmi ş; ço ğulcu devlet anlayı şına geçilmi ştir. Ayrıca DP döneminin deneyimi sonucu yasama organını yargı yoluyla denetlemek amacıyla Anayasa Mahkemesi kurulmu ştur. Bir di ğer yenilik ise TBMM’nin, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu olarak iki kanada ayrılmı ş olmasıdır. Di ğer taraftan 14 Ekim 1960’ta ba şlayan yargılamalar 15 Eylül 1961’de sona ermi ş ve 15 sanık idama, 31 sanık müebbet hapse ve 408 sanık da çe şitli hapis cezalarına çarptırılmı şlardır. Yargılamalar sonucunda verilen bu idam kararlarından üçü MBK tarafından onaylanmı ştır. Bu onay gere ği DP döneminin Dı şişleri Bakanı Fatin Rü ştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın cezaları 16 Eylül 1961’de, Ba şbakan Adnan Menderes’in cezası 18 Eylül 1961’de infaz edilmi ştir. Bayar’a verilen idam cezası ise ya şından dolayı hapis cezasına çevrilmi ştir. Beyaz Devrim ba şarısızlıkla sonuçlanmı ş, ba şarısızlı ğın nedeni DP yöneticilerinin demokrasi ve iktidar gücünü yanlı ş yorumlamaları olmu ştur. Bu yorumlar Menderes’in iktidara gelmesi ile birlikte “Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm.” meclis gurubunda “Siz isterseniz Hilafeti bile geri getirirsiniz.” Üniversite hocalarına “kara cübbeliler”, Orduya “Battalgazi Ordusu”, “Ben Orduyu yedek subaylarla bile yönetirim” söylemleri ile kendisini göstermi ştir. Menderes ve arkada şlarının idamı hiç ku şkusuz demokrasi açısından haksız bir eylem “Siyasal bir cinayettir.”; ama bu haksızlık onun demokrasiyi rafa kaldırmı ş oldu ğu gerçe ğinin gözden kaçırılmasına yol açmamalıdır. 27 Mayıs askeri darbesi Menderes’in sivil darbesine kar şı “demokrasiyi korumak için” yapılan bir kar şı eylemdir. Ne yazık ki siyasal nitelikli idamlar ve askerlerin yönetime müdahalelerinin yolunu açmı ş olmakla çok olumsuz sonuçlar da do ğurmu ştur (Kongar, 2006, 189). 1961 Anayasasının hemen ardından nispi temsil sistemiyle seçimler yapılmı ş ve İnönü ba şbakanlı ğındaki koalisyon hükümetleri dönemi ba şlamı ştır. 1961 seçimlerinde CHP oyların % 36.7’sini alarak 173 milletvekili çıkarmı ştı. DP’nin devamı niteli ğindeki Adalet Partisi % 34.7’sini alarak 158 milletvekili, Yeni Türkiye Partisi % 13.9’unu alarak 65 milletvekili ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi de %

134

13.7 oy alarak 54 milletvekili çıkarmı şlardı. Türkiye’nin en liberal ve özgürlükçü anayasası olarak nitelenen 1961 Anayasasının yarattı ğı ortamda toplumsal ve siyasal örgütlenmeler de hız kazanmı ştır. Gerek tek parti döneminde gerekse DP iktidarında büyük baskı altında tutulan sol hareketler de daha rahat örgütlenme ve seslerini duyurma imkanına kavu şmu şlar ve bunun sonucunda 1961 yılında Türkiye İş çi Partisi (T İP) kurulmu ştur. Bu arada 1960 müdahalesi sonrasında kapatılan DP’nin devamı olarak yine 1961 yılında Yeni Türkiye Partisi ve Adalet Partisi adıyla iki siyasal parti kurulmu ştur. 1961 seçimlerine giren bu partiler, esasında DP’ye oy veren tabana yönelik siyasi partilerdi. Ancak, henüz geli şmelerin yönünü anlamakta güçlük çeken bu tabanın oylarının bölünmesi nedeniyle bütünlü ğünü koruyabilen tek siyasi parti durumundaki CHP seçimlerden birinci parti olarak çıkmı ş ve İsmet İnönü’nün Ba şbakanlı ğı altında CHP-AP koalisyonu kurulmu ştur. Adalet Partisi, Süleyman Demirel’in genel ba şkan olmasından sonra güçlenmi ş ve yeni liderin etkisiyle 1965 ve 1969 seçimlerinde tek ba şına iktidara gelmeyi ba şarmı ştır. 1965 seçimlerinde T İP’in oyların % 3’nü alarak 15 milletvekilini parlamentoya sokması Türk siyasal hayatında önemli bir geli şme olarak de ğerlendirilebilir. Nitekim CHP, bu geli şme üzerine “Ortanın Solu” kavramını gündeme getirerek kendini solcu bir parti olarak tanımlamaya ba şlamı ştır. Bu ayrımdaki temel mantı ğın, CHP’nin temsil etti ği “sol”un, bu sıralarda palazlanmaya ba şlayan radikal sol hareketlerden farklılı ğını vurgulamak oldu ğu söylenebilir. Bu arada, CHP gerek 1965, gerekse 1969 seçimlerinde oy kaybına u ğramı ştır. 1969 yılında %47 oy alarak tek ba şına iktidara gelen AP, ekonomik bunalımların etkisiyle kısa zamanda yıpranmaya ba şlamı ş ve halktan gördü ğü deste ği yitirme durumuna gelmi ştir. 1970 yılında yapılan devalüasyonla 1 Dolar 9 TL.-’den 15 TL.-’ye yükselmi ştir. DP ile ba şlatılan ve “ithal ikamesi” (o günlerdeki popüler deyimle montaj sanayi) politikası ve enflasyonist uygulamalar sonucu Türk parasında görülen de ğer kaybı, do ğal olarak ekonomik dengeleri alt üst etmi ş ve toplumsal de ğerler hızla de ğişmeye ba şlamı ştır. Ekonomik büyüme ve sivil toplum örgütlerinin hareketlendirdi ği yeni siyasal geli şmeler, AP’nin bölünmesine ve 18 Aralık 1970’de Demokratik Parti adıyla yeni bir siyasal parti kurulmasına kadar uzanmı ştır. Parlamentodaki geli şmelerin yanı sıra sokakta i şçi ve ö ğrenci hareketleri de yo ğunla şmı ş, ülke ciddi bir kaosa do ğru sürüklenmeye ba şlamı ştır. Özellikle 1968

135

yılında Fransa’da ba şlayan ö ğrenci hareketlerinin Türkiye’yi de etkilemesiyle ortaya çıkan ö ğrenci örgütlenmeleri içinde ba şlayan radikalle şme e ğilimleri, so ğuk sava ş yıllarının bloklar arası propaganda mücadelesine sahne olan Türkiye’yi kritik bir noktaya ta şımı ştır. Ekonomik ve toplumsal alanlardaki köklü de ğişimin ortaya çıkardı ğı köyden kente göç, çarpık şehirle şme, gelir da ğılımındaki dengesizlik gibi bir dizi sorun, varolan krizi besleyip, yaygın bir hale getirmi ştir. Ekonomik krizlerin aşılamaması, i şçi ve ö ğrenci hareketlerinin durdurulamaması Demirel hükümetinin yıpranmasına ve gözden dü şmesine yol açmı ştır.

7.4. 12 Mart 1971’den 12 Eylül 1980’e kadar Türkiye’de Siyasi ve Toplumsal Ya şam

Bu ortamda 12 Mart 1971’de emir komuta zinciri çerçevesinde silahlı kuvveler bir müdahale daha gerçekle ştirmi şlerdir. Askeri müdahaleyle Demirel istifa etmi ş ve Nihat Erim’in ba şbakanlı ğında partiler üstü bir hükümet kurulmu ştur. Askeri müdahaleye kar şın önüne geçilemeyen şiddet eylemleri, sıkıyönetimin ilan edilmesi ve iktidarın daha da sert önlemler almasına yol açmı ştır. 12 Martta ba şbakan Süleyman Demirel’e verilen bir muhtıra şeklinde geli şen askeri müdahalenin yönü kısa bir süre sonra de ğişmi ş ve şiddet eylemlerinin önlenmesi amacı üzerinde yo ğunla şmı ştır. Dönemin siyasal bakımdan en önemli geli şmelerinden biri şüphesiz 5 Mayıs 1972’de yapılan CHP Be şinci Ola ğanüstü Kurultayı’nda İnönü’nün yerine Genel Ba şkanlı ğa Bülent Ecevit’in seçilmesidir. Bundan sonra CHP, 14 Ekim 1973’te yapılan seçimlerde yeni lideri ile beklenenden çok oy alarak Millet Meclisinde en fazla sandalyeye sahip olmu ştur. 1973 seçimleri 12 Mart dönemini sona erdirirken, 1980 yılına kadar devam edecek olan bir ba şka dönemin ba şlangıcını te şkil etmekteydi. Bu arada Cemal Gürsel’den sonra cumhurba şkanlı ğına seçilmi ş olan Cevdet Sunay’ın da görev süresi dolmu ş ve yerine Fahri Korutürk 6. Cumhurba şkanı olarak göreve başlamı ştır. 1973 seçimleriyle ba şlayan istikrarsızlıklar, 1977 seçimleriyle de giderilememi ş ve Türkiye birbiriyle uyumsuz ve farklı temellere dayanan partilerin olu şturdukları koalisyonlarla yönetilmi ştir. Özellikle 1976 yılından sonra ba şlayan ö ğrenci hareketleri, zaman zaman bir

136

kaos havası ortaya çıkarmı ştır. Parlamentodaki siyasal partilerin kısır çeki şmeler içerisine girerek, ülke sorunlarını çözecek siyaset üretememeleri, demokratik rejimi de ciddi bir bunalıma sokmu ştur. Aynı tarihlerde ba şlayan i şçi hareketlerinin ileri boyutlara ula şması ve ülkenin içinde bulundu ğu ekonomik darbo ğazın a şılamaması sonucu, 12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime bir kez daha el koymu ştur.

7.5. 12 Eylül 1980’den Günümüze Kadar Türkiye’de Siyasi Ve Toplumsal Geli şmeler

Sivil siyaset kurumlarının sorunlara çözüm üretebilme yeteneklerini ve araçlarını kullanamamaları sonucu gerçekle şen 12 Eylül askeri darbesiyle TBMM feshedilmi ş ve siyasal partilerin tümü kapatılmı ştır. Fahri Korutürk’ten bo şalan cumhurba şkanlı ğına yakla şık 6 ay kadar bir süre geçmesine kar şın kimseyi seçemeyen TBMM’nin feshedilmesi ve toplumun en acil sorunlarına bile çözüm bulmakta aciz kalan siyasal partilerin kapatılmasının toplumun bütün kesimleri tarafından onaylanmı ş olması, demokrasinin içine dü ştü ğü durumu göstermesi açısından önemlidir. Askeri darbeden hemen sonra ülke yönetimini, darbenin önderi Kenan Evren’in ba şkanlı ğında olu şturulan Milli Güvenlik Konseyi üstlenmi ştir. Kısa bir süre sonra Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Bülent Ulusu yeni bir hükümet kurmakla görevlendirilmi ş ve bakanlar kurulunu olu şturmu ştur. 12 Eylül darbesiyle yürürlükten kaldırılan 1961 Anayasasının yerine yeni bir anayasa hazırlanması için Danı şma Meclisi toplanmı ş ve bu meclisten çıkan bir komisyonun hazırlamış oldu ğu anayasa, mecliste kabul edildikten sonra Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanmı ş ve halkoyuna sunulmu ştur. 6 Kasım 1982’de yapılan halkoylaması sonucu %93 kabul oyu alan yeni anayasa yürürlü ğe girmi ştir. Aynı gün Kenan Evren de cumhurba şkanlığı görevine resmen ba şlamı ştır. 1982 Anayasası do ğrultusunda yeni kurulan siyasal partilerin katılmasıyla 1983 yılında yapılan seçimlerde ’ın genel ba şkanı oldu ğu Anavatan Partisi, seçime katılan Milliyetçi Demokrasi Partisi ve Halkçı Parti’ye göre daha fazla oy alarak tek ba şına iktidara gelmi ştir. Özal ile birlikte Türkiye’nin dı ş politika ve ekonomik politika tercihleri de ciddi biçimde de ğişmeye ba şlamı ş, buna paralel

137

olarak Türk toplumunun de ğerlerinde bir farklıla şma ortaya çıkmı ştır. Mecliste ciddi bir muhalefet ile kar şıla şmayan Anavatan Partisi iktidarı, dı şa açılma konusunda önemli hamleler yapmı ş ve toplumdan aldı ğı destekle 1987 seçimlerinden de ba şarıyla çıkmı ştır. Ancak bundan sonraki dönemde 1980’de siyasi faaliyetleri yasaklanan liderlerin (Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türke ş gibi) yeniden parlamentoya girmeleriyle Anavatan Partisi’nin Meclis üstünlü ğü sarsılmaya ba şlamı ştır. Buna kar şın 1989 yılında Turgut Özal, Kenan Evren’in görev süresinin dolmasından sonra yapılan seçimler sonucunda 8. Cumhurba şkanı olarak Çankaya Kö şküne çıkmı ştır. 1960-1990 devresi Türkiye’nin ciddi toplumsal bunalımlarla kar şıla ştı ğı bir devredir. Hızla büyüyen Türk ekonomisi, do ğal olarak toplumsal katmanların hareketlenmesine ve siyasal alanda yeni taleplerin ortaya çıkmasında etkili olmu ştur. Bu nedenle tüm de ğişen toplumlarda görülen şiddet süreçleri Türkiye’de de kendisini göstermi ştir. Ancak yüzlerce yıllık devlet gelene ği, toplumsal dayanı şma ve toplumda var olan birlikte ya şama arzusu gibi etkenlerin ön plana çıkmasıyla bu çatı şmalar di ğer az geli şmi ş ülkelere oranla hafif atlatılmı ştır. 1991 seçimlerinde hiçbir partinin tek ba şına iktidara gelememesi üzerine Süleyman Demirel ba şkanlı ğındaki Do ğru Yol Partisiyle Erdal İnönü ba şkanlı ğındaki Sosyaldemokrat Halkçı Parti arasında koalisyon hükümeti kurulmu ş ve Türkiye’de yeniden koalisyonlar dönemi ba şlamı ştır. Bu arada 1993 yılında Özal’ın ani ölümünden sonra ise cumhurba şkanlı ğına Süleyman Demirel seçilmi ştir. Ülke 1993’ten itibaren yeni koalisyon hükümetleriyle yönetilmeye ba şlanmı ştır. Bu koalisyon hükümetleri arasında ciddi uyum sorunlarının bulunması, Türkiye’yi yeniden ekonomik, siyasal ve toplumsal bunalımların e şiğine getirmi ştir. Bu arada 2000 yılında görev süresi dolan Süleyman Demirel’in yerine, Anayasa Mahkemesi Ba şkanı olan Ahmet Necdet Sezer seçilmi ş ve 10’uncu Cumhurba şkanı olarak göreve ba şlamı ştır. Bu sırada DSP – ANAP – MHP koalisyonu iktidar görevini üstlenmi ş idi. 2003 yılında Batı dünyası ile ileti şim sorunları ya şayan ve emperyalist batı devletlerine kar şı sert söylemlerde bulunan Bülent Ecevit liderli ğindeki DSP – ANAP – MHP koalisyonu, yabancı yardım ve kredilerin kesilmesi, uluslararası büyük sermaye güç ve şirketlerinin Türk ekonomisi üzerinde oynadı ğı spekülatif

138

oyunlar sonucu ortaya çıkan ekonomik krizle birlikte erken seçime giderek, iktidarı genel ba şkanı siyasi yasaklı olan AKP’ye devretti. Recep Tayyip Erdoğan siyasi yasa ğının kalkması üzerine yapılan ara seçim sonucu Siirt Milletvekili olarak Ba şbakanlık görevine atandı. Siyasi yasaklı AKP genel ba şkanı iken ABD Ba şkanı ile Beyaz Saray’da Türkiye dı şişleri ile ilgili görü şmelerde bulunan Ba şbakan Erdo ğan, 2007 yılına kadar devam eden ilk iktidar döneminde özellikle ABD ve Avrupa Birli ği rüzgarını arkasına alarak dı ş borçlanmaya dayalı ekonomik atılımlara ba şladı. AB ile uyum süreci görü şmelerine ba şlanması iktidar partisi tarafından ülke genelinde bir bayram havası yaratılarak kutlandı. Bu sevinç gösterilerinin hemen arkasından AB istekleri do ğrultusunda köklü iç ve dı ş politika de ğişimlerine gidildi. Kıbrıs davası konusunda; “Çözümsüzlük çözüm de ğildir.”, vatanda şlık konusunda “üst kimlik, alt kimlik” ekonomi alanında “Ülkemi pazarlamak benim görevimdir.” söylemleri bu köklü de ğişim arzularının sembolleri olmu ştur. 2007 yılı ba şında Cumhurba şkanı Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurba şkanlı ğı görev süresinin dolması nedeniyle, TBMM’nde yapılan Cumhurbaşkanlı ğı seçimleri, iktidarın muhalefet ile uzla şma arayı şına gitmemesi ile krize dönü şmü ş, Milletvekili seçimlerinin yenilenmesine yol açmı ştır. 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan Milletvekili seçimlerinde AKP oy sayısını arttırarak % 47 oyla iktidardaki yerini sa ğlamla ştırmı ştır. Bu yükseli şte Cumhurba şkanlı ğı seçim sürecinde Genelkurmay Ba şkanlı ğı’nın internet sitesinde yayınlanan ve e-muhtıra diye adlandırılan muhtıra ile Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurba şkanlı ğı seçimi ilk turunun toplantı yeter sayısının olmadı ğı gerekçesi ile ana muhalefet partisi CHP tarafından açılan dava sonucu iptal etmesinin AKP tarafından halka kar şı “madur edildik” siyaseti ile anlatılması etkili olmu ştur. 22 Temmuz seçimlerinde aldıkları oy sırasına göre CHP, MHP ve DTP’de Meclis’te grup kurarak yer almı ştır. Meclis seçiminin hemen ardından Recep Tayyip Erdo ğan tarafından Cumhurba şkanı adayı olarak belirlenen Abdullah Gül MHP’nin de destek vermesiyle Cumhurba şkanı seçilmi ştir. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP’nin aldı ğı % 47’lik oy oranı, yöneticilerine Milli Görü ş çizgisinden geldiklerini yeniden hatırlatmı ştır. Cumhurba şkanlı ğı seçimlerinden hemen sonra Anayasa’da köklü de ğişimlerin yapılaca ğı i şaretleri verilmi ştir. Bu i şaretlerin en önemli uygulaması üniversitelerde

139

türban yasa ğının kaldırılmasına yönelik Anayasa de ğişikli ğinin yapılması olmu ştur. Sosyal Güvenlik yasasının de ğiştirilmesi sivil toplum kurulu şları ve di ğer siyasi partilerin görü şlerine yer verilmeden hazırlanmı ş ve de ğiştirilmi ştir. İktidar partisi yeni döneminde Demokrat Parti’nin uyguladı ğı “ço ğunlu ğun dedi ği olur” (ço ğunlu ğun diktası diye de adlandırılan) dü şüncesine saplanmı ş görünmektedir. AKP iktidarının birinci döneminde alınan dı ş kredi ve borçlar sonucu görünen ekonomideki iyiye gidi ş son dönemde yeniden kriz sinyalleri vermeye ba şlamı ştır. Görüldü ğü üzere; Türk demokrasisinde İkinci Dünya Sava şı’ndan sonra kemikle şen yabancı yardım ve borçlanmaya ba ğımlılık (esirlik) ile çatı şma siyaseti uygulamalarının uzla şmacı siyasal kültüre geçi ş ve ülke öz kaynaklarının ulusun öz yapısı ve gereksinimlerine uygun olarak kullanılmasına geçişinin sa ğlanması, yakın zamanda olanaklı görünmemektedir. Bu temel sorunun arkasında “Büyük Ortado ğu Projesi kapsamında Türkiye’nin ılımlı İslam devleti olarak Batı kapitalizminin kullanaca ğı bir ma şa halinde ya şatılmak isteniyor” savı hiçte yadırganmamalıdır.

140

DÖRDÜNCÜ KES İM GENEL DE ĞERLEND İRME

Çalı şmanın son kesimi olan bu kesimde ara ştırma süresince elde edilen bulgular, bu bulgulara ve sorunlara yönelik geli ştirilen öneriler ve çalı şmanın genel bir de ğerlendirilmesinin yapıldı ğı genel sonuç bölümü yer almaktadır.

8. BULGULAR, ÖNER İLER VE SONUÇ Bu bölümde ara ştırma boyunca tespit edilen bulgular, bulgular do ğrultusunda geli ştirilen öneriler ve elde edilen sonuçlara yer verilmiştir .

8.1. Bulgular ve Öneriler Çalı şmada elde edilen bulgular ve bunlara yönelik öneriler a şağıda özetlenmi ştir.

B.1: İkinci Dünya Sava şı sırasında Türkiye’de iktidarda bulunanlar, ülkenin ekonomik, askeri ve siyasi güç de ğerlerinin, dünya çapında askeri ve ekonomik güç oda ğı olan ülkelerin yer aldı ğı bir sava şa girmeye yeterli olmadı ğını tespit etmi şlerdir. Bu tespit sonucu dı ş politikalarını ne olursa olsun sava şa girilmemesi yönünde gerçekçi ve akılcı (realist ve rasyonel) dü şüncelerle şekillendirmi şlerdir. Bu politikalar sonucunda Türk Halkı sava ştan en az zarar ile çıkmı ştır . Bu bulgu birinci denencemizi do ğrulamaktadır. Ö.1: İktidara sahip olan siyasiler, tıpkı İkinci Dünya Sava şı yıllarında ülkemizi yöneten yöneticiler gibi, devletin ulusal güç de ğerlerini do ğru hesaplayarak, ülkenin kaderini etkileyebilecek konularda gerçekçi ve akılcı politikalar uygulamalıdırlar. Günümüzde de ülkenin kaderini etkileyebilecek mevkilerde yer alan yöneticiler duygusal ve gerçeklerle çeli şen kararlar alarak uluslar arası ölçekteki güç ö ğelerinin oyunlarına alet olmamalıdırlar . B.2: İkinci Dünya Sava şı sırasında iktidarı elinde bulunduran Milli Şef ve arkada şları; ekonomik, askeri ve siyasi yönden yetersiz Türkiye’yi sava şa sokmamak için güçlü devletlerin birbirlerine kar şı besledikleri emelleri ve uyguladıkları stratejileri yakından izlemi şlerdir. Bu emel ve stratejiler arasında

141

sürecin gerektirdi ği denge politikalarını uygulayarak ülkenin karar alma süreçlerinde hareket serbestli ğini ve ülkenin ba ğımsızlı ğını korumayı ba şarmı şlardır. Bu bulgu birinci denencemizi do ğrulamaktadır. Ö.2: Sınırlı, ekonomik, siyasi ve askeri güce sahip olan ülkeler, güçlü devletlerin uluslararası ortamdaki politikalarını ve uygulamalarını yakından izlemeli; bu ülkelerin aralarındaki çeki şmeleri kendi çıkarları do ğrultusunda olu şturdukları öngörülü politikalarla kullanmalı; böylece uluslararası karar alma süreçlerinde hareket serbestisi ve ba ğımsızlıklarını koruyabilmelidirler. Günümüzde uluslar arası ortamda geli şen durum ve uygulanan stratejileri yakından takip edip anlayamayan iktidar sahipleri, ülkemizin sahip oldu ğu önem ve gücünün daha a şağısında etkinlik göstermesine neden olmamalıdırlar. Özellikle uluslar arası güç merkezlerinin Ortado ğu , Balkanlar ve Akdeniz egemenli ği ve sömürü stratejileri iyi tetkik edilmeli, öngörülü stratejiler tespit edilerek kararlılıkla uygulanmalıdır . B.3: İkinci Dünya Sava şı’nda iktidarda bulunan CHP yöneticileri, dönemin dev ekonomi ve askeri güçleri olan; Almanya, İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birli ği’nin a şırı baskılarına ra ğmen Türkiye’nin do ğrudan sava şın tarafı olmamasını sa ğlamı şlardır. Böylece ülkeyi devlerin sava ş alanı olmaktan, Anadolu halkını da ezilmekten ve a şağılanmaktan kurtarmı şlardır. Bu bulgu birinci denencemizi do ğrulamaktadır.

Ö.3: Uluslararası büyük kriz ve çatı şma ortamlarında ekonomik ve askeri geli şmesini tamamlamamı ş ülkelerin yöneticileri bu çatı şmaların tarafı olduklarında ülkelerinin ve halklarının büyük güçler arasında ezilebileceğini dü şünmeli, bo ş hayaller u ğruna gereksiz riskler almamalıdırlar. B.4: Sava şın sonlarına do ğru (Mihver Devletleri’nin kaybedece ğinin kesinle şmesinden sonra) komünist Rusya’nın Türkiye’den toprak ve bo ğazlardan ayrıcalık istemesi, Türkiye’nin ABD ve İngiltere’yle yakınla şmasına, günümüze kadar süre gelen ve hala devam eden batı ile (tek taraflı) müttefikli ğine neden olmu ştur. Bu bulgu ikinci denencemizi do ğrulamaktadır.

142

Ö.4: Ülkeler arası ili şkilerde dostluktan çok çıkarların geçerli oldu ğu bilinmeli, körü körüne duygularla di ğer devletlere veya topluluklara ba ğlanmamalıdır. Öncelikle ülkenin öz gizil güç de ğerleri harekete geçirilerek ayakta kalmaya çalı şılmalıdır. Ülkemizin gündeminde sık sık yer alan ‘dost ve müttefik devletler veya topluluklar’ söylemleriyle halkımız kandırılmamalı ; ülke kaynakları uluslar arası çıkar çevrelerine pe şke ş çekilmemelidir . B.5: Yayılmacı ve emperyalist emellerine hakim olamayarak İkinci Dünya Sava şı’nı ba şlatan Almanya, İtalya ve Japonya sava şı kaybetmi şlerdir. Ülkelerinin nüfus ve ekonomik kaynaklarını heba ederek vatanda şlarını esarete mahkum etmi şler, ya şam seviyelerini dü şürmü şlerdir. Söz konusu ülkelerin Sava ş sonucu dü ştükleri durum, Türk Yöneticilerinin sava şa girmeme konusunda göstermi ş oldukları çabaların ne denli haklı oldu ğunu göstermekte ve birinci denencemizi do ğrulamaktadır . Ö.5: “Yurtta barı ş dünyada barı ş” ilkesine sımsıkı sarılarak maceracı ve yayılmacı politikalardan uzak durmak iktidar sahipleri tarafından benimsenmelidir. Böylece ülkenin birikmi ş güç de ğerleri bo ş yere yok olmayacaktır. B.6: Sava ş sonrası ortaya çıkan iki süper güç (ABD ve Sovyetler Birli ği) etrafında kümelenme, tüm dünya ülkelerinde oldu ğu gibi Türkiye’nin de iç ve dı ş siyasi, ekonomik ve toplumsal yapılanmasını do ğrudan etkileyen so ğuk sava ş döneminin nedeni olmu ştur. Türkiye’nin Atatürk sonrası dönemdeki iç ve dı ş , ekonomik ve siyasi yapılanması büyük oranda dünyada ya şanan so ğuk sava ş süreciyle ba ğda şık gerçekle şmi ştir. So ğuk Sava ş dönemi İkinci Dünya Sava şı’nın Sonucu oldu ğundan ikinci denencemiz do ğrulanmaktadır . Ö.6: Büyük halk kitlelerini pe şinden sürükleyebilen siyasiler, di ğer devletler arasındaki ekonomik ve siyasi düzen çatı şmalarını kendi iç siyasi yarı şlarında malzeme olarak kullanmamalı, toplumda bölünmelere yol açmamalıdırlar. Ulusal hedef ve amaç ça ğda ş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmaktır. Hiçbir yabancı çatı şma ve siyasetin ülkemizin ulusal hedef ve amacına ula şmasını sa ğlamak için olamayaca ğı ,toplumun tüm kesimleri ve özellikle siyasi liderler tarafından unutulmamalıdır.

143

B.7: Ülkeyi yönetenler, Türkiye’nin ikinci Dünya sava şı tehlikesine kar şı almak zorunda oldu ğu askeri önlemlerin gere ği olarak, bir milyon altıyüzbin ki şiyi seferber etmi şlerdir. Hükümetin ekonomideki açıkları kapatmak için Varlık Vergisi, ekme ğin karneye ba ğlanması ve Toprak Mahsulleri Vergisi uygulamalarının gere ğini halka anlatamamaları, vatanda şın CHP’den so ğumasına, bürokratlar ile halkın arasının açılmasına, vatanda şın devlete olan güveninin zedelenmesine, halkın zedelenmi ş duygularından yararlanmak isteyen fırsatçıların ortaya çıkmasına neden olmu ştur. Söz konusu fırsatçılar günümüze kadar halkı kandırmayı ve iktidarda söz sahibi olmayı ba şarabilmi şlerdir. Bu bulgumuz ikinci denencemizi do ğrulamaktadır. Ö.7: Büyük sava ş ve kriz dönemlerinde alınması gereken önlemler ve kriz yönetimi uygulamaları iktidarı elde bulunduranlar tarafından iki yönlü simetrik ileti şim yöntemleri kullanılarak halka do ğrudan iletilmeli ve halkın tepkileri ölçülmelidir. Böylece halk arasında devlete kar şı olan güven sarsılmayacak, bazı çıkar çevreleri için uygun ortamlar olu şmayacaktır. B.8: İkinci Dünya Sava şı’nın etkisiyle Türkiye’de olu şan olumsuz ekonomik ve toplumsal ko şulları kendi çıkar ve emelleri do ğrultusunda kullanmak isteyenlerin, hükümetin kendilerine zarar veren uygulamalarından rahatsızlık duyan tüccar ve toprak a ğalarının deste ğini de arkalarına alarak; parti içerisinde muhalif grup olu şturmaları, çok partili döneme geçi şin çürük zemin üzerinde geli şmesine neden olmu ştur. Temeli çürük atılan çok partili düzen aradan yarım asır geçmesine ra ğmen hastalıklarından kurtulamamı ştır. Böylece ikinci denencemiz do ğrulanmaktadır. Ö.8: Siyasetle u ğra şanlar siyaseti ne pahasına olursa olsun iktidarı ele geçirerek, iktidarın sa ğladı ğı olanakları kendi çıkarları do ğrultusunda kullanma olarak görmemelidirler. Siyasetçiler tarafından siyaset, toplumun sorunlarına çözümler üretme sanatı olarak algılanmalıdır. Demokrasi kültürü ancak bu şekilde geli şebilecektir. Aksi takdirde önümüzdeki ça ğ boyunca da geli şmi ş demokrasilere hayranlıkla ve özenerek seyirci olmaya devam edilecektir. B.9: İkinci Dünya Sava şı sırasında alınan ekonomik önlemler sonucu ezilmi ş ve yöneticilerine kar şı güveni sarsılmı ş Türk Halkının hassas olan din duygularını kendi çıkarları do ğrultusunda yönlendiren bazı çıkar çevreleri,

144

Türkiye’de “dindarlar” ve “dindar olmayanlar” şeklinde bir kutupla şmaya neden olmu ştur. Demokrat Partinin parti programında yer alan “halkımızın nazarında muteber olan ilke ve devrimlere sahip çıkaca ğız” de ğerlendirmesi, Atatürk tarafından ulusal birlik ve beraberli ği korumak amacıyla ortaya konan ilkeler ile ça ğda ş geli şmi şlik düzeyini yakalamak için yapılan devrimlerin tartı şılmasına ve zararlı akımların geli şmesine neden olmu ştur. Günümüzde de çe şitli cemaatçi grupların ülke siyasetinde etkili olması ve hatta iktidarı ele geçirebilecek kadar güçlenmesi ; birçok siyasinin ,halkın hassas din duygularını kullanmaya çalı şıyor olması ikinci denencemizi do ğrulamaktadır. Ö.9: Çe şitli etnik gruplar ve inançlardan olu şan Türkiye halkının bir arada ya şamasının ancak laiklik ve Atatürk milliyetçili ği ilkelerine ba ğlılıkla sürdürülebilece ği siyasetçiler tarafından göz ardı edilmemeli; bu konulardaki görü ş ayrılıklarının siyasete alet edilmesinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne zarardan ba şka bir şey getirmeyece ği , ırkçı ve dinci ayrımcılı ğın belki kısa süreli olarak birilerine iktidarın olanaklarını kullanma yetisi verebilece ği ancak oynanan oyunla ülkenin gelece ğinin yok edilece ği unutulmamalıdır. B.10: Almanya tarafından İkinci Dünya Sava şı sırasında Sovyetler Birli ği’nin bütünlü ğünü bozmaya yönelik olarak yönlendirilen ve desteklenen milliyetçilik akımlarının Türkiye’deki geli şimi, bugünkü etnik milliyetçilik çatı şmalarının bir tarafının kayna ğı olan Turancılık akımını do ğurmu ş ve güçlendirmi ştir. Bu güçlenme günümüze kadar etkisini devam ettirmekte, ikinci denencemiz do ğrulanmaktadır. Ö.10: Etnik milliyetçili ğe dayalı ideolojilerin toplumu bölerek kar şı kar şıya getirmesinin ancak ülkenin geli şmesini ve kalkınmasını istemeyen di ğer devletlerin amaçlarına hizmet etti ği görülmelidir. B.11: Sava ş sonrasında gerek Sovyetlerin Türkiye’ye kar şı emperyalist tavır takınmaları, gerekse batı ülkelerinin Türkiye’de kapitalizmi ve liberalizmi yaymak için uyguladıkları siyaset ve yardımları sonucunda (özellikle çok partili döneme geçi şle birlikte) anti-komünizm devletin temel politikası haline dönü şmü ştür. Çok partili dönemle birlikte iktidara gelenlerin bu politika do ğrultusundaki sert uygulamaları, (komünizm yanlısı) kar şıt görü şler ortaya

145

çıkarmı ştır. Bu görü şlerin uç noktalara kaymasına engel olmak isteyen CHP, ortanın solunda oldu ğunu açıklayarak Türkiye’de ortanın solu kavramının geli şimine öncülük etmi ştir. Bu durum günümüzde hala etkisini devam ettiren sa ğ-sol çatı şmalarının kayna ğı olmu ştur. Bu bulgu ikinci denencemizi do ğrulamaktadır. Ö.11: Toplum içerisinde yer alan farklı siyasi ve ekonomik ideolojilerin sa ğ-sol, komünist-fa şist, liberal-sosyalist, muhafazakar-yenilikçi, laik- dindar vb. şekilde adlandırılmalarının toplumu ortak hedeflerden uzakla ştıraca ğı siyasetçiler tarafından bilinmelidir. Sürekli çatı şma ve kavga ortamı ulusal kaynakların verimli olarak kullanılamamasına , günlük kavga konuları ile gündemin boş yere doldurulması ile topluma hiçbir yarar sa ğlanamayaca ğı akıldan çıkarılmamalıdır. B.12: İkinci Dünya Sava şı sonrasında ABD ba şkanı Turuman tarafından açıklanan Turuman Doktrini çerçevesinde Marshall Planı adı altında Türkiye’ye giren yabancı yardım ve krediler, Türkiye’nin yabancı sermayeye açılmasının ba şlangıcını olu şturmu ştur. Liberal ekonomi anlayı şının savunucusu olan iktidarların iş ba şına gelmesi ile alınan yabancı krediler hat safhalara ulaşmı ş,1980’ler ve sonrasında Türkiye ekonomik ve siyasi anlamdaki tam ba ğımsızlı ğını kaybetmi ştir. Ö.12: Devleti yönetenler tarafından a şırı dı ş borçlanmaya gidilmesinin; alınan borçların üretimi arttırmaya yönelik yatırımlar yerine, halkın oylarını toplamaya yönelik ve bazı çıkar çevrelerine kar sa ğlama amaçlı kullanılmasının dı şa ba ğımlılı ğı arttırıcı, her konudaki tam ba ğımsızlı ğı zedeleyici uygulamalar oldu ğu göz önüne alınarak öncelikle denk bütçe anlayı şının etkin oldu ğu devlet yönetimi sergilenmelidir. Ödeyemeyece ği kadar dı ş borcu olan bir ülkenin ba ğımsız bir devlet olarak nitelenemeyece ği bilinmelidir. B.13: İkinci Dünya Sava şı’nın olumsuz etkileri sonucu olu şan ortamdan yararlanarak iktidara gelen partilerin uyguladıkları liberal ve kapitalist ekonomi uygulamaları ile sosyal devlet anlayı şından uzakla şılmı ştır. Bu uygulamalar zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan sonuçlar do ğurmu ştur. Gelir da ğılımındaki dengesizlikler ve gelir grupları arasındaki uçurum artan bir ivme ile günümüze kadar büyümeye devam etmi ştir. Bu haksızlıklar toplumun katmanları arasında dü şmanlık duygularının olu şmasına neden olmu ştur. Dünyanın ve Türkiye’nin kaynakları toplumun küçük bir kesimi tarafından acımasızca tüketilirken; geri kalan ço ğunluk

146

yoksullu ğun sıkıntılarını çekmeye devam etmektedir.Halkımızın çok büyük bir ço ğunlu ğunun acılarını iliklerine kadar hissetti ği bu haksız ortamın giderek daha da acımasız bir hal alması ikinci denencemizi do ğrulamaktadır. Ö.13: Devlet yönetiminde söz sahibi olanların ülkenin kaynaklarının vatanda şların ortak malı oldu ğunu dü şünmeyerek, “her mahallede bir milyoner olu şturaca ğız” politikaları do ğrultusunda toplumun tamamının hakkı olan kaynakları, belli bir kesime tükettirip, halkı zenginler ve yoksullar diye uçlara ayırmasının, güçlünün güçsüzü sömürdü ğü bir düzen kurmasına, sosyal devlet ve üniter devlet olgularının yıkılmasına yol açaca ğı bilinmeli ve sosyal devlet ilkesinden uzakla şılmamalıdır. B.14: İkinci Dünya Sava şı’nın olumsuz eklileri sonucu olu şan çürük zeminde (hazır olmayan zeminde) çok partili sisteme geçi şle birlikte iktidara gelen Demokrat Partinin, partizanca uygulamaları, kadrola şma çabaları 1960 askeri darbesine meydan vererek demokrasiyi sekteye u ğratmı ştır. Bu askeri darbe bundan sonraki askeri darbeler için de (darbe yapanlara göre) me şruluk dayana ğı olmu ştur. Temelini İkinci Dünya Sava şı olumsuzlukları sonucu olu şan çürük demokratik zeminde bulan ve günümüzde de bugün olacak yarın olacak , olacak mı olmayacak mı tartı şmaları yapılan askeri darbelerin gündemde olması ikinci denencemizi do ğrulamaktadır. Ö.14: Siyasal iradeye sahip olanlar köklü de ğişim giri şimlerine ba şlamadan önce halkın de ğişime hazır oldu ğundan emin olmalıdırlar. Zamanlaması iyi yapılmamı ş, tutunaca ğı zemin ve temeli sa ğlam olmayan de ğişimlerin ba şarısızlı ğının, bundan sonraki de ğişim giri şimlerinin de engellenmesine yol açabilece ği unutulmamalıdır. Demokrasi dı şı tüm çözüm arayı şlarının ülkemiz insanlarına ve devletimize zarardan ba şka bir şey getirmeyece ği bilinmelidir. B.15: Demokrat Parti, tek parti döneminin parti egemenli ği alı şkanlı ğından kendisini kurtaramamı ştır. Muhalefet partilerinin görü şlerine de ğer vermemesi; di ğer partiler ve partililer üzerinde baskıcı yönetimler sergilemesi, günümüzde de gündemde olan “ço ğulcu demokrasi” yerine “ço ğunlu ğun diktası” diye adlandırılan anti-demokratik uygulamaların ve olu şumların kayna ğı olmu ştur. Özellikle tek parti iktidarlarının toplumun tüm kesimlerinin görü şlerini almadan

147

köklü yasal düzenleme ve uygulamalarda bulunmaları devletin temel kurumlarının (Yüksek Yargı Organları, T.S.K., YÖK, muhalefet partileri ve di ğer sivil toplum örgütlerinin) tepkilerine yol açmakta, ülkeyi sürekli kavga ve gerilim ortamında tutmaktadır. Bu bulgu ile ikinci denencemiz do ğrulanmaktadır. Ö.15: Ülke siyasasında halkın ço ğunluğunun deste ğini alarak iktidara gelenlerin kendilerini desteklemeyen toplumun di ğer kesimlerinin görü ş, hak ve özgürlüklerini dikkate almadan uygulamalarda bulunmalarının demokrasiyi ço ğunlu ğun diktatörlü ğüne dönü ştürece ği; halk arasında ve siyaset ortamında gerilimlere yol açaca ğı, bu gerilim ortamından nemalananların sürecin devamı için çaba gösterece ği ve ülke kaynaklarını sömürmeye devam edece ği unutulmamalıdır. B.16: Demokratik ve ekonomik yönden geli şimini sa ğlayamamı ş Türkiye’de, İkinci Dünya Sava şı’nın yarattı ğı olumsuzlukların ya şandı ğı ortamda siyasal ve ekonomik düzen dönü şümleri ya şanmı ştır. İktidara gelenler, halkın yoksullu ğunu ve ezilmi şli ğini tek parti yönetiminin sözde din kar şıtı uygulamaları ile özde şle ştirmi şlerdir. Hükümetin ba şının Said Nursi gibi sözde dini önderlerden el öperek icazet (onay ve destek) alması, bugünkü laiklik kar şıtı cemaatçi akımların güçlenmesine Fethullah Gülen benzeri ma şaların gündemi yönlendiren, siyasal güç dengelerinin de ğişmesini sa ğlayabilen etken olmasına neden olmu ştur. Böylece ikinci denencemiz do ğrulanmaktadır. Ö.16: Dindarlık, ki şinin kendi vicdanında ve tanrı katında de ğerlendirilmelidir. Sözde dini liderler etrafında toplanan cemaatçi grupların güçlendikçe güçlerini iktidarı ele geçirmek için siyasetin içinde yer aldıkları ve çe şitli iç ve dı ş çıkar çevrelerinin amaçlarına hizmet edecek konumlara geldi ği bilinmelidir. Siyasal islam dü şüncelerinin yıllarca liderli ği ve savunuculu ğunu yapan gibi siyasi liderlerin cemaat deste ğini kaybedince siyasal ortamdan ve gündemden nasıl uzakla ştırıldı ğı, dini grupların Türkiye’deki siyaseti ne denli büyük çıkmazlara sürükledi ği iyi anla şılmalıdır.

148

Çizelge:8 Bulgular ve Öneriler Matrisi Ö1 Ö2 Ö3 Ö4 Ö5 Ö6 Ö7 Ö8 Ö9 Ö10 Ö11 Ö12 Ö13 Ö14 Ö15 Ö16 B1 B2 B3 B4 B5 B6 B7 B8 B9 B10 B11 B12 B13 B14 B15 B16

149

8.2.Genel Sonuç Bu çalı şmada Türkiye’nin İkinci Dünya Sava şı’na fiilen girmemesinin iç ve dı ş toplumsal etki ve sonuçlarının ortaya konulması ve de ğerlendirilmesi hedeflenmi ştir. Bu hedefe ula şmak için Dünya ve Türkiye siyasi tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olan İkinci Dünya Sava şı’nın öncesi, sırası ve sonrasında Dünyada ve Türkiye’de gerçekle şen olaylar ve olu şumlar ile günümüze yansımaları ara ştırma boyunca irdelenmeye çalı şılmı ştır. Çalı şmada tarihsel ara ştırma yöntemi kullanılmı ştır. Yerli ve yabancı kaynaklar ile dönemin Türk Basını incelenerek bilgiler derlenmi ş, ki şisel yorumlar ile betimlemeler ve çıkarımlar yapılmı ştır.Çalı şma boyunca konu farklı görü şlerdeki aydınlar ile tartı şılmı ş, onların görü şlerinden de yararlanılmı ştır. İkinci Dünya Sava şı, dünyanın tarih boyunca gördü ğü en yıkıcı ve kanlı çatı şmalara sahne olmu ştur. Zamanın en büyük ekonomik ve askeri devlerinin kara, hava ve deniz güçleri ile yeryüzünün tamamında altı yıl boyunca sürdürdükleri sava ş, sonuçları ile uluslararası siyaset ve co ğrafyanın yeniden şekillenmesinde etkili oldu ğu gibi, günümüzde Türkiye’de var olan siyasi ve ekonomik yapılanmanın da ba şat nedenlerini olu şturmu ştur. Atatürk’ün ölümünden İkinci Dünya Sava şı’nın sonuna kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dı ş politikasını yöneten İsmet İnönü (Milli Şef) ve arkada şları, ülkenin ekonomik, askeri ve siyasi güç de ğerlerinin, dünya çapında askeri ve ekonomik güç oda ğı olan ülkelerin yer aldı ğı bir sava şa girmeye yeterli olmadı ğını tespit etmi şlerdir. Bu tespit sonucu politikalarını sava şa girilmemesi gerekti ği yönünde gerçekçi ve akılcı dü şüncelerle şekillendirmi şlerdir. Milli Şef ve arkada şları; ekonomik, askeri ve siyasi yönden yetersiz Türkiye’yi sava şa sokmamak için güçlü devletlerin birbirlerine kar şı besledikleri emellerini ve uyguladıkları stratejileri yakından izlemi şler, bu emel ve stratejiler arasında sürecin gerektirdi ği denge politikalarını uygulayarak ülkenin karar alma süreçlerinde hareket serbestli ğini ve ba ğımsızlı ğını korumayı ba şarmı şlardır. İktidarda bulunan CHP yöneticileri, dönemin dev ekonomi ve askeri güçleri olan; Almanya, İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birli ği’nin a şırı baskılarına ra ğmen Türkiye’nin do ğrudan sava şın tarafı olmamasını sa ğlamı şlardır. Böylece ülkeyi

150

devlerin sava ş alanı olmaktan, Anadolu halkını da ezilmekten ve a şağılanmaktan kurtarmı şlardır. Bu duru ş ba şta İsmet İnönü olmak üzere hükümettekilerin cesaret, vatan sevgisi ve gerçek devlet adamlı ğı niteliklerini göstermektedir. Yayılmacı ve emperyalist emellerine hakim olamayarak İkinci Dünya Sava şı’nı ba şlatan Almanya, İtalya ve Japonya sava şı kaybetmi şlerdir. Ülkelerinin nüfus ve ekonomik kaynaklarını bo şa harcayarak vatanda şlarının ya şam seviyelerini dü şürmü şlerdir. Komünist Rusya’nın Türkiye’den toprak ve bo ğazlardan ayrıcalık istemesi, Türkiye’nin ABD ve İngiltere’yle yakınla şmasına, günümüze kadar süre gelen ve hala devam eden batı ile müttefikli ğine neden olmu ştur. Sava ş sonrası ABD ve Sovyetler Birli ği etrafında kümelenme, tüm dünya ülkelerinde oldu ğu gibi Türkiye’de de iç ve dı ş siyasi, ekonomik ve toplumsal yapılanmaları do ğrudan etkileyen so ğuk sava ş sürecinin ya şanmasına neden olmu ştur Ülkeyi yönetenler, Türkiye’nin ikinci Dünya Sava şı tehlikesine kar şı almak zorunda oldu ğu askeri önlemlerin gere ği olarak, bir milyon altıyüzbin ki şiyi seferber etmi şlerdir. Hükümetin ekonomideki açıkları kapatmak için aldıkları önlemlerin gere ğini halka anlatamamaları vatanda şın CHP’den so ğumasına, bürokratlar ile halkın arasının açılmasına neden olmu ştur. İkinci Dünya Sava şı’nın etkisiyle Türkiye’de olu şan olumsuz ekonomik ve toplumsal ko şulları kendi çıkar ve emelleri do ğrultusunda kullanmak isteyenlerin, hükümetin kendilerine zarar veren uygulamalarından rahatsızlık duyan tüccar ve toprak a ğalarının deste ğini de arkalarına alarak; parti içerisinde muhalif grup olu şturmaları, çok partili döneme geçi şin çürük zemin üzerinde geli şmesine neden olmu ştur. İkinci Dünya Savaşı sırasında alınan ekonomik önlemler sonucu ezilmi ş ve yöneticilerine kar şı güveni sarsılmı ş Türk Halkının hassas olan din duygularını kendi çıkarları do ğrultusunda yönlendiren bazı çıkar çevreleri, Türkiye’de “dindarlar” ve “dindar olmayanlar” şeklinde bir kutupla şmaya neden olmu ştur. Demokrat Partinin parti programında yer alan “halkımızın nazarında muteber olan ilke ve devrimlere sahip çıkaca ğız” de ğerlendirmesi Atatürk tarafından ulusal birlik ve beraberli ği korumak amacıyla ortaya konan ilkeler ile ça ğda ş geli şmi şlik düzeyini yakalamak

151

için yapılan devrimlerin tartı şılmasına ve Türkiye için son derece zararlı dü şünce akımlarının olu şmasına neden olmu ştur . Almanya tarafından İkinci Dünya Sava şı sırasında Sovyetler Birli ği’nin bütünlü ğünü bozmaya yönelik olarak yönlendirilen ve desteklenen milliyetçilik akımlarının Türkiye’deki geli şimi bugünkü etnik milliyetçilik çatı şmalarının bir tarafı olan Turancılık akımlarını güçlendirmi ştir. Çok partili döneme geçi şle birlikte anti-komünizm devletin temel politikası haline dönü şmü ştür. İktidara gelenlerin bu politika do ğrultusundaki sert uygulamaları, komünizm yanlısı kar şıt görü şler ortaya çıkarmı ştır. Bu görü şlerin uç noktalara kaymasına engel olmak isteyen CHP, ortanın solunda oldu ğunu açıklayarak Türkiye’de ortanın solu kavramının çıkı şının öncüsü olmu ştur. Marshall Planı adı altında Türkiye’ye giren yabancı yardım ve krediler, Türkiye’nin yabancı sermayeye açılmasında ba şat etken olmu ştur. Liberal ekonomi anlayı şının savunucusu olan iktidarların i ş ba şına gelmesi ile alınan yabancı kredilerin ölçüsü kaçırılarak, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi anlamdaki tam ba ğımsızlı ğının kaybedilmesine neden olunmu ştur. İkinci Dünya Sava şının olumsuz etkileri sonucu olu şan ortamdan yararlanarak iktidara gelen partilerin uyguladıkları liberal ve kapitalist ekonomi devlet uygulamalarını sosyal devlet anlayı şından uzakla ştırmı ştır. Bu uygulamalar zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan sonuçlar doğurmu ştur. Dünyanın ve Türkiye’nin kaynakları toplumun küçük bir kesimi tarafından acımasızca tüketilirken, geri kalan ço ğunluk yoksullu ğun sıkıntılarını çekmeye devam etmektedir. Sayıca az olan kapital sahipleri dünyanın kaynaklarını sınırsızca tüketirken tüm insanlı ğın binmi ş oldu ğu dalı kesmektedir. Demokrat Parti, tek parti döneminin parti egemenli ği alı şkanlı ğından kendisini kurtaramamı ştır. Kendine muhalif olanların görü şlerine de ğer vermemesi; di ğer partiler ve partililer üzerinde baskıcı yönetimler sergilemesi, günümüzde de gündemde olan “ço ğulcu demokrasi” yerine “ço ğunlu ğun diktası” diye adlandırılan anti-demokratik uygulamaların ve olu şumların kayna ğı olmu ştur. Özellikle tek ba şına iktidarlara gelen partilerin toplumun tüm kesimlerinin görü şlerini almadan köklü yasal düzenleme ve uygulamalarda bulunmaları devletin temel kurumlarının

152

(Anayasa Mahkemesi, T.S.K., YÖK, muhalefet partileri ve di ğer sivil toplum örgütlerinin) tepkilerine yol açmakta, ülkeyi sürekli kavga ve gerilim ortamında tutmaktadır. İkinci Dünya Sava şı’nın olumsuz etkileri sonucu olu şan çürük zeminde çok partili sisteme geçi şle birlikte iktidara gelen Demokrat Partinin, partizanca uygulamaları, kadrola şma çabaları ve anti-demokratik uygulamaları 1960 askeri darbesi ile sonuçlanmı ştır. Bu askeri darbe bundan sonraki askeri darbeler için de (darbe yapanlara göre) me şruluk dayana ğı olmu ştur. Demokratik ve ekonomik yönden geli şimini sa ğlayamamı ş Türkiye’de, İkinci Dünya Sava şı’nın yarattı ğı olumsuzlukların ya şandı ğı ortamda siyasal ve ekonomik düzen dönü şümleri ya şanmı ştır. İktidara gelenler, halkın yoksulluğunu ve ezilmi şli ğini tek parti yönetiminin sözde din kar şıtı uygulamaları ile özde şle ştirmi şlerdir. Hükümetin ba şının Said Nursi gibi sözde dini önderlerden el öperek icazet (onay ve destek) almaları, bugünkü laiklik kar şıtı cemaatçi akımların güçlenmesine, siyasi önderlerin aynı yoldan medet bekler hale gelmelerine neden olmu ştur. Görüldü ğü üzere; İkinci Dünya Sava şı, etki ve sonuçları ile bugünkü uluslar arası yapılanmanın ve Türkiye’nin toplumsal düzeninin olu şumunda zemin olu şturmu ştur. İsmet İnönü ve arkada şlarının İkinci Dünya Sava şı öncesi, sırası ve sonrasında uyguladıkları politikaların kamu ve devlet yönetiminde görev alacaklar için örnek olaca ğı de ğerlendirilmektedir. Çalı şma İkinci Dünya Sava şının Türkiye’ye ve Dünya’ya etkilerini ara ştıran ve merak eden ki şilere yardımcı olacaktır. Bundan sonra aynı konuda ara ştırma yapacak bilim yolcularına; incelenen dönemin siyasi olay ve uygulamalarını günümüz gündemi ile özde şle ştirmeleri, konu hakkındaki kaynakları incelerken de ğişik ve kar şıt görü şlerden yararlanmaları, tüm yargılama ve çıkarımlarında toplumun tamamının yararını gözetmeleri önerilir.

153

KAYNAKÇA AKALIN, Cüneyt, (2003), So ğuk Sava ş ABD ve Türkiye , İstanbul: Kaynak Yayınları.

AKBANK, Kültür Yayını, (1980), Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi (1923-1978), İstanbul.

ARMAO ĞLU, Fahir, (1991), 20. Yüzyıl Siyasi Tarih(1914-1980), Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

ATAÖV, Türkkaya, (1969), Amerika-Nato ve Türkiye, Ankara: Aydınlık Yayınevi.

AVCIO ĞLU, Do ğan, (1976), Milli Kurtulu ş Tarihi( 1838’ den 1995’ e), İstanbul:C-4, Tekin yayınları.

AYDEM İR, Şevket Süreyya, (1968), İkinci Adam , İstanbul: C.II, Remzi Kitabevi

AYSAN, Mustafa A, (1981), Atatürk’ün Ekonomi Politikası , Kırklareli: Sermet Matbaası

BA ŞOL, Koray, (1984), Demografi Genel ve Türkiye, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İ.İ.B.F. Yayınları.

BORATAV, Korkut, (1987), İktisat Tarihi 1908-1985, İstanbul: Gerçek yayınevi

BURÇAK, Salim Rıfkı, (1983), Moskova Görü şmeleri (26 Eylül 1939-16 Ekim 1939) ve Dı ş Politikamız Üzerindeki Tesirleri, Ankara: Gazi Üniversitesi Yayınları.

CEM, İsmail, (1974), Türkiye’de Geri Kalmı şlı ğın Tarihi , İstanbul: Cem Yayınevi.

154

Cumhuriyet’in 75’inci Yılı (1923-53), (1999), İstanbul: C.I, Yapı Kredi Yayınları .

ÇAVDARLI, Rıza, (1943), Türkiye Harbe Giriyor mu?, İstanbul, Aydınlık Matbaası

ÇIKAR, Mustafa, (1997), Hasan-Ali Yücel ve Türk Kültür Reformu , Ankara: İş Bankası Yayınları.

DER İNG İL, Selim, (2007), Denge Oyunu, İkinci Dünya Sava şın’da Türkiye’nin Dı ş Politikası, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

DİRİMTEK İN, Halil, (1987), Türkiye Ekonomisi, Eski şehir Dünya Sava şı Öncesi Sovyet Barı ş Çabaları ve Türkiye(1938-39), (Seçmeler), İstanbul.

E.H, Carr, (1965), Internatinal Relations Between The Two Worlds Wars (1919-1938), New York: Macmillan Co. Ltd.

EK İNC İ, Necdet, (1997), İkinci Dünya Sava şı’ndan Sonra Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçi şte Dı ş Etkenler , İstanbul: Toplumsal Dönü şüm Yayınları.

ERDO ĞDU, Hikmet, (2004), Avrupa’nın Gelece ği’nde Türkiye’nin Önemi ve NATO İttifakı , İstanbul: I’Q Kültür Sanat Yayıncılık.

ERK İN, Feridun Cemal., (1980), Dı şişlerinde 34 Yıl- Anılar -Yorumlar, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

ERO ĞUL, Cem, (1998), Demokrat Parti , Ankara: İmge Kitabevi.

F.GÜRSEL, Haluk, (1968), Tarih Boyunca Türk-Rus İli şkileri (Bir Siyasi Tarih İncelemesi), İstanbul.

155

GÖNLÜBOL, Mehmet, (1995), Olaylarla Türk Dı ş Politikası(1919-1995), Ankara: Siyasal Kitabevi.

GÖNLÜBOL, Mehmet ve Di ğerleri, (1982), Olaylarla Türk Dı ş Politikası (1919- 1975), Ankara: I. Cilt, 5. Baskı, S.B.F Yayınları.

GÜÇLÜ, Muhammed, (1996), “Varlık Vergisi ve Ankara Uygulaması, İzmir: Tarih İncelemeleri Dergisi XI, Ege Üniversitesi Basımevi.

İMER, Kâmile, (2001), Türkiye’de Dil Planlaması-Türk Dil Devrimi, Ankara: Kültür Bakanlı ğı.

KARAKU Ş, Erdo ğan, (2004), İngiliz Belgelerinde İkinci Dünya Sava şı Öncesi Türk-İngiliz İli şkileri 1938-39, Ankara: Genelkurmay Basımevi.

KENNEDY, Paul, (Çev: Birtane Karanakçı), (2002), Büyük Güçlerin Yükseli ş ve Çökü şleri , İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

KOÇAK, Cemil,(1986), Türkiye’de Milli Şef Dönemi(1939-45), Ankara: Yurt Yayınları.

KOÇAK, Cemil, (1996), Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), İstanbul: C. I ve II, İleti şim Yayınları.

KOÇAK, Cemil, (1997), Türkiye Tarihi , İstanbul: C. IV, Cem Yayınevi.

KOÇAS, Sadi, (1979), Atatürk’ten 12 Mart’a Anılar , İstanbul: Cilt-I, Do ğuş Matbaası.

KONGAR, Emre, (2006), Tarihimizle Yüzle şmek, İstanbul: Remzi Kitabevi.

156

KURAT,Yulu ğ Tekin, (1961), İkinci Dünya Sava şı'nda Türk-Alman Ticaretindeki İktisadi Siyaset, Ankara: C. XXV, TTK.

KUZNETS, Simon, (1972), Economic Growth of Nations , Harvard University Press.

LEVEND, Agâh Sırrı, (1960), Türk Dilinde Geli şme ve Sadele şme Evreleri , Ankara: TTK.

MEDL İCOTT,W.N, (1952-1959), Economic Blockade ,Vols. I and II. H.M.S.O. London.

NAD İ, Nadir, (1964), Perde Aralı ğından, İstanbul: Cumhuriyet Yayınları .

ORAN, Baskın, (1970), Türkiye’nin Kuzeyindeki Büyük Kom şu Sorunu Nedir?(Türk-Sovyet İli şkileri 1939-1970), C-XXV, Ankara Üniversitesi S.B.F.Dergisi.

ORAN, Baskın, (2004), Türk Dı ş Politikası , C-I, İstanbul: İleti şim Yayınları.

ÖKE, Mim Kemal, (1990), Unutulan Sava şın Kronolojisi , İstanbul: Bo ğaziçi Yayınları.

ÖYMEN, Altan, (2004), De ğişim Yılları, İstanbul: Do ğan Kitapçılık.

ÖZ, Baki, (1996), Bıça ğın Sırtında Siyaset , Ankara: Can Yayınları.

RİZE, Ekrem, 1939-1949 Türkiye’nin Dü ştü ğü Harp Tehlikesi Kaçırılan Fırsat Bugünkü Vaziyet , İstanbul.

SANDER, Oral, (2004), Siyasi Tarih 1918-1994 , Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

157

SARINAY, Yusuf, (1988), Türkiye’nin Batı İttifakına Yöneli şi ve Nato’ya Giri şi(1939-1952), Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlı ğı Yayınları.

SERTEL, Sabiha, (1969), Roman Gibi , İstanbul: Ant Yayınları .

SOYSAL, İsmail, (1983), Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Antla şmaları, Ankara: C-I, Türk Tarih Kurumu Yayınları.

SOYSAL, İsmail, (1997), So ğuk Sava ş Dönemi ve Türkiye(Olaylar Kronolojisi (1945-1975), Isıs Yayınları.

S.S.C.B. Dı şişleri Bakanlı ğı, (Çev:Levent Konyar, Havass) (1981), Stalin, Roosevelt, Churchill’in Gizli Yazı şmalarında Türkiye(1941-1944) ve İkinci Dünya Sava şı

ŞAH İN, Hüseyin, (1998), Türkiye Ekonomisi , Bursa: Ezgi Kitapevi.

Şİ MŞİ R, Bilal, (1996), Bizim Diplomatlar , Ankara: Bilgi Yayınları.

TAMKOÇ, Metin, (1976), The Warrior Diplomats , Salt Lake City: University of Utah Press.

T.C Ba şbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, (1999), 1997 Genel Nüfus Tespiti İdari Bölünü ş, Ankara: D İE Nüfus İstatikleri.

TEZEL, S.Yahya, (1994), Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi , İstanbul: Türk Vakfı Yurt Yayınları.

TİMUR, Taner, (1997), Türk Devrimi ve Sonrası , Ankara: İmge Kitapevi

TİMUR, Taner, (1994), Türkiye'de Çok Partili Hayata Geçi ş, İstanbul: İleti şim Yayınları .

158

TOKER, Metin, (1990), Demokrasimizin İsmet Pa şalı Yılları (1944-1950), İstanbul: Bilgi Yayınları.

TURAN, Şerafettin, (2000), İsmet İnönü, Ya şamı, Dönemi ve Ki şili ği, Ankara: Kültür Bakanlı ğı Yayınları.

UĞURLU, Nurer, (2003), İkinci Dünya Sava şı’nda Türkiye Üzerine Gizli Pazarlıklar (1939-44), İstanbul.

ULMAN, A. Haluk, (1961), Türk-Amerikan Diplomatik Münasebetleri(1939- 1947), Ankara: Sevinç Matbaası.

ULMAN, A.Haluk, (1968), Türk Dı ş Politikasına Yön Veren Etkenler(1923- 1968), Ankara Üniversitesi S.B.F. Dergisi.

ÜÇOK,Co şkun, (1975), Siyasi Tarih(1789-1960), Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları.

ÜSD İKEN, Behzat, (2000), Tartı şmalı Bir Uygulama Varlık Vergisi , Finans Dünyası.

WARD, Barbara, (1942), Turkey , London: Oxford University Press.

WE İSBAND, Edward, (Çev. M.A. Kayaba ğ-Örgen U ğurlu), (2002), 2.Dünya Sava şı ve Türkiye , Örgün Yayınevi.

WE İSBAND, Edward, (çev. M. Ali Kayabal), (2000), İkinci Dünya Sava şı’nda İnönü’nün Dı ş Politikası III, Cumhuriyet Yayınları.

WE İSBAND, Edward, (Çev. M.Ali Kayabal), (1974), İkinci Dünya Sava şı’nda İnönü’nün Dı ş Politikası, İstanbul: Milliyet Yayınları.

159

YALÇINTA Ş, Nevzat, (1972), Türkiye’nin Sosyal Bünyesi , İstanbul: İ.Ü. İ.F.Yayınları.

YERASIMOS, Stefanos, (1980), (Çev: Babür Kuzucu ), Azgeli şmi şlik Sürecinde Türkiye, İstanbul: Gözlem Yayınevi.

YILMAZ, Mustafa, (1999), İnönü Dönemi Türk Dı ş Politikası , Konya: Selçuk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Ara ştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi.

YILMAZ, Veli, (1998) , Siyasi Tarih, İstanbul: Harp Akademileri Basımevi.

Gazetede Yazarlı Makale ATAY; Falih Rıfkı, (1939), Ulus, (1939, 28 Ocak) ATAY; Falih Rıfkı, (1942)(a), Ulus, (1942, 19 Nisan) ATAY; Falih Rıfkı, (1942)(b), Ulus, (1942, 20 Nisan) ATAY; Falih Rıfkı, (1942)(c), Ulus, (1942, 16 Mayıs) ATAY; Falih Rıfkı, (1945), Ulus, (1945, 11 Ocak) EBÜZZ İYA; Ziyad, (1941), Tasvir-i Efkâr, (1941, 30 Aralık) ER İM; Nihat, (1950), Ulus, (1950, 2 Ekim) ERK İLET; Hüseyin Hüsnü Emir, (1941), Cumhuriyet, (1941, 26 Haziran) KÜÇÜKA; Necip Ali, (1940), Ulus, (1940, 22 Şubat) NAD İ; Yunus, (1939)(a), Cumhuriyet, (1939, 2 Ekim) NAD İ; Yunus, ( 1939)(b), Cumhuriyet, ( 1939, 19 Ekim). NAD İ; Yunus, (1939)(c), Cumhuriyet, (1939, 1 Kasım) NAD İ; Yunus, (1939)(d), Cumhuriyet, (1939, 2 Kasım) NAD İ; Yunus, ( 1940)(a), Cumhuriyet, ( 1940, 1 Mart ) NAD İ; Yunus, (1940)(b), Cumhuriyet, (1940, 29 Mart) NAD İ; Nadir , (1940), Cumhuriyet, (1940, 30 Temmuz) NAD İ; Yunus, (1941)(a), Cumhuriyet, (1941, 7 Ocak ) NAD İ; Yunus,(1941)(b), Cumhuriyet, (1941, 25 Mayıs) NAD İ; Yunus, (1941)(c), Cumhuriyet, (1941, 20 Haziran)

160

NAD İ; Nadir, (1941)(a), Cumhuriyet, (1941, 22 Haziran) NAD İ; Nadir, (1941)(b), Cumhuriyet, (1941, 30 Haziran) NAD İ; Nadir.(1944)(a), Cumhuriyet, (1944, 12 Nisan) NAD İ; Nadir. (1944)(b), Cumhuriyet, (1944, 22 Nisan) SADAK; Necmeddin, (1943)(a), Ak şam, (1943, 30 Ekim) SADAK; Necmeddin, (1943)(b), Ak şam, (1943, 15 Kasım) SADAK; Necmeddin, (1944)(a), Ak şam (1944, 28 Ocak) SADAK; Necmeddin, (1944)(b), Ak şam, (1944, 6 Mart) SADAK; Necmeddin,(1944)(c), Ak şam, (1944, 8 A ğustos) SADAK; Necmeddin, (1945), Ak şam, (1945, 26 Mart ) SERTEL; Zekeriya, (1939)(a), Tan, (1939, 19 Ekim) SERTEL; Zekeriya, (1939)(b), Tan, (1939, 21 Ekim) SERTEL; Zekeriya, (1941)(a), Tan, (1941, 1 Mart) SERTEL; Zekeriya, (1941)(b), Tan ,(1941, 20 Haziran) SERTEL; Zekeriya, (1942), Tan , (1942, 4 Nisan) SERTEL; Zekeriya, (1943)(a), Tan, (1943, 13 Şubat) SERTEL; Zekeriya, (1943)(b), Tan, (1943, 13 Aralık) SERTEL; Zekeriya, (1943)(c), Tan, (1943, 19 Aralık) SERTEL; Zekeriya, (1944), Tan, (1944, 4 A ğustos) YALÇIN; Hüseyin Cahit, (1940), Yeni Sabah. (1940, 31 Temmuz )

Gazetede Yazarsız Makale “Man şet Haberi,”(1939, 2 Kasım) , Cumhuriyet “Türkiye’nin Çabası,” (1940, 6 Temmuz ) , Cumhuriyet “ İtalyan Saldırısı ” (1940, 27 Haziran), Cumhuriyet “Alman İlerleyi şi,” (1941, 18 Ocak), Cumhuriyet “Kahire Konferansı,” (1944, 2 Mart), Cumhuriyet “Müttefik İli şkilerinde Gerginlik,” Cumhuriyet, (1944, 6 Haziran) “ Müttefik İli şkileri So ğuyor,”Cumhuriyet,( 1944, 6 Haziran) “ Almanya ile İli şkiler Kesiliyor,”Cumhuriyet, (1944, 21 Nisan) “ Türkiye’nin Sava ş İlanı,”Cumhuriyet, (1944, 3 A ğustos)

161