HALDUN TANER

TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ : 98

KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI: 961

HALDUN TANER

Mustafa MİYASOğLU

TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ: 98 Kapak Düzeni t Dr. Ahmet SINAV

ISBN 975-17-0262-3 © Kültür ve Turizm Bakanhğı, 1988 Onay: 8/7/1988 tarih ve 928.1-2865 sayı Birinci baskı Baskı say ısı: 15.000 Başbak£uılık Matbaası — ANKARA HALDUN TANER

İÇİNDEKİLER Önsöz ...... VII Hayatı ...... 1 S a n a tı...... 6 Eserleri ...... 21 1. Hikâyeleri ...... 25 2. Oyunları ...... 26 3. Kabare Oyunlan ...... 32 Haldun Taner'e Sorular ...... 36 Haldun Taner’e Dair Yazılanlar ...... 45 Hikâyelerinden Seçmeler ...... 58 Sahib'i Seyf-ü Kalem ...... 58 Bir Motorda Dört Kişi ...... 65 Konçinalar ...... 69 On ikiye Bir Var ...... 74 Sanciho’nun Salbab Yürüyüşü...... 89 Neden Sonra ...... 101 Oyunlarından Parçalar ...... 107 Keşanlı Ali D estanı'ndan...... 107 Sersem Kocanın Kurnaz Karısı'ndan 111 Dün Bugün’den ...... 119 Yazılarından Seçmeler ...... 121 Sohbet : Köprümüz ...... 121 Portre: Yazar Mısın Durma Yaz ... 126 Gezi Notu: Dahlem îslam Müzesi ... 134 Fıkra : İki Bezgin Bir Nikbin ...... 138 Fıkra: Havaya Suya Dair ...... 141 Son yazısı : Alaturka Broadway Direklerarası 145

ÖNSÖZ

Çağdaş Türk edebiyatında hikâyeleri, tiyatro eser­ leri, sohbet ve gezi yazılarıyla önemli bir yere sahip olan Haldun Taner’in pek çok eseri vardır. Bunların çoğu in- celeme ve araştırmalara konu olduğu gibi, batı dillerine yapılan çevirileriyle de kültürümüzü dünyada tanıtmıştır. Haldun Taner, uluslararası armağanlar kazanarak, adın­ dan yurt dışında çok ;söz ettiren yazarlarımızdan biridir. Edebiyat Fakültesi’nde öğrenci olduğum yıllardaki tiyatro dersleriyle tanıdığım, ilk dönem tiyatro ^eserlerini Mehmet Kaplan yönetiminde lisans tezi konusu \olarak in­ celediğin Haldun Tarier'm adını çok Önceden duymuş,, hikâyelerini okumuş, oyunlarım seyretmiştim. Onun çok yönlü ve kültürlü bir sanatçı oluşu her zaman ilgimi çek­ miş ve pek çok eserini severek okumuş, başkalarına da tanıtmıştım. Tanpınardan sonra bu kadar kültürlü bir sanatçı az yetişmiş, eserleriyle yurt dışında da hiç bir resmî destek olmaksızın bu kadar tamnnnş sanatçı az görülmüştür. Gazete yazıları, televizyon sohbetleri ve kabare oyunları, Günün Adamı ve Keşanlı Ali Destanı ile haklı bir üne kavuşmuş olan Haldun Taner’i geniş kitlelere seslenen bir yazar hâline getirmiştir. Yaşasın Dem

VII rülmüştür. Bir yönüyle de Hüseyin Rahmi, Ahmed Rasim. gibi halkın dili ve duyarlığını yazilciTinda bir üslûp özel­ liği hâline getirmiş, F. Celâlettin ve Memduh Şevket Esendal çizgisini yeni ve çağdaş bir dille sürdürmüştür.

Gelenekten faydalanarak yeni ve orijinal eserler ortaya koymaktaki başarısı, bütün gruplaşmaların dışın­ da kalan tutumunu, 0na, edebiyatımızda kendine özgü bir yer kazandırdı. Toplumcu bilinen yazarlardOin da, ferdi­ yetçi bilinen yazarlardan da farklı bir tavırla, toplum içindeki insanımızı, dili, atmosferi ve hayat görüşü ol­ dukça çeşitli bir tarzda ortaya koyması- onun kendine has özellikleridir.

Hikâyesini, tiyatro eserlerini, kabare denemelerin: ve bütün bunları ortaya koyarken benimsediği sanat tu­ tumunu ayrı ayrı ele aldığımız bu tanıtma kitabında, eserlerinden seçmeler yanında, onunla yapılmış bir ko­ nuşmaya da yer vererek, kendini kendi diliyle de tanıt- maya çalıştık- Ayrıca, belli başlı incelemecilerin görüşle­ rine de yer verdik.

Bu kendine özgü sanatçımızı tanıtmanın hir kültür hizmeti olduğunu belirtmek zorundayız.

Mustafa MİYASOĞLU

VIII HAYATI

Haldun Taner, 16 Mart İ915'te îstanbul’da doğdu. BaT^ası Ahmet SelMıattin Bey, Sultan Vahdettin’in teşkil ettiği Saltanat Şûrası’nda bulunmuş ve son Osmanlı Mec- lis-i Mdbusân'ında milletvekilliği yapmış bir devletler hukuku profesörüdür. Hukuk Fakültesi dekan­ lığı da yapmış olan Ahmet Selâhattin Bey, Vakit gaze­ tesinde başmakaleler yazmış, «misâk-ı millî» ve istiklâl Savaşım savunmuş, Sultanahmet Mitingi'nde de konuş­ muştu. Annesi Sezâ Hanım, ’Matbaa-i Âmire müdürü İs­ mail Hâmid Bey'in kızıdır. Beş yaşındayken babası ölen Haldun Taner annesinin yanında büyüdü ve «rbtidaî» adı verilen ilkokulu okudu, tatil ıgünlerinde de büyükbaba- smm kurduğu Hamid Matbaası’nda çalıştı.

Baba tarafından çok asker çıkakmış Hasırcibaşızâ- deler'den olan Haldun Taner'le annesine 1925’ten sonra «Hidemât-ı Vataniye» fonundan maaş bağlandı. Vatana hizmet edenlerin veya şelhit olanların çocuklarma tanman hakla, dokuz yaşındayken parasız yatılı olarak Galata­ saray Lisesi'ne girdi (1923). Orta öğrenimini burada ta­ mamladıktan sonra (1935), yine masrafı devlet tarafın- dan karşılanan yüksek öğrenimi için Almanya'ya gitti. Heidelberg Üniversitesinde üç yıl kadar ekonomi ve siya­ sal bilgiler öğrenimi gördü. Bu yıllarda onu en çok ilgi­ lendiren konular, devletler hukuku, jeopolitik ve sosyal politika dersleridir. 1938 yılında tüberfcüloza yakalandığı için yurda dönmek zorunda kaldı.

1 Erenköy'de, bir evde beş yıl tedavi gördüğü dönem­ de, teselliyi ve kendini unutma yolunu edöbiyatta buldu. Bu arada, değer yargıları değişmiş, politik ve gazetecilik hevesinden vazgeçerek, edebiyatla felsefeyi bütün ilgile­ rinin önüne getirmişti. Bu karar yüzünden, önceki tahsi­ lini bir yana bırakıp Edebiyat Fakültesi'ne girdi (1943), Alman Filolojisi yamnda, Sanat Tarihi ve Türkoloji bö­ lümlerinden de sertifika alarak öğrenimini tamamladı (1950). Bir yandan da, hastalık döneminde başladığı skeçler, radyo oyunları ve hikâyeler yazımım sürdürdü. Fakültenin son sınıfındayken ilk oyununu yazdı: Günün Adamı. Haldun Yağcıoğlu adıyla yaymlanan ilk hikâyesi Töhmet, Yedigün dergisinde daha önce çıkmıştı (1944). 1950 yılmda Sanat Tarihi Enstitüsü'ne asistan oldu. Bu arada kazandığı armağanlar ve yayınladığı kitaplar­ la tanınmış, Cihad Baban'ın yayınladığı Tercüman gaze­ tesinde kültür ve sanat konularında yazılar yazmaya başlamıştı (1952). Şelıir Tiyatrosuna teklif ettiği Günün Adamı adlı oyununun devlet büyüklerini kızdırır gerek­ çesiyle oynanmaması (1953), Haldun Taner'i, bir süre gazetelerin üzerinde en çok durduğu isim yaptı. 1954 yılında bir süre Gazetecilik Enstitüsü'nde sanat ve edebiyat meseleleri konusunda dersler verdikten son­ ra, tiyatro uzmanlığı öğrenimi görmek için Viyana'ya gitti. Prof. Heinz Kinderman’m yamnda ihtisas, Jose£ Stadt Tiyatrosu'nda da asistanlık yaptı. Aynı yıl ilk eşi Leylâ Hanım’la evlendi. Bu yıllarda Yeşilçam’daki film şirketleri için senar­ yolar yazdı. Viyana’da bulunduğu iki yıl içinde 700’den fazla oyunu seyretmek ve tanımak imkânı buldu, o günlerde klasik tiyatro yanında epik tiyatro ile ilgilendi. Bu ara­ da Türkçe Lektörlüğü de yaptı. 1956'da yurda döndü. «Devekuşuna Mektuplar» sü­ tun başlığıyla yazdığı yazıları sürdürürken, Muhsin Er- tuğrul'un teşvikleriyle her yıl bir oyun yazmaya başladı, ilki, «Sahib'i Seyf-ü Kalem» adlı hikâyesinin geliştirilmiş şekli olan Dışardakiler adlı oyunudur ve Devlet Tiyatro- su’nda sahneye konmuştur. 1957’den başlayarak, emekli oluncaya kadar Ede­ biyat Fakültesi nde tiyatro dersleri verdi. Bu derslere de­ vam zorunluluğu ve dolayısiyle imtihan da yoktu. O yüz­ den de her bölümden ve fakülte dışından öğrencileri vardı. Ankara Üniversitesi DTCF'nin davetlisi olarak, Ti­ yatro Enstitüsü’nde her aym son haftası Ankara’ya gide­ rek tiyatro dersleri vermeye başladı (1960). Bu arada TercVıman gazetesine başyazılar yazdı. Devekuşuna Mek­ tuplar adıyla yayınlanan ilk fıkra kitaibında, 1957 ■ 1960 arasında yazdığı yazıların bir kısmım topladı. (Temmuz 1960). Sosyal ve siyasal ağırlıklı yazıları ancak bir yıl sürdürebildi, gazeteden ayrılıp sanat çalışmalarına yö­ neldi. 146 üniversite hocasıyla birlikte görevden alındı, sonra yeniden derslerine devam etti. Klasik türde altı piyes yazıp sahnelettikten sonra, Keşanlı Ali Destanı ile epik. Bu Şehr-i İstanbul ki ile de kabare türünde denemelere başladı (1962). Bu türlerin anlaşılması ve 'kabul görmesi için yazılar yazdı, çeşitli yerlerde konuşmalar yaptı ve derslerine konu edindi. On yıldan beri kısa aralıklar dışında sürdürdüğü Gazetecilik Enstitüsü'ndeki hocalığı bıraktı ve oyun yaz­ maya hız verdi (1964). Keşanlı Ali Destam’nm özel bir tiyatroda 500 oyun­ la büyük kabul görmesinden sonra, bir süre epik tarzda oyun yazdı ve özel tiyatrolarda sahneletti. Türkiye Tiyatro Yazarları Derneği’nin kurucular heyetinde yer aldı (1966) ve .genç oyun yazarlarının yetiş­ mesine yardımcı oldu. Devekuşu Kabare Tiyatrosunun kurarak, bu türün ilk örneklerini ortaya koydu (1967). Daha sonra da ortak yazılmış oyunlarla başka yazarların da bu türe ilgi duy­ masını sağladı. LCC Salonu'nda tiyatro kolu kurdu ve yönetti (1968). îlk eşinden ayrıldı. Münir Özkul'la birlikte Bizim Tiyatro'yu kurdu (1969) ve bunun da Devekuşu Kabare gibi dramaturglu- ğunu yaptı. İşçi Tiyatrosu’nda tiyatro (1972) ve ÎGSA Tiyatro Kürsüsü'nde dramaturji dersleri verdi (1979). Milliyet gazetesinde, ölünceye kadar sürdürdüğü pazar solibetlerine başladı (1974). «Devekuşuna Mektup­ lar» genel başlığı altında yazdığı bu yazılardan başka, portreler, ramazan sohbetleri, küçük fıkralar, dizi yazı- lan ve gezi notları da yazdı. Hocalık yanında yaptığı ga- zeteciliği, daha çok kültür, sanat ve sosyal aktüalite ko­ nularında yoğunlaştırdı. Geçimim, yaptığı bu yan işler­ den sağlamaya çalıştı. Daha önce yazdığı tiyatro eserleri, özel ve resmî tiyatrolarda oynandı, pek çok eseri yurt dışında sahnelendi. İkinci eşi Demet Hanımla evlendi (1976). Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nun onuncu yılında, gişe kaygısının kaliteyi düşürdüğü gerekçesiyle Deveku- şu'ndan ayrıldı (1977), daha önce burada da çahşmış olan Ahmet Gülhan ile Tef Kabare Tiyatrosu’nu kurdu (1979). Bu da Bizim Tiyatro gibi bir yıl sonra kapandı. Berlin Senatosunun davetlisi olarak Almanya’ya gitti (1980). Orda da dramaturji ve tiyatro tarihi dersleri verdi. Yahda Sabah adlı hikâye kitabına verilen Sedat Si mavi Ödülü’nden kısa bir süre önce bir kalp krizi ge­ çirdi (1983). Ödül töreninde yaptığı konuşmada, kendi ifadesiyle ona «giderayak verilen» bu ödül için teşekkür etti. 25 Mart 1984'te, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun dü­ zenlediği «Sanat însanlan» programında, Haldun Ta­ ner’in sanat hayatı, gazeticiliği ve hocalığı anlatıldı, de­ ğerlendirildi. Televizyon da «İşte Hayatmız» adlı bir programla, sanatçıyı çeşitli dönemlerdeki dostları ve ya­ kınlarıyla tanıttı ve hayatının önemli yanlarını anlattı. 7 Mayıs 1986’da, âniden rahatsızlanması üzerine kaldırıldığı Haydarpaşa Göğüs Hastanesi'nde sabaha kar­ sı öldü. 9 Mayıs günü Teşvikiye Camii'nde kılınan öğle namazından sonra Küplüce Mezarlığı’na gömüldü. Babası gibi hukuk ve siyasetle ilgili yazılar yazan bir gazeteci olmak isterken, tüberküloza yakalanarak İkinci Dünya Savaşı eşiğindeki Hitler Almanyası’ndan Türkiye'ye dönen Haldun Taner’in hayatında bazı önemli dönüm noktaları vardır: Babasının ölümü, daha sonra büyükbabasının ve anne çevresinin İlgisi. Bunların farklı ilgileri, Haldun Taner’in daha çocukluğunda farklı tema­ yülleri bir anda benimsemesine yol açar. Teyzesinden okuma-yazmayı, bir dayısından yogayı, ötekinden fran- sızcayı, dedesinden de sporu ve basın hayatının önemim daha küçük yaşlarda öğrenir. Ha5^atını ona adayan anne sinden dilimizin inceliklerini ve zenginliğini, büyük ça­ lışma gücünü ve İstaribul terbiyesini alır. Vatanperver bir babanın yetim çocuğuna herkes elinden geldiğince yardımcı olur; Galatasaray Lisesi ve Heideiberg Üni­ versitesi, iki ayrı dönüm noktası olur.Hastahğı, yasakla­ nan ilk oyun denemesi, 27 Mayıs ortamı da kendi ifadesi ile «zoraki» başyazarlık ve gazetecilik ... Bütün bunlar, Haldun Taner’in bilinen şalhsiyetini oluştururlar.

5 SANATI

Takma adla yazdığı skeç ve radyo oyunlarının gör­ düğü alâka üzerine hikâyeler yazmaya ve dergilere gön­ dermeye başladı. Bmılarm ilki olan Töhmet'in Yedigün dergisinde yayınlandıktan sonra (1944), birbiri peşinden yazdığı ve yayınladığı hikâyeleriyle tanındı. Cumhuriyet gazetesinin açtığı hikâye yarışmasında, Tank Buğra ikin ciliği, Haldun Taner de dördüncülüğü kazandı. Yunus Nadi Hikâye Yarışması'm kazanan Necmiye'nin Hatın (Yücel, Ağustos 1948) adlı hikâyesi ile birlikte kitaplaşan Öteki hikâyelerinin çoğu Cumhuriyet gazetesinde yayın­ lanmıştı. Bunları bir araya toplayan Yaşasın Demokrasi adlı ilk ıkitabı (1949), Prof. Dr. Sabri Esat Siyavuşgil'in «Yaşasın hikâyemiz» başlıklı yazısıyla övüldü, ilgi gördü Bundan sonra Haldun Taner bu gazete yanında, Ülkü, Yücel, Yedigün ve Varlık gibi dergilere de hikâye gön­ derdi. Bu arada, Adli Moran, Semih Tuğrul ve Adnan Benk ile Küçük DergVyi çıkardılar ve edebiyat matine­ leri düzenlemeye başladılar; ilkini Galatasaray Lisesi’nde düzenledikleri matinelerle, yeni edebiyatın okuyucu çev­ resini genişlettiler. Galatasaray Lisesi'nde okur^ken edebiyat hocala­ rından teşvik görmesine rağmen, hayata başka türlü baktığı, sporu başlıca ilgi alanı yaptığı ve kendini hukuk, iktisat gibi konulara hazırladığı için, bir konuşmasında edebiyatla uğraşan arkadaşlarım, «marazı hassasiyetle­ rinden ötürü» küçümsediğini söylüyor (Edebiyatçtîarı- mız Konuşuyor, 1953). Fakat M. Dars ile H alit Faihri Ozansoy’un derslerinde gerçek manasında edebî eserlerle tanıştığını, onları zevkle dinlediğini de anlatıyor. Eren­ köy Sanatoryum'u ile bir evin dört duvarı arasında ge­ çen tedavi günlerinde yazdığı skeçlerin Ankara Radyo- su'nda arka arkaya oynanması, Yedigün'de yayınlanan ilk hikâyesine Sedat Simavi’nin 5 lira telif ücreti ile teş­ vik mektubu göndermesi, Haldun Taner’in hayat çizgisini değiştirdiği gibi, sanat hayatına da yepyeni bir yön ver­ miştir.

Edebiyat Fakültesinde öğrencilik ve asistanhk dö­ nemlerinde, kendini tamamen hikâye yazmaya ve estetik konularda yetişmeye veren Haldun Taner’in «otuzundan sonra» edebiyata başlaması ve ilk çahşmalarıyla birden bire ilgi görmesi, o dönemin edebiyat çevrelerinde çe­ şitli tepkilere yol açtı. Oktay Akbal, Vedat Günyol, At- tila İlhan ve Nurullah Ataç’m Haldun Taner’e c^he al- dıklannı, yerleşmiş değer yargıları karşısında, onun tav­ rını edebiyat dışı tutmak yolunda yazılar yazdıklarını ve bu yazıların, daha sonra yayınlanan kitaplarına da alın­ dığını biliyoruz : Vedat Günyol'un «Yağmur Altında Yeni Bir Şey Yok» (Yeni Ufuklar, Aralık 1953) başlıklı yazısı. Dile Gelseler adlı kitapta (1966), Attilâ Ilhan'ın «Yağmur Altında Hiç Bir Şey Yok» (Seçilmiş Hikâyeler Dergisi, M art 1954) adlı yazısı Gerçekçilik Savası (1980) adlı ki­ tapta, Nurullah Ataç'ın «Okurken» (Ulus gazetesi, 5.12.1953) başlıklı yazısı Söyleşiler (1964) adh kitapta yer almıştır. Öte yandan, Sabri Esat Siyavuşgil yanında, F. Ce- jâlettin (Fahri Celâl Göktulga), Prof. Dr. Mehmet Kaplan ve Hikmet Dizdaroğlu gibi yazarlar, Haldun Taner’in ya­ zış tarzını ve mizah anlayışını benimsiyor, bize özgü bir humorun peşinde olduğunu, bunu da yer yer ustalıkla yaptığını belirtiyorlar (Edebiyatımızda Seçme Hikâye­ ler, Asım Bezirci, sayfa: 103-105).

7 Haldun Taner, arkadaşlarıyla 'birlikte çıkardıkları, altı sayı ancak yayınlanabilen Küçük Dergi yanında. Oyun adında bir dergi daha çıkararak, Üniversitelerde tiyatro araştırmaları yapacak kürsüler kurulması (1954) fikrini savundu. 1949 yılında yazdığı halde, ancak 1953 yılında Şehir Tiyatrolarının repertuarına alman Günün Adamı, provalarına başlanmışken oynanmaktan vazge­ çildi. O dönemde hem vali, hem de belediye balkanı olan Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, bir ilim adamı pohti- kaya atılırsa başına neler gelir türünden 'bir fanteziyi konu edinen oyunun oynanmasına izin vermedi. Böylece Haldun Taner, piyesinin oynanmasıyla değil, oynanma- masıyla «günün adamı» olmuş, hemen her çevrede adın­ dan söz edilir hâle gelmişti. Buna rağmen, yukarda sö­ zünü ettiğimiz muhalif çevrelerin onun sanatçı tavrı ko­ nusunda görüşleri değişmedi. Bunlardan bazıları üzerin­ de kısaca durmak ve görüşlerini iktibas etmek gerekir. Çünkü daha sonra yazdığı Ayışığtnda «Çahş-kur» adlı tek kitaplık hikâyesinde, bu görüşlerden bir çoğunu eleş­ tirmiş ve Ankara Radyosu’nıda yayınlanan Dinleyici İs­ tekleri adlı radyo oyununa 'benzer bir teknikle, gerçekçi­ liğini ve humorist tavrını savunmuştur.

Haldun Taner'in mizah anlayışını eleştirenlerden Vedat Günyol, Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu adlı üçün- cü hikâye kitabını eleştirirken şunlan yazıyordu: ^

9 zinin, bir salon dengisinin yapma dünyasında yaşıyorlar. Kişilerini gerçek hayattan seçse veya hiç değilse onları o «salon dergileri âleminden» seçmeyip de tamamen kendi hayalinde, kendi kafasında yaratsa, bize öyle sunsa, hikâ yeleri devamlı bir etki gücü, bir kalıcı değer kazanırdı. (...) Görülüyor ki Haldun Taner'in sanatının tek özelliği eğlendirici, - veya neşelendirici - olması. Bu belli özellik ona belki çoğalan bir ün sağladı, sağlıyacak da. Ama ger­ çekten sanat değeri taşıyan, her zaman zevkle okunacak hikâye yazan olmak ve Öyle kalmak istiyorsa, eğlendiren bir yazar, okurlarına neş'eli dakikalar geçirten bir hika­ yeci olmaktan çıkmalı, biraz da «ciddi» şeyler yazmak ge­ reğini duymalıdır.» {Vcıtan gazetesi ilâvesi, 2 Ocak 1955). Bu eleştirilerin yalnız tavır bakımından değil, dün­ ya görüşü ve sanat anlayışı bakımından da Haldun Ta­ ner’i sanat çevrelerinin dışında tutma ve belli ölçüleri benimsemeye zorlama çabası açıkça görülmektedir. Beş hikâye yazan olmak ve öyle kalmak istiyorsa, eğlendiren de okunan hikâyeleriyle geniş okuyucu ve dinleyici çevre­ lerinin beğenisi ile iki uluslararası hikâye armağanı ka­ zanmış bir yazar için böylesi eleştiriler ve tavsiyeler an­ lamlıdır. Aynı günlerde Mehmet Kaplan, iki yeni kitabını ta nıtırken Haldun Taner için, «onda bazan oyun ve maha­ rete yaklaşan bir hikâye 'kurma kabiliyeti var» diyerek, şunları söylüyordu : «Daha önceki hikâyelerinde umumiyetle bir vak ayı anlatmakla yetinen Haldun Taner, yeni hikâyelerinde vak'ayı daha fazla derinleştirmek ve bazan sembol olarak kullanmak suretiyle bir nevi hayat felsefesi ortaya koy­ mağa çalışıyor. 'On ikiye bir var'ın üç yeni hikâyesinde bu temayül açıkça gözüküyor.» (îstanbul, nr. 1, Ocak 1955 ve Edebiyatımızın İçinden, sayfa: 254).

10 Bu arada Haldun Taner'in hikâyedeki çizgisine olumlu yönlerden bakanlar giderek çoğalmış; Hüseyin Rahmi, Refik Halid ve Ahmed Rasim gibi yazarların, Ömer Seyfettin, F. Celâlettin ve Memduh Şevket Esendal gibi hikayecilerin yolunda, kendine özgü bir tavır sahibi olduğu anlaşılmıştı. Mizahı, daha ince ve ironik bir hu- morla yansıtmaya çalışan, her hikâyesinde farklı bir at­ mosfer kurmaya özen gösteren, karamsar olsa da kara mizahtan uzak bir çizgi geliştiren, zengin bir kültür ve derinliğine nüfuz etmeye çalışan bir gözlemin şaşırtıcı örneklerini sergileyen Haldun Taner, bu özellikleriyle çağdaş Türk hikâyesinin öncülerinden sayıldı. Aynı dönemde hikâye yazan , Sait Faik, Tarık Buğra ve benzeri hikâyecilerden farklı bir çizgide eserler veren ’e, mdzahı öne almak bakımından yaklaşırsa da, humorist ve daha sonra iyice belirginleşen «hümanist» tavrı ile ondan da büsbütün aynhr. Yine o dönemlerde mitolojiden yola çıkarak yazdığı hikâyelerle tanınan Halikarnas Balıkçısı ve benzerlerinden de, hü­ manist tavrı, yerli bir üslûpla insanımızı anlatmak şeklin­ de anladığı için ayrılır. Ele aldığı h^r çevreden insanı an­ latırken, onların dilini ve sentaksını kullanarak, alabil­ diğine zengin ve çeşitli tipler ortaya koyuyor, her hikâ­ yesinde birbirinden farklı öz ve biçim denemelerine giri­ şiyor, geniş okuyucu çevrelerini ilgilendirecek halkçı te- mâyüller de gösteriyordu.Bütün bunlar, kırk yıllık bir dönem içinde, birbirini tekrarlamayan yenilikler sergile­ mesine imkân verecek bir tutumla ortaya konuyordu. New York Herald Tribune'un düzenlediği hikâye yarışmasında Türkiye birinciliğini kazanması, Atlantis Yayınevi'nin düzenlediği yarışmada Zaman Üstüne Hikâ­ yeler ödülünü kazanması, Haldun Taner ismini dünyanın çeşitli ülkelerinde de duyurdu. Özellikle Şişhane’ye Yağ- n mur Yağıyordu'nun kazandığı aımağanla ilgili olarak 12 dile çevrilmesi, bu isme dikkati çekmiş oldu. On İkiye Bir Var adlı hikâye kitabmın, Sabahattin Kudret Aksal’ın Gazoz Ağacı adlı kitabıyla birlikte, ilk Sait Faik Armağa- nı'nı kazanması (1955) ve ardından, Varlık dergisinin düzenlediği soruşturmada 1956 yılının en beğenilen hika­ yecisi seçilmesi, Haldun Taner'i birden popüler yaptı. Bir yandan da Tercüman’ddiki yazılarıyla geniş oikuyucu çevrelerine ulaştı. İlk tiyatro eseri, böyle bir dönemde, Viyana'da tiyatro ihtisası yaptıktan sonra ortaya çıktı: Dışardakiler... Günün Adamının getirdiği tiyatro tecrübesi, onu Muhsin Ertuğrul ile tanıştırmış, o da Taner’e tiyatronun ciddi bir iş olduğunu, bunun için zaman ayırması ve ken­ dini hazırlaması gerektiğini anlatmış, Viyana’ya gitme­ sine yol açmıştı. İlk kitabındaki Sahib-i Seyf-ü Kalem ad­ lı hikâyesinden oyunlaştırdı Dışardakiler’i teslim ettik­ ten sonra da, Muhsin Ertuğrul ondan her yıl bir piyes is­ temişti. Haldun Taner bu ilgiyi ve imkânı iyi değerlendir­ miş, her yıl bildirinden farklı ve hepsi de klasik türde oyunlar yazarak, tiyatromuzda da vazgeçilmez yerini al­ mış oldu. Dışardakiler, Ve Değirmen Dönerdi ve Fazilet Ecza­ nesi gibi oyunlarında hikâye tiplerinden yararlanırken, bir yandan da senaryo armağanı kazanan Kaçak (1953) ile senaryoya başladı. Tuş adlı hikâyesinin de senaryosu­ nu hazırladı (1954) ve Orhan Kemal’le birlikte Dağları Delen Ferhat (1958) senaryosunu yazdı, bunun da Basın Yayın Senaryo Armağanı’m kazandı. Böylece, Haldun Taner'in anlatımındaki çeşitlilik ve zenginliğe bir de si­ nema dili ve anlatımı girmiş oldu. Tercüman gazetesine yazdığı fıkralarla kültürel aktüaliteyi takibe çalışan Haldun Taner, bir müddet ti­

12 yatro, üniversite ve gazete arasında hikâyeye vakit bu iamaz gibi göründü. Hatta bazılarına göre hikâyeyi tama­ men bırakmış intibaı verdi. Gerçekten de, bu dönemden sonra ilk yıllara ıgöre daha az hikâye yazdığı ve daha sey­ rek yayınladığı görüldü. Bu biraz da o dönemdeki hikâ- yecilerin farkh alanlara yönelmesine bağlı denebilir: Or­ han Kemal romana, Tank Buğra ve Oktay Akbal gaze­ teciliğe yönelmiş, Sait Faik ölmüş, dolayısiyle bildiriyle yarışırcasına hikâye yazanlar başka alanlarda kendileri­ ni denemeye başlamışlar. Haldun Taner’in de böyle bir ortamda oldukça teşvik gördüğü ve başarılı olduğu tiyat­ roya daha çok yönelmesi tabiidir. Ama daha sonra bir seçmeler kitabı (Konçinalar, 1967) ve iki yeni kitapla b ir­ likte «külliyat» dizisi yayınlaması, onun hikâyeye sonuna kadar bağlı olduğunu gösterir. Gazete yazılarında bile, zamanla hikâyeci üslûbunun kendini göstereceği sohbet ve portre türlerini denediği görülmüştür.

Hikâyelerinin ilk döneminde olay ön planda iken, sonrakilerde hikmet kırıntıları ve kendince bir felsefî gö­ rüş ön plana geçer. Zamanla da karamsar mizahtan bi]- gece gülümseyen humora doğru yöneldiği, tek tek sosyal meselelerden toplu hayat görüşüne ve insan anlayışına ağırlık verdiği görüldü. Geleneksel değerlerle yenilik ta- raftarlarınm çatışmalarını yansıtan, klasik tarzda yazdığı altı oyunu ile hikâyelerinin bütünlük teşkil ettiği söyle­ nebilir. Bir bakıma da hikâyelerinin aktüel ve dolayısiy- le zamanla unutulacak yanlarını, sosyal hayatın çeşitli unsurlannı daha çok oyunlarında kullandığını, bazan da gazete yazısı olarak yazdığını görüyoruz. Oyunlannın gördüğü ilgi, birbiri ardından hem Dev­ let ve hem de Şehir Tiyatrolan’nda sahneye konmasına imkân vermiştir. Bunlarda klasik tiyatro sınırları içinde kalsa da, bazan halk tiyatrosunun, bazan da batıdaki açık

13 biçim tekniğinin ifade yollarından faydalandığını görü­ yoruz. 1962'de ilk kez denediği kabare türünün aydınlar tarafından beğenilmesi, onu hem bu türe, hem de epik türe yatkın eserler tasarlamaya yöneltti. Bu arada ilk eseri İstanbul’da sahnelendikten kısa bir süre sonra ba­ tıda da sahneye kondu, ilgi gördü: Münster (1963). 1962’de yazdığı halde, ödenekli tiyatroların müzik konusundaki tasarruflarına izin vermediği için Keşanît Ali Destanı adlı ilk epik tiyatro eseri, ancak bir Özel ti yatro eseri, ancak hir özel tiyatroda, 1964'te sahneye ko- nalbildi. Böylece Haldun Taner’in tiyatro yazarlığında ikinci dönem başlamış oldu. Epik eserlerinin ardından, 1967’de kabare türündöki bir eserinin sahneye konma­ sıyla da bu tür eserler de yazmaya başladı. Vatan Kurta­ ran Şaban (1967) bu tür eserlerinin ilkidir ve ondaki sos- yal yergi, taşlama temâyülünün hikâyelerinden farklı tarzda alabildiğine aktüel politikaya kayışını yansıtır.

1961’den sonra yazdığı eserlerinde, hikâyelerde gi­ derek aktüaliteden koparken, tiyatro eserlerinde aktüel ve politik olanı farklı bir anlayışla sahneye getirdiği gö­ rüldü. Epik türde yazdığı beş oyun, evrenseli günün için­ de ve sosyal olaylarda yakalamaya çahşır. Kabare eserle­ ri ise, aktüel politikayı günün içinde yakalamaya ve çar­ pık ilişkilerdeki temel yanlışhklan yansıtmaya çahşır; o yüzden de birbirinden bağımsız tablolarla gelişirler. İki­ sinde de göstermeci tiyatronun açık biçim özelliklerin­ den ve geleneksel tiyatromuzun anlatım biçimlerinden faydalanılır. Her oynanışında değiştirilen epik oyunlan, her gece yeni esprilerle zenginleştirilen ve çarpıcı hâle getirilen kabare oyunlan, özel ve ödenkeli tiyatroların en yetenekli oyuncuları ve yönetmenleri tarafından sahne­ lendiği için, büyük seyirci kitlelerine ulaştırıldı ve yurt dışında en çok temsil edilen Türk eserleri haline geldi.

14 Epik tarzda yazdığı Eşeğin Gölgesi (1965), Şehir Ti- yatrolan'nda oynanırken, ıbazı imalarından ötürü aktüel politikayla ilgili olarak, bir partinin propogandasını ya­ pıyor iddiasıyla yasaklandı ve sonra başka bir özel tiyat­ ro tarafından sahnelendi. Zilli Zarije (1966) de önceki gibi ortaoyunundan faydalanıyor ve burjuva tipi ahlâk anlayışını eleştirerek, namus kavramının ne tür istismar­ lara yol açtığını anlatıyordu. Bunu daha önce Tuş adlı hikâyesinde denemişti. Sersem Kocanın Kurnaz Kansı (1969)’nda Türk tiyatro tarihini Ibir tercüme eser çevre­ sinde anlatırken oldukça başarı gösteriyordu. Bununla hem Türk Dil Kuruımu'nun Tiyatro Ödülü (1972)'nü hem de ikinci oynanışında Sanatseverler Demeği'nin 1972-73 döneminin En İyi Yerli 0)aın ödülünü kazanan Haldun Taner, çağdaş Türk tiyatrosunda Muhsin Ertuğ- rul kadar önem verilen ve eserleri bütün tiyatrolar tara­ fından oynanabilen ikinci büyük tiyatro adamı oldu. Bu arada Milliyet gazetesinde yazdığı haftalık köşe yazılan, sohbet, dizi yazıları ve gezi notlan ile büyük bir okuyucu çevresine sahip oldu. Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, genel başlığı ile yazdığı ve kitaplaştırdığı portreler ile Hak Dostum Diye Başlayım Söze adıyla yayınladığı sohbetler ve televizyon konuşmaları Haldun Taner adını geniş kitlelere benimsetti. Kültür Bakanlık­ ları toplantılarında ve komisyonlarında görev aldı, gazete yazılarıyla ekoloji, çevre sağlığı ve kaybolan eski kültü­ rümüz konusunda yönlendirici bilgiler verdi, kitapları biı^biri ardına yeniden basıldı. Bu arada fıkraları da der­ lendi, kitaplaştı. Bu Şehr-i İstanbul ki ve Dün Bugün gibi kabare eserleri. Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nu ve oyuncularını bütün kültür çevrelerine tanıttı ve benzeri eserlerin yay­ gınlaşmasına yol açtı. Böylece geleneksel tiyatromuzun

15 aoiatım biçimleri, yalmz oyunculuk tekniği açısından de­ ğil, oyun j^azarlığı yönleriyle de benimsenmeye ve yeni de­ nemeler yapılmaya imkân verir bir hâle gelmiş oldu. Göz­ lerimi Kaparım Vazifemi Yaparım (1974)’daki epik tarz­ la orta oyunu karagöz dilinin epik teknikle birleştirilmesi denemesi ilkti ve bunu ideolojik bir tavnn dışmda gerçek­ leştirmesiyle de önemliydi. Haldun Taner’in eserlerinde sosyal temalar, mizah, hiciv ve yergi tonlarıyla verilmiştir ama ideolojik bir tav­ ra girilmemeye özen gösterilmiştir. Yanlış ve çarpık şart­ landırmalar, sahtekârlığa alet edilen değer yargılan eleş­ tirilmiş ama bunun başka bir toplum düzeni için değil, demokratik uygulamaların ve insan ilişkilerinin düzeltil­ mesi için yapıldığı da sık sık belirtilmiştir. Batılı ve me­ deni bir toplumun aksayan yanlarını, körü körüne eski ve gözü kapalı taklit çabalannı eleştiren bir hümanist ta­ vır, hikâyelerinde ve ilk oyunlarında görüldüğü gibi, epik ve kabare eserlerinde de başlıca tez halinde ortaya kon­ muştur. Gezi yazılarında ve fıkralarında, gezdiği, gördüğü ül­ keler ve insanlar, Osmanlı toplumunun son devir kültürü­ nü özümlemiş ve batıyla temasın tecrübelerini yaşamış bir şuurun dikkatleri olarak yansıtılmıştır. Bir İstanbul efendisinin incelikli anlatımı ile, ele aldığı sosyal ve kül­ türel meselelere bize özgü ve sıcak bir üslûpla yaklaşmış» konuştuğu her konuda kendini dinletmesini bilmiştir. Tiyatro Yazarları Derneği'nde ve Pen Kulübü toplan­ tılarında tiyatro yazarlarının meselelerine sahip çıkmış ve Türk edebiyatım yurt dışında temsile çalışmıştır. Kül­ tür Bakanlığı konusundaki yayınları da etkili olmuştur. Evresele giden yolun yerli ve millî konulardan geç­ tiğini sık sık savunmuş, fikir ve sanat hürriyetini engel­

16 leyen sansürün sanatçıdan çok iktidarları zor durunı.ı soktuğunu ve hiç bir sanatçının iktidarın «hınk deyicisi-' olamayacağını ısrarla belirtmiştir.

Sancho’nun Sabah Yürüyüşü (1946) adlı hikâye ki­ tabında yer alan ve bu adı taşıyan hikâye, Bordighera Av­ rupa Mizah Festivali Hikâye Armağanını kazandıktan sonra (1972), Sedat Simavi Edebiyat Ödülü (1983) de son hikâye kitabı Yalıda Sabah’a verildi. Bu kitapta yayınlan­ madan önce Almanya’da almanca olarak bir dergi ilâve­ sinde yayınlanan Şeytan Tüyü adlı hikâye, Haldun Taner' in Almanya'daki Türk işçisine yapılan haksızlıkları eleş­ tirmesi bakımından ilgi çekiciydi. Buradaki sanatçı tavn ile. Dün Bugün (1972) adlı oyunundaki Viyana tablosun­ da iki Türkün, yeniçeri ile bugünkü işçinin karşılaşmasına yansıyan tarih şuurunun dikkati çekecek bir benzerlik ta şıdığını behrtmek gerekir. İkisinde de batıyı küçümseyen ve fakat ona muhtaç olduğu için de kahrolan şuurlu bir aydının serzenişleri var...

Haldun Taner, Rauf Mutluay'a eserlerindeki dil tu­ tumunu anlatırken şunlan söylüyof': «Ben aslında hiç bir yapıtımın T. D. K. ödüllerinin aradığı nitelikte olmadığı kanısındayım. T. D. K. üyesi olmama rağmen öz Türkçe anlayışım aynı kurumun bazı üyeleriyle, hele yürürlükteki bazı meslektaşlarımla u5naşmuyor. Uyuşsa, bundan önce* lerde olduğu gibi satırlarımın arasında eski sözcükleri bü­ yüteçle arayıp yakalamak;tan bu kadar sevinmezlerdi.» Daha sonra da şöyle devam ediyor:

«Her 5âğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi her yaza­ rın anadilini kendine, yaratılışına göre bir kullanışı var­ dır. Bu konuda sayın Ataç’ia da tartışmalarımız olmuştu. Ataç, beni, hikâye ve oyunlarımda yeteri kadar arı Türk­ çe'ye özen göstermediğira için kınıyordu. Bense, toplumu,

17 emeklisi, dulu, züppesi, aydını, genci, çarıklı kurmay poli­ tikacısı ile yansıtmaya kalkan bir yazarın ille onların söz dağarcığından cümle yapısından da yararlandığı kanısra- daydım; şimdi de aynı tutumdayım. Bir oyunun sayfala­ rında sol sayfalarında sol yandaki kişi adlarını kapasak. karşısına rastlayan cümleden kimin konuştuğunu çıkara- bilmemiz gerekir. Herkes aynı düzen an Türkçe konuşsa, ortada diyalogun rengi diye bir şey kalmaz. Ayrı yaşlarda, ayn cinslerde, ayrı yaratılışlarda, ayrı zevklerde, ayrı eği­ timlerden geçmiş insanlara nasıl üniforma giydiremezsek, onları tek düzende konuşturamayız diyordum. Bu görüşü­ me hikâye ve o5Tinlanmda hep bağlı kaldım.» (Cumlıuı\ı- yet, 17 Ekim 1972). Edebiyatı ne kadar ciddiye aldığı konusunda, yukaı- da sözünü ettiğim son konuşmasında -bu konuşma ölü­ münden sonra yayınlandı- söylediği şu söz gerçekten ilgi çekici ve gazeteciliğini açıklayacak niteliktedir;

«îyi bir edebiyatçı olmak için (bir) ömür yetmiyor. Bunun için 4-5 ömür lazım. Eğer olsaydı hepsini buraya adardım. Mesleğimden memnunum. Benim gazeteciliğim biraz zoraki gazeteciliktir. Kimseleri kıramadığım için ıs­ rarları önleyemediğim için peki demişimdir. (...) Gazete­ cilik, yazarlığın bir yan işi olarak evimi geçindirmeme çok yardımcı oldu. Çünkü belirli bir gelir vardı. Hele başyazar olduğunda o zaman için oldukça iyi para alıyordum. Şim­ di hiçbir zaman yazarlıktan çok para kazanmadık. Türki­ ye’de yazarlıktan genel olarak para kazamlmaz». (Milliyet. Panorama ilâvesi, 11 Mayıs 1986). Yazarlık tavrı açısından, «Niçin Hikâye» başlıklı bir konuşmada söylediği şu son sözler. Haldim Taner’in eser lerini ne tür bir tavırla ortaya koyduğunu açıkça anlatı y o r:

18 «ilerisi ne gösterir, bilinmez. Ama elim kalem tut­ tukça, kafa düşünebildikçe en zevk aldığmı uğraş yine kü­ çük hikâye olacaktır sanınm. Homer'in bir tasvirini ımu- tamam. Düşmanı tarafından kafası bir kılıç darbesi ils uçurulan birini anlatır. Yere düşen başın dudakları hâlâ kıpırdamakta başladığı söze hâlâ devam etmektedir. Ya zarlar bu kesik başlı muharibe benzer. Ölürken bile bir şeyler mırıldanır.» (Yalıda Sabah, 1983. Kitabın arkasın­ da yer alan konuşmadan). Başka bir yerde de, yazıya nasıl başladığını şöyle açıklıyor :

«Yazma, insanın iç karışıklığına bir düzen verme, onun üstüne çıkma çabası olduğu için başladım___» «Ya- şıyarak, okuyarak, her şeye tükenmez ve sıcak bir ilgi du­ yarak» kendisini geliştirmiş... (Demokrat İzmir, 17 IV. 1966).

Necmi Onur'a nasıl çalıştığı konusunda bilgi verir ken, «Notlarımı mutlaka eski harflerle alınm» diyor ve şöyle devam ediyor: «Yazı yazmanjn iki safhası vardır ba na göre. Biri, sonsuz konu bolluğu içinde, işlenecek tema­ nın seçimi, İkincisi de temayı işlemek ... Benim için birin­ cisi oldukça azaplı. Oldum olası seçemem.» Sonra da şöy­ le devam eder : «Yazarlık, bir çağrışım mekanizmasıdır.. Hafıza meselesidir, muha3^ile meselesidir.» (Yeni Gazete, 22. XII. 1970).

Hikâye ve tİ3'^atrodan hangisini tercih edeceği şeklin­ deki bir soruya da şöyle cevap veriyor: «Bir tercih yap­ mak çok güç. Bu iki tür, kişiliğimin iki ayn yanını karşı- hyor. Hikâye sevdiklerinize yazılan mahrem bir mektup bence. Üstelik hikâyede tamamen başınıza buyruksunuz.

19 Sınırsız, engelsiz, kuralsız, istediğiniz gibi içinizi bütün sı­ caklığı ile sahifeye dökeb'ilirsiniz. Senaristi de, rejisörü de, aktörü de siz olan bir film çeviriyorsunuz sanki. Tiyatroda siz her şey değilsiniz. Olsa olsa, eseri ile ilk teklifi yapan bir yazarsınız. Tiyatroda ortak iş çıkarma heyecanı ve se­ vinci var.» Daha sonra şöyle devam ediyor : «Tiyatronun sıkı sıkıya bulunduğu ortamla ilişkisi olduğuna inananlardanım. Halka sadece vereceği değil, halktan çok şeyler de alacağı olan bir sanat. Geleneksel ti­ yatromuzun öz ve biçim özelliklerinden temaşa geçmişimi­ zin bakış, tavır, söyleyiş çeşitlerinden trük ve komplola- nndan, kalıplarından bunca-zamanaır neden faydalanıl- madığına şaşıp şaşıp kalanlardanım. Şahsen bu zengin ve bizim olan kaynaktan faydalanmaya ilkin Lütfen Dokun­ mayın adlı oyunumla başladım, Keşanlı. Ali Destanı le sürdürdüm. Bütün oyunlarımla da kabare çalışmalarım­ da sürdürüyorum. Batı taklitçiliğinin, şahsiyetsiz kopya­ lardan ileri bir şey getireceğine inanmıyorum. Darülbeda- yi'nin, Devlet Tiyatroları’mn, Devlet ve Şehir konservatu- varlarınm bu «bizim» olan kaynaktan burun kıvırışlarına artık kızmıyorum da sadece acıyorum. (Akşam, 3 Mart 1971). Tiyatroyu, halka sadece «vereceği» ile değil, halktan «alacağı» ile değerlendiren, ilk değilse bile en önemli ya zarlarımızdan biri olarak görünen Haldun Taner in hikâye ve oyunlarında, konusu ne olursa olsun, «herkesin anlaya­ bileceği halkçı bir üslûp» kullandığı ortadadır. Bunun da şuurundadır (Bkz. Milliyet Sanat Dergisi, 1 Mayıs 1983).

Aynca, evrensele giden yolun yöreselden geçtiğini, evrensellik merakı yüzünden soyut tarzı benimseyenlere karşı olduğunu silk sık söylüyor (Demokrat İzmir, 27.XIV. 1966).

20 ESERLERİ

Edebiyatçı olmaya 25 yaşında karar veren, ölmeden kısa bir süre önce yapılan bir röportajda, «71 yaşındayım ve bugüne kadar 72 tane kitap yazmışım» diyen Haldun Ta­ ner’in eserlerini tam olarak tesbit etmek mümkün olmadı. Basılınış kitapları, oynanmış oyunları ve skeçleri, filme aktarılmış senaıyoları, ilgili fakülte bölümlerinde kalan tez ve travaylan, gazetede kalan dizi yazıları ve fıkraları, teyp bandlannda kalan konuşma ve konferansları, ders notları ile başlı başına bir çalışma konusu olabilecek nite­ liktedir. Ölümünden sonraMiUiyet gazetesi ile Milliyet Sanat D ergisinde yayınlanan «eserleri» listesi aynı. İkisinde de Yalıda Sabah (1983) adlı kitabı ile bunun kazandığı ödül­ den söz edilmediğine göre, belli ki bu liste eskidir ve son üç yılda yazıp da yayınlamadığı eserlerini ihtiva etmemek­ tedir. Ayrıca bu listede 72 değil, 90 «eser» ismi sıralan­ maktadır. Bunların bazıları isim değiştirerek, bazıları da daha sonra birleştirilerek kitaplaştırılmıştır. Bir kısmı da tercüme ve uyarlama niteliğindedir. Görüldüğü gibi, Haldun Taner'in eserlerinin isim ola­ rak bile tam tesbiti henüz yapılamamıştır. Haldun Taner Tiyatrosu adlı çalışmasında Ayşegül Yüksel de altı klasik ve altı epik oyunu müstakil başlıklar halinde ele aldığı haı- de, sıra kabare oyunlarına gelince, bir hayli kısa değerlen­ dirmelerle geçiştirir. Çünkü kabare türü daha çok oyun olarak değil de oynayış olarak öne çıkmış ve öyle şekillen­ miş bir tiyatro. Bazıları da ortak yazıldığı için, yayınlana­ cak metinlerin ne kadarı Haldun Taner’e aittir ve bu eser­

21 lerin son şekli nasıl belirlenecektir; bu meçhul. Ayrıca sa­ natçının son şeklini vermediği ders notları ile dizi yazı­ ları, konuşma metinleri ve fıkralar da birer kültürel me­ tinler olarak, ancak editörlük çalışması alamna girmekte^ dir. Haldun Taner'in, edebiyatımızın en kültürlü yazarla­ rından biri olduğunu bu yazılar ortaya koymaktadır. Onu daha yakından tanımak isteyenlerle ilgili konularda çalış­ mayı düşünenlerin mutlaka başvurmaları gereken bu me­ tinleri görmeleri gerekir. Şiir dışında edebiyatın hemen her dalında yazı yazan ve eser veren Haldun Taner’in eşi Demet Taner in söyle­ diğine göre, yazarımız ölmeden Önce üç eser üzerinde ça hşmaktaydı: Biri Oyun Bozan Süiti adlı bir roman, diğeri Münir Özkul için yazdığını bir konuşmasında da belirttiği bir oyun, üçüncüsü de anılan. Üçü de yarım kalmış ve hiç bir bölümü yayınlanmamış dosyalardır. Esasen Haldun Taner’in başlangıçtan beri romanlar tasarladığı, bazı par- çalannı yazıp sonradan vazgeçtiği, onunla yapılmış mülâ katlarda yayınlanmıştı. Hikâyeden de önce romanı dene­ yip yırttığı biliniyor: «Şimdilerde yine iki roman üzerin­ de çalışıyorum; üç 3'ildır. «.(Cumhuriyet, Yİ Ekim 1972/ TDK ödülü vesilesiyle Rauf Mutluay’m yazarla yaptığı ko­ nuşmadan). Oyun Bozan Süiti adlı roman çalışmasından başka bir konuşmasında da söz eder : Haldun Taner, Nec- mi Onur, Yeni Gazete, 2. XII. 1970. Milliyet Sanat DergisVnde «Haldun Taner’den Ka­ lanlar» başlığıyla yayınlanan sözkonusu listeyi aşağıya ay­ nen alıyoruz. Gazetedeki adı «Eserler;» id i: HİKÂYELERİ: Yaşasm Demokrasi, Tuş, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu (Mev^-York Herald Tribüne Uluslar­ arası Hikâye Yarışması Türkiye birincisi), On îkiye Bir Var (Sait Faik Armağanı), Ayışığında Çahşkur, Konçina- lar, Sancho’nun Sabah Yürüyüşü (Uluslararası Bordeg- herra ödülü).

22 OYUNLARI: Günün Adamı, Dtşardaküer, Ve Değir­ men Dönerdi, Fazilet Eczahanesi, Lüîfen Dokunmayın, Huzur Çıkmazı, Keşanlı Ali Destanı, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım, Eşeğin Gölgesi, Zilli Zarife, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı (Türk Dil Kurumu armağanı). Alt­ mış Yıla Saygı (M. Ertuğrul jübile metni)., Ayışığmda Şamata. FIKRALAR - MAKALELERİ Devekuşuna Mektuplar L^Hak Dostum Diye Başlayım Söze, Devekuşuna Mektup­ lar - II, Çok Güzelsin Gitme Dur (Türkiye Gazeteciler Ce­ miyeti Ödülü), Oyma Akıl Koyma Akıl, îkİ Kalas Bir He­ ves, Seyit Gazi’deki Ateş. GEZİ NOTLARI : Düşsem Yollara Yollara - I, Düş­ sem Yollara Yollara - II, Alman Çeşmesi (Berlin Mektup­ ları). DERS TAKRİRLERİ : Bertold Brecht, Moliere, An­ tik Yunan Tiyatrosu, Avrupa’da Komedyanın Tarihi, So­ yut Tiyatro, Teorik Dramaturji, Oyun Yazımı Tekniği, Ge­ leneksel Türk Tiyatrosu Tarihi, Piyes Tahlilleri. I ARAŞTIRMALARI: HehheVin Tiyatro Görüşü, Ma­ dam Bovary ve Efie Briest, Mizancı Murat Bey’in Roman­ cılığı. KABARE OYVNLARI : Bu Şehri Stanhul ki 1962, Vatan Kurtaran Şaban, Dün Bugün, Mevzuumuz Aşku Sevda, Dekorumuz Deniz Derya, Yar Bana Bir Eğlence, Hayırdır İnşallah. KABARE UYGULAMALARI : Gergedanlar (E. İoner- co), Generallerin Beş Çayı (B. Vlan). KOLEKTİF KABARE YAPITLARI : Astronot Niyazi (Z. Alasya ile), Bu Şehri Stanbul ki 1970 (5 yazarla). Dev Aynası (4 yazarla). Yalan Dünya (3 yazarla), Ha Bu Diyar

23 (4 yazarla), Çıktık Açık Alınla {5 yazarla), Haneler (H. Şensoy ve V. Bugay’la), Kapılar (V. Bugay ve K. Konduk’ la). YAZI DÎZÎLERÎ : Murat Efendi Adında Bir Osman- h. Ramazan Sohbetleri, Direklerarast, Viyana’mn Atlattığı Vartalar, Bir Dostluğun Öyküsü (Türkiye-Almanya), Co~ hide Sonku, Perşembenin Gelişi, Can Enişte, Çocuklara. Mitoloji. SENARYOLARI : Bir Kaçak, Senin îçin. Tuş, Ke­ şanlı Ali Destan (A. Yılmazla), Dağları Delen Ferhad (L. Akad ve Y. Kemal’le), TV VE RADYO DÎZÎLERÎ : Eski Türk Tiyatrosu 4 Bölüm TV, Hoş Seda 4 Bölüm TV, Bak Ne Suret Gösterh' Seyreyle İbret Perdesi, Ramazan Sohbetleri (Radyo 30 bö­ lüm), Fıkra Nasti Anlatılmaz TV. RADYO SKEÇLERÎ : Bir Münzevi ve 8 Skeç (An­ kara Radyosu), Dinleyici İstekleri (İstanbul Radyosu), Beethoven (İstanbul Radyosu), Hasanoğlu Hüseyin Ber­ lin’de (SFB Berlin Radyosu), Yılbaşı Programı (Muam­ mer Karaca için), Bir Miras Taksimi (İstanbul Radyosu), Timsah (İstanbul Radyosu). ÇEVİRİLERİ: On Yedinci Yüzyıl Türk Halıîan (Kurt Erdmandan)f Buridice (V. Günyol’la birlikte - J. Anoullıdan), Kızgın Damın Üstündeki Kedİ (V. Günyol la birlikte - T. Williams'tan), Anastasia Tiyatro Terimleri Sözlüğü (M. And - O Nutku ile). (Milliyet, 8 Mayıs 1986) Çoğu kitaplaşmayan bu eserlerin bir uzman dikka- tiyle araştırılması ve kültür birikimimizi zenginleştiren çalışmalar olarak değerlendirilmesi faydalı olur sanıyo­ ruz.

24 1 — Hikâyeleri

Bir konuşmasında «Toplanı 120 hikâye yazdım» (Milliyet, 26 Mart 1984), demesine rağmen, kitaplarında yer alan hikâyelerinin tamamı 53. Buna göre Haldun Ta­ ner'in yayınlanmamış hikâyeleri olduğuna değil de, başka yazılarına da hikâye gözüyle baktığnıa hükmetmek gereki­ yor. Gerçekten de bazı yazıları ile portrelerde böyle bir ta d olduğu inkâr edilemez. Ama hikâye adıyla yayınlanma­ mış ve «Bütün Hikâyeleri» adlı dört ciltlik kitaplarına gir­ memiş yazılarını hikâye olarak değerlendiremeyiz. Kitaplarına girmemiş Töhmet adh takma adla yayın­ ladığı hikâyeden ölümüne kadar yazdıklarını sekiz kitapla topladığını çeşitli konuşmalarında ifade etmesine rağmen, bunda da bir netlik olmadığını belirtmeliyiz. «Bütün Hikâ­ yeleri» dizisinin iki kitaplık yayınında ilk 'kez okuyucu önüne çıJkan (Gülerek Ölmek Hikâyeler 2, 1971, kitabın kapağında adı belirtiliyor) eğer tek kitap sayıîıyorsa, da­ ha önce yayınlanan seçmeler hüviyetindeki Konçinalar (1967) ayrı bir kitap olarak değerlendirilmemesi gerekir. Elde bulunan kitaplaşmış hikâyeler, ve yer aldıkları eser­ ler ; Yaşasın Demokrasi (1949) : Sahib-i Seyf-ü Kalem, Yağlı Kapı, Dairede Islahat, Heykel, Beatris Mavyan, Ya­ şasın Demokrasi, Geçmiş Zaman Olur ki, Necmiye’nin Ha­ tırı, Sebatı Beyin İstanbul Seferi, İşgüzar Bir Polis, Ha- rikliya. Tuş (1951) ; Tuş, Kızıl Saçlı Amazon, Made in U.S. îki Komşu, Eller, Kaptanın Namusu, Bir Motorda Dört Kişi, Allegro Ma Mon Troppo, Bir Kavak ve İnsanlar, Koo­ peratif, İstediği Şarkıyı Dinleyebilmek, 8’den 9'a Kadar Şişhaneye Yağmur Yağıyordu (1953) : Kantar Kâ­ tibi Ali Rıza Efendi, Konçinalar, Ablam, Atatürk Galatasa

25 ray'da, Raulein Haubolduiı Kedisi, Eczanenin Akşam Müşterileri, Fasarya, Memeli Hayvanlar. On İkiye Bir Var (1954) : On İkiye Bir Var, Ayak, İznikli Leylek, Bayanlar 00, 45 Marka Seksapel, Artımıa. Ayışığında «ÇcLhşkury> (1954) : Kitap, şu bölümleıden meydana gelen tek hikâyeden ib a re ttir: Ayışığmda «Çalış- kur». Hikâyenin Tepkileri, Sonuç, Sonucun Tepkileri. Konçinalar (1967) : İlk kitaptaki ilk hikâyeden baş­ ka, Şişhaneye Yağmur Yağtyor’la On İkiye Bir Var adh kitaplarından seçilmiş 12 hikâye. Toplam 13 hikâyeden meydana gelen bir seçmeler kitabı. Sancho’nun Sabah Yürüyüşü (1969): Sancho'nurı Sabah Yürüyüşü, Piliç Makinası, Dürbün, Salt İnsana Yö­ neliş, Rahatlıkla, Ases. Yahda Sabah (1983) : Yalıda Sabah, Küçük Harfli Mutluluklar, Karşıhkh, Şej^tan Tüyü, Sonsuza kalmak, Ne­ den Sonra, Yaprak Ne Canlı Yeşil. Gülerek Ölmek (1971): Hikâyeler 2’de ilk kez yayın­ lanan bu 37 sayfahk hikâyenin ikinci baskısı «Bütün Hi­ kâyeleri-3» içinde yer almıştır. Bu hikâyenin bir roman çekirdeği özelliği taşıdığı rahathkla söylenebilir.

2 — Oyunları Haldun Taner’in altısı klasik dramatik türde, altısı da epik türde olmak üzere toplam 12 oyunu olmasına rağ­ men, yukarda sözünü ettiğimiz konuşmada 13 05nmu ol­ duğunu söylemesi şaşırtıcı değildir. MiUiyet’m ölümün­ den sonra yayınladığı «eserleri» listesinde, bunlardan baş­ ka bir de Alîmış Yıla Saygı (M. Ertuğrul jübile metni) ad- h oyunundan söz edilınektedir. Eserlerini inceleme konu­ su yapan Ayşegül YükseFin Haldun Taner Tiyatrosu (1986) adlı kitabında bundan hiç bahsedilmiyor ve tiyat­

26 ro olarak incelenmiyor. Bu 13 rakamının, o yıllarda da çe­ şitli mülâkatlarında sözünü ettiği, Münir Özkul için yaz­ dığını söylediği oyunla ilgisi olabileceği akla gelmektedir. Çünkü Ayşegül Yüksel,-kitabının önsözünde, sanatçının hazırladığı çalışmayı yayınlanmadan gördüğünü belirtiyoi' ve bu konuda da hiç bir açıklama yapmıyor. Biz de yazarın tiyatro eseri olarak hepsi oynanmış, bazıları da basılmış 12 eserinden söz edeceğiz. Bunların ilki olan Günün Adamı (1953, yazılışı 1949) ile tiyatro ya­ zarlığı daha ilk adımda büyük kitlelerin ilgisini çeken Haldun Taner, daha sonra Viyana'ya giderek tiyatro eği­ timi gördü. Onun tiyatro yazarlığını böylesine ciddi bir eğitim konusu olarak görmesinde Muhsin Ertuğrul'un yönlendirici etkisi olmuş, sonra da her yıl bir eser yaza­ rak sahneye çıkarabilmekte onun teşviklerini görmüştür.

I. Dramatik Oyunları: Birbiri peşinden ortaya çıkan oyunlarının konularını hikâyelerinden alan Haldun Taner, daha ilk piyesindeki kişilerini yerli ve bizden bir atmosfer içinde canlandırma­ ya özen göstermiştir. Dramatik türde'ki oyunlarının bir ya­ nı hep geleneksel tiyatromuzun ifade biçimlerine yönelme çabasını yansıtır. Dişardaküer (1957) : Yazarın Sahib-i Seyf-ü Kalem adlı hikâyesinin oyunlaştırılmış şeklidir. Necip Fazıl ve Vedat Nedim gibi yazarların etkileri var. İttihatçı bir ihti­ yarın hayata yeniden dönme çabasını anlatır. Ve Değirmen Dönerdi (1958) : O yıllarda yazdığı Salt İnsana Yöneliş adlı hikâyesinin atmosfer ve kişilerinden faydalamlan eserde, Ressam Küşat her bakımdan Don Ki- şot’a benzetilerek anlatılmıştır. Eser sanat çevrelerinin klikçi yapısı içinde bir şeyler ortaya koymaya çalışan bir yalnız insanı anlatır.

27 Fazilet Eczanesi (1960) : Eczanenin Akşam Müşteri­ leri adlı hikâyesinin, «hayat dihmi» anlayışıyla ve bir res­ min canlandırılması şeklinde oyunlaştırılmasından ibaret­ tir. Eczacı Sadettin tipinde, eski usûlle müstahzar sana­ yiinin karşı karşıya geldiğini, gelenekle yenilik çatışması- nm insanları nasıl ezdiğini görürüz. Eser sonraki sahnele- nişinde Devlet Tiyatrosu yayını oldu (1982).

Lütfen Dokunmayın (1961) : Baltacı - Katerina ola­ yına üç ayn bakış açısından yaklaşmayı deneyen eser, illv defa yazarın açık biçim unsurlarını denediği oyunu olmak bakımından önemlidir. Burdaki üç ayrı tarih yon-imu, ge­ lenekçi, batıcı anlayışları birbirine karşıt tavırlarla sergi­ ledikten sonra, «çağdaş» bulduğu yeni bir yorumla eser tezli bir hüviyete bürünür. Burdaki insanların görüşleri, yaşlan, kültürleri ve yetişme tarzlarıyla yakından alâkalı­ dır, Bu oyuna kadar oyun kişilerini tarafsız bir tarzda yansıtmaya çalışan yazar, ilk kez tarih konusunda da olsa makul gösterdiği bir tezi öne çıkarır.

Huzur Çıkmazı (1962) : Her şeye rağmen karısını se­ ven ve aldatıldığını farketmemekte direnen Memnun Be­ yin davranışları çevresini gerçekten bir çıkmazı sürükler. İntihar, olmadık tesadüfler ve aşk üçgeni etrafında sıra­ lanan bir dizi komik unsurlarla oyun, tam anlamıyla bir tiyatro parodisi gibidir.

Giinün Adamı (1961) ; 8 yıl önce Şehir Tiyatrosu re- pertuvarına alındıktan sonra oynanışı engellenen bu eser, basılmış fakat oynanmamıştı. Bir profesörün politikaya atılma tasarısı ile gelişen fanteziye dayanan yapısı, kala­ balık şahıs kadrosu ve her ülkede, her zaman görülebüe- cek tezâhürleriyle sosyal bir nitelik taşımaktadır. Yazarın ilk kez 30irt dışında sahnelenen eseri de budur (1963. M ünster).

28 II. Epik Oyunları: Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı ile başlayan ikinci döneminde tamamen farklı bir tiyatro anlayışı ile karşılaşıyoruz. Özellikle, tiyatronun sosyal bir fonksiyonu olduğunu bu dönemde yaptığı mülâkatlarla sık sık tekrar­ layan Taner, tiyatronun okuldan daha fazla aydmlatma ödevi olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyordu; «Türk oyun yazarlığının ne yönde gelişmesi gerektiği sorusuna gelince, buna da «Türk toplumunu bir an önce pasiflikten kurtaracak uyanık ve zengin bir ortama çıka­ racak yönde gelişmelidir» diye cevap vereceğim. Türk oyun yazarına öbür ulusların yazarlarından fazla bir sosyal so­ rumluluk düştüğü kanısındayım: Aydın olarak çevresini uyandırmak ödevi.» (Tercüman, 23 Ocak 1965). İlk dönem eserlerinden Günün Adamı dışındakiler Devlet ve Şehir Tiyatroları'nda ilk kez sahnelenirken, bu oyunlarından sadece sonuncusu olan Ayışığtnda Şamata ilk kez Şehir Tiyatroları’nda sahnelendi; diğerleri hep özel tiyatrolar tarafından seyirci önüne çıkarıldı. Daha sonra hem özel, hem de Ödenekli tiyatrolar Haldun Taner'in eserlerini sık sık sahneye koydu. ' Keşanh Ali Destanı (1964) : Bir gecekondu kahra­ manı etrafmda, kahramanlık mitosunun parodisini ele alan oyun, o günlerin sosyal meselelerinden biri olan ge­ cekondu konusunu da aktüel bir sembol halinde yansıtır. Yurt içinde ve yurt dışında en çok oynanan, ülkemizi vc kültürümüzü hiç bir himaye görmeden uluslararası plan­ da temsil eden bu eser, tiyatro edebiyatımızda da yeni bir anlayışın sözcüsü durumundadır. Geleneksel tiyatromu­ zun anlatım biçimleri ile batıdaki epik tiyatro anlayışının yeni ve bize özgü bir üslûpla bileşiminde gösterilen başan, gelenek tartışmalarında etkili oldu. Ömer Seyfettin'in Efruz Beyinden öz. Karagözden biçim olarak yararlanmıştır.

29 Eşeğin Gölgesi (1965) : Kısa bir süre Şehir «Tiyatıo- ları'nda sahnelendikten sonra, içindeki bazı imaların poli­ tik muhteva taşımasından ötürü eser yasaklandı ve bir özel tiyatroda yeniden sahnelendi. Lukianos'un bir fante­ zisinden yola çıkarak Abdalya adlı bir ülkede olup biten­ ler ortaoyunu üslûbunda anlatılmaya çalışılıyordu. Eser­ deki adlî mekanizma eleştirisi etkiliydi. Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım (1964) : 31 Mart'tan bu yana görülen politik değişmeleri aynı günde ve aynı mahalleden doğan Vicdanî ve Efruz’la anlatan eser, yanhş şartlandırılmaları ve çarpık gelişmeleri eleştirmek­ tedir. Zilli Zarife (1966) : Namus kavramını bir gazetede* yer alan dört haberi bir oyun kurgusu içinde ele alarak, burjuvalaşan çevrelerdeki ikiyüzlülüğü eleştirmektedir. Öylesine yaygın bir menfaat ve gösteriş kaygısı vardır ki, oyunun başkişisi, bir hayat kadınından daha dürüst ve sı­ ğınılacak bir insan bulamaz çevresinde. Bazı yanlarıyla bizde de tartışmalara yol açan, Brecht’in Sezııanın îyi în- sam ’m andırır. Sersem Kocanın Kurnaz Karısı (1969): Ermenilerin çoğunluğunu oluşturduğu ilk tiyatro topluluklarından, Ve^ fik Paşa’nın adapte çalışmalarına, ondan da Küçük İsmail’ in tulûat tiyatrolarına kadar kısa bir tiyatro tarihi duru­ mundaki oyun, Moliere’nin George Dandin adlı piyesi üze­ rine bir parodi gibidir. Eserin başkişisi Toma's Fasulyeci- yan, aynı zamanda eserin de sunucusudur. Ayışığında Şamata (1977) : Taner'in daha önce ya­ yınlanan tek kitaplık büyük hikâyesinin oyunlaştınlmış biçimi. Eser önce humorist bir tavırla yazılmış gerçekçi bir oyun olarak sunulur, sonra seyirci arasındaki oyun ki­ şilerine benzeyen tiplerin eleştirisi ile yeniden ve değişti­ rilerek oynanır. İki oynanış arasındaki en önemli faik,

30 gösterişçi burjuvanın ikiyüzlü tutumunu ortaya koyar. Gerçek işlerine gelmediğinde değişsin diyenlerin tutumu böylece eleştirilmiş olur. Bu da toplumun hemen her kesi­ minde sık sık görülen tavırlardandır. Mesajı budur. Bu son oyun, önce bir grup öğrenci tarafından oyun- laştınlmış, Boğaziçi Üniversitesi'nde yazann davet edildi­ ği bir gösterinin sürprizi olmuştu. Hikâyenin kendisinde olan tiyatroya özgü unsurların böyle kendiliğinden sayıla­ bilecek bir tarzda sahneye gelişi, yazara da hi'kâye üzerin­ de daha farklı bir çalışma ile oyunlaştırma yolunu göster­ miştir. Aytştğında Şamata’dan başka, yalnızca Keşanlı Ali Destanı’mn Şerife Ablası eski hikâyelerinden oyuna geç­ miş bir tiptir. Bir de Tuş hikâyesi ile Zilli Zarife arasmda- ki tema yakınlıklarından söz edilebilir. Öteki oyun kişileri ve konulan tamamen yeni ve tamamen tiyatronun açık bi­ çim anlayışma uygımdur. Sersem Kocanın Kurnaz Karısı ise, yazann tiyatro hocalığından gelen zengin bir bilgi i- rikimini, hem malzeme, hem ıkarakter, hem de tez ve yo­ rum çeşitliliğini ihtiva eden, nâdir yazılabilecek dil usta- lîklannı yansıtan bir büyük eserdir. Keşanh Ali Destanı da hem yazann sanat hayatında, hem de getirdiği öz ve bi­ çim değişikliği ile tiyatro edebiyatımızda bir büyük dö­ nüm noktasıdır. Her bakımdan da orijinaldir. Haldun Taner’in mizah anlayışı kadar, inşam ele alış tarzı da farklıdır. Humorunu besleyen «çelebi» tavrı, tar­ tışma konusu yaptığı konulan çelişik yanlanyla ele alır­ ken, çoğu zaman biz böyleyiz, ne yazık ki bu yolun sonu çıkmaza gitmektedir, gibisinden sıcak ve dostça eleştirir. Yüzyıllık konularımızı ele alırken, ilk kez ben söylüyorum gibisinden iddialı ve sıntıcı tavırlardan sakınır. Ama iki­ yüzlülük ve sahtekârlık karşısında öfkeli ve acımasızdır. Bütün bu yönleriyle Haldun Taner yalnız bizim edebiya­ tımızda değil, dünya edebiyatında da benzerine az rastla­

31 nacak bir ustalık örneği ortaya koymuştur. Onun toplum içinde ele aldığı fertler, gerek ilişkileri, gerekse tavırlarıy­ la oldukça inandırıcıdır. Konular da tamamen yerlidir.

3 — Kabare Oyunları Haldun Taner, Gen-Ar sahnesinde, 1962 yılında bir grup oyuncuyla denediği ve dört gece sahnelenebilen Bu Şehr-i İstanbul ki adlı ilk kabare oyunundan sonra, 1967’ de ve Metin Akpınarla Devekuşu Kabare Ti yatrosu’nu kurdu ve burada her yıl bir o)Tin sahnelendi. Orhan Kemal, ilk kabare denemesini ciddi edebiyat­ tan farklı bir tür olarak değil de Haldun Taner'in «yara­ maz çocuk yapısının sahneye yansıması» olarak değerlen­ dirir (Milliyet Sanat Dergisi, 1 Mayıs 1983). Taner bunu tamamen farklı görünmeyen, ama farklı bir boyut taşıyan şu görüşle açıklıyordu : Ona göre kabare, Aristofanes’ten beri vardır ve kendine uygun şartları ve sanatçıları buldu­ ğu zaman ortaya çıkabilir. Bu da onun «mizacının itişi* olarak ortaya çıkarken belli imkânları da beraberinde ta­ şımaktadır ; «Mizah ve ironi olaylara belli bir felsefi mesafeden bakmanın avantajım taşıyor. Taze ve vurucu bir bakış al­ ternatifi sağlıyor.» (Niçin Hikâye başlıkh konuşma. Yalı­ da Sabah, 1983, sayfa: 197). Bu avantajı ve alternatif bakış açısını başlangıçtan beri sürekli değerlendiren ve ilk hikâyeleri ile ilk piyesin­ de bu özelliğiyle dikkati çeken Haldun Taner, kabare ojomlannda da bu tavrıyla aktüel ve politik konulara el attı. Üç kabare denemesinde 13 oyunu bazan t^k başına, bazan ortak yazılan metinler halinde seyirci önüne getir­ di. Bunların çoğunun dramaturjisini yaptığı gibi, bazan her gece yeni ilâve ve değişikliklerle oyunu zenginleştirdi, yahut daha da etkili hâle gelmesine yardımcı oldu.

32 Olaylara ve insanlara yönelttiği eleştirel bakışı, paro­ diler, skeçler ve şarkılarla bileyen, etkili hâle getiren Hal­ dun Taner, epik türden sonra bunun da öncüsü oldu. On­ dan sonra pek çok kişi kabare yazdı, yazıyor ve belki de yazacak. Ama hiç biri henüz onunki kadar vurucu ve sıcak bir eleştiri atmosferi oluşturamadı. Bundan, her şeyden çok onun kültürel birikimi, insanı ve olayları derinliğine kavrama çabası etkili olmuştur. Bunlan geleneksel tiyat­ romuzun göstermeci yanlan ağır basan açık biçim anlatı­ mıyla sahnelemesinin önemi büyüktür. Bütün eserlerinde olduğu gibi, bu türde yazdıklarında da humorist bakış tar­ zının bize özgü bir hümanizmi beraberinde getirdiğini be­ lirtmemiz gerekir. Zeki Alasya ile Metin Akpmar'm bu ba­ şarıda payı var. Vatan Kurtaran Şaban (1967), Bu Şehr~i İstanbul (1968), Astronot Niyazi (1970), Ha Bu Diyar (1971), Dün Bugün (1972) oyunları, Haldun Taner'in Keşanlı Ali Des­ tanı ndan sonraki oyunlarının en çok ilgi çekenleri oldu. Daha sonra televizyon dizileri için giderek tüketilen kay­ naklar ve örnekler olarak yararlanılan öteki oyunlar sah­ nelendi: Aşk-ü Sevda (1973), Dev Aynası (1973), Yâr Ba­ na Bir Eğlence (1973), Haneler (1974), Çıktık Açık Alınla (1977), (İlık on yılın oyunlarından yeni bir yapı içinde der­ leme) ve Yalan Dünya (1977). Bunlardan sonra Haldun Taner, büyük kitlelere ulaşmanın kaliteyi düşürdüğünü ile­ ri sürerek Devdkuşu Kabare'den ayrıldı ve Ahmet Gülhan'- îa Tef Kabare Tiyatrosu'nu kurdu; Hayırdır İnşallah (1979) ve Kapılar (1980) adlı oyımlannı bu tiyatro içir, yazdı. Almanya’da olduğu sıralarda bu da kapandı. Gazetecilik yanında, kabare yazarlığının da Haldun Taner’in hikâye ve tiyatro yazarlığının aleyhine geliştiğini belirtmeliyiz. Bu dönemde çok az eser verdiği ortadadır: On üç yıl boyunca 13 kabare, ama iki oyun ve iki hikâye; hepsi bu...

33 HALDUN TANER’İN KİTAPLAŞMIŞ ESERLERİ

Hikâye: Yaşasın Iteınokrasi -1949 Tuş -1951 Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu -1953 On îkiye Bir Var -1954 Ayışığında «Çalış kur» -1954 Konçinalar -1967 Sancho'nun Sabah Yürüyüşü - 1969 Gülerek Ölmek -1971 (Bütün Hikâyeler 2'de) Yalıda Sabah - 19S3

Oyun : Günün Adamı -1953 Keşanlı Ali Destanı -1965 Sersem Kocanın Kurnaz Kansı -1969 Fazilet Eczanesi -1978

Öteki Kitapları: Devekuşuna Mektuplar - 1961 (Fıkralar, sonraki baskı, «Önce însan» adıyla yayınlandı). Hak Dostum Diye Başlayım Söze-1979 (Sohbetler) Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil - 1979 (Portreler) Düştüm Yollara Yollara - 1979 (Gezi Notlan - 1) Çok Güzelsin Gitme Dur - 1983 (Fıkralar) Berlin Mektupları - 1984 (Gezi Notları ve «Viyana'mn At­ lattığı Vartalar» adlı dizi yazının ilâvesiyle) Koyma Akıl Oyma Akıl - Fıkralar - 1985 (Fıkralar) Yaz Boz Tahtası - 1986 (Devekuşuna Mektuplar - II)

34 Yazann sağlığında yayınlanan son kitabı, Yaz Boz Tahtasî’dır. Kitapta kültürel konularda yazılmış fıkralar ağırlık taşımaktadır. Çeşitli hükümet dönemlerinde deği­ şen ve sürökli değiştirilmekten ötürü yaz boz tahtasına dö­ nen kültür politikası üzerinde durmaktadır. Devlet, sürek­ li değişen bu politikayla tutarlı bir insan tipi yetiştireme­ yeceği gibi, kuşaklar arasındaki anlaşmazlıklar da sürüp gider... Taner’in baştan beri savunduğu görüşlerle pare- lellik taşıyan bu düşünceler, her zaman önemini koruya­ caktır. Bu ve benzeri konular gündeme geldikçe de Haldun Taner'in ironik bakışı hatırlanacak, yazılarında ortaya koyduğu görüşler de önemli sayılacaktır.

Haldun Taner'in hikâye ve oyunları bir özel yayınevi tarafından «Bütün Eserleri» dizisi halinde yayınlanmakta­ dır. Bunlardan «Bütün Hikâyeler» dört cilt olarak yayın­ landı ve yazann bilinen hikâyelerini bir araya topladı. «Bütün Eserleri»'nin yayını tamamlamrsa, bir büyük yazarın hayat tecrübesi ve birikimi kültür değerlerimiz arasına katılmış olacaktır.

35 HALDUN TANER’E SORULAR

Konur ERTOP — Hikâye yazarlığından oyun yazarlığına nasıl geç­ tiğinizi anlatır mısınız? — îlk hikâye kitabımla ilk oyunum yaşıttırlar. Tesa­ düfen bu yıl, da, Sanoho'nun Sabah Yürüyüşü ile Sersem Kocanm Kurnaz Karısı birebirlerini bir-iki ay faı^kla takip ettiler. Kısmet olursa gelecek yıl, yine yeni bir 050ın ve roman var. Kendimi pek, bir yerden bir yere geçmiş say­ mıyorum. Görüyorsunuz ikisini de iyi - kötü birlikte gö­ türmeye çalışıyorum. Ne var ki, zaman zaman hikâye- za­ man zaman da oyun yazarlığı ağır basar gibi oldu. Me­ selâ Günün Adamı adındaki ilk oyunum devrin büyü^kkn- ni küçültüyor gerekçesiyle yasaklanınca bu ortamda piyes oynatılmıyacağını anlayıp altı - yedi yıl hikâye yazdım. Buna tarşıhk. Viyana dönüşü uzun bir süre de oyun yaz­ dım, hemen her yıl bir oyun çıkardım- Ama oyun yazarken hik^eciliği, hikâye yazarken oyun yazarhğım bırakma­ dım. Bir kenara gizli gizh bir şeyler karaladım. Şimdi ar­ tık iki sevgilime de eşit zaman ayıracak bir dönemde bu­ lunuyorum. __ Oyunlarınızdan hangilerinde ne gibi özelliklerin dikkati çekmesini istiyordunuz? __ İnsan galiba bu oyunda şunlar dikkati çdksin dü­ şüncesiyle yazmıyor. O oyun biraz da kendi özelliğini ken­ di beraberinde getiriyor. Kendiliğinden, o olduğu şey olu­ yor.

36 Günün Adamı, Dışardakiler, eski şartlanmaların et­ kisiyle realist ve klâsik yapıda oyunlardı. Değirmen ve Hu­ zur Çıkmazı da öyle. Ne var ki, onlarda realizmin yerine soyut 'bir fantazi ağır basıyordu. Lütfen Dokunmaym, Bal­ tacı Mehmet Paşa efsanesinin üç ayn mizaç tarafından üç ayrı yorumunu işliyordu. Konu beni geleneksel tiyat­ romuzdaki (oyun içinde oyun) gibi,(kişilerin SEthnede gö­ zümüzün önünde kişiliklerinden çıkıp cüppe kavuk giyip tarihi kişiliklere girişi) gibi bazı anti illüzyonist öğelere iteledi. îyi de oldu. Keşanlı Ali Destanında ise, bildiğiniz gibi bizim halk gösteri biçimlerimizle modern epik tiyat­ ronun akrabalığından faydalanıp epik bir Türk halk tiyat­ rosu üslûbuna yöneldim- Kendi ‘kişiliği ile çevrenin onda kurduğu kişilik arasında bocalayan Ali’nin iç çatışması renkli bir gecekondu ortamına oturtulmuştu. Bu yaban­ cılaştırma efekti ile büyük kentin gülünç düzeninin paro­ disi yapılıyordu. Oyunun yapısında meddah, orta-oyunu, tulûat gibi halk gösterilerimizin anti illüzyonist öğelerini, dil ve diyalog özelliklerini, söz kalıplarını, tökerlemeleri- ni bol bol kullandım. Çdk modern bir özle hiç yeni olma­ yan bizim, içten, sıcalk biçimlerimizin kaynaşması, ortaya yepyeni bir oyun, belki de bir üslûp çıkardı. Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’ı, Zilli Zarife'yi, Eşeğin Göl- gesi'ni hep bu teknikle yazdım. Birincide oyunu bir med­ dah takdim ediyor tabloları, o bağlıyordu. Yine o oyunda Ulvi Uraz la birlikte ilk defa bazı sahneleri perde arkasın­ da ışık önünde Karagöz gibi gölge oyunu olarak sunduk. Zilli Zarife’de ise oyunım pişefkân Doktor, oyunu tam klâ­ sik bir orta-oyunu gibi açıyor, yürütüyor ve kapatıyordu. Oyuncular oyunun konusunu gözümüzün önünde sahne­ de tasarlıyorlardı. Kişiler orta-oyunundaki gibi kendileri­ ne özgü bir şarkı söyleyerek sahneye çıkıyorlardı.

37 __ çok hangi oyununuzun sahnelenişi düşünce­ lerine uygun oldu? Neden? __ Ulvi Uraz'ın Şehir Tiyatrolarında saıhneye koy­ duğu Fazilet Eczahanes’, Çetin îpekkaya’nm Bizim Tiyat- ro'da sahneye koyduğu Sersem Kocanın Kurnaz Karısı. Ve tabii, Genoo Erkal’ın Gülriz Sururi - Engin Cezzar Ti­ yatrosunda sahneye koyduğu Keşanlı Ali Destanı. Fazilet Eczahanesi (-hayat dilimi» denilen tdknıkle yazılmış, bir Boğaziçi eczahanesinin yirmi dört saatini yansıtan 27 kişilik bir oyundur- Bu kadar ayrı alemleri eşit bir yoğunlukla vermek ve bu mozaikten hayatın ken­ disi gibi bir atmosfer yaratmak her babayiğit rejisörün kârı değildi. Ulvi Uraz unutulmaz bir orkestrasyonla bu­ nu başardı. Sersem Koca ise Çetin ipekkaya ıçm çetm bir cevizdi. Oyunun, sahne 'kulis farkou jestte, mimikte, ses­ te ayırt ettirmek, kişilere kendi kişiliklerini verdikten son­ ra bu ıkişilikleri her perde boyu üç ayrı üslûba sdkmak ge­ rekiyordu. Çetin bunun üstesinden geldi. Bu güç ışde Münir Özkul gibi büyük bir oyuncunun varlığı başlıca sansımız oldu. Özkul sade erişilmez bir Fasulyecıyan ol­ madı, aı^kadaşlannı oyunun havasma getiren, onlara yem imkânlar esinleten âdeta ikinci bir rejisör oldu.

— Ya Keşanlı Ali Destanı? — Keşanh'ya gelince. Erkal bu türün yeniliğine ve öncesizliğine rağmen hem en eserin içine girdi, oyunu an­ cak büyük ustalara has bir rahatlık, tabiilik ve akıcılıkla kotardı. Rol dağıtımının cuk oturması da caba. Almanya - ya çağrıldığımızda prömiyer oranın en büyük konser salo­ nu olan Beethovenhalle'de veriliyordu. Bütün Alman dev­ let ricalinin ve kordiplomatiğin, eleştirmenlerin huzurun­ da oynanan ilik gece Genco Eükal büyük bir yenilik yap­ mış, İstanbul'da yapamadığı bir şeyi (ortada oyunu) Beet-

38 hiovenJıalle'in salon imkânlarından faydalanarak gerçek- leştırmışti. Bu, orası için çoJ£ çarpıcı bir değişiklik oldu. Helâcı Şerif abla küçük iskemlesini alıp şık Nazır karıla- rınm ta yambaşma oturuyor, Z iita, Ali’nin yüzüne tükü- rüp pürhışım çıkarken etekleri seyircilere sürtünüyor, ef­ kârlı etbjs;arJı sigara içip dumanım savuran Ali’nin iç çeki­ şi salonun en gerisinden duyuluyordu. Gariptir, Keşanlı Ali Destanım Londra'da oynayan Ingiliz Corbett Tiyatro­ su da Genco nun rejisini bilmediği halde oyunu ona yakın bir anlayışta sahneye koymuştu. Ne var ki, Türk gecekon­ du halkım orda Londra'nın East.End'inin haşan halkı ile vermek suretiyle uygulamışlardı. Duygu Sığıroğlu'nun yır­ tık çuvallardan kurduğu ön perdeyi ise İngilizler ipe asılı yırtık fanilalar ve uzun konçlu donlarla vermiş, çok da iyi etmişlerdi.

Tiyatroyu bizde halkın malı bir sanat kolu say­ mak mümkün mü?

Gülünç olmadan, ben halk tiyatrosuyum diyecek bir tiyatromuz var mı? Hangi halk? Önce bunu sormalı. Halka 'gitmek, halka ucuz bilet, halkı eğitecek 03Tin sağla­ mak, derken kimi kastediyoruz? Halk matinesi adı bile bu galatın sivri belgesi değil mi?. İtiraf edelim ki, halk der­ ken biz, olsa olsa büyük şehrin tiyatroyla haşır neşir ol­ mamış insanlarını, kenar semtlerinin sakinlerini, hadi bi­ lemediniz Anadolu nun illerini ve birkaç büyücek kasa­ basını kastediyoruz. Bunlara varan bir tiyatrojoı kursak halik tiyatrosu kurduk diye şişineceğiz. Ama yine de fena bir iş yapmamış olacağız. Oysa halk bu mu? Anadolu'nun milyonları daha tiyatronun b'sini bilmiyor. (Tiyatro keli­ mesinde b harfi var mı diye yadırgadınız değil mi? O garipler tiyatronun içinde ne olup ne olmadığım bile bil­ miyorlar diye mahsus öyle dedim.)

39 — Yeni tiyatromuzun halkçı ve devrimci temalun- na karşılık halk , kitlelerinden uzak kalışı nasıl açıklana­ bilir? — Devrimci ve halkçı temaları işlemek bir oyunun halk kitleleri tarafından kapışılması için yeterli değildir. Bunu halkın dili, halkın mantığı, halkın gustosu ile yap­ madıkça kendi kendinizi aldatırsınız. Oyununuzu beş-on şehirli aydın, otuz-kırk üniversite öğrencisi, bir-iki de ah­ babınızdan başkası alkışlamaz. Halkı tiyatroya, edebiyata çeikmek sanıldığından zor, çok zor bir iş- Hele bizim koşullarımız içinde. Halkçı ve devrimci temaları işleyen romanlar sanki halkı çekiyor mu sanırsınız. Köyün Kamburu, Orta Dirdk, Yılanların Öcünü aydınk.r okuyor hep. Şehrin snop ay­ dınları övüyor, seviyor hep. Büyük kitleler bana mısın demiyor. Büyük kitle öyle kötü koşullara sürülmüş ki, kafasında kültüre açık pencere kalmamış. Günlük oyalan- tısı içinde, okuyanın c^uduğu gazete haberi biraz uyanı- ğmm dinlediği ajans haberi. Önce o kitleleri bir eğitme ortamına getirmek, sonra bu ekilmiş topraktan tohum sürmesini beklemdk gerek. Biz toplaşmış şehirlere, kendi kendimize gelin güvey oluyoruz. Yok öyle şey. Ne ektik ki ne biçeceğiz. Bugünkü haliyle imamın vaazı onlara Shakespeare'den çok daha etkili oluyor. — Bizim tiyatromuza dünya tiyatrosunun hangi yanları katkıda bulunabilir? — Avrupa tiyatrosu ile tanışmamız geç oldu. Gali­ ba bundan ötürü, battı balık yan gider diye tiyatro prob­ lemini çoğumuz pek düzeyde alıyoruz- Oysa tiyatro bütün insanlığın ve ortak bir birikimin ürünü. Edebiyatımızda, tiyatromuzda cahil cesurlar at oynatıyor. Bunlardan biri bir dostunun zoru ile klâsikleri okumaya koyulmuştu.

40 Bir gün bana dedi 'ki : «Vay namussuz Stendhal! Tam benim söylemeye hazırlandığım şeyi herifçioğlu 150 yıl önce söylemiş!.» Stendhal sanki cebinden parasını çalmış gibi de bo­ zulmuştu. Bizden önce neler yapıldığmı bilmek, bilineni tek­ rardan alıkoyduğu gibi onların bıraktığı gedikleri ara­ yıp bulmaya da yarar. Bunun için tiyatro tarihini onun bdli başlı eserlerini bilmok şart. Çabasız, incelemesiz, kültürsüz, kestirme yoldan ucuz başarı sade bizde var. Bredıt, yıktığı Aristolyen tiyatroyu en iyi bilen bir incele­ yici idi. Öğretisinin birçok Öğelerini dünya tiyatro tari­ hinde? Çın tiyatrosundan, Yunan tiyatrosunun Prabasele- rınden, Elisabeth tiyatrosunun oyun üslûbundan, Jesnit tiyatrosunun eğitimsel oyunlarından toplamıştı. Samuell Beckett ortaçağ mystere'lerini yıllar yılı inceledi. Ana çiz- gileıi, ana eserleri, ana akımlan ile dünya tiyatrosunu bil­ mek bizim tiyatromuza şekil verecekler için kaçınılmaz bir zorunluktur. Bizim koşullarımıza, bizim özelliklerimi­ ze uyacak bir tiyatroyu kurarken dünyanın tiyatro tecrü­ besine sırt çevirmek olur mu?

— Geleneksel tiyatromuzdan nasıl faydalanabili­ riz? Geleneksel tiyatromuzun göstermeci anlatıcı anti illüzyonist öğeleri boldur. Epik üslûp için uygundur. Bun­ lardan şahsen nasıl faydalandığımı anlattım. Bu yanımız yabancıları da çok ilgilendirmeğe başladı. İlkin William Sorayan, Keşanlıyı burada gördüğü zaman söylemişti ; «Dünya piyasasına ancak böyle, size özgü oyunlar ve bi­ çimlerle çıkabilirsiniz» demişti. Ama geneleksel tiyatromuz yalmz epik öğeler bakı­ mından değil, soyut yazacaklara da yararlı kaynak olabi­ lir. — Nastt? __ Eski gösterilerimizin içinde soyut kolpolar kay­ nar. Metin And'la Özdemir Nutku bu konuda ne güzel yazdılar. Ben sadece 'bir Örnek vereyim. Bir pişekâr - ka­ vuklu muhaveresindeki şu soyut espriye bakm : Kavuklu Kapaiıçarşıda uyuyakalmış.. Çarşı kapanmış, kapılar sür- melenmiş. Nâçar geceyi orda geçiren Kavukluyu ayazdan uyku tutmamış. Sabaha doğru birden kulağına bir sesler gelir gibi olmuş. — Seksen — Seksen beş — Doksan — Yüz beş.. Pişekâr soruyor ; — Ecinnitaifesi mi Hamdici- ğim?. — Ben de öyle sandım diyor Hamdi. Ama değil. Meğer neymiş? biliyor musım, benim uyuduğum yer Bit­ pazarı imiş. Gündüzden artırma ile satış yapıhrken söyle­ nen kubbede donmuş kalmış. Sabaha doğru güneş çıkın­ ca buzlarla beraber onlar da birer birer çözülüp dökülme­ ye başlamışlar.. Üniversitede îonescu üzerine bir sömestr boyu seminer yaptım öğrencilerimle, bu kıratta soyut bir espriye onda bile rastlamadığını söylemeliyim. — Kabare tiyatrosu İçin ne düşünüyorsunuz? Si­ zin hu türdeki çalışmalarınız üzerine bizi aydınlatır mı­ sınız? __ Kabare tiyatrosu aktüel ve politik hiciv yapan, hiciv silâhı ile aksaklıklara ışık tutan küçük, fakat aktif bir türdür. Aristofanes'in eserleri bunun ilk örneklerin­ den sayılır. Türkiye ıgibi politik gidişlerin çok farkında bir ülkede böyle bir tür eksikti- îlkin 1962'de bir kabare tiyatrosu denemesi yaptık, tyi sonuç alınca 1967'de doıt genç arkadaşımla birlikte ilk kabare tiyatrosu Devekuşu' nu kurduk. Gördüğü ilgi bir gediği kapadığımızı belgeler. Bizde yeni olduğundan, başta, acele hükümlere yol açtı. Çoğu kimse, ya kabare sözünün çağnşımı ile, ya da oyun­ ların bir gece kulübünün üst katında oynanmasından ola­ cak, kabare tiyatrosu seyircisi ile gece kulübü müşterisi­

42 ni fciı^irine karıştırdılar. Bu türü zengin ve şımarık ta­ bakanın bir eğlence aracı sandılar. Üç yıl boyu DEVEKU- ŞU'nu izleyenler içinde 'biz gece kulübü müşterisi tipi se­ yirciye pek rastlamadık. Gelenler yine tiyatrosevenler ve gençlik oluyor. Gece kulübü müşterileri ayrı tip insanlar­ dır, normal tiyatroyu biJe pek sevmezler. Yıllar yılı gece kulüplerinde nükteli fıkralar anlatan takdimci Orhan Boran, dünyada en güç şeyin yarı sarhoş, mayışmış insan­ lara fıkra anlatmaik olduğunu söylüyordu. Orhan’ın usta anlatışı ile bile kavrayamadığı bu insanlar, başdöndürü- cü bir hızla oynanan kabare oyununun arka arkaya patla­ yan esprilerini nasıl izler? Bereket ki zamanla bu tür otur­ du, ne olduğu ne olmadîgı artık iyice anlaşılmaya başlan­ dı. Bazı kimsede uyarıcı olduğunu iddia eden bu türün fazla güldürmesine tutuluyor. Sanki uyarı, ille çatık kaş­ la yapılırmış gibi. Bunu da hoş kaişılamalı. Biz gülmeyi hor görmüş bir birikimden geliyoruz- Oysa güldürü en güçlü uyarı silâhıdır. îşte Aristophanes işte Moliere, işte Shaw ortada..

— Tiyatroda şive taklidi hükktnda ne düşünüyor­ sunuz? ' — Ölçü kullanıldığı takdirde esere renk verir, an­ cak bir yerlilik katar. Ama ucuz bir orjinalite unsuru gibi ona yapışmak hoş değil. Son yıllarda diyelek enflâsyonu göze çarpıyor. Kenter kardeşler Hamlet'e bile Anadolu şive taklidini soktular. İki mezarcının Anadolu diyeleği ile konuştuğunu gören Vasfi Rıza Bey yamndaki eşine eğilip : — Bak hanım, biz daha o zamandan Danimarka'ya işçi gönderirmişiz., demiş. — Günümüz tiyatrosunun başka sanat kolları ile ilgileri nelerdir? — Dans şan, sür, bale, resim, ışık, müzük, sinema v.s. Bunu ilk sezen Wagncr olmuştu. Tiyatronun «Gesamt- kunstwerk - Tüm sanatların bileşimi» haline gehşı ise sanırım Max Reinhardt'm eseridir- Ondan bu yana bu kla­ sik sanatların yamsıra anlamsız haykırışlar, çırpınışlar, seks gösterileri, sahne ortasında orgazmlar gibi unsurlar da tiyatroya girdi. Antonin Artaud'un istediği bir Cruaute tiyatrosu idi. Şimdi onu da aşıp bir boşalış tiyatrosuna vardık.

__ Seks tiyatrosu çağımızın bir gerçeğim mı ele alıyor, yoksa bir sömürü aracı midtr? __ Sdks tiyatrosu çağımızın bir gerçeğini değil, bü­ tün çağlarm bir gerçeğini ele alıyor. Seksin edd>ıyatta ve tiyatroda tabu konulardan başlıcası oluşuna dayanıldı dayanıldı da sigorta birdt^nbire şu son yıllarda aUi. Ede- biyatta Joyce’un, Henry Miller’in yıktığı barajı t^atroda da bazı topluluklar yıktı. Seks tiyatrosu bence bir moda değil bir oluşumun sonucudur. Bir şıdır. İki yüzlü, savunduğu başka, uyguladıgı ^ kullanan burjuva düzenine karşı bir tepkidir. Açık­ lık, gerçekçilik, yüreklilik bilim çağınm çocuklarma el- bette daha yaraşıyor. Bazı açıkgözler bunu da sömürü aracı yaparlarmış. Bunun önüne geçilemez. Bu^ne bugün sosyalizmi bile sömürenler var. Elden ne geliyor-

(Cumhuriyet SANAT EDEBİYAT, Haziran 1970J

44 HALDUN TANER’E DAÎR YAZILANLAR

Mehmet KAPLAN Haldun Taner’in hemen hemen bütün hikâyelerin* de insanlar uzvî veya ruhî bir sakatlıkla maluldürler. «Gü­ nün adamı» piyesinde de o bütün insanları sukut ettirmi­ yor muydu? «Ayışığında Çalışkur» da da istisnasız herkes ruhi veya İçtimaî bakımdan düşüktür. Haldun Taner'e gö­ re insan, noksan, hasta, lekeli bir varlıktır ve ancak bu sayede bir şahsiyet sahibidir.

Batı edebiyatında bu görüş çok Jtuvvetlidir. Hıristi­ yanlık, realizm, egzistansiyalizm insanı daima hudutlu gö­ rür- İslâmiyet ve şark insan hakkmda da nikbindir. Fazilet gösterisi şarkta çok yaygmdır. Bu belki de gerçek­ lik fikrinin yokluğu ile ilgilidir. Haldun Taner’in bu gö­ rüşü kültür kaynaklarından mı, mizacından mı geliyor, bil­ miyorum. O bu bakımdan Sait Faik’ten kuvvetle ayrılıyor.

«Artırma» hikâyesi çeşitli meseleleri ihtiva eder. Bunlardan en mühimi seçmek ve seçmemek meselesidir. Hikâyeciye göre seçen değil seçmeyen hürdür- Çünkü se­ çen arzusunu yok etmiş ve esir olmuştur. Hayatta tesadü­ fen bir şey seçeriz ve bu gerçek isteklerimize uymaz. J. Paul Sartre’m felsefesinde seçme mühim bir rol oynar. Ona göre insan seçen bir mahlûktur ve tercihler bizim şahsiyetimizi yaratır. Haldun Taner seçmemeyi müdafaa ediyor. Bu mümkün müdür? Hikâye olarak da çok gü­ zel olan «Artırma» inşam hayatın bu mühim meselesi üze­ rinde düşündürüyor.

45 «lAyışığmda Çalışikur», hem hikâye, hem tir polemik kitabıdır. Fakat polemik de hikâye çerçevesine sokulmuş­ tur. Yazar evvelâ reaUst bir hikâye yazıyor. Bundan her biri ayrı ayrı cinsi arzularına ve sapıklıklarına tâbi in­ sanların, «başkaları» bahis mevzuu olunca nasıl sahte bir fazilet havarisi kesildiklerini anlatıyor. Bu hikâyeyi mü­ nekkitler ve okuyucular ayrı zaviyelerden tenkit ediyor­ lar. Bu sefer yazar aym hikâyeyi okuyucularının arzusu­ na göre kaleme alıyor. Bu da çeşitli reaksiyonlar uyan­ dırıyor- Kitapta belirtilen en mühim mesele realizm ile idealizm arasındaki tezattır. İtibari kıymeüere bağh olan okuyucular saihte de olsa idealist hikâyeyi tercih ediyor­ lar. Başka hikâyelerinde olduğu gibi bu uzun hikâyesin­ de de pek belli ki, müellif realizmi- yani insan tabiatınm ve cemiyetinin ıgerçdk durumunu tasvir ve tahlili tercih ediyor. Haldun Taner'e göre idealizm bir maskeden baş­ ka bir şey değildir. Gerçekte günahkâr, malul, zavaUı, boş insanlar vardır. «Ayışığında Çah^ur» müellifin dil ve üslûp mahare­ tini de çok güzel belirtiyor. Haldun Taner, dilimizin bü­ tün inceliklerini çok iyi bildiği gibi zümre, yaş, cins, mu­ hit üslûplarma da vakıf. Tenkit yapar^ken bile herkes kendi lügat ve sentaksına göre merammı ifade ediyor.

Haldun Taner, Sait Faik gibi bir şair, Orhan Kemal gilbi bir ideoloji müdafii değil. Çok kuvvetli bir müşahit, derin bir tahlilcidir. Ond^ bazan oyun ve maharete yakla­ şan bir hikâye kurma kabiliyeti vardır. Vak'alan beklen­ medik şekilde döndürür, hayret verici durumlar yaratır. Bunlara hiç bir noktasına dokunamıyacağnmz bir dil us­ talığım da ilâve etmeliyiz.

(İstanbul dergisi, n r: 1. Ocak 1955 ve Edebiyatımızın İçinden. 1973, sayfa: 257 - 58)

46 F. CELÂLETTİN (Fahri Celâl GÖKTULGA) Haldun Taneri görmüşlüğünüz var mıdır? Bu sefer­ ki kitabında tabii gayyur bir de fotoğrafını koymuş, İs­ terseniz bir bakın, kocaman alınlı, iri gözlü, biraz dö­ külmüş seyrek saçlı, sarı sarışın yahut kumral, boylu boslu bir zattır- Kendilerini iki defa gördüm, birincisin­ de kapı önünde falan, İkincisinde de hakiri ziyarete gel­ mişti. Bu sefer elimi ihtiyatla, m ^sus öyle yaparak, parmaklarımı öğüdmiyeceğine beni inandırmak ister gi­ bi, hafif sıkmıştı. Ankasmda bir güzel elbise, bol bol gi­ yilir, gûya hiç dikkat edilmemiş gibi, terzisine şurası şöyle olsun sanki dememiş gibi, öyle ihmalle giyilmiş, koyu renk elbisesi vardı. Bir de baston gibi, sopa gibi kullandığı ıslak şemsiyesi dikkatimi çekti. Bana dostça, sevdiği, beteîenmesi ihtimali olmayan bir adama bakar gibi bakıyordu.

İkincisinden sonra, ki sanırım, yazdığım yazıdan do­ layı hakire bir eyvallah demek için gelmişti, bir daha görünmedi. On ikiye bir var kitabındı kapıcıya bırakmış gitmiş... Berdket Yaşar Nabi resmini koymuş. Yazılanndaa evvel onun dost yüzüne baktım. Gözleri gene öyle, fotoğ­ rafında da, adama iyi iy: bakıyor. Kitabı işte böyle dü­ şüne düşüne okumağa başladım. O halde elbette iyi şey­ ler de yazacağım. Çünkü hakikaten de beğenilecek şey­ ler-. Üç, dört hikâye...

On ikiye bir var, dediği on yedi sahife tutuyor. On yedi sahifenin bir yazı için çök, cidden çok olduğunun Haldun Taner nasıl olurda farkında olmuyor? On yedi sahifesinin içinde, musikiden, notadan anladığına delil no­ talar da var. Bu nota yazmaik ihtiyacını bu hakir de bir

47 çok defalar hissetmişimdir. Anlayana, şarkı söylemeyi bi­ lenlere âhenk tasviri noktasından büyük yardınıı, mu­ vaffakiyeti olduğuna inanırım. Evet, o kadar s^ıf^^ın içinde, on ikiye bir var, diye yazılacak ne bulunabilir di­ ye düşünürsek yanıldığımızı anlarız. Neler bulunabilece­ ğini hele bir okuyunuz da görürsünüz. Bu yazı zorlayıcı fikirlere müptelâ, tefsire mail bünyeli bir takım insan­ ların hastalıklarım bize anlatıyor. Yaptığı işm azametmı kendi de biliyor herihalde ki : __Ey sonra?, deyivermemize mâni olmak istercesine, yaman bir ustalıkla, tam geçip gideceğini, başka pyler arayacağımız sıralarda bizi tekrar yakalamasını ala bili­ yor. (Cumhuriyet, 9 Ocak 1955 ve Bütün Hikâyeler, sayfa: (372 - 731

Özdemîr NUTKU

Taner’in bu tadar belirli bir yolda yürümesi olum­ lu bir çabadır. Öbür genç oyun yazarları henüz bu nokta­ ya erişmemişlerdir. Bu yönden yazarın kendim bulmuş olduğu savunulabilir.

Taner'in başka bir usta yönü bir fırça vuruşuyla karakterlerinin boyutlarını belirli duruma getırmesıdn. Hele kahramanları ile çok yakmdan dostluk kuran Taner sağlam ıkarakter portreleri çizer- Ancak bazan ikinci de­ recedeki karakterler aynı sağlamlıkta görünmezler. Derin çizgilerle belirtilen kahramanlann ^ yanisıra öbür karakterlerden bazısı bir belirsizlik içindedir­ ler. Buna en çok Ve Değirmen DönerdVde rastlıyoruz. Bu oyunda Küşat’m karakteri büe boyutlarını tam olarak

48 belli etmez. Öbür yanda Eczacı Sadettin'i, ittihatçı Yüm- nü beyi düşündükçe Küşat daha biraz çizgilerini yitirir gözlerimizin önünde. Ama öbür yanda Taner'in çok kü­ çük bir karakteri de iyi belirttiğini izleriz. Örneğin, Köse Mutu çok az konuştuğu ve göründüğü halde yazarın sağ­ lam karakterlerinden biridir. Serap'ın kişiliği, Azat'm gö­ rüntüsü ve hattâ Fahrünnisa'nm karakteri alacakaranlık-- tadır. Ve Değirmen Dönerdi bunun için Taner'in en zayıf oyunu bence. Haldun Taner oyun yazarlığımız yolunda sağlam adım atan genç yazarlardan biridir. Yolunu seçmiş olması,, sahneyi tanıması, ne istediğini bilmesi onu başarıya gö­ türen şeylerdir. Yalnız belirttiğim gibi Taner'in bazı ge­ reksiz episod’lardan kaçmması ve oyun tekniğinde daha iyi bir ekonomik düzen sağlama yoluna gitmesi beklenir.

(Tiyatro ve Yazar, 1960. «Yolunu Bilen Yazar» başlıklı inceleme­ den, sayfa: 167 - 68)

Tahir ULANGU Bü>ük şehrin kibar semtlerinde, zengin sayfiye yer­ lerinde yaşanan, vodvil sahnelerile' mizah dergilerine sü­ rekli olarak konular veren hayat ile, hal{k kalabahğının o biraz kabaca, ama saf ve gürültülü neşesi, îstanbulvâri hazrı cevap, mirikelâm. nüktedan kişileri, uzun süre ede­ biyatımızın olduğu kadar, onun da hikâyeciliğinin teme­ linde yer almıştır. Da'ha ilk kitabından başlayaralk çalışma alanını or­ taya koymuş, ne konularında, ne kişilerinde, ne çevrelerin­ de, ne de hikâye anlayışında belirli bir değişme görül­ memişti : 1. yeni bir çağın yaşama şartlarına ayak uydu­ ramayan, eski çağlardan kalmış emeklilerin, düşkün, ca­ na yakın yaşayışları; 2. zengin, aylak, şımarık bir hayatın ortasında kalmış köylüler, saf insanlar; 3. eski devirler-

49^ den kalmış, köhne bir bürokrasinin çarklarına takılmış insanlar, onların kendilerine has düşünüş ve d " ş U - rr 4. görgüsüz yeni zenginlerin gülünç yaşayışları, 5 k - barlığa özenen Ermenilerin kendi şıvelenle canlandı ^ Syatları; 6, kenar mahallelerden en zengin semtlere kadar çeşitli tipteki kadınlarm aşk, hayat, erkdk uzenn- .deki, bayahga varan görgüsüzlük ve ™ tema Haldun Taner’in adetâ ihtisas alanıdır, d ıy * ü r • Devrimlerin önlerinde açtığı özgür yaşayışın lavan bu yolda hişbir mânevi hazırlıkları ohnadan atüa son devir kızlarınm du™ş ve düşünüşlerim mizah hiciv açısından onun kadar başarı ile anlatabilen bir başka ya-

^âmanla bilenmiş, adetâ sistemleşmiş, soğukkanlı bir ikinle, bencillik, kabalık ve adilikleri ile biati bozan «bayağı insan»a saldırışlanle, b^Şİalannı ez rdk yükselmiş, ama bütün çabalarına rağmen

ramsarhk havası» getirmektedir.

Ona göre, insanları, manen kalkındıracağım dıy^^ düşkünlüklerini, bile büe pohpohlamak bir çeşıt da ■vüMuktur O, sanatı, her şeyi beğenmek, g ü z e l göstermek için kurulmuş bir dalkavukluk (ama dar olçude insana k^rşı) mekaniması olarak görmüyor- şiyor, pislikleri taşıyan deri, bıçak altında biraz h izala

istiyor.’Ahlâkî olanla gayri ahlâkîyi daha yumuşak usu-

5 0 lerle ayırmak mümkün değil, hicivden, mizahtan başka yollar ise etkisizdir. Her temizlik, temiz olmayanı tahrip anlammı taşır. Ahlâksızlık bir gömlektir, pohpohlanma­ dıkça bedenimize yapışır. Kendini tuvaletli, kabuğu için­ de gizlemiş olarak gösteren, kusurlarını meziyet diye ka­ bul ettiren ve topluma yayan insanların peşine düşüşünde, bu soydan ülkücü bir anlam vardır.

(Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Rommı. Cilt: 3. 1965, sayfar 728 - 29 - 33 - 34).

Ayşegül YÜKSEL Hadun Taner, Cumhuriyet tiyatrosu döneminin, üçüncü ve dördüncü yazarlar kuşağı içinde yer alır.(O İkinci Dünya Savaşından sonra yetişmiş yazarları da içi­ ne alan bu üçüncü kuşak, çok partili demokrasiye yeni geçmiş bir toplumun daha iyiye ve güzele yönelmesi yo­ lunda düşünce birliği içindedir. Bu kuşağın yazarları toplumda yer alan değer değişimlerim izler, gerçekçi göz­ leme dayandırılmış ürünlerde güncel toplum sorunlarına eğilirler. Nesnel eleştirinin egemen olduğu bu dönemde «yazarlar denenmiş gerçekçi dram* kalıplanm uygulamak­ la yetinirler.»(^) Bu kuşağın bütün özelliklerini taşıyan Taner, biçimsel bir deneme olan Fazilet Eczcınesınde çok uyumlu bir içerik-Jbiçim ilişkisi gerçekleştirerek büyük başarı kazanır ve bu dönemin öne çıkan yazarlarından biri olur. İstanbul Şehir Tiyatroları yanında Devlet Tiyat- rosu'nun ve Küçük Sahnenin de kurulmasıyla, bu dönem' tiyatro yazarlarına oyunlarını sahneletme yolunda daha çok olanak tanınmıştır- Oyun yazarlığım Muhsin Ertuğ-

(1) Sevda Şener, «Cumhuriyet Dönemi Tiyatro Yazarhğı», Cum- huriyet’in 50. Yılını Anma Kitabı, s. 161 - 9 ve Metin And, Türk Tiyatrosu, s. 524, 542. (2 ) Sevda Şener, a.g.y., s. 161.

5 1; rul'un yüreklendirimesiyle sürdüren Haldun Taner in Dı- ^ardakiler ve Ve Değirmen Dönerdi oyunları Devlet Ti- yatrosunda FazÜet Eczanesi ise Şehir Tiyatroları’nda sahnelenir. Taner bu dönem içinde tiyatro yazarlığında deneyim kazanır. Gelişme ve olgunluk dönemi oyunlarını ise 1960- 70 döneminde verecektir. 1960-70 dönemi, yazarlığa Taner'le birlikte bir önce­ ki dönemde başlamış yazarlar yanında bir dolu yeni ya­ karın da ortaya çıktığı, tiyatro açısından çok hareketli yıllan içerir. İ961 Anayasasının sağladığı özgürlük ve tar­ tışma ortamı içinde yazarlar düzen sorunlarına eğilmeye başlarlar. Sorunlann dâha keskin bir dil ve yaklaşımla irdelendiği bu dönem oyunlarında sayı ve nitelik açısın­ dan bir gelişme görülür. Bu gelişmede Özel tiyatroların ve tiyatro sanatçılarının sayısındaki artışın önemli katkı­ sı vardır. Bu artışla büyük kentlerde seyirci nitelik ve sayısında da gelişme olmuştur. Özel ve ödenekli tiyatro­ ların ve seyircisinin yeni ve düzeyli yerli oyunlara göster­ diği ilgi yazarları yeni konuları irdelemeye, yeni biçim denemeleri yapmaya yöneltir. Yine bu yıllarda çağdaş dü­ zeyde ulusal Türk tiyatrosunu oluşturma yolunda ge­ leneksel kaynaklara yönelme konusunda tartışmalar baş- 1ar. Tüm bu gelişmeler içinde Taner olgunluk dönemi ya­ pıtlarını verir. Keşanlı Ali Destanı ile başlayan çabalan, içinde yaşadığı dönemin gereksinimleri doğrultusunda dört temel amaca yönelil : a) Toplumun tartışma gündeminde olan sorunları sahnede eleştirel gerçekçi bir yaklaşımla ve güldürünün uzak bakış açısından sergileyerek, seyircinin, yaşamda ve toplumda olan biteni akılcı bir yaklaşımla algılamasını sağlamak; 52 b) Bu amacı gerçekleştirme yolunda biçimsel dene­ meler yapmak;

c) Tiyatromuzda çağdaş ulusal bir deyişe yönel­ mek;

ç) Geniş bir seyirci kitlesiyle bütünleşmek.

Taner, bu amaçları gerçeikleştirme yolunda, insancıl yanları da vurgulanmış toplumsal «tip»lerin yaşadığı serü­ venleri, 'kolayca anlaşılabilecek bir dille, geleneiksel kay­ naklardan yararlanan göstermeci biçimde yazılmış, kalın çizgili, güldürü düzeyi daha yoğun özenli bir sahne düze­ ni ve iyi oyunculuk gerektiren bir dolu oyun oluşturmuş ve büyük başarı elde ederek, bu dönemin geniş kitleler- ce en çok tutulan yazan olmuştur.

Taner tiyatrosunun kazandığı bu başarı, yazara be­ lirli bakımlardan «öncü» niteliğini kazandırmıştır. Keşan­ lı Ali Destanı ile hem yerli «müzikli epik» oyunların hem de akılcı bir içerikle geleneksel göstermeci biçimlerin kaynaştınldîğı çağdaş ulusal tiyatro anlatımının öncülü­ ğünü yapan Taner, politik tiyatronun da öncüleri arasın­ dadır. Oyunlarının seyirciye ve tiyatro sanatçılarına çok çekici gelen «deneysel» niteliği pek çok yazarı «denemeci» bir yaklaşıma yöneltmiştir. Taner, güncel politik, toplum­ sal taşlamaya yönelen kabare tiyatrosunun da ülkemizde­ ki tartışmasız öncüsüdüı.

Taner'in bu dönemde kazandığı başarının temelinde yeni denemelerini hep iyi bir «zamanlama» içinde gün ışığına çıkarması, hep düzeyini kanıtlamış topluluk­ larla ve büyük oyuncularla çalışması, oyunları için ön­ gördüğü yapımların düzeyinden ödün vermemesi yatmak­ tadır.

53 Taner, pek çok bakımlardan «şanslı» bir yazar olsr rak da nitelenebilir. Tiyatro insanlarına pek çok olanak sağlayan 1960 - 70 döneminin yazarlarından olduğu, iyi topluluklar ve büyük oyuncularla çalışma olanağı buldu­ ğu, oyunlarını yazdığı dönem içinde sevilip tutulma mut­ luluğunu yaşadığı, tiyatro yazarlığı bağlamındaki üretken­ liğini çok geniş bir zaman dilimi içinde sürdürebilmesini sağlayan yaşama koşullarına sahip olduğu için şanslıdır Taner..

(Haldun Taner Tiyatrosu, 1986. sayfa: 213-13-14)

Doç Dr. Olcay ÖNERTOY

«Sade şahsi plânda kalmamak, bugünün sosyal me­ selelerine de yönelmek. Toplumun, çevremizin bütün tip­ lerinin kalıbına girebilmek onlan kendi ağızlan ve dü­ şünüş tarzlarıyla konuştur^bümek, bugünün davalarım ele almak, toplumun birtakım aksaklıklarım gerek realist tasvirle, gerdk alaya alarak hicivle göstermek, ve asıl önemlisi bunu sanatkârca yapmak>-*

Genelde söyledikleri gerçökçi yazarların görüşleri olmakla birlikte «alay ve hiciv»i de gerekli görmesi ya­ zarın kendine özgü bir düşüncedir. Haldun Taner in öy­ küleri kendi düşündüğü anlamda modern öykülerdir. Ya­ zar öykülerinde daha çok toplumun çürük, aksayan yan­ larını yansıtmıştır. Kinu olaylara hoşgörüyle bakabilen Taner, toplumdaki bozuklukların, düzensizliklerin kayna­ ğını, düzensizlikler karşısında insanların davranışlarını, hiçbir şey yapamayışlarmı okuyucularına aktarmakla

(*) Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar? s. 191

54 birlikte çözüm yollan göstermemiştir- Bir apartmamn dairelerindeki sosyete yaşammı yansıtan Ayışığmda Çalış- kur adlı uzun öyküsü yazılış biçimi yönünden en özgün olanıdır. Öyküyü yazdıktan sonra, yayımlamış ve eleştiri­ ler almış giibi düşünerek birtakım eleştiri yazıları ve mek­ tuplarını koyduktan sonra, bu eleştiriler doğrultusunda yapılan değişiklikleri belirtmek üzere öyküyü ikinci yazı­ lış ve ilk biçimiyle sayfa sayfa karşılaştırarak yeniden bas­ mıştır. Bunun sonuna da bir epilog ve sonucun tepkileri eklenmiştir. Yazar böylece bir yazarın ortaya koyduğu edebiyat ürünüyle herhangi bir okuyucunun beğenisi ara­ sındaki ayrılığı, okuyanları eğlendirecek bir havada orta­ ya koymuştur. Haldun Taner'in kişileri içinde yaşadıkları toplum kesiminin özelliklerini yansıtırlar. Onun öykülerinde eko­ nomik durumları iyi olan kimseler olarak zengin, değer öçlüleri paraya dayanan kadınlar, paraya ve karşı cinse düşkünlükleriyle belirginleşen erkekler, diplomat ve iş adamları görülür. Kültür düzeyleri pek yüksek olmayan bu insanlar daha çok Tanzimat’tan beri eleştirilen yarı aydın tipleridir. Bunlar ekonomik durumlarının rahat bir yaşam sağlamasına karşın kendilerine özgü kişilikleri olmayan, bocalayan ve bir arada oldukları halkla bütün- leşemeyen insanlardır. Bunların karşısında memur ve emekli memurları, öğrencileri kapıcı ve bekçileri buluruz. Yazar, genellikle ekonomik durumları iyi olanlarla, yok­ sul olanları karşılaştırıp zenginlerde maddi olanakların yarattığı karakter zayıflıklarını eleştirerek yoksul insan­ ları saf ve temiz insanlar olarak verir. Zenginleri, yaşam biçimleriyle yoksul insanları etkiledikleri için dolaylı ola­ rak suçlar.

(Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve öyküsü, s. 251)

55 HALDUN TANER'İN KAZANDIĞI ARMAĞANLAR (16/3/1915 — 7/5/1986, İstanbul) 1953 ; Şişhaneye Yağmur Yağıyordu adlı hikâyesiyle, New York Herald Tribüne gazetesinin açtığı yarışmada bi­ rinci oldu. 1955 : Onikiye Bir Var adh kitabıyla, Sait Faik Hikâ­ ye Armağam'nı, Sabahattin Kudret Aksal ile paylaştı- 1972 : Sersem Kocanın Kurnaz Karısı adlı oyunu ile Türk Dil Kurumu tiyatro armağanı kazandı. 1972 : Sancho'nun Sabah Yürüyüşü ise, Bordighera Mizah Festivali hikâye ödülünü kazandı.

1983 : Yahda Sabah adh kitabıyla da Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü kazandı.

56 bibliyografya

Füsun Akatlı, Edebiyat Defteri, İstanbul, 1987. Niyazi Akı, Çağdaş Türk Tiyatrosuna Toplu Hakış, Ankara 1968. Ayça Aktan, Haldun Taner’in Yalıda Sabah adlı kitabının sonun­ da yer alan «Niçin Hikâye» başlıklı konuşma, Ankara 1983. Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, cilt; 3, îs tanbul 1965. Saadet Altay, Ünlülerin İlk Yazılan, İstanbul 1988. Metin And, Türk Tiyatrosu, Ankara 1983. Nurullah Ataç, Söyleşiler, Ankara 1964. Asım Bezirci, Seçme Hikâyeler, İstanbul 1981. Fahri Celâl (F. Celâleddin) Göktulga, Bütün Hikâyeler, İstanbul Vedat Günyol, Dile Gelseler, İstanbul 1966. Attila İlhan, Gerçekçilik Savaşı, İstanbul 1980. Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, cilt: 3, İstanbul 1967. Mehmet Kaplan, Edebiyatımızm İçinden, İstanbul 1978.

Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, İstanbul 1979, Rauf Mutluay, Bende Yaşayanlar, İstanbul 1977.

Özdemir Nutku, Tiyatro ve Yazar, Ankara 1960. özdem ir Nutku, Dünya Tiyatrosu Tarihi, cilt: 2, Ankara 1972. Olcay önertoy, Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü, An kara 1984. Sevda Şener, Çağdaş Türk Tiyatrosunda Ahlâk, Kültür ve Ekono­ mi Sorunları, Ankara 1979

Ayşegül Yüksel, Haldim Taner Tiyatrosu, Ankara 1986.

57 HİKÂYELERİNDEN SEÇMELER

SAHÎB-Î SEYF-Ü KALEM

Yok bankacılıkmış, hariciye memurluğu imiş, mü­ hendislik veya avıikatlıkmış, boş verirdi Miralay bey böy­ le ıvır zıvır mesleklere.. Onun kanaatince erkek dediğin ille asker olacaktı. Askerlik gibi bir meslek dururken be­ nim ne akîa hizmet edip de Almanca muallimliğini seç­ tiğime şaşıp şaşıp kalıyordu. Oldu olacak bari mekâtibi askeriyeden birinde, bilfarz Kuleli İdadisinde lisan tedris etse imişim. O olmadı, piyade mecmuasına Almancadan tercümeler yapıp terakkiyatı fenniyenin saha-i askeriye- de husule getirdiği türlü idkılâbattan memldket efkârım hissedar eylese imişim.

Adet olmuştu artık.., îki üç akşamda bir, hemşire ile beraber odasına uğrar, satrançta birer övün mahsustan yenildikten sonra onun o sonu gelmez askerliGc hatırala­ rını büyük bir sabırla dinlemeğe koyulurduk-

Ne de hâfıza vardı ınüfoarekte.- Neler de anlatmazdı : Daiha bıyığı yeni terleyen bir talebe iken Tophane Müşiri Ze’ki Paşa'nm da hazır bulunduğu bir imtihanda hocaları­ nı ve heyeti mümeyyizini nasıl habtetmiş... İlânı hürriyeti müteakip orduyu siyasete âlet etmek isteyen îttihad ve Terakki mensuibini zabıtanla niçin, nasıl ve ne suretle mücadele etmiş... Edime mevkii müstahkem kumandanlı­ ğındaki vazifesinden bilâ sebep azlini isteyen Enver Pa­ şanın suratına karşı : ‘

58 Hele Balkan Harbi hengâmında alnından yaralanışı, öldü sanılıp saha-i harpte unutuluşu; Bulgarlara esir dü­ şüp fedakâr emirberi Haşan çavuşun marifetiyle üsera karargâhından firar edişi..- Hepsi ayrı bir roman mevzuu.. Maamafih tanıyanlar söylüyor : Gençliğinde gerçek­ ten deli fişek, gözünü daldan budaktan sakınmaz bir as­ kermiş. Alnında, göğsünde, kalçasında taşıdığı yara izleri bu kalıramankğmın inkâr kabul etmez hüccetleri... Yakışıkhymış da o vakitler... Devr-i şebabetinden kalma bir resmini göstermişti bize.. Kalpak yana yatı'k, kaşlar çatık, el kılıcm kabzasında, göğüs baştan başa ni­ şanlarla donanmış.

Fakat neylersin ki aman bilmez felek bu tirendaz zabiti de sonraları şöyle bir çarkımn içine alıvermiş, bir iki çevirdikten sonra işte böyle ihtiyar ve kimsesiz şura­ ya, şu damı akan :kira evinin bir odacığına posa gibi fır- latıvermiş. O aslan yelesine benzeyen saçlar şimdi sütbe- yaz olmuş, o bülent endam kamburlaşmış, o sert bakışlar çocuklaşmış- Ne arayanı kalmış, ne soranı. Üstüne üstelik damar sertliği de yapışmamış mı zavallının yakasına? İkide bir başı döner, gözleri kararır. Bu kış geçirdiği krizden sonra büsbütün de küngürdedi. Kendi işini ken­ di göremez oldu. Gerçi Mudanya'da bir hayırsız kızı var amma böy- lesi olacağına olmasın daha iyi. Arsız karı, ihtiyarm üç aylıkları aldığı günler çıkagelir- allem edip kallem edip zavallının yarı maaşını çarpar kaçar. Kadını ıkaç kere kovacak oldum. Mani oldu Miralay bey :

— Biliyorum, diyor, nankör, Allahın belâsı yüzka­ rası bir mahlûk, aldığım bulduğunu o ayyaş kocasına da­ yıyor. Biliyorum amma neylersin, yine de evlât.

59 Gündelikçi kadının yalapşap yaptığı işleri gittiğimiz geceler Neclâ tamamlıyor. Onun oöyle boş saatlerinde yaralılara yardım eden bir prenses edasıyle içeri dışan işgüzar işgüzar gezelediğini gören ihtiyarcık ezilir, bü­ zülür : — Muazzep oluyorum. înan olsun azap duyuyorum, der. Benim hayırsız evlâdım beni bu ihtiyar halimjde bı­ rakıp kaçsın da bu cici hanım kızım benim için bu kadar zahmetlere girsin.- Sonra birden kendini yalnızlığın, ihtiyarlığın ve has- talığm o kapkara düşüncelerine kaptırır : — Ben artık ölmeliyim. Ölüp de ortadan kalkmalı­ yım. Bu benimkisi de yaşama'k mı? Aleme zahmet ver­ mek... diye söylenir.. İhtiyarcığı böyle gözü yaşlı gördün mü, lafı hemen değiştirip onun sevdiği askerî mevzulara getirivermelidir. O zaman ağlarken eline oyuncak verilen bir çocuk gibi derdini hemen unutur. Gelsin yine. Yon der Golç Paşa nın ıslahat raporu.... Bilmem ne şibih ceziresinin cenubu şar­ kisine yapılan ihraç hareketi; düşmanın kuvayi külliyesini içine alan çevirme manevrası. Gerçi Miralay bey bu suretle tekrar hatıralarına da­ lıp derdini unutur amma, onu gece yarılarına kadar din­ lemek fedakârlığı da yine bize düşer. Bir gece yine böyle coşmuş anlatıyordu ki nasıl oldu bilmem : __ Bunları kaleme alsanıza beyefendi, de>'ivermiş bulundum- Ve artık ok bir kere yayından çıktığı için ko­ lumu çimdikleyip duran Neclâ ya aldırmadan : __Bu hatıraları., diye devam ettim.. Bu ha:ıralan kâğıt üzerinde tespit ederseniz hem uçup gitmelerini ön­ lemiş, hem de bu suretle isminizi tarihe geçirmiş olursu­ nuz.

60 Miralay bey bir duraladı. Gözleri odanın bir köşesi­ ne dikilmiş, âdeta sayıklar gibi : — Bunu hiç düşünmemiştim. Hiç düşünmemiştim bunu, diye söylendi- Sonra o çocuk bakışlı mavi gözlerini gözlerime dike­ rek : — Çok doğru söylüj'orsun evlât, dedi. Evet yazmalı. Elim henüz kalem tutarken nesl-ı âtinin enzar-ı ibreti önüne bir vesika-i tarihiyye sermeli. Nasıl oldu da ben bunu şimdiye kadar akü etmedim. Allaha şükür kuvvei kalemiyyem yerindedir. Yazmak hususunda bir gûna müş­ külâta maruz kalmayacağım bedihidir. Ben miralay beyi sabahlara kadar dinlemek külfeti­ ni böylece kendi üstümden beyaz kâğıtların sırtına akta- rıvermiş olmanın sevinci ile, o, sanki daha şimdiden ebe­ diyete intikal edivermiş olmanın gururlu sarhoşluğu ile daha ne kadar konuştuk bilmiyorum. Fakat eserin ne gibi habisleri ihtiva edeceği, tahminen kaç fasıldan terekküp edeceği, isminin ne olacağı — ismi «Hayatı Askeriyem» olacaktı — hatta kaç punto ile basılacağı o gece bütün teferruatıyle tespit edildi. Miralay bey arada bir : — Peki amma evlât. Sakın biz kendi kendimize ge­ lin güvey olmayalım. Bakalım tâbiier bu eseri basarlar mı? Onlar bassa bile müşterisi bulunur mu? diyecek olu­ yordu. — Siz o cihetten müsterih olun, dedim^ Tâbiier böy­ le bir eseri seve seve basar, kariler de kapış kapış alırlar. İnanıyordu zavallı. «Sahi» diyordu... Bir kere o harp­ lere iştirâk etmiş bilûmum zabitan bunu okumak isteye­ cekti. Sade onlar mı ya? Vesaiki müspiteye müstenit böy­ le bir vesikayı tarihiyeyi Er'kânı Harbiye-i Umumiye Ri­ yaseti dahi bilcümle mekâtip ve makamatı- askeriyeye

61 tavsiye edecökti. Hatta, Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin de ibeş altı yüz nüsha sipariş etmesi, pekâlâ melhuz ola­ bilirdi. Miralay bey, hemen ertesi günü geceliğinin kollarmı sıvadı. Sandı'klardan, dolaplardan çıkardığı eski haritala­ rı, not defterlerini, fî tarihinde süâh arkadaşları ile teati ettiği rengi atmış mektupları önüne serdi, veryansın yaz­ maya başladı. Artık bir tafra, bir umur, bir ciddiyet.-. Duruşunda, bakışlarında şimdiye kadar hiç alışık olmadığımız bir acayip mehalbet... Sanki o çiş kokulu ihtiyar gitmiş de yerini resimde­ ki nevcivan kolağasına bırakıvermiş. Surtında üniforması ile göğsünde bir dünbünü eksik hazretin... Harp vaziyetini gösteren krökiler mi çizmiyor- harita üzerinde taarruz planlan mı hazırlamıyor. Hatta Neclâ bir keresinde odasmı düzelttiren, ezka­ za haritalardan birinin üstünde duran başı kopmuş bir kibrit çöpünü kaldıracak olmuş. îhtıyar hemen : — Dokunmaaa. Dokunma ona zinhar- O sekizinci kolordu! diye feryadı basıvermiş... Neclâ onun böyle kendinden geçercesine çalıştığını gördükçe, üzüntüden tırnaklarını yiyor : , — Zaten hastalıkh adamcağız... Senin yüzünden bir hal olursa, azabını ömrün boyunca çekersin ağabey... di­ ye söyleniyor. Sabrım taştı bir defasında : __ Xu't ki ölümü bu yüzden olacak, dedim- Şurda nasıl olsa bir yudumidk ömm kalmış. Bırak, onu da he­ yecanla doldursun. Bir yağ kandili gibi yavaş yavaş er^ yip tükeneceğine bir anda, f^ a t son bir parlayışla sonu- versin .

6 2 Ve gözleri yaşaran kardeşimin saçlarını okşayarak r — Üzme sen kendini yavrucuğum, dedim. Biz bu ih­ tiyara son günlerinde hiç aklından geçirmediği bir saadet sağladık. Bunun günahı değil, olsa olsa sevabı vardır... Neclâ sesini çıkarmadı. Fakat sözlerime pek de inan­ mış görünmüyordu.

Bu müddet zarfında Miralay bey gece demiyor, gün­ düz demiyor, ha baibam ha çalışıyordu. Nitdkim bu hum­ malı faaliyet semeresini vermekte gecikmedi. Öyle ki; be­ nim taş çatlasa bir buçuk yıldan evvel tamamlanamaya­ cağını sandığım Hayatı Askeriyem kitabı yaz sonlarına doğru yazılmış, bitmiş; hatta Miralay beyin o incecik hat­ tı desti ile temize dahi çekilmiş bulunuyordu. Bu göz ya­ şartan tehalük karşısında artık ne tevil, ne mazeret para edecekti- Yaptığımız sevap tamam olsun diye, bulduk bu­ luşturduk, tabı' masrafını cebimizden ödemek şartıyle bir tâbiyle anlaşıp eseri satışa çıkardık.

Kitap basılır basılmaz. Miralay bey müsveddelerini çoktandır hazırladığı yarım sahifelik ithafiyelerle ricali devlete, Efkânı Har^biye-i Umumiye Riyasetine, eski silâh arkadaşlarına, ve bilûmum muharririni askeriyeye birer nü.^a gönderdi. Bu da bitince, bir gün kapıya otomobil getirdik. O yıllardan beri İstanbul'a ayak atmayan ihtiyarı,, araba vapuru ile karşıya geçirip Ankara caddesine çıkar­ dık.

Daha evvelden tembihli olan tâbi, Miralay beyi ka­ pıdan büyük iltifatlarla karşıladı. Eline sarılıp öptü. Ki­ tabından sitayişle bahsetti. Daha ilk haftasmda yüz adet sattığını, böyle bir muvaffakiyetin bugüne kadar aşk ro­ manlarına dalhi müyesser olmadığını ve ne denirse densin okuyucu kitlesinin iyi eserin kokusunu peikâlâ aldığını,

65 Miralay bey gibi sahib-i seyf-^ü kalem zevatın kıymetli eserleriyle kütüphanei irfanımızı zenginleştirmek husu­ sunda himmetlerini diriğ etmemeleri icap ettiğini, söyledi. Miralay beyin hali görülecek şeydi : Oturduğu is­ kemlede aıikasına yaslanmış, iki elini bastonunun gümüş topuzuna dayamış, gözleri saadetten süzülmüş, adamı dinliyordu.

Kitapçıdan çıkınca bir koluna ben girdim, bir kolu- Qa NecIâ... Yavaş yavaş yokuşu indirmeğe başladık- Mira­ lay bey kitapçı vitrinlerinde kendi eserlerini gördükçe çocuk gibi seviniyor; dakikalarca durup hayran hayran seyrediyor. Yeni Postanenin önünden otomobile binerken .gözleri dolu dolu oldu. İki eliyle elimi sıkıp :

— Bugünü gördüm ya, artık ölsem de gam yemem... dedi. Miralay bey o gece Neclâ nın tahmini hilâfına sevinç­ ten ölmedi. Hatta ölmek şöyle dursun, ertesi sabah her zamankinden daha da dinç kalıktı. Bu muvaffakiyet sıh­ hati üzerinde bir mucize tesiri göstermiş giibi idi. Zihnin­ de bir küşayiş, hareketlerinde bir çâlâki.-.

Buraya kadar hepsi iyi hoş... Lâkin tadını aldı ya bir kere hazret, haftasına varmadan tutturmaz mı ille bu :sefer de bir tarih-i harp kaleme alacağım diye... Aman et­ me Miralayım. Sen yaşlı adamsın. îşi tadında bırak... Sa­ na o kitabın şerefi yeter de artar. Sen artık ismini tarihe altın harflerle hakkettin.. Aaıh... Dinlemiyor. Bırakın beni efendim diyor. Su testisi su yolunda kırıhrmış. Memleke­ te kıhcı ile hizmet edemiyormuş; bari kalemi ile hizmet etsinmiş. Bu işlerde yaşm ne ehemmiyeti olurmuş? İkinci Cihan Harbi badiresinde Fransa'yı idare eden Mareşal Peten doksanım aşkın bir pir-i fâni değil miymiş? Hem

M kitapçı ona ne demiş? «Kütüphane-i irfanımız sizin gi­ bi sahib-i seyf-ü kalem zevatın himmetini bekliyor» de­ memiş miymiş. Eğer ölüm mukadderse, o, elinde kalem, öyle ölecekmiş. Hatta dalıa fazla ısrar edersek, bizim dost­ luğumuzdan da müstağni kalabilirmiş. Vatana hizmet mevzuuibahs olunca, şahsî dostlukların lafı olmazmış. Velhasıl isyan bayrağım çekti Miralay bey. Rica, niyaz, artık hiç bir şey para etmiyor. Hazret, şimdi yazacağı tarih-i harp için harıl harıl vesaik toplamakla meşgul.. Murad-ı evvelin Kosova mu­ harebesine dair taşbasması eserleri mi aratmıyor. Sahhat Nizammeddin'e Hindenburg'un hatıratını mı peylemiyor. Musavver Rus - Japon harbi adlı bir kitap için acımadan otuz liralar mı toka etmiyor- Bense, iki elim şakağımda kara kara düşünüyorum. Doğruyu söylesem, maazallah zmk diye ^tiyarm yüreği­ ne iniverecök. Sesimi çıkarmasam, bu sefer yeni eser için kimden para bulmalı? Biı- yandan da Necla : «Ay yoruldu, ay hastalanacak, ay ölecek» diye eski nakaratında berde­ vam... Bütün bunlar yetmezmiş gibi geçen akşam Mirala­ yın o arsız kızı da Mudanya'dan çıkagelmez mi? «Babama kitap yazdırıp para kazanıyormuşsunuz. Hissem ne ise, ben de siterim,» diye karşıma dikilmez mi? (Yaşasın Demokrasi)

BİR MOTORDA DÖRT KİŞİ Güverteyi aydmlatan hüzünlü ampulün ışığında dört kişiydiler : Sarı saçlı bir kadın, çiğ et kokan Ibir kasap, dazlak başlı bir profesör, bir de ağzında piposu, deli­ kanlı. Dördü de son vapuru kaçırmış, bu uyk:ulu kaptanın istediği beşer lirayı hemen verip motora atlamışlardı.

65 Motor şimdi karanlık suları yara yara ilerlerken sa­ rışın kadın bacak bacak üstüne atmış sigara içiyor, du­ manını da şahane tavırla gecenin serinliğine savuruyordu. Esmer delikanlımn gözleri kadının çıikur diz^^apak- larında, aklı ise biraz e^vvel ayrıldığı bar kızının dolgun kalçalarında idi. Profesörün zihni tramvayda okuduğu bir makaleye t^lm ıştı. Kasaba gelince, o hem fıstık yiyor hem toptancının yolladığı son faturayı düşünüyordu : Hadi Karamana yüzelli yazdığı neyse ne, takat Dağlıcı ne demeye yüz sek­ senden hesap ediyor herifçioğlu? Gece yıldızsız, deniz hafif çalkantılı idi. Bordaya vu­ ran küçük dalgaların serpintisi ara sıra muşamba şilteleri ıslatıyordu. Motor artık Moda'yı- Kalamış'ı da geride bı­ rakmış, Adalara doğru yol almaya başlamıştı. Sarışın kadın üşümüş olacak ki, birden kalktı, rüz­ gârdan uçan eteklerini tuta tuta, içeri kamaraya doğru yürüdü. Fakat içeri girmesiyle başmın dönmesi bir oldu. Burası yanık benzinle karışık kızgın demir kokuyordu. Kadın hemen bir pencere açıp önüne oturdu. Son- rakmış. Adalara doğru yol atmaya başlamıştı. Çamlıca sırtlarında iki uçaksavar ışıldağı karanlık gökyüzünü tarıyorlardı. İşıldakların biri sağdan sola ka­ yarken Öbürü soldan sağa doğru iniyor, ve ikisi ortada bir yerde birleşince husule gelen göz alıcı ışığı seyretmek, doğrusu pek ömür oluyordu. Sarışın kadın dalmış bunlara bakarken ,hemen bi­ raz ötesinden denize ateş böceği gibi bir şey uçtu. Bunu bir başkası, bir başkası daha ve nihayet ardı arası kesil­ meyen birçokları takip etti. Kadın dalgın gözlerle bir müd­ det hiçbir şey düşünmeden binbirini kovalayan bu aca­

66 yip böceklerin çini mürekköbi gibi siyah denizde teker te­ ker eriyişilerini seyretti. Sonra birden deminki kızgın de­ mir kokusunu hatırlayınca yerinden fırladı. Kaptan kama­ rasına geçen kapıdan dışarı şimdi hafif bir duman sızıyor­ du Kadın şaşkınlıkla kapının topuzuna yapıştı ve o za­ man yüzünü alazlayan sıcak bir dumanın ortasında, kap­ tanla çımacıyı yere çömeîmiş kan ter içinde uğraşırken gördü- Bayılacak gibi oldu bir an... Sonra : «Yanıyoruz... imdat!.. Yanıyoruz!» diye kendini dışarı attı. Bu feıyat güvertenin üstünü bir anda allak bullak etmişti. Kadın kaptan 'kamarasınm kapısını açık bırak­ tığından şimdi dumandan göz gözü de görmüyordu. Ka­ sap şaşkınlıktan oturduğu minderi kucaklamış, profesör ise motorun tek tahliye simidini boynuna geçirmişti.

Sarışın kadın, telâştan piposunu düşüren genç ada­ ma doğru koştu :

«Kurtarın beni... beni kurtarın, yüzme de bilmem ben» dîye yalvardı. Delikanlı titre'k bir sesle: «Ben de bilmem» diye cevap verdi. Halbuki biraz bilirdi. Kendini şöyle yarım saat su üstünde tutabilecek kadar... Ama yalnız kendini... Kadın ondan ümidi kesin­ ce kasaptan medet umdu. Fakat o şimdi iki elini açmış : «Şu vartayı bir atlatalım. Dinim haikkı için üç ko­ yun gurban edecem» diye adak adıyordu.

Hepsinden çok profesörün işi bitikti. Haibuki o, kah­ raman da geçinirdi. Hatta daha o salbah derste Sokrat’ın hayatı nasıl istihkar ettiğini anlatırken gerçek bir filozof için bunun hiç de güç olmadığını ve nitekim kendisinin de onun gibi ölümü tdbessümle karşılayabileceğini söyle­ miş, işin tuhafı sözlerine talebeleri kadar kendini de inan­ dırmıştı.

67 Kadın ş i m d i bakraca su dolduran çımacının kıllı göğ^ süne sarılmış : «Allahaşkma bırakmayın beni, ne olursunuz bırak­ mayın» diye yalvarıyordu. Onlar böyle çırpınıp dururken ön taraftan kaptamn sesi duyuldu : «Teprenmeyun be... Ne oliysiniz? Motoru paturacak- sınız.» Fakat 'hiddetli olmasına rağmen sesinde nedense herkese emniyet veren bir şey vardı. Yoksa... Yoksa sön- dünnüşroıüydü yangını? Evet muhakkak söndürmüş ola­ caklardı. Hiç söndürmeseler kaptan böyle onlara çatacak vakit bulabilir, hiç çımacı kovada kalan suyu tekrar deni­ ze boca eder miydi? Kaptan : «Ne adamlara çattık yahu» diye söyleniyordu. Pro­ fesör, kaptanın hiddetini halklı bulmuştu. Yakalığını dü­ zeltti. «Öhö, öhö» diye öksürdü. «Nedir bu telâş yanı- Öyle ya biraz sakin olalım beyler.» diyecekti. Evet handiy­ se böyle diyecekti. İsabet ki demedi. Zira t^lisiye simidi hâlâ sımsıkı boynunda duruyordu. Motor bir ilki homurdanıp durduktan sonra şimdi keyifli işlemeğe başlamıştı. Yerine dönen kaptan içerde hâlâ geçmişi kmah motora ve şamatacı yolculara verişti­ rip duruyordu. Fâkat onlar aldırmadılar artık. Paylasm- dı, sövünsündü, isterse dövsündü onları. Kurtulmuşlardı ya bir kere. Çımacı, ilerde koluDun yeniyle terini siliyordu. Belli ki bu hengâmede kaptandan çok o yorulmuştu- Bir çeyrek sonra her şey artık normale dönmüş bu­ lunuyordu. Sanki rüzgâr o boğucu dumanla beraber ölüm korkusunu da güvertenüı üstünden silip götürüvermişti. Güverteyi aydınlatan hüzünlü ampulün ışığında şim­ di yine dört kişiydiler. Yine kendi içlerine kapanmış dört kişi.

68 Kadın adamakıllı sükûnet bulmuş gibiydi. Eli fazla­ ca titremese hatta sigara bile içecekti. Delikanlı yine piposunu içiyoi', fakat artı’k kadının dizlerine bakamıyordu. Profesör evde kendini .bekleyen tombalak karısıyla şimdi her zamankinden çok sevdiği pembe yanaklı evlât­ larını düşünüyordu. Kasaba gelince, o biraz evvel adadığı üç kurbanı iki­ ye indirmek için vicdanına dolandırmakla meşguldü. Bun­ da muvaffak da oldu. Hatta öyle ki Büyükada'nm ışıkları göründüğü zaman bu iki kuıiban da bire inmiş bulunuyor­ du. Hem artık onu da kurban bayramında kesecekti. Motordan ilk atlayan profesör oldu. Onu esmer delükanlı takip etti. Islıkla oynaik bir sam­ ba çalıyordu. Kasap koşa koşa, zıplaya zıplaya bir çocuk gibi uçup gitti. Sarışın kadın en sona kalmıştı. İnip kalkan motor­ dan bir türlü rıhtıma atlamaya cesaret edemiyordu. Çı­ macı ona eiini uzatmak istedi. Fakat kadın bu ter koku­ lu, hırpani adamın elini tutmamsak için acemi bir sıçra­ yışla kendini rıhtıma atıp dik ökçelerinin üstünde pür azamet uzaklaştı...

(Tuş 1948)

KONCİNALAR İskambil destesinin en sevdiğim kâğıtlarından bi­ ri, üzerine The Jolly Jodker yazıh, o delişmen, o uçan, o biraz cambaz, biraz sihirbaz, bir miktar da düzenbaz, ama neşe dolu, hayat ve hareket dolu, kanı - sıcak deli­ kanlıdır. Ne yazık ki. Jokerlere Kanasta’dan, Kumkaa' dan, Rami’den başka oyunlarda pek yer verilmiyor. Ve­ rilse, her girdikleri oyuna renk ve hareket, canhiık ve şaklabanlık katarlardı. Jolly Jockerler bir yana, destenin en itibarlı kâğıt­ ları, bilindiği gibi, Beyler, yani Aslar oluyor. Ayıp değ'l ya, ben Aslardan oldum bittim hoşlanmam. Belki ken­ dim hiçbir zaman As olamadığım, As olamıyacağım için. Kabul etmeli ki, onların dördünde de bir Kral havası, bir Padişah cakası vardır. Hele bazı takımlarda bunları da­ ha da bir şatafatlı resmederler. 'Karamaça Beyinde meşum bir şeyler sezilir. Onun sarayında her halde bir takım karanlık dalavereler dö­ nüyor, gece ,mahzenlerinde, bir sürü kelleler uçuyor ol­ malıdır. İspati Beyini ben bir Bizans Prensine benzetirim. Bunlara kıyasla. Kupa Beyi daha bir bizden gibidir. Kupa Beyi herihalde Osmanh Hanedanına mensup ol­ malı. Karo Beyine gelince, bakınız, o bir Selçuk Sultanı­ dır. Çelebi, zarif, nazik... Aksi gibi, Tekel damgasını da hep onun üstüne vururlar. Buna rağmen Öylesine asil ve kibar bir havası vardır İd, bu damga bile onu çirkinleş­ tirmez, inadına daha bir açar, daha bir sevimli yapar. Öyle ki, damgası olmayan bir Karo Beyi görsek, bayağı yadırgar, bir eksiklik duyarız. Resimli kâğıtlar içinde kanım en çok Kupa Kızına kaynar. Kupa Kızı, etine dolgun, duru-beyaz, hanım - ha­ nımcık bir tazedir. Üniversiteyi filân bir kalem geçin, güç hâl ile bitirdiği ortadan sonra, liseyi bile okuyamamıştır. Olsa olsa sanat enstitüsü mezunudur. Herkesin okumağa merak; olmaz a, buncağızın da başka marifetleri var.

70 Dikişle nakışın her türlüsü, örgü işlerinin daniskası... Eteği belinde, 'bütün evi o çevirir. Yeni yetişirken mahal­ ledeki oğlanlarla mektup alıp verdiği olmuş gerçi. Ca­ hillik işte. Hoş görmeli. Ama evlenince eşi bulunmaz bir hayat arkadaşı olacaktır. Buna eminim. Bir kere kocası­ na ukalâ ukalâ karşılık vermez. Sonra bu cins kadınlar çocuklarına da düşkün olurlar. Daha ne?

Onunla evlendiğiniz takdirde, kaynınız Kupa Oğlu olacaktır ki, Allah için, uslu akıllı, yumuşak başlı, kendi halinde bir çocuktur.

Babalan Kupa Papazına gelince, sizden iyi olmasın, pek babacan, pek cana yakın bir adamdır. Hoş fıkralar anlatıp ,göibeğini hoplata hoplata güler. Daha coşarsa, küt küt karşısındakinin sırtına vurur. Evde teklif tekellüf hak getire ... Sen de sen, ben de ben. Candan insanlardır vesselâra. Öyle bir âileye damat girmek isterim.

îspati kızına gelince, bakın ondan her türlü sinsilik umulur. Siz onun öyle sakin ve masum göründüğüne bak­ mayın, o ne hin oğlu hindir o, o ne içinden pazarlıklı aşiftedir o ... İskambilin üstünde gördüğünüz onun bay­ ramlık resmi. O, bu mâsum bakire pozunu, fotoğrafçıda resim çektirirken bir, bir de pazarları kiliseye giderken takılır. Şöyle kulağınızı verin de bir dinleyin mahalleyi. Maçanın Oğlu ile sinema localarında, plâj kabinelerinde yapmadığı kalmamış. Hâl böyle iken, yine de bilmeyen­ lere karşı kendini dirhem, dirhem satar. İspatinin Oğlu ablasının kirli çamaşırlarını herkesten iyi bilir, bilir ama, gel gör ki, ablası da onun kumar borçlarım öder, evden şunu bunu götürüp satışını gizler. Babaları da za­ ten itin biri. Bu yaşa gelmiş hâlâ sefih, kumarbaz, bir gün olsun ayık gezdiği görülmemiş. Tencere dibin kara hikâyesi, kimin kime ne demeğe hakkı var.

71 Karolara gelince, onlar kişizade, görmüş geçirmiş bir âiledir. Bakmaym, şimdi biraz düştüklerine. Babala­ rı Haridyedc'n emekli. Zannedersem şehbendermiş. Eski usul, mukaffa' ve musanna’ bir İstanbul Türkçesi konu­ şur. Kızları, görsler, matmazellerle el bdbek, gül bebek büyütüldü. Beş senedir İngiliz Filolojisine gidiyor, bitire­ medi. Bitiremez de elbet. Allahın günü kantinde ha ha, hi hi hi, akşamüstü de oğlanlarda altı buçuk matinesi... Erkek kardeşini sorarsanız, al onu, vur ona. Karonun oğ­ lu da, hoppala paşam, hoppala beyim, dadılar, tayalarla ş3martılmi'ş, kuş sütüyle beslenmiş, beyaz, tüysüz, oğlan­ dan çok kıza yakın, tasvir gibi bir civan. En iyi mektep­ lere verdiler, okumadı. Günahı boynuna, bir takım uy- ıgunsuz, meymenetsiz heriflerle geziyormuş. Allah bilir, eroin de çekiyordur. Gözlerinin her daim mahmur bakı­ şını, ben pek hayra yoramıyorum. Öyle efendi babanın çocuğu böyle soysuz çıksın, yazık, çok yazık ...

Maçalar bir Ermeni âilesidir. Gedikpaşa'da oturu­ yorlar. Peder koyu bir KatoIiTi papazı. Bas-bariton, tom- turakh bir sesi vardır. Oğlu Mahmutpaşa'da bir tuhafiye mağazası işletiyor. İspati kızı ile maceralarına yukarda az buçuk dokunduk. Ablası Maça Kızı, esmer, kara kaşU, kara .gözlü, bazı yerleri muhakkak ki aşın tüylü, gerçi sı­ cak, gerçi güzel, ama neme lâzım, duasında, niyazında, dini bütün bir tazedir. Belli ki, babasına çekmiş. İstavro­ zunu bir gün göğsünden eksik etmez. Kardeşinin İspati Kızıyla yaptıklarını duysa, utancından yerin dilbine geçer. Öylesine kaba - sofu ki, malûm günlerde erotik rüyalar gördüğü zaman bile, şuuraltısının kendine oynadığı bu oyuna içerler, saibahleyin alelacele banyo yapıp, tövbe istiğfar eder. îyi bir drahoması var. Şimdi genç değil, şöyle, kırkını, kırkfoeşini aşmış, efendiden ağırbaşh bir kısmet bekliyor. Hayırlısı.

72 Resimli kâğıtlardan sonra, ilk ağızda, Onlularla Do- ıkuzlular gelir. Onlularla Dokuzlular, resimsiz kâğıtlar içinde, önemli oyunlara katılma imtiyazma sahip, başlıca kâğıtlardır. Bundan ötürü de hallerinde görgüsüzce bir çalım, 'budalaca bir kurum sezilir. Haydi Onlular, Asların halktan yetişme vezirleridir diyelim. Ya Dokuzlulara ne buyurulur? Bunlar, kendilerini sayıdan bile saymadıkla­ rı halde, yine de oyunlarına alan, oyunlarına alıp onlara öbür resimsiz kâğıtlardan üstün bir değer sağlayan aris­ tokrat kâğıtlara yaranmaktan, siftinmekten hoşlanırlar. Bu halleriyle Do'kuzluları, efendilerinin önünde yerlere kadar eğilen, ama saray parmakhkları dışmdaki halka te­ peden bakan, mabeyinciler, veya stile uşaklar makule- sinden saymak yanlış olmaz sanırım.

Dokuzlular mabeyinci veya stile uşak olursa. Sekiz­ lilerle Yedililere de, el ulaklığı, bahçıvan yamaklığı gibi daha aşağılık işler düşüyor.

Bütün bunlardan sonra sıra nihayet Konçinalara gelir. Konçina diye, bihndiği giibi. Altılıdan aşağı kâğıtla­ ra deniyor. Konçinalar, ismi üstünde işte Konçinadır- 1ar. Geçin bezik gibi. Poker gibi kibar oyunları. Aşçı İs- kanabili gibi en pespaye oyunlarda bile hiçbir işe yara­ maz, üzgün ve küskün, oyunu dışardan seyrederler. Diye­ ceksiniz ki, PinakI da, Kanasta'da oyuna alınıyorlar ya ... Ben ona oyuna alınmak mı derim. Zavallılar, çıtır kozla­ rın at oynattığı meydanlarda ha bire gelir gider, ayak al­ tında dolaşıp trafiği tıkar, itilip kakılır, muştalanır du­ rurlar. Hasılı aburcuburdurlar. Böyle oynamaktansa, ben yeşil çubamn üstüne kapanıp, yüzüstü uyuklamayı tercih ederim. Konçinalar bu bakımdan iskambillerin Paryasıdırlar. Var oluşlarının söbebi sırf öbür 'kâğıtlara basamak olmak, onların üstün mevkiini sağlamaktır. Alt basamak olmasa üst basamak neye, kime öğünecek?

73 Konçinalarınibu içler acısı durumu bana oldum ola­ sıya dokunmuştur. Kaldı ki, deste içinde hükiim süren bu derdbeylik rejimini bugüne bugün İnsan Haklan Beyan­ namesi ile uzlaştırmağa da imkân yoktur. Nitekim, usta oyuncu geçindiğim sıralarda onları Paryalıktan kurtarıp eşitliğe kavuşturacak, böylece desteyi de lyı kotu çağı­ mızın demokrasi gidişine uyduracak yem oyunlar aradı­ ğım oldu. Hattâ, öyle bir oyun bulayım ki, diyorum, ora­ da birliler asıl değerlerine indirilsin, beşliler kızları, dört­ lüler oğlanları alabilsin, alay bu ya, icabında bir kılkuy­ ruk üçlü dört papazı birden sustaya durdurabılsın. Fa­ kat olmuyor beyler. Aslarda o küçük dağları ben yarat­ tım diyen heybet. Papazlarda o bütün güvenim sakaldan, âsadan, baltadan alan azamet varken, o güdük o sı^suk. c boynu bükük Konçinalar onlara bir turlu el kaldıramı­ yorlar. Sinmiş bir kere içlerine. Alışkanlık deyin, çekin­ genlik deyin, aşağılık, daha doğrusu Konçinahk komp­ leksi deyin, yapamıyorlar işte, ellerinden gelmiyor.

Bunu anladığım günden beri yem oyunlar aramak­ tan, eskilerini de oynamaktan vazgeçüm. Her kâğıda eşit değer tanıyan biricik oyun olduğu ıçm şimdi yalnız Pas- yans açıyorum. 12 Mart 1953

(Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu)

ON İKİYE BÎR VAR Nasü başladı, ne vakit başladı, bilemiyorum. Ama ilk belirtiler, dokuz yaşımda iken patlak verdi. Misafirlerle bahçede oturuyorduk. Yaşh bir zat saati sordu. Aksi gibi, kimsede saat yoktu. Eniştem içen, saate bakmaya koştu. Ben o aralık :

74 «üçü yirmi üç geçiyor» diyivermişim. Bu tutturuşa, önce 'kimse şaşmadı. Boğazda, geçen vapurlara bakıp zamam bazen dakikası dakikasına kes­ tirmek mümkündür. Görünürde vapur filan olmadığı an­ laşılınca gözler faltaşı gibi açıldı : «Peki ama nasıl bildin?» «Bilmem» dedim. «Dilimin ucuna geliverdi işte.» Rahmetli halam : «Tesadüf a canım» dedi. «Attı tuttu işte. Olmaz mı böyle şeyler.» Öbürküler de : «Evet» dediler. «Tesadüf. Ama bu kadar olur yani.» İnsanlar, mantıklarının normal akışına uymayan olayları bu üç hece ile ne güzel ortadan kaldınverirler. Kâhinliğimin sırf bir tesadüfe dayandığı oybirliği ile ka­ bul edildi. Hattâ ben bile buna inandım. İnanacaktım. Aradan iki hafta geçmiş geçmemişti ki, bir gece, ter içinde yatağımda uyandım :

«Bire beş var. Bire beş var» diye sayıklıyordum. Kalktım. Lambayı yaktım: Dededen kalma ihti­ kar duvar saati, bire tam beş kalayı ıgösteriyordu. Niye uyanmıştım? Bu sayıklama neden? Saatin bire beş ka­ layı gösterdiğini rüyada mı görmüştüm. Yoksa, uyku ile uyanıklık arasında mı içime doğdu. Biraz sonra saat «dan» diye biri vurunca kafama tokmak yemiş gibi ayıl­ dım. Hayır. Bu defaki tesadüf olamaz. Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyordu. İçimi, tarifsiz bir korku kapla­ dı. O güne kadar benden gizli içimde işlemiş durmuş bir saatin tik taklarını ilk defa o anda duyar gibi oluyordum. Bu tik tak, kalbimin atışı temposunda olsa şaşmayaca­ ğım. Ama değil. Acele işleyen bir cep saatininkine de ben­

75 zemiyor. Çok ağır, daha to k ... Tıpkı, ağırbaşlı bir psn- dül gibi... Önce, bir kâbus geçiriyorum sandım. Kalkıp elimi, yüzümü yıkadım. O tempo, hâlâ kulaklannıda zonklayıp duruyor. Yalının boş odalarından birine ka­ pandım. Boşuna ... Gecelikle bahçeye çıktım. Rıhtıma vuran dalgaların temposu da, şaşılacak derecede içimde­ ki ölçüye uyuyor, «Lâmı cimi yok, tozutuyorum» dedim. Ter içinde oraya yığılmışım. Gelip beni ayıltmışlar, ya­ tağıma yatırmışlar. Boş odalarda ne aradığımı, bahçeye neden çıktığımı sordular. Söylemedim. Hastalıktan, dok­ tordan oldum bittim korkarım. Bunu, bir delilik başlan­ gıcı sanmıştım. Söylemezsem, sanki kendi kendine düze­ lecekti. Sırrımı, evdekilere açmamakla iyi etmemişim. Belki o zaman bir çaresine bakar, önüne 'geçerlerdi. İlk korkularım yatışınca, bu keşfimden övünç bile duymaya başladım. Saate bakmadan saati bilişim, mek­ tep arkadaşlarım arasında duyuluverdi. Saati olanlar saatlerini benimle düzeltiyor, olmayanlar dersin bitme­ sine kaç dakika kaldığını benden soruyorlardı. Benim bu marifetimi bilmeyenlerle bahse girip sırtımdan para ka­ zanan açıkgözler bile oldu. Üniversiteye geçince, bu melekem daha da kesinleş­ ti. Simdi artık yalnız akreple yelkovanın değil, saniye ib­ resinin bile kaçta bulunduğunu bildiğim oluyordu. Bir keresinde bir atletizm maçında sekiz yüz metre derece^- ni daha kronometrörler ilân etmeden bilişim, o zamanki gazetelere bile geçti. Hattâ bunun üzerine, zamanın en tanınmış ruh doktorlarından biri, beni arayıp buldu. Bir­ takım sualler sordu. Saat tahminleri yaptırdı. Sonra dok­ torlar cemiyetinde, hakkımda bir tdbliğ yayınlandı. Hiç unutmam, rapor: «Süjede, aşırı derecede ge­ lişmiş bir samia hassası ve altıncı his derecesinde bir za­ man hafızası müşahede edildi» diye başlıyordu.

76 Bana kalırsa, ben bunu soyaçekme ile izah taraflı- siyim. Şeceremi araştırdım, bulamadım. Ama soyumda muhakkak zamanla, saatle fazlaca uğraşmış bir insan, ne bileyim ben, bir saatçi, bir muvakkit bulunmah. Yoksa doktorun dediği gibi, bütün suçu odamdaki duvar saa­ tine yüklemek bana biraz tek taraflı bir izah gibi geliyor. Odamdaki saat, atalarımdan kalma bir duvar saa­ tidir. Tam karşımda, dedemin bir hattı ile büyük îbaiba- mın üniformalı resmi arasında, sanki onlardan bir şey­ miş gibi durur. Dünyaya ilk geldiğimde kulağımın ilk al­ dığı ses, onun tik tak'lan olmuş. Çocukluğumun, sade ço­ cukluğumun mu ya, gençliğimin de gecesini gündüzünü o saatin tik takaları noktaladı, içimdeki pandülün tik tak lan da tıpı tıpına tam onun pandülün temposunda. Öyle ağır, öyle tok. İmdi doktorun tezi şu : Normal üstü bir duyma hassam olduğu için şuuraltım, bu pandülün temposunu âdeta bir plak gibi zaptedip kendisine sindirmiş. Şimdi ben, o yokken bile onu duyar gibi oluyor, bir yankısı gibi onun temposunu idame ettiriyormuşum. Hasılı, onunla denk işleyen canlı bir saat olup çıknıışım. Bu durumda bana : «Öyleyse neden çeyrekleri, yarım saatleri, saat baş­ larını çalmıyorum?» diye sormaktan başka bir şey kal­ mıyor. Kötü, çok k ötü ... İster misin büsbütün azıta­ yım da, sade sorulunca değil, sorulmadan da, tıpkı Tele­ fon Merkezindeki konuşan saat gibi, her geçen dakikayı durmadan söyleyeyim. Doktora vız geliyor. Bir sinir doktoru için, saatle- şen bir insan kendini at sanan, tren sanan, olmuş bir ar­ mut sanan kadar olağandır. Sapıklık, böyle böyle başlar. Hangi doktor hastası­ na resmen, «sen tozutuyorsun dostum» demiştir.

77 Bunu ben kendi irademle alt edemezsem beni dok­ tor mu kurtanr, ilâç mı, telkin mi? Hemen, kesin bir prensip karan verdim: Bundan böyle saat tahminlerine paydos ... O güne kadar lüzumsuz saydığım için hiç saat kul- lanmazîken ilk defa kendime bir saat satm aldım. Hem de aylı günlü, en modernlerinden... Saati soranlara saate bakmadan cevap veriyordum. Üç dört hafta, hiç falso vermedim. Fakat sonra... Tevekkeli, huy camn altında dememişler. Meselâ büroda çalışırken biri saati sorsa, unutup kafamdan cevap verdiğim oluyordu. Sonra za­ manla insanın içine bir de bityeniği giriyor a canım. Tah­ min yapmaya yapmaya ya bu melekem büsbütün körle­ şirse. Arada bir, irademin dalgm anlarından faydalana­ rak, kaçamak tahminler yapmaya başladım. Günde bir kere meselâ. Yahut ik i... Kontrolü, kendi saatimle yap­ mayacak kadar onurluyum çok şükür. Dirseğini bük, ko­ lunu aç, saate bak. Nerde kaldı, verdiğim prensip kara­ rı? Halbuki meydan saatlerinin altından geçerken, insa­ nın gözü pekâlâ yanhşlıkla şöyle bir yukan doğru kaya­ bilir. Çoğu defa, kendini tongaya bastırmak istediğim ol­ du. Bile bile, sırf yanılmış olmak için, 8.15 diye atıyor­ dum meselâ. Sonra bakıyorum: Tutturmuşum; sekizi gerçekten onbeş geçiyor. Bütün gayretime rağmen, yine doğru saati bilmişim. Yalnız, hiç unutmam, bir sabah Kadıköy Belediye­ sinin yanındaki saatin altından geçerken yine böyle ka­ çamak bir tahmin yaptım. «7.11» dedim. Baktım. Yediyi yirmi bir geçiyor, evet, yirmi bir. Gözlerime inanamadım. Bir sevineyim, bir sevineyim. Dünyalar benim oldu san­ ki. Kendi kendime «Al kalemi» dedim. «Bugünün tarihini defterine kaydet. Bugün senin normal insanlar sırasına

78 girdiğin mutlu ve tarihî bir gündür.» Fakat sevincim içimde kaldı. Tam o sırada işçinin biri saate merdiven dayamaz mı? «Meret yine on dakika ileri gidiyor» diye ta­ mire kalkışmaz mı? Kaç doktoi: değiştirdim. «Korkacak bir şey yok» di­ ye yemin ediyorlar- İnşallah doğrudur. «Geçer m i?» diye sordukça, «bilinmez» diyorlar. «Hem bunun size ne za- ları var kuzum? Faydalan da caba.» Doğru. Faydasmı neden inkâr etmeli. Meselâ ben bugüne kadar tren, va­ pur kaçırmış insan değilim. Gece saat kaçta yatarsam ya­ tayım, içimde zilli bir saat kurulmuşçasına sabahleyin is­ tediğim saatte uyanabiliyorum. Doğru işleyişimden de, ayrıca küçük bir böbürlenme duyduğumu saklamayaca­ ğım. Bugüne bugün, radyo saat ayarı ile geri kaldığım görülmemiştir. Bunlar iyi. Kabul... Ama zihnimi, benli­ ğimi, şuuraltımı hassas bir anten gibi, alabildiğine zaman kavramına böylesine açık ve uyanık tutmak acaba bir gün, radyomun akümülâtörünü yormayacak mı? Doktor: «Zamanı unut, alâkadar olma» diyor. «Saat kaçsa kaç. Sana ne be kardeşim.» İyi ama, bu sa­ de bir saat işi değil ki birader. Bu, her şeyden önce bîr tempo meselesi. Haydi hiç saate bakmadık, saatle ilişiği­ mizi kestik diyelim, içimdeki bu tempodan nasıl kurtul­ malı? Her an bu tempoyu duymamı, her şeyde ona uyan veya uymayan tempolar aramamı kim, nasıl önleyecek? Pandül temposuna uyan her şeye hayran, uymayan her şeye düşmanım. Yavaş giden bir takanın pat patı, döşemeyi kemiren bir kurdun tıkırtısı... bir musluktan şıpırdayan damlalar, tren tekerleklerinin ray kesiminde çıkardığı gürültü, dörtnala giden bir atın şakırtısı, gece asfaltta uzaklaşan topal bir ihtiyarın adımları... Bütün bunlar yorgunsam beni bir anda dinlendirir, neşesizsem keyiflendirir.

79 Tersine, bu tempoya ujmıayan seslerden de öylesi­ ne sinirleniyorum. Mesela vapurlar. Rıhtıma çarpan dal­ gaların aralığını bozduğu için bütün vapurlara kızıyo­ rum. Vapur geçip de deniz, sahili art arda, hızlı hızlı döv­ meye başlayınca, beni bir hiKursuzluktur alır. Çalışıyor­ sam dururum, düşünüyorsam kafam işlemez olur, otu­ ruyorsam kalkanm, uyuyorsam uyanırım. Hasıh raha­ tım kaçar. Hızlı akan bir nehir de, insana saat temposunu şa­ şırttırıyor. Üç yıl boyu, içinden böyle bir akar su geçen bir şeıhirde oturmuştum. Bahar gelip de nehir çağıl çağıl kabarmaya başlamaz mı, içimi, geri kalmış bir saat hu­ zursuzluğu kaplardı. Bu pandül temposu öylesine sinmiş ki benliğime, sokakta yürürken adımlarımı bile bu tempoya göre atı­ yorum. Ne daha hızlı, ne daha yavaş ... Sokağa başka bi­ riyle çıkmak istemeyişim, bundan. Nişanlımdan, sırf bu tempo uyuşmazlığı yüzünden ayrıldım. Ben bir adım atar­ ken o iki, üç atabilse yine uyuşacaktık. Adımları küsur- lu idi. îki buçuk, iki buçuk. Bu durumda bir insanm ruh temposu benimle nasıl uyuşur? Batı müziğini neden seviyorum. Her bestenin altın­ da bir metronom tiktağı sezdiğim için. Geçende Balkan radyolarından birinde Beethoven'in 8 nci Senfonisi ni dinliyordum. Üstadın, metronomu bulan Maelzel'e ar­ mağan olarak, ritmik metronom temposunda çahnsın diye bestelediği o ikinci mouvement’ı, o her dinleyişimde kendimden -geçtiğim caanım Allegrotto Scherzendo yu herifler tutup da Rubato çalmazlar m ı?.. Yakalayıp rad­ yoyu yere çalasım geldi. Nefesimi en tıkayan bir şey de, durmuş saatler. Top- kapı Müzesi’ne her gidişimde saatler bölümüne uğrama­ dan edemem. Ama her seferinde de boğulur gibi olup he­

80 men kendimi dışan atarım. Ne kadar değerli, ne kadar hünerli olursa olsun, durmuş saat, sönmüş fenere ben­ ziyor. Ne var ki, durmuş saatlerin bir meziyeti, hiç değilse günde iki defa doğru, saati göstermesidir. Ayarsız saat, bunu bile beceremez. Saatin kalitesi, kurgu mekanizma­ sında, yani zembereğindedir. Zemberek saatin değil, ha­ yatın da öm , temeli. Bir bakıma, hepimiz kurulu birer saat değil miyiz? Yaşama bir kurulma ve çözülme, bir dolma ve boşalmadan başka ne? Yaşlıirkta ölen, kurgu* su biten; gençlikte ölen, zembereği bozulan... Eğitim^ kültür bile az çok bir kurgu mekanizmasına benzetile- mez mi? Kurarlar bizi, kurulduğumuz gibi konuşur, ha­ reket ederiz. Kimi hâlâ alaturka saat ayarı üzerine işler. Kimi Greenwinch ayarıdır, kimi San Francisco... Bazı­ mız ileri gider, kimimiz geri kalırız. Memleket saat, ya­ hut, standart ayarından ileri gidecek olursak, kanun de­ nilen muvakkitbaşı tutar bizi geri alır. Daha kafası kı­ zarsa, büsbütün durduruverir. Geri kalacak olursak ... ileri alır diyecektim ama, geri kalana pek aldırmaz. Yur­ dumuz, Yenicami duvarındaki ezanî saat ayarı ile işleyen nice alaturka saatlerle dolu. ,

Banlan, laf olsun diye söylemiyorum. İnsanlar, her bakımdan saate benziyorlar. Hattâ güleceksiniz belki; boş zamanlarımda öbür insanları da kendim gibi saate benzetmek en sevdiğim hayal oyunlarımdan biri. Tanı­ dıklarıma, yakınlarıma bakıp bu, saat olsa, nasıl bir saat olurdu diye düşünürüm. Yahut tersine, saatten hareket edip insana geldiğim, belirli saatlerin insan olunca nasıl birer kişilik göstereceklerini düşündüğüm de olur. Meselâ odamdaki duvar saatini alalım. Ben onun huzurunda mambo çalamam, bir kıza sanlamam. Came- kânlarmın altından büyük peder bakıyormuş gibi gelir bana. Bu saat, odaya, radyo Itri'den, Dede Efendi'den bir

8 î şey çalarken daha bir yaraşır, kendini o zaman daha bir evinde hisseder. Halinde, vuruşunda, işleyişinde bizlere karşı, bİr küçümseme sezerim. Kimbilir, derim; zama­ nında ne ağırbaşh ne efendice, ne olgun ve dolgun saat­ ler vurmuştur da şimdi bizim bu havaî, bu fasafiso, bu çocukça ve budalaca saatlerimizi vurmaktan sıkılıyordur. Bu saat konuşsa, muhakkak ağdaU, terkipli bir divan edebiyatı Türkçesi konuşacaktır. Vuruşları bile, aruz üz­ re şür okur bigidir. Sanki her saat başı Ziya Paşa ile bir­ likte :

Sanma ki saat çalar Bil başına tokmak vurur diye bizi azarlamaktadır. Misafir salonunda fanus içinde duran konsol saati, büyükannemin çeyizi imiş. Büyük valde saat olsa herihal- de böyle tertipli, kıvrak, pırıl pırıl, hanım hanımcık min­ yon bir saat olurdu, diye düşünürüm. Politikacıları neye benzetiyorum biliyor musunuz? Topkapı Müzesinde gördüğüm, istenince nihavend, iste­ nince acemaşiran makamında çalan çalgılı eski saatlere... Tahsildarlar saat olsa, muhakkak sayaç mekaniz­ ması gibi işlerlerdi. Geçen gün dairede, bizim şefin tepesindeki sessiz işleyen elektrikli duvar saatine dikkat ettim. Eminim ki şef saat olsa, tıpkı böyle işlerdi. Sinsi sinsi. Hiç işlediğini belli etmeden. Bir bakarsın yelkovan hareketsiz duruyor, bir bakarsın bir dakika atıvermiş. Müzisyenlere gelince, onların metronom gibi işle­ diklerine eminim. Hele orkestra şefleri... Bir Toscannini, bir Karayan, bir Furtwangler, şahıslaşmış, mükemmelli­ ğin doruğuna ermiş en hassas birer metronom değil de nedirler? öbür saatlere kıyasla metronomun bir iyiliği; tem­ posunun istediği gibi hızlandırılıp yavaşlatılabilmesi... Çekersin ağırlığı yukarı, tempo yavaşlar. Tik... tak... tik... tak... İndirirsin aşağı hızlanıverir. Tiktak... tiktak... Böy­ le bir ağırlık da öbür saatlere takılâbilse...

Bunu, geçen gün bizim doktora açtım. Güldü : «Ne o, şimdi de zamanı mı yavaşlatmak istiyor­ sun?» dedi. Hem de nasıl... Eskiden Jıiç böyle bir zorum yoktu. Bu, bana şu son günlerde ârız oldu. Son zamanlarda içimde, kurgusunun bitmekte olduğunu sezen bir saat çaresizliği var. Belki de kuruntu. Belki de kurgum bit­ meden zembereğim bozulacak. Zamanı durdurmak, ya­ vaşlatmak, o akıbeti kabil olduğu kadar geriye atmak merakı herhalde buradan geliyor. Eskiden beri az yaşamaktan, erken ölmekten kor­ karım. Sade ben mi, herkes korkar. Bu neden ileri geli­ yor? Ben düşündüm ve buldum : Hayatı kesif yaşama­ maktan. Hayatı kesif yaşamaktan neyi anlıyorum? Sev­ mek, sevilmek, eğlenip yan gelmeli, çubuğunu yakıp gü­ nünü 'gün etmek mi? Hayır... Karınca gibi durmadan çalışmak, para biriktirmek, ev kurmak, çoluk çocuk ye­ tiştirmek mi? Bunlar da boş lakırdı. Kesif yaşamaktan sadece zamanın geçişini hissetmeyi anlıyorum. Zaman geçiyor. Bizler zamanın içinde yüzdüğümüz halde zamanın geçişini değil de, o geçtikten sonra, sade­ ce geçmiş olduğunu hissedebiliyoruz. O da şakağa düşen aklarda, alnımızdaki kırışıklıklarda, bele yapışan lumba- go ağrılarında, nihayet hastalıkta, ölümde... Ama zaman daha geçmeden, henüz geçerken, onun geçişini âdeta gözle görür gibi şuurlu ve uyanık bir şe­

8S kilde hissedebildiğimiz gün, öyle geliyor ki bana, bizden habersiz geçmiş zamanın bizde yaratabileceği bütün acı sürprizleri ortadan kaldırmış olacağız.

Bu keşfimi nerde yaptım biliyor musuntız? Bir yıl­ başı gecesi, Kadıköy vapurunun güvertesinde... Paltoma bürünmüş gidip tâ buruna oturmuştum. Bir ara uyuklar gibi olup, birden silkindim. «On ikiye bir var» diye söy­ leniverdim. Çakmağı yakıp saate baktım ki; doğru... Sa­ niye yelkovanı döndü, döndü, altmışın üstüne gelince çıt... Saat 11.59'ken, 12 oluverdi. Gün kadranında Çarşam­ ba, yerini Perşembe ile değiştirdi. 31 Aralık çekilip yeri­ ni 1 Ocağa bıraktı. Saat, yıh göstermiyordu ama, 1952 bitip 1953 başlamıştı. Bütün bunlar, bir küçük an’m ma­ rifeti. Hepsi şu ufacık yayın «tık» diye atıvermesi ile oluyor... An an’ı kovalıyor, anlar sonsuzlukta eriyor. Çar­ şamba Perşembeyi, Perşemlbe Cumayı sürüklüyor. Kasım, Aralık oldu, Aralık Ocak, Ocak Şubat olacak. Şubat da Mart. Ve biz, karanlığın içinde şu vapur gibi zamanı ya­ ra yara ilerliyoruz. Nereye? Bir zamansızlık ülkesine doğ­ ru... Karşıda sahil göründü. Esrarlı ve karanlık. Yaklaş­ tıkça yaklaşıyoruz... Ah şu vapur bir dursa... îyisi, geri geri gitse... Akreple yelkovan, yollarını şaşınp ters işle­ meye başlasalar. Gün kadranı Perşembeden Çarşambaya dönse, aylar sondan başa doğru sayılsa, halden geçmişe, yeniden eskiye, neticeden sebeibe doğru ters bir akış baş­ lasa... Başladı diyelim ne olacak? Vapur geri geri gitse, ulaşacağımız sahil, bu sefer de ilk kalktığımız zamansız­ lık ülkesi olmayacak mı? İster öne git, ister geri; dünya­ nın denizleri biter efendi...

Madem zamanı durdurmanın çaresi yok. Madem zaman akacak. Bari, geçişini iyice hissetsek. Vapur, Kızikulesi açıiklarmda... îşte Salacak’a yakla­ şıyoruz... Na şurası Selimiye. Şu yeşil ışık Haydarpaşa mendireği... Şu mavi lambalar Kordon Otelinin değil mi? Vapur yana dönüyor. îşte Kadıköy iskelesi. Bir böyle, geçişin adım adım bilincine vararak gel­ mek var. Bir de aşağı kamarada gazete okuyup, «a gel­ mişiz» diye şaşakalmak... Ömrümüz, alt kamarada gazete okuyan yolcunun- kine ne kadar benziyor... Dakikaların değerini biz ancak yılbaşından yılba- şma anlıyor, onların geçişini ancak o gece - o da 11.55'ten 12'ye kadar - dikkatle tak^bediyoruz. O da neden? Aklı­ mız sıra, geçen bir yılı kapayıp, gelen bir yılı açtıkların­ dan. Yılbaşı geçince de yine alt kamaraya inip gazete­ mize dalıyoruz. Halbuki hangi günün hangi dakikası, bir dikkati her günün her saatine, her dakikasına, her sani­ yesine çevirmiyoruz? Biz kendisini unutunca, coşkun bir sel gibi geçen zaman dikkatimizi her saniyesine çevirin­ ce, düz ovada kıvrıla kıvrıla akan tembel bir nehire dö­ necektir. Bütün mesele, dikkatimizi saniyelerin geçişi üzerine toplamada. Peki, bunu nasıl yapacağız. Onu da buldum : Kendi­ mizi saatlerin tiktağma vererek. Zamanın, dolayısıyla ya­ şamanın şuuruna varabilmenin en iyi yolu, saatler orta­ sında yaşamaktır. Siz de deneyin bakın: Bir odanın kapısını, pence­ relerini sımsıkı kapayın. Sırtüstü yatıp gözlerinizi kara ibir bezle bağlayın. Kafanızdaki bütün fikirleri kovarak, bütün dikkatiniz saatin tiktağmda, zamanın geçişini dü­ şünün. Yaşadığınızı düşünün. Bir vapur olduğunuzu, za­ manı yara yara ilerlediğinizi, hayatın saniye saniye ya­ nınızdan kayıp gittiğini...

85 Saat koleksiyonu yapmaya merak sarışım da, işte buradan geliyor. Açık arttırmalardan, antikacılardan her çeşit saat toplamağa başladım. Çift kurgulu cami saatleri, elektrikli saatler, gümüş kapaklı eski Serkizof saatleri... Hattâ geçen gün eve, işe yaramaz diye Tramvay İdaresi deposuna atılmış koca bir meydan saati bile getirdim. Sabahleyin otuz beşinin de kurgusunu tazeliyor, ak­ şam eve gelince sürtüstü yatıp, kulağım onlarda, her da­ kikanın, her saniyenin, her salisenin şuuruna vararak ya­ şadığımı olanca kesafetiyle hissediyorum. Dört tarafı ayna kaplı bir salon nasıl mekânı sonsuzlaştınr gibi olursa, insanı dört yandan saran saat tiktakları da za­ manı âdeta dondurup şuurlaştırıyor. Parmaklarımız ara­ sından ince bir su gibi uçup giden zamanı ancak böylece iki elimizle kavrar gibi oluyor, sonunda yine parmakla­ rımız arasından kaçırsak bile, varlığını dokunmuşçasına kuvvetle duyuyoruz. Saatlerin her biri kendi kişiliğine göre işliyor. Kimi acele acele, işgüzar işgüzar. Kimi ağırbaşlı, yavaş. Kimi genç bir kadın gibi sekmekte... Kimi dörtnala almış ba­ şını gidiyor. Şurada biri pamuk atan hallaç temposun­ da... Öbürü, üstündeki örste demir döven demircinin çe­ kiç gürültüleri içinde. Hâsılı odam, otuz beş saatin çeşitli tiktakları ile dolu. «İşte» diyorum... Bir dadika geçti... İki dakika geç­ ti, üç dakika... dört, beş, altı... bir çeyrek... Katı kalpli duvar saatim, şimdi hayatımdan eksilen çeyrek saati klasik melodisi ile kutlamaktadır:

"1 ...... r ■ ------1------mm ^ rP £ • ——— —J Sonra yine: Tiktak, tiktak, tiktak; tiktak tiktak, tiktak.

86 Yirmi dakika geçti, yirmi üç, yirmi beş, otuz... Ve yarım saati kutlayan ikinci melodi :

Bir otuz dakika daha geçince, duvar saatimin key­ fine diyecek yoktur artık. Hayatımın koca bir saatini ye­ miş bitirmiş olmanın neşesi ile deminden beri kesik ke­ sik çaldığı melodisini şimdi artık ’bütünlemektedir :

Sonra kafama tokmak vurur gibi : «Dan, dan, dan, dan, dan, dan.» Onım ilk «dan»ı duyulur duyulmaz, orkestra şefin­ den komuta almış gibi, irili ufaklı bütün öbür saatler de hep birden boşanıveriyorlar. Kimi yangıncı kampanası g ib i: Lingir, lingir, lingir. Kimi kapı çalınır gib i: Zırrrt. Bazısı kibar, edebli, sakin; bazısı acar, şirret, ciyak ci­ yak... Guguklu saatin küçük kuşu da geri kalır mı : Gu­ guk... guguk... guguk... Bu gürültüden sonra yine sükût: Tiktak, tiktak, tiktak, tiktak. Bir dakika daha geçti. Üç dakika daha geçti, beş da­ kika daha... bir çeyrek :

4^1 * ^ 1 / ^ J â P ^ ---- ff-----=------1----- —JQ t* —---

Sonunda ya sapıtacağım. Yahut da aradığıma eri­ şeceğim : Zamanın şuuruna varıp, hayata doyacağım. Yaşadığımı, herkesten kuvvetli anlayacağım. Ölüm kor­ kusundan, kurgusu bitmek, zembereği bozulmak kaygu- sundan kurtulacağım. 87 üçüncü bir İhtimal daha varmış ki onu hiç düşün­ memişim.

İlkin, ikinci ihtimal en kuvvetlisi görünüyordu. Her akşam iş dönüşü tiktaklar içinde geçirdiğim bir iki saat beni her gün biraz daha zamanm akış şuuruna erdi­ riyor, aradığım cinsten bir kozmik huzura, bir kozmik doygunluğa doğru götürüyordu.

Daireden yıllık iznimi alınca, iki saatlik zaman şuuru kürümü günde on iki saate çıkardım. Yirmi gün odama kapandım, bir yere çıkmadım. Kürüme, sebatla devam ettim.

îznimin son günü idi. Saat gece 12'ye geliyor. Kol­ tukta başını yana dönmüş, uyuyakalmış. Böyle her uyuklayıp uyanışta aklıma ilk gelen, saat olur. Bu defa inanılmayacak bir şey old u : Silkinince saat aklıma gel­ medi. Olacak iş mi bu? Saatlere baktım. Hepsi 12'ye 1 var. Ama tiktaklan duyulmuyordu. Önce durmuşlar san­ dım. Hayır, işliyorlardı. Duvar saatinin pandülü bir sa­ ğa, bir sola gidiyor. Demir döven demirci, durmadan çe­ kiç sallıyor. Saat on iki oldu. Söz birliği etmişçesine hiç birinin saat başını vurduğu yok. Belki saati de vuruyor­ lardı da ben duymuyordum. Belki ne kelime, bal gibi vuruyorlardı. Zillere tokmakların vurup durduğunu, kü­ çük kuşun kafesinden fırlayıp fırlayıp haykırdığını ga­ yet iyi görüyordum. Ama sesleri çıkmıyordu. Gözümü ka­ payıp içimi dinledim. îşin kötüsü, içimdeki pandülün temposu da yok olmuştu. Çıldıracak, tıkanacak gibi ol­ dum.

Bu durumda normal bir insan ya kulaklarının sağır olduğuna, yahut da sapıttığına hükmederdi. Bense, o an öldüğümü anladım. Doktor, «Ölmedin» diyor. «Ölsen bunları yazabilir misin?» Artık doktorlara da inancım kalmadı. Değil mi ki, saatlerin sesini alamıyorum. Değil mi ki, içimdeki pandülü duyamıyorum. Ne derlerse desinler, ben artık -durmuş bir saatim. Hem kim bilir, belki de en doğru saati asıl şimdi gösteriyorum... 27 Ekim 1953 {On îkiye Bir Var)

SANCHO’NUN SABAH YÜRÜYÜŞÜ tiki tiki praf tiki tiki praf Bir uyumuma varmanın tadını çıkara çıkara güneşli kaldırımda yürüyor, arada bir etrafa bakınıyordu. Mutlu­ luğunun tam olması için bunu yabancı bakışlarda okuma­ sı gerekli idi.

Yanlarından güle oynaya üç kız geçti. Onlan koku­ larından tanıyordu. Devlet Konservatuvannm bale öğren­ cileri idiler. Hülya burs alıp Londra'ya gitmeden önce sık sık eve gelir, birlikte çalışırlardı. Uzaklaşan kızların ayak bileklerine baktı. Geceleri bu ayaklar da Hülya'nınkiler gibi bale figüm şeklinde mi uyur acaba? tiki tiki praf tiki tiki praf Alman Büyükelçiliğinin kapısında Graf’la selâmlaştı 1ar. Graf, son kaniş modasına göre gür kıvırcık tüylerini belden aşağı tıraş ettirip belden yukarısını aslan yelesi gi­ bi kabartmış, feldmareşal Von Mackenzen'i hatırlatan be­ yaz bıyıkları ile sanki hiç de fena olmamış. Kaldırımın ya­ nında Büyükelçiliğin Mercedes’! duruyordu. Şoförle bah­ çıvan arabanın ön sol lâstiğini pompalıyorlar. Şişire şişire

89 lâstiğin moralini yerine getirdiler. Graf la 'konsolos arka­ ya kuruldular. Dör't lâstik özel arabalara has şatafatlı bir hışırtı ile asfaltta uzaklaştı. tiki tiki praf tiki tiki praf Yağışsız bir havada yürümekten güzel şey var mt dünyada. Gel gör kî, 'kaldırımlar kaldırım değil, insanlar gibi köpeklerin de kültürü, görgüsü, düşünüş tarzı, hayal üslûbu, sıkı sıkıya kaldırımlarla orantıh. Bir müteahhit malzemeden çalarsa. tiki tiki praf Önce yollar bozulur, tiki tiki praf Sonra topuklar çarpılır, tiki tiki praf Sonra kafalar yamulur. Düzenler eciş bücüş olur. Sonra müteahhitler malzemeden çalmaya başlar, tiki tiki praf Büyük Millet M^lisi’ne giden yolun önündeki açık­ lıkta Hedi ile gözgöze geldiler. Bu mahzun gözlü beyaz pe- kinuva her zaman olduğu gibi yine başına mavi bir rüban sarmıştı. Hedi’nin hanımı kışı Saint Moritz’de yazı Bıar- ritz'de geçirmesine rağmen kibrit çöpü gibi ince bacaklı, isterik bir kadındı. Zürihli bir psikiyatr kadına «Canınız sıkılınca, bir şeye üzülünce bağırın, çağırın içinizi köpeği­ nize boşaltın» diye salık vermiş, kadın bu tedavi ile iyileş­ miş ama şimdi de zavallı Hedi sinir hastası olmuştu. He di nin bu talihsiz serüvenini bilmeyen sokak köpekleri onun olur olmaz göz kırpmak, poposunu hoplatmak gibi tiklerini yanlış yorumlayıp peşine takılıyorlardı.

90 tiki tiki praf tiki tiki praf tiki tiki tiki tiki ??? Tiki tiki’lerini prafsız bırakan bu aksamanın farkına - dalmış düşündüğü için - Sancho hayli geç vardı. Olduğu yerde iki kere dönendikten sonra başı yerde hızlı hızlı ge­ ri döndü. Hülya'nm babası durmuş biriyle konuşuyordu!.. Bu da kim ola? İyi bir terziden çıktığı halde çakşır gibi inen bu pantolonu, Avrupa malı olduğu halde mest hissi veren bu ayakkabıları ilk defa görüyordu. Başını kaldırıp baktı. Devetüyü palto ile siyah röl'öve şapkayı görünce an- ladı. Bu adam kasaba avukatı yeni mebuslardan biri ol­ malı. Böyle tükrük saçtığına bakılırsa ya politikadan ko­ nuşuyor ya birini batırıyordu. Hülya’nm babasının bir şey söylediği yoktu. Adamın sözleri arasında bir delik bulup Hülya’nm döviz işini açmak için pusuda bekler bir hâli vardı. Sancho kaldırımın kenarı ile iki adamın dört bacağı arasında çişi gelmiş gibi mekik dokumaya başladı. Hülya’ nm babasının görüş alanı içinde bir 'sabırsızlık havası ya­ ratmaya çahşıyordu. Gitti, adamın ayaklan dibinde hırla­ dı. Kasaba avukatı mebus o kadar dalmıştı ki, korkmak aklına gelmiyordu. Ne çene, ne çene. Bu dünyada telepati diye bir şey var galiba. Altes'i tam akimdan g^iyordu ki onunla karşılaştı. Ama bu telepati değü de, daha çok Hik­ met Beyin bir kilometre Öteden duyulan pipo kokusundan gelen bir çağrışım da olabilirdi. Hikmet Beyin bu saf kan Pakistan tazısı, elektrik prizini yalayıp cereyana kapıldığı günden beri, kuyruk sokumu ile oylukları arasında sürekiî bir sızıdan yakınıyordu. Ne kadar da zayıflamış zavallı. Feri kaçmış gözleri, büsbütün sarkmış uzun tüyleri ile ba­ basının bol ceketini giymiş istiska bir oğlana benziyor. Yi­ ne hastaneden geliyor olmalı. Sen, Londra'da özel bir kiı-

91 nikte sezaryenle dünyaya gel, sonra Hacettepe Baytaı Okulu polikliniğinde sokak köpeklerinin peşinde saatler­ ce sn-a bekle. Altes'i hastalıktan çok bu durum üzmüş gibi idi. Akla bak akla. îyi ol da nerde olursan ol baba. tiki tiki praf tiki tiki praf tak Dövizi uzatma işi görüşülmüş olmalı ki, Hülya’nm babasının bir keyfi gelmişti- Islık çalıyor ve evden çık­ tığından beri oklava tahtası gibi ortayerinden tuttuğu şemsiyesini şimdi iki adımda bir havada sallayıp yere da­ yıyordu. Tiki tiki praf'lara, dört mezürde bir şemsiyenin tak sesi katıldığmdan yürüyüş uyuşumu böylece senkope bir ritm kazanıvermişti. tiki tiki praf tiki tiki praf tak tiki ti'ki praf tiki ti'ki praf tak Güvenparkı’nın önünde Belçika Büyükelçiliğinin Greyhoımd’lan ile karşılaştı.. Her zaman olduğu gibi ar­ kalarında üniformalı kavas. İsabella ile Mirella, bu iki kız. kardeş sade kordiplomatiğin değil, Ankara köpek sosyete­ sinin en rüz£fârlı güzelleri idiler. İkisinin de karşı konmaz bir kok-beni'si vardı. Ankara kalesini. Gençlik par'kınıo' köprüsünü, Ulus alanındaki anıtı, yahut Operayı arka fon olarak alan birçok portreleri, uluslararası köpek dergile­ rine dört renkli kapak resmi olmuştu. Sancho'nun yanın­ dan geçeıiken belli belirsiz selâm verdiler. Süzgün gözleri., çekik karınlan ve upuzun bacakları ile sariki yürümüyor,, vücıitlarına allegro moderato bir şarkı söyletiyorlardı..

92 Sancho onları uzaktan görür görmez heyecanlanmıştı- Ama dalmış başka yere bakıyor da şimdi birden yanından geçerken fark etmiş gibi, israrsız, doygun bir selâmla kar­ şılık verdi. İki kız kardeş, köpek losyonu ile karışık dişi rüzgârlanm aı^kada bırakıp uzaklaşınca Sancho bir ağa­ cın dibine yürümek ihtiyacını duydu. Ne var ki, bu hare­ keti deminki güngörmüş selâmının üslûbu ile bağdaştıra- madı. Daha doğrusu bir tanıdık görse beni, ağaç diplerini koklaya koklaya giden şehvet düşkünü köpeklerden sana­ bilir düşüncesi onu alakoydu. tiki îi'ki praf tak Başka şeyler düşünmeli. Başka şeyler düşünmeli, tiki ti'ki praf tak

Sancho bu tak sesini vurgulamak için şemsiye yere değince ıslak burnunu sert bir baş hareketi ile havaya kal­ dırmaya başladı. Daha sonra bu vurgulamaya düşüm şek­ lindeki muzip kuyruğu da katıldı., İlk tak'da kuyruğunu sağa, İkincide sola büküp tempo tutuyordu. Sonra sonra başka varyantlar keşfetti. İki defa üstüste sol. İki defa üs- tüste sağ. Gelip geçen ona bakmaya başlamıştı. Sancho onlarf şaşırtmak için bu acaip vurgulamaya aşın bir ciddîlikle devam ediyor ama kendini deli sanan bu bakışlardaki şaş- kmlık İfadesini çök iyi kestirebildiğinden gülmesini zor tutuyordu. Bir ara gözü Semiramis'e ilişti. Müsteşar be­ yin bu kahverengi buldoğu dilini çıkarıp kendi burnunvm ucunu yaladı. Aklı sıra onunla alay ediyordu. Oysa kendi tüyleri ile hiç asorti olmayan ekose bir yelek giymiş, hava, yağmurlu olmadığı halde ayaklarına gri şosonlar geçirmiş tl. Sen kendinle alay et rüküş.

95 tiki ti'ki praf tak Gündoğusuna benzer acaip bir rüzgâr çıkmıştı. Gü­ neş şimdi bir kapıyor, bir açıyordu. Kızılay'ın önünde Kastor’u fark etti. Kastor ona ön­ ce hayretle, sonra ayıplayarak ba'ktı. Başını iki yana salla­ dı. Gözlerini yumdu yine açtı. Bunun bir rüya olmasını ter­ cih ediyor gibi bir hali vardı. Kastor protokol kurallarını çocuk yaştan sindire sindire değil de, belirli bir çağdaii sonra kitaptan ezberleyen yeni vekiller, senatörler, ya da taşralı hariciyeciler gibi sivri derecede nazik bir Chovv Chow'du. Ama buna rağmen, yine de, daMığı, ya da heye- canh olduğu zanıanlar, anasının çoban köpeği diyalektin] gizleyemediği anlar oluyordu. SanCho, Kastor'un önünden geçerken onu daha çök şoke etmek için vurgulamasına bir de hırlama 'kattı. tiki tiki praf tiki tiki praf hırrrrr tak tiki tiki praf tiki tiki praf hırrrrr tak Sabah taliminden dönen Polis Kbleji’nin stajyer kö­ pekleri tam bu sırada karşıdan göründüler. Hepsi de kaniı canlı, iyi besili idiler. Sandho onları fark etmesine etmişti ama bu oyuna birden son vermeyi kendine yediremedi. Ta­ burun önünde giden iki polis köpeği birden durdular. Bu işte bir iş var diye şüpheli şüpheli bakındılar. Son günler­ de her şeyden daha kolay işkillenir olmuşlardı. Onlar du­ runca bütün tabur durdu. Hepsi başlarında giden iriyarı. siyah bıyıkh polise bakıyor, ondan emir bekliyorlardı.

94 Sancho bütün köpekleri severdi. Bekçi köpeklerinin mitolojik atası Cerberos’tan, misyoner Saint Bemard'lara, örnek sadakati ile klasik okıuna kitaplarınm unutulmaz köpeği Yor'ksiıireli Lassie'den, Anafartalar caddesindeki ahçı dükkânlarmm dilenci köpeklerine kadar her köpeğin bir sevilecek yanmı bulurdu. Ancak ve ancak illet olduğu iki cins köpek vardı. Av köpekleri bir, polis köpekleri iki. Kurbanlarını efendilerinin ayağma atıp, susta duran; ih­ san bekleyen bu çanak yalayıcı, bu jurnalci, bu siftinik ya­ ratıklar onca köpeklik tarihinin yüzîkarası idiler. Bu kü- ^msemeyi bakışlarından gizleyemediği, dalha doğrusu bi­ lerek gizlemediği için, av ve polis köpekleri ile arası her zaman hırıltılı olmuştu. tiki tiki praf tiki tiki praf hırrrrr tak tiki tiki praf tiki tiki praf hırrrrr tak Polis köpekleri ön ayaklarını germiş duruyorlardı Sekizi bir tek koro halinde hırlamaya başladılar. Sancho gittikçe yanlarına yaklaşıyordu. Önsezimi «kes artık bu oyunu» dediği halde erkeklik gururu «de­ vam et aldırma» diyordu. Gözlerini kapadı. Ne olursa ol­ sundu. Değil mi ki, bir kere başlamış, ölürdü de tiki tiki praf hırrrr tâk’ı kesmezdi. Nitekim kesmedi. Köpeklerin öğretmeni iriyan, si­ yah bıyıklı polis birden tabura marş emri verdi. Polis kö­ pekleri kurulu kaldılar. Homurdana homurdana yolla­ rına devam ettiler. Yalnız taburun en arkasındaki abraş yüzlü, kanlı g*özlü bir kurt köpeği dönüp dönüp Sancho’ ya bakıyor, sanki tenhada görünce öcünü almak için yüzü­ nü mimlemeye çalışıyordu.

95 Onlar uzaklaşınca Sancho rahat bir nefes aldı. Ata­ türk Bulvarının en kalabalık yerinde sosyete köpeklerinin piyasaya çıktığı bu saatte, polis köpekleri ile bir hırlaşma ve sonunda hırpalanma ayrıca prestijini de çok sarsabilir- di. Kalbi biraz önceki heyecandan boynunda atıyor, bu yüzden Hülya'nın babasının praf'larına ayak uydurabil­ mek için tıknefes oluyordu. Bereket Hülya'nın babası ga­ zetecinin önünde durdu. Sabah yürüyüşünün ilk aşaması Göreme sokaktan Sıhhiye'nin köşesindeki bu gazetecinin önüne kadar uza­ nırdı. Hülya'nın babası bir dergi, iki de gazete aldı. Sonra ayakkabılarını çingene bir boyacının önüne uzattı. Fırça­ lar gidip gelmeye başladı. Hülya’nın babası gazetesini aç­ mış okuyordu. O sırada karşı sokaktaki kebapçı dükkân­ larını sıyırıp gelen piyaz kokulu bir rüzgâr gazeteyi uçur­ du. Sancho koşup gazetenin üzerine bastı. Tam ayağını bastığı yerde Maliye Vekilinin resmi vardı. Adam yüzünü sanki Amerikan yardımının yetersizliğinden değil de San­ cho’nun yüzüne basıp canını acıttığından ötürü ekşitmiş- ti. Çingene oğlan, Hülya’nın babasının ayakkabılarını kadife ile gıcırdata gıcırdata parlatıyordu. Bu iş bitince karşı kaldırıma geçip Kavaklıdere’ye doğru yürüyüşe ko- 3n4İdular. Barikan otelinin sokağının önünde tesadüfen —San­ cho’nun sezisi bu tesadüfü pek yutmamıştı ya— Sehnin Hanımla onun kahverengi danuvası Diojen kaldırımda belirdiler. Selmin Hanım yürüyüş için, pantolonunun üze­ rine kalın bir dağ süveteri giymiş, ayaklarına ökçesiz spoı iskarpinler geçirmişti. Birlikte yürümeye başladılar. Dio­ jen, bütün danuvalar gibi sâkin, uysal ve aşın derecede sabırlı bir köpekti. Sancho onunla ilk defa Selmin Ha-

96 njmlann verdiği bir ziyafette masanın altında tanışmıştu Selmin Hanım masanın altında sol iskarpinini çıkarmış, zarif ayağına biraz nefes aldırıyordu. Hülya’nın babası birden ayağını usulca onunkinin yanına kaydırdı. Kadın çoraplı ayağmı kaçırdı. Ama adam öbür ayağını ya

97 yana 3âirürleı^ken bunları hatırlamıştı. Diojen’in bu hare keti, onun filozofluğuna olduğu gibi, kimbiUr belki de bu­ na benzer durumlara çok düşmüş olmanın alışkanlığına da verilebilirdi. Bu mesele kafasını çok kurcalamıştı. Af İkalarında yine o dört bacağın yan yana yürüdüğü bu or­ tamda Diojen'e bunu soracaktı ki —ama sorsa da Diojen’ in açık bir cevap vereceği çok su götürür bir şeydi— evet tam bunu soracaktı ki Hülya'nın babası ile Diojen'in ha­ nımı el sıkışıp ayrıldılar.

tiki tiki praî tiki tiki praf hani tak? Selmin Hanımla beşyüz metre beraber yürümüş ol­ mak Hülya'ya iki yıl daha döviz sağl^naktan daha mı az sevindirici?

hani tak? hani tak? Diojen kadar alçakgönüllülük gösterebilen, onun ka­ dar alçakgönüllülük gösterebildiği halde bu kadar yapma­ cıksız kalabilen bir başka köpek tammıyordu.

tak'dan umudu kesince tiki tiki praf'la yetindi. Gerekirse praf’sız bile olabilirdi ama Hülya'nın ba­ bası tiki ti'ki'siz kalabilir m i acaba? Hiç sanmam. Dünya­ nın en nankör yaratığı insanla en sadık yaratığı köpek arasmdaki, dünya tarihi kadar eski bu çözülmez sıkıfıkı- lık, aslında köpeğin insana değil, insanın köpeğe muhtaç oluşundan geliyor.

tiki tiki praf Bütün mesele bu. tiki tiki praf Bütün mesele bu.

98 Peki insan bu sadakate değer mi? O bambaşka bir konu. Diojenin Selmin Hanıma bağlılığı sanır mısınız ki, sadakatin vaazlarda, okullarda bunca övülmesinden ötü­ rüdür. Hahay. Güleyim bari. tiki tiki praf Güleyim bari. Sadakat, biz köpeklere moral bir tümlük sağladığı için, kendi içimizde bizi gelişmelerden koruyan bir tuta­ mak olduğu için, dengesi hiç bozulmayan bir ruh huzuru yarattığı için.

İnsan sadece bir araç. tiki ti'ki praf İnsan sadece bir araç. İşte hepsi bu kadar. Oysa insanlar çoğu zaman yaptıkları gibi, işi nasıl ters yorumlarlar. Köpeklerine kendi kişiliklerinin damga­ sını vurduklarını sanacak kadar. Oysa bir hariciyecinin köpeği hiç de snop olmayabilir. Bir askerinkı pekâlâ filo­ zof olabildiği gibi. Bir profesörün köpeği kütüphanenin yolunu bilmediği için ne kadar utandığını bizzat itiraf et­ mişti. Köpeklerin efendilerinden ayn, hattâ bazen onların tam zıddı bir kişiliği olamayacağını savunmak köpekleri insan derecesine indirmek değil de ne? Gökte siyah bulutlar kümeleniyordu. Çankaya tarafı gece gibi kararmıştı. Rüzgâr birden çoğaldı. Şimşek çaktı. Büyük, bir gümbürtü ile gök gürledi. Hülya'nm babası adımlarım sıklaştırmıştı. tiki tiki tiki praf titi tiki tiki praf Hızlı yürümek Sancho’nun zihnine küşayiş vermişti Bir şimşek daha ça'ktı. Bu havada bir ormanda olacaksın,

99 san, kahverengi, kızıl, bakır rengi, açık yeşil, nefti, kuru kupkuru yapraklan çıtırdata çıtırdata yürüyüşe çıkacak­ sın. Tek başına. İhtişamlı yalnızhğın içinde her adımda daha yücelerek.

tiki tiki tiki praf Hülya'nm babası yağmura tutulmamak için kaçıyor Nerde biraz önceki kendine güvenli, güleryüzlü, yere sağ­ lam basan hali.

Yağmur yağmayacak halbuki, öyle olsa kokusu Sancho’nun burnuna gelirdi. Sonra bu rüzgâr bulutlan dağıtır, bu da besbelli. Ne var ki arka ayaklan üzerinde ayağa kalktığından beri içgüdüsünü kaybedip akla özenen insan, bunu bile fark etmez olmuş işte. Akla tam varama­ mış, sezisinin köprülerim de yıkmış. Lök gibi ortada kal­ mış.

Tehlike yokken kasıla kasıla yürür. îki şimşek çakıp bir gök gürlemeye görsün, o zaman selâmeti kaçışta bu­ lur.

Sıkıştı mı kaçar insan. kaç babam kaç kaç babam kaç Pancurlan sımsıkı kapayış. Hayallere, anılara sığı­ nış. Ya da hayatım iki ucundan yakan bir orji içinde tü' ketiş.

koş babam koş. kaç babam kaç. Bahçe kapışma ilk varan Hülya'nm babası oldu. Bahçeyi aşıp merdivenleri çıktılar. Adam anahtarla kapıyı açtı.

100 îçerde radyo çalıyordu. Sıcağı iyice içine sindirmiş hereke halısının üzerinde ilerlediler. Hülya'nın annesi ged­ diklerini duymamıştı. Telefonda biriyle gevrek gevrek ko­ nuşuyordu. Onlan birden farkediiıce nedense çok kork­ tu. Yine nedense telefonu hemen kapadı. Geldi kocasını öptü. Adam her sokaktan gelişte bunu âdet edinmişlerdi. Sevgileri güya böyİece perçinleşmiş oluyordu. Sancho yere çömeldi. Sol arka bacağı ile boynunu kaşımaya başladı. Sonra Hülya nın annesi ile babasına uzun uzun baktı. Dilinin ucuna bir şey geldi ama... Havla­ madı. Sıçradı, köşedeki kanapenin üzerine çıktı. Pencere­ den dışan bir göz attı. Vakit öğle olduğu halde, her yer hüzünlü bir akşam loşluğu içinde. Çankaya tarafında şim­ şeklerin bini bir para.. Sanki bir dev, bu tepelerin ardında durmadan çak­ mağını çakıyor ama bir türlü sigarasını yakamıyordu.. (Sancho’nun Sabah Yürüyüşü)

NEDEN: SONRA..'. Güya iki buçuk matinesi için sözleşmişlerdi. Halbu­ ki saat üçü çeyrek geçiyordu.

İhsan sigarasını yere atıp ezdi, — Hiç bu kadar beklettiği olmazdı, diye söylendi. So-kağın üstüne ince ince yağmur yağıyordu. Berbe­ rin köşesine yine o her zamanki kestaneci oturmuş.. Genç adam sinemcimn basamaklarını indi. Karşı so­ kağa dalıp caddeye çıktı. Beyazıt meydanı yağmurun altında pınl pırıl parlı­ yordu. Caddeden tramvaylar gelip geçiyor, camlan buğu­ lanmış otobüsler müşterilerini bırakıp acele acele yolla rina gidiyorlardı.

101 İhsan ıslak kaldırımın üstünde bir aşağı, beş yukarı dolaşmağa başladı. Her seferinde: «Bir Topkapı arabası daha beklerim. Bundan da çıkmazsa çeker giderim» diye karar veriyor, fakat Melâhat gelen tramvaydan çıkmayın ca yine de ayrılıp bir yere gidemiyordu. Gözleri Aksaray yolunda, bir çeyrek daha bekledi. Üç buçuk olunca ümidi büsbütün kesti. Belli bir şey ki artık gelmeyecekti. Kız onu düpedü? ekmişti işte... Bunda anlaşılmayacak bir şey yoktu. Zaten geçen defa muhallebicide kapısını yapmamış mıydı? Man­ tosunun düğmesi ile sinirli sinirli oynayarak ; « _ Ihsan demişti. Arnıem duymuş gezdiğimizi. Eniş­ temin kardeşi gördüydü ya bizi Alemdar’da.. Artık beni sokağa bırakmıyorlar. Teyzeme diye kaçamak geldim bu­ gün»... İhsan o gün bu sözlere ehemmiyet vermemişti. Ka­ dın milleti değil mi, numara yapmasalar işleri rasgitmez, diye düşünmüştü. Şimdi görüyordu ki o sözlerin altında başka mânalar saklı imiş. Demek buymuş sonunda yapa­ cağı... Zaten aı'kadaşiar çıtlatmışlardı da o inanmak iste­ memişti. Ona Bahçekapısmda manifaturacılık eden var- hkh bir talipten bahsetmiş, bir de Melâhat'in mahallesin­ de oturan, uzun boylu bir tıp talebesini göstermişlerdi. O bunu çoktan anlamalıydı. Anlamah da kendiliğinden çe­ kilmeliydi. Olmamıştı işte. Yapamamıştı. Nah kafa... O anda gözünün önüne Melâhat'in hayali geldi. Kızı o kendinden emin, uzun boylu tıbbiyelinin koluna asıl­ mış, Beyoğlu sinemalannm resimlerine bakarken görür gibi oldu. Kimbilir belki de şimdi o züppe ile.. Halbuki o burada, cebinde loca bileti, rezil gibi bekliyordu. Bir­ den şakaklannm zonkladığını hissetti.

102 Yağmur şimdi daha da şiddetlenmişti. Islak bulut­ lar âdeta damlara sürtümnek ister gibi, alçaktan alçaktan uçuşuyorlardı. İhsan: «Bırakırlar mı hiç sana...» diye düşündü «Âlemin güpgüzel kızmı hiç bırakırlar mı sana? Elinde bir lise diploman bile yok... Yann askere gittin mî nefeıi merkumsun sağlam... O zaman insanı birinciye de bindir­ mezler. Bir de kalkmış elin beyzadeleri ile aşık atarsın.» Biriyantinli saçlarından ensesine süzülen yağmuru unutmuştu bîle. İki kere arka arkaya hapşurunca aklı ba- şma geldi: «Basıp gitsem ya artık, ne duruyorum?» diye kedine kızıdı. Durak yerinde beş altı kişi tramvay bekli­ yorlardı. Onların arasına karıştı... Fakat tam o sırada Melâhat’in karşı kaldırımdan, koşa koşa geldiğini gördü. Kız onu farketmemişti. Kırmı­ zı eşarbını başına şemsiye gibi tutarak caddeyi geçti, sine- mamn sokağına saptı. Onu görür görmez İhsan'm kalbi küt küt atmaya baş­ lamıştı. Fakat inadına ağırdan aldı. Heyecanını bastırmak için bir sigara yaktı. Sonra telaşsız, emin adımlarla sine­ maya doğru yürüdü. Melâhat holde şaşkın şaşkın döneniyordu. İhsan'ı gö­ rünce uçar gibi geldi:

— Bdklettım değil mi? Seni çok beklettim değil i d î ? diye sordu. Bilsen ne geldi başıma. İhsan: — Yöoo... Beklemedim, dedi Ve sigarasının duma­ nını kayıtsızca havaya üfledi.

Kız elini kalbine götürmüştü: — Ay tıkanacağım, dedi. Öyle koştum ki... Tam ha­ zırlandım çıkıyordum, halamın eltisi gelmez mi? Evde kimse olmadığmdan oturmak icabetti. Akhm hep sende...

103 Kadın gitmez de gitmez. Ne ise güç halle yola koydum. Eniştemlerin önünden geçmemek için de çamurlara bat­ tım bütün. İhsan bunları kös dinledi. Kendini affettirmek için karşısında çırpman bu burnu kızarmış kızı şimdi lâkaj't, sakin ve biraz da küçümser bakışlarla süzüyordu.

Melâhat onun bu halinden işkillendi: — Ne var... Niye bana öyle bakıyorsun? dedi.

Genç adam : — Hiç... diye cevap verdi. Kız aradaki tatsızlığı dağıtmak ister gibi ; __Ne bekliyoruz? 'girelim bari. Yarısından seyrede­ riz, diyerek sinemaya doğru ilerledi. îhsan isteksiz istek­ siz arkasından yürüdü. İçeri girdiklerinde birinci film çoktan başlamış, hat­ ta sonuna bile yaklaşmıştı. Programcı kadının aşağı doğ­ ru tuttuğu el lambası bir an için Melâhat’in uzun bacak­ larım aydınlattı. Kızın ipek şoraplan, püskürtme çamur içinde kalmıştı. Kadın locanın kapısını üzerlerine kapayınca ıslak paltolarını çıkarıp yanyana fakat hayli aralı'lda oturdular. Melâhat sert bir baş hareketiyle saçlarını arkaya atıp en­ sesine dökülen buklelerini kabarttı. Bu arada kollarını kaldırmış olduğundan locanın içinde taze bir ter kokusu dalgalandı. îhsan put gibi oturmuş filmi seyrediyordu. Kız: ^ __ Nen var kuzvmı bugün? Hasta mısın sen? diye sordu. İhsan başını çevirmeden: — Hayır, diye cevap verdi. __Bir şeye mi sıkıldın? Geciktiğinle mi kızdın?

104 — Yok canım, ne münasebet!

— Söyle rica ederim. Vallahi danlınm.

Önlerindeki sıralardan bir adam başını kaldırıp on­ ların locasına doğru baktı. Melâhat sesini alçalttı:

— Ölümü öp söylemezsen? Ne oldu? Biri sana beni mi çekiştirdi?

İhsan cevap vermedi. Perdede şimdi yüzü çilli bir çocuk babasına sarılmış, ağlayarak bir şeyler anlatıyordu. Melâhat;

— Beni bugün surat etmek için mi çağırdm? Ben çı­ kar giderim, dedi ve çıkıp gidebileceğini göstermek ister gibi asılı mantosuna baktı.

Ihsan, gözü hep perdede olduğu halde:

— Bırak da filmi seyredelim! diye söylendi.

— Ya, öyle mi! Pekâlâ... dedi Melâhat ve hiddetten soluyarak ayak ayak üstüne atıp sustu.

İhsan onun yüzünü görmüyordu, ama şimdi burun kanatlarının titrediğini ve sinirli sinirli dudaklarını ke­ mirdiğini gayet iyi biliyordu.

îlk filmin sonuna kadar dargın gibi oturdular. Işıklar yanınca Melâhat her zaman yaptığı gibi loca­ nın gerisine büzülüp sırtını salona döndü. İhsan sigara iç­ meğe dışarı çıkmıştı. Aralık kapıdan Melâhat'in kendisine baktığını görünce, önünden geçen programcı kadının göğ sünü iştahlı iştahlı süzdü. Locaya da inadına öbür film başladıktan beş dakika sonra girdi.

Kız uzun zaman hiç konuşmadı. Fakat bir ara İhsan' İP kendine bakar gibi olduğunu hissedince:

105 — Anlıyorum, dedi. Ben sana artık yük olmağa baş­ ladım. Beni nasıl atlatacağını düşünüyorsmı. Üzme ken­ dini. Bir daha bıüuşmayız olur biter.

İhsan başını çevirdi. Bir şey söleyecekti, vazgeçti. Perdedeki Bing Crosby şimdi içli bir şarkıya başla­ mıştı. Melâhat: — Biliyordum zaten, dedi. Biliyordum artık benden usandığım... Zaten senin için gelgeçin biridir deraişlerdî. Bende kabahat ki sana inandım, sana bağlandım. Birden küçük mendilini burnıma tutup ağlamağa başladı. Ön sıralardan birkaç baş birden arkaya çevrilmiş­ ti. thsan:

— Deli olma, herkes bize bakıyor, dedi.

Melâhat: — Bakarlarsa baksmlar Jıiçbir şey umurunda değil, diye ısleik bir sesle cevap verdi.

İhsan locanın karanhğında gülümsedi. Yambaşında kendisi için ağlayan bu küçük kız şimdi ona perdedeki fil­ mi de, salondaki seyircileri de, dışandaki dünyayı da bir anda unutturuvermişti. Kızı saçlarından kavrayıp;

~ Sus artık, hadi sus! diye kendine doğru çökti.

Melâhat'in yaşlarla ıslanan dudaklarında buğün tuz­ lu bir erik çeşnisi vardı.

1949 (Yalıda Sabah)

106 OYUNLARINDAN PARÇALAR

KEŞANLI ALİ DESTANI'NDAN SON BÖLÜM

Keşanlı Ali; Sevgilisi Zilha ile kavuştuğu sunada, onun yü­ zünden menfaatleri zarar gören müteahhit, Çamur Cafer’i kirala yarak Ali’yi öldürtmek ister. Gecekondu kahramanı çaresizdir:

CAFER — Anasına sövdük çıkmadı. Nişanlışma düşen­ dik tınmadı. Can kuı^ban böyle efeye be. Ulan ipi kın'k, kabız mı oldun korkudan, niye çıkmıyorsun.

(Havaya bir el ateş eder.) Çık ulan erkeksen-..

(Şişeyi diker, yerden bir paçavra ■alır, benzini bulur, kibritle yakar, kulübe­ lerden birine doğru atar. Sipsi de onu tak­ lit eder.) Bak, kondularını yakıyorum. Salıab ol tab'ana.

Erkeksen çık da kurtar. (Alevler büyür.) LÜTFİYE — Sahiden yakıyor. Damımızı ya.kıyor. Ali nerdesin?

TEMEL — Ali abi, Alî abi...

HAFÎZE — Bu uğursuzun ağzını ikapamayacak mısın?

ALÎ — (Zilha’ya) Tab’am beni bekliyor. Durmak olmaz Zilhacığım-

ZİLHA — Boş ver tab'ana, koı^kmuyor musun?

ALİ — Korkmasına korliuyorum. Ama neylersin ki orta­ da destan var. Destanı yalan komak olmaz.

107 ZÎLHA — Havva, Adem'e ne şart koşmuş. Ya ben ya cen­ net demiş. Ben de sana şart koşuyom Ali. Ya ben ya destan. ALÎ — Maalesef mümkünse Zilha. Kaderim beni çağırı­ yor. (Mehabette kalkar.) İnsanlar ölür, destanlar kalır. Ben gidiyorum. ZİLHA — Gitme Ali, dur Ali. . ALİ — (Kapının önüne çıkar.) Sinekli'ye canun feda. Ka­ derimiz böyle yazılmış, ne denir... KORO — Aslan Ali, Koç Yiğit Ali... AT.Î — (Arkaya dönüp ZÜha’ya) Yaşasın Sineklidağ. Son sözü bu oldu dersin. Tarihe böyle geçsin. (Ali alevlerin kızıl fonu önünde bîr süuet halinde Cafer’e doğru yürümeğe başlar. Fakat onun her ateş edişinde sarsılıp korkar- Damağını bastırır. Yine ilerler. Halkta hayranlık tezahürü. Tremolo. Ca­ fer tezahürattan şaşırmıştır. îki elinde iki tabanca, gelişigüzel ateş etmektedir.) CAFER__Vasiyetini yaz hayvan. Cehennemde noter bu­ lamazsın. HİDAYET — Ona kurşım işler mi aval. Şaşkın işte. NURİ — Tanrı kimseyi şaşırtmasın. DERVİŞ — Eceline susamış- ötesi yok. Zavallı, demek ömm on eylüle kadarmış... TEMEL —■ Kelimeyi şahadet getir Manyak. Cehennemi imansız boyluyorsun... (Ali ilerler ilerler, kurşunlardan biri Ali'yi bacağından yaralamıştır. Ayağını tutar.) LÜTFİYE — Vuruldu. SİPSİ — Şerbet ne oldu?

108 NURİ — O şerbetsiz ayağı aval. DERVİŞ — Bak işte gidiyor üstüne.

(Ali yaklaşınca Cafer’in üzerine atlar, Cafer’in silâhlı elini yakalar. İndirir. Bo­ ğuşma. Kalabalık onları çevreler- Bir el boğuk tabanca sesi. Cafer yere yıkılır. Ali üstünü başını silkeler. Polis düdükle­ ri. Yangijı arabalarının sireni. Şişman Po­ lis, Ali’nin eline kelepçeyi geçirir....)

KEŞANLI ALÎ DESTANI KORO Of. off... Sinekli'de durulmuyor, yastan Sağından vuraldun, soluna yaslan Hey, Ali, Koç Ali, Babamız Ali Analar doğurmaz böyle bir aslan Morgol gömlek giyerdi Gümüş köstek takardı Hafif şehla bakardı Yaktı mı kalpten yakardı Kaşta bıçak yarası Yüzde Halep çıbanı Kurşun yemiş ayağı Belli belirsiz aksardı Kondulan yıkılmaktan korudu Su getirdi, alantrik kodurdu Yol yaptırdı, dokuz çeşme açtırdı Ele güne bizi adam saydırdı O olmasa şimdi bizler neredeydik Sokaktaydık ya da viranedeydik Kızlarımız piyasaya düşmüştü

109 Biz kodeste ya da meyhanedeydik Küçükleri severdi Büyükleri sayardı Bir bayramdan bayrama Namaz da bilem kılardı Bıçağı hiç dönmezdi Perva nedir bilmezdi Açık tetik mi gördü Üstüne üstüne giderdi Beyler tuzağından kurtulamadı Lüveri çalmdı toplayamadı Zilha’yı doyarak 'koklayamadı Namertçe vuruldu Koç Yiğit Ali (Koro bunları okur, polisler Ali'yi götü­ rürken sahne alınlığındaki Ali nin prolog­ daki dosya resmi akseder- Şerif ahla sahne önüne ilerler. Kıssadan hisseyi söyler.)

KISSADAN HÎSSE

Saym baylar bayanlar Bizi seven ihvanlar Burda biter kıssamız Gördünüz işittiniz Böyle işte çoğu destan Destan işin afyonu Kaldırdı mı alımdan Ali Cengiz oyunu Biz yutarız cahiliz Yumruk kadar kafamız Ama sizler okumuş Gözlük bilem takınmış Aydın kişilersiniz Siz bunu yemezsiniz.

110 Kaldırın örtüleri Üfürün şu tülleri Arayın bulursunuz Kazıyın görürsünüz Yanlış mı öyle değel mi Neden sus pus oldunuz Yoksa sen de bizcilen Saf mısın ey ehali Bizim kadar kolayca Kanar mısın ehali SON

SERSEM KOCANIN KURNAZ KARISI’NÖAN

Üç perdelik bir oyun halinde yazılan eserde. Türk tiyatro tanhmin üç dönemi ele alınmış, Molöre’in George Dandin adlı ko­ medisinin batılı usulle oynanışı, Ahmet Vefik Paşa’nm adapte d<5- nemesi ve son olarak da tuluat tiyatrolarma konu oluşu canlandı- nlmıştır. Tomas Fasulyeciyan tarafından «facia» olarak yorumla­ nan, Küçük İsmail’e tam bir tulûat kanavası olan eserin konusu, soylu bir aile kızı ile evlenen halktan birinin başma gelenlerle al- datıldığmı farkettikten sonraki kurtulma çabalandu*.

BAŞOYUNCU — (Pulover ve pantoîonla gelerek)

Sevgili seyircilerimiz BÎZÎM TÎYATRO’ya hoşgeldiniz Özlemimiz adımızdan belli BlZÎM TİYATRO kumpanyamızın adı BÎZE has bir tiyatro îstediğimizden kelli. Eloğlımun yaptıklarma Özeneceğimize Maymun misali İstedik ki BÎZlM temaşa geleneklerimizden kalkıp

111 Ve de çağdaş tiyatronun verilerini Hesaba katıp BÎZİM insanlarımızı, konularımızı BÎZÎM olan biçimlerle Jestlerle mimiklerle BÎZlM rahat ve sıcak Türkçemizle Ve de BÎZE özgü bir görüşle Serelim önünüze Öyle bir tiyatro ki Buram buram BİZ koksun Hem de çağa uygun olsun Bu gece huzurunuzda Tiyatromuzun cefakâr öncülerinden Bir grubu canlandıracağız. Nasıl sefalet çekmişler Aramışlar bulmuşlar Aldanmışlar ummuşlar Gerçeği bulduklarını sanıp böbürlenmişler Sonra da çıkmaza girdiklerini anlayıp Nasıl üzülmüşler Tıpkı bugünkü bizler gibi. Oyunumuzu tiyatromuzun gelmiş geçmiş Bütün gönüllülerine Ve en büyük tiyatro gönüllüsü Ahmet Vefik Paşaya adadık. Evet ne demiş ustalarmıız isim isme, kisib kisbe, semt semte benzer Geçmiş zaman söylenir Yalan gerçek vakit geçer Diyelim mevlâm işimizi rasgetire!

112 (Bursa’da Melekzad bahçesi. Mevsim son­ bahar, Yerde kuru yapraklar. Kenarda iri bir çınar. Ortada döküntü bir sahne. Piyanonun başında Hoîas. Hemen onun yanında, elinde mendil, soprano pozunda Satenik şarkı söylemektedir :

Plaisir d'amour ne dure qu’un moment Chagrin d'amour dure toute la vie- (Ahmet Fehim bir aşağı bir yukarı dolaş­ makta, dudaklarını «a, e, i, o, ü» diyecek gibi büzüp kendini biraz sonra başlayacak provaya ısıtmaktadır. Kenarda kınk bir ayna ve topal bir masa önünde makyaf yapan Vİrjinya. Trupun en zarif kadım olan Siravuş, yırtık bir paravanın gûya arkasında, ama herkesin gözü önünde blu­ zunu, etekliğini çıkarıp ptyrım pıyrım bir oyun kostümü giymektedir. Küçük îsmait bir dekorun çivisini çakar, sonra kenara geçip teşbih çeker. Suflör Kâzım önünde metin, şano yükselri'sinin kenarında yere uzanmıştır.) BAŞOYUNCU — Efendim. 1876 yılı. Bursa'da Melekzad bahçesinin şanosu. Bu gördüğünüz arikadaşîar To- mas Fasulyeciyan tiyatro kumpanyası 05amculan. (Projektör, her adı geçen oyuncu üzerinde duracak­ tır.) Şarkı söyleyen Satenik. (Satenik, halka selâm verir.) Ona piyanoda eşlik eden Holas. (Aynı oyun) (Giydirici teknisyen elinde kostüm ve pertikle girer, başoyuncuya yaklaşır. Başoyuncu puloveri çıkarıp elbisesinin üstünü giyer.) Volta vurup diksiyon tem­ rinleri yapan genç Ahmet Fehim (Fehim halka se­ lâm verir) (Fasulyeciyan perüğünü. de takar.) Mak­

\ n yajım tamamlayan şu esmer güzeli Virjinya (Virgin- ya selâm verir.) Şu ıgiyinen çıtıpıtı kız baş 'kadın ar tistimiz Hıranuş, (Selâm.) Teşbih çdten küçük İs­ mail. (İsmail kalkıp temenna eder.) Bu da bizim sarhoş suflörümüz Kâzım. Birazdan ben de Tomas Fasulyeciyan olacağım, daha olmadım. KÜÇÜK İSMAÎL — Olacaksan ol da, biran önce provaya başlayalım usta. Namaza geç kalıyoruz- BAŞOYUNCU — Pantalonu da herkesin Önünde degişe- mem ya, dur patlama. (Acele çıkar.) K. İSMAİL — (Seyircilere) Efendim, bizim usta, Güllü Agop’la bozuştuktan sonra İstanbul'da tutunama- yacağım anlayarak bizlerden bir heyet kurdu. Ka­ pağı attik Bursa’yi- Şimdi burada Molyer'in şey... neydi onun adı? AHMET FEHİM — Georges Dandin komedyası. HOLAS — Komadya deyin de gene kafası atsm. Adam bunu facia diye oynuyor- K. İSMAİL — Neyse işte bunu «Kıskanç Herif» adı ile hazırlıyoruz. AHMET FEHİM — (Seyircilere) Bu oyunu seçişimiz se­ bepsiz değil. Sadrazamken bifkaç ay önce olmaya­ cak bir jurnalle Bursa Valiliğine sürülen Ahmet Ve- fik Paşa, şifa bulmaz bir tiyatro ve Moliere hastası. K. İSMAİL ™ Belki oyunumuza gelir de bir ihsanda bu­ lunur ümidi yok mu ya. Açlıktan kursağımız kuru­ du. Midemizin cidarları biı^birine yapıştı. AHMET FEHÎM — Eldeki piyesin mütercimi meçhul. Os- manh Dram Kumpanyası'nda çalışırken, bu defter nasılsa ustanın eline geçmiş. HOLAS — Yürütmüştür, huyudur. SATENİK — (Seyircilere) Paşayı Gedikpaşa tiyatrosun­ dan tanırız. Gençliği Paris'te geçtiğinden şansonlan

114 pek sever. Bu yüzden oyundan önce söylemek üze­ re bir şanson hazırlıyoruz- Haydi Holas Efendi. (Holas piyanoda çatmaya, Satenik şarkı söylemeye başlar.) Plaisir d'amour ne dure qu un moment Chagrin d'amour dure toute la vie. AHMET FEHİM — (Holas tn yanma gider.) Keselim ço­ cuklar, Prova jenerale geçiyoruz. (Kulise seslenir.) Biz hazırız usta. FASULYECİYAN — (Sahneye girer, yırtık pırtık oyun kostümünü giymiştir. Elbisenin sefaleti ile tezat teş~ kil eden bir tafra ile ortaya gelir, elini başına kor. Durur.) VÎRJÎNYA — (Şano dışındaki bankta oturan Hıranuş’un yanına gidip dirseği ile dürter.) Usta konsantre ya- por. DANDIN — (Derin bir nefes alıp tiradına geçer.) Ahr Eyvah! Bahtsız ben. Kötü kaderian Iheni ne felâketem- gîz bîr izdivaca sürükledi. Meğerleyim asılzadegân kızı ne aceyîp mahluk imiş. Ben bu feciayı eyi öğ­ rendim. Bizim gibi göylünün asilzade familyasına girmesi, ne acı zehir olduğunu her gün tadorum.. Bunlar bizim gibi insana asla hısım ve yoldaş olmaz. Ancak kesemize ortak olurlar, malımıza nikah eder­ ler. Ah mega asvas! Ben bu servet-î samanımla bur­ nu kaf dağında bir kanyı almaktansa kendi ayanm bir köylünün damadı olsam daha münasip olmaz îdi? Evet, belki refikayı hayatım beyzade kızı olmaz îdi, ama beni koca bilirdi. Ah Georges Dandin, Geor- ges Dandin! Sen kendin ettin bu haltı. Senin ame­ lindir. Ne halin varsa gör. Şimcik evim başuna zm- dan olor.

115 HOLAS — Usta, bu bana biraz sanlimental geldi- (İsmail göz kîTpar) Bu oynadığımız komedya değil mi?

JFASULYECÎYAN — Bilakis faciadır. Güllü Agoib'da da böyle başlar idim oyuna, Georges Dandin burada bize kaderinden tazallüm eder. Bunu sırıtarak yap­ sın istorsun Angut? Bu oyun bir jalousie ve adultere hikâyesidir.

K. İSMAİL — O nedir o?

AHMET FEHİM — Kıskançlık ve zina. FASULYECÎYAN — Asilzade kızı olan karısı tarafından biteviye aldatılan bir yeni zenginin faciasıdır. Hin- cik ikinci mencilis. Bu andante girişten sonra hemen allegretto bir mencilis gelor. Tam kontrast olsun deyi. Molyer’e işini sen öğreteceksin Abuş? Hadi. İkinci mencilis. Georges Dandin. Lubin. Lubin'i kim oynuyor?

K- ÎSMALİL — (Virjinyaya sorar.) Kim oynuyor o dedi­ ğini? FASULYECİYAN — Sen oynorsun evladım. Deli misin İsmail? Daha rolundan haberin yoktur? İsmail yok­ sam rolunu sevmoorsun?

K. İSMAİL — Yok rolümü seviyorum da usta, ismimi sevmiyorum. Şunu İbiş yapsak olmaz mı?

PASULYECiYAN — Olur. Ben de Memiş olayım. İbiş'le Memiş'in Maceraları. Deli raisin evladım? Tuluat değil bu, facia deorum. Devam. Bunda hızh tempo istoorum. Hafif, rapid, bir menuet misali. (Hoîas piyanoda menüe çalar. Fasulyeciyan sert bakınca bırakır. )

116 ilk perdenin sonuna doğru Paşa gelir, bu oyuncu topluluğu­ nu himayesine alarak onlara destek olacağına dair söz verir. İkin­ ci perde, Bursa Osmanlı Tiyatrosu sahnesinde, bu kez de A. Vefik Paşa’nın adapte ettiği şekliyle, Yorgaki Dandini olarak sahne pro­ vaları yapılmaktadır. Son perde de Küçük İsmail’in Tuluat Tiyat- rosu’nda oynanır: KİMYON — İşte gün doğuyor. Tan yeri ağardı. Doğru evinize vanp uslu uslu geçinmeye bakınız. Vanp biz de istirahat edelim.

HİMMET — Yok. Bu garı damdan düşse dört ayak üs­ tüne düşer. Bana gelince, bir guyu bulup başaşağı içine atlayacağım. Benim gibi gibar eve girme me­ raklısı olanlara bu halim ibret...

İBİŞ — (Fasulyeciyan'a) O laflar şimdi bize geçti usta. (Seyircilere) İşte senin gibi kibar eve girme merak­ lısı olanlara bu halin ibret olsun. Kibarlık insanm içinde olmah. Yoksa admda elbisesinde değil. Sen namuslu bîr köylü idin. Has kan yanş atı mısın a mübarek. Beyzadelik nene gerek. Küffün olan bir kadm alsan gelmezdi bunlar başına. Davul bilem na­ sıl çalar: Dengi dengine. Deıigi dengine...

A. FEHİM — Paşa geîiyor usta-

İSMAİL — Eyvah, dayağı yedik sağlam. A. VEFÎK PAŞA — (Kulisten gelerek) Merhaba çocufklar. (Hepsi koşup elini öperler.)

İSMAİL — Bana kızmadınız ya paşam?

A. VEFÎK PAŞA — Neden kızayım evlât. Kendine göre Dandini'yi pekâlâ avamîleştirmiş, ders-i ibreti de sonuna iyi yerleştirmişsin. Daha ne! (Derin bir so­ luk altr, düşünür, oyunculara) Frenk hayranlan

117 Fren'k tiyatrosunu taiklitten medet umuyorlardı. Rasgele avrupa piyeslerini, sözüm ona, avmpalı gi­ bi oynamaskla bir yere varılır sanıyorlardı. Biz de adaptasyonu teklif ettik. Avrupa piyeslerini yerlileş­ tirip Türk âdâbı, Türk deyişiyle kotarmayı denedik, îşte şimdi sen de onu avamın gustosuna getiriyor­ sun, ne var ki bunların hepsi de yetersiz.

A. FEHİM — Peki, Doğru yol hangisidir paşam?

A. VEFÎK PAŞA — Doğru yol garbi ne taklit, ne de adap­ te. Doğru yol, galiba* Türk insanından, Türk şart­ larından, Türk mevzularından hareket edip, hem öz hem biçim bakımından bir Türk tiyatrosuna var­ mak. Biz ancak bu kadarını yaptık. Bundan ötesini de gelecök nesiller başarsın artık...

(Sahne kararırken sol yanda lokal tştk içinde Fasulyeciyanın san benizli yüzü görülür.)

FASULYECiYAN — Evet, öyle dedi paşamız, ve o gece­ den altı ay sonra da, sizlere ömür, mefat oldu. Artık ne o sevroş suflör var, ne uyanık Ahmet Fehim, ne de hazır-cevap Küçük Ismayil. Hepsine Tanrı rahmet eylesin. Dalgacı Holas, şık ve zarif Hıranuş, Virginya Zagakyan, Satenik ve kulunuz Tomas Fasulyeciyan da dünya deniştirdik. Bizim de toprağımız bol olsun. Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynaı^ken varıdır. Yök olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda ola­ rak kahr. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa es

118 norsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamağa başlar. Çüniü Sate- nik’in bir şarfası şu perdelerden birine ta:kılı kalmış­ tır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuş’ la Virjinya'nm bir diyalogu eski kostümlerin birinin yırttığına sığınmıştır, işte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıklan yerden çıkar. Bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler.

Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı- Ama ı^epliklerimiz, fısıldaşır dururlar sabaha kadar.

Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. Perde. (1969) SON

DÜN BUGÜN'DEN VİYANA TABLOSU

Viyana Fatihi Yeniçeri ile bugün Viyana'da çöpçülük yapan işçinin hayalî konuşması :

ÇÖPÇÜ — Senin adm ne?

YENÎÇERl — Hüseyin oğlu Haşan. Ya senin?

ÇÖPÇÜ — Haşan oğlu Hüseyin. Ula bu ne acaip kılıktır- nedir bu böyle yahu?

YENÎÇERÎ — Kanuni Sultan Süleyman efendimizin ser- denıgeçtileri böyle giyinirler. » ÇÖPÇÜ — Ha anladım, 3en Faschinge geldin Viyana’ya.

YENİÇERİ — Sen ne saçmalarsm bre zevzek, biz fütuha­ ta geldik buraya.

119 ÇÖPÇÜ — Kim getirdi sizi? YENİÇERİ — Serdarı Ekrem Kara Mustafa Paşa. ÇÖPÇÜ — Bu yeni bir turizm acsntası olacak. Biz Ger- main Air'le geliriz. Dolmuş uçağı 170 Marka- YENİÇERİ — Sen hiç tarih kitabı okumadın galiba? Pi­ yade gülbang çökip kuvveti bazu edip yürüdüğünde, asakiri sipahiyan kanatlanıp kâfiri mahkûru dört bir yandan ihâta eylediğinde, sen nerede idin?

ÇÖPÇÜ — Ben Tophane'de İş Bulma Kurumu'nda kuy­ ruktaydım. Ya sen neredeydin?

YENİÇERİ — Bin ath akınlarda çocuklar gibi şendik. Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.

ÇÖPÇÜ — Biz atı da, tarlayı da sattık. Buraya geldik.

YENİÇERİ — Ne işin vai, niye geldin buraya?

ÇÖPÇÜ — Çalışıp para kazanmaya.

YENİÇERİ — Ne iş görürsün?

ÇÖPÇÜ ~ Çöpçülük ederim aha gâvurun pisliğini temiz­ lerim dört bin şilinge. YENİÇERİ — Hey senin sülâlene, ceddine...

ÇÖPÇÜ — Ula oğlum ne küfür ediysin. Ben mi getirdim bu hâle? Hem çahşmak ayıp mı?

YENİÇERİ — Çalışmam anladık da hiç değUse Viyana'ya igelmeseydin, benim bayrak diktiğim yerde sen çöp­ çülük etmese idin- (1972)

120 YAZILARINDAN SEÇMELER

KÖPRÜMÜZ

Bindiğimiz dolmuş, dün, Köprünün tam orta yerin­ de bozuldu. Yeni Köprüden söz ediyorum. Ulusal onuru­ muz, yapıtsal böbürümüz, Köprümüzden.

Görmemişin oğlu olmuş, çekmiş... bir yerini kopar­ mış, derler. Köprü üstünde duranlardan huylanıyorlar- Bir yerini koparırlar diye. Düdükler öttü. Memurlar geldi. Bozukluk saptandı. Ama, bu arada, köprünün tam orta yerinde beş dakika kadar kaldık. Alelacele geçip gi­ derken, 3^a hiç görmediğimiz, ya da görüp sindiremediği­ miz nice güzelliklerin o anda farkma vardım. Doya doya se5Tettim. Acele yüzünden şu dünyada neleri kaçınyoruz. arkadaşlar.

On beş, yirmi yıl oluyor. Beni ünlü pedagog Prof. Albert Mârze ağırlayıcı atamışlardı. Adamı Kabataş’tan Üsküdar'a geçiriyordum. Araba vap?urunun güvertesinde, turistlere Özgü ve romantik bönlükle, durmadan söyleni­ yordu. «İşte Avrupa’dan ayrıldık», «İşte Asya'ya yaklaşı­ yoruz», «Şimdi tam orta yerdeyiz.» Üsküdar'a ayak ba­ sınca hemen karısına kart attı. «Asya'dan sevgilerle.» Artık her şeyi «tipik Asya’yı» görüyordu. Havayı derin derin kokladı. Hapşırdı, genzine herhalde Orta Asya'nın baharat kokulan kaçmıştı. Çamhca’ya çıktığımızda bu­ lutlar dağılmış, güneş açmıştı. Şaka olsun diye, «Asya'nın güneşi başka yakar» diyecek oldum! Hazret ona bile seve seve inandıydı... Kırk yıldır, evet tam kırk yıldır, Kadıköy vapuru ile, her gün iki öğün, kıta değiştirir dururum, bir gün olsun övünmek aklımın köşesinden geçmedi.

121 Fesle Şapka Arasında Ama yayalara Köprüden geçme izni verildiği gün gidip ta orta yerde duracağım. Sağ ayağım Avrupa’da, sol ayağım Asya'da, bir an gözlerimi kapayıp Zen Budist- leri gibi içime dalacağım. Köprü ile özdeşleşeceğim. Biz Türkler neyiz? Fesle şapka arasında acayip bi­ rer yaratık. Doğa mistisizmi ile batı rasyonalizmi arasm- da, bir parça ondan, bir parça bundan, bir çelişkiler kav­ şağı. Demokrasimizin radyoskopisi, yani şu son koalis­ yon hükümetimiz bile bunu açıkça göstermiyor mu? Neyse bunu geçelim. Kuleler ilk dikildiği zaman, Köprü, Boğaz'ın güzelliğini, şehrin siluetini bozacak di­ yenler çoktu. Ama bittikten sonra pek yadırganmıyor. Ahştık mı, ne? Hakçası aranırsa. Köprümüz, dünyamn en güzel şehrine, en yüce anıtların ortasına, oturtulmasının saygılı bilincinde. Tıpkı camilerimiz, saraylarımız gibi şehrin topografyasına, dolaydaki tepelerin kıvrıntılarına, kısacası doğaya uymayı bilmiş, onu tamamlamış. Arana arana varılmış bir sadeliğin asil alçakgönüllülüğü içinde. Bu haliyle, birer görmemişzadelik anıtı gibi ufkumu^ bar bar yırtan Sheraton’un, Hiltonun, întercontinental m hacı ağa zevksizliğinden hemen ayrılıyor. Köprünün tam orta yerinde bunları düşündüm. Bir an, altımdaki Boğaz'ı yalılardan, korulardan, vapurlar­ dan soydum. İnek Geçidi Üçüncü Zamanm sonlarında, bu oyuk, kılkuyruk bir ırmakçıkmış. Biri şimdiki Karadeniz in ,öbürü Mar­ mara’nın olduğu yerde bulunan iki kapalı gölün arasın­ da şırıl şırıl akarmış. Aşmma sonucu, Dördüncü Zama­ nm başında buraları çatlayıp çöktüğü ıgün kurbağaların şaşkınlığını düşünebiliyor musunuz? Karşıdan karşıya rahatça geçmeye alışmışken suyun derinleşivermesi, kıyı­

122 ların lizaklaşıvermesi, kim (bilir onları nasıl afaUatmıştır? Ama daha sonraki kurbağa kuşakları bu yeni durumun içine doğduklarından her şeyi olağan karşılamışlardır. Jeolojinin sözünü ettiği bu çöküntüler ırmağı ho- ğaz yaparken, insanoğlu, daha ne İstanbul'un bulunduğu bölgeye, ne de yeryüzüne henüz onur vermemişti. Bu, şu demek oluyor ki, mitolojinin uydurduğu îo senaryosu daha sonraki bir dönemin ürünüdür. Mitolojiye bakılırsa, batı dünyasının buraya Bos- poms deyişinin nedeni, işte 'bu çıtıpıtı kızcağızdır. Hep biliyoruz, Olemp Dağının Rufoirozası Zeus, menopoza gir­ miş karısı Hera'dan gizli, sık sık yeryüzüne iner, onun bunun karısını, kızanını kovalardı. İşte bu arada İo'yu da ağma düşürüp muradına erer. Sonra da onu nacakh ka* rısının hışmından korumak için inek haline getirir. He- ra hileyi yutmaz. İneğin peşine bir at sineği musallat eder. At sineği kovalar, inek kaçar. Kaça kovalaya boğaz kıyılanna varırlar. İnek bir yolunu bulur, kapağı şimdi­ ki Kadıköy’ün olduğu canibe atar. İşte dil bilginlerine göre buraya Bosporus = inek geçjdi - inek kapısı de­ nişinin nedeni budur. îo’cuk daha sonra Mısır’a gider. İnsan kişiliğine kavuşur. Yaşh sevgüisi Zeus’la buluşur. Nü kıyılarında, Hera’ya inat, ikinci bir İDalayı yaşarlar. Hayali değil de, gerçek tarihe kulak verecek olur­ sak bu boğaza ilk köprüyü kuran Darius’tur. Ve abartma yoksa, yedi yüz tıin kişilik ordusunu, gemiler üzerine oturtulmuş geçici bir köprü ile öbür yana geçirmiştir. Diyeceğim, Köprümüz geçmişi oldukça yüklü, se­ rüveni bol, efsanesi zengin ıbir çatlağı birleştiriyor. Hadi İstanbul'u almakla ortaçağdan yeniçağa bir köprü kuran Fatih, iki kıtayı birleştiren bir köprü kurmayı gereksiz buldu diyelim. Peki Koca Sinan’a ne buyrulur? Drina'nın dik âlâsını Boğaz'a kondurmaz mı idi yani?

123 Albdülhamit, kendine önerilen Hanaidiye Köprüsü­ nü, kulelerinden ötürü veto etti. Maazallah, ya münafık­ lar o kulelere saklanıp köprüye ve üstünden geçenlere bir fenalık yaparlarsa diye. Bugün olsa dikersin makineli tüfekli iki nöbetçi, bu sakınca kalkar ortadan. Sözün kısası. Boğaz Köprüsünü kurmak onuru bu­ günkülere kısmet olacakmış.

Önce Kim Geçecek? Durduğum yerden Köprünün dev kulelerine bakı­ yorum. İlkin söylentiler çıktı idi. Köprünün ayaklan sağ­ lam oturmamış diye. Sağ olsun, eski cumİıurbaşkammız bizzat kulelerden birine çıkıp kontrol ettiler. Öğrendik ki, sağlammış. Gönlümüz rahat etti. Köprü daha bitmeden, ilk geçen kim olacak diye bir sorun çıktı ortaya. Cumhur^başkanı mı, Zeki Müren rai, Ajda Pekkan mı, yoksa Alain Delon mu? Herkes bu­ nu tartışırken sıkıyönetim kabinesinin imar bakanı ba­ şına bir miğfer geçirdi. Teftiş bahanesi ile servis yolun­ dan karşıya geçti. Gazetecilere pozlar, demeçler verdi. İşçiler bu işe kıskıs gülmüş olsalar gerek. Çünkü onla­ rın her biri inşaat sırasında, iki kıta arasında, hem de günde beş on defa, mekik dokumuşlardır. Meçhul askerin kaderi... O yapar, parsayı başkaları toplar. Açıhş günü, bütün İstanbul, Köprünün üstüne hü­ cum etti. Köprülerinin direngi sınırını ölçmek için. Köp­ rümüz bu deneyden de yüzakı ile çıktı. Bîr iki esnedi, ama dayandı. En Kârlî Yatırım Bu Köprüden saatte on bin araç geçiyormuş. Alınan geçiş ücretleri yakında borcumuzu amortize ettikten sonra kâra bile geçilecekmiş. Bu kârh yatırım halka açık

124 holdinglerimizi bu alana çekebilir. Yakında Boğaziçi boy­ dan boya köprülerle donanırsa şaşmayalım. Çekişme baş­ layınca da artık bankalarımız gibi her geçiş biletine bir piyango numarası verenler mi istersiniz, Köprü üstünde Sulukule ekibine göbek attıranlar, saz heyetine fasıl yap­ tıranlar mı istersiniz... Yanımızdan uygar bir homurtu halinde, kamyonlar, kamyonetler, minibüsler, dolmuşlar, özel arabalar ve- gündüz olmasına karşın tankerler vızır vızır geçiyor.

Bu Köprü ile îş Bitmez Köprü nedir? Bir boşluğu kapatan, bir yerden kal­ kıp bir yere varan yol. Uygarlık, dağları aşıyor, çevreyol- lan döşüyor, köprüler kuruyor. Ama insanı insana pek ulaştıramıyor. Aya, uzaya bile yol açtık, köprü kurduk da aramızda içten, sıcak, insanca bir diyalog kuramaz olduk. Çağımız, insandan insana içtenlik köprülerinin ku­ rulması işini yeni baştan ele almak zorundadır. Bütün ön çalışmalarını, ayrıntı hesaplannı yaparak çevreyollannı vaktinde hazırlayarak, bireyle toplum arasında, doğa arasında, mutlu bir uyuşum sağlayârak. Bunu yapmadıkça bu köprünün, bütün köprülerin, altından tonlarca su, üstünden milyarlarca araç geçer, nafile. Hep birebirine uzak, biribirinden habersiz, somur- tuk insanları götürür getirirler. Patates çuvalları gibi. Dil Köprüsü Dil nedir? Kelimelerden örülü bir başka köprü. Hal böyle olunca, fıkra da, olsa olsa küçük bir is­ keledir. Okuyucuya yanaşmak, onunla küçük bir ilişki' kurmak için atılan.

Tutar, tutmaz; bu, çımacının ustalığına, 5^anaşa- cağmız yerin sığlığına, derinliğine, aranızdaki akıntıla­ rın çeşidine bağlı.

125- Hayvan koklaşa koklaşa, insan konuşa konuşa an­ laşır demişler ya, o da laf. Bazen insan konuştukça daha da bozuşabiliyor. Anlaşalım, ya da bozuşalım, yeter ki birbirimize il­ gisiz ve ilişkisiz durmayalım. Tek tek kopuk adalar gübi kalmayalım. Pazardan pazara şurada sizlere küçük bir iskele atmaya kalkarsak hoş görüle. (Hak Dostum Diyerek Başlayım Söze, 1978)

YAZAR MISIN DURMA YAZ Büyükbabamın matibaası çocuk yaşımda benim için "bulunmaz bir yaşam okulu, bir deneyim kaynağı olmuş­ tur. Okul tatillerinde oradan çıkmazdım. Sürekli makine homurtusu insana vapurda imiş duygusu verir. Zamanı boşuna değil de, bir yerden bir yere giderek bereketli bir hareket içinde harcamak övüntüsü verir. İnsanoğlunun ürettiği en cevherli şeyin, düşüncelerin yayılmasına kat­ kıda bulunduğu böbürü verir. Tann’ya şükür, çocuklu­ ğumda bilinçaltıma yerleşen bu güzel fon müziğinden bugüne kadar uzak kalmadım. Büyükbabamın Matbaa-yı Amire Müdürlüpnden çekildikten sonra kendi adına kurduğu Hamid Matbaası, Cağaloğlu’na çıkan kestirme yokuşun solunda, şimdi iş- hanlarmın yükseldiği alanda, üç katlı büyük yaygın bir yapıyı işgal ediyordu. Büyükbabam kendinden sonra bu­ rayı benim yönetmemi tasarladığı için, beni küçük yaş­ tan itibaren basım işinin tâ içine alıştırmak isterdi. O kadar isterdi ki, beş yaşında babasız kaldığım zaman bu babasızlığı bana duyurmamak için beni çok şımarttığı, Avrupa'dan oyuncaklar alıp getirdiği zaman bile, bu oyuncaklar hep lâstik hurufatlı dizgi kalıplı küçük mat­

126 baa oyuncakları olurdu. Oniki yaşıma geldikten sonra da tatillerde beni matbaaya götürür, keski makinesinden mücellithaneye, taöhih bürosundan, mürettiphaneye ka­ dar, matbaanın girdisi çıktısı ile Övür olmaya zorlardı. Orada çalıştığım sürece de işçiler gibi haftalık verir, böylece paramı haketmek için beni bir iş disiplinine' medbur ederdi. Çalışma disiplinini, alnının teriyle para kazanmayı ve edebiyatın mutfak tarafı olan matbaayı bana küçük yaştan öğreten büyükbabama bundan Ötürü' minnet doluyum. Daha sonraki meslek hayatımda bun­ ların çok faydasmı gördüm.

Bir Çeşit Akademi

Matbaada en sevdiğim yer mürettiphaneden sonra, büyükbabamın müdüriyet odası idi. Büyükbabamın ge­ niş bir çevresi vardı.

Duvarlarında Leipzig matbaa makineleri afişlerinin asdı olduğu, kaliteli Alman pürosu kokan bu odada, dev­ rin ünlü kişilerini, büyük yazarlarını tanımak fırsatım küçük yaştan bulurdum. Meselâ, Atatürk'ün yakını yazar ve mebus Ruşen Eşref Bey, romancı ve mebus Yakub- Kadri Bey, sanat tarihçisi, ressam, opera libretisti, ilk siaemacı ve tarihî oyunlar yazan Celâl Esat Bey, Şeyhü­ lislâm Cemaleddin Efendi’nin oğlu Muhtar Bey, o zaman henüz gencecik bir liseH şair olan Cevdet Kudret hep> orada tanıdıklarım arasında idi.

Büyükbabam meşhur biri gelince, onları bana ta­ nıtmaya özen gösterirdi. Bir keresinde beni mürettip­ haneden çağırtıp, (Damla Damla) adh kitabını dizdiği­ miz Ruşen Eşref Bey’e :

— Torunum, diye tanıtmıştı. Bana uzatılan tom-^ bul beyaz eli kirli ellerimle sıkmak istemedim.

127 — Ellerim kirli, diye özür diledim. Ruşen Eşref Bey’in, Hamdullah Suphi hita)bet oku­ lu havasmda bir eda ile : — İş yapan eller kirli olmaz evlâdım. En temiz el­ ler onlardır. Sen o tertemiz ellerinle benim kirli elimi sık, dediğini hiç unutmam. Neyse ki, orada tanıştığım büyük adamlar, hep böyle hikmetli konuşma merakın­ da değildiler. Ben onlara hayranhkla bakardım, ama ka­ famdaki asıl yazar imajı ne Yakub Kadri, ne Celâl Esat, ne Burhan Cahid ne de Ruşen Eşref Beylerdi. Onların hepsinden çok önce yine bu odada tanıdığım Ahmed Ra- •sim amca idi.

Yazar olmadan önce insan olmak Çocukların insan değerlendirmede bazen büyükler­ den daha sağlam ve şaşmaz bir önsezisi oluyor. Ahmed Rasim amcanın yapmacıksız, alabildiğine doğal, kalen­ der, sevecen ve insancıl hali belleğime öyle bir yerleş­ mişti ki, bugün dahi aynı canlıhkta orada durur. Baba- -can sözcüğünün benîm belleğimdeki ilk ve tek çağrışımı bugün dahi Ahmed Rasim olarak kalmıştır. Bu, kısaya yakın orta boylu, pos bıyıklı, şişman, kelebek gözlüklü ve rakı sevenlere has, dünyaya biraz metelik vermez ka­ lender adam için büyükbabamın «Türkiye’nin en büyük yazan üstad Ahmed Rasim Bey» diye yaptığı takdime bile gerek yoktu. Bu adamın büyük bir yazar olduğuna o anda çocuk kafamda hemen karar vermiştim. Bence iyi yazar böyle biraz kılıksız olmalı idi. Halktan olmah idi. Dünyaya biraz boş vermeli idi. Konuşunca herkes gibi konuşmalı, ama tonunda, tınısında, herkesten daha sı­ cak, daha candan, daha içten bir şeyler olmah idi. Ço­ cukla çocuk, büyükle büyük, yaşlı ile yaşlı olabilmeli idi. Karşısındakinin bam telini bulabilmeli idi. Atatürk şıma-

128 ngı, yeni ve varlıklı bir statünün adamı, öbür üddbay-i kiramdan başkalığı işte buradan geliyordu. Çocukların sevdiği insana güvenebilirsiniz. Büyüdüm gitti. Şimdi Ahmed Rasim'in o zamanki yaşındayım. Hayatımda en çok çocuklarla hemen ilk anında sempati ilişkisi kurabil­ me hassamla övündüğüm .kadar hiçbir şeyimle övünme­ dim. Yazar olmadan Önce, insan olmayı ve insan olma­ dan lyı yazar olunamayacağını bana ilk öğreten Ahmed Rasım oldu. Kendi farkında bile olmadan. Ahmed Rasim büyükbabamın Darüşşafaka'dan arkadaşı olduğu için kardeş gibi sevişirlerdi. Matbaaya da işi olduğu için de­ ğil, dertleşmeye, îâflamaya gelirdi.

Sohbeti de, görünümü kadar sıcaktı. Kimseyi incit­ meyen yumuşak ve kalender bir hümuru vardı. Biraz Bektaşılermkine benzeyen. Bugünkü Feneı^bahçe stadı- nm dolayında o zaman (Papazın Bağı) denilen ağaçhkh ■bir yer varmış. Bahriyeli Davut Bey namında bir zat bu­ rayı kiralayıp kendi suhan keyfi için özel bir meyhane halinde işletirmiş. İstemediği hışır, densiz müşterileri içeri almaz, sırf ihvanını kabul edçr, özel bir kulüp dü­ zeyini böyle muhafaza edermiş. Ahmed Rasim bakla tar­ lasına, Trifon Babanın meyhanesine gitmediği geceler, burayı da sık sık onurlandırırmış. Bir gece yine Mahmud Sadık Bey, bestekâr Lemi Bey, bestekâr Bimen Şen ve ressam Muazzez Bey'le kafayı çekerlerken, üç bıçkın ka­ pıda belirmiş. îçeri girip içmek istemişler.

Bahriyeli Davut Bey :

— Bugün babamın Ölüm yıldönümü, Rakı yok. Gi­ din başka yerde için, diye bunları kovmuş.

İçlerinden biri ileriki masada demlenen Ahmet Ra­ sim Bey’le arkadaşlarım gösterip :

129 — îyi ama, karşı masadaki beyler içiyorlar ya, di­ yecek olunca, üstad kelebek gözlüklerinin üstünden arsız müşteriye bakıp : — Biz ailedeniz, evlât. Yas tutuyoruz, demiş. Hoca'nın, «Ben teessürümden ne halt ettiğimi biliyor muyum?» repliğine çok yaklaşık bu espri üslûbu, Aihmed Rasim'in bütün hümurunun da karakte­ ristiğini taşırdı. Harcayıcı, cimdikleyici espriden hoşlan- mazdı. Politikadan da hiç hoşlanmadığı gibi. Gerçek bir yazar Darüşşafaka’lıhk onun kişiliğine belirgin bir dam­ ga vurmuştu. (Mümtaz İrfan Ocağı) sayılan Darüşşafa- ka, gerçekten de sıkı disiplini, Osmanlı efendiliğini, her­ kese saygıyı telkin edici geleneği ile Türkiye'nin en na­ zik ve efendi insanlarını yetiştirmişti. Kimde ince ve gösterişsiz bir nezaket görürseniz, kimde kendini dün­ yanın ekseni saymayan bir olgun alçakgönüllülüğe rast­ larsanız, kimde güzel Türkçe bir telâffuz bulursanız, o dönemde hiç yanılmadan teşhisi koyabilirdiniz. Darüşşa- fakahdır muhakkak. Kaç eski Darüşşafakah tanıdımsa, bu vasıfları yalanlayan bir istisnaya rastlamadım. Ahmed Rasim'in edebiyatımızda ayrı bir yeri vardır. Saygın beyaz saçları, mabeyn kâtipliğinden edinilmiş hal ve tavn, hariciyeci ya da Şûra-yı Devlet üyesi üslûbunda­ ki özenli giyimi ile Üstad Halid Ziya, görünümünde ol­ duğu gibi, romanlarında da, kibar bir salona girmişçesi­ ne insana önünü ilikleme hissi verirdi. Onun yolunda gi­ den daha az yetenekli yazarlarda bir yozlaşma halini al­ dığı zaman, albesliği daha da vurgulanan bu frenk özen­ tisi u'siûbçu ve inandırıcılıktan uzak edebiyat, Ahmed Rasim ve Hüseyin Rahmi gibi iki büyük panzehirle den­ gelenmemiş olsa idi, belki kuşaklar boyu hasta ve yap­ macık bir moda edebiyat sanılıp gidilecekti. Ahmed Ra-

130 sim ve Hüseyin Rahmi ne Paul Bourget'ye, ne şuna, ne buna benzeyen, hiç kimseyi taklit etmeye özenmeyen, bundan ötürü de sade kendi kendilerine benzeyen bir edebiyatın öncüsü oldular. Yapmacıksız, uslûb kaygısız, güncel konuşma dili rahatlığında ve kolaylığında, günü gününe yazarak, çok söyleyeceği olan yazarların sağlıklı telâşı ile. Ikınıp sıkınmadan. Bundan ötürü de rahat ve kolay algılanan, bol bol okunan yazarlar oldular. İstan­ bul un İstanbullunun o dönemlerdeki yaşamının sadık birer kronikcisi oldular. Ahmed Rasim in en sevdiğim özelliklerinden biri halkçılığı idi. Halid Ziya Uşaklıgil nasıl arkasmdan Saf­ fet Nezihi lere, izzet Melihlere yol açmışsa, Ahmed Ra­ sim ve Hüseyin Rahmi de, Sermet Muhtar'Iarm, Osman Cemallerin, Orhan Kemal'lerin, Adnan Velilerin yani halkla övür olmuş yazarların yolunu açmışlardı. Ahmed Rasim, halkı anlatırken, bu halkın içine kendi de katılır­ dı. Agâh Sırrı Levend’in çok isabetli teşhisi ile, «Doğru­ dan doğruya kendisinden söz ettiği yazılarında bile Ah­ med Rasim yine kalabalığın içinde» idi. Muharrir bu ya Her gün durmadan yazmak ecirliğini (Muharrir bu ya) da ne güzel dile getirir : «Laf değil muharrir bu, yaz. Hem çalakalem yaz. Durma yaz. Kaleminin ucuna nasıl gelirse öyle yaz. De- me kış yaz, yaz. Bu nasihati kulağına küpe yap. Buna bir rumuz olmak üzere kurşun kalemini kulağının arkasın­ dan eksik etme. Yolda yaz. Tramvayda, otomobilde, şi­ mendiferde, vapurda, aralbada, kayıkta, dur, otur, hopla zıpla yaz.» Yazarlığın, içine bir girdi mi bir daha çıkılmayan bir meslek olduğunu, insanı nasıl bir fikir eciri haline ge­ tirdiğini bundan iyi anlatmak mümkün raü?

131 Hem de çalakalem bir tempoyu sade anlamda değil, yazmm müziğinde, soluğunda da vurgulayarak. Birgün büyükbabama anlatmıştı. İkisinin de sınıf arkadaşı olan, îkdam'm patronu Ahmed Cevdet Bey, Ahmed Rasim'e gazetesinde fıkra yazması için teklif yap­ mış. Üstadın kabul etmesi üzerine iş telif ücretini sap­ tamaya dayanınca. Aıhmed Rasim usta : — Uzun yazarsam, yarım altın isterim demiş. Kısa yazarsam bir altından aşağı olmaz. Az ve öz yazmanın telif ücretine yansımış bu nefis değerlendirmesi de unutulacak gibi değildir. Fuhş-1 Atik, Şehir Mektupları, Hamamcı Ülfet, Gü­ lüp Ağladıklarım, Ramazan Sohbetleri, Muharrir Bu Ya, Gecelerim, Eşkal-i Zaman, Ciddu Mizah, Falaka, ne yaz­ mışsa çalakalem, ama onun için de kaleminin ucuna gel­ diği gibi içten ve sıcak yazmıştır. Dünyayü posbıyıklı bübaccıyı bakış Ahmed Rasim'in güftesini kendi yazdığı ve bestele- diği. «Bilmem ki sefa, neş'e bu ömrün neresinde» gHbı hâlâ söylenegelen birçok şarkıları olduğunu heıihalde benden öğrenecek değilsiniz... Üstadın babası çok gelgeç bir adammış. Anasım ge­ be bıraktıktan sonra bir daha eve uğramamış. Her gitti­ ği vilâyette bir kadınla evlenmiş, Ahmed Rasim, dikiş di- ■ kip kendini büyüten annesi NeVber Hanım a, büyük bir sevgi ile bağlı idi. Onun talilısiz anacığının anısına yazdı­ ğı satırlar da unutulmaz içtenliktedir. Şehir Mektupları kitabının bir baskısının kaîbmda üstadın bir karikatürü ve altına kendi seçip koyduğu şu mısra vardır ;

132 «Mud'hikat-1 dehre -ben ölsem de tasvirim güler.» Dünyamn komikliğine gülümseyen o karikatürünü çoktan unuttum. Ama, Ahmed Rasim ustamn, herşeye, 'herkese sevecen ve insancıl bakan o güleç, o posbıyıklı balbacan yüzünü her zaman görür gibiyim.

Hediye bir kalemin uğuru

Sevgili Rasim Usta, «yazarlık hem mihnetli, hem de çok zevkli iştir» deyişinin hikmetine artık biz de var­ dık. Evet senin örneğine özenip, senin öğüdünü tuttuk.

Aldık elimize kalemi yazdık durduk, yaz kış deme­ dik, gece - gündüz demedik gözlemledik yazdık. Sevdik yazdık, kızdık yazdık, umutlandık yazdık, umutsuzlaş- tık yazdık, sevindik yazdık, üzüldük yazdık. Yazarlığın insanı tüm varlığı, tüm zamanı, tüm bilinci, tüm bilin- çaltısı ile, gecesi gündüzü, gerçeği ve düşü ile emen ne doymak bilmez, ne kaprisli, kendinden başka sevgili çe­ kemez, ne kıskanç bir meslek olduğunu bile bile yazdık. Ama yine aynı yazarlığın, dağınık düşünceleri kâğıda dö­ kerken bizi nasıl birden arılığa, yalınlığa, bir kelime ile düşünceye egemen olmaya götüren bilge bir dost oldu­ ğunu da görüp sevinip yazdık. Yalnızlığımızda, umutsuz­ luğumuzda bizi yok olmaktan kurtaran bir can simidi gi­ bi ona sarılıp yazdık. Uyurken uyanıp yazdık, hasta ve ateşli iken başımızda buz kesesi yazdık, kâğıt bulamadık bazen kâğıt peçeteye yazdık, gömlek manşetine yazdık, yatak çarşafına yazdık.

Dünyada neler yitirme, en yakınlarımızı kırıp geçir­ me, ne nimetleri kaçırma bahasına yazdık. Yüzlerce kur­ şun kalem bitirdik, bir o kadar dolmakalem yitirdik. Ge­ çen gün saydım tam yirmâ üç daktilo makinesi eskitmi­ şim. Dolu dizgin bir amansız gidişin içinde yorulan, çat­

133 layan atları değiştirir gibi biten kalemi, bozulan ucu, pes diyen yazı makinesini atıp yenisini önümüze çektik. Kal­ dığımız yerden yine yazdık. Hep yazdık, durmadan yaz­ dık. Uyarmak için yazdık, öğretmek için yazdık, anlat­ mak için yazdık, güldürmek için yazdık, yüreklendirmek için yazdık. Bunların hepsini bir arada yapmayı deneye­ rek yazdık. Bir gediği doldurduğumuz kuruntusu ile, biz­ den önce söylenmeyeni yakalamak hevesiyle yazdık. İn­ san gerçeğini yakaladığımız bİr yanı ile, Türkiye gerçe­ ğini ayrı bir açıdan verdiğimiz umuduyla yazdık. Yararlı olmak duygusu ile yazdık. Yazıyoruz da. Yazacağız da. Ölüm bir gün elimizi tutuncaya kadar.

Rasim Usta, senin bana o uğurlu ve bereketli eHnle hediye ettiğin ucu lastikli kalemin bunda muhakkak pa­ yı olmalı. Mühürdar, 5 Ekim 1979 (Ölür ise Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, 1979)

DAHLEM İSLAM MÜZESİ

Dün Bugün adh kabare piyesimde anakronik bir sahne vardı. Bu sahnede, halen Viyana'da temizlik işçi­ liği yapan bir Türk işçisi ile Kara Mustafa Paşa nm Viya­ na kuşatmasına katılan bir yeniçeri neferi karşı karşıya gelip konuşuyorlardı, Gastarbeiter yurttaşımız domuz eti korkusu ile eti hepten kesmek zorunda kaldığından ve et yerine yumurta yemekten ülser olduğundan yakındıktan sonra, «— Siz et konusunda ne yaptınız hemşerim,» diye soruyordu. Yeniçeri neferinin ona verdiği cevap şu idi:

134 «— Ne yapacağız! Ne bulduksa yedik. Şu domuz etiydi, bu değildi diye seçmeye kalksak düşman bizi yen­ meden açlık bizi yenerdi. Tabur imamı, 'Siz seferî sayı­ lırsınız' dedi. 'İstediğinizi yiyin. Memlekete dönünce ağ­ zınızı yıkar, tö^be edersiniz. Günah yazılmaz’»

Elbet bir şaka tiyatrosunda geçen bu sahnenin ger­ çekle ilgisi yoktu. Fütuhatın yüzüsuyu hürmetine tabur imamının bu zorunluğa göz yumduğu şaka yollu ima edi­ liyordu.

İşçilerimizin şu son on yılda Avrupa başkentlerine ve kentlerine akın edişlerinden sonra Avrupahlarda Müslümanlık ilkelerine, Ortadoğu törelerine ve giderek İslam sanatı üzerine de hayli ilgi artmış olmah ki bu ko­ nuda yeni yayınlar ve sengiler sıklaşır oldu. Geçenlerde Berlin'deki ünlü Ddılem Müzesi ile New-York Metropoli­ tan Müzesi’nin koprodüksiyonu olarak bir îslam Şahe­ serleri Müzesi açıldı. Benim kabare ojoınumda değindi­ ğim domuz eti konusunda değilse bile, dinimizin seferi­ lere tanıdığı tolerans, bu serginin bir panosımda madde madde belirtiliyor. Müslümanlığın ne ‘kadar geniş görüş­ lü ve çeşitli güç koşullan da öngören bir din olduğu bir kere daha vurgulanıyor.

Burada sergi seyretmenin de ayn bir düzeni ve âdâbı var. Öyle sellemehüsselâm balıklama dalamıyor­ sunuz sergiye. Önce enine boyuna çok dikkath bir ön çalışmanın ürünü ve özeti ana bilgileri size sunan bir av* lu karşılıyor sizi. Bu ana bilgileri en etkili, en açık se­ çik bir üslupla bir sanat tarihçisi, bir pedagog, bir psi­ kolog hazırlamışlar. İsterseniz bu avluda beş marka ki­ ralanan küçük bir âlet edinip sizi görünmez bir re*hber gibi adım adım gezdiren onun ses bandından sergiyi izle­ yebiliyorsunuz. Avlu geçildikten sonra sizi bir projeksi­

135 yon salonu bekliyor. Orada sunulan yarım saatlik filmde Moğol Dönemi Sanatları, Eyyûbiler, Memlûklular, Mu- vaMıidler, Nâsıriler (İspanya) Dönemi Sanatları, İran'da Timur ve Safaviler Devrinde Sanat, Osmanlı Sanatı, en karakteristik eserleri ve mimarî yapıları ile önünüze se­ riliyor. Asistanlığım sırasında Prof. Dagobert Frey'in İstan­ bul camilerinin özelliği hakkında verdiği konferansları tercüme ederken, özellikle üstünde durduğu iki noktayı bu filmin metninde de vurgulanmış görmek bana eski bir ab)bapla karşılaşmışlık duygusu verdi. Bunlardan biri, Ayasofya'nm «Constantinople» uf­ kunda meydan okuyan heybeti... Frey'e göre Osmanlı mimarlarının bu meydan okuyuşa cevap vermek için İs­ tanbul siluetine biıibirinden nefis camiler yükselterek onun yegâneliğini bozmuş, şehri bu yapıtlarla Constan- tinople'Hkten çıkartıp bir Türk ve Müslüman kenti yap­ mış olmalan... İkincisi, bu camilerden her birinin bulun­ dukları meyle, alçaklığa yüksekliğe göre, yani zemini hi­ çe sayarak değil, tam tersine ona uyup onun âhenkli bir uzantısı olarak tasarlanmış olması. İkisi de çok doğru. Yine filmin arka fonundaki sesin söylediği başka bir kı­ yaslama da çok doğru : Sinan’ın Edime deki Sultan Se­ lim Camii kiibbesinin dünyanın en büyülk kubbesi sayı­ lan Saint Pierre’i aştığı gerçeği. Filmden sonra salonlara geçebilirsiniz. Burada Met- ropolitan'dan getirilen 145 parça kıymetli objeyi, bu arada sedef kakmaları, elyazması Kur'ân'ları, hatları, fayansları, çinileri, minyatürleri, çeşmibülbülleri, tepsi­ leri, vazoları, cam işçiliklerini ve büyük sergi salonunun dört yanını çeviren duvara gerilmiş İran, Osmanlı, Buha­ ra halılarını görüyorsunuz. Elinizi bunlara götürüp okşa­ maya kalkmca bir çan sesi duyarsanız şaşmayın. Çanlar

136 sizin için çalıyordur. Çünkü o milyonlar değerindeki ha­ lıların her biri ince tellerle dört ucundan elektrikli sin­ yale bağlanmışlar.

Bir kartondaki açıklamadan İslam'da resim yasağının Hazreti Muhammed’in bir hadîsinden çıktığı, Kur’ân'da ise buna dair bir kayıt bulunmadığı iddia ediliyor. Hat sanatının, oymacılığın, maden ve tahta kakmacılığın ge­ lişmesinin, resim yasağının başka bir alanda boşahşı ola­ rak görülmesi elbet yeni bir yorum değil. Ama bu yasağa karşın sergide sergilenen minyatürler nasıl doğdu, o izah edilmiyor. Bu yerde Hazreti Muhammed'in babası olarak gösterilen Abdülmuttalip, bir başka yerde büyükbabası olarak geçiyor. Bu küçük ayrıntılar doğru verilen izaha­ tın da yanlış olabileceği şüphesine yol açabiliyor.

Efes'deki Eshab-ı Kehf'i gösteren Falnamenin yap­ rağı, başına en çok kalabahk toplayan resimlerden biri... Nedeni basit. Esrarkeş deyimi ile «hap» çılık Berlin için hiç de yabancı bîr konu değil de ondan. Ne var ki, bugü­ nün süzgün bakışlı afyon uykulu Eshab-ı Kehf'i mağara­ da değil de Bohnhof Zoo'nun sidikli hçlünde sızıyorlar.

Bahkadamhğı yeni bir akım sananlar, galiba tarihl­ iyi bilmiyorlar. Hamse elyazması kitabı içinde bir yap­ rak, bize Büyük İskender’in denizde kilitli bir fanus için­ de denize dalıp denizaltı yaşamını gözlerken gösteriyor, ister inanır ister inanmazsınız. Ben 1595 - 16CX> tarihini taşıyan bu renkli Hind minyatürünün yalancısıyım. Kitap illüstrasyonu alanında İslam sanatının Batı yi çok geriden izlediği iddia edilse bile, bu zerafeti o zaman­ ki Batı kitap illüstrasyonlarında bulmak her zaman ko­ lay olmuyor. 19 Ekim 1981 (Berlin Mektupları, 1984)

13T İKl BEZGİN, BİR NİKBİN Bir mimar dostum var. En iyi okullarda oltudu. Ün­ lü ustalarm yanında çalıştı. Aranır adam oldu. İster dev­ let müessesesi, ister özel villa, ister banka, ister apart­ man, ne yaptı ise zevkli yaptı, kaliteli yaptı. Betona ki­ şiliğini geçirmesini, oranları en mutlu tarzda kullanma­ sını, mökânı en estetik şekilde biçimlendirmesini biliyor. Sağlığı- keyfi de yerinde. Ama son yıllarda birden dur­ du. Hiçbir iş almıyor. Kışın Kartal Yuvası'nda kayak ka­ yıyor, yazın Boğaz’da balık tutuyor.

— «Niye çalışmıyorsun?» diye soruldukta,

— «İstediğim malzeme piyasada yok. Kaliteli işçi bulamıyorum. Kimse sözünü tutmaz oldu- Siparişi zama- nmda yetiştiremeyeceğim diye uykularımdan oluyorum. Ustalarla boğaz boğaza geliyorum. Malzemeden, proje­ den ödün vermek zorunda kalıyorum. Üstelik bir yapı, madde yığını değildir. Yaşayan bir şeydir. Bir üslûptur. İçi nasıl dekore edilecek, içinde kim oturacak o önemli. Yaptığın bina bunlarla bütünlenir. Kütüphane diye düşün­ düğün mekân erzak ambarı yapılırsa, o caanım yemek odasından lahmacun yahut ekşili köfte kokusu yayılırsa, ancak Bach’m, Vivaldi’nin fon müziği içinde boyutlana- ■cak veranda, araibesk müziğe boğulursa ben çileden çıka­ rım. İyisi mi çekilirim. Hiç değilse, başım dinç kalır. Kalp hastalığına, tansiyon illetine uğramam.»

Oyun ve roman yazarı bir dostum var. Tekniği sağ­ lam, içeriği zengin eserler yazdı. Romanları basıldı, be­ ğenildi. Ödenekli tiyatrolarda, özel tiyatrolarda başarı ile oynandı. Seyirciyi sardı Galiba biri yabancı dile de çev­ rildi. O da şimdi kalemi bırakmış. Yazmıyor.

138 — «Hayrola, illıamınız mı tükendi?» diye sorulduk­ ta,

«Kim için yazayım, niye yazayım?» diye yamtlı- yor.

«İyi bir roman en az bir yılda yazılır. Eskiden iyi bir romanı önce gazeteler kapışırdı. 'mn, Re­ fik Halid in, A'hmed Harndi'nin romanları Cımıhuriyet'te, Yeni İstanbul da, Akşam'da baş köşelerde onurlu bir yer alırdı. Şimdi hangisi edebi roman basıyor? Yayıncılar bi­ le nazlı. Röportaj tekniği ile, gazeteci üslûbuyla çırpıştı­ rılmış, kolay okunur romanların at oynattığı piyasada fikir romanı ile sentezci romanla ilgilenen okuyucu da kalmamışa benziyor. Tiyatroların piyes seçme işi ehil ol­ mayan insanların elinde. Hadi kabul ettiler, kim sahneye koyacak? Piyesi beğenip benimseyen bir rejisör mü, yoksa sıra kendinde olduğu için esere isteksiz yanaşan biri mi? Rol dağıtımında tasarladığınız oyunculann üçte birini alabilirseniz mutlu sayın kendinizi- Çoğu öbür oyun­ lara dağıtılmıştır bile. Dekor ve kostüm masraf gerektiri­ yorsa, orada da ödün vermek zorundasınız. Bunlara bir de aktörlerin kaprisleri eklenince, eseriniz ikuşa dönüyor, imzanızı atmaya kaleminiz varmıyor.

Bir eser tdk 'başına bir kelime yığını değil ki!.. Oku­ yucu ile, seyirci ile 'bütünleşmesi gerdk. Bugünkü seyirci ve okuyucu da bir acayip oldu. Konsantre olamıyor. Zor­ dan yoruluyor. Dalgın, şaçkın ve avare. E, ne zorum? Şöh­ ret desen, şöhret delisi değilim. Bu kadarı bana yeter. Para desen,iğne ile ku™ kazılır mı? Gazetelere fotoro­ man senaryosu, holdinglere reklam teksti yazan, benden kat kat fazla kazanıyor. İyisi mi, efendi bu işten çekili­ rim- Başım da ağrımaz hiç olmazsa. Ödün vermenin vic­ dan azabından kurtulurum en azından.»

139 Bu iki tipi ya (realist) ya d^ (hayat yorgunu) say­ mak size bağlıdır. Sizin yaşınıza, başmıza, mesleğinize, irfanınıza, izanınıza, yaşr.m felsefenize bağlıdır. Sizce on­ lar ya haklıdırlar, ya da haksız... Hatta işin köküne inen soydansanız, bu kadarını (yeteri kadar) karamsar da bul­ mayabilirsiniz. Tut ki, ihracatımız çoğaldı, tut ki enflas­ yon geri çekiMi, tut ki Friedmann Türkiye’yi Ortadoğu’­ nun ikinci Amerika'sı refahma ulaştırdı. Hatta tut ki, Gü- neydoğu’da petrol çıktı, Suudi Arabistan’la aşık atacak para babası olduk, kültür ve sanat alanında bir karış yol alamazsak bütün bunlar ne yazar? Oralardaki refah, ora­ lardaki kültür ve sanatı ne derece ileri götürmüşse, ya da hangi seviyede bırakmışsa- bizde de oradan farklı mı olur dersiniz? Hiç sanmam.

Kafaların, bilgisayarların hep faiz hesabıyla, döviz girdi çıktısı ile uğraştığı ülkelerde sanata, kültüre yer da­ raldıkça daralıyor.

Büyük kalabalıkların maddiyat dışındaki ilgilerinin de günden güne azalması gibi.

Ankara Caddesi’nin içerlek bir kovuğunda yaşlı ve hasta bir adam tanıdım. Gündüzün bile zor ışık sızan kü­ çücük odasında, kartondan uydurma bir abajur geçirdiği otuz mumluk bir ampulun ışığında dizinde bir battaniye, saıbahın sekizinden akşamın sekizine kadar bir şeyler ya­ zar dururdu- İhtiyarın odasını pislik götürüyordu. Bazen kapısını kimseler açmıyordu. Ama o her gün durmadan önündeki kâğıtlara hep bir şeyler yazdı durdu! Dışarda olup bitenler, onu hiç jn^ hiç ilgilendirmiyordu. Yaptığı işi en iyi yapmaktan başka hiçbir şeyi umursamıyordu. Kozasını yapmakta olan bri ipekböceği gibi kendim yap­ tığı işe vermiş, kozmik bir yücelik içinde idi. Ama bu yü-

140 çeliği de umursamıyordu. Sadece işini, dünyaya geliş se­ bebi saydığı işini önemsiyordu. Geceleri otuz adım kar­ şıdaki köhne otelin ıssız odasına lıep bu doyumla gider, beş saatlik uykusuna dalardı. Bir gece uyanamadı. Elli yıldır tanıdığım. Hattat Hamid'in son yıllan işte böyle sürdü ve söndü. îşte bu da başka bir portre. O iki dostumu anlıyorum. Hem de çok iyi anlıyorum. Ama Hattat Hamid'e, tüm Hattat Hamid'lere candan hayranım. Her ortamda t^anatçı takımına ipekböceği sab­ rı ve imanı gerek- Boş verici dünyaya karşın varolabil- menin, diklenelbilmenin bir yolu da bu asil ve kozmik inat olabilir diye düşünüyorum.

Çök mu safdilim dc^rsiniz? Size nasıl geliyorsa öyledir...

(Milliyet, 5 Ağustos 1984)

HAVAYA SUYA DAlR

Herkesin gözü ve kulağı haberlerden, dizilerden rek­ lamlardan çok, hava raporlarında.,. Yarınki yazgımız ka­ ra kış mı, yalcsa ılık hava mı olacak?’ Dersaadet e ilk defa gelen bir yabancı Sefiri Kebir Cevdet Paşaya, «İstanbul’un iklimi nasıldır paşam» diye sormuş. Hazretin verdiği cevap mesele haline gelmiştir : «O hiç belli olmaz ekselans» demiş- «Poyraz eser kış olur, lodos eser yaz olur.» Bir bakıma iyi ki de eser. Ya maazallah esmese, rüz­ gâr yoksulu Ankara'dan daha da pis olurdu dört milyon­ luk şehrin havası.

Hüseyin Rahmi Gürpmar üstadımızın «Gul Yaibani» adlı romanında, iki hayta, parasına ve evine konmak; is­ tedikleri varlıklı bir kadını ve iki kalfasını deli etmeye

141 karar verirler. Eşaslann üzerine çıkıp, megafonla sesle­ rini büyütüp cin kılığına girerek akıllan zaten teyel ipliği ile iğreti duran zavallıları, acayip bulmacalar sorup sı­ narlar- Bunlardan biri «öyledir ;

«Alemdağı’nı Yeşilköy'e, Çamlıca'yı da Kuruçeşme'­ ye getirseler Kızkulesi ne tarafa düşer?»

Buna benzer uyumsuz tekerlemelere eski meddah anlatılarında da rastlanıhr. Rahmetli dostum Refik Halit Karay, kim bilir belki de bunlardan esinlenip- muhayyi­ lesini Marmara haritası üzerinde gezdirmiş olmalı ki, şu varsayımda 'bulunurdu :

«Uludağ şimdiki yerinde değil de Çamlıca’nın yerin­ de olsaydı siz seyreyleyin İstanbul’un iklimini,» derdi. «Carmes a. Niceye, Riviyera'ya taş çıkartan ebedi bir ba­ har yaşardık.»

tyi mi olurduk acaba? Pek sanmam. İstanbul’a, bu Bizanslı fettaneye, günü gününe uymayan o kaprisli ha­ li daha yaraşmaz mı? O öyle fettanedir ki- pisliği, rüküş­ lüğü bile yakışır haspaya... Güzelliğine, inceliğine halel getirmez.

Onu seven ona karşın sever. Büyük sevgililer gibi... Bu arada iklimini de seve seve sineye çeker. İster yaz ortasında beklenmedik alımak ıslatanı ile bizi nezle etsin,, ister kış ortasında da mavi göğü ılık güneşi ile bize yaz­ dan bir öpücük iletsin.

îklim, iklim diyomz. İklim sözünün özgeçmişini kazırsak Latince kîimatis; Yunanca klima kökenleri çıkı­ yor. Klima, küiTe üzerinde belli bir yerin güneşe kıyasla meylini belirten bir kelime imiş ilkin. Bugün ise daha başka verileri kapsıyor. O belli yerin rutubeti, basıncı,,

142 rüzgârlan, ısısı, kuruluğu, çevrenin topografyasına ^ re açık ya da kapalı oluşu, denize yakın olup olmadığı, yü'k- sekliği ve bunların oluşturduğu hava koşullarının tümü... Bu koşullara göre, iklimler, nordik i'klim, sıcak iklim Ak­ deniz iklimi, yayla iklimi vb. gi'bi etiketler alır olmuşlar.

İklim kelimesi giderek çoğrafi bir deyimi de aşıp daha genel bir anlam kazanmış. Biri «Ben bizim dairede­ ki ru'hî iklimde verimli olamam» dediği zaman Andre Mauroi's «Aşk gelişmek için yumuşak ve ılık bir iklim is­ ter» dediği zaman ruhî çevresinin de kişiye fizik iklimi kadar etkili olduğunu kasteder.

Yurdumuzun sayısız nimetlerinden biri de aynı an­ da dört mevsim iklimini içermesidir. Batı sahillerimiz başka, güney bölgemiz başka. Marmara başka, Trakya başka, Karadeniz başka, doğu illeri başka baş'ka iklim şarkıları söylerler. Birinde ilkbahar, öbüründe yaz, bir başkasında kara kış yaşarsmız- Emektar payitaht, mikro- kozmosımun, mikro kliması olarak her telden çalmayı belki bundan ötürü benimsemiştir. Kadıköy ve Anadolu sahili onun Riviyera'sıdır. Adalar Caprisi; Ischiyası, Ok­ meydanı, Etiler ya da Kireçburnu rüzgârlara açık Kuzey Kutbu...

Kireçburnu dedim de, rahmetli Ömer Seyfettin'in bir hikâyesini hatırladım. Birinci şahıs üzerine yazılmış bu hikâyede yaşını başını almış artık uslanması gereken bir hikâye kahramanı —o tarihte bu yaş kırk beşmiş, ba­ kın dünya nereden nereye geldi— evet böyle bir zat, ha­ line bakmaz, on sekiz yaşmda adalar güzeline âşı^k olur. Nerdeyse evlenmeye kalkacak. Yakın dostu Camisap —Ali Canip herhalde— onu bu ba'har çılgınlığından kurtara­ mayacağını anlayınca, bir hafta kadar Kireçburnu'na gi- dip dinlenmesini, meseleyi bir kere daha düşünmesini

143 salık verir. Bir hafta boyu, duvarlarda, pencerelerde buuu... diye öten Karadeniz poyrazının karşısında istiha­ reye yatan kahraman, aynı dost kendini yoklamaya gel­ diğinde eski coşkulu âşık değildir artık. Romatizma san­ cılarının ortasında her yeri ağrıyan, yaşının olanca ağır­ lığını duyan bir yarı ihtiyardır-

Böyledir insanoğlu, bir ayaz, bir buzlu rüzgâr, bir yağışh hava onun içini de kapar, yaşlandırır, ama bir sıcak köşe, mavi bir gök ve odaya gülerjöizlü bir konuk gibi giren güneş ışığı onu birden ada güzellerine âşık ediverir.

Le Verrier adındaki ünlü Fransız meteorologun hi­ kâyesini bilir misiniz? Üstat, asık bir yüzle ertesi günkü meteoroloji raporunu yazıyormuş. «Rüzgâr kuzey ve ku­ zey doğudan şiddetini daha da artıraralc esecek, hava sı­ caklığı eksi ikiye düşecck, tüm bölgeleri içine alan yağış­ lı hava sulu kara dönüşecek.»

Babasının omzu üstünden yazdıklarına göz atan kızı lıüzünle dudaklarını büzmüş :

«Ne yazık,» demiş, «yarın benim yaş günüm baba­ cığım. On sökizlme basıyorum.»

Le Verrier, durmuş sonra rapora şu cümleyi ekle- mış

«Zaman zaman güneş de açacak...»

Güneşli günleriniz çok olsun sevgili okurlarım.

Olmasa bile içiniz güneşli olsun.

(Koyma Akıl, Oyma Akıl 1985) 11 Mart 1971

144 SON YAZISI :

ALATURKA BROADWAY

DİREKLERARASI

Direklerarası, bugün seks sinemalarının bulundu­ ğu Vezneciler'den başlayıp Vefa Lisesi'nin bulunduğu sokağa kadar uzanan ŞeJızadeibaşı'nın bir bölümüne ve­ rilen addır. Bunun nedeni oradaki dükkânlarla cadde arasında kaldırımı Örten arkadlan taşıyan direklerden kinayedir. O zamanm ünlü Karagöz ve meddah kahveleri, ti­ yatroları, operetleri işte hep bu alanda olduğu içindir ki, Londra'daki tiyatrolar semti Shaftesburry Avenue, New York taki Broadway, Berlin'deki Kürfürstendamm ne ise, yüzyılımızın başındaki Direklerarası da işte onların biz- deki bir benzeri ve alaturkası idi. Bu curcunalı cadde sadece bizim Broadvv^ay'imiz değildi- Işıklı mı ışıtlı, fıkır fıkır kaynayan bir insan meşheri idi. Piyasalar bu caddede yapıhr, kaçamak gönül oynaşları burada cereyan ederdi.

ÇAYHANELER, KAHVELER

Şehzadöbaşı’ndaki çayhaneler de dolup dolup boşa­ lırdı. Bunların her birinin özellikleri vardı. Bu arada, «Mersin Çayhanesi» özellikle temizliği ve çaymm nefase­ ti ile ün yapmıştı. Bu çayhaneye, emekli valiler, emekli paşalar ve saygın kimseler gelirdi. Çaycı Kâmil in kahvdhanesi de, gözde kahvelerden­ di. Y^kup’un çayhanesi ise, daha ziyade politik tandansı belirgin kişilere mahfel olurdu. Ramazan m özelliklerinden biri de- bazı kahveha­ nelerde yapılan semai yarışmaları idi. Çeşitli semtlerin

145 delikanlıları burada toplanıp birbirlerine imalar dolu semailer söylerlerdi. Bu yarışmalar, çoğu zaman kavga ile sonuçlanırdı.

Bazen yumrukla da yetinilmez, bıça;klar, saldırmalar da ortaya çıkardı. Ne var ki iş polise yansımadan, bu kav­ gaları İstaıibul'un ünlü kaibadayılan hemen oracıkta işe müdahale edip kapatırlardı. Bu semai yarışmalarında en güçlü iki rakip Haddeihanaliler (Bahriyeliler) ve Topha­ neliler idi-

Ramazan'da bu kaJıveler meddah, Karagöz ve kukla­ cıların da uğrağı olurdu. Meddah tek kişilik bir gösteri idi. Bir «One man show.» Kendi normal sesi ile bir çerçeve öykünün içinde o olaya karışan bir çok kişinin şivesini, tavrını, psikolojisini taklit ederek seyircileri kahkahadan geçirirdi.

Ne yazık ki, bu tür kaybolmak üzere. Oysa çağa uy­ durup pekâlâ ihya edilebilir. Avrupa kabarelerinde «kon- feransiye» talbir edilen anlatıcılar gibi güncel sosyal ve politik 'sorunları iğneleyen işlevsel bir gösteri haline so­ kulabilir. Karagözle kuklaya gelince bu iki türü bugün çocuklara olsun arada bir göstereibiliyoruz.

TİYATROCULAR, KANTOCULAR

Erkek gözlerinin çıplakça kadın görmeye alışık ol­ madığı o kaç-göç döneminde bu 'kırıtan tazeler dans ve müzik yanlarının dışındaki cinsel çekicilikleri ile de seyir­ cileri kavrarlardı. Çıplakça kadın dedikse yine de hepsi bugünün vücut teşhircilerinden çok daha edepli, derli toplu kılıkta idiler. Sadece kollar, omuzlar ve dizden aşa­ ğı baca'klar ortada idi. Ama o devrin yaşmak altındaki bİr göze, çarşaf eteğinden görünen bir topuğa âşık olabilen, kadma hasret erkekleri için kantocuların manzarası bir göz

146 ziyafeti sayılaibilirdi. Kantoculara sırılsıklam âşık olan, her gece muntazaman geîip onlan süzgün gözlerle izleyen, babadan miras paralannı onlar uğruna harcayan âşıkları da hiç eksik ohnazdı. Bugünkü şarkıcı çur çur solistler alt solistler. aSsolistler sırası gilbi kantoculann da öne­ me göre bir hiyerarşileri vardı- Sonra sıra düettolara gelirdi. Daha sonra da asıl oyuna.

Gazanfer Özcan'ı. Nejat Uygur'u, Metin Akpınar ı Zeki Alasya'sı, Müjdat Gezen'i gibi o günün de popüler güldürü ustaları Abdi'ler, Hamdi'ler, Küçük İs- maii 1er Cevdet 1er, Şevki'ler her biri kendi topluluğun­ da kendi tiıyakilerine neşeli saatler geçirtirlerdi.

Eski Dıreklerarası’nın daha ciddi bir gösteri türü de başta Minakyan Efendi olmak üzere bazı tiyatroların sunduğu Fransızların Grand Guigol tarzı melodramlar ıdı. Bunların da ayrı takdirkârı vardı. Bir başka sevilen tarz da operetlerdi. Darülbedayi ise Batıh tiyatroyu tem­ sil ediyordu.

Hepsini anlatması uzun.

Direklerarası, o dönem İstanbul'unun tek bir semtte toplanmış yoğun eğlence ve gösteri odağı idi. Bugün ar- t^ tarihin sisleri içinde kaldı. Bundan doğal ne olur. Tiyatro, müzik, dans artık iyice Baülılaştı. Önce başka semtlere daha sonra başka şehirlere de yayıldı. Eski gün­ leri eski Direkîerarası’nı nostalji ile ananlar zaten pek hayatta kalmadı. Kimse geçmişi geri getirmek, akışı ge­ riye çevirmek niyetinde değildir- Böyle bir şey hem gerçek duygusuna, hem tabiat-ı eşyaya aykırı olur.

O dönemleri bazen güzel bir sm gibi ananlar, geçmi­ şi güzele boyama hevesinden çok, kendi gençliklerme ço-

147 cukluklannın çağrışımı olan bu sotakta bazen hayalen gezinmekten zevk alanlardır. Kaldı ki o geleneksel tema­ şa formlanndan bugünkü Türk tiyatrosu için yaı*arlı ba­ zı esinler almaJbilir.

Kısmet olursa bunu da, ilerde başka bir yazıda be­ lirtiriz.

('Mî/Ziyef - Panorama, 11 Mayıs 1986)

148 88.06.Y.0001-961

M ,05064 Çağdaş Türk edebiyatında hikâyeleri, tiyatro eserleri sohbet ve gezi yazılarıyla önemli bir yere sahip olan Haldun Taner’in pek çok eseri vardır. Bunların çoğu inceleme ve araştırmalara konu olduğu gibi, batı dillerinde yapılan çevi­ rileriyle de kültürümüzü dünyada tanıtmıştır. Haldun Taner uluslararası armağanlar kazanarak, adından yurt dışında çok sözettiren yazarlarımızdan biridir. Gazete yazıları, televizyon sohbetleri ve kabare oyun­ ları, Gûnûn Adamı we KeşanhAli Destanı ile haklı bir ûne ka­ vuşmuş olan Haldun Taner'i geniş kitlelere seslenen bir yazar hâline getirmiştir. Yaşasın Demokrasi ile hikâyemiz­ de kendine özgü bir çizgi tutturan, yeniliği farklı bir duyuş ve anlatışta bulan Haldun Taner’in hikâyeleri de tiyatro eser­ leri kadar tanınmış, çeşitli armağanlar kazanmıştır. Bunlar­ daki humorist mizah anlayışı, daha sonra bütün yazılarında ve tiyatro eserlerinde de görülmüştür. Bir yönüyle de Hüse­ yin Rahmi, Ahmed Rasim gibi halkın dili ve duyarlığını yazı­ larında bir ûslüp özelliği hâline getirmiş F. Celâlettin ve Memduh Şevket Esendal çizgisini yeni ve çağdaş bir dille sürdürmüştür.

ISBN 975-17-0262-3 845,— TL.