hâlet-i ruhiyemiz:

MART 2019 Fiyatı: 10 TL aylık fikir, kültür, sanat ve edebiyat dergisi

Yenik düşüyor her şey zamana Biz büyüdük ve kirlendi dünya. Murathan Mungan Hakan İlhan Kurt Bleda Yaman

Sözledim saçımı bağır verince, Kurumaya yüz tutmuş toprak, en sert ılgarında koşağı benim. ha çatladı ha çatlayacak! Sarp yokuşlarında yerli yerince, Bahara küskün gökyüzü, belinde pusatlı kuşağı benim; yorgun ve solgun her bir yıldızı. nimeti, rahmeti, başağı benim. Zamanın zamana pes ettiği bir zamanda ve bütün umutların intihara kalkıştığı anda Bölük bölük durup peylenen dağlar, meğer ki senmişsin kavgayla dövüşle eylenen dağlar, tetikle korkuluk arasına giren parmak! göğsüne sindikçe söylenen dağlar, Seninleymiş bir ömürden ömür koparmak. dertlendim, uğraştan bıktım, demedim; Katreye kavuşan toprak, yıkıldım, demedim, yıktım, demedim. ha çiçek açtı ha çiçek açacak! Baharla barışan gökyüzü, Uğultu üğrünür gök otağında, sonsuz bir güneşle güldü yüzü. çayır çimen tutmuş yer yatağında. Her bulutu sabırsız, her yıldızı parlak: Yar kıvrımlarında, su çatağında, Kifayetsiz bir deliliktir şimdi yaşamak. orman kuytusunda soluyan benim; dizinde kurt gibi uluyan benim. Ne varsa sende var sevgili

TALTİF GÜNLERİ TALTİF en güzel nehir, en güzel deniz, en güzel çöl. Dağlar hey, ucalmış, aşınmış dağlar, Ne varsa sende var sevgili soylu bir öfkeyi kuşanmış dağlar, en güzel sihir, en güzel şiir, en güzel telaş. ansızın yayından boşanmış dağlar, Çünkü sende en güzel zülüf, yayıldım döşüne, düştüm, demedim; en güzel göz, en güzel kaş. hayâldim, demedim, düştüm, demedim. Çünkü sende en güzel bakış, en güzel gülüş, en güzel yaş. Saçağında boylu mızrağı yüklü, Ey beni olan kadın, başında ağarmış tulgalar göklü. ey beni benden alan kadın! Kabaca gövdeli, derince köklü, Çehren bir şiirin resmidir, kana doyurduğu toprağı benim; ruhun bir resmin şiiri… kalkanı, baçmanı, çaprağı benim. Gelişin mevsim değil, gelişin iklim değişikliği. Ne güldürse seni yanındayım, Yiğit narasında hislenen dağlar, yandaşıyım, tiryakinim. en bâkir ünlerle beslenen dağlar, Ne ağlatsa seni karşısında töreyle, nizâmla süslenen dağlar, hasmıyım, öfkeyim, kinim. dayandım kapına, kaçtım, demedim; Sanma ki vuslat yolunda bitkinim, açıktım, demedim, açtım, demedim. özlerken hırçın, severken sakinim.

Ne varsa sende var sevgili aradığım, bulduğum, bildiğim. Ne varsa sende var sevgili BİR ATEŞ ÇİÇEĞİNİN DAĞ SÖYLENCESİDİR ÇİÇEĞİNİN DAĞ BİR ATEŞ unuttuğum, sakladığım, sildiğim…

aylık dergi Yayın Kurulu Hukuk Danışmanı Hesap No: TÜN Eğitim Yayın Org. Rek. Dağ. Kubilay KAVAK, Fırat KARGIOĞLU, Neslihan KOÇER San. ve Tic. A.Ş. Adına-Akbank Mustafa YİĞİT, Sidre METE, İkbal VURUCU, İBAN: TR72 0004 6001 7288 8000 1017 94 F. Kürşad DÜNDAR, Volkan EKİZ, İletişim fikir, kültür, sanat ve edebiyat Sergen ÇİRKİN, Bleda YAMAN, 0.312 215 96 98 Yayın Türü: Yaygın Süreli Yayın Oğuzhan Murat ÖZTÜRK, Ahmet Turan TİRYAKİ, Basıldığı Tarih: 26.02.2019 Yıl: 4- Sayı: 37 - Mart 2019 [email protected] Levent ALBAYRAK, Hasan Ali KARASAR, www.ayarsiz.net CTP - Baskı - Cilt TÜN Eğit. Yay. Org. Rek. A.Ş. Adına Sahibi Hakan İlhan KURT, Hakan BOZ, facebook.com/ayarsizdergi Sonsöz Gazetecilik Matbaacılık Ltd. Şti. Güntekin GÜNTAY Kadir BEKTAŞ, Kübra PEHLİVAN, twitter.com/ayarsizdergi İvedik O.S.B. Matbaacılar Sitesi Hakan KAVAK, Taner LÜLECİ, instagram.com/ayarsizdergi Yayın Yönetmeni 35. Cadde No: 56-58 Ayşegül Büşra ÇALIK, Göktürk Ömer ÇAKIR, M. Ragıp VURAL Yenimahalle-ANKARA Süleyman BULUT, Ebubekir KORKMAZ, İdari Merkez Uğur Mumcu Cad. No: 99/2 G.O.P. Tel: 0.312-394 57 71 Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Yunus KIZIL, Metin TURHAN, Mehmet Yusuf Mehmet PARLAR Çankaya/ANKARA SAVAŞ, Mustafa KELLEROĞLU, ISSN:2458-8911 Grafik-Tasarım Feyzullah G. HİLÂL, Tamer SAĞCAN, Fiyatı: 10 TL Davut MERZİFONLUOĞLU Veysel Gökberk MANGA Yıllık Abonelik Bedeli: 100 TL Dağıtım: Turkuvaz D.P. Cerahat gibi ılık... Hastalıklı besbelli... Eriyik madenlerin kaynayışı gibi sancılı... Yakıcı besbel- li... Belki... Hava kapalı rüzgâr esmemeye kararlı sakin bu yüzden deniz... Dalgalar usulca yanaşıyor ve dokundu dokuna- cak derken geri süzülüyor ve şimdi bir yenisi eşikte... Islak kumların sı- nırından belli gece sert geçmiş. Dalgalar kendinden, deniz serden geçmiş... Bellidir... Denizanaları bir şeyin peşinde... Karar kılamamışlar yerlerinde sağa sola daimi meyilli... Denizanaları... Şeffaf oluverir her şey çarşaf gibi karınca dua- sı koysan okunacak... Denizanaları... Beyaz... Açık pembeye çalan bir sarmaşık gibi... Martılara mı özenmiş ne bıraksan uçacak... Beklenen... Ama yok bırakmıyor vişneçürü- ğü kökleri! Belli olmaz ne zaman kan sızacak, açık denizler köpek balıklarını buyur ede- cek, ful besleyen yaşlılar mezarda ağlayacak. Vişneçürüğü kökleri, bir parça köpek ciğeri gi- bi, nereye uzanacak, nereden tutunacak, neye salacak kendini? Belki bellidir... Süt liman bir deniz... Sarmaşık. Beyaz pembe... Tohumu, ağaçlar altında çürümüş vişne... Uzanacak, tuta- cak, salacak kendini… “Kuşlardır göğün kökleri!” Kâh kollarını çırpıp bir ayağından diğerine sekerek kâh ellerini yukarı kaldırıp kendi etrafında dönerek deniz kıyısını arşınlıyordu. Denizin soğuk suyu, yalın ayaklarına dokunup geçiyor; suyun soğukluğuyla içi ürperiyor; denize doğru birkaç adım atıyor; su dizlerine gelmeden geri çekiliyordu. Hâlbuki daha ileri, daha derine yürüdü- ğünü hayalliyor; suyun göğsüne çarptığını, soluğunun kesildiğini, soğuktan dişlerinin birbirine vurduğu- nu, parmak ucunda yükselip can havliyle ve gırtlağından yükselen hayvanî hırıltılar eşliğinde son nefesi içine çektiğini… Yine de cesaret edemiyordu. Her gün doğumu bir hayatı yeni baştan yaşamanın dü- şünü görüyordu ve hep hayra yoruyordu. Yanındaki adamın yokluğunu görmekten çekinerek yüzünü denize döndü. Yer ayaklarının altından kayar gibi su, başını döndürüyor, onu kendine çekiyordu. Ka- pıldı. Bir kapı aralandı. Soğuk, kör bir bıçak gibi tenimizi yalarken olabildiğince hızlı adımlarla ve konuş- madan yürüyorduk. Donmuş karın, ayaklarımızın altında ezilişi duyuluyordu bir tek. Soğuk, öyle sinsice sızıyordu ki insanın içine, birazdan yolun sonuna varamadan katılaşıp kalacağız sanıyordum. Muhakkak bir efsâne söylenirdi arkamızdan. Belki ölümsüz iki âşık olurduk o efsânelerde, belki ahlâksızlıktan taş kesil- miş iki kötü yahut gizemine erişilemeyen isimsiz heykeller… Daha başka şeyler de söylenebilirdi elbet. İnsa- noğlu bu! İnayetine de şerrine de akıl sır ermez. Bu adam da amma hızlı yürüyor! Neden hiç konuşmuyorsa? Gerçi konuşacak hâl mi kaldı yürümekten. Durdum. Birkaç adım daha atıp döndü bana baktı. Hâlâ da öyle bakıveriyor. Sorsana be adam; “Ne oldu? Neden durdun?” desene! Yok, öööööyle bakıyor. Ben de konuşmayacağım. Susacağım. Kaldırımın öbür tarafın- daki kameriyeye ilişti gözüm. Gayrı bir adım dahi atacak takatim kalmadı. Git- tim, oturdum. Hâlâ kıpırtısız bana bakıyor ama eminim bu kez kızgınlığından konuşmuyor. Benim gibi içinden söyleniyordur, içinden. “Şurada eve ne kal- dı ki zaten! Gitti oturdu oraya,” diyordur. Yüzü de nasıl ifâdesiz. Yoksa so- ğuk tüm içini kapladı da katılaştı mı bir ceset gibi? Korku duydum. Hâlbuki ne sıcak adamdır bilirim. Bakışı sıcaktır, yüzü sıcacıktır, elleri, ayakları, yüre- ciği, nefesi sıcaktır. Yüreğine kadar sokulmuş mudur soğuk? Atmaz mı olur yüreği? Kanı mı çekilir? Soğur mu? Buz mu kesilir? Kalktım. Ürkek birkaç adım attım. Bir karaltı vardı ayaklarımın ucunda. Eğildim. Bir kuş. Bir kuş ölü- sü. Kendi hayatın- da böyle eğreti durması insanın, bunu gördüğü her aynaya küsmesi Soğuk, yüreciğine kadar sokulmuş olmalı. Ora- da öylece du- rup bakmaktan vazgeçmiş, yanıma gelmişti. Ku- şu avucunun içi- ne aldı. Ne kadar küçüktü. Ne kadar az vardı. Sırtı kestane kızılı damgalı, göğsü kirli pembe ve gri, başının tepesi mavili grili, kuy- ruğa doğru yeşile dönen gri gövde… Küçücük varoluşta ne KUŞUN çok renk. Diğer elini de kuşun üstü- ne kapattı. Derin bir nefes alarak başparmaklarının birleş- tiği yerdeki aralıktan avuç içine doğru hohladı. Tek- rar derin bir nefes alıp daha yavaş ve daha uzun ver- di nefesini avuç içine. Ben… DİRİMİ Ben zihnim- deki sorulardan kurtulmuş, şaş- kın, onu izliyordum. Ne yapıyor- Merve Sevde Selvi du? Bu kuşun minicik kalbine dolan soğuğu mu kovuyordu sıcak soluğuyla? Daha da yanaştım. Sıcaklık bedenimi kuşatıyordu; her bir hücreme yayılı- yor, beni sarıyordu. Bir şey kı- mıldadı içimde. Kuş avucunda kı- mıldadı. Ölmemiş mi sahi? Hay- ret! O, kuş, ben. Yürüdük. Nihayet vardık ama herkes biraz yoktu. Mühür gözlüm seni elden, sakınırım kıskanırım doğru sızan bir yönü var bu renklerin. Kızgın yağı etinin üzerinde gezdirerek döküyorlar diye hayal et, bildin mi? ek bir şey yaptığım yok. Yalnız yaşamın getirdiği fazla Bir de o renk olmalı. Bütün renkleri karıştırdım. O rengi bir renk olmaz insan hayatına zaten, bilirsin. Zaman bulamadım. Belki renk değil zehirli bir koku bu. Belki ben Pgeçtikçe alışıyorum yalnızlığıma ve yoruluyorum yanlış yapıyorum. Doğru yerde aramıyorum kıskançlığı. ondan. Havalar soğudukça artar ya insanın kederi. Sürekli yürüyorum. Soğuk sıcak demeden yürüyorum. Nedendir bir türlü anlamam. Havalar gittikçe soğuyor ve Yürüyüş iyi geliyor. İşsiz güçsüz, tasasız bir insanın özlemim artıyor boyuna. Tabiî kederim de… Uzun siyah yürüyüş yapacak bolca zamanı oluyor. Keşke sen de saçları vardı hatırlarsın, hatta istesen de unutamazsın. olsaydın. Dağlar rengârenk şimdi. Sonbahar renkleri de Saçlarının ipeğini özlüyorum en çok ve üşüdükçe sığınmak biraz kıskançlığın renklerine benziyor sanki. Turuncu, sarı istiyorum hayal meyal sıcağına. ve kahverengi ama insanı acıtmıyor. Kederini çoğaltıyor Resim yapıyorum ara ara. Kallavi bir şövale aldım, sâdece ve huzurlu bir keder bu, kıskançlığın eli hançerli, bir dolu yağlı boya tüpü ve boy boy fırçalar. Kaç zamandır dili yılan hâline benzemiyor. Keşke olsaydın yürürdük kıskançlığın resmini yapmaya çalışıyorum. seninle. Konuşacak bu kadar çok şeyi olan kaç kişi kaldı Bin yıldır içimi kavuran duygu: Kıskançlık. dünyada. Bencil olmamak gerek, sâdece ben değilim bu Ömrümüze bedel bir sevdayı; bir tenis maçında bir durumda olan. Herkesin içindeki aynı biliyorum, hatta o yana bir bu yana savrulan tenis topu gibi, hangimizin “Ben, dağların en tepelerindeyim,” diyen senin bile. tarafına düşecek diye izledik nice zaman. Asırlar gibi Belki de en çok senin. “Bana bir şey olmaz, sorgulamam geldi bana. Gözlerimiz fal taşı gibi açıktı. Aklımız sussun ben, bir bildiği vardır derim, güçlüyüm çünkü. Kendime istiyorduk, sağduyumuzu öldürelim. Gönül ne diyorsa o. inanıyorum ben, ben, ben, beeennn…” (midemi bulandırıyor Gerekirse ölelim, öldürelim olmazsa… Ne tarafa düştü hâlâ bu samimiyetsiz zırvalık, bu ikiyüzlülük). Evet, buna benzer bilmiyorum. Kibir yüklü sesiyle, ışıl ışıl gözleriyle, yüzüne şeylerdi söylediklerin. Nedir sendeki bu hırs, bu inat? Sana yayılmış, insanı can evinden vuran, gülümsemesiyle bana bir şey olmaz. Neden? Sen insan değil misin? Sen kadın dönüp, “Seni seviyorum onu değil,” dediğinde arkamı dönüp değil misin? Herkesi kandırabilirsin Zeynep. Belki herkesi gittim ben. Yüklenip tüm sevdamı, kıskançlığımı ve tabiî ama beni değil. Unutma! Aynı dağın tepesinden düştük hasretimi, geldim bu kuytuya yerleştim. Seçilmiş olmanın ikimiz de. Aynı civan itti bizi bu uçuruma. Kalbinin içindeki verdiği mutluktan ziyade bir seçime konu olmanın acısını her şeyi senin kadar iyi biliyorum. Dağları sen yaratmadın taşıdım bunca yıl. meselâ. Benim eserim onlar. Dediğin doğru olsaydı en Maçı kaybetmek kazanmak mı önemliydi, topa azından mesaide kavuşmak mı? karşılaşırdık. Hangimiz kazandık Kıskançlığın hangimiz kaybettik resmi nasıl olmalı? Zeynep? Bizi kıran İçimin resmi. O kırana mücadeleye ateşin, o alevin zorlayan insafsız resmi. Cısır cısır bir antrenör ne ses geliyor yangın istiyordu aslında? gibi. Sinsi, hayın Benim önüme bir yalım. Kütür Yağ Yeşili ve seni sürüyordu, kütür değil, cayır seninkine beni. cayır değil. İnceden, Bizim ondan başka sessiz, sinsi… şansımız yoktu, Hayın işte. Bu hayın öyle sanıyorduk. lafını Ahmed Arif Emindik yahut. Bu kullanırdı çokça. gün bunu bilmek Ne üzülmüştüm Siyah güç… Kim kazandı öldüğünde. Bir Zeynep? Ben mi? gün mutlaka Yeşim Monus Benim kazandığımı tanışacağıma dair sanıyordun. Yoksa kuvvetli bir inanç öyle ağlar mıydın? taşırdım içimde. Nazım Hikmet’i, Cemal İri ela gözlerini kırptıkça iri taneler nasıl da Süreya’yı, ’ı, Atsız’ı da severdim yuvarlanıyordu bembeyaz yanaklarından ama Ahmed Arif’in yeri çok başkaydı işte. kuğu gibi zarif boynuna doğru. Yüzün Her mısraı tek başına şiir olabilirdi ve o, kırışmıyordu; acı, o güzel yüzünden nasıl da saçar savururdu cömertçe. “Nasıl anlaşılmıyordu. Hoştun, zariftin ağlarken. harcar ki böyle acımadan sözcükleri!” Ağlarken bile hesap ediyordun estetik derdim. Başkası olsa on kitap yapardı güzelliği. Nasıl da güzeldin, nasıl da şiirlerinden. Cömert adamdı vesselam. dingin. Hesaplı kitaplı bile olsa ağlamayı Yiğitti. O da gitti. Neyse… hiç hak etmiyordun. Ama öyle yazılıp Ateş kırmızısı, kiremit rengi, konulmuştu önümüze sanırım. turuncu, sarı ve kızıla çalar kahve. Senaryoya bağlıydık ölümüne. Yukarı doğru coşan değil derinlere O kadar çok uğraştım ki bu resmi tamama erdirmek için. Resmi tamamlarsam, içimdeki tüm acıyı Veysel Gökberk Manga tuvale aktarıp beni boğan bu duygudan kurtulacağım sanıyorum. Bir türlü yapıp “Sessizlik oldu ve uzun sürdü.” bitiremediğim, acıyı tamamlayamadığım Hamdi KOÇ için sinirleniyorum. En iyi becerdiğim onra bir şey oldu ve durdu. Hiçbir şey olmamış gibi durdu. iştir bu. Deli divane öfkelenirim. Bu öfke Yeni bir yorum getirdi sandım. Libertango’nun neredeyse boğar beni, yerden yere vurur. Sellere Sbütün çeşitlemelerini dinlemiştim. Hani o insanın içine Buenos kapılıp giderim. Düşüp rüzgârların Aires’in mevsimlerini dolduran müziğin… Alkışla başlayanlarını, önüne, tüm enerjimi yok edinceye piyanonun tellerini zangır zangır titretenlerini, yalnız kontrbasla -zor da olsa- çalınanlarını bile… Bu, daha önce duymadığım bir dek paralarım kendimi. Öfkelerim çeşitlemeydi; ya da bana öyle geldi. yönetir beni. Şimdi burada bir başıma Bana kalırsa, tam da onun durduğu yerde, kemanla akordeonun yaşamam, boyalar ve kitaplardan bir DNA sarmalı gibi sarıla sarıla yükseleceği bir çıkışa, patlamaya başka hiçbir şeyin olmadığı, rüzgârın ihtiyâç vardı. Bestelenen tüm müziklerin gen-nota haritası oraya ıslığından başka hiçbir melodinin kodlanmalı ve aktarılmalıydı. Tanrı şimdi yaratmıştı dünyâyı. Ya duyulmadığı bu tenha hayat da tabiî ki da Piazzolla’yı önce… Sonra onun içine müzik üflemişti ve o da öfkemin eseri. Hayatın dışına çıkacak bestelemişti işte. İnsanın Tanrı’dan kurtuluşunun tangosu. Son günah. kadar kızgındım. Bu da “doksan dokuzu Duracak zamân değil. affeden Allah, yüzüncüyü etmez mi?”ye İçimde bir kemanın ince ince salınışını duyuyordum. Nasıl döndü sonunda. Hayatın dışına çıkayım anlatayım? Bir şey vardı. Bir kuğu hayâl edin. O kadar. Kuğu hiç derken belki tam da içine düştüm. Dansı Özgürlük hareket etmemiş. Maddesizlikten olma. Veyâ maddesi, bir kemanın Belki hayat böyle bir şey… En sevdiğin ince ince salınışından yapılma. Ama bu kemanın muhayyilenizde, şeyleri yaparak sıkılıp ölmek hayatın ta herhangi bir müzik çağrışımı yaratmasına izin vermemeniz önemli. kendisi belki de. Bu özleme ve dinmeyen Bir çocuğun elini tutmuşsunuz ama o sizin çocuğunuz değilmiş ve siz kıskançlığa da bir çâre olsa diyeceğim de bunun farkında değilmişsiniz gibi. İhtimâller şâheseri. Yâhut da her şeyin ki; yaşamak budur. birdenbire boşa çıkışı demeyeyim de boşlukta asılı kalışı ve boşluğun da zâten asılı Saraylarda yaşasan, emrinde kaldığı bir boşlukta oluşmanın imkânsızlığı. Her hâliyle saçmalık. olsa dünyanın bütün nimetleri yine Gözlerine baktım. Bu bir hikâye değildi. Koca salona hiç kimse, lâf söz duymak için gelmemişti. Birkaç saatliğine belki de, bensizliğimizden çıkıp dünyânın de olmuyor Zeynep. Daha önce de dönüşünü hissetmek istiyorduk. Dünyânın dönüşünün pespâyeliğini yalnızca bilmek söylemiştim sana. Onsuz olmuyor. değil, bu sefer bilmeden hissetmekten bahsediyorum. Kaybetmeye vaktimiz yoktu. İpek kadar yumuşak gece kadar Ama o, hiç başlamamışçasına durdu. karanlık saçlarına dokunmak gerekiyor. Neyi bekliyordu bilmiyorum. Tango sessizliği kaldırmaz. Sevecen veyâ hüzünlü, Olmazsa olmaz gözlerine bakmak. durgun ya da coşkun, ama gürültülü olmak zorundadır. Doğduğunuz ânı hatırlayın Gözleri ki bakmaya ne kıyabildim ne derim size, bunu anlatabilmek için. Zor değil. Kapayın gözlerinizi. Kulaklarınızı da doyabildim onca yıllar içinde. Hâlâ duyduğunuz yalanlara kapayın. Önkabûller yok. İnsanlara da gerek yok. Sürüngen onu terk etmiyorsam, hâlâ her sabah bir karanlıktan süregidecek bir karanlığa süzülmüştünüz hani. Doktorun tekinin adını içime çekiyorsam, hâlâ uzansam nefesi ensenizdeydi. Ciğerlerinize, çekeceğiniz acıların yangısı dolmuştu. Bağır yakalarım ellerini sanıyorsam bin bağır sızlanmıştınız. O melûn ışığı ilk kez görmüştünüz. Duyduğunuz ilk tango kilometre öteden, hep gözlerinin sebebi budur. hikmetinedir. Sâdece gözleri mâsum O hâlde, tango çalan, hele de Libertango çalmaya cesâret edebilmiş bir kalmıştır yıllar sonra da. O kırık, kesik piyanistin sahnenin orta yerinde öyle kalakalması, ancak deliliğin karşıtı bir eğri parmağı bir de. Çocukken kırmış akıllanışla açıklanabilir, dersem yanılmış olmam. Piyanist doğmuştu artık. Yaratım onu biliyor musun? Hayali düşmanla sona ermişti belki de. İçindeki, kendi- savaşırken baltayı düşman askeri olan kendine-sanatçı bir ânda güdük kalmıştı. oduna değil parmağına vurmuş. Bin kez Körgöz bir heykeltıraş olmuştu örneğin, öptüm o parmağı ben, onun hiç haberi eserini göremeyecek olmakla lânetlenmişti. olmadı. Kaynadığı yerden yeniden Yâhut buz gibi sağır bir kırmayı dilerdim oysa ve tabiî bundan papağana dönüşmüş ve haberi olsun da isterdim. sıkışmıştı. *** Sessizlik üç sâniye Nihayet bitti resim. Saydım, tam 9 sürdü. yıl olmuş. O rengi bulamadım. Bazen yaklaştığım oldu. Yağ yeşili ve dalga dalga karanlık bir siyah vardı birbirine karışan. Ama tam rengi buldun mu dersen, bulamadım. En çok o zehirli koku anlattı durumu, onu da tuvale koyamadım. Sığmadı, sığdıramadım. Yıllara sordum, “Değdi mi?” diye. Değmemiş. Bir halta benzememiş resim! 941… Meşhur “Barbarossa anıları mıydı? “Ah Alımkan… Ah Harekâtıyla” Hitler’in Amantur…” 1orduları hızla Rusya’ya Stalingrad’da bir bomba doğru ilerlemiş, Stalingrad daha düşüyor, farklı yerlerden (Volgograd), Alman dumanlar yükseliyor, sonra kuşatmasıyla bir harabeye SAVAŞ mermi vızıltıları… dönmüştü. II. Dünya Savaşı’nın Bir binanın içindeler, cinneti, dünyanın birçok askerlerin her biri elinde yerinde devam ederken; silahla bekliyor, Eldar’ın Hitler ve Stalin, bu tarihin elinde keskin nişancı tüfeği… görüp görebileceği ruh hastası Belinde kürek, yüzü gözü toz, iki lider, şimdi karşı karşıya toprak ve is olmuş. Ayakta kalan gelmişti. Hitler, Stalin’in kendi GÜNLERİ… her binada durum bu; iki ordunun adını verdiği şehri alarak zafer alışık olmadığı bir tarzda, artık bir istiyordu. Stalin ise, “Kızıl Ordunun”, bir nebze ayakta olan her oda bir cephe, direniş hattı oluşturarak, Almanların bu her sokak arası bir savaş alanı, binalar büyük savaş makinasına karşı durabileceğini rkan akıcı sürekli el değiştiriyor. Sık sık yakın boğuşmalar düşünüyordu. İki ordu, hiç de alışık olmadıkları E Ç da yaşanmış. Hatta bir keresinde, mermisi bir savaş tarzıyla karşı karşıya geldiler; ağır bitince Eldar, bu yakın boğuşmalarda küreğini bir bombardımanlarla şehir harabeydi ama artık ayakta Alman subayının kafasında, bütün hıncını alırcasına kalan her binanın odası, her taşın arkası, iki ordunun parçalamıştı. Kan etrafa saçılmış, yüzüne bulaşmıştı, sonra karşı karşıya geldiği en küçük bir yer dahi cepheydi… Bu tam onu gören başka bir Alman askeri ateş edecekken yere harabenin içinde, meşhur “Barmaley çeşmesi”, altı çocuğu atlamış, Alman subayın elindeki “parabellumu” son anda alıp el ele dans ederken tasvir eden heykel, savaşın en ironik askere ateş etmiş ve onu da öldürmüştü… Hayattaydı. Küçük ve trajedik görüntülerinden biri olarak şehrin ortasında bir sokakta, bir taarruza kalkıldığında, “geri çekilme” ihtimali duruyor, etrafında ise cesetler çürüyordu… Bir bomba daha yok… Önde Alman ordusunun makinelisi, arkanda “eğer geri düşüyor, farklı yerlerden dumanlar yükseliyor, sonra mermi çekilirsen” Rus makinelisi; mermi biterse, kürekle, kürek vızıltıları… düşerse dövüşerek… Hayattaydı işte… Alımkan ve Eldar, birbirlerini çok sevmişlerdi, dağların, yaylaların, coşkun akan suların, “bozüylerin” (çadırların) çocuklarıydı onlar; yokluğun ve yoksulluğun beraberinde getirdiği zorluklara rağmen, bir yuva kurmuşlardı. Kırgız çocuklarıydı onlar, atlarla, doğayla, destanlarla büyümüşlerdi. Sovyet ideolojisinin kurduğu ekonomik düzen içinde, ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Eldar 20, Alımkan 18 yaşındaydı… Dağların zirvesinden toprağa bir inci gibi kondurulmuş olan Isıkgöl’ün etrafında, Çolpan Ata’da yaşıyorlardı. Amantur, onların henüz birkaç aylık, çekik gözlü, al yanaklı oğluydu. Ancak zorluklar içindeyken, bir de savaşla ilgili haberler geliyordu… Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı… Parti komiserleri her gün köylere kadar gidip, ateşli nutukların ardından, gençleri götürmeye başlamıştı. Aslında bütün Türkistan coğrafyası, insan gücüyle, imkânlarıyla, madenleriyle, tarlalarıyla, Moskova’nın istediği ihtiyaçları karşılamaya yönlendirilmişti… O uçsuz bucaksız coğrafya, Kızıl Orduyu ayakta tutan bir makineye dönüştürüldü… Genci yaşlısı, kadını erkeği, herkes bu büyük savaşın içinde, harıl harıl çalışıyordu. Gençler de savaşa götürülmeye başlamıştı artık dedik; işte Eldar, böyle bir sürecin ardından, trene binmiş, kucağında yavrusuyla ağlayan Alımkan’a ve ailesine el sallıyordu. Daha önce vedalaşmışlardı ama kelimeler yetmiyordu, birbirlerine bakıp, Amantur’u öpüp, Eldar, savaşa ilk geldiği günlerde gözleri dehşete öyle sessizce, fısıldaşarak konuşmuşlardı. Kızıl Ordu düşmüştü. Aklı almıyordu, bu gördüklerinin içinde olduğuna tarafından Stalingrad savunmasına gönderilen binlerce inanamıyordu. Titriyordu. O günlerde, her an ölüm Türkistanlı gençten biriydi, bir meçhulün ortasında, soğuk gelebilecekken, yanı başında parçalanarak ya da yanarak rayların tıkırtısı eşliğinde düşüncelere dalarken, yanında ölen askerleri görürken, her yanda çürüyen asker cesetlerini çocukluk arkadaşları da olması içini ferahlatıyordu. Ama gördüğünde kapıldığı dehşet; hayatta kaldığı her yeni günün hep akılda aynı soru; orada, Stalingrad’da, Leningrad’da, ardından, yerini rutin bir soğukluğa, alışkanlığa bırakıyordu. Moskova’da “ne bekliyordu onları?” Akıbetleri ne olacaktı? İşte şimdi, o yıkık dökük binanın odalarında, diğer askerlerle Bu trende yaptıkları sohbetler, birbirlerine yaptıkları birlikte namlunun ucunu gözlerken, yüzü gözü toz, toprak şakalar, gösterdikleri siyah beyaz fotoğraflar; onların son ve is olmuş, elinde keskin nişancı tüfeğiyle dürbüne bakan Eldar’ın gözlerinde artık dehşetten eser kalmamıştı, hayatta kalmak ile ölmek arasındaki o ince çizgiyi, yaşanacak irsen araca olan tüm dehşeti kabullenmişti. Trende beraber geldikleri B K çocukluk arkadaşlarının bazıları bir binanın içinde, bir sokak çatışmasında, bir taarruz yahut savunma anında can vermiş yahut sakat kalmışlardı… Sovyet savaş makinesi, Bu öykü ana olmayı başarabilmiş propaganda silahıyla hem orduyu hem de halkı ayakta kadınlara adanmıştır. tutmaya çalışıyordu; Eldar da bir keresinde haber yapılmıştı, “…Stalin’in şehrinde Kızıl Ordunun kahramanlarından ve ütfiye Ana ve oğlunu birbirlerine Kırgız yoldaşlarımızdan olan Eldar adlı asker, büyük bir kaderleri bağladı. kahramanlıkla bugün beş Alman askerini keskin nişancı L … tüfeğiyle öldürdü. Selam olsun Eldar yoldaş..!” Eldar için Su doldurmak için çeşme başına bunların bir önemi yoktu, savaştaydı ve hayattaydı. Alımkan gelmişti Lütfiye Ana; omzunda ve Amantur, artık çok uzaklardaydı, hayatta kalmak isteği ise taşıdığı testiyi kurnanın içine özenle onları bir daha görebilme umuduydu… ANA yerleştirdikten sonra bir süre oluktan … Bir bomba daha düşüyor, farklı yerlerden dumanlar akan suyun açısını gözeterek testinin yükseliyor, sonra mermi vızıltıları… ağzını eğik tuttu; dolduğundan emin Bir sokak, bir bina ele geçirilmesi, bu savaşta zafer olunca da testiyi oluğun altına bıraktı ve anlamına geliyor… İşte Alman askerleri, Eldar’ın ve yan taraftaki oluktan kana kana su içti, arkadaşlarının bulunduğu binaya doğru yaklaşmaya yüreğindeki yangını söndürmek için; akan başladı, Eldar dürbünden bunu gördü ve bağırdı, “hazır soğuk suyla yüzünü, ensesini yıkadı ama olun, geliyorlar…” Hepsi bu kanlı çarpışmalarda hayatta suyun soğukluğu biricik oğlunun acısıyla yanan kalmış, tecrübeli askerlerdi. Önde Alman panzeri, yüreğini serinletmedi. Gözlerinden boncuk boncuk yaşlar namlusundan binaya doğru mermiler savurmaya başladı, süzülüyordu. Doğruldu… ve… oğlunu gördü, gelen oğluydu… aynı anlarda Eldar tankın yanında ve arkasında duran karşıdan kendisine doğru geliyordu işte: Başı döndü, gözleri Alman askerlerinden gördüklerini “indirmeye” başlamıştı. karardı, yere yığıldı. Tank mermisi, el bombaları, silah tarrakaları ve mermi Kendisine geldiğinde başında duran delikanlıya, vızıltıları, dumanlar içinde bir çarpışma yaşanıyordu. İki “Kepini, giyim kuşamını görünce oğlum geliyor zannettim, tarafta da kayıplar veriliyor, Alman askerleri binanın içindeki kusuruma bakma oğul. Niyazi’m de seninle yaşıttı. İvriz’e direnişi kırmak için, Binadaki askerler ise son ana kadar göndermedik, uzaktır, hasretine dayanamayız diye; şehirde tutunabilmek için savaşıyordu. Hiç de öyle filmlerdeki gibi okusun dedik, özleyince hemencecik gider görürüz dedik. zaman ağırlaşmıyordu, hatta zaman bıçak gibiydi, kesiyordu, Seni İvriz’e gönderdiler diye de ananı babanı kınadık, akıp gidiyordu… Eldar ateş ettikçe, bir yandan da yakın bilemedik oğul. Biricik oğlum öldü… üşütmüş… yattığı oda boğuşma olacağını kestirmişti… Odalar mermilerden yeniden nem alırmış, zatürre olmuş, söylemediler bize; kirasını da delik deşik olmaya başlamıştı. Yerinden doğruldu, hızla ödüyorduk, akraba dedik, bakarlar çocukları gibi dedik ama… başka bir yere geçti, o anda kalkmasa bomba tam üstünde yattığı oda nem alırmış, söylemedi bize; okuldan alırız diye patlayacaktı… Yüzü toz, toprak ve is… İşte binanın içindeler, korkmuş, bilin mi oğul? Ardından babası da uzun yaşamadı, elinde kürekle, tabancayla, tüfekle, süngüyle yeniden yakın dayanamadı biricik oğlunun acısına.” boğuşmalar... Tank hala ateş ediyor, el bombaları patlıyor. “Bilirim, duydum ana. Başın sağ olsun.” Askerler bağırıp çağırıyor, kimisi inliyor… Eldar bir Alman “Senin de başın sağ olsun oğul, sen de ananı kaybettin. askerini bu kez küreğiyle öldürdü, diğerine ateş etti ve onu Yazık oldu, gencecikti daha.” da öldürdü, hızlı olması gerekiyordu, nereye gidebilirdi “Sağ ol, Lütfiye Ana, sizler sağ olun. Anneme derken bulunduğu yerdeki duvar az daha üstüne yıkılacaktı. üzülemiyorum bile, iki küçük kız kardeşim var evde; benim Hayattaydı. Bir Alman askeri yıkılan duvarın ardında Eldar’ı okuluma dönmem gerek, bitmesine daha iki yıl var. Doluya gördü ve ateş etti, onu sırtından vurdu. Sonra el bombaları, koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor. Seni çeşme patlamalar ve mermiler… Eldar orada can verdi… başında görünce, benim içim de yandı… Annem olsaydı 2018… Amantur 77 yaşında… Torunu Eldar’a, babası dedim, çok değil iki yıl daha yaşayabilseydi dedim ama gücü Eldar ve Annesi Alımkan ile henüz savaşa gitmeden önce yetmedi, mezun olmamı göremedi.” çektikleri son fotoğrafları gösteriyor. Babasının ölüm Oğulsuz kalmış bir anne ve annesiz kalmış bir oğul haberini çok sonra alıyorlar, savaş sonrasında da madalyalar tarifsiz acılarla çaresiz bakıyorlardı birbirlerine. veriliyor… Amantur bunları hatırlamıyor, annesinin Sonunda oğul akıl etti, “Bak ne diyeceğim, Lütfiye Ana. anlattıkları ve savaşa gitmeden önce çekilmiş fotoğraflarla, Sen benim anam olsan, ben de senin oğlun olsam, olur babasını tanıyor. Annesiyle birlikte zor yıllar yaşıyor, sonra musun anam? Sen olur de, hemen yarın babamla nikâhınızı büyüyor, çalışıyor, annesi de ölüyor. Aile kuruyor, çocukları kıydırayım.” oluyor ve şimdi babasının adını taşıyan torunu Eldar’la Lütfiye Ana’nın yüreğinde düğüm düğüm olup çöreklenen tüm bu hikâyeyi paylaşıyor… Eldar, dedesiyle vedalaşmaya sevgisi çözüldü, akış yolunu buldu: Oğluna sarıldı, ağladı, gelmiş. Amantur, torunu Eldar’dan bu fotoğrafları ve ağladı… madalyalardan birini hatıra olarak saklamasını istiyor. Bu vedalaşmadan aylar sonra, 2019’un Şubat ayının ilk günlerinde Amantur, ulu bir çınar olarak hayata veda ediyor. Eldar ise o esnada, bir yıl önce veda ettiği dedesinin ölüm haberini babasından alırken, ’da bir üniversite öğrencisi… Onlardan dışarı çıkıp bakan olmadı bile… Allah, düşmanın da merdanesini nasip edecek insana! Biz, nasıl davranmak lâzım gelir diye aramızda konuşurken, bir baktık bizim kalender meşrep Akif Beyimiz, mavzeri elinde, fişekliği belinde görünüverdi kapıda, beni yol arkadaşlığının vazifelerinden uzak bırakmayınız diyor, başka şey demiyor… MUAZZAM Biliyordum! Biliyordum işte, içinde bir komitacı yatıyor diye! Hay beyim! Civanmert beyim! Medine’ye yerleşmeyecektik tabiî de biraz apar topar oldu çıkışımız sanki… Şehirde huzursuzluk istemiyormuş Basri Paşa. Sanki devlet görevinde değiliz de hac ziyaretine geldik! Her biri ayrı âlem bunların! Tam on sekiz gün, deve üstünde çöl arşınlayıp, Haile Kasabası’na vardık. İbnürreşid’e, Sultan’ın hediyelerini takdim ettik. Devlet-i İSTASYONU Âli’ye bağlılığında sıkıntı yok fakat isteklerini yerine getirmeye de imkân yok! Daha birkaç ay önce kapışmış İbn Suud’la… Kan gövdeyi götürmüş buralarda. Bu galip gelmiş Kübra Pehlivan fakat diyor ki, “Suud, İngilizlerden silâh ve destek alıyor, güç yetiremem artık!” Peki, ne istiyorsun mübarek? Ohoo… Sahra topları, mitralyözler, mavzerler, neler neler! Eh, biz bunları verelim vermesine de bu Suud da isteyecek aynılarından… Horoz dövüştürmeye mi geldik biz? nd içtim! Bu gece kıyamet kopsa, bu çadırın başından Ben diyorum ne yapmak gerektiğini de, beni dinleyen yok ayrılmam! Yeter ki huzuru bozulmasın. Kimseyi işte! Fakat İbn Suud’u dinleyecekmişiz, yine düştük yollara… Ayanaştırmam! İngiliz kesesine çoktan alışmış da, Şerif tıynetsizlikte Adım Necmi. Ahlatlı Necmi derler bana. Eşref Bey, kimseyle kıyas kabul etmez olduğundan, bu da, pusuya yakın korumasına verdi Akif Bey’in… Daha doğrusu ben yatmış bekliyor bence. Biz ise bu topraklarda vefa arıyor, atak davranıp, kaptım vazifeyi. Kendi bile ezber etmemiştir muhabbet tesis etmeye çalışıyoruz. İşe bak ki, herif gitmiş. şiirlerini, benim heves ettiğim kadar. Akif Bey’i kimselere Riyad’da değil tâ Basra sahilindeymiş. Geleceğimizi de bal bırakmadım, bırakmam! gibi biliyor ha! Riyad dediğin en az on beş gün, oradan da El El Muazzam İstasyonu’nda, artık dönüş yolundayız. Hassa yirmi çeker, etti mi gidiş dönüş en az iki ay! Bugün öyle bir haber aldık ki heyecandan uyku tutmuyor Sam fırtınasından bahsetmedim tabiî… Kasabanın hiçbirimizi. Anlatacağım. Nasılsa gece uzun… ihtiyarlarının dediğine göre, yıllardır böylesi görülmemiş. *** Deliller diyor ki, en az kırk beş gün sürecek! Enver Paşa’nın emriyle birkaç ay önce geldik buralara. Eşref Bey, “Pusulamız var, haritamız var!” diye eldeki Bu ‘Şerif’ bozuntusunun, eli kulağında isyânına tedbir olsun müspeti çoğalttı, nefsi yok saydı, dalıverdi çölün içine… diye… İbnürreşid ve İbn Suud’u ziyaret için… Fakat gittik Emir El Breyd’i yerine vekil bırakmış bu İbn Suud… Emir, gördük işte; tepelerine tilki dadanmış, bunların gözü hâlâ merhum babasıyla hukukumuzu çiğnemez, meselenin iç birbirinde. Madem tilkiyi vuramıyoruz, horozları kessek ya! yüzünü anlatır, deyip gitti dokuz günlük yola. Biz Haile’de Ne lüzum var ki, böyle dolaylı işlere? bekleyeceğiz. Enver Paşa’nın başyaveri Mümtaz Bey, kum Ne diyordum? Trenle önce Şam’a indik. Cemal Paşa, fırtınasında bir gözünü kaybetti, durumu fena… Şeyh Tunusi tutturmuş; yok efendim, bu Şerif’in oğlu Faysal gözünün dediğim bir yaşlı koca, üstüne kalp hastası, hali duman. önünde Kur’an’a el basıp, devlete sadâkat yemini etmişmiş. Akif Bey ise sportmen adam, Boğaz’ı kaç defa yüzerek Hatta İngilizlere karşı savaşmak için silâh istemişmiş. Enver geçmişliği var ama bu kadar macera, ona da yetişir artık. Paşa da pek vehimliymiş! Söylenecek çok laf var da işte… Günlerini bir şiir üzerinde çalışarak geçiriyor. Keyifli Tövbe tövbe… olduğu vakitlerde, “Haydi Necmi!” diye işmar ediyor. Komedi mi yoksa dram mı demek lâzım gelir bilmem Koskoca Akif Bey’e elense çekip, künde atacağımı, rüyamda ama katarın önünde, kendisine iki vagon, bir salon tahsis görsem inanmazdım. Çöl hâtırası! Bir de Çanakkalemiz edilen Şerif’in oğlu Faysal ile aynı trende yolculuk etmek de var. Gün içinde, hiç olmazsa beş on defa… Sürekli harpten varmış kaderde. Sanki ardımızdan onca işi çeviren kendisi konuşuyoruz. Bütün yollar, bütün mevzuular, Gelibolu’ya değil, bizim heyetteki büyüklere bir mübalağalı övgüler, bir çıkıyor. Askerî terimlerden anlamam diyor ama tarih bilgisi samimiyet gösterileri, ancak o kadar olur! Bir de Akif Bey’in muntazam. “Bir gün Bedir Savaşı’nın İslâmiyet için önemini hayranıymış haşmetmeab. Belli ki okuduğunu anlamıyor, vurguluyor, ardından ‘Çanakkale şu an, Âlem-i İslâm için boşa nefes israfı! Vur gitsin! Neyse… Böyle muhabbet aynen o vazifeyi üstlenmiştir,” diyor. Başka sefer, Papa’nın halesi içinde, Medine’ye vardık. Faysal Efendi, âlâyıvâlâ ile kollarına kırmızı haç takıp, Doğu’ya saldığı cühela takımını, karşılanırken, bizim Akif Bey, tren basamağından, başka bir mahpus artığı bir sürü hırsız, katil sürüsünü sayıyor, âleme indi sanki, Peygamberin ağuşuna kavuşmuş, gözü bir Kudüs’te günlerce akıtılan Müslüman kanından; Anadolu’da şey görmüyor. Bunca patırtı tutunmuş olmasa eteklerine, yaptıkları zulüm ve kıyımdan bahsediyor; Eyyubi diyor, zamanından bile sıyrılıverecek mübarek. Kılıçarslan diyor, sonra iş dönüp, fetihe ve Boğazlar’a geliyor. Fakat hâlâ bu dünyadayız, bir de savaşı var, işte onun Fatih Sultan Mehmet tarafından, Çanakkale Boğazı’nın en tam ortasındayız. Nasipte ne varsa o! Bir geceyarısı, uykunun dar yerine dikilen Kilitbahir Kalesi’ni anlatıyor. “Fetihten bu orta yerinden fırladık; Uhud Dağı’nın eteklerinden peşpeşe yana titizlikle muhkem tutulmuş o kilit kırılır da; Ehl-i Salib, tüfek tarrakası, kıyamet kopuyor sanki. Kaldığımız ev ile İstanbul’a, bir fatih gibi girerse ne olur?” diye soruyor. Sonra Emir Faysal’ın karargâhı arasında iki yüz metre var yok! uzun uzun kendi cevaplıyor. Ecdadın çağlar boyu at koşturduğu coğrafya atlası, şimdi Dedim ki “Efendim, herkes kaçsın da bir köşeye, sanki önümüzde bir tiyatro sahnesi; Akif Bey ise, birbiri bütün yük zavallı garibanların sırtına mı binsin? Siz sır üzre çekili incecik tüller gibi çağların, birini açıp diğerini nedir bilirsiniz, ben diyorum ki varınca İstanbul’a, gideyim kapayarak; devletleri orduları, sebepleri sonuçları birer Bâbıâli’ye… İşte Allah ne imkân verdiyse… Akıllar başa tablo gibi gösteriyor, asırların tecrübesini bir anda önümüze gelecekse, bir can gitmiş, ne gam!” Önce bir şefkat haresi seriyor. Şiiri de böyle değil mi zaten? Boşuna mı diyorlar belirdi gözlerinde lâkin çok sürmedi, fena çattı kaşlarını. “Aruzla resim yapan adam!” diye. Elhâk! “Senin işin mi bu? Hukuk, nizam diye bir lakırdı işittin mi hiç? Eşref Bey döndü, tahminler doğru! Suud, hâlâ fiilî bir Anlaşıldı, sana bir garp eğitimi şart! İstanbul’a gidebilir isek, mücadele niyetinde değilmiş ancak İngilizleri durduk yerde asıl, bunu rica edeceğim. Haydut seni! Berlin’e gideceksin ya kuşkuya sevk etmek istemiyormuş. Lafın kısası; herif ilim tahsil edeceksin yahut sanat. Sonra tüm bu zenginliği düpedüz kaçmış! vurup heybene, buradan döndüğün kafayı terk edip, öyle Akif Bey, o gece bitirdiği şiirini okudu hepimize. döneceksin ülkene. Kalk şimdi, gözüm görmesin seni!” Dumanı üstünde… “Necid Çöllerinden Medine’ye”. O dâvudî Çölün orta yerinde, son fırçamı da yediğim günün sesiyle, kelimelerin hakkını vererek tane tane okurken akşamı, bir buçuk günlük son hecin yolculuğuna çıktık. gözyaşlarımızı tutabilen kalmış mıydı hatırlamıyorum. Hele Nihayet, öğleye doğru, rayları İstanbul tersanelerinden, ki kendi sinesinden kopan âvâzeyi, bir Sudanlı biçarenin traversleri Toroslar’dan; emeği, muhafazası, bin türlü ağzından, “Ya Nebi şu hâlime bak!” diye ünletti ya, işte o zahmeti Mehmetçiğin terinden, kanından mürekkep Hicaz an sandım ki bizim Yenikapı tekkesindeyim, öyle cezbeye Demiryolu’na kavuştuk. Bu yol var ya, şimdi bana öyle geliyor gelmişim bre! ki, Anadolu’nun bağrından, anamızın uzattığı bir kınalı el… Dönüş yoluna geçtik. En yakın istasyona gidecek, Hicaz Tutacak ve döneceğiz ana vatanımıza… Bu saatten sonra, Demiryolu ile birleşeceğiz. Evet bizim haritamız, pusulamız değil kömürle çalışan bir trende, kompartıman konforu var. Çölün konaklarını da dalgalarını da avuçları gibi bilen düşlemek; marşandiz üstünde gitsek, hiçbirimiz şikâyet delillerimiz var. Dalga diyorum, yalan değil, o kumdan etmeyiz artık. dalgalar, birkaç saat içinde dev bir dağ yıkıyor, başkasını yığıyor! Dağlar sürekli yer değiştiriyor! Gözümle görmesem inanmazdım! Sularımız çoktan bitti. O ahvalde, gökyüzünün bize yakın bir noktasında mütemadiyen dönen çöl kuşlarını, aşağılarda bir yerlere beşer onar pike yapıp duran, o serçeden hallice zavallıcıkları görüp de Gablan kuyusunu buluvermeseydik, şimdi ya o dağların birinin altında idik yahut şu çölün leş kuşları, güneşte kebap olmuş etlerimizi didikliyordu zahir. Teyme Köyü’ne vardık. Eşref Bey’in hâlinde sürekli bir telaş… Hastalar, yaşlılar perişan… Akif Bey, hepsi adına konuşarak, “Siz gidiniz, görülecek işlerinizi ertelemeyiniz,” dedi, “biz biraz daha şu suyun başında soluklanalım, öyle gelelim. *** Eşref Bey.” Pek rahatladı bu izinle, yine kayboldu çölün İstasyonun adı El Muazzam… Bir küçücük bekleme derinliklerinde… salonu, bir de memur barınağı, hepsi bu… “Kim koymuş bu O akşam oturuyoruz, ikimizin de aklı, gönlü, nerede ismi?” deyip durduk, karşıdan görünce ilk. Eşref Bey, tabiî olacak, yine Gelibolu’da… Neden öyle çıktı ağzımdan çoktan varmış, İstanbul ile görüşmelerini tamam etmiş, bilmem. “Berlin’de yazdığınız mısraların gerçekleşeceğine kapıda bizi bekliyor. Yüzünde tebessüm, kollarını açmış; inanıyor musunuz?” deyiverdim. Hiçbir şaşkınlık emaresi “Müjdemi isterim Akif Bey!” diyor. göstermedi, sualimi ikiletmedi bile; “Bütün kalbimle” dedi. “Dualarınız kabul oldu. Çanakkale’de zafer bizimdir!” “Fakat ya şartlar? Bu savaş, eski zamanlardaki üç beş günde Telgrafla Umumi Karargâh’tan almış haberi… Hem bitenlerden değil. Ya gerçekler!” dedim. Gönlüm öyle dolu bizzat Enver Bey’den almış. O muazzam donanmalarını ki, istiyorum ki ben en menfisinden gireyim de mevzuya, o toplamış, gidiyorlarmış! Feth-i Mübinimiz kurtulmuş, vatanın en ümitvar sözleri söylesin, kalbim inşirah bulsun. Yoksa şeref ve haysiyeti selâmet bulmuş. İşte ‘muazzam’, her yerimde duramıyorum. Bir insan aynı anda iki üç yerde zaman cesamet değilmiş demek! Bu saatten sonra, bu birden savaşmak ister mi? İmkân olsa da hepsine gitsem. istasyoncağızdan başka neye yakışır bu sıfat! Hepsinde ölsem! Öyle müteessirim… O anladı hâlimi, dedi Sevinç naraları kopuyor gönlümüzden. Gözyaşları, ki; “Ne âlim kaldı asrımızda, ne müderris ne fakih. Yalnız yağmur olmuş akıyor. Yetmiş dereceye varan sıcakta, aç cepheden cepheye, bir arslan gibi koşan evlatlar! İşte susuz, yorgun, perişan kahkahalar atıyoruz, ağlıyoruz, Asım’ın nesli onlar, bütün ümidim o evlatlar!” secdelere kapanıyoruz. Öyle ne ettiğimizi bilmez hâller! Akif Bey ise taş kesilmiş adeta; o her fırsatı, her mevzuyu Çanakkale’ye bağlayan adam, heykel kesmiş, hiçbir şey sormuyor, söylemiyor… Eşref Bey, birşeyler söylemeye devam ediyor kulağına, sırtını sıvazlıyor bir yandan. O dâvudî ses duyuluyor yavaştan: Davulcu Haydar’ın Ağıdı “Demek mağlup ve perişan, toplanıp çekiliyorlar öyle mi? Bir daha söyleyiniz Eşref Bey! Gidiyorlar öyle mi?” Sonra hıçkırmaya başlıyor. Ama ne ağlama! Sarsılarak Olmuş Ellere Oyun Havası… boşaltıyor içindeki sağanağı, sonrası sakinleşme faslı ve yine sükût… İşte yatsı için çadırına çekildiğinden beri de kendisinden haber alınamıyor böyle… Ne demiştim? Bu gece ayfun aykır çadırın başından bir an olsun ayrılmayacağım, and içtim. T H *** Bu ikinci devlet vazifesi imiş Akif Bey’in… İlkinde Berlin’e alk müziğimizin kendine özgü türlerinden olan gitmiş. Beni de Berlin’e gönderme aşkı, ondan! Almanlar, bozlaklar, başta Kırşehir olmak üzere Orta İtilaf ordularından esir aldıkları Müslüman askerlere ne HAnadolu’nun genelinde bilinir ve kültür hazinemizin kadar iyi davrandıklarını göstermek için davet etmişler mahir temsilcileri Abdallar tarafından ustalıkla icra edilir. bizimkileri... Akif Bey’den de, Fransız ordusundaki Arap Genellikle sevda, ayrılık, yoksulluk, sıla özlemi ve savaş gibi askerlere uçaklarla atılacak, etkileyici metinler yazması rica elem dolu temalar üzerine havalandırılır bozlaklar. Bazı edilmiş. Aslında o da, kendisini türlü vesilelerle cezalandıran, yönleriyle “uzun hava”ya benzeyen bozlakların yanında yine görevinden el çektiren, dergisini kapatan hükümete kırgın… aynı yörede “kırık hava”lar ve onlardan biraz daha hareketli Fakat kabul etmiş görevi çünkü hükümet başka şeymiş, olan “oyun havaları” vardır. Bu yazıda hikâyesi acı bir olaya devlet başka! dayanan ama zaman içerisinde “oyun havası”na dönüşmüş İlk seyahati, Garb’ı öğretmiş Akif Bey’e. Bu ise Şark’ı. bir türküden söz edeceğiz. Abdal aşiretinden Davulcu “Kırk iki yaşında bütün dayanaklarım yıkıldı,” diyor, “bütün Haydar’ın daha iyi yaşam koşulları için giriştiği mücadele, mefhumları tek tek, yeniden ele almam lüzum edecek” diyor. kandırılması -deyim yerindeyse getirildiği ketenpere- ve Çünkü görmek mühim! sonunda yaktığı trajikomik ağıt: “35’lik Normak” Şimdi bu ufacık hurmalığın içinde, bu sıcaktan âdeta * * * çekirge kavurması gibi serildiğimiz kumların üzerinde, hiç II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın güçlü ülkeleri ayak basmadığı, görmediği bir vatan toprağını düşlüyor bu bozulan ekonomilerini düzeltmek için farklı arayışlara gece… Lakin Gelibolu Yarımadası’na hiç gitmemiş! Görmek girişmiştir. Türkiye ise Amerika ve Almanya’nın bu hedefler mühim dedik, nasıl olacak bu iş? doğrultusunda yöneldiği ülkelerin başında gelmektedir. Böyle düşünüp dururken, ağırlaşmış gözlerim. Bir Her iki devletin nazarında ülkemiz iştah kabartan bir pazar rüyanın içine düşüverdim. Nefer esvaplı bir delikanlı dikildi konumundadır. Özellikle tarım sektörü üzerinden Türkiye’ye önüme: ‘Seyyah mı ki o, tasa edersin?” dedi. “Şiir, şuur işidir. kanca atmaya niyetlenirler. Ürettikleri başta traktör olmak Gözle görmek, akılla idrak yetmez, bazen hiç lüzum da etmez, üzere, çeşitli tarım araç ve gereçlerini Türkiye’ye satmak gönülde parlayacak o nur evvela! Sonra işte şair, ondan düş için hızlı bir şekilde çalışmalara başlarlar. Kamuoyunda yoğuracak! O yüzden şaire, ‘Gök ne renk?’ diye sorulmaz. “Marshall Yardımları” olarak bilinen ekonomik planın da bu Sorulsa bile şairin cevabı, ‘mavi’ olmaz. Şair dediğin göğü, hedefin “hoş gösterim”inden başka bir şey olmadığı geçen gözünü kapatıp da anlatacak! Gündüz yıldızları görecek, gece zaman içinde anlaşılmıştır. güneşi… O yüzden bin defa gitsen o yere, dört açıp gözünü, Savaş sonrası silah satışları yavaşlayan egemen ülkeler, baştanbaşa gezsen, göremeyeceksin onun gördüğünü… Şair üretim tezgâhlarını boş durdurmak istemezler ve ileriye olmak, art arda sözcük dizmek mi sanırsın? dönük hesaplamalar yaparak vakit kaybetmeden tarım Sen bu çadırın kapısında beklerken, o çoktan çıktı yola; makineleri üretimine başlarlar. Ürettikleri bu makinelerden/ kapalı ufuklarından tanıdı, seçti önce. Vardı, dillere destan traktörlerden ilk parti 1950 başında ülkemize getirilir. poyrazını, donduran ayazını hissetti iliklerinde… Atılan Cazip ödeme koşullarıyla(!) Türk çiftçileri kredilendirilir ve bombalar ve toplarla kıpkızıla kesen gökyüzünü gördü, havai birer traktör sahibi yapılır. Ancak üretimi aceleye getirilen fişeklerin geceyi gündüz kıldığını, denize düşen güllelerin birer bu traktörler kısa zaman sonra arızalanmaya başlar, çağlayan gibi suları fışkırttığını seyretti irkilerek… O göğün nasıl yedek parça bulmak ise neredeyse imkânsızdır. Birkaç yıl ölüm indirdiğini, o yerin nasıl ölü püskürttüğünü, kan revan içinde ülkemiz adeta traktör çöplüğüne döner. Çalışmayan içinde kalarak seyretti hem yukarıdan hem aşağıdan… Kolay mı traktörlerin kredi taksitleri ise ödenmeyi beklemektedir. Aksi yazılır sanırsın bir destan?” takdirde ipotek edilen tarlalar, bağlar, bahçeler, haneler, Akif Bey’in sesiyle, yerimden sıçradım. Bir yanım rüyaya hayvanlar elden gidecektir. Çeşitli desiselerle bu kervana dönmeye çabalıyor, bir yanım Akif Bey’i görmeye çabalıyor. O dâhil edilenlerden biri de Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinin araf hâlimde de bana doğru yürüdüğünü görüyorum. Tamam Kırtıllar Köyü’nden Davulcu Haydar’dır. (Kırtıllar, ünlü ozan dünyadayım… O da dönmüş, pek neşeli… Sanki şimdi almış Neşet Ertaş’ın da köyüdür.) muştulu haberi. Sımsıcak kavradı beni, pehlivan kollarıyla. * * * “Necmi, evladım!” dedi. Davulcu Haydar’ın tek sermayesi elindeki boz davulu ve “Asımın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek! hanımının kolundaki üç-beş bileziktir. Yaz aylarında düğün İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!” düğün gezip kazandığı parayla çoluk çocuğunun geçimini Ben şaşkınlıkla bakınırken, Eşref Bey geldi gülümseyerek güç bela sağlayabilmektedir. Bir gün Davulcu Haydar, yanımıza: olacaklardan habersiz şekilde evinin önünde gölge bir yere “Azizim,” dedi “öyle tadımlık değil! Meraktan ölüyoruz oturmuş, elindeki çakısıyla davul çubuğu düzeltmektedir. O hepimiz. Baştan okuyun rica ederim!” sırada yanına, yörenin ağası Nazmi Kâhya’nın adamı olan Mehmet Kavala gelir. Mehmet Kavala, Haydar’a beş-on adım alım satımı cazipleştirir. Ancak motorun gelin kızlığı kısa mesafe kala sesine verdiği hiddetli tonla konuşmaya başlar; sürer. İki ileri gitse bir geri gider olur, yokuş çıkmaya ise hiç “Haydar, sen bir işe yaramazsın, sen adam olmazsın!” mecali yoktur hemen boynunu büker. Tamirciler derdine çâre Haydar, başını kaldırıp; “Ben nördüm gadasını aldığım...” diye bulamazlar. Her gün yenisini eklediği arızalarıyla kısa zaman cevap verir. Ağanın adamı sözlerine devam eder: “Ne zamana içinde Davulcu Haydar’ın varını yoğunu tüketir. Haydar ve kadar ömrün davul çubuğu sivriltmekle geçecek! Çoluğunun ailesi artık bulgur dahi bulamayıp yarma pilavına talim çocuğunun beti benzi fukaralıktan küle dönmüş! Gel şu eder hâle gelmiştir. Nihayetinde canından bezen Haydar, ağanın motorunu (traktör) sana alalım. Bak ağa zenginliğine parçalanıp yok olması için Normak’ı köydeki tepenin başına zenginlik kattı. Sen de sür, ek, dik para kazan!” der. Böylelikle çıkarır ve oradan aşağı salar. Fakat Normak bu sefer de Haydar’ın başına gelecek felâketler silsilesinin kıvılcımı intikam alırcasına Haydar’ın evinin önündeki samanlığına çakılmış olur… dalar ve ahırı, samanlığı yıkar. Ortalığı bir toz bulutu kaplar. * * * Karşıdan bu toz bulutunu çâresizce seyreden Davulcu Nazmi Ağa’nın “35’lik Normak” diye bilinen motoru, Haydar’ın çilesi ise zaman içinde dizelere dökülüp bir destan aslında Alman malı Hanomag marka bir traktördür. Ağa, olur… traktörü aldıktan bir müddet sonra traktörün kalitesiz Bugün Kırşehir yöresinde “saz-keman-darbuka” yapıldığını, dayanıksız olduğunu anlamıştır. Çünkü her gün eşliğinde çalınıp oyunlar oynanan, kahkahalarla dinlenen yeni bir arıza peyda olmaktadır. Ağa, bu işin sonunun kötüye ve trajikomik bir hikâyesi olan “35’lik Normak Destanı”nın gideceğini, zarar edeceğini düşünüp traktörü bir an önce sözleri şöyledir: elden çıkarmak için plan yapar. En yakın adamı olan Mehmet 35’lik Normak Volvo da pulluk, Kavala’yı çağırır ve bu traktörü tez elden birine satması Nazmi Kâ’dan1 alınca da dediler ki bulduk! emrini verir. Ancak traktörün durumu birçok kişi tarafından Kârı yok, kısmeti yok elinde kaldık, bilinmektedir. Bu durumda saf birini kandırması gerektiğini Bulgur pilavına muhtaç eyledin Normak! anlayan Mehmet Kavala, gözüne Davulcu Haydar’ı kestirir. Duvar dibindeki davul çubuğu sivrilten Haydar’a yaklaşıp Havalı da deli gönül havalı, hiddetle nasihat etmesi boşuna değildir... Buğday kaldırmadık Normak, koysak çuvala. * * * Ocacığın batsın Mehmet Kavala, Normak’ı benim başıma bela eyledin.

İnişi aşağı boynunu eğiyor, Dört parmak yokuş gelse geri çöküyor. Gaza bassam geri dönmüş bana sövüyor, Ben senin kahrını nasıl çekeyim Normak!

Fergusonlar motorların başıdır, Massey Harry trenlerin eşidir. Normak da bizi ağustosta üşütür, Altına da odun, böğrüne de soba, Egzozuna aba giydirdim Normak!

Şaşırdım da Normak vallahi şaşırdım, Eğlemesini2 bilmedim de seni kaçırdım. Akşamüstü samanlığa düşürdüm, Bu kadar mı acıktın vay soyka Normak!

Geçtiğin tarlada ekin saz olur, Güttüğün davarda koyun yoz olur. Mazot filtrene bassam on iki telli saz olur, Biraz da bizim makamları çalalım Normak!

Ferit/Garip3 söyler Normak’lara destanı, Haftada tazeledim Normak senin ustanı. Kendin giydin al basmadan fistanı, Bizim de yavruları çıplak bıraktın Normak! ______1 “Kâhya” sözcüğünün yerel söylenişi. 2 “Eğlemek” fiili burada “yanaştırmak”, “park etmek” anlamındadır. Bir hayalin ardından sürüklenmeye başlayan Haydar; tüm 3 Davulcu Haydar’ın Normak’a yazdığı bu satırlar bestelenmiştir. sermayesini ortaya koyar, hanımının bileziklerini bozdurur, Tapşırma bölümündeki “Ferit” veya “Garip” mahlasları ise onu havalandıran yetmez. Üstüne evdeki yatağı, döşeği satar ve Nazmi Ağa’nın sanatçılardan Ferit Çelebi ve (Garip) Hüseyin Çakıcı adlı mahallî sanatçılara aittir. Bu yazıda aşağıdaki internet adreslerindeki kaynaklardan 35’lik Normak’ını alır. Bakımdan yeni çıkan, boyanıp cilalanan faydalanılmıştır: Normak’ı güneşten, yağmurdan korumak için hanımının al - 15.08.2018 tarihinde “http://deligaffar.com/2015/09/12/bizim- fistanını kestirip bir kılıf bile diktirir. Nerden bilecektir ki al yavrulari-ciblah-biraktin-normak/” adresinden erişilen “Bizim Yavruları fistanlı Normak tüm ev ahalisini çıplak bırakacak... Çıblah Bıraktın Normak” başlıklı yazı. - 15.08.2018 tarihinde “https://www.youtube.com/ Nazmi Kâhya, Haydar’ı kandırmak için Normak’ın watch?v=0rqzuxVZTro” adresinden erişilen Hüseyin Garip’e ait “Normak” arkasına bir de Volvo marka pulluk taktırarak aralarındaki adlı video. “Hiç kuşkum yok, Haney’in istediği sırf bunun için evlere su taşımak gibi de buydu, kafaları yapışkan düşüncelerle ikinci bir işe bile başlamıştır. Şimdi o dolmuş mahalle çocuklarına gözlerinde çocuklar zamanında çirkinliği de çopur öylesine büyüttüklerinin hiç de öyle HANEY yüzlülüğü de hesaba katılmadan ilk umdukları gibi olmadığını göstermeyi amaç fırsatta ona gitmek için on beş kuruş bilmişti.” (Tahsin Yücel, Haney Yaşamalı, biriktirmenin hesabını yaptıkları günleri Can Yay., 1991, s.66.) unutmuşlardır. öy benim için bir orijindi. Kavramın YAŞAMALI MI? Haney biraz da bu yüzden haneydir. hayatıma girişi, büyük şehre Köylerde herkesin eve ilk girdiğinde Ktaşınmış taşralı her ailenin çocuğu karşılaştığı yerdir. Sofadır. Köyüne erkek için az çok geçerli bir imge olarak Ahmet Balcı çocukları da gerçek hayat denen alana, ilk gerçekleşmişti. Büyük şehrin aslolmayan mahallelerinde haneye girerek adım atarlar. Bu alegori bağlamında Haney adı oturan, orada doğsa da kökü dışarda (ama emperyalist çok isabetli. Bazı diyalektlerde bu kısma ‘hayat’ denmesini de Batı’da falan değil, İbn Rüşd’ün Mukaddimesi’nden sosyolojiye ironik bir bağ olarak düşünebiliriz. Yıllar sonra haber dilinin taşan kalenin içi ve dışı imgesine göre dışarıda) insanlarının, bir meslek grubu için “hayat kadını” terkibini üretmesi de bu Mevlana’nın ney eğretilemesine göre sazlığıydı köy. ironiyi sürgüleyen unsur olur. Ve “haney” kelimesi, tamamıyla köye âit bir kavramdı. Bazı körler ölse de badem gözlü olamazlar İzmir’de kullanılmıyordu ama köydeki eve girerken Haney’e olan vefasızlık da bir sosyal gözlem olarak her zaman haneyden giriş yapıyorduk. Köyde salon ve sofa iyi analiz edilmiştir. Kör ölmüştür, buna rağmen yine de kavramları yoktu, haney vardı. Haneyde top oynuyordum badem gözlü olamamıştır. Anlatıcı badem gözü de geçmiştir, kuzenimle, babam eski bir kasnaktan basketbol potası hiç yoktan o çopur yüzü ile olsun hatırlanmalıdır Haney. çakmıştı bir direğe, o haneyde İbrahim Kutluay’a ve Hidayet “Haney’in büyüklüğü burada işte. (…) önemlinin önemsizliğini Türkoğlu’na dönüşüyordum. Nasıl ki sofa kavramı ilk ve en göstermeye çalışmıştı,” der anlatıcı. Hayattaki önem sırasına fazla onun romanlarında gördüğüm için aklımda gelecek her eleştirinin bir ötekileşme vesilesine dönüşümüne ile özdeşleşmişse, haney de köye dair bir kavramdı. bir eleştiri sezdiren bu cümlelerin ‘önemle’ ele alınması Tüm bunları yeniden aklıma getiren Tahsin Yücel’in Haney gerekiyor sanki. Yaşamalı adlı hikâyesi. Tahsin Yücel’in 1956’da kaleme Refik Halid Karay’ın Yatık Emine’sini de akla getiren aldığı bu hikâye, günümüzde bile bir tarafı var, ama farklı. Aslında birçok hikâyeyi akla beyaz yakalı hayalperestliği ile getirebilir şimdi buraya liste düzmenin hava atmak dışında övgüler düzülen köy hayatı imgesinin bir anlamı yok. Mevzu hava atmaksa ‘liste düzebilirim,’ pek de öyle olmadığını o zamandan diyerek de hâsıl olur sanırım ama attığım bu hava bana yol haber veriyor. Bugün Flash TV su elektrik olarak bile dönmeyecek, anca hava alacağımdır yapımları ya da Müge Anlı’nın muhtemelen. Bu yüzden havadan sudan bu bahsi burada kesip programlarında ‘yahu bu neymiş’ köye dönüyorum. Murat Kekilli gibi müziği bırakıp patates dedirten taşra ikiyüzlülüklerinin net yetiştirmeye değil ama… Hikâyedeki köye. bir eleştirisi olarak okunmaya çok Haney Yaşamalı’da da köyün ergenliğe yeni girmiş uygun hikâyelerden biri. çocuklarına hayatı tanıma hizmeti sunan Haney’in anısının İçerisinde önemli tespit cümleleri ardından konuşan anlatıcıdan dinleriz olduğunda tadından yenilmez hikâyeyi. Zaten anlatı da “Haney öldü.” olan hikâyeler vardır hani, bu cümlesiyle başlar. Ama “İnsanların da onlardan. Meselâ gâyet zarif belleğinde, dilinde bir türkü gibi, kitap Tahsin Yücel’in 1956’da bir üslupla aynı odada uyumak gibi yaşamalıdır,” anlatıcıya göre. Anlatıcı zorunda kalan ailelerle ilgili onu dilden dile dolaşmaya, övülmeye değer kaleme aldığı bu hikâye, tespitini örnek verebiliriz: “Ayıptır bir kadın olarak görür. Ona karşı işledikleri günümüzde bile beyaz söylemesi bizim kasabamızda ana günahları ödemek zorunda hisseder baba, ebe dede, çoluk çocuk, hep kendini. yakalı hayalperestliği aynı odada (…) yatarlar, her şey bir Ölmeden birkaç yıl evvel, kahvenin ile övgüler düzülen köy odada olur ve bizim kasabamızda önünden yıllardır giymekten eskimiş tumanı beş yaşındaki çocuk bile her ve yamadan renk renk olmuş zıbını ile hayatı imgesinin pek şeyi bilir. Diyeceğim, hemen geçen yaşlı kadının hâliyle dalga geçenler hepimizin doğacak kardeşlerimiz içini acıtır. Kendisi gibi Ali Rıza da itiraz de öyle olmadığını o ana rahmine düşerken birden eder bu duruma. “İnsanlığınızdan utanın,” zamandan haber veriyor. uyanıverdiği olmuştur.” der Ali Rıza, “hepimiz elinde büyüdük, böyle Yücel, özellikle bu hikâye ve mi dolaşmalı şimdi?” Bir beşlik de çıkarıp bu adla topladığı öykü kitabında atar masaya ve “Hepimiz beşer lira versek toplum sosyolojisinin bambaşka bu yoksulluktan kurtulur,” diye ekler. Anlatıcı ile Ali Rıza hariç yaralarına artık -âdiyattan oluşlarını da gözden kaçırmadan- herkes komik bir şey cereyan etmiş gibi gülerler. çok ince dokunuşlar getiriyor. Ölümüne bile gülenlerin çıktığını öğreniriz hikâyenin Hikâyenin sonunda bunun gerçekten ilginç bir hikâye devamında. Sâdece çocuklara hizmet veren, büyükleri mi, yoksa aslında çok normal ve sıradan olsa da toplumun kapısından içeri bile sokmayan Haney artık o çocuklar için üzerinde konuşmayı epey hasıraltı ettiği meselelerden biri “dağın ayısı” lakabını almıştır. Hâlbuki her şeyin fiyatının ağır olduğu için mi böyle göründüğünü tam ayırt edemedim. Hâlâ zamlarla el yaktığı dönemlerde bile yüksek zam yapmamış, da edemiyorum. “Sarı bir safran ya da karşıladım sonradan. Fakat sümbülüm olsa çok sevinirdim ama diğerlerini de görmezden gelmen olmaması gerekiyormuş demek.” çok da kabul edilebilir değildi Samuel Beckett sevgili kozmoz. Üstünde duracak değildim, durmadım, dilekte zak Doğu’da filleri, eğitimi FİL(İ)M tutmadım, üfledim, söndü. Yan için, daha yavruyken komşudan gelen inceden bir Uayağından zincire vururlar. ses, Olgun Şimşek’in sesi, böldü Büyüdüğü zaman o zinciri kıracak düşüncelerimi; ‘Üflediler söndüm...’ gücü olsa bile yeltenmez kırmaya. Yeteri kadar karbonhidrat Çünkü inanmıştır, daha kötüsü KOPTU tüketiminden sonra beklenen soru kabullenmiştir hayatını. Eğer bir gün da geldi: o zinciri kıran bir fil olursa da vurup eltem ökten “İyi misin?” öldürürler. M G Değildim. Olmam için hiçbir Sabahtan bu yana aklım fillerde... Martı sebep yoktu. Olmamam içinse her Jonathan Livingston gibi özgürlüğü için ilk zincirini şey altın oran tadında mükemmel... kıran filde... ‘İnsanlar da filler gibi değil mi sevgili okur?’ “İyiyim.” deyip sıradan örnekler içeren evrensel gerçekler üzerinden “Emin misin?” onaylanmayı beklemeyeceğim, rahat olunuz. Onu yapan Değildim. Hatta emin olduğum şu hayatta tek nokta yoktu. bolca insan vardır etrafınızda, bir eksik kalayım ben de. Yaradılışım arızalı muhtemelen, hiç ‘Tereddüt iyidir; kolayca Kafam bunlarla doluyken sağ elimde bıçak, sol elimde soğan, tarafsızlığa, zamanla da bilgeliğe dönüşür’e bağlamayacağım. ölümlülük sıkıntılarla meşguldüm öbür taraftan. O akşamın Ne tereddüt ne de eminlik var ruhumda, sâdece derin bir menüsü bamya, pilav. ‘İçine katacak pek sevgim olmadığı için hiçlik. Nietzsche ile iki duble içsem aydınlanacak bir hâldeyim bamyasını bol koyarım, elimin lezzeti olmadığı için de biraz fakat dirilse gelse zat-ı muhterem midemde yara var, alkol kırmızıbiber atarım’ diye düşünüp ince hesaplara dalmışken kullanmam yasak, bütün dileklerimi tersinden anlayan ey bıçak elime saplandı. Havluyu dolayıp oturdum koltuğa. kozmoz, sana da küfürsüz tek kelimem yok, bilesin. Bu ara bolca ‘ağlamam geliyor’ sevgili okur. Şartlar yeteri “Eminim.” kadar olgunlaştığına göre kendimi tutacak değildim artık. “Niye ağladın o zaman?” Zaten bamyayı da sevmem, ona mı ağlayayım? Plüton’un “Fillere...” gezegen sayılmamasına mı ağlayayım? Hakan Yeşilyurt’un ölmesine mi ağlayayım? Fillere mi ağlayayım? Yoksa o anda radyoda çalmaya başlayan Gürol Ağırbaş’ın Derun’una mı ağlayayım? Bilemedim… Ağlamalardan ağlama seçebileceğim, mis gibi gece, söylesene sevgili okur kaç kişiye nasip olur böyle bir gece... Bana oldu, bugünü tarihe not düşmek gerek. En son altıncı sınıfın ilk matematik yazılısına girdiğimde hissetmiştim bu dört başı mamur çâresizliği. Yüz otuz yılda bir gerçekleşen önemli doğa olayı gibi... Tek farkla, benimki yirmi iki yılda bir olmuştu. Keşke yüz otuz yılda bir olsaydı. Yeteri kadar brutal vokale bağlamışken zil çaldı. Hiçbir zaman ‘daha kötü ne olabilir?’ diye düşünme sevgili okur, Murphy Kanunları’na göre dönüyor bu dünya ve anında daha kötüsü oluyor. Kapıyı açıp açmama konusunda karar aşamasındayken bir daha çaldı, bir daha... Artık kaşınmıştı her kimse: Şişen burnumu ve gözlerimi görmekti cezası da. Açtım. “İyi ki doğduuuuuuuuuun M., iyi kiiiiiii...” Tam parlak ışığı gördüğüme inanacakken, yanan mummuş neyse ki. Gözlerimi gören arkadaşımın şaşkınlığı, pastayı gören benim şaşkınlığım, bir yanıp bir sönen apartman lambasının şaşkınlığı birbirine girmişti. Önemsemedim, ‘herkesin şaşkınlığı kendine’ deyip tam bütün karbondioksitimi muma yollayacakken uyarıldım: “Dur, bir dilek tut! Sonra üfle...” Her sene en az bir kere mâruz kaldığım doğum günü pastası mumu ve dilek ritüelinden şimdiye kadar herhangi bir merciden geri dönüş olduğunu görmedim. Kabul, hepsi akla yatkın dilekler değildi: Sekiz yaşımda uzaylıların kaçırmasını, dokuz yaşımda kanatlarımın çıkmasını, on yaşımda Satürn’ün yörüngesine oturmayı dilememin olmamasını ben de anlayışla “Gümâna veren beni küpeli iki kulak” Bir süre bakındıktan sonra cam kenarındaki bir koltukta kitap okuyan ağmur, İstanbul’un altını üstüne adama gözleri ilişti. Adam, Gülay’ın getirdikten sonra az evvel geldiğinden bile habersizmiş Ydurmuş, yeri göğü inleterek gibi duruyordu. Gülay, varlığını çakan şimşekler sanki her şeyi belli etmek için “Bir ayna susturmayı başarmış, yağmur bakıyordum,” dedi. Adam da dindikten sonra etrafa bir gözlerini kitaptan kaldırıp sessizlik hâkim olmuştu. yakın gözlüklerinin üzerinden Doğru düzgün makyaj Gülay’a baktı, “Zaten bir tane yapmamıştı zaten ama acaba var mı sizde?” dedi. Gülay çok mu dağınık görünüyordu. adamın ne demek istediğini Günlerdir aynalardan kaçar anlamamıştı. “Yok” diyebildi. gibi yaşıyordu. Yalnızca işe “Yani vardı da kırıldı işte,” diye giderken kınanmayacak kadar YALAZ ekledi. Adam kaldığı yeri bulmak bakım yapıyor, saçını başını hmet uran iryaki için sayfayı işaretleyip (Can içinde düzeltiyor, onun haricinde bir şey A T T dostu bulan ayrık ne yerde istesin yapmak içinden gelmiyordu. Aynaya / Onu daşra sananların ömrü geçti her baktığında bir kişi eksik görüyordu perakende) kitabı sehpaya bıraktı, kalkıp sanki. Hep o geceden sonra olmuştu ne Gülay’a doğru birkaç adım attı. “Bir ayna olduysa. Dışarı çıkmak için hazırlandıkları esnada, yalnızca seni gösterir,” dedi. Gülay da onu istiyordu Gülay aynanın önünde makyajını tamamlamak üzereyken zaten. Birkaç model bakındı, makyaj yapabileceği bir el Aykut arkasından yaklaşmış, Gülay’ın belinden sarılmış, aynası aradı ama bir türlü beğenemedi. Adam arka tarafa o gülümseyince Aykut da başını Gülay’ın başına yaslayıp doğru geçip kutular arasında bir şeyler arandı. Sonra getirip gülümsemişti. Sanki bir fotoğrafçıya gülümser gibi, ikisi Gülay’ın eline bir paket tutuşturdu. “Al bunu,” dedi “kendine öylece bir süre durmuş, aynada kendilerini izlemişlerdi. bakacaksan bu yeter sana.” Gülay içini bile açıp bakmadan Aykut gittiğinden beri Gülay ne zaman aynaya baksa o ânı paketi aldı, ücretini ödeyip eve gitti. Akşamın telaşını da hatırlıyor, Aykut’u göremeyince mahzunlaşıyor, aynayı bitirip berjerine sığındığı vakit dükkândan aldığı paket geldi elinden bırakıyordu. aklına. Soğuyan çayını tazelemek için kalktığında paketi de Aynayı en son elinden bıraktığında dalıp gitmiş, sanki alıp geri geldi koltuğuna. Bir ayna beklerken kapkara bir Gülay aynayı bırakmamış da ayna onun ellerinden kayıp taş çıktı kutudan. Karaydı ama parlaktı da. Merakla kalkıp düşüvermişti. Zaten dalgındı da o akşam. Akşamları çayını ışıkları açtı, taştaki yansımasını gördü. Çok net değildi ama alıp oturduğu berjerine geçtiğinde, önce önünde iki bardak görüyordu kendini. Elleri saçlarına gitti, saçıyla alnının çay olduğunu fark etti. Fakat Aykut yoktu ki! Olmayan Aykut birleştiği yere dokundu, “Aykut olsa koklardı,” diye düşündü. için çay doldurmuştu. Çaydanlık devrilmiş de kızgın su Gözlerini kapatıp Aykut’un “Kokun kalsın benimle” diye diye, kalbine dökülmüş gibi birden yandı yüreği! Ne yapacağını alnıyla saçının birleştiği yeri kokladığını hayâl etti. Gözleri bilmediğinden telaşa kapıldı. Birkaç dakika içinde aklına ağırlaştı, yavaş yavaş uykuya geçti. üşüşen hatıralar yavaş yavaş soğuttu yüreğini. Sonra bir Rüyasında bir ırmak kıyısında eğilmiş suya bakıyordu. yanık acısı gibi, Aykut’un yokluğu Gülay’ın her yerini sızlattı. Onu dalgınlığından arkadaşı Sibel uyandırdı. İlk defa Ellerinden kayan ayna yere düştüğü zaman mı kırıldı, duyduğu bir dilde konuşuyordu ama Gülay anlıyordu Sibel’i. gönlündeki acıdan mı çatladı anlamadı Gülay. Aykut’un “Güzelsin,” dedi. Gülay emin değildi. Gözlerini yeniden suya çayını da içtikten sonra o akşam ışıkları kapatıp erkenden doğru çevirdiğinde güneş başının üstünden suya yansıdı. yattı. Gülay’ın aksi kaybolmuş, güneşin parlak ışıkları suyu Suda aksini görüp duraksadığında bütün bunlar sanki kaplamıştı. Gülay kafasını yeniden kaldırdığında bu sefer az önce olmuş gibi hissetti. Bir kaç saniye duraksayıp Aykut’u buldu karşısında. Aykut’un elinde siyah parlak bir kafasını kaldırdığında birden onlarca Gülay’la karşı karşıya taş vardı. Baş hizasında kaldırıp Gülay’ın yüzüne tuttu. Gülay kaldı. Ayna satan bir dükkânın önündeydi. Hepsi aynı anda nerede olduğunu anlayamamıştı ama Aykut’un kıyafetlerine kendine bakıyor, aynı şeyi onlarca defa düşünüyorlardı: bakılırsa birkaç bin yıl evvelde bir yerlerdeydi. Aykut’un Güzel miydi? Aykut görse bu hâlini beğenir miydi? Akşama yüzüne tuttuğu kara taşta kendini görünce çok şaşırdı. kadar bu soru aklından çıkmadı. Aykut beğenmiş miydi Birlikte nehrin kıyısında bir taşın üstüne oturdular. Aykut, onu? Gözlerini mi, saçlarını mı, dudaklarını mı beğenmişti? Gülay’ın elini elleri arasına alıp “Suya bak, taşa bak, her Mesaisini tamamlayıp eve döneceği zaman günün nerede kendini görürsen gör, yeter ki benim gözümle bak,” yorgunluğundan hiçbir şey düşünecek hâlde değildi. Ta ki dedi. Gülay çok şaşkındı. Aykut’un gözleriyle nasıl bakacaktı ayna satan dükkânın önüne gelene kadar. Gayri ihtiyari, ki? Ya kendi gözleriyle bakarsa ne olurdu? dükkândan içeri girdi. Biraz bakınır, belki kırılan aynanın Uyandığında neredeyse gün ışımak üzereydi. Kalkıp bir yerine yenisini alırım diye düşünmüştü. Dükkândan içeri duş aldı, hazırlanıp işe gitti. Öğlen arasında yemek yerken girdiğinde kimse Gülay’ı rahatsız etmedi. Gülay tek tek aklına gördüğü rüya geldi. Yemekten sonra internete girip aynalara bakıyor, hangisinin karşısına geçse gözlerini rüyasını yorabilmek için “suda kendine bakmak” diye arama kendinden kaçırıyordu. Kendinden değil de yanındaki yaptı. Echo ve Narcissus’un hikâyesini bir çırpıda okudu. boşluktan aslında... Echo, yakışıklı oğlan Narcissus’a âşık olmuş, Narcissus da suda yansıyan aksine, yâni kendine. Kendini izlerken var mı diye merak ediyordu. Az sonra dükkânın önüne yorgunluktan eriyip ölmüş. Echo’nun kemikleri kayalara, geldiğinde adamı yine koltuğunda kitap okurken buldu. sesi de kayalardan yansıyan ekoya dönüşmüş. Narcissos Bu sefer, ne olacağını o biliyor, ben bilmiyorum nasılsa ise nergis çiçeği olmuş. Gün boyu Echo’yla Narcissos’un diye düşünerek girdi içeri. Bir süre bekledikten sonra “Ne hikâyesini düşünüp durdu. Aykut, rüyasında bunun için mi verirsen almaya geldim,” dedi. Adam kitapta kaldığı yeri “Suya bak, taşa bak, her nerede kendini görürsen gör, yeter işaretleyip (Bencileyin gören kişi ben sevdiğimin yüzünü / ki benim gözümle bak,” diyordu. Kendi gözleriyle kendine Deli ola dağa düşe yavı kıla kend’özünü) sehpaya bıraktı. baktığı zaman sevilecek bir kadın göremiyordu. Güzel olup Kalkıp Gülay’ı selâmladı. Gülümsüyordu. Kahveyi nasıl olmadığına karar veremiyordu. Buna karar veremeyince içtiğini sordu. Gülay “hele şükür” dediğinde adam bir orta, de kendine bir kıymet biçemiyordu. Kimdi ki o, neden bir sade kahve sipariş etmişti bile. Kahveler geldiğinde değerli olsun, neden sevilsin? Şu ukala oğlan Narcissos da geçip karşılıklı oturdular. Adam Gülay’a hâl hatır sorduktan bunun başka çeşidi işte, o da kendine âşık. Peki Aykut nasıl sonra, kahvesinden bir yudum aldı, sonra gözlerinin içi görüyordu ki onu? Rüyayı hatırladı yeniden, Aykut’un başı gülerek bir daha baktı Gülay’a. “Artık müşterim değilsin,” hizasında kaldırıp yüzüne tuttuğu taş, aynacının kendine dedi. Gülay anlamamıştı. Bunca bulmacanın cevabı yok verdiği siyah taşa benziyordu. Adam aynayı verirken muydu? Gülay günlerdir ayna arıyordu hâlbuki. Aynanın “Kendine bakacaksan bu yeter,” demişti. Kafası karıştı biri olmazsa ötekinde Aykut’u bulacağını, beline sarılmış Gülay’ın. Akşam iş çıkışı aynı dükkâna yeniden uğramaya vaziyette gülümserken göreceğini ummuştu. Göremeyecek karar verdi. miydi? Trafiğin arasından gürültülerin içinden geçip ayna satan Üstünden ne kadar zaman geçti bilmedi Gülay. Geceler dükkâna geldiğinde girmeye tereddüt etti. Adam oradaydı, boyu ağladı, günlerce inledi. Bir gece rüyasında gördü dünkü koltukta oturmuş kitap okuyordu. Kapıyı açıp Aykut’u. Gördü mü görmedi mi tam emin de olamadı. Yalnız girdiğinde yine oralı olmadı. Gülay ne yapacağını bilmiyordu, ayna mı alacaktı, taşı mı sormalıydı? Ne diyeceğini düşünürken birden dilinden “Ben kendime bakmayacağım.” sözleri döküldü. Adam kitapta kaldığı yeri işaretleyip (Sarrafların katında kaide şöyledürür / Kadrin bilmez kişiye göstermedi gevherin) sehpaya bıraktıktan sonra kalkıp Gülay’a “Hoş geldin,” dedi. Biraz da gülümseyerek, “Kendine bakmayacaksan, aynacıda ne arıyorsun?” diye sordu. Gülay’ın aklı bu haklı soru karşısında allak bullak olmuştu. O ne diyeceğini düşünürken adam arka tarafa gidip yine elinde bir kutuyla geldi. Gülay’a uzatırken “Bir de buna bak,” dedi. Evden içeri girer girmez adamın verdiği kutuyu alıp berjerine geçti. Kutuyu açarken elinin değdiği şeyden bir iğrenti hissetti ve içindekine dokunmadan kutuyu açmaya çalıştı. Her tarafı kir pas içinde bir demirdi bu. El aynası şeklinde kesilmişti ama hiçbir şey görünmüyordu. Kalkıp bir bez aldı, aynayı sildi. Yine de dokunmaktan imtina ediyordu. Sapından bir mendille tutup ayna kısmını ovalamaya başladı. Bir süre sonra aynayı ovaladığının farkında olmadan Aykut’un hayaline sesini duyduğundan emindi, sımsıcak, sevgi ve şefkat dolu kaptırdı kendini. Gece yarısı olmuş, yorulmuş, ayna elinde bir sesle “Aynalardan hayâl yansır, hakikatin aksettiği uyuyakalmıştı. yegâne yer gönüldür. Ben, İbrahim’in Kâbe’yi yaptığı gibi Rüyasında bir dağ başındaydı. Bulutlar kararmış, gök yaptım seni kalbime. Sen de gönlünde hakikati bulursan, yarılmış gibi yağmur yağıyordu. Gülay aynayı ovmaya devam yüz yüze tutulmuş iki ayna gibi bir sonsuz olur aramızda. ediyor, ovdukça onun da gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Gönlünü kederle temizle, aynanı aşkla sırla,” demişti. Gülay Derken ayna biraz parlamaya başladı. Islak gözlerini yine içten içe “Neredesin, neredesin Aykut?” diye inleyerek seçebildi ilkin. Sonra bir adam sûreti göründü, kayboldu. uyandı. Yüreğinde bir ateş vardı. Ne yaptığının farkında İrkilip arkasına bakarken elindeki acıyı hissetti. Mendili olmadan evden çıktı, ayna satan dükkâna doğru gitmeye yırtılmış, fark etmemiş, aynayı eliyle ovmaya devam etmişti. başladı. Sokağa girdiğinde yüreği titriyordu. İlkin duvarlarda Derisi soyulmuş, eli kan içinde kalmıştı. O acıyla uyandı oynaşan yalazları gördü. Bütün aynalar kırılmış, yerlere uykusundan. Elindeki aynaya baktı, yine kendini gördü. İnler saçılmıştı. Etrafta yanan bir şey yoktu ama kırık ayna gibi, belli belirsiz “Neredesin Aykut, neredesin?” dedi. parçalarından alevler aksediyordu. O koltukta kitap okuyan Hafta sonu sabahıydı. Vaktin biraz ilerlemesini bekledi. Aykut muydu? Okuduğu yer kaybolmasın diye işaretleyip (Bu Sanki aynacı kendini bekliyormuş gibi hissetti. Altı üstü bir Yunus’un çün sûreti ölüp toprak olur ise / Bâtınımdan aşk ayna alacaktı. Bu taş, bu paslı demir parçası neyin nesiydi? sevgisi bilin ki hiç gitmez benim) kitabı kapattı, Gülay’a baktı. Karmakarışık aklını daha da karıştıracak başka bilmece Bir sonsuzluk gibi… “Buradayım, baktığın her yerde,” dedi. azeteci, yazar, milletvekili Ayarlama Enstitüsü ise Nusret Safa Coşkun (doğum Türk modernleşmesinin, G1915, ölüm 1971) Açık Türk toplum yapısının Söz gazetesinde 1936 yılında değişmelerine ilişkin bir 44 edebiyatçı ile “Millî Millî ve mizahî anlatı olmasına Bir Edebiyat Yaratabilir rağmen şeksiz şüphesiz miyiz?” konulu dizi anket evrensel romandır. yapar. Bu dizi anket Aynı şekilde, Mustafa 1938 senesinde yine Necati Sepetçioğlu’nun Nusret Safa tarafından Milliyetçi Edebiyat Cevahir İle Sadık Çavuşun kitaplaştırılır. Yıllar sonra Buğday Kamyonu bir bu kitap, 2018’de Çolpan Anadolu kasabasının İkinci Kitap tarafından Şaban Dünya Savaşı dönemindeki Özdemir’in hazırlamasıyla, durumunu işler. George gözden geçirilip biraz Sorgulaması Orwell’ın Boğulmamak İçin daha genişletilerek tekrar adlı romanıysa bir İngiltere yayımlanır. Biz bu ayki kasabasının İkinci Dünya Savaşı yazımızda Nusret Safa’nın etin avaş arifesindeki atmosferini yansıtır. anketine katılan edebiyatçılardan M S Esas itibarıyla her iki roman da her dile rastgele seçtiğimiz birkaç farklı cevabı öne çevrilip okunabilecek millî romanlardır. İlki Türk çıkartarak “Millî Edebiyat” konusunu kısaca edebiyatının, ikincisi İngiliz edebiyatının ürünleridir. Yine tartışacağız… Millî edebiyat var mıdır, mümkün Tanpınar’ın Huzur adlı romanı bütünüyle Boğaziçi romanı müdür, varsa mahiyeti nedir ve millî edebiyatın hudutları olmasına mukabil Çinceye bile tercüme edilmiştir. Şu halde nereye kadar uzanıp nerede daralır soruları üzerinden millî roman ile milliyetçi roman arasında fark vardır. O konuya kuşbakışı eğileceğiz. Eğilirken de kendi algılayışımız fark, millî romanın Hereke halısı gibi bütün dünyaya hitap ve çıkarımlarımızla müdahil olarak muhtelif fikirleri edebilmesidir. Hereke halısını yalnızca Türkler kullanır harmanlayacağız. diyemeyiz; bu halıyı yabancılar da beğenip kullanabilirler. Millî Nusret Safa’nın anketine katılan Peyami Safa bizim roman da böyledir. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun romanlarını ülkemizde millî edebiyat tabirinin milliyetçi edebiyat belki bütün dünyaya okutamayız ama Hasan Ali Toptaş’ı anlamında kullanıldığını fakat bu kullanımın doğru olmadığını pekâlâ okutabiliriz. söylüyor. Peyami Safa’ya göre, milliyetçi edebiyat, milliyet Vâlâ Nureddin, millî edebiyat diye tamamıyla muayyen şuurundan hareket ettiği için her türlü ideal ve ideolojinin bir şey olduğuna kani değildir. Çünkü diyor Vâlâ Nureddin, üzerindedir. Hâlbuki millî edebiyat hiçbir tasnife giremez. Maksim Gorki’nin romanları ve tiyatroları, sosyalist Nitekim Peyami Safa, millî olmayan edebiyat yoktur diyor. temayüllü olmakla beraber mükemmel bir Rus edebiyatıdır. Pekiyi bununla ne demek istiyor? Ercüment Ekrem Talu’dan Bizde de böyle değil midir? de Nihal Atsız da alıyoruz cevabı: Bizim memlekette yazılan ne ideolojik zıtlıklarına kadar yazı varsa hepsi millî edebiyata dâhildir. karşın Türkçe Hereke kumaşının millî kumaş olduğu gibi. Nusret Safa’nın anketine yazmışlardır ve Türk Millînin benim nazarımda bundan başka mânâsı edebiyatındandırlar. yoktur. Ekrem Talu’ya göre, bir Türk muharrir katılan Peyami Safa bizim Vâlâ Nurettin, Türkçe olarak yazıyorsa o millî edebiyattır. ülkemizde millî edebiyat Nazım Hikmet’in Buraya kadarki ifâdelerden anlıyoruz ki tabirinin milliyetçi edebiyat birçok eserlerini milliyetçi edebiyat millî edebiyatımızın ile millî edebiyat anlamında kullanıldığını fakat mükemmel arasında fark vardır. bu kullanımın doğru olmadığını numuneleri arasında Halid Ziya Uşaklıgil’in söylüyor. Peyami Safa’ya göre, görüyor. Ve diyor kozmopolitlikle ki, millî edebiyatta yargılanan Aşk-ı milliyetçi edebiyat, milliyet hamaset şartı Memnu adlı romanı şuurundan hareket ettiği için aranmaz. Gerçekten hiç kuşkusuz ki Türk her türlü ideal ve ideolojinin de Peyami Safa’dan edebiyatına âit bir üzerindedir. Adalet Ağaoğlu’na, romandır. Peyami Attilâ İlhan’dan Tarık Safa’nın Simeranya Buğra’ya (Osmancık kurgusu da milliyetçi hariç) sosyalist ülkülere hiç temas veya milliyetçi pek çok romancımızda neredeyse hamasetin etmez ve doğrudan zerresini bulamıyoruz. Türkçü bir roman olmasına karşın doğruya bütün Ruh Adam o psikolojik ve düşünsel derinliğiyle biz okurlara insanlığın mutlu hamasî edebiyat hissi vermiyor. Millî edebiyat hamaset şartına geleceğini gözetir. Böyle olduğu halde Simeranya tasarımının bağlı değil ise, şu hâlde milliyetçi edebiyatın dayanaklarından da içerisinde bulunduğu Yalnızız romanı Türk edebiyatından birinin hamaset olduğunu varsayabilir miyiz? Edebiyat teorisi veya Türklük evreninden kopuktur diyemiyoruz. Uşaklıgil’in bu varsayımı geçerli de kılsa geçersiz de kılsa mevcuda Aşk-ı Memnu’sunun da Türklük evreninden büsbütün (uygulamaya) bakıldığında, hidayet romanları örneğinde soyutlanmış olmadığı gibi. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri görüldüğü şekliyle, milliyetçi romanlarımızın estetik kaygıdan ziyade hamaseti öne çıkardıklarını söyleyebiliyoruz. ’in Devlet Anası seviyesindeki tarihî romanlar tabiî ki fevkalâde derecesinde istisnadırlar. Üç Silahşorlar romanı da Fransızlık hamasetinden daha fazla olarak, Fransa Krallığındaki entrikaları, ama tabiî vatanseverlik duygularıyla beraber, gerçekçi bir üslûpla okurlarına sergiliyor. Salih Zeki Aktay, millî edebiyatın, bizde anlaşıldığından bambaşka bir şey olduğunu söyler. Ona göre, millî edebiyat, beşerî sanat ve fikriyata çıkmış Türkçe eserdir ki içinde edasından ve sedasından Türk güzelliği zevki tadılır ama bu tadın, bu zevkin edebî eserin konusuyla alâkası hiç denecek kadar azdır. Aktay’ın bu tarifine nasıl bakacağız? Aklıma ilk gelen örnek, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u. Bu roman ana hatlarıyla toplumsal yergi romanıdır. Yerleşik sistemin tenkidi de diyebiliriz. Milliyetçi roman değildir ve ideolojik boyutu vardır. Bu roman Türklüğü yüceltmek veya Türklüğü yermek amacıyla da yazılmamıştır. Dünya üzerinde Anadolu adında bir coğrafya vardır ve buradaki toplumsal yaşantı hiç de öyle iç açıcı değildir. Bu coğrafya bir başka yer de olabilirdi. Meselâ, Marquez’in neredeyse her romanında karşımıza çıkan kasabası da olabilirdi. Albaya Mektup Yok adlı romanı bilindiği üzere toplumsal ve politik yergi romanıdır. Gerek Sabahattin Ali’nin romanlarında gerekse Marquez’in romanlarında Türk ya da Kolombiya milliyetçiliği görülmediği hâlde her iki romancının da eserlerinde Türklük ve Kolombiyalılık edası belirgin mikyasta baskındır. Yine meselâ, Tarık Buğra’nın Siyah Kehribar romanının mekânı İtalya’dır ama bu roman İtalyan edebiyatının değil Türk edebiyatının içerisindedir. Amin Maalouf (Emin Maluf) Lübnan doğumludur, anadili Arapçadır, romanlarında Ortadoğu coğrafyasını işlemekle ünlenmiştir, ne var ki yapıtlarının dili Fransızcadır ve kendisi Lübnan doğumlu Fransız yazar kimliğiyle kabul görmüştür. Millî edebiyat vakıasına Suat Derviş’in yaklaşımı ise özgünlük üzerinden şekilleniyor. Derviş, Türkçe yazılmamış olduğu halde bazı eserleri okuduğu zaman, o bazı eserleri, Türkçe yazılmış bazı eserlerden çok daha fazla benimseyebildiğini söylüyor. Derviş’e göre millî edebiyat orijinal olabilmeli, kesinlikle taklit olmamalıdır. Nitelikli bir edebiyat yaratabilmemiz için etrafımızı görebilmemiz gerektiğini belirten Derviş bütün o gördüklerimizi temiz verebilmeliyiz diyor. Temizlikten kasıt muhakkak ki yazardaki aydın sorumluluğu, olabildiğince objektiflik ve mümkün mertebe yazarın yansız dikkatiyle insanlık durumlarını irdeleyip eserine yansıtabilmesidir. Millî edebiyatın yanı sıra milliyetperver edebiyatın varlığını inkâr etmeyen Derviş ülkemizdeki milliyetperver edebiyatın yetersiz, sahte ve alelâde olduğunu iddia ediyor. Hakiki mânâda milliyetperver edebiyat verimlerinin bizde çok az bulunduğunu da ekliyor. Bu verimsizliğin sebebini de taklide, yâni orijinal olamamamıza bağlıyor. Nusret Safa Coşkun’un anketinin üzerinde 83 yıl geçti. O günden bugüne millî edebiyat ile milliyetçi edebiyat verimlerinin nitelik ve nicelik seyrinde de birtakım değişiklikler vuku buldu. Anket cevaplarından anlıyoruz ki milliyetçi edebiyat vardır, millî edebiyat ise milliyetçi edebiyatın üstünde durarak sanatta evrensel olabilmek kaygısı gütmektedir. Millî edebiyat, beşerî sanat ve fikriyata yöneliktir. Milliyetçi edebiyatsa beşeriyetin alt dalı olarak muayyen bir toplumun sınırları içerisinde kalmaktadır. Bununla birlikte kimi millî edebiyat verimleri gerekli seviyeyi yakalayamazken kimi milliyetçi edebiyat verimleri bütün insanlığa hitap edebilmektedir. kullanılabileceği ihtimali üzerine düşünmeye başladı. Bunu düşünürken amcasının, gizli kalmış ilkel güçler fikrinden oldukça etkilendi. Bu güçleri harekete geçirerek para kazanılabileceğini düşündü. O zamanlarda kadınların sigara içmesi olağandışıydı. Zamanın Amerikan Tütün Şirketi Genel Nöropazarlama Müdürü Bernays’a bu sorunla nasıl başa çıkılabileceğini sordu. Bernays psikanalist arkadaşı Abraham Brill’le bu konuyu görüştü ve yüksek bir ücret karşılığında oldukça ve ilginç bir yanıt aldı. Brill sigaranın cinsel organı temsil ettiğini ve erkeklik gücünü anımsattığını söyledi. Brill’e göre, eğer sigara içme fikri erkek iktidarına karşı duruşla harmanlanabilirse kadınlar sigara içecekti. Böylece Bernays onlar da kendilerinde eksik olan bir organı tamamlamış sayacaklardı kendilerini. Bernays zekice bir süreç organize etti. Paskalya töreninde oldukça kalabalık bir ortamda bütün basını da arkasına alarak birkaç zengin kadına imrendirici M. Bilgehan Aytaç bir şekilde aynı anda sigara yaktırttı. Basına, kadınların seçme hakkını savunduğunu ve sigaraların birer özgürlük meşalesi olduğunu yazdırttı. Meşale Özgürlük Anıtı’nda da ommercial Alert kuruluşu, kendi web sitelerinde vardı ve özgürlük kavramıyla iç içeydi. Kampanya başarılı var oluş amaçlarını şöyle açıklıyor: “Tüketim oldu. Kadınlar artık sigara içiyordu. Herkes şuna inanmaya Ckültürünü kendi münasip çerçevesinde tutmak başladı; sigara içen bir kadın daha özgür ve bağımsızlığa ve onun çocukları kullanmasına ve ailevî, toplumsal, daha yakın bir kadındı. Bu fikir hâlâ tazedir. Adam Curtis çevresel ve demokratik değerleri çökertmesine engel hazırladığı belgesel dizisinde Bernays’ın fikirlerini ve olmak.” Kuruluş, pazarlamacıların nöroloji biliminden faaliyetlerini açık ve sürükleyici bir şekilde anlatmaktadır. faydalanarak beyinlerimize girebileceğine, bizleri manipüle Yine kendi kaleminde yayınladığı makalelerde Bernays edebileceğine ve daha etkili politik propagandaya zemin gerek Amerika Birleşik Devletleri’ne gerek çeşitli hazırlanabileceğine dair haklı endişeler taşıyor ve bu sermayedarlara verdiği birçok danışmanlık hizmetinden konuda bildiriler yayınlıyor. Evet, tüketici davranışlarına detaylı bir şekilde bahsetmektedir. Müteahhit ve mimarlara yönelik bilimsel tartışmaların geldiği son nokta budur; insan inşa ettikleri dairelere kitap rafları eklemelerini söyleyerek beyni okunmaya çalışılıyor. Nöropazarlama hususunda kitap satışlarını arttırmak bunlardan sâdece bir tanesiydi. uzman kabul edilen Lindstrom “Buyology”sini savunurken her yeni teknoloji gibi nöropazarlamanın da bir takım etik kaygılar barındırdığını kabul ediyor ama bunun bir çeşit Orwellcilik olmadığını ayrıca biz tüketicilere, reklamcıların hile ve taktiklerinin tuzağına nasıl düştüğümüzü daha iyi anlamada, yardım edebileceğini söylüyor. Nöropazarlama beynimizin reaksiyonlarını anlamaya çalışarak pazarlama stratejilerine yön vermeye çalışan yeni bir alan olmasına karşın, insan zihninin görünmeyenini anlama çabaları ve bu görünmeyenlerden pazarlama politikaları veya propagandalar oluşturma gayretleri oldukça eski. Propaganda ve pazarlama birbirlerinden farklı kavramlar. Fakat Bernays’ın yıllar önce yaptıkları, kendisine göre bu ikisinden de farklıydı. Yaptıklarına halkla ilişkiler diyordu. Herkes, en azından ülkemizde lise eğitimini eşit ağırlıklı ve sosyal bölümlerde geçirmiş herkes, Freud’un ilkel benliğine aşina. Psikanalizin kurucusu Freud her insanın zihninin derinliklerinde saklı ilkel, cinsel ve saldırgan güçler keşfettiğini söylüyordu. Freud’un yeğeni Edward Bernays bu fikirler ortaya atıldığında Amerika’da bir basın Bundan aşağı yukarı 100 sene evvelki psikanalistlerin, ajansında çalışıyordu. Amerika Birleşik Devletleri, Avusturya teknolojik imkânlardan mahrum bir şekilde ulaştığı ve Almanya’ya karşı savaşa gireceğini açıkladığında bulguların hangi amaçlarla kullanıldığı ortada. Bu da hükümet halkı bilgilendirmek için bir komite kurmuş Commercial Alert ve diğer etik kaygıları taşıyan insanlara ve Bernays’ı da bu komitede görevlendirmişti. Bernays hak vermemizi sağlıyor. Yine yaklaşık 66 milyon kişinin kabaca Amerika’nın savaş hedeflerini halka duyurarak öldüğü ifâde edilen 2. Dünya Savaşı’nda, Hitler’in halkta lehte bir fikir oluşturacak ve hükümete de meşruiyet propagandacısı Goebels’in felsefe doktorası yaptığı biliniyor. sağlayacaktı. Nitekim başardı. Bernays savaş esnasında Bilim belki isteyerek belki istemeyerek uzun süredir gerçekleştirilen bu propagandanın, savaş dışında da zihinlerin nasıl manipüle edilebileceğine dair tarifler yayınlıyor. Pazarlama henüz propaganda kadar kirli bir kavram öktürk mer akır olarak görülmese de nöropazarlama G Ö Ç taktikleri kullanılarak yapılan “Çün nabzuma el urdılar, hayât ümîdinden el çekdiler” pazarlama metotlarının, pazarlamayı Âşık Çelebi propaganda gibi bir kitle imha İptida silâhına dönüştürme ihtimali Ölebileceği hiç aklıma gelmemişti. Evde yoktum. 450 km mesafede, bir mevcut. Bunu tüketim çılgınlığını çöp arabasının operatör basamağında Ulus’a doğru yol alıyordum. Saat, gece birkaç doz daha arttırarak veya 3.00… Temiz bir yaz akşamında, olunabilecek en pis noktada seyrediyordum. siyasal pazarlamacılara kirli Kemal Paşa’nın o maruf heykelinin biraz yukarılarında, şimdi hâlâ yerinde mi reçeteler sunarak yapabilir. Meselâ bilmiyorum, bir öğretmen evine kapağı attım. Yanımda kimliğim de olmadığı sigara reklamlarının yasaklanması için kapıda meramımı anlatmak amacıyla sarf ettiğim iki-üç dakika zarfında karşısında, sigara üreticilerinin son nefesini vermiş olabileceğini düşündüm hep. Öğretmen evinin sıcak ban- bizlere bilinçdışı reklamcılığı yosunda duşumu alırken, o artık bu dünyada değildi. İlginçtir, böyle anlarda kullanarak mesajlar yolladığını NEKROLOJİ insanların meşbu olduğu o garip hisler de uğramamıştı yanıma yöreme. İyi bir biliyoruz ve beynimizin %98’inin uyku çektim. Ertesi gün, İstanbul’a giden ekspreste de keyfim yerindeydi. Ya- kontrol dışı çalıştığı iddia ediliyor. nımdaki arkadaşlarla kendimi Tarihî Yarımada’ya atmış, dinlenmek için ideal bir Nöropazarlamanın etik dışı gölgelik sunan Firuz Ağa Camii’nin dibinde takılıyordum. Kafamda, gelip geçen- kullanımdan ne kadar uzak lerin küpültüsüyle karışık, boylu boyunca Divan Yolu’nu imar eden II. Bayezid’in kalabileceğini kestirecek bilgiye bu güzergâhta yaptırdığı camilerin isimleri dönüyordu. İşte o noktada, belki Mehmet ve öngörüye sahip değilim ama Akif Ersoy Parkı’nın daha içlerinde, babamın öldüğüne dair soğuk bir mesaj aldım: O potansiyel tehlike olduğunu sırada şehirde olmadığım için beni istiskal eden bir mesaj… hissetmek zor değil. Çağımızda bilgi Artık, evde tek başımaydım. Bu işler sıralı oluyorsa, ki en güzeli ve doğrusu odur, her- en kıymetli sermaye olarak kabul halde yaşadığım hanede, bir Nuh ömrü sürmeyeceksem, kimsenin ölümünü görmeyecek, en azından uzaktaysam bile duymayacaktım. Ruhumu okşayan meserretli tek fikir buydu. Beni gördü, ancak burada hangi bilginin var eden herkes çekilip gitmişti. Bundan sonra, bir ailenin en yaşlısı anca ben olabilirdim. kıymetli olduğu veya bu bilginin nasıl Fakat hayatınıza kimlerin girebileceğine dair ne kadar kehanet-füruş olabilirsiniz ki? kullanılması gerektiği tartışması Sıralamada bir takdim tehir oldu. yeniden anlam kazanıyor. Bilim ve etik “Onlar üç kişidirler, dördüncüleri köpekleridir.” (Kehf, 22) kavramları bunca gelişmeye rağmen Yine 450 km mesafede; fakat bu defa teyakkuzdaydım. Ayrıca şehrin en pis noktasında birbirine ne kadar yakın? Dinamitin seyretmiyordum. Gönençli, keyifli, mülâtafa halinde kalabalık bir topluluğun arasında, ce- mucidi Alfred Nobel ürününün miyetin epeydir kendisini kaptırdığı bir mahfiller sosyolojisinin (Ziya Gökalp mehafil-i içti- savaşlara veya şiddet eylemlerine maiye derdi) içindeydim ve keyfim yerindeydi; lakin teyakkuzdaydım. Kapılarda kalmamış- değil endüstri, tarım gibi alanlarda tım; beni Ankara ayazında bırakmayacak kadar çok kapıdan birinde, eşiğin sıcak tarafın- barışçıl amaçlara hizmet ettiğini daydım. O zaman hasıl olan temizlenme ihtiyacını da duymadan; fakat bu defa “böyle anlar- söylemiştir! Belki de haklıdır. O zaman da insanların meşbu olduğu o garip hisler”le ve yarım yamalak uyudum. Saat, 14 yıl önce burada belki de suçlu olan bilim uykuya teslim olduğum saatle aynıydı. Uyandığımda, çok önceki bir yazımda Diogenes’ten değil tekniktir (bkz. Albert Bayer, naklen kaydettiğim, “kötülerin yüzüne hırlayan, iyilere kuyruk sallayan hakikatli insanın Bilim Ahlakı, 1982). Her ne kadar remzi”, boğucu bir yalnızlığın içinde bana sesini ilk duyuran varlığı kaybetmiştim. Babam nükleer bilimi kadar tartışılmasa da öldüğünde sahiplenmiştim onu... 43 günlüktü. Ailemizin kurucusu, çocuğumuzun vesilesi sosyal bilimlerin de birer kitle imha sayılır; zira eşimle, işte bu aile içi sıralamayı bozan takdim tehirin sebebi olarak, onu gezdi- silahına dönüşebileceği bir gerçek. rirken tanışmıştım. Babam, ben Ankara’dayken ölmüştü. Babamın yokluğunda bir ses, nefes Faithless bir şarkısında şöyle diyor: olsun diye sahiplendiğim dost da ben Anka- “Uzun menzilli bir silah veya bir canlı ra’dayken öldü. 13 yaş 8 ay 9 günlük- bomba/ Nefret dolu bir zihin bir kitle tü. Apartmanın arka bahçesin- imha silahıdır. Soaraway Sun veya BBC de, terra nullius ilan ettiğimiz 1/Yanlış bilgilendirme bir kitle imha bir toprak parçasına bıraktı- silahıdır. Halliburton veya Enron ya da lar onu. Babamı da annemi herhangi biri/Açgözlülük bir kitle imha de görmediğim gibi onu da silahıdır”. görmedim. Dua da etmiştim bunun için. Ebeveyniyle ara- Kaynaklar sındaki yaş farkı geniş olan 1. Bernays, Edward L. “Emergence of her çocuk gibi… Köpeğinin the public relations counsel: Principles and kendisinden önce ölme- recollections.” Business History Review 45.03 (1971): 296-316. sinin galip ihtimal oldu- 2. Lindstrom, Martin. Buyology: How ğunu bilen her çocuk everything we believe about why we buy is gibi… Bütün bunlar- wrong. Random House, 2012. dan sonra, uzay boş- 3. http://www.commercialalert.org/ luğunda cirmi büyük olan 4. Işın, G. “Savaş–barış ve Alfred duaları kabul edilmiş bir ço- Nobel.” Pivolka 1.10 (2003): 9-12. 5. Curtis, A. (Yöneten). (2005). The cuk gibi küçük bir tebessüm Century of Self [Belgesel Filmi]. BBC. kaldı yüzümde. Sanırım, be- 6. Bayer, Albert (1982). Bilim Ahlakı. ni seviyor. ocuk olmaktan şehirlerarası otobüslerde vazgeçmemişti. lardı. Üstelik düzenli çalışan hiçbir profesyonelin kader tarafın- Ayrıca şu an kesif bir çorap kokusu dışında, herhangi yö- dan ödüllendirilmemiş olması mümkün olmadığından, bu iki sa- Çresel bir süt ürünü kokusu da alamıyordu burnu. Esasın- at kırk bir dakikalık yolculuk tam da kurbanının Borkent Dinlen- da ne çocukluğuna dair bir anısını ne de ne zaman büyüdüğünü me Tesisleri’nde kalabalık içerisinde ortaya çıktığı zamana denk hatırlıyordu. Son sürat giden otobüs, bilinmez bir karanlığı ufak geliyordu. Bittabi oyun planı da bu süreye göre kurgulanmıştı. iki ışık huzmesi ile yarmaktayken, o, görevine odaklanmıştı. Bunları düşünürken ona yönelmiş sesle irkildi: “Bir işin profesyoneli olmak ne anlam ifâde eder?” “Abi çay kahve ne verem?” Görevini tamamlamak için ulaşması gereken noktaya gi- Beatbox denilen şey keşfedilmeden önce, mikrofonu ağzı- dene kadar bu sorunun olası cevaplarını düşünmekteydi. İzahı na sokarak kakafoni yaratmayı öğrenen eski ustalarının izdüşü- suç teşkil eder mi bilinmez ama adının açıklanmasını istemeyen mü olan muavinin sesiydi bu. Çay veya kahve içmesi, onun dik- kahramanımız, bazı sıkıntılardan kurtulmak konusunda tam bir katini dağıtabilir, olası bir idrar sıkışması işini kusursuz yapma- profesyoneldir. Haklı olduğu işi üzerine alır ki, işi sebebiyle hak- sı için kurduğu planı tamamen mahvedebilirdi. Gözleri kapalı bir lı olmanın suçsuz olmak anlamına gelip gelmediğini yıllarca dü- şekilde, sesini dahi çıkarmadan olumsuz anlamında başını sal- şünmüş, sonuçta bir suçtan bahsetmek için kurbanın mağdur ladı ancak servis yapmaya çok da hevesli olmayan muavin ken- olması gerektiği kanaatine varmıştı. Bu her yönden eksik olan disiyle konuşulmadan iletişim kurulmasına içerlediğinden, bir- tespiti, yaptıklarını haklı çıkarma çabası da olsa, onun işiyle ilgili den hizmet edesi tutmuştu. iç hesaplaşmalarını bıçak gibi kesip atmıştı. Profesyonellik icabı Adam insanların tuhaflıklarından faydalanmayı iyi bilirdi. işini ve işinin nesnelerini belirli kalıplarla adlandırmak âdeti ol- Meselâ bazı insanlara bir şey yaptırmak için onlarla muhatap muştu. Onun jargonuna uyulması mühimdi. Onunla çalışmak is- olmamak, onları görmezden gelmek yeterlidir. İşte o zaman ça- teyenler de bu jargonu kullanmaya mecburlardı. Aksi hâlde “sı- lışma ahlâkına ilişkin kodlara sahip olmayan zihinleri, bir başka kıntıyla” ilgili işi üzerine almazdı. güdüyü “kendini ve yaptığı işi beğendirme” dürtüsünü uyandırır. Ayrıca kendine has kuralları da vardı. Örneğin sokak orta- O da bir profesyonel olarak bunun bilincindeydi. Deneme yolcu- sında veya umuma açık yerlerde kurtulması istenen bir “sıkıntı” luklarında işine yoğunlaşabilmek ve planını uygulamaya koy- varsa o işi almazdı. Zira uzmanlık gerektiren ve suç teşkil etme- mak için minik keklerden yemeyi adet edinmiş ancak çay veya si muhtemel işlerde, işin nasıl yapıldığından çok, nerede yapıldı- kahve ve hatta su isteyen insanlara, ilave olarak istemedikleri ğı önem arz ederdi. müddetçe kek verilmediğini müşahede etmişti. Muavini sessizli- Asla, işini bitirmeden önce veya bitirdikten sonra para ko- ğiyle tahrik edişinin sebebi de buydu. nuşmazdı. Karşısındaki konuyu açsa dinlemezdi dahi. Ona göre, Rap müziğin asla keşfedilemeyecek beatbox dâhisi, hızlı ve her işin mâkul bir karşılığı vardı. Para konuşmak isteyen olursa, özenli bir şekilde: hiç çekinmeden işi kabul etmeyeceğini söyler ve uzaklaşırdı. O “Abi o zaman kek al, kek istemezsen püsküvi de var. Keki bir profesyoneldi ve işini asla şansa bırakmazdı. meyveli mi, kokoalı mı olsun?” diye arka arkaya saymaya başla- İşte yolda giderken bu ilkeleri ve kurallarını gözden geçir- dı. Adam bu defa gözlerini keskin bir şekilde açıp büyüterek ve miş, hedefiyle ilgili planına odaklanmıştı. Hedefinden kurtulaca- hecelerin üzerine bastırdığından emin bir şekilde “Ka-ka-olu ol- ğı yer sabit bir dinlenme tesisiydi. Kurbanı aynı saatlerde ortaya sun!” dedi. Bütün bir otobüsün onun sesini duyabileceği tek an çıkıp dakika olsun şaşırmazdı. İçinde olduğu otobüsü seçmeden buydu. Ve fakat yolcuların yarısı ölümün kardeşi ile içinde bu- önce, aynı güzergâh üzerinde ilerleyen pek çok şirketin otobü- lundukları ilişki gereği kâh sesli kâh kokulu salınımlarının tam sü ile bir deneme turu yapmış, en sonunda ilkeli davranışı ne- doruğunda olduklarından bir profesyonelin sesini duymak şere- deniyle Haz Turizm’i seçmişti. Çünkü bu şirketin otobüsleri, is- finden mahrum kaldılar. mindeki talihsizliğe karşın kendisi gibi profesyoneldi. Talihsizlik Kekini bitirdikten sonra dinlenme tesislerine doğru ilerler- dediysek olay tamamen otobüsün önüne baskı yapılmış Haz Tu- ken kalan süreyi hesapladı. Tamı tamına yirmi dört dakika on rizm yazısındaki “u” harfinin, çubuklarından biri kavladığı için, sekiz saniyesi kalmıştı. Kurbanını, onun olası hareketlerini, “sı- Haz Tırizm okunmasıydı. Ancak bu durum dahi firmanın profes- kıntıdan” kurtulmak için izlemesi gereken rotayı zihninden ge- yonelliğinden taviz vermesine sebep olmamıştı. Otogardan bir çirmeye başladı. Kafasında, planını defalarca kusursuz bir şekil- dakika gecikmeksizin çıkış yapmak konusunda hassaslardı ve de işletmekteyken muavinin hareketin başlayacağı işaretini ve- kahramanımızın belirlediği varış noktasına üç deneme yolcu- ren anonsu ile gözlerini açtı: luğunda da tam iki saat kırk bir dakika “Otobüsümüz Borkent Dinlenme Tesisleri’nde yirmi da- içerisinde giriş yapmayı başarabiliyor- kika yemek ve ihtiyaç molası verecektir.” Büyük Ortaklı Küçük Hikâye Tamer Sağcan Bugüne dek tereyağından kıl çeker gibi bitirdiği yüzlerce iş gözünün önüne geldi tekrar. Sıradan ya da sözde erdemli in- ehmet ürübaşı sanlar için gurur duyulmayacak bir iş olabilirdi. Gözünde Ba- M S ba filminin sahneleri canlandı. En azından o filmdeki zeytinyağı ile saçlarını parlatmış dar kesim, geniş paça takımların içinde- Ben bu yolları daha çok aşındırırım lakin ki dandik katillerden değildi. O bir profesyoneldi ve bu işi de ta- mamlayacaktı. Yüzümün nasır tutmasından korkuyorum, Otobüs dinlenme tesislerine girişi yaptı ve hiç acelesi yok- Son kullanma tarihi geçmiş bir bahar gibi, muş gibi aceleci kalabalığın kendisinden önce otobüsten inme- Bozuk yağmurlar ve küflü güneşler kusuyorum. sine müsaade etti. Planlarına göre, işini bitirip tam otobüs kal- Meteoroloji ile kavga etmek yersiz değil mi sence de, karken yerini almış olacaktı. Haz Tırizm’in yolcuyu dinlenme te- Çünkü bu şiiri tam ayaklarının altından yazıyorum. sislerinde bırakmayı dahi göze alan ahlâkçı dakikliğini tekrar et- mesine güvenmekten başka çâresi yoktu. İner inmez imitasyon deri montunun sağ cebinden sigarasını ve çakmağını çıkardı. Bir En amade halimle, elimde çekiçle huzurundaysam şekilde bunu bir ritüel hâline getirmiş, işini hızlandırdığına inan- Ve geçmişsem sarı çiçek tarlalarının yarasından mıştı. Profesyonellerin olmazsa olmaz, değişmez ve onları kes- Bu mahcubiyeti bilimle açıklayamazsın, kinleştiren ritüelleri olmalıydı. Onunki de buydu. Matah, akroba- Sevda, bilimin taburesini tekmelemekle mükelleftir. tik bir yetenekmiş gibi ağzı ve burnu arasında yaptığı duman şe- Ki bu elinde tuttuğun şiir, laleleri ile ilk beş dakikasını geçirirken, bir yandan da kurbanı- Kaç çiçek tarlasına bedeldir, sana soruyorum. nın hareketlerini tartıyordu. Sigarasının küllerini yere çırpmak- ta beis görmemesine karşın, katı çevreci bir tutumla sigarasını söndürmek için küllüğü olan bir çöp kutusu aradı. Bu iş için kay- Tarih, yolundaki tümsekleri yazmaz biliyorum, bettiği yirmi yedi saniyeyi adımlarını hızlandırarak kapattı. Falcı olmak sadece falcılara yakışır sana değil, Kurbanı küçük dinlenme tesisi içerisinde takip ederek ge- İskambil numaralarıma inanman çirdiği on dakikadan sonra, artık harekete geçme zamanının beni illüzyonist yapmaz. geldiğini anladı. İzleme dürtüleri onu kurbanının ezberlediği ha- Şair boğazlayan gecelerden geliyorum, reketleri doğrultusunda tesisin erkekler tuvaletine doğru yö- neltti. Montunun fermuarını açtı ve elini beline doğru götürüp Arşın arşın kaç şiirde tökezledim bir bilsen birden hızlandı. Tam da tahmin ettiği kapının ardındaydı. Etrafın- Sahi sen hangi yüzyılın baharısın? da el yüz yıkama, saç tarama için sıra bekleyenleri umursama- dan kapıya vurduğu bir omuz darbesiyle tuvalete girdi ve kapıyı Ütopik bir sofranın başındayız ve sen oruçsun, usta bir hareketle tek hamlede kilitledi. Ben sırtımdan parazitleri söküyorum, Dışarıdakiler içeriden yükselmekte olan arbede seslerin- İnsanın modifiyesi mümkündür den önce korktular. “Kardeşim ne oluyor orada?”, “İyi misiniz?” Savunması Sarı Çiçek Tarlaları “Hoop bilader” seslerine aldırış etmedi. Bir profesyonel olmasa, derdi dedem rahmetli, işini sessizce bitiremeyeceğini anladığında panikleyebilirdi an- Çabalamak; ispatın tetiğini çeker, cak onun için önemli olan üstlendiği görevi tamamlamaktı. İşle- Bazen inancı öldürür. meli kemerini çıkarttı ve kurbanının hareketlerini kısıtlamak için Dedem modifiye diyemezdi yalan söyledim. eline doladığı -kemerin izi avucunun içinde çıkana kadar- ke- meri sıktı. Otobüsün kalkmasına bir dakika kala “sıkıntıdan” ta- Legal bir ayrılık değil bizimkisi, mamen kurtulmuştu. Her katil olay yerine geri dönebilirdi ama onun asla böyle bir tarzı yoktu. O yüzden kurbanına son bir kez Devlet, çektiğimiz bu acıyı derhal özelleştirmeli ifâdesiz gözlerle baktı. Malına konabilmek için öz annesine hiley- -Beni giyotine gönderirken bile çok güzelsin- le vekâlet imzalatan, kendisini kardeş belleyen komşusunun ço- Gereğimi düşünmen temyiz hakkımı doğurur, cuklarını taciz eden tecavüze yeltenen, kul hakkını günde beş va- Çünkü yer gök seccade iken, kit hallaç pamuğu gibi parça pinçik etmekten zerre usanç duy- Alnını koyacak yer bulamayanlardan olmadım, mayan, profesyonellik icabı değil zevk için işkence ederek öldü- Ümit müthiş bir atom bombasına eş değerdir. ren, kendini gerçekleştirmeyi başaramadığı için başkalarının ha- yatlarını, anılarını sahiplenen; can, mal, para, namus, haysiyet, iyi niyet, umut, zaman çalan hırsızların ve benzeri ve saire insanla- rın, “sıkıntıların” hepsini kurbanında gördü birden. Hepsi de nihâî sonlarına varacaklarını anladıkları o anda, ellerini bir yardım çığ- lığıyla canlarının bağışlanması için uzatan, o aynı soydan gel- mekteydi. Hiçbiri şimdi bakmakta olduğu kurbanından farklı de- ğildi. Bir profesyonelin asla iz bırakmaması gerektiğini biliyordu. Saatine baktı. Otobüsün kalkmasına son 45 saniyeydi. Dı- şarıda, gürültüler yüzünden içeride ne olduğunu merak edenle- ri umursamadan kilidi açtı. Tam kapıdan çıkarken ardı sıra yük- selen “floşşşş” sesi henüz kaybolmamışken, tuvaletin başına tezgâhını kurmuş adamın önüne “75 kuruş” bırakıp hızla otobü- se yöneldi. Adamın “Hemşehrim ama tuvalet bir lira,” bağırışına aldırış etmedi. Çünkü o bir profesyoneldi ve işini bitirmeden önce ve- ya bitirdikten sonra asla para konuşmazdı. Ve bir profesyonelin yaptığı her işin mâkul bir ücreti olurdu! ► Çok büyük ihtimalle 50 yıl sonra, dünya iklimi “yaşama kaynaklarına göre tayin edildiği, totaliter bir gelecek. elverişli” hâlde olmayacak. “Çok büyük ihtimalle” dendiği ► Şimdi, lab’larda üretilen ete, böcek proteinine, için sanki bunun olmama ihtimali de varmış gibi endüstriyel gıda üreticilerinin büyüklüğüne bakılıp “Ya n’olcak, anlaşılıyor ama bunun olmama ihtimali yok. aç kalmayız,” deniyor ama zaten siz değil, çocuklarınız aç Sâdece tam olarak hangi koşullarda ve kalacak. Dünyanın, “üretmezse tüketir” diye hayatta bırakılan zamanda gerçekleşeceği bilinmediği tampon pazarlara ihtiyacı da sıfıra inecek. için, bunun gibi bilimsel detaylar ► Mevcut “Universal Basic Income” öngörülerine birer “ihtimal” sınıfında bakarsanız, bunun hep bir “ara geçiş enstrümanı” olarak değerlendiriliyor. ele alındığını göreceksiniz. Devletler ve büyük devlet-şirket ► Çocuklarınıza konsorsiyumları, sonsuza kadar insanlara “sâdece var boşuna Pierre oldukları için” para ödemeyecek. Cardin uyku ► Tarımsal üretimi, Age of Empires’ta toprak eşeleyen seti alıp köylü basmak zanneden insanlarda “Aç kalırsak patates Instagram’a ekeriz.” anlayışı hâkim. Ortaçağ’daki nüfusla bile gıda kıtlığıyla nasıl baş edilemediğini bilmedikleri için 50 sene sonra, 14 milyara insana patates yeter sanıyorlar. Yetmeyecek.

Sorunu söyledik, peki çözüm için bu konuda “bir birey olarak” ne yapabiliriz? ► Karbon ayak izinizi sıfıra indirin. Topraksız tarım, dikey tarım, kuru tarım alanlarında kendinizi ve çocuklarınızı eğitin. Sâdece kendi haneniz için tarımsal üretime başlayın. Ekonomik kaynaklarınızı idareli kullanın. ► Kozmetik ve moda endüstrisindeki gereksiz, lüks vb. harcamalarınızı kısın. Sâdece kendi ekonominiz için değil, gezegenin kaynakları ve ekonomisi için de bu şart. ► Maddî yatırım ve yardımlarınızı, balık verene değil, balık tutana yönlendirin. Misal, sâdece yoksullara yardım eden bir vakıf yerine, yerli tohumu ve üretimi destekleyen kuruluşlara yardım yapmak çok daha uzun vadeli ve akıllıca ınar bir yaklaşım olacaktır. Ç ► İkinci el eşya ile, tamircilik ile, takas ile, ödünç eşya ile, kiralama ile barışın. Yalnızca tükettiğiniz/sahip ilge olduğunuz sürece kaliteli yaşadığınızı, iyi yaşadığınızı, çağdaş B

olduğunuzu söyleyen odakların propagandalarına artık inanmayın. mel ► Sökük dikin, paça kısaltın, yama yapın. Mobilyalarınızı E atmak yerine, tamir edin/eskiyen kısımlarını yeniletin. LED ampul alın. Su akarken boşa gitmediğini sanmak için elinizi altına sokup oynatmayın. Çöpleri ayrıştırın. ► Çalıştığınız şirketin ve yaşadığınız devletin %100 dijital bürokrasiye geçmesi için önayak olun. Kâğıt fatura kullanmayın. Apartman kapısından içeri atılan gereksiz katalogları toplayıp mahallenizdeki kâğıt toplayıcılarına verin. Yağmur suyunu biriktirin. ► Ofisten çıkarken ışıkları kapatan o enayi siz olun. İklimsel koşullara uygun giyinmek yerine, patlıcan kollarını

nları Yapmazsanız Çocuklarınızın Daha Kısa Bir Geleceği Olacak Bu nları Yapmazsanız saklamak için hırka giyip, klimayı -13 dereceye getiren iş arkadaşınızı dövün. Yazıcıları kapatın. Çalıştığını bildiğiniz Gerçek Dünyanın Cyberpunk Geleceği: hâlde o sınama sayfasını da bastırmayın. ► Uçak biletinizi kâğıda bastırıp, kontuardaki görevlinin ağzına sokmanıza gerek yok. Dijital barkod ile işlem yapılabiliyor meselâ. Diş macunlarının karton kutuda koymayın, satılmaması için başlatılan kampanyayı destekleyin. Oteller çünkü gelecekte korkunç gıda israfı yapıyor. Bu konuda da adım atmak şart. taze/yerel gıdaya, ► Dışarda yiyince, kalanı paket yaptırın. Kalan ekmekleri temiz su kaynaklarına çöpe atmayın, kızarmış ekmeğin hem kalorisi yarı yarıya ve tek merkezden tanzim daha az hem de daha lezzetli. Olmadı köfte içliği yapın. edilmeyen kotasız besinlere Evinizi her yıl boyatmayın. Duvar silmek de gayet işe yarıyor. erişemeyecekler. Bugün Rutubetlenme çaresi: Anti-bakteriyel boya. hayatınızda köy tavuğu yok, onların Daha milyonlarca örnek verebilirim ama gerek yok. Ana hayatında ise hiç tavuk olmayacak. fikir yeterince açık sanırım. ► Bence en akıllıca çözüm ya hiç ürememek; GELECEK KARANLIK. ÇOCUKLARINIZ AÇ KALACAK. NE çocuğunuz varsa da onu şu geleceğe hazır yetiştirmek: YAPARSANIZ YAPIN, BUNU TAMAMEN DURDURMA ŞANSIMIZ Üretimin kas gücüne dayalı olmadığı, dikey/topraksız tarım KALMADI. ARTIK SADECE ADAPTE OLMA ŞANSIMIZ VAR. yapılan, ülkeler arası sınırların coğrafî/siyasî değil, besin ADAPTE OLUN. lanlar oldu işte. dar geldiği anlarda yerle Kıyamet gibi yeksan oluyoruz. En Okoptu arından mâsum dileklerle insanoğlu. Parçalandı umduğumuz nârından fikr-i Lütfen anları, en hırçın hissiyatı tane tane. ordularla harap Gururun tanımını kibirli ediyoruz. Viran ses tonlarıyla vurguladık. Delinatörlere şehirler bırakıyor Böye böyle kandırdık aşkı. sınırlarımıza hücüm Sevgiyi mavraların kucağına eden duygular. Ardına attık. Romantizmin ucuzuyla bakmıyor hiçbir düşüm. ekonomi kastık yıllarca. Hep Zarar Vermeyin Öylece uzaklaşıp gidiyorlar. daha iyilerine layıktık. Hep daha Etimizden çıkartıyoruz iyilerine sakladık hayatın en tüm insanlığı. Kendimize pahasını. Özgürlüğün tanımını olan saplantılı aşkımızla ihanetle salyaladığımız o Gökçe Güneyoğlu nüfus ediyoruz başka gün, teyet geçti ruhlarımız derilerin altına. Tüm bedenlerimizi. Kendine karşı lisanlarda ötüyor hücum kazandığın zaferde kaybedenin kim olduğu hakkında en boruları. Her dilde hâkimiyet yaşıyor umutlarımız. Dünyayı ufak bir fikrin yok, öyle değil mi? Hükmen mağlubuz artık karşımıza alsak o an, tüm dünya arkamızda duracak. birbirimize. Açılan sessizlikte kaybettik mâsumiyetimizi. Sınır ihlali hüküm giymeyecek. Yasaklar büyük bir aşkla Başkalarının arttırdığı duygularla devam ediyoruz tenefüs edecek gökyüzünü. Yırtılacak çizdiğimiz sınırlar. yaşamaya. Başkaları için biraz sevinç ve biraz hüzün Kulak asmayacak uyarılara asi çocukluğumuz. Serseri topluyoruz yaşmamızdan bir kenarıya. Kemiklerimize bir proporsiyon takınacağız ceketlerimizin altında. olan hâkimiyetimiz zayıflıyor yavaş yavaş. İskeletimizi Durulmayacak bu su. Serilmeyecek yerelere yumruklarla koruyamıyoruz. Kırılıyoruz kıvrıldığımız yerde. karşılanan duygular. Yaşanan her şey yaşandığı yerde son Bu kısır döngünün evlâtlık çocuklarıyız. Aguşundan bulacak. Her yeni adım yeni bir kavganın habercisi olacak. koparıldık en taze duyguların. Kime toplandıysak ürkek Yıkılmadan, sorgulamadan, sonsuz bir inançla devam dallarından sevdanın, dağıldık ağızlarda en saklı tariflerle ediyoruz koşmaya. Nefes nefese kalan biz değiliz. Nefes pişirlen gün kurabiyesi gibi. Büyük lokmalar hâlinde çiğnendik hırslarımızla. Yutuldu körpe fidanların köklerine verilen sözler. Unutuldu en yalnız zamanlarda edilen yeminler. Kurutulduk yeşermeye hevesli topraklarda. Zaman kayması yaşadı hayatlarımız. Çâre olamadı kazanılan yalnızlık. Kendimize karşı yitirdik güvenimizi. Koruyamadık dudaklarımızdaki ölüm cümlelerini. Sonsuz bir sessizlik seçtik efkârın en beterinden. Sustuk. Eceline susadı tohumlarımız. Bu hâle çözüm yok artık. Öpülen hiçbir kurbağa prens olmayacak. Saçalarını taramayacak umudun merdivenleri. En mutsuz insanlar için güven çalacağız zenginlik taslayan heybelerden. Yalancının mumu vakitni kaybedecek. nefese kalan etimizden çıkarttıklarımız. Tüm pişmanlığı İkindiler uzayacak. Güneş tüm yalanları ayyuka çıkaracak. sırtlayacak omuzlarımız. Yorulmak kimi zaman korkular Işımayacak mücrim. Mücbir sebepler aşağılanacak. salacak. Fakat her zaman bu korkuların sarmaladığı Bahanesine sığınacağız ısıtmayan iklimlerin. Çıkmaz insanların bahçelerinde solacağız. Öldürdüğümüz yerde sokaklara hüküm giyeceğiz. Terk edilmeyi ayrılıktan doğacak geçmişimiz. Bu bağın üzümleriyle yıkanacak, sayacağız. Aldığımız kararlar hiçbir halta yaramayacak. akıp gidecek tüm pisimiz. Geleceğin geçmişi taşıdığını yük Geçiliyor yaşamın kıvrak hudutları. Sığmıyor konulduğu etmeyecek ümitlerimiz. Silinen hafızamız değil insanlığımız kaba, taşıp kırlıyor güvenimiz. Dökülüyoruz. İçimizin içimize olacak. ırılçıplak kalıvermek gibi, kentin Hele bir de her elinden gelene o en kalabalık meydanında, müttefik, her gönülden dileyene Çbir akşam vakti. Simitçi, sığınak olmuşsan hayatın boyunca; tablasında kalan o son iki simidi Ne daha da zor be usta, daha da zor... satmaya; kestaneci, zabıtadan Bu bizim pop şarkıyı kaçmaya; dilenci, kirli mendiline dinledim birkaç defa daha üst iki metelik daha katmaya; birileri Müttefik Belli üste. Acayip laflar etti bana: birilerinin ağzına sıçmaya Bu kez anladım, kuru çalışırken, çırılçıplak kalıvermek dallardan yapma bi’ köprüden gibi işte, o akşam vakti. geçiyorum dedi meselâ. Ben “Ne müttefik belli ne Ne Sığınakların ordaydım, erbabı yalnızları sığınakların yeri.” Bir yerde yutan kentler biliyorum dedi. okudum ya da duydum bu lafı, Ve bu kez anladım, hüzünlerden uzunca bir zaman önce. bozma mutluluklar yaşıyorum Araştırdım. Kim demiş, Yeri… diye itiraf etti derdini. kime demiş diye... Yeni jenerasyon Kendime kızdım, ben de itiraf müzisyenlerden birinin şarkısında ediyorum: Öyle böyle değil bu laflar geçmekteymiş. Hani şu genelde dudak A. Serkan Selay vallahi, değil mi? Neyse… büktüğümüz, hafiften aşağıladığımız, bir şeye Ben ordaydım, acemi aşıkları boğan benzetemediğimiz, tu kaka, pop kültürü ürünü sular biliyorum dedi ama burada ufacık ve bir şarkı yâni. Şarkıyı da buldum dinledim bu arada. fakat kocaman bir itirazım oldu kendisine. Her âşık Müzikalitesi, eh fena değil. Ama bu laf beni mahvetti be usta. kendi aşkının acemisidir ve her âşık o suda boğulur dedim “Ne müttefik belli ne sığınakların yeri” ha! kendisine. Ben de bunu biliyorum. Aksi hâlde o, aşk olmaz Dedim ya işte. İnsanın, böyle çırılçıplak kalıverdiğini ki zaten. Şu yeryüzünde her sanatın ve zanaatın çıraklığı, ortalık yerde, hissettiği zamanları, dönemleri olur bazen. kalfalığı, ustalığı olur da aşkın ustalığı olmaz. Aşk zaten başlı Hayat, hemen şimdi, biraz önce kurduğum şu devrik cümle başına bir acemilik, başlı başına bir savrulma, başlı başına gibi devrilir gider önünden. Bakakalırsın, fara tutulmuş bir kontrolsüzlük hâli değil midir? tavşan misali. Kimi melankoli der, kimi depresyon, kimi İtiraz etmeden devam etti: Bu kez anladım, kartonlardan bunalım, bohem takılma, psikopata bağlama vesaire işte. yapma siperlere pusuyorum diye inledi. Ben ordaydım, huzurlu İnsan böyle zamanlarda, tutunacak bir dal, tutuşacak zamanları yıkan sorular biliyorum dedi. Ve sustu. Çünkü ne bir el, birlikte çarpacak bir yürek arar da bulamayıverir. Ne müttefik belliydi ne de sığınakların yeri usta. Belli olan tek müttefiki bellidir ne de sığınacak yeri işte. şey belki de, huzurlu zamanları yıkan soruların cevaplarıydı Bol akıl vereni olur da destek vereni olmaz hiç. ancak onlar da söylenemedi zaten. Çırılçıplak kalıverir ortalık yerde be usta. Çırılçıplak kalıvermek gibi, kentin o en kalabalık Hani üstad demişti ya: “Ne insanlar gördüm üzerinde meydanında, bir akşam vakti. Simitçi, tablasında kalan o son elbise yok; ne elbiseler gördüm içinde insan yok.” iki simidi satmaya; kestaneci, zabıtadan kaçmaya; dilenci, Ne çok elbise var bi’ bakıversene çevrene usta. Ne çok kirli mendiline iki metelik daha katmaya; birileri birilerinin üniforma, önlük, apolet, kartvizit, etiket, şaşalı koltuklar, ağzına sıçmaya çalışırken, çırılçıplak kalıvermek gibi işte, o devasa yekpare maun masalar, makamlar, mevkiler... akşam vakti. Oysaki, Süleyman bir sultan olmuş, saltanatı boşu boşuna be “Ne müttefik belli ne sığınakların yeri.” usta! Hele bir de her elinden gelene müttefik, her gönülden Sözün kısası ne müttefik belli, ne sığınakların yeri be dileyene sığınak olmuşsan hayatın boyunca; daha da zor be usta... Ne sığınakların yeri... usta, daha da zor... “Üzerlerinde kanat çırpan dizi dizi Güvercinler mi, müjdeci mi, bu dünya mı, öte kuşları görmezler mi? Onları havada dünya mı? Hiç belli değil ki dönen ne? rahman olan Allah’tan başkası Müjdeci güvercinlerin merkezinde, tutmuyor; doğrusu, o, herşeyi güvercinler dünyanın, dünya ise görendir.” görünmez bir varlığın avuç içinde. (Mülk Suresi/ 19. ayet) Herkes sağ omzunda bir kuş ün akşamdan beri dinmedi yuvası ile doğarmış onun ayak yağmur, gökyüzü hâlime bastığı topraklarda. Tüm gaye sağ Dağlaya ağlaya bitiremedi. tutmakmış yuvayı, bozmamakmış, Ne mukaddes insanmışım satmamakmış, beslemekmiş, meğer. Dökmüşüm demek büyütmekmiş… tüm günahlarımı. Bekleyin beni MÜJDECİ Yüzü yok derler gören çocuklar. huriler. Şimdi sen “Ölüm döşeğinde Evet çocuklar görebilirmiş onu nasıl şakalar,” bunlar diyorsun ya. ve temiz kalpli, ışık yüzlü, her daim Morfinden. Kafa yapıyor meret ama avinya z gülebilen her insanoğlu. beş dakika sonra yine başlıyor ağrım L Ö Ya hu ben burada efsânelerden sızım, ölmeden daha bu dünyada yaşıyorum bahsediyorum benim hatun tutturmuş; “Bey, cehennemi. Ölemedim gitti, şu yalan dünyada şehadet getir, illa şehadet getir”. Nasıl yapayım hatun? bu kadar gerçek süründürülmez ki insan ama Tam şehadet getireceğim bir gülme geliyor. Sayenizde! Yeter hissediyorum içimdeki nefes sayısı azalıyor çok şükür. Dile artık vermeyin o meretten, cennet kapısının önünde pusuya kolay iki yıldır böyle yatağa bağlı bir hayat, keşke şuurumu düşürmesin beni körolasıca şeytan. da alsaydın Yarabbim. Son birkaç aydır tahammül edilebilir Ne diyordum? bir acı değil çektiğim. Beni imanımdan etmeyeceğini bilsem Hı, evet iyi insanlar… İyi insanlar yüzü suyu hürmetine çoktan kıyardım canıma, vallahi de billahi de! dönmekte dünya, yağmakta yağmur, açmakta çiçek… Tüm evlatlarım toplanmış etrafımda, gelinler, torunlar… Dönecek bu dünya son umutçu da solana dek. Keşke onlara bırakabileceğim bir şeyim olsa. Ne ara yaptık Yüzü yok dedik ya hani gözleri de yokmuş ama bakarmış biz altı çocuğu Müjde? Ne ara besledik, büyütük, koruduk, Tanrı onun gözlerinden yarattığına, hak eden her kulu için kolladık, okuttuk, evlendirdik ya hu? Nasıl da kenetlenmişler de “ver bunun müjdesini” diye emir edermiş “Ol!” dermiş bu acı günlerde. Yek vücut olmuşlar nerdeyse. İyi ki de yok sonra. malım mülküm. Ne mal davası, ne para kavgası… Kafam O sırada dumanlar tütermiş bacalardan, mektuplar kulağım rahat göçeceğim. Ah Müjdem, benim çilekeş karım! gönderilir, vasiyetler bırakılırmış, küsler barışır, hastalar Aa bak Müjde dedim de aklıma bir efsâne geldi birden. iyileşir, silahlar susar, havalanıp uçarmış kuşlar. Bazen “Garip,” diyorsun “ölüm döşeğindeki telefonlar çalarmış, bazen kapıla kucaklaşırmış birinin tesbih çekip tövbe etmesi insanlar, kavuşurmuş aşıklar… gerekirken…” Bazısına ise ölümü müjdelermiş. Ne yaparsın hayat kısa, efsâneler Gerçek dünyasına kavuşan, erenlere uzun. komşu olan Allah’ın kullarının Efsâne bir müjdeciden bahseder. adı yazarmış şapkasının altında Semazenin mitolojik bir yorumu sakladığı mezar taşında. gibiymiş o, yeryüzündeki tüm Oh çok şükür yağmur dindi, barış örgütlerinin ruhanî lideri, güneş açtı, kasvetli ve çamurlu gökyüzündeki tüm güvercinlerin bir merasim olmayacak belli. efendisi, yok ama var gibi, yoktan Gökkuşağı da belirdi gökte, var gibi, bir varmış bir yokmuş ne renkli bir kavuşma… sanki. Tüm efsâneler gibi. Şölen gibi, huzur gibi, Barışı müjdelermiş en çok, müjde gibi.. sonra; kavuşmayı, şifayı, iyi “Şehadet getir bey, haberi, güzel insanı, aydınlık olan şehadet getir” her şeyi anlayacağınız. Kendinden Ah Müjdem! Vah Müjdem! önce güvercinerinin kanat Dur hele! sesleri yayılırmış etrafa. Barış Dur ki, kuşların kanat dediysek, güvercin dediysek… seslerini dinleyebileyim. Güvercinleri hemen “beyaz” hayal Dur ki şu ebedi rahatımı etmeyin. Rengarenk olurmuş tadayım, sindireyim, uzun onun güvercinleri, yeşil, pembe, zaman sonra ilk kez acılarım kahverengi… dinmiş. Yürürmüş çıplak ayakları ile Yüzünü gösterene hamd suların üstünden, sislerin içinden, olsun! gökkuşağının altından. * Bastığı yerden su çıkarmış, toprağı “Mal sahibi, mülk sahibi, işaret ettiği yerden fidan. Hani bunun ilk sahibi? Zeytin dalı değil ekmek ufağı imiş aslında barışı Mal da yalan, mülk de yalan, besleyen. Onun da sağ ayasının içinde sonsuz tane ekmek Var biraz da sen oyalan!” ufağı olurmuş hep, etrafında güvercinler pervane… kıllanma kılavuzu GÜNDE BİR SAAT SAVAŞKAN İLMAK SESSİZLİK… 2. Tüm gücünle diğer insanlara yardım etmeye çalış. Eğer mutluluk veremiyorsan en azından zarar da verme. Zorluklar hayatın olağan durumlarıdır. Daha ciddî ibirya’nın buzla kaplı steplerinde yaşayan insanlar, yılın 3. zorluklar, hiç aşılmayacak engeller gibi gözükseler de hayatın neredeyse dokuz ayını -40 derece ortalama sıcaklıkta esas varlıkları onlar değildir; esas varlık, senin amaçladığın geçiriyorlarmış. S şeydir. Gökyüzü oradadır, kimi günlerde bulutlarla kapanmış Abartılı mı? olsa bile sen bazen biraz çaba göstererek, bazen de sadece İnanın ben de Rus Bilimler Akademisi’nin yalancısıyım; sabredip ertesi günü bekleyerek gökyüzüne ulaşabilirsin. 1974-2014 meteorolojik kayıtları ve dahi NASA öyle diyor. 4. Ahlâkî olarak önceliğin ‘başka birine zarar vermemek’ Demek ki Sibirya’da kalorifer yakılmadan geçirilen yaklaşık olmalı. Sâdece şöyle düşün: Hiçbir zaman, hiç kimseye zarar doksan gün, içine ilkbaharı, yazı ve sonbaharı sığdıran bir tek vermeyeceğim! Bunu tanıdığın herkese öğret. O zaman mevsime dönüşüyor. gerçekten güven içinde uyuyabilirsin. İklim koşularıyla mücadelenin çok çetin, hayatta kalmanın 5. Sana saygı gösterilmesini istiyorsan başkalarına zor olduğu yerlerde yaşayanların, doğanın insanı zorlamadığı saygı göster. İyilik bulmak için insanlara karşılıksız iyilik yerlerde yaşayan insanlara göre çok daha derin filozofik yap, kötülükten kurtulmak içinse sana yapılan kötülüğü yok sırlara vâkıf olabildiklerini düşünüyorum. say. Seni kötü birine dönüştürmeye çabalayan biri, onu yok Bu durumu ‘Büyük düşünceler, büyük mucitler, büyük saydığın için kendini gerçekte daha da kötü hissedecektir. kâşifler, büyük fâtihler ve de en büyük siyasal trajediler, 6. Yolda yürürken bir kuş tüyü görürsen eğil ve al, genellikle ılıman veya soğuk yerlerde doğarlar. Belli bir evine götür. Onu bir vazoya koyabilir, asabilir ya da rafta olgunluğa ulaştıktan sonra da mutlaka sıcak yerlere inerler’ bulundurabilirsin. Bu cennetten sana gelmiş güçlü bir tılsımdır. diye özetlemek mümkün. Dünyanın sana verdiği bu işareti, ‘Ben varım ve seninle birlikte İbn-i Haldun 14’üncü yüzyılda, Montesquieu 18’inci yaşıyorum’ mesajını fark et. yüzyılda farklı ifâdelerle çiziyordu bu gerçeğin altını. 7. Genelde geçmişimizi ‘altın çağ’ yada ‘altın günler’ olarak O günlerden bu günlere literatürde İklim Teorisi ve adlandırırlar. Bu bir hatadır. Yaşadığın her an tam olarak senin Coğrafya Hipotezi gibi adlar verilmiş bu yaklaşıma. Öte yandan altın çağındır. bu hiç kuşkusuz 14’üncü 8. Eğer dünyayı yüzyılın çok çok öncesini değiştirmeyi amaçlıyorsan de kapsayan bir çeşit önce kendini değiştir. ‘medeniyet rotası’... Aşkın ve mutluluğun sana Nehir yatağı gibi, yükleyeceği enerjiyi iyi suyun akış yönü gibi bir öğren. Bunlar bir insanın şey… görünmez kanatlarıdır. *** Gülümsemek, kahkaha Kış henüz başlamışken atmak ve yaşadığın andan keyif almak, seni uçurur. coğrafî olarak Anadolu’nun 9. Hayat çok kısadır. belki de en uzağında, Bunu gözyaşlarıyla insanoğlunun yaşadığı ıslatıp çürütme. Kendi en soğuk yerlerden çağının kralı olabilir, iyi birinde, Sibirya’da şeyler yapabilir, daha yaşayan soydaşlarımızın fazla mutluluk nedeni hayatlarını anlatan bir keşfedebilirsin. İstersen yazı okumuştum. Sonra o tabiî… metinde geçenleri parça 10. Eğer sevdiklerin parça sosyal medya sana suçlu olmadığın bir paylaşımlarda da gördüm. şey için kızdılarsa onlara Bir Yakut Türkünün küsme, aksine sıkıca sarıl güncesi. ve suçlamalar dininceye Yüz yaşındaki o bilge kadar kollarını hiç gevşetme. diyordu ki: 11. Ruhunda bir sıkıntı, bir tükenmişlik hissediyorsan 1. Sevebilme yeteneği dünya üzerindeki en önemli hemen şarkı söylemeye başla. Kalbin hangi şarkıyı söylemek yetenektir. Herkesi sevmeyi öğren. Özellikle de düşman istiyorsa onu söyle. İnsan kalbi bazen bu yolla konuşmak ister. bildiklerini... Onu susturma. 12. Her zaman hatırla, asla aklından çıkarma: Tanrı tektir. Biz kaç farklı sözcükle event lbayrak adlandırırsak adlandıralım, tektir. Farzet ki L A o tek Tanrı, dağın tepesindedir. Farklı din ve Kızılderili Reis Saetle der ki; “Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, atlar ehilleştirilmiş ve her yer inançlar, bu tepeye ulaşmanın farklı yollarını insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sunarlar. Kime istersen dua et, ancak bil ki sonu ve varlığını sürdürebilme uğraşının başlangıcı başlamış olacak.” senin asıl amacın dağın bir yerine -cennete- değil, en yükseğe -Tanrı’ya- ulaşmak olmalı. en Salda! Göllerin prensesi derler bana. Dünyada 13. Eğer bir şey yapmaya karar verdiysen ender rastlanabilecek beyazlıkta kumsalım, masallar o andan sonra kendinden şüphe etme. Korku IBdiyarında bile konuşulur. Berrak, turkuaz rengi suyum seni kendinden ve doğru yoldan saptırmaya beyaz kumsalımla buluşunca Maldivler kadar cezbeder çalışacak. Eğer ilk defasında başaramadıysan ziyaretçilerimi. Tenim, Mars gezegeni ile aynı özellikleri taşır. ümidini sakın kaybetme. Her küçük zafer seni Etrafımdaki killer ile hasta ciltlerine şifa bulur insanlar. 184 daha büyüğüne yaklaştıracak. Yenilgiler de metre derinliğimle ülkemin en derin, en temiz gölüyüm ben. öyle… Oligotrofik özellikte, az tuzlu, yüksek alkalin değerine sahip 14. Hayat sana yüzünü ya da başka bir suyumda sazan, ot balığı ve salda yosun balığı asırlardır tarafını çevirmiş olabilir. Aldırma buna. Çok az hayat bulur. Tabiat parkım içinde 110 kuş türü özgürce yaşar. kimse aslında hayatı çevirenin gerçekte kendisi Bu türlerden 62’si ötücü, 38’i su kuşu, 9’u gündüz ve 1’i ise olduğunu anlayabilir. gece yırtıcısıdır. İçinde endemik türler de olan 61 familyaya 15. Asla pişmanlık duyma! Ne olursa olsun âit 301 sucul ve karasal bitki türüne ev sahipliği yapıyorum. yaptığın bir şeyi ruhun arzuladığı için yaptın ve BEN SALDA Aynı zamanda jeolojik gelişimini sürdüren ve iki milyon yıldır o, geçmişin koşullarında yapabileceklerinin en yaşayan bir canlıyım ben. iyisiydi. Elbette daha iyisi de mümkündür. Ve Yaşadığımız yere eskiden “Göller Bölgesi” derlerdi. sen şimdi daha iyisine kendi geleceğinde yer Artık “Çöller Bölgesi” diyorlar. 1960’larda 14 doğal göl vardı verebilirsin. çevremizde. Şimdi beşe indi. Burdur Gölü bile can çekişiyor. 16. Kalbinde her hangi bir baskı olmadan Böyle giderse 20 yıl sonra o da bir bataklığa dönüşecek. Son 50 yılda rahatça nefes alabilmek için gerektiğinde Marmara Denizi’nden daha büyük bir göl varlığı insanların kötü muameleleri ağlamayı öğrenmelisin. Gözyaşlarını içine sonucu yok oldu. akıtırsan çürürsün, korkmadan dışına Ülkemin neresinde bâkir bir doğa alanı varsa şehirli züppeleri oraya akıttığında gerçekten insan olabilirsin. ulaştırmak için geniş yollar, konaklamaları için beton binalar, vakit geçirmeleri için “millet bahçeleri”, araçları için betondan parklar yapıyorlar. 17. Günde en az bir saat sessizliğe zaman Sonra bu züppeler hoyratça kullanıyorlar doğayı. Üstelik bu hoyratlığı sâdece ayır. Buna en az iletişimle geçen zamanların doğaya değil, bütün topluma karşı gösteriyorlar. İşgal altındaki İstanbul’da kadar ihtiyacın var. İngiliz subayı olarak görev yapmış ve hoyratlığın ne olduğunu uygulayarak 18. Ve… Eğer her şeyi yaptığın hâlde durum yada sesiz kalarak şahit olmuş John Bennet doğru tespit etmiş; “Doğaya senin üstesinden gelemeyeceğiniz bir hâl hoyratça davranan toplumlarda insanlar arasındaki ilişkiler de hoyratça aldıysa, artık hiçbir çıkış yolu yoksa ellerini oluyor.” yukarı kaldır. Dua etmek, inancı zayıf insanlara Benim ziyaretçilerim kumsalıma ayakkabıyla bile girmeyen, beni görmek bile bazen çok iyi gelir. Sibirya’da yaşayan için bütün zorluklara katlanarak sırt çantası ile yol kat eden doğaseverlerdi. bütün soyların bildiği güzel bir Yakut atasözü Şimdi lüks araçlı şehir züppelerinin, çöl bedevilerinin metresi yapmak vardır: Biri seni yiyip yutmuş olsa bile pes istiyorlar beni. Hayır, ben bu değilim. Bana ulaşmak, benimle yaşamak bedel etme; en azından iki çıkış yolun vardır. ister. Patikada yol almak, çadırda sabah etmek gerekir. Bu bedeli ödeyenler İyisi mi ben bu muazzam ifâdelerin kıymetimi bilebilir ancak. -özellikle de şu pek mânidâr atasözünün- üzerine Ben Salda! Ben bir kent yosması değilim. Bâkir doğanın son prensesiyim bir şey söylemeyeyim. ben. Beni bir kent yosması gibi pazarlamaya kalkmayın. Yok olur giderim, Ama siz, eğer vaktiniz varsa, lütfen dönüp nefes alamam aksi hâlde. Ben yok olursam siz de yok olursunuz. Beni yok tekrar göz atın bu on sekiz öğüde. Sonra sizin etmeyin! şu anki halet-i ruhiyenizi en iyi anlatan ya Nobel ödüllü ünlü tıp adamı Paul Ehrlich’in dediği gibi “Doğa insan da sizce herkesin en fazla dikkate alması olmadan da yaşar ama insan doğa yok olduktan sonra yaşayamaz.” gereken üç öğüdü belirleyin. Ben de aynısını yapıyorum şimdi… Ve en önce 17’nci sıradaki öğüde dikkat kesiliyorum: Kalabalığın, gürültü patırtının, milyonlarca akıl çeldiricinin, sayısız sorunun, havada uçuşan yüzlerce isteğin, upuzun iş listemin, başa çıkılması gerçekten çok zor bir koşturmacanın, korkunç bir akıntının içinde ‘günde en az bir saat sessizliğe (ve yani bütünüyle kendime) zaman ayırmayı’ listemin en başına alıyorum… Yapabilsem keşke… Bu, sonraki her şeyi doğru anlamak ve sonra da gerçekten doğru şeyler yapmak için harika bir ‘milat’ olur. emincek demlememiş miydi ça- si de yeri göğü anlamlandıran renkler yı? Çaydanlıktan havaya yayı- gibiydi. Dlan buğuya bakıp bakıp anı- “Yasin Altıntaş. Annem bir şir- lara dalıyordu. Az önce silmemiş kette işçi, babam ise tamirci. Üç miydi gözyaşlarını? Fakülteden kardeşiz.” mezun olduğu gün, canciğer dedi- “Zehra Güvercin. Annem ev ği arkadaşlarıyla ayrılırken ısla- hanımı, babam elektrik ustası. nan yanakları ne ara kurumuştu? Dört kardeşiz.” Demlikte oluşan buğu, gözlerinde “Melisa Çoban. Annem mo- de oluştu. “Zaman” dedi, “zaman, bilyacıda çalışıyor, babam ile ay- biraz acı bizlere.” CANAN rılar. İki kardeşiz.” “Öğretmenim! Beslenme saa- “Canan Kaya. Annem ev hanı- timiz geldi.” Ezile ezile birbiri ardına erap ılınçoğlu mı, dört kardeşiz…” dizilmiş bu cümlelerle kendine geldi. S K Kısa bir sessizlik. “Evet Canan, de- Hafifçe başını sallayarak onayladı. Çocuk- vam et lütfen.” lar, ellerinde bardaklar ile sobanın üzerin- “Babam…” de demini almış çaydan almak için sıraya girdiler. “Evet kızım, dinliyorum.” Köyün her daim asude oluşu, çocukların da fıtratına iş- “Benim babam…” lemişti sanki. Onlara bakınca içine bir dinginlik gelir, Dünya’nın Anlaşılan ilk karşılaşmalarda kendi gibi ürkek birileri de döndüğünü bile unuturdu âdeta. Beslenme saati bitince, öğ- oluyordu. Oturmasına izin verip diğer öğrencinin kendini tanıt- rencilerini ilk defa görüyormuş gibi tek tek inceledi. İstemsiz ması için söz hakkı verdi. Zilin sesiyle sınıf, arı kovanı gibi uğul- bir şekilde ellerini kenetlemiş çenesinin altına destek yapmış- damaya başladı. Çıkabileceklerini söyleyip kendisi de yerleşme tı. Birazdan, bu köyde, bu sınıfta, kendileriyle son günü olduğu- işine koyuldu. Canan isimli öğrencinin bu tutukluğu üzerinde de nu söylerken titreyecek olan çenesini gizlemekti belki de böy- -ilk günün telaşından olsa gerek- pek durmadı. le duruşu. *** “Çocuklarım” diyebildi. Uysal bakışlı öğrenciler sessizce Çabucak alışmıştı yeni yerine. O, öğrencilerini öğrenci- söyleyeceklerini beklemeye koyuldular. Bugün onlardan ayrıla- ler de onu hemencecik benimsemişti. Aldığı sınıf, üçüncü sınıf- cağını, davranışlarından anlamışlardı. Sınıfın en cevval öğren- tı. Dersler dersleri, günler de günleri kovalarken bir de baktı ki cisi Ergen, -gerçekte adı, Müslüm idi. Fakat sülalede doğan ilk sene sonu gelivermişti. Elinde karneler ile sınıfa girince çığlık- erkek çocuk olduğu için ona böyle sesleniyorlardı- izin alarak lar, alkışlar kopmuştu. Bu durumu da ilk defa yaşıyordu. Zira ayağa kalktı. köyde çalışırken öğrencileri, hiç böyle davranmazdı. Onlar, he- “Keşke şartlarınız uygun olsaydı da burada kalabilseydi- nüz çocukken bir yetişkin gibi tüm sorumlulukları üzerine al- niz öğretmenim. Üzülmeyin,” dedi ve oturdu. Diğerlerinde de bu mış, birazdan yaşlanacak ve bir köşeye çekilip geçen ömürleri- cümleler ile müşterek yüz ifâdeleri vardı. Kendisinin söylemek nin muhakemesini yapacak gibi yaşarlardı. Toprağın sükûtunun isteyip de bir türlü söyleyemediğini Ergen, söyleyivermişti işte. sûretiydi köy çocukları. Acaba, Canan da mı köyden gelen bir O anda yükünün hafiflediğinden ziyade kat kat arttığını hissetti. çocuktu? Neden babası hakkında konuşurken susuvermişti? Ardından, gözleri ile selâmladığı öğrencilerini, gözlerinden öpe- Onun bu kadar sessiz ve içe dönük hâli ona, bunları düşündür- rek vedalaştı. Bir çantayı bile doldurmayan eşyalarını topladı. müştü. Çünkü bu öğrenciye birkaç kez yaklaşmaya çalışmışsa Kitaplarını kendinden sonra gelecek olan meslektaşına arma- da başarılı olamamıştı. Canan, sınıfın cıvıl cıvıl havasına tezattı. ğan olsun diye lojmanda bıraktı. Yüreği öylesine kalabalıktı ki; Daha karnelerini almadan yaz tatilinde neler yapacakları- Ahmet’in hoyrat bakışları, Ayşe’nin ürkek gülümseyişi, Hasan’ın nı anlatmaya koyulan öğrencileri dinliyordu. Kimi yaylaya, ki- okula odun taşıyan çatlamış minicik elleri… Köye,-sâdece bir mi başka şehirde yaşayan teyzesinin yanına kimi de babası ile tane- öğle saati uğrayan minibüse binmek için şase yola çıktı. birlikte işe gidecekti. Köydeki çocuklar, çoktan tarlada hasada Dönüp son kez köye baktı. Okul bahçesinde dalgalanan asil kır- başlamışlardı bile. Kimin kimden ne haberi vardı ki? Karneleri mızıyı görebiliyordu sâdece. Bu manzara da ona yetti. Gururla, neşe içinde dağıtıp dördüncü sınıfta görüşmek üzere birbirleri- gelen minibüse bindi. ne iyi dileklerini sunarak vedalaştılar. Arkadaşları ve öğretmeni *** ile tek bir kelime etmeyen, yine Canan oldu. Bu yavrucak, iyiden Şehir merkezinde çalışacağı okulun bahçesine girdiğinde iyiye onda merak uyandırmıştı. Yaz tatilinde ara sıra aklına dü- okul binası, ne kadar da devasa görünmüştü gözüne. Hele bir şüyor ve bu sessizliğinin, tutukluğunun sebeplerini düşünüyor- de sınıfa girip hepi topu yirmi mevcutlu köy okulunun küçücük du. Diğer çocuklara sormayı aklından geçirmiş fakat onu üzmek sınıfı ile burayı kıyaslayınca şaşkınlığı ve tedirginliği iyice arttı. endişesiyle vazgeçmişti. Görünürde de sıkıntı oluşturacak bir Elindeki evrak çantasını daha bir sıkı tuttu. Masaya oturup sınıfı durum söz konusu değildi. süzmeye başladı. Bu kez odun sobası da soba üzerinde kayna- “Koca yaz tatili” denilen şeyin, hızlıca geçen zamanın yanın- yan çaydanlık da buğusunda tüten anıları da yoktu. Kırka yakın da lafı mı olurdu? Okul bahçesinde onu, gülüşerek karşılayan öğrenci, ona merakla bakıyorlardı. “Her başlangıç, daha önce öğrencileri, çağıl çağıl kabaran sular gibiydiler. Allah’ım! Ne ulvî tatmadığınız bir heyecan uyandırır. Sevin! Gittiğiniz yeri, yaptı- bir meslek icra ediyordu. Merhamet, arınmışlığın ta kendisiydi. ğınız işi ve en önemlisi talebelerinizi sevin.” Fakültedeki hocala- Ve merhamet, masumiyete muhtaç değil miydi? İşte! Masumi- rı, onlara döne döne böyle söylerdi. Yeni öğrencilerinin, çıkarsız yet, koşarak kendisine gelmişti. Sarmaş dolaş olup sınıfa gitti- ve tertemiz bakışlarıyla tedirginliğini üzerinden attı. ler. Gözleri ilkin, Canan’ı aradı. Canan, yine aynı durgunluğu ile Oturduğu yerden kalkarak tebeşiri eline aldı ve kocaman arka sıralardan birine ilişmişti. Zor da olsa bakışlarını yakalayıp harflerle adını soyadını tahtaya yazdı. Kısaca kendinden bah- gülümseyerek ona göz kırptı. sedip çocuklarla tanışmak istedi. Köylü olsun şehirli olsun; ço- Yaşıtlarına göre uzunca boyu, boyuna göre cılız duran be- cuk çocuktu işte. Suskunu, konuşkanı, haşarısı, durgunu hep- deni ve esmerce bir teni vardı. Küçücük yüzüne uygun, ufacık bir çift kara göz ve gözlerinden de kara kara kirpikler. Güzellik göreceliydi fa- kat kız, tam bir cimcimeydi. O günkü ilk ders, aile ve yardımlaşma ile ilgiliydi. amazan rslan Konuyu anlatıp öğrencilere sorular yöneltmeye başlamıştı. Göz ucuyla Canan’a R A baktığında kızın, rahatsız kıpırdanışlarını görmüştü. Aylardır kafasında atıp tut- eni alnıma çattım. Alnımda tuğu bu meseleyi çözmenin tam da sırası gelmişti. Birkaç öğrenciye soru sor- dinlenmeye bıraktım duktan sonra Canan’a yaklaşarak konuşmaya başladı. Konu, aile olunca iş dö- Sseni. Bir toplu iğne ağzına nüp dolaşıp yine babaya geldi. Canan’da yine aynı tutukluk… yetecek kadar kanaman vardı, “Baba, evin lideri olsa da ailede herkesin fikri alındıktan sonra karar veril- sardım. Sardunyalarla sardım, melidir. Harcamalar da yine böyle olmalıdır, öyle değil mi Canan?” sardunyalarla kapattım. Artık “Evet, öğretmenim.” hiçbir Ortaçağ kâhini seni “Peki, sizin ailede de böyle mi oluyor?” öngöremeyecek. Sesin yıkıp Bu soruyu, onu incitmekten korkarak sormuştu. geçecek bütün kehanetleri. “Evet, öğretmenim. Babam, kazandığı parayı anneme verir ve gerekli har- Yıkıp geçecek bu evleri, camayı birlikte yaparlar.” pazar yerlerini köyleri… Yerin “Baban ne iş yapıyor peki? İlk tanışmamızda da yarım kalmıştı, sanırım sü- altındakileri yeniden diriltecek re yetmemişti.” sesin. Canan, küçük kara gözlerini yere indirdi ve yine sustu. Sınıfta da sessizlik Bir mevsimi sardım sana. hâkimdi. Devam etmeli ve bu muammayı artık bir sona kavuşturmalıydı. Soru- Dönsün dursun içinde. Bir an yu nazikçe tekrarladı ve tebessüm ederek cevabını bekledi. içinde dönsün dursun diye “Benim babam…” faldan, kelimeden, cümlemizden “Benim babam çö…, çöpçü,’’ derken, sesi gitgide kayboldu. uzak bir mevsimi sardım sana, Zor bela kurduğu cümlesinin ardından sessizce yerine unutma. Unutma kış bizimçün oturdu. Oturduğu yerde biraz daha küçüldü benim cimci- bahar ve sonu zor şeyler me kızım. Esmer teninin rengi kırmızı renk ile bütünleş- konuşacaksak kapat. Hiç yeri ti. Önünde açılı duran kitaba bakıyordu sâdece. Sanki değil Ortadoğu gül kokuları akan kitap sayfasında bir boşluk bulmuş, o boşlukta kaybo- kan. lup gitmek istiyordu. Onu, bu konuda birisi mi incitmiş- İçinde bir çukur var senin, ti yoksa kendisi babasının yaptığı işten dolayı dışla- ona inanıyorum, bir de tüplü nacağını düşünüp mü herkesten gizlemişti? Sınıfta- televizyonlardaki saatlerin hiç Muhtelif Cıvata Kalp Cıvata Muhtelif ki sessizlik, hâlâ devam ediyordu. Canan’ın yanına bitmeyen pillerine. Bitmeyen oturdu ve eliyle eğilmiş başını yavaşça doğrulttu. şarkılara, bitmeyen çarşılara, hiç Başını okşadı. Gözlerini, gözleriyle buluşturup bitmeyen meydanlara, yollara, ona gülümsedi. dağlara, taşlara, kenar mahallede “Benim güzel yürekli yavrum. Bu utanıla- bir pazar gününe, falçatasız kunduracılara, cak bir şey olamaz asla. Helâlinden kazanılan annemin kurarken dilinin sürçtüğü tüm para, hakkıyla yapılan bir iş neden utanılacak cümlelere... bir şey olsun ki? Bizi kirlerimizden arındıran Doldukça boşalıyor gözlerin, ben insanlar, bizim başımızın tacıdır. Bu insanlar indirgenmek istedikçe daha çok doluyorum. bizim utanç değil, gurur kaynağımızdır.” Bir kuş kapıyor seni benden. Yad ellere Bu cümleleri dinleyen yavrunun gözleri aydın- gidiyorsun. İçimden yalan yanlış şeyler landı. Bir süre yüzüme öylece baktı, ben de ona… Ar- geçiyor. Yalan ya da yanlış geçip git istiyorum. dından gül yüzünde gülücükleri görünce benim de Çarpıp geç istiyorum. Dokun git. içimde güller açtı. Birbirimize sımsıkı sarıldık. Sınıf- Yanlış yerdeysen eğer elimden bir ta bir alkış koptu. Onlar da bir bir gelip Canan’a sa- şey gelmediği için değil ellerimin ellerini rıldılar. çizeceğinden korkmamdan belki de. Ve O günden sonra Canan, arkadaşlarıyla gülüp yanlışsa bütün yollar çabuk çık o şeritten. şakalaşıyor, derslere daha istekli katılıyor ve en Mahcubiyet, burukluk; boşuna. önemlisi hep gülümsüyordu. Böylece bu sınıfı da Ne de olsa bir yara iki kişilik, takma mezun edip ayrılma vakti gelmişti. Tek bir bakı- kafana. Yatar çıkarız, tutar öderiz, çeker şın tek bir gülümseyişin, kendini garip sananla- gideriz. Böyle gaileli şeyler kurup durma. rın dünyasını nasıl da aydınlattığını bu sınıfta Canan ile bir Ne de olsa hiçbir harita hiçbir pusula hiçbir kez daha fark etmişti. dürbün ayrılığı tamı tamına göstermez. Ve şu *** dağları kimsesiz sanma. Geçenlerde yolda yürürken mezun ettiği bir öğrenci- Acabayla girilen, gece sürülen divan, sini gördü. Uzun yıllar geçmesine rağmen hemen tanıdı, varılan han. Bana hep seni unutturuyor. Yasin’di bu. Yasin, sağlık teknisyeni olmuş. Ne kadar sevin- Ölümden gayrı derman bilmem. Beni diğini kelimelerle anlatamazdı. Yasin’e, diğer öğrencileri- anlamaya yelten, düşünmeyi düşün, ni sordu. Yasin, birkaçı ile görüşebildiğini ve istedikleri üni- sevmeyi sev. Başka hiçbir şey istemem. İlla versiteyi kazandıklarından bahsetti. Son olarak da Canan’ın dolacaksan bir serum gibi açtığın bu çukura evlendiğini ve yenilerde bir bebeğinin olduğunu söyledi. dol. Saçlarınla beraber, hırkalarınla beraber. Gözlerinin dolduğunu hissetti. Demek cimcimesi, canına Bütün adlarınla. can katmıştı. Canan gibi her daim gülümseyecek ve gü- Seni aldım ve dünyanın bütün alınlarından lümsetecek yeni canlar… esirgedim. Korkma. rzurum öte ilk kez geçi- sebebi oluyor. Dağların başındaki kar yorum. Kar yağışıyla çık- bana Orta Asya’daki tren yolculuk- Etım Kırıkkale’den, ba- larını hatırlatıyor. Otobüsün aşa- bam ve amcam uğurladı be- ğı-yukarı, sağa-sola esnemesine ni. Kalabalık uğurlama tö- neden olan kıvrımlı yollar ise öğ- renlerini sevmiyorum çün- retmenim olan yolların bir diğer kü. İlki hariç Kazakistan’a yüzünü gösteriyor bana. her yolculuğum ve aske- Ağlayan bir bebek bütün re gidişim de sessiz sedasız HEYECAN otobüs halkını uyandırırken ala- olmuştu. cakaranlık bir homurdanış ve Erzurum-Ağrı-Kars ustafa lusoy söylenme de bütün otobüsü kaplı- istikâmetine devam eden M U yor. Uykusundan uyanan muavin ik- araçların kışın ortasında ne- ram arabasını hazırlarken şoför ma- den İmranlı Alışkan Dinlenme hallinden de mide bulandıran bir si- Tesisleri’nde durduğunu daha ön- gara dumanı sızıyor otobüsün içine. Ba- ce bir kez daha sorgulamıştım. İm- zen dağların verdiği küçük aralıklardan gö- ranlı Türkiye’nin Sibirya’sı olabilir. Bunu söylerken el- remediğimiz köylerin yollarını görerek oralarda bette ki Kars ve Erzurumluların “Gars’ın soyuği üşütmir gar- bir yerlerde köylerin olduğuna iman ediyoruz. İkram daş!” veya “Ezzürüm’ün soyuğu üşütmez baba!” beyanlarına da- ve sabah sıcak kahve içmek fikri benim ve benimle birlikte oto- yanıyorum. büs halkının uykusunu açıyor. İmranlı’dan sonra daha büyük bir kar yağışı beklerken Bazen dağların tepelerinin otobüsün üstüne doğru uzadığını Erzincan’a doğru havanın açıldığına şahit oldum. Şanssızlığıma ve bir kemer oluşturduğunu düşünüyorum. İki dağ sırasının ara- bakın ki hayranı olduğum bu güzel Türk şehri Erzincan’dan ge- sı bir korku tüneline benziyor, Aras’ın coşkun suyunun köpükle- ce geçmek zorundaydım ve üç yıllık doğu maceramın sonunda ri ise bazı yerlerde doludizgin koşan akçıl ve konur bozkır atları- bir kez bile Erzincan’ı gezme şansı bulamadım. Umarım Erzincan nı hatırlatıyor. İzlediğiniz tarihle karışık bütün fantastik filmlerin, hâlâ hatırladığım gibi -15 yıl öncesi- Türkiye’nin en güzel şehri- okuduğunuz kitapların ortasına düşmüş gibi oluyorsunuz burada. dir. Bu şehir, hayatımın bir dönemini geçirmek istediğim yer as- İnsanın kitaplar dolusu öğrendiklerinin bir gün karşısına çıkması lında nasip olur mu, Allah bilir… mutluluk kaynağı oluyor nedense. Bir macera olarak iki insanın Erzurum-Köprüköy’ü geçtikten sonra düz yollar kıvrımlanı- birbirini sevmesi gibi tehlikeli görünüyor dağlarda gezmek. yor, uykusuz gözlerim arada kapanırken onbeş-yirmi dakikalık Otobüs korku tünelinden çıkarken birden bire dağlar soluğu- dalıp gidişlerim boynumun ve sırtımın ağrımasına sebep oluyor- muzu genişletti ve Aras biraz daha sakinleşerek yanımızda yü- du. Gece yarısıyla sabahın ilk ışıkları arasında ortada bir yerler- rümeye devam etti. Başı dumanlı karlı dağların eteklerinde kar de yol bizi, hasretine düşkün olduğumuz Hazar’a götüren Aras’a kalmamıştı ve köyler daha net seçilebiliyordu artık. Etrafını yü- karıştı. Altayların, Sayanların, Tanrı Dağları’nın öz kardeşi olan ce dağların çevirdiği geniş, engin bir ova karşıladı bizi günün ilk Kafkas Dağları güneybatı sınırında Allahuekber Dağları’yla bizi ışıklarıyla. Köylerin yerleşimi ve Erzincan’dan sonra değişen çatı selâmlamaya başlıyor. malzemesi bana Kazakistan’daki köyleri hatırlattı. Sıra sıra köy- Kaçan uykumu, bize hayat veren suyu ve bize onurlu, başı lerin tarihin derinliklerine gizlediği acılar birden ortaya çıkar gibi dik yaşamayı hatırlatan dağları ve alçakgönüllülüğü öğreten top- oldu. Sibirlerden bugüne dek Türklere ev sahipliği yapan Güney- rağı cebimden çıkardığım bir kâğıda karalıyorum. batı Kafkasya, Ermenilerden bu tarafa terör faaliyetleriyle zih- “Suları, eğri büğrü yollarla sürüyorum, nimde oluşan imajını yavaş yavaş yitiriyordu. Kardan bir umacıyı toprağa bürüyorum. Sabahın ilk saatlerinde doğudan batıya, batıdan doğuya gi- Issızlaşıyor bozkır, serhaddinde yurdumun dip gelen araçlar hayatın başladığının en bariz göstergesiydi as- Düşlerin sonunda gerçek dağlar görüyorum...” lında. Sol tarafımızda kalan barajda çalışanları, araba bekleyen Karakurt’tan itibaren Kars yolundan ayrılıp Iğdır yoluna sa- yolcuları gördükçe de benim heyecanım artıyordu. Öyle bir heye- pıyoruz. Buradan sonrasında sağlı sollu uzanan dağlar ve daha canım vardı ki Keçivan Kalesi’nin burçlarına bayrak dikecek güç- da coşkun akan Aras suyu, cennet memleketin yaratıcısına şükür te görüyordum kendimi. İnsan hayatının dönüm noktalarına doğ- ru ilerlerken yavaşlar ya, hani zaman durur, otobüste öyle yavaş- ladı yolda seyrederken. Bir taraftan neler yapacağımı, yapmam gerektiğini, kimlerle tanışacağımı, diğer taraftan da ev tutmam, eşya almam gerektiğini düşünüyordum. Köylerin tabelalarına dikkat ederken “Kuloğlu” tabelasını gö- rünce öğrendiğim bilgilere dayanarak iyice yaklaştığımızı anla- üreyya ltunkara dım ama zaman daha da yavaşladı bu andan sonra benim için. S A Buradan sonra ise kafamı sürekli sağa sola çevirerek tam olarak geldiğimizi anlayabileceğim bir merkez aradım. On dakika son- ra ise dörtyol gösteren bir tabela gördüm. Tabelada sağa doğru benim son durağım işaretlenmişken ileri doğru ise otobüsün son durağı yani Iğdır gösteriliyordu. Mevzubahis dörtyolda durup yolcu indiren otobüsün pence- resinden otobüsün yolcularından birini karşılayan bir grup insa- nın mutluluğuna tanık olurken, kendimi birden ıssızlığın orta- Beton duvarlarda asılı kibirlerimiz, sında yapayalnız hissettim. Annem, babam, kardeşim, akrabala- satılığa çıkardık. rım, dostlarım, arkadaşlarım geldi aklıma. Kazakistan’a giderken Şevkle satın aldık çürüyen çerçevelerimizi de benzer bir hisse kapılmıştım. Aptalca bir “unutulma” kurun- tusuydu bu galiba. Çok uzaklardan bir yerlerden yola düşenlerin heybetli bir metanet vardı geldikleri evde kimseyi bulamaması korkusuydu bu. Kendimi böy- çivilenmiş özgürlüklerimizde le olmadığı konusunda iknaya bile kalkışmadım. yanıyor, bakamadığımız efendiler. Otobüsün yeniden hareketiyle kendime geldim. Otobüs sağa yukarı doğru kıvrılırken ilk evleri fark ettim. “Ne zaman varaca- Kırkı çıktı deli gömleklerimizin ğız?” sorusunun cevabı yolun menderesler çizerek küçük yaylaya yıkanmıyor ve değişmiyor kirli kravatlarımız doğru çıkmasıyla gecikti, gecikti ve fakat sonunda şehrin ilk evle- rinin dengine geldiğimizde caddelerin, sokakların, evlerin mima- zincire vursak da sıkıyor geniş ufuklarımızı risine kaptırdım kendimi. Bu sırada içimden bir türkü geçmeye sıkıldıkça pis bir duman çıkıyor. başladı. Bu seferki türküm memleketin en doğusundan geliyordu. Bu şehre girdiğimizde ilk fark ettiğim şey yol kenarlarında- Hesap soracak kinle yutkunduğumuz ne varsa ki kanallar ve yüksek avlu duvarları oldu. Kendimi bir kez daha kırılan bardaklarımızdan su içeceğiz kanarak Türkistan’da hissettim. Bu yollar ve avlu duvarları o kadar çok maveranın hüznü dolacak yılmayan içerlerimize benziyordu ki Rusların inşa ettiği şehirlere. Çatıların olukları ise buranın gerçekten Rus mantığıyla yapıldığına kanaat getirmeme demir setleri aşarak dolacak. Kırkı Çıktı Deli Gömleklerimizin sebep oldu. Aynı duyguyu ilk kez Kars merkeze gittiğimde de ya- Yılmayan. şayacaktım. Kars ise bana Çimkent’i hatırlatmıştı. Otobüs ilerle- İçerlerimiz. dikçe eski Ermeni ve Rus tipi evler beni mutlu etti fakat şehrin düzensizliği de bir o kadar üzdü. Derken otobüs durdu, dar bir yerde manevra yaparak sola doğru girdi ve çok az daha ilerleyerek eski, bakımsız ve iki oto- büsün bile aynı anda zor sığacağı otogarda durdu. Otobüsten na- sıl indiğimi ve bavulumu nasıl aldığımı hatırlamıyorum ama ile- ride ahbabımız olacak taksicilerden birinin sesini duydum: “Hoş geldin gardaş! Nereye gidecaksan?” “Daha bilmiyrim abeci (ağabeycik).” “Anbu (aha bu), hangi okula gelmişsen, di been (de bana)?” Öğretmen olduğumu nereden anladın diye sormadım tabii ki: “Anbu, Gağızman Aras Anadolu Lisesi deyir. Nirdedi (nerede- dir)?” Taksici benden para kazanamayacağını anladı galiba. “An (aha) bele (böyle) üz (yüz) metre get, anbu sağındaki yeşilliği gördün? Or’dan içeri gir görecaksan.” “Sağ olasan abeci!” İşte böyleydi Kağızman’a geldiğim günün sabahı. Kağızman tıpkı Keskin gibi Türkiye’nin kendine özgü kültürü olan ilçelerden bir tanesi ve bu güzide ilçede geçirdiğim üç yıl, kendimi Allah’ın sevgili kulu saydığım üç yıl oldu. Eşsiz dostluklar kurduğum bu güzel şehrin kadim ilçe kültüründen doyasıya faydalanmaya ça- lıştım. Göremediğim, keşfedemediğim yerler içimde bir ukde ola- rak kalsa da Kağızman ahir ömrümde kayısısından uzun elması- na, gagalasından balına, Topakkala’sından Zuvar’ına, yerlisinden Türkmen’ine, Kürt’ünden Terekeme’sine kadar pek çok şey kattı bana. Ve meslekî hayatımın yeni dönemine Kağızman’da başlamış oldum böylece. Belki bir gün yeniden dönerim oralara, en azından gezmeye ama gidemesem de oraları çok özleyeceğim. “Sonunda bu el yazmasını bulup okuyunca yazgımın pe- şinden gitmeye karar verdim, sırrı kimse öğrenmesin diye de o kitabı yakıp medreseden kaçtım ve buralara geldim. İşte kö- yünüzün yakınındaki tepenin sırrı, o el yazmasında yazanlardır. Bu altının benim nasibim olmadığı belli oldu bari siz alın diye yerini söylüyorum,” diyordu misafir derviş. Hasta, gecenin ilerleyen saatlerde ruhunu teslim etti. Er- tesi gün öğlen namazından sonra misafirin köyün mezarlığına KURGAN defnedilmesinin ardından evine dönen adamın aklından kur- gandaki altınlar bir türlü çıkmıyordu. Kazma küreği kaptığı gibi iki oğlunu da yanına alarak kurgan tepesinin yolunu tuttu. Gi- rişin nerede olduğunu bilemediklerinden kurganın tepesinden mrah ce uzun da olsa bir kazı ile sonunda hazine odasına ulaşacaklarını E E düşünerek kazma kürek toprağı eşelemeye başladılar fakat iş sandıklarından daha zor çıktı. Ellerindeki kazma küreklerin birer birer sapı kırılınca toprağın yüzyıllardır sertleşmiş oldu- lu bozkırdan kimlerin gelip kimlerin geçtiğini kim bilsin? ğunu düşünüp yeni kazma ve kürekler getirdiler, bunların da Nice ölümlü bozkır tanrısı, düşmanının kanı ile suladığı hepsi kırılınca burada bir tılsım olduğunu anladılar ve sonun- Utoprağa sonunda kendi kanını da katarak, gelecek bahar- da çâreyi tılsımı bozabilecek bir molla çağırmakta buldular. da yeşerecek otlara karışıp gitmiştir… Gelir gelmez altın hevesi ile işe koyulan molla, büyük bir ateş Bir güz gününde Yayık boylarındaki bir köye nereden gel- yaktırıp küllenmesini bekledi bu sırada dualar okuyordu. Ateş diği, kim olduğu bilinmeyen bir yabancı misafir uğradı. Kalacak birkaç saat sonra sönüp küle dönüştüğünde bu külleri kurgan yeri olmadığını söyleyen derviş kılıklı bu adama köyün yaşlıla- tepesinin etrafına çepeçevre saracak şekilde serperek bir süre rından bir kişi kapısını açarak misafir etti. Akşam yemeğinden bekledi. Sonunda küllerin üzerinde beliren koyun izlerinden sonra çay içerken ev sahibi ile sohbet eden derviş, köyün ya- hem kurban edilecek hayvan hem de kurganın girişi belli ol- kınlarındaki küçük tepecik hakkında sorular sormaya başladı: muştu. Hava kararmak üzereydi, vakit kaybetmeden bir koyun “Acaba oranın bir sırrı mı var? Düzlük arazideki tek engebe getirip kurban ettikten sonra işe koyuldular. burası, sanki insan eli ile yığılmış toprak gibi duruyor,” diyordu. Kurgan girişi olduğunu tahmin ettikleri yere yeniden kaz- Ev sahibi yabancı dervişin dilinin altındaki baklayı sezememişti. ma kürek giriştiler, bu kez toprak rahatça kazılıyordu fakat çok “Onun ne zamandan beri orada durduğunu kim bilir? Ben ken- geçmeden şiddetli bir fırtına koptu ve gökten tavuk yumurtası dimi bildim bileli bu tepe orada durur, büyüklüğünde dolular hiçbir sırrı yok,” diye cevap verdi. yağmaya başladı. Can hav- Gece geç vakitte misafir durduk li ile kazmaları bir yana yere ateşlenip hasta düştü, durumu kürekleri bir yana atan oldukça kötüydü, artık ölmek üzere oldu- defineciler çil yavrusu gibi ğunu anladı. Ev sahibini çağırıp buralara dağılıp kaçıştılar. Doludan ne sebeple geldiğini açıkladı. Anlattığına korunmak için yakınlar- göre derviş buraya çok uzaktan, ulu Ka- daki bir ağaçlığa koşana zak bozkırından geliyordu. Küçük yaşta kadar yüzleri gözleri kan verildiği medresede yıllarca ders görüp ve morluklar içinde kal- bir molla olmuş, hayatı ibadet etmekle mıştı, onların bu hâlini ve yüzlerce el yazması kitabı okuyup ye- gören rahatlıkla bir temiz niden yazarak çoğaltmakla geçmişti. İşte dayak yemiş olduklarını böyle yine eski kitapları istinsah ederken söyleyebilirdi. Kurgandan eline bir el yazması geçmiş. El yazma- biraz uzaklaşıp ağaçlığa sında anlatıldığına göre, uzun zaman ulaştıklarında, dolu bıçak- önce Yayık boylarına altın ticareti yapan la kesilmiş gibi yine baş- insanlar göçüp yerleşmişler. Bu insanlar ladığı gibi bir anda durdu. Ural Dağları’ndaki madenlerden çıkardık- Neyse ki ağır yaralanan ları altınları at arabaları ile Yayık’a getirip yoktu, birbirlerinin hâline satarlarmış. İşte bu altın taşıyan araba- bakıp gülerek şanssız- ları da sık sık bozkırda yağmacılık yapan lıklarına lanet okudular. bir hânın nökerleri basar, talan ettikleri Bunun bir uyarı değil de altınları da saklarlarmış. Gitgide biriken basit bir hava olayı oldu- altın dağ gibi yığılmış sonunda. Yağmacı ğunu düşünerek yeniden han öldüğünde onun için bozkırın ortasın- kurgan girişini kazma- da bir kurgan yapılıp hazinesi de onunla ya devam ettiler. Vakit birlikte oraya gömülmüş. Usta büyücüler gece yarısını geçtiğinde çağırılıp üzerine tılsımlar yapılmış. O gün meşaleler ışığında hâlâ orada bulunan nökerler kurganın sırrını devam eden kazı işi ne- kimseye vermemeye yemin etmişler. Sonraları Yayık boylarına redeyse bitmek üzereydi ama bu kez de bir başka aksilik buldu Ruslar gelmeye başlamış, altın ticareti sınırlandırılmış, kala- definecileri, üzerlerinden geçen bir yarasa sürüsünün tamamı balık olup yağmacıların çoğunu da öldürmüşler, sağ kalanlar üzerlerine hücum edercesine atılınca yine kazı işini bırakıp ulu bozkıra kaçıp kurtulmuşlar. İşte bu el yazmasını yazan da kaçmak zorunda kaldılar. Kurgandan uzaklaştıklarında molla- bozkıra kaçan göçebe savaşçılardan biriymiş, tövbe edip med- nın da iki oğlunun da kazıya devam etmeye hevesi kalmamıştı, reseye kapanmış, ilim tahsil edip yazıyı sökünce de sırrını bu el korkuyorlardı. Molla dualar okuyup bitirince; “Buranın tılsımı yazmasına yazmış. bozulmadı, kurban bize yolu gösterdi ama belli ki hazineyi almamız istenmiyor,” diyerek hakkından feragat etti ve gece karanlığında köyün yolunu tuttu. İhtiyar adam ise bu işe pek de gönüllü olmayan iki oğlu ile birlikte yeniden kazı alanına döne- rek kazma sallamaya devam etti. Çok geçmeden oğlanlardan biri kazmayı vurduğu yerden tok bir ses gelince, “Burada işte buldum,” diye bağırdı. Burası kurganın girişi olmalıydı. Kalan toprağı küreklerle canhıraş biçimde attıklarında gerçekten de buranın kurganın girişi olduğunu anladılar. Yüzyıllar önce yapılmış ahşap kapının çürümüş kalıntılarının ardında beliren giriş artık önlerinde duruyordu. Girişten geçerek dar bir kori- dorda yürümeye başladılar, taş duvarlarda eski tamgalar ve kökboyası ile yapılmış resimler titrek meşale ışığında dans ediyor gibiydiler. Koridorun sonundaki küçük mezar odasına ulaşınca gördükleri karşısında heyecan ve korkuları doruğa ulaşmıştı artık. Kurganın sâhibi hânın cesedi sanki yüzyıllar önce değil de dün ölmüş gibi taptaze karşılarında yatıyordu. Et- rafı değerli kılıçlar, bıçaklar, zırhlar ve öte dünyada kullanması için altından yapılmış günlük eşyalarla doluydu. Az ilerisinde duran kemik yığını ise onun atına âit olmalıydı. Han cesedi- nin etrafındaki eşyalar gerçekten bir servet değerinde olsa da ortalıkta söz edildiği gibi büyük bir hazine görünmüyordu. İki genç ellerine ne geçerse çuvallara doldururken babaları meşale ışığı ile etrafa göz gezdirmeye başladı, mutlaka asıl hazinenin mezar yağmacılarından korunması için ayrı bir yer- de saklanmış olduğunu düşünüyordu. İşte tam o sırada yerde saplı duran demir halka gözüne ilişti, bir kuyu kapağının kulpu gibiydi. Hemen küreğini kapıp kulpun etrafını temizledi, bu ger- çekten de bir kuyu kapağıydı, yüzyıllardır biriken toz, toprağa dönüşüp kapağın etrafını gizlemişti yalnızca. Hemen küreğin sapını demir kulpa geçirerek onu bir manivela gibi kullandı ama gücü taştan oyulmuş ağır kapağı kaldırmaya yetmeyince iki oğlunu yanına çağırdı. Ağır kapak yerinden oynadığında kur- gana dolan garip koku yüzünden genizleri ve gözleri yanmaya başlamıştı. Kapak tamamen kaldırılınca kurganın içi sarı bir ışıltıyla aydınlandı. Bu sırada içeride ne var diye bakmak için eğilen ihtiyar dehşetle irkilerek geriledi, elindeki küreği fırla- tıp, “Kaçın” diye bağırarak kurganın girişine doğru koştu fakat nafile, ihtiyar yetişemeden kurganın girişi büyük bir gümbürtü ile çökmüştü. Kuyu zannettiği deliğin altında bir oda daha vardı, tam da dervişin anlattığı şekilde dağ gibi yığılmış altınlarla doluydu fakat ihtiyara küçük dilini yutturan ve onu dehşetle geri kaçma- ya iten şey altınlar değildi tabiî ki. Hazine odasındaki altınların üzerine iri kanatları ve pençeleri olan, başı ise insan başı bü- yüklüğünde devasa bir yılan boylu boyunca uzanmış, jilet gibi keskin pençeleri ile altınları karnının altına toplayarak sakla- maya çalışıyor, bir yandan da kırbaç gibi şaklayan çatallı dilini sallayarak bu davetsiz misafirlere tıslıyordu. Sabah namazının ardından kurganda olup biteni merak eden molla soluğu kurgan tepesinde aldı, girişin çökmüş oldu- ğunu görünce köye dönerek yanına kazma kürek ve bire meşa- le aldı ve kimseye duyurmadan yeniden tepeye döndü. Birkaç saatlik kazının ardından girişi yeniden açıp kurgana girmeyi başarmıştı. İçeride iğrenç bir koku vardı, kurgan zemini yüzler- ce yıllık toz ve kanla karışık bir çamurla kaplanmıştı, duvarlar insan yağı ile yağlanmıştı, kol, bacak ve ne olduğu anlaşılmayan vücut parçaları oraya buraya savrulmuştu. Molla yine bildiği bü- tün duaları okuyarak belki sağ kalan vardır diye meşale ışığın- da ilerledi. Sonunda o da ağzı açık kuyunun içinde ne olduğuna bakmak için başını eğdi ve talihsiz ihtiyarın yaptığı gibi irkilerek geri kaçtı. Kurgandan koşarak dışarı attı kendini ama akli mele- kelerini içeride bıraktı. Derler ki molla kendini dışarı atar atmaz bütün kurgan büyük bir gürültü ile çöküp bozkıra karışmış, molla ise birkaç hafta meczup hâlde bozkırlarda koşup durduktan sonra aç ve sefil hâlde ölmüş. Kargaların gözlerini oyduğu perişan hâldeki cesedini çobanlar bir dağ yolu üzerinde bulmuş. “Belki de (senin ve benim) kuşku(m) hem da arkasına alarak kök salar iyiden iyiye: başkalarına, hem de başkalarının İdeolojileri, aşırılığın başka-başka gelişmesiyle birlikte bana ve yüzleri, biçemleri olarak (da) okuyor, bize yer açar.”* okudukça değersizleştirme gereği Ulrich Beck – Siyasallığın İcadı Kendi duyuyorum bu yüzden – postları da, yani postmodernizmi, ALAKLIK. İdeolojik bir postyapısalcılığı, postanarşizmi alaşım tahakküm ediyorsa de, sözünü ettiğim gereklilikten Skendiliğime -ki, ettiği çok ötürü önemsiyorum. Yineleyeyim açık, her şeyden önce, o alaşımı Kendine, – örneklerle: Siyasal İslâmcılık oluşturan öğeler üzerinde ve onunla bir tür ortakyaşarlık, tepinmeliyim yazdıklarımla: ortak-tahakküm ilişkisi kuran İslâmcılığın ve ona iştahlıca milliyetçilikler, ulusalcılıklar ülküdaşlık eden milliyetçiliklerin, bir aşırılık (üst)biçeminin ulusalcılıkların üzerlerinde yani, Taşrada (X) (kötücül)öğeleridirler: Zamane içerdikleri özkuşku yokluğuna, Türkiye’sinde, ulusallığın – ulusal kendini bu hayatî-yoklukla belli eden ırat argıoğlu olma durumunun kendisi bile, siyasal-salaklığa odaklanarak. (Yeri F K bu ([öz]kuşku-tanımaz)ortaklık gelmişken: Toplumsal-siyasal iletiler içeren yüzünden benimseyemediğim bir hâl aldı: bir düzyazı, günbegün azılı bir toplum-düşmanına Ulusallık, “ulu bir salaklık” durumuna dönüştü, dönüşen bir toplumdışının, artık içeriden, merkezden dışarlığa, dönüşüyor, Enis Batur’un (öz)deyişiyle. Yalnızca bir çevreye doğru değil de tersine, yani dışarlıktan, çevreden parti-devleti yok (yenilenen)Türkiye’de, bir parti-ulusu da var içeriye, merkeze doğru olanca gücüyle, kızgınlığıyla yazmayı artık, bana kalırsa. seçen birinin kaleminden çıkıyorsa eğer, tepinmekten başka Gerçi birileri çıkıp, ‘artık’ sözcüğüne takılıp, “Hep böyleydi hangi eyleme yataklık edebilir ki? Yazı: Tepinmenin, yani bu ülke,” de diyebilirler, desinler, ne değişir: Başkaldırımı gürültü etmenin – bağırıp çağırmanın, direnmenin yeridir bu nedensiz, dayanaksız bir hâle getirmez ki bu -uymacılık kokan- türden bireyler için, benim için.) Tahsin Yücel, Salaklık Üstüne çıkış. Deneme adlı kitabının önsözünde neredeyse her ideolojinin Aklıma geldi, eklemeden geçmeyeyim başka bir belirli bir salaklık içerdiğini söylüyor; bu salaklığın açık konuya: Bir denemesinde aşırılıklar hakkında şöyle uyarmış belirtilerinden birincil olanı, ona göre de kuşku yokluğu. Kuşku okurunu, Nermi Uygur: “…tekyöncülüklerinden ötürü, düşünce yokluğu, bir bakıma, eleştiri yokluğu anlamına gelir, olağan bir işlerinde çekici olmasına çekiciyseler de çok kez gerçekliği sonuç olarak özkuşku yokluğu da, özeleştiri yokluğu anlamına. tanınmayacak kadar yavanlaştırırlar.” Tekyöncü, siyasette, Özkuşku, özeleştiri, siyasal aklın ılımlılığını, demokratlığını totaliterliği, siyasetsiz siyaseti amaçladığından, agoranın sağladığı için, onların karmakarışıklığına saldırır, halk meydanını -ya da Nermi yokluğundan, Uygur gibi söylersem, halk meydanındaki gerçekliği- çölleştirir: Tekyöncü, işte bu zorbaca tutumuyla, özkuşku- tanımaz salağın ta kendisidir. Başka isimler de geliyor aklıma, kuşkucu, eleştiri-merkezli aklı savunan, ustaca kullanan: Nurullah Ataç örneğin – onun gibisi az çıkar, çıkmıyor aramızdan. Dahası, Tanpınar var, onun günlüklerindeki tutumu, biçemi, benzersiz: Özkuşkuyu da, özeleştiriyi de geçip/aşıp, neredeyse özyıkıma varan. Hepsini toplayabilirim bir araya, belki: Siyasal-salaklık üzerine (derli toplu) yazıp çizmeyi sürdürürsem, sürdürebilirsem eğer. Ha, bir de: Burada – (Devlete, İktidara)yandaş taşrada yani, salaklığın, yukarıda sözünü ettiğim türden siyasal-salaklığın en katışıksız, en bunaltıcı hâline maruz kalabiliyor kişi, çok da değil, biraz dikbaşlı, çıkıntıysa eğer. Yandaşın, çanak yalayıcının aklı, dili: İktidarınkinden de boğucu, tiksindirici. CİDDİYETSİZLİK. Yıl, 1966: Hüseyin Nihal Atsız, Kürtler ve Komünistler başlıklı sert makalesini şöyle sonlandırıyor: “Mutlakıyet ve cumhuriyetten umduğumuzu bulamadık. Bir de ‘ciddiyet’ ilân olunsa da onu denesek, nasıl olur?” Yıl, 2019: Biri bana, “Sence, Türkiye’nin acilen gereksinim duyduğu (siyasal)nitelik nedir?” diye sorsa, Orhan Veli Kanık (1914-1950) ciddiyetsizlik, derim, kaskatı (siyasal)dizgelere dönük bir ciddiyetsizlik Orhan Veli ciddiyetsizliği: Ne diyor şâir – düzmeceliğinden doğan boşluğa bir sistematik-görüşün, bir 1945’te: indirgemeci-aklın kesinliği, o kesinlikten salgılanan aşırılık “Fikir tarihi, bir fikir madrabazlığından başka bir şey değil.” ([karşı]devrimcilik, köktencilik [radikalizm], tepeden inmecilik ______[Jakobenizm]…] dolar – zamanla, toplumun ezici çoğunluğunu * Türkçesi: Nihat Ülner – İletişim Yayınları. aç paradan alıcı bulur aşklar günümüzde? Aşkı yumuşaklığında altın yaldız bir aşk diktirmek ve sevdayı, peşin fiyatına -vade farksız- taksit hâli hazırdan pahalıya mı gelir? Ya da kir Kseçenekleri ile alabilir miyiz, ilk iki ay ödemesiz? göstermez keten bir sevda, ipeksi dokunuşun Üstelik puanlarımızı da kullanabilir miyiz bir önceki aşktan yanında daha mı hesapsız kalır? Aşk devreden? Yeni bir sevda satın almak için illaki beklemek ekonomisi düşük olanlar yüne mi mi gerekir bir önceki aşkın hesap kesim tarihini? sarılmalıdır yaz kış; aşkın gerçek kumaşı Hijyen açısından deneyemez miyiz aşkı yaşamadan; yündür diye? üzerimizde nasıl duruyor diye? Uzaktan bakan bir göz Metrekaresi kaç paradan alıcı bulur gibi bakamaz mıyız ona, sahte aynaların önünde? Hem aşklar? İki oda bir salon mutluluklar, neden izin verilmez önceki aşkın ıslattığı gözlerle eşyalar arası mesafeye göre mi yeni bir aşk denememize? Yeni alıcısının üzerinde de şekillenmek zorunda? Yerdeki canlı ve cansız mankenlerin üzerinde durduğu gibi parkeler, merhametimizin üzerine albenili durur mu her aşk? Peki, hayatın ışıkları mi döşenmiş yoksa? Halıların da aşkımızdaki defoyu saklayabilir mi mağaza kapladığı alan kadar aşkımızda ışıkları gibi, her zaman? Neden hayatın sakin da yer kaplıyor mu kalbimizde müziğine uyduramayız aşkımızı, mağazada desen desen? Hem neye göre çalınanlara inat? Kaliteli bir sevda kaliteli konumlandırmalıyız aşkımızı yerlerde mi satılır? İşportacıdan alınma bir oda içinde? Aklımızla kalbimizi aşkın ilk kullanmada çekmeme ihtimali ayıran stor perdeler gibi mümkün müdür? Her zaman bulabilir şeffaf mıdır aşkımız? Kötü miyiz hoşumuza giden bir aşkın rengini ayfun elik bir resim asarım korkusu ve bedenini? Altına pantolon ayakkabı T Ç ile hiç resim asmaz mıyız uydurabilir miyiz, sevecenlik kombini aşkımızın duvarına? yapamaz mıyız sahte gülücüklerin Sahiden, hayatı altında? Ya da “Aşk insanın kendine kaldığımız yerden eve yakışanı sevmesidir.” diyerek Satılmış gelince de oynamaya sadeliğe mi kaçarız umarsızca? devam mı ederiz? Memnun kalmadığımız şartlarda Ya da hiç yaşamaz hasretlerimize ekleyebilecek mıyız gerçek aşkı? cesaretimiz var mı aşkımızın Aşklar Peki, kaç iade fişini? paradan basıma Litresi kaç paradan alıcı girer, “Satılmış bulur aşklar? Kim neye Kitabı Aşklar Kitabı”?

göre belirler raftaki bir aşkın tavsiye edilen tüketim tarihini? Açtıktan birkaç gün içinde tüketmeli miyiz sevdaları şuursuzca? Aşkımızı, kimse görmeyen yerlerde ya da üç gün buzdolabında saklamak mıdır sahip çıkmak? Çift folyolu kutular iyi olan aşkı zaten korur mu? Günlük aşk ihtiyacımız için gerekli olan minerallerin yüzde kaçını karşılar bir tutam şefkat? Kalori cetveli tutar gibi tutmalı mıyız içimizde aşkı, kim daha çok seviyor diye? Bilinçli aşk tüketicisi olmak mıdır, aşkı satın alırken barkot numarasının ilk üç rakamına bakmak? En ufak bir sitemde, eline geçen her şeyi yollara dökmek midir aşkı boykot etmek? Neden aklımızı dinleyemeyiz, aşksızlığımızı dinlediğimiz kadar? Kaybetmeyi göze almak mıdır, depozitosuz cam şişelerden aşkı kana kana içmek? Keyfimizin kâhyasını ara sıra şikâyet edebileceğimiz ücretsiz tüketici hattı numarası olmalı mıdır aşkımızın üzerinde? Pastörize hayatımızın kiri, pası niçin aşkımızın üzerinde birikiyor artık? Metresi kaç paradan alıcı bulur aşklar? Raflardaki sarılı kumaşlar gibi renk renk; desen desen midir açılınca, ruhumuzun katları? Kadife lkokulda karşılaştım yürüyen, konuşan ilk seviyede olduğunu düşünerek. Bazı Allahlık Allah’la. Hâlbuki onun da öncesinde, iddiasında bulunanlar ise namaza takmıştır. İyâni daha soyut işlemler dönemine Kılan namusludur, abdestsiz yere geçmemişken zihnim, Allah basmayan bu çağın müceddididir benim için Antalya’daki Yivli (o neyse). Ama meselâ namaz Minare bazen de Sivas Ulu kılan birisi çocuklara tasallut Camii’nin minaresiydi olabilir, pekâlâ haram da aslında. Bir Cuma saati, Afedersiniz, yiyebilir; kul hakkı yemez o, şadırvan sırasının kendime onunki hakkaniyet olur, taciz gelmesini beklerken Allah serbesttir, livata samimiyettir, da yanımdaki sırada Siz hayvana şiddet makuldür. bekliyormuş, nereden Namaz kılmayansa yandı, bileyim? Sıra bana geldi, isterse bütün malını mülkünü hazırlandım ve başladım Allah mısınız? dağıtsın ihtiyacı olana, abdeste. Üç ağıza, üç dağda derviş olsun, şehirde buruna sırasıyla ilerlerken, ustafa ğuz ayat hayırsever, kedi başı okşasın ya işini bitiren Allah benimle M O B da burs versin bir yetime yok abi, konuşmaya başladı. Hadi bunun sonuçta Allah kararını vermiştir; ağzı yüzü vardı da sesi de mi namaz kılmıyorsa ehemmiyet arz vardı? Benimle neden konuşuyordu? etmez. Başına getireceği adamdan O öyle olmaz! ekmek alacağı bakkalın tayinine, kızının Burun yansın! evlenmesini hayal ettiği adamdan oğlunun Dirsek ıslansın! alacağı kıza kadar herkes namaz kılmalıdır; Ayağın kirli! hunharca namaz, müthiş bir huşû içinde mükellefi olduğu Kulağın kuru! verginin nasıl kaçırılacağını düşünerek namaz! Üstün yaş! “Namaz abi namaz, adamın pantolonu diz yapmış Hani başına mesh! baksana.” Olmadı! Namaz kabul olmaz! “Adam işçisinin sigortasını yatırmıyor.” Derken bir abdest miktarınca sessizliğini koruyan “Abi öyle değil bak, abdestli adam bu.” afacan mümin Oğuz, baş parmağını sol ayak serçe “Yahu her sene maaşlara zam yapmamak için işçiyi işten parmağının arası ile haşır neşir ederken dayanamadı, “Allah çıkarıp, geri alıyor.” Amca, neden bu kadar dikkatlisin?” Bununla başlayan süreç, “Ramazan paketleri var, bir gör abi. Makarnasından, Allah olma yolunda emin(!) adımlarla ilerleyen iki kollu, zeytinine, şekerinden, sabununa her şey var, her şey.” iki ayaklı, iki gözlü, hiç beyinlilerle “Namaz diyordun.” sürekli karşılaşmamla devam etti, “Evet evet, cennetlik bu adam!” ediyor, edecek. Hah işte yolladı cennete Allah Allahlık kolay değildir bey amca, Bey, oruç tutmayan da zebani mezesi Allah olmak zordur hanım teyze, zaten. Totişinden girecek kızgın, Allah olmanın yükü ağırdır üç uçlu mızrak. Poseidon mu lan kardeşim, sana ağırdır. Meleklerin bu, altı üstü zebani. Cehenneme cinsiyetini tartışan başka dinin sokar, cennete ışınlar, toplumda yer insanını eleştirenlerin, Ramazan’da tayin eder, kendine kriter oluşturur sakız orucu bozar mı, bozmaz ona göre sever, insanları da ona mı, denizde ağızdan girmese bile göre yönlendirir. Kim mi? Bu Allahlar dübürden su girer tartışmalarına işte. Ona göre karar verir, onun yerine girenlerin vakit ziyanlarına fıkıh denmez düşünür, onun yerine konuşur, hüküm verir, bebeğim, pamuğum, ıslak takunyam. Onlar coşar, uçar, kaçar, uçurur, üfürür, sapıtır, Allah olma iddiasının rahmidir, doğum batırır, çıkarır. sancısıdır, yer yer de anasıdır, “Çalarsa Müslüman memesini verenidir, çalsın” meselesine hiç emzirenidir, kalsiyumunu girmeyeceğim, orası çok sağlayıp, kemiklerini çetrefilli. Tekirdağ yancısı, betonlaştıranıdır. İstanbul hasretli Silivri Ramazan ayından baharda güzel olur ama devam edelim. Bir takım benim işim gücüm var. Allahlar oruç tutmayanı Bakın şunu es geçemem; döver evet, sevmez, bunlar portakal bıçaklamayı hor görür, üstten bakar “Bu da milletim için” diyen orucun mânevî yükselme Battal Gazi, Kızıl Elma’yı yerine, tutanların kast Cuma çıkışı dağıtılan katır sisteminde en üst kutur mütedeyyin bir meyve, Trump’u protestoyu hardcore turp ısırma ayini, Kur’an’ı halvete girilen somya Mehdi Genceli üzerindeki süs ya da cenaze evi musikisi, hacı yağını cennetten çıkma afrodizyak “niçin nur inmiyor artık semadan” (Yahya Kemal) etki, muhafazakâr magazin programı Bizim mahallede bol müşterili bir mekân var. İstanbul’un tadındaki sahur ve sunucusunun orta halli, esnaf lokantası türünden bir kebapçı… Klasik ke- mangır, seyircisinin iki hurma belki baplar yanında lahmacun ve çorba çeşitleri de sunulmaktadır. beleş iftariyelik derdinde olduğu iftar Çorbaları iyi sayılır, Metin Hocamın çorbacısı kadar olmasa programlarını da orucun başlama ve da… Ben epey zamandır anosmi olduğum için lezzetten pek bir şey anlamıyorum doğrusu. Acıktığımı hissettiğimde uğrayıp bitiş düdüğü farz ederler. Özellikle sahur bir kâse çorba içiyorum sâdece. programları onların bünyesinde etkilidir. Sizin de dikkatinizi çekmiştir muhakkak. Bu aralar İstan- Sabit mimik, sürekli jest, gereksiz vurgu bul lokantalarında hatırı sayılır miktarda “Horasan eri” gar- ile menkıbe anlatıcısının “… ağlıyordu, sonlar görülmekte. Horasan erleri gelmeye devam ediyor. An- Musa da ağlıyordu, asa da ağlıyordu, laşılan, bu kez mânevî bir misyon için değil, ekmek parası için asanın ham maddesi dut ağacı, onun gelmişler. Buldukları en ucuz işlere talip olup hem karınlarını üzerindeki ipek böceği... o da ağlıyordu” doyurmak hem de geride bıraktıkları ailelerine üç beş kuruş feyzi ile batarya dolar, Allah namzeti güne para gönderme derdindeler. dört çubuk şarjla hazırdır. Şarj durumu Güzelim İstanbul, bereketli İstanbul, taşı toprağı altın İstan- vücudundaki şeker ile doğru orantılı, bul! Herkesin elinden tutar, kimseyi aç bırakmaz! Allahlıkla ters orantılıdır. Şarj üç çubuk, Bizim kebapçıda da en fazla bir buçuk metre boyunda bir iki çubuk, tek derken ezana ramak kala garson çalışmakta. İşin erbabı, bu garson boy çocuğun “Ho- tahtı önüne envai çeşit yemek, meze ve ERİ HORASAN rasanlı” olduğunu hemen anlar: Sırtına erken yaşta yüklenen içeceklerin olduğu iftar sofrası kurulur, sorumluluk nedeniyle gelişmemiş bir vücut, yaşadığı kara günlerin tesiriyle esmerleşmiş yağız bir çehre, yeni İstanbul ballı bıldırcın dolması bulamayan açın havaalanını kadar geniş ve yüksek bir alın, hayata bütün İslâm hâlinden anlamak için. Tabiî ekranda, âlemi gibi geriden bakan bir çift göz ve bu gözlerin derinliklerinde sahura hazırlık bataryasını dolduran gizlenmeye çalışan kederli bir hüzün… menkıbe meddahı yer almaktadır o sıra. Çorbayı önüme bu çocuk getirdiğinde selâm verip hal hatır sora- Köyde beynamazı kınayıp, rım. O da gözlerindeki kederi gizlemeye çalışarak tedirgin bir tavırla “İyiyim abi, oğlunun düğününde içen Hac’emminin sen nasılın?” diye cevap verir. Allahlığı, şehirde fakirden izole zengin Hüznü okuyabiliyor, tedirginliği anlayabiliyorum. semtlerindeki sitelerde altın varaklı Bir gün nerelisin diye sordum. Bu kez tedirginliği arttı ve daha emniyetli bir evlerde de bulunur (bkz. Başakşehir). cevap olur düşüncesiyle “Özbek”im dedi. Kuzey Özbeklerine benzemediği için Bu Allahlar fakir sevmez, aristokrattır, Mezar’lı mısın diye sordum? Mezar kelimesini duyunca yüzündeki tedirginlik ye- yok yok burjuva, o da olmadı… Hah! rini şaşkınlığa terk etti. Brahmanlar. Brahmandır bunlar. “Orayı nerden biliyorsun abi? Adı sâdece Mezar değil ayrıca, Mezar-ı Şerif!” Allahlıkları, iyi Müslüman zengin ve dedi. sistem yanlısı olmalıdır kaidesi üzere “Orası şerafetini kaybedeli çok oldu be dostum! Sen bilmiyorsun. Şimdiki adı sadece Mezar, hatta Mezar-ı zî-ruh!” inşa edilmiştir. Geneli müteahhit, tüccar, Çocuk son söylediğimden bir şey anlamadı ama en azından zararsız biri oldu- fabrikatördür. İşlerine sâdık olan bu ğuma kanaat getirerek çay ikram etti. Allahlar, yazının girişindeki diyalogda O günden sonra lokantaya her uğradığımda çorbamı bu garson boy çocuk işçisine sâdık olmayanla aynı kişidir. Bu getirir. Ortada görünmediği zaman nereye gittiğini, nasıl olduğunu sorarım. Ak- tipin nesil devamı “bir gençlik bir gençlik şamlar da lokantanın önünden geçerken çorba içmesem bile dışarıdan şöyle bir bir gençlik, zaman bendedir ve mekân göz atıp “Garson iyi mi?” diye kendi kendime sorarım… bana emanettir” şuurunda zamanı engin, Geçenlerde yine bir akşam lokantanın önünden geçerken içerisinin kalabalık mekânı seri közler mabedi olan bir olduğunu fark ettim. Anormal bir durum vardı. Merakımı gidermek için içeri gir- gençlik şeklinde tezahür etmiştir. Nargile dim. Kalabalığın ortasında sandalyeye oturtulmuş ve kolunu tutarak acılar içinde farz sanırım, Hamidimz de dinimiz galiba, kıvranan bizim garsonu gördüm. Çocuk içi kebap dolu koca tepsiyi müşteriye yoksa İttihatçılar neden kâfir ilân edilsin? yetiştirmek isterken ıslak zeminde kayıp düşmüş, kolunu fena incitmişti. İncinen Hakikatte “holy şirk” modundaki kolunu tutarak inliyor, derin ve kederli gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Ben de, bu Allahların en uzak olduğu yufka yürekli birisi olduğumdan, çocuğa görünmeyecek bir konuma saklanıp ağ- mesele Öz Hakiki Allah’ın kendisidir. lama seremonisine eşlik ettim. Derin derin, içli içli ağladım. Onun kolu incinmişti, benim yüreğim... Kendilerine, keselerine ve fesli bazı Allah’tan o sıra üç sağlık çalışanı lokantada çorba içiyormuş. Onlar olaya he- eşkâli kıllılara yakınlıklarından mıdır men müdahale ettiler ve bir iki egzersiz yaptırıp çocuğu ayağa kaldırdılar. Çocuk bilinmez diktatördürler, vicdanları katı, kalkıp yürüdü ve iyi olduğunu söyledi. Gerçekten iyi görünüyordu. Kalabalık yavaş merhametleri sıfırdır. Var mı sizin de yavaş dağıldı. Ben de hüzünlü adımlarla eve geçtim. cehennemlik gördükleriniz, sizin de vardır Sabah çocuğu iş başında sapasağlam görünce mutlu oldum, sevinçten ha- kesin günah içinde yüzüyor diye selâm valara uçtum. İçime hoş bir ferahlık oturdu. Bu kez gözümün önüne, dün akşam vermedikleriniz, yok mu gerçekten? çocuğun kayıp düşerken etrafa saçtığı kebaplar geldi. O an bir şey hatırladım. Vardır, vardır… Meğer ben akşam çocuğun acısına ağlarken, zayi olan kebapları görüp bir ara on- Afedersiniz, ara ara da olsa siz de lara da üzülmüşüm. Bunu düşünüp bu sefer de utandım. Utanç ve hüzün karışımı Allah mısınız? bir duyguyla durağa geçip otobüsü bekledim... delice zeytine… Sonradan düşününce anladım; Martı Huriye tanıdık bir nefesti. Bizim dağlardandı. Kekik “Olsun,” demişti komşu Aysel Teyze, kokan bir esintiyle sarmıştı çürümüş “aç mezarı yok ya.” Öyle ya! “Sahi yşe ur emir ruhumu. öyle mi” diye sorabilir, yargılayan ve A N D Gönlünü almak istercesine yukarıdan bakan tuzu kuru bakışlarını çırpınıyordum. Ama gerek yoktu. yenebilirdim aslında. Oracıkta bu Hayata dolamıştı o yeşil yemenisini. meraklı kapı komşusuna aslında ne “Noluvercek oluu gideeee,” kadar mutsuz olduğunu ve emeğe demişti. dair bilmediklerini öğretebilirdim. “Oluu gidee,” demiştim. Bana Lâkin lodos vardı ve yine her MARTI HURİYE börek yapmak istediğini günün bir perşembesiydi işte. söyledi ve numaramı aldı. Samimiyetsiz ama sözüm ona Bende tatlı bir anı diye iyi niyetli, göstermelik, gerçekle hâfızama kazıdım o akşamüstünü. buluşamayan bakışlarına veda edip Öyle de kalacak sanıyordum ama terliklerimi sürte sürte kendimi dışarı yemeninin ucunu bana da dolamış atmıştım. ucundan meğer. Bir türlü baş edemediğim kıvırcık İki hafta sonra bir numara aradı saçlarımla ve anlamsız öfkemle adımlıyordum ummadığım bir anda. Genç bir adam sesiyle sokağımın yolunu. Biraz daha sabredip belki bir tanıştım. Martı Huriye’nin oğluymuş, annesinin otobüse atlar, sonra Kemeraltı’nın rüzgârına kaptırırdım. ısrarına dayanamamış aramış. Bin kez özür diledi. Ve Fincanda pişen kahveyi her defasında unutup parmaklarımı ekledi “Annem size bu akşam börek yapacak kurtuluş yok. yakmak, Şükrü Usta’nın kahkahasıyla kendime gelivermek Uygunsanız ve dilerseniz sizi alıp götüreyim yanına, iki sonra... Kısa amaçsız yürüyüşler; aramak sonra ve sonra yine haftadır sizi sayıklıyor.” Bende hiç düşünmeden kabul ettim. ve yeniden aramak… Alsancak’ta buluştuk. Bütün İzmirli kuşlar bilirler. Pasaport iskelesinden Kıbrıs Siyah deri ceketini taşıyan omuzları genç, uzun siyah Şehitleri’ne kadar sahil, Roman ablalarla doludur. Renki saçları ve şarkı söyleyen kirpikleriyle filmlerden fırlamış yemenileri, rahat tavırları ve kalabalıkta görünmez olup umut bir adam karşımda beliriverdi. Ben o sırada saçlarımın dağıtmaları… ne biçimsiz olduğunu hayal edip hayıflanıyordum. Üstelik Pasaport İskelesi’ne indiğimde lodos başımı iyice ağrıtmış, beni daha zayıf gösteren o siyah ceketi niçin giymediğimi en sevdiğim eylül ayından âdeta intikamını alıyordu. düşünüyordum. Aslında heyecanlı, unutulmaz ve komik bir Kafelerin bitiminde iskelenin hemen karşısında yere çöküp andı. Belki de sesi kötüydü! Olamaz mıydı? İllaki bir kusur eteğimi savurdum, ayaklarımı denize doğru sarkıtıp vapurları olacaktı. Esas şoku sonradan Chopper motorunu görünce saymaya başladım: Bir, iki, üç… Kalkmalıydım aslında, midem yaşayacaktım tabiî. kazınıyordu üstelik; diyet de hiç işe yaramamış iyice kilo “Korkar mısın?” dedi gülümseyerek. Hayal gücümü almıştım. “Hayat,” dedim “aslında belki de bu kadar basit.” seveyim altta kalır mıyım “Yok yahu babamın da vardı Kendimi sevememem, günleri ayırt edememem; bunlarda en bundan,” deyiverdim. Sonrada şimdilerde dudağımın yakın arkadaşım tutunamayan Selim kadar… Son günlerde kenarında salakça bir gülümsemeyle hatırlayacağım cevabı hep aynı cümle zihnimde… “En yakın arkadaşım henüz yirmi yapıştırdı: “Haydi atla!” sekizinde… Yapma Selim dayanamam…” Yirmi sekizinci İlk on dakika resmen uçtum. Ne kadar özgür, ne kadar yaşımın gününü bulmalıydım. Takvime bakmayacaktım bu cesaretliydim. İyi ki Martı Huriye vardı! defa. Hava kararmaya başlamıştı ve Tatlı bir sesle uyandım. birkaç iş için önce Kemeraltı’nın boş “Napıyon orda gııı? ve kararan sokaklarında turladık, Kanadı kırık matılaa gibi sonraysa yokuşlardan çıkmaya oturmuşun oraa.” başladık. “Buralar nereler?“ “Huuu sana diyom gııı, garnın diyebildim yutkunarak. Artık ağricek kalk bakem gari.” çok emindim değildim, Yeşil yemenisi ve renkli şalvarıyla öylece karşıma dikilmiş, korkmaya başlamıştım. anaç bir kararlılıkla o an benim iyi olmamı diliyordu. Önce “Buralar karanlık o roman ablalardan biri sandım kurtuluşum olmayacağını düşünerek elimi uzattım. “Fal bakacaksan bak abla ama peşin söyleyeyim hakikaten param yok,” dedim başımdan savarcasına. Beni utandıran bir içtenlikle “Nerelisin sen gııı?” diye sordu tombul dudaklarıyla. sokaklar,” dedi gülerek. Nabzım yükseliyor, öfke ve korkudan ter içinde kalıyordum. Fakir bir sokakta yavaşladı. Eski, ahşap, yarısı yanık bir evin önünde durdu. İnerken titriyordum. Zili çalarken terlediğimi ve muhtemelen ne aptal gördüğümü fark edip gülümsedi. Bense kendime öyle kızıyordum ki. Neyse ki Martı Huriye’nin sesi merdiven gıcırtısında yankılandı. Ona sarılabilir ve sabaha kadar ağlayabilirdim. Eski bir konakmış, aslında zamanında çıkan bir yangında yanmış fakat bizim Martı tutturmuş “ille de oturacağım burada” diye. Eski bir nağmeyi dinleten merdivenleri çıkarken yoğun lavanta kokusunun baş döndüren yolculuğu başladı. Ve annemin tarhana mevsimindeki elleri yakaladı beni. “Ellerin” dedim “annem kokuyor.” Öyle hızlı konuşuyordu ki Martı Huriye, tüm ömrünü bir kaç saate sığdırmak istercesine telâşlı ama bir o kadarda yaşam dolu. Dilinden damlayan neşe ak göğsünde bir pınar oluyordu. “Bizim oralar,” diyordu “kuzuluk… Kesik… Sıdan…” Mutfağa geçtiğinde oğluna sordum: “Neden Martı Huriye? Bir de merak ettim hep böyle midir?” “Annem aslında kanser,” dedi aldırmaz ve alışık bir sesle. Bazen sanki tüm erkeklere mahsus diye düşündüğüm o umursamaz tavrına müthiş öfke duydum önce. Sonradan hadsizliğime şaştım. “Babam Gördesli aynı dağlardanız işte. Bizimkiyse çingene. Dedem at satarmış. Huriye daha on beşinde ama nasıl bir güzellik. Babam vurgun yemiş tabiî, bunu görünce delirmiş aşkından. Bizimki delinin teki; ata biniyor, türküler söylüyor köy yerinde. E çingene gelin istemezler hele ki böylesini. Peder kaçırıyor Huriye’yi. Sülalesi varlıklı ama evlâtlıktan ret tabiî Huriye gelin olunca. Filim gibi yâni.” “Ee,” diyorum çocukça bir merakla “sonra peki?” sonradan pişman olarak. “Sonrası peder İstanbul’a geliyor iki sene sonra ben. Ne iş olsa yapıyor güçlü adam, çalışkan. Ben dört yaşlarındayken kaza geçiriyor işte.” diyor bir çırpıda. Ve aynı umursamaz tavırla. “Anneme çok demişler evlen kurtul diye. Hiç evlenmedi. Ama martıları çok sevdi. Bir gün sordum Ali’ni mi sevdin martıları mı diye, duymazlıktan geldi.” Sonra sanki hiç bir şey olmamış gibi samimiyetle “Bu saçların hali ne!” dedi. Meğer kuaförmüş. “Kes o zaman,” deyiverdim sonraki altı ayı düşünmeden. Martı Huriye’nin eski kokan mis taburesinde zaten laf dinlemez kıvırcık saçlarımı korkunç bir şekilde kesti. O kadar kötü kesti ki arkadaşlarım beni tanıyamadı. Olsun, olsundu… Martı Huriye’nin aslında hiç de lezzetli olmayan böreği de nefisti, o sıcak sohbetleri de. Dönüşte saat zaten saat geç olmuştu, sokağıma henüz girmeden durdurdum motordaki adamı. İçtenlikle teşekkür ettim. O da utangaç ama biraz da serseri gülümsemesiyle telefonunu gösterip “Arasam mı seni yine?” dedi. “Bugün günlerden ne?” dedim heyecanla. Yeni bir buluş öncesi çırpınan, o son bilgiyi bekleyen bilim insanı gibi. “Perşembeee,” dedi şaşkınlıkla. İçimdeki gününü bulan şımarık çocuğun sevincini gizleyerek “Belki başka bir perşembe!” diyebildim. Sokağın sonuna kadar arkasından baktım. Yüzümde lodosun kestiği tozlar ve artık hiç umursamadığım saçlarımla gülümsüyordum… Ve bile isteye deli bir bakışla balkonunda beni gizlice kesen Aysel ablaya bağırdım. “Bugün perşembeymiş…” “Her günün perşembesi değil ama hiç değil!” ahir Abi’yi nasıl “Beğenmiyorsanız öldürdüğümü haydi arkadaşım s..tir Fanlatmak başka bakkala, hade hadee istiyorum. yürrüüü.” Eski mahalleme Ölülerin Uğrak O gün kimsenin yıllardır gelmiştim, o gün cevabını alamadığı soruyu güneş batalı birkaç bir de ben sordum; “Abi beni dakika olmuştu ve bilirsin artık bu mahalleden üzerini muşamba bir sayılmam, o yüzden lütfen cevap karanlıkla örten Akşam Mekânı ver bu bakkal niye en ihtiyaç Bey, geceyi bekleyip uyumaya olunan vakitlerde kapalı?” hazırlanıyordu… Müezzin Bey “Sen yabancı değilsin koçum ise Ezan-ı Muhammediye’yi Burhan anlatayım bak, yıllarca Alaman Çaçan gâyretiyle, gırtlağı patlarcasına Hüseyin Sefa Ak gavurunun elinde makine gibi okuyup müminleri namaza davet etmekle çalıştım. İçinde bulunduğum duruma çok meşguldü. Bu mübalağamdan anlaşılacağı bozuluyordum, bu durumu bizim fabrika üzere elektrik mahallemizden gitmişti. Belki de müdürüne Jurgen Bey’e anlattım.” gitmekte haklıydı elektrik, burası Türkiye’nin en sıkıcı “Ne dedin abi?” yeriydi. Eminim mahallemizde bir pavyon olsa, elektrik hep “Çok bozuluyorum Jurgen Ağa dedim.” burada kalmak isterdi. “O ne dedi?” Bu kadar gevezelik yeter sanırım. Annem öldüğü için “Bozuk makineleri çöpe atarız. Beğenmiyorsan haydi yıllar sonra mahallemize dönmüştüm. Anacığım için arkadaşım s..tir başka kapıya! Hadee hadee yürrrrüüüü. bir cenaze merasimi tertip edilecekti ve benim de orada Anlayacağın yan gelip yatmamdan çok hoşlanmıyordu bulunmam usule uygun olacaktı. Almanlar. Kaytarmadan çalışma bence çok saçma, tembellik Ölü evine giderken mahallemizin bakkalı Fahir Abi’yi etmeyen insan makinaya dönüşüyor. Bu işe bir dur gördüm, altında bir iskembe çekmiş, üstünde zümrüt yeşili demeliydim. hareli ipekten yapılma robdöşambrı ile bakkalın önünde anıt Muradım, vatanıma dönüp bir bakkal açmak, ahalinin bir heykel gibi etrafı seyrediyordu. Beni fark etmesin diye ihtiyacı olduğu zaman kaytarıp kendi ehemmiyetimi başka tarafa bakarak yürümeye başladım. Fakat ne çâre, o mahalleliye kavratıp bir makine muamelesine mâruz dakika fark etti ve ismimi bir baykuş gibi çağırıp, dükkâna kalmaktan kurtulmaktı. Çok şükür muradıma erdim davet etti. elhamdülillah.” İçeri girdim elektrikler kesildiği için dükkân karanlıktı ve Elektrikler geldi ve Bakkal Fahir yağ lamasını kapattı. yağ lambasında titreyen ateş üşümemek için lambada dansı Lambanın lambada dansı da sona erdi. yapıyordu… Bu dansı neşeyle seyrettim. İçerinin aydınlanmasıyla gazete manşetleri dikkatimi Bakkal Fahir, anamın vefatında dolayı taziye dileklerini çekti. Minör olmayan majör tiyatrocumuz Münir Özkul’un sundu. Ardından karamelli bisküvi ve küçük bir kutu meyve hak tarafından iradesi elinden alındığı gazete manşetlerini suyu ikram etti. İkramları birkaç dakikada mideye indirdim. süslemiyordu, haber kendine küçük bir sütunda mütevazı Ardından ona teşekkür edip bir paket sigara istedim, ücreti bir yer edinmişti. Zaten ölüm mevzu bahis olduğu vakit bir ödeyip sigaranın mülkiyetini üzerime aldım. şeyleri süslemek münasip olmaz. Fakat bir aksilik çıkmıştı. Ateşim yoktu, ceplerimi Bir Fatiha okudum Münir Usta’ya. yokladım, “Nerde bu çakmak,” diye söylenmeye başladım, “Büyük bir ustaydı değil mi abi” dedim. “Ustaydı ama bu müşkülümü gören fedakâr Bakkal Fahir Abi hemen yıllardır ölemiyordu. (Bu sıradan ve vasat sözü ses tonuna tezgâhtaki çakmaklardan birini alıp Protmetheusça bir bir derinlik katarak söyledi) Eski şöhreti olsa belki bir trafik edayla sigaramın ateşini yaktı. Ona bu tanrısal davranışı kazasında rahmana kavuşmuştu.” Biraz düşündü Bakkal için teşekkür ettim. Bir süre anlamsızca bakıştık, bakışma Fahir Abi, sonra geniş ve traşlı çenesini sıvazladı; “İnsan uzayınca, Fahir Abi yanlış düşüncelere kapılmasın diye ününü kaybettikçe ölümü güçleşiyor,” diye ekledi. “Şimdi aklıma gelen ilk şeyi sordum: sen ünsüz bir bakkalsın ölemeyecek misin yâni?” dedim. “Fahir Abi, bakkaliye bakkalın dişisi mi?” “Elbette,” diye cevapladı. “Ünsüze ölüm yok evlat” dedi ve “Bilmiyorum ama arada hanım dükkânda duruyor o devam etti: durduğu zaman bakkaliye, ben durduğum zaman bakkal “Son yıllarda ülkemiz ne çok gelişiyor, baksana ünsüzler oluyordur herhalde,” diye bir açıklamada bulundu. artık ünlüler kadar ölmüyor, şimdi Münir Özkul öldü ondan Muhabbet saçma sapan bir yerde tıkandığı için Fahir Abi’den önce Naim Süleymanoğlu, Zeki Alasya, Maykıl Ceksın bahsedeceğim. saymakla tükenmez,” dedi. “Abi Maykıl Ceksın Türkiyeli Bakkal Fahir Abi’ye “muhterem” demek yerine değil Amerikalı,” deyince, “İşte var gücümüzü sen düşün “muhtemel” demek daha münasip düşer. Çünkü “Bakkal açık Amerika’ya bile meydan okuyoruz. Son zamanlarda ölen mı?” diye sorduğunuzda “Muhtemelen kapalıdır,” cevabını meşhurları söylesem saymakla bitmez.” alırdınız. Bu durumdan şikâyet eden mahalleliler kendisine Sonra düşündüm ve hak verdim gerçekten ünsüzler karşı menfi tavırlıdır biraz. Çünkü yağ lâzımdır, tuz lâzımdır, ünlüler kadar ölemiyor muydu artık? bebe bisküvisi lâzımdır fakat ne çâre, Bakkal Fahir ortalarda Ardındın da toparlanıp tezini çürütmek için “Annem yeni yoktur. Mahalle sakinleri sakin sakin bakkalı açık tutmasını öldü,” dedim. “Hacer Teyze’yi çok severdik, Allah rahmet va’z u nasihat ettiğinde onlara bakkalı kapalı tutmasının eylesin ama bilmediğin şeyler var evlat,” dedi. “Ne gibi sebebini söylemez ve şöyle derdi: bilmediğim şeyler Fahir Abi?” diye sorunca şöyle cevap verdi: “Bunu anana sorsana delikanlı.” olmuştu ve ölemiyordu. Dert yanmaya başladı, Fahir Abi Öfkelendim, “Kendine gel, haddini bil hokkabaz herif!” yedi yıldır acı içinde kıvranıyor ve uyuyamıyormuş. diye çıkıştım. Biraz korktu sanırım. “Anan evlat ‘Hamiyet Kadın, “Her gün başında Kur’an okuttuk, hatim indirdik, Nineden Avratlık Dersleri’ adında bir yutup kanalı açıp, acı içinde kıvranmasına rağmen Azrail’e bir türlü ruhunu yutubır olmuştu, abone sayısı yüz bine yaklaşmıştı...” teslim edemedi,” diye dert yandı. Kadıncağız ağlıyordu, Telefonu elime aldım ve yutup kanalını buldum, güzel o ağladıkça ben Fahir Abi’ye ölemediği için kızıyordum. anneciğim ev işlerinin inceliklerinden, yemek tariflerine Hassas bir kadındı İsmet Yenge… kadar bir çok bilgiyi tatlı tatlı anlatıyordu. İsmet Yenge, “Aman kocamın acısına son ver,” diye Fahir Abi elini omzuma attı; “Bu gerçeği öğrendiğine ayaklarıma kapandı. Bir yastıkla öldürmeyi teklif ettim. göre konuşmama devam ediyorum evlat,” dedi. Gözlerim Kadıncağız “Hayır bu cinayet olur,” deyip Müslüman ıslandı, elimle kuruttum, burnumu içime çektim; “Tabiî Fahir hassasiyetlerinden dem vurdu. abi, buyur devam et…” Başka bir çözüm yolu bulmam gerekiyordu, bu yüzden “Doksanlı yılların o karanlık günlerine dönelim çenemdeki bir tutam sakalı kaşıdım. Hastanın yanına istersen,” diye devam etti, “hatırla ne kadar çok ünsüz yaklaştım gözlerini kapat ve beş dakika açma dedim. ölüyordu. Görümcem, kayınım, hanımın eltisi, kirvem, Şişman ve iyi niyetli İsmet Yenge ile saatlerimizi ayarladık. bibim, Rıfat eniştem… Hepsi öldüler. Şimdi öyle mi? Vakit doldu, “Öldün mü Fahir Abi?” dedim. Herkes ölmemecesine yaşıyor. Fakirlik fukaralık vardı eski Gözlerini timsah gibi açtı ve şöyle dedi: zamanda.” “Öldürecekseniz öldürün beni yoksa haydi arkadaşım Fahir Abi haklıydı, koalisyon zamanı babaannem s..tir başka kapıya! Hadee hadee yürrrrüüüü.” ölmüştü ve hepimiz acıya gark olmuştuk, henüz o yıllarda Odadan dışarı çıktım, İsmet Yengemi kahreden bu sağlık sisteminde reformlar yapılmadığından, antidepresan herif bir şekilde ölmeliydi. Hem Fahir Abi gibi bir mikrobun ilaçlar alacak paramız yoktu, acımızı azaltmak için kısıtlı ölmesiyle vücudundaki diğer mikroplarda ölecek, bir taşta imkânlarımızla zor şartlar beynimizin ön lobuna endorfin milyon mikrop vuracaktım. salgılatmaya uğraşırdık. O an Aklıma Fahir Abi’nin Münir Özkul hakkında Hiç unutmam omzumuzda ananemizin tabutunu taşırken söyledikleri geldi. Vakti zamanında çok kil ü kal etmişti ağlamamak için kuzenim Bahri ile birbirimize müstehcen merhum hakkında ve kendisi de aynı akıbete uğramıştı, fıkralar anlatıp sesli bir şekilde gülüyorduk. İkimizin bu ölemiyordu işte. hâline çok öfkelenen imam Tabiî ya Fahir Abi ünsüz olduğu için ölemiyordu. “Evraka” efendi, cemaati galeyana diye Fahir Abi’nin odasına girdim, telefonumu çıkarttım getirmiş ardından cenaze Fahir Abi’nin hasta ve yatalak görüntüsünü telefonuma yerinde sille tokat dayak kaydettim. Sonra sosyal medya hesabıma yükleyip altına yemiştik. Dayaktan sonra not düştüm: ACİL ÖLÜMESİ GEREK RT PLASE. imam efendi şöyle bize Fahir Abi’nin acılı hâlini gören tüm duyarlı erbab-ı şöyle dedi: soyal medya bunu yaydıkça yaydı. Fahir Abi’nin “Ağlamıyorsanız ünü arttıkça ölüme biraz daha yaklaştı. Ve en haydi arkadaşım s..tir sonunda gözlerini açılmamacasına kapatıp başka kapıya! Hadee hadee ahiret hayatına intikal etti. yürrrrüüüü.” Miras meselesi çözülmüştü, artık Fahir Abi’nin bu mahalleye yerleşmekte karar kıldım. teorisini kulağıma Yalnızlık zor olacağı için evlenmem küpe gibi taktım. Ertesi yerinde bir davranış olurdu. gün valide hanımın Kocası öldüğü için yenge sıfatı cenaze törenini yaptık anlamsızlaşan İsmet’e evlenme teklif başsağlığı dileklerini kabul ettim. Bu teklifim İsmet tarafından ettim ve mahalleden ayrıldım. memnuniyetle kabul gördü. Aradan yıllar geçti… Bir miras Ertesi gün bakkalı devraldım davası için tekrar mahallemize dönmüştüm. ve işletmeye başladım. Her şey Sâdece birkaç gün kalacaktım, geceyi eskisi gibiydi dükkânı istediğim geçirmek için baba evine geçtim. Büyük zaman açıyor istemediğimde kentin hay huyu, işimin yoğunluğu, stres açmıyordum. Fahir Abi’nin iyice sinirlerimi germişti. Uykumu mışıl bir erkânını, usulünü kıvama getirmek için yatağıma girdim. Tam o yaşatmak gerekliydi sırada bir bağırtı koptu: sonuçta. “Yetişin a dostlar Fahir’im ölemiyor!!” O sırada Kadıncağızın bu feryadı tüm mahalle içeriye yıllardır sakinlerini ölümsüzlükle lanetlenmiş gibi mahallemizden rahatsız etti. Yataktan fırladığım gibi Bakkal uzak kalan İsmail Fahir’in evine gittim. geldi annesinin Karısı şişman ve iyi niyetli İsmet Yenge beni cenazesine karşıladı. İsmet Yenge iyi niyetli olmasının yanı geldiğini söyledi. sıra sıkıcı, miskin, etli butlu yüzü Çin mantısına Aynı konuyu benzeyen bir kadındı. Bakkal Fahir kanser onda açtım. Hayal kırıklıkları besler bu doyumsuz yalnızlık duygusu- nu. Katli vacip duygulardan biridir hayal kırıklığının hayata te- sir eden o donuk ve hissiz boşluğu. Gözlerinin önüne inen o mat ve renksiz perde zihninde ne kadar çok taşınırsa o kadar koyu- laşır karanlıklar. Zifiri karanlığın hâkimiyetindeki hiçbir yerde Yalnız Biz, Öteki neyin nerede olduğunu bulamaz zihin. Her şey birbirine karışır, her yer toz duman olur. Uslanmaz usunda oluşan sakinlik insanı uyuşturur. İlk zamanlarda “Ya ne olmuş bu olmadıysa? Bir daha hayal kur ve bir daha düş peşine,” diyen iç ses bile bıkmıştır fu- kara avuntusundan. İnsanı ayağa kaldırıp silkelenmesini sağla- Siz ve İrade mak, bir ölüden zeybek oynamasını istemek kadar anlamsızdır artık. Yoğun acı ve hissizlik yüzünden yüreğinin iklimi değişir in- sanın. İçindeki kelebeklerin renkleri solar, papatyalar çürümeye emet ener başlar gönlünün dağlarında. Kırlangıçlar göç eder sonra başka D Y yüreklere. Kelebekler renksizleşir ve hiç çiçek açmaz olur gön- lünün vadilerinde. Akbabalar istila eder her yeri. Leş kargala- ar olmak, kendi var oluşunun bilincinde olmaktır. Varlı- rıyla bir olup canlı canlı yemeğe başlarlar içten içe seni. Hayal- ğı hiçbir biçimde ve hiçbir koşulda benim keyfime bağ- lerin, umutların, ideallerin ve planların da terk ettikten sonra içi Vlı olmadan var olanlar ile zihnimde imge olarak var oldu- doldurulmuş bir kuklaya dönersin. ğu hâlde fiilen var olmayanlardan da haberdar olmaktır aynı za- İnsanlar sanki yalnızlıktan doğmuş gibi, bütün yaratılan- manda. “İmge” olarak var oluş ile “şey” olarak var oluşu kendi- lar içinde en usanmaz şekilde yalnızlığına sarılanlardan olmuş, liğinden ayırabilmelidir zihin. Böylece gerçekle hayali ayırt ede- yetmemiş bir de kendisini yalnızlıkla var olmak zorunda olduğu bilir insan. Aksi hâlde ruh, beden eyleme geçse dahi kendi içi- yanlışına düşürmüştür. Aslında bütün bu yalnızlık merakı, toplu- ne kapanıp kalır. Çoğu zaman soruyu bilmektense cevabı bilmek luk olma hasretiyle alev almış bir yaratığın çektiği azaptan baş- hayatı daha da kolay hâle getirir. Cevap aramak, tüm diğer ara- ka bir şey değildir. Sanki her ruh, anlaşılmaksızın sessizliğe bü- yışlar gibi yorucu ve yıpratıcıdır. Arayış, acılı bir süreçtir ve so- rünmeye mahkûm edilmiş gibi, kendini yazgıyla baş başa kal- nunda bulmak da tehlikelidir çoğu zaman. Yine de hazırcı sürü- mış bulur insan. Ardından bir kabulleniş denizine atlayarak ken- nün parçası olmak yerine arayıcı azınlığın içinde olmalı insan. di kendini boğar insan. İradesinden bihaber terk eder sınırlı ha- Farklı olmalı, fark yaratmalı. Hazıra konanın hükümranlığı bir yatını. Dış sesini, kalbinin sesinden üstün tutar. Doğruyu yaptı- nefes kadar kalır arayıp bulanın ömre bedel hükümranlığı ya- ğından emin şekilde ama baştan sona büyük bir yanlışı yaşaya- nında. rak ölür. Arındırmadığı o pas tutan zihni, genelde doğruları gör- Yalnızlığına gömülmüş insanların o inatçı tekbencilikleri mezden gelerek tüketir kendini. nedeniyle suskun, sanki ebediyete kadar sessizlik yemini etmiş Peki hayatımızın içi neresi, dışı neresi? İçinde kimler var? maskelerin ardında kapana kısılan ruh, kendi içinde, onu kışkır- Kimler kalıyor dışında? Bu dahil olma durumu sürekli mi, değil tabilecek ya da uçsuz bucaksız bir uçurumun derinliğini keşfe mi? Yâni dün dışta olan bugün içte olabilir mi özendirebilecek bir cesaretin varlığından habersiz biçimde ses- ve aslında dış yok mu? Dı- siz sedasız ölür gider. Hem yorgun hem de umutsuz çabalarımı- şa ait denilen her şeyi içe zın ortaya çıkardığı her şeyin daima eksik kalması ve ruhumu- alabildiğimizi düşünür- zun kendisinin bilincine varamamasıdır aslında bu. Gerçek ile sek “öteki” diye bir şeyin hayal, doğru ile yalan, imge ile şey birbirine girer zavallı insa- olmadığı ortaya çıkar. Öte- nın usunda. Ben ve ötekiler biçiminde inşa ettiğimiz hayatları- kileşmek ve ötekileştirmek mızın lanetidir yalnızlık. Cicero’nun dediği gibi, “İnsan her geçen hatadır. İnsanın ruhuna ve gün biraz daha yalnızlaşır, kalabalıklar fayda etmez.” Her şeyin var oluşuna ihanet etmektir. bitmek için başladığını söyleyen Cicero’ya karşı çıkılamaz çünkü “Ben”i, “sen”den ayıran karakter zaten ölmek için doğmuyor muyuz? Doymak için yiyor, mezun ve duygulardır. Başka hiçbir ko- olmak için okula başlıyoruz. Yine belli bir amaca ulaşmak niye- nu birimizi diğerimizden üs- tiyle başladığımız şeyleri bitirmeye çalışıyoruz. Aşkı da dostluğu tün ya da aşağı yapamaz. Ya- da sevgiyi de hep bir amaç için başlatıyoruz, yâni bitmesi için bir şamı, görüntüsü ve sesi, ken- bakıma. Enig Bagnold’a göre ise, “Yalnızlığın hiçbir şeye ihtiya- disine çok benzeyen kişiyi “öte- cı yoktur. O her şeyi öğretir.” Öylesine katı ve duygusuz ki bu ka- ki” kabul etme ya da etmeme rabasanı anlatan kâbus, hayatın en acı öğretmeni olmaktan gu- bilmecesini çözerken bilincini rur duyduğundan emin olabilirsiniz. Yumuşak yanlarımızı sert- yitirmenin eşiğinde yaşanan leştirirken sivri uçlarımızı törpüler. Oldukça yaratıcı ve istikrar- bir travmadır, insanı yalnız- lıdır yalnızlık! laştıran, kuşkucu ve güvensiz Bir tek benim yalnızlığım yok ki yeryüzünde. Herkesin fark- yapan. Bize karanlık bir atmos- lı birer yalnızlığı var. Yalnızlık kalabalığında her yalnız insan as- fer sunar “ben” ve “öteki” ayrımı. Mutlak lında tek başınadır. Kimse farkında değildir kendisininki dışın- mutsuzluk garantilidir. İnsanı, hayatında- daki yalnızlıklardan. Benim yalnızlığım da öylece geçiyor diğer- ki eksiklikler ya da aşırılıklar üzerine lerinin yalnızlıkları arasından. Her yalnız diğer yalnızdan haber- düşünmeye iter kararsızlık. En so- siz, her yalnız sâdece kendini yalnız sanarken ve her kalabalık nunda insan, öteki nevronuzuna bir sürü yalnızlıktan oluşurken toplum olmak ne mümkün her- yenik düştüğünde kendisine tıpa- kes bu denli kendine dönmüşken. Bireysel yaşamların mahkûm tıp benzeyen fakat bütün iyi özel- ettiği yalnızlığımız, şişkin egolarımız, bencil hayatlarımız, biten likleri içerisinde barındıran fark- gelenekler, yok olan saygı ve sona eren insanlık! Her birey ken- lı bir kimlik yaratır farkında olmadan dince yalnız. Yalnız olduğu için de fazlasıyla saldırgan. Bu yüz- ve mecburen. Ve yazık ki iç dünyasın- den “insan, insanın kurdu” olmuş. Vicdandan söz eden yok. De- da yaşadığı bütün buhranlar ve gelgitler ğerler çoktan silinmiş yeryüzünden. Her birimiz koca dünya ka- kalır kendine sâdece. Mutlak bir yalnızlığa labalığı içinde yalnız ölmeye mahkûm edilmişiz, bu insanlığın kendini mahkûm ya da esir eden her insa- ortak kâbusu… nın dili liriktir ve monolojiktir. Tekçidir ha- yatındaki her şey. Dağ gibi kabaran egoları birer volkan gibi pat- lar aniden. hmet fşın fkarlıoğlu Bilinç kendisini, sâdece kendisinin dışında yakalar. Yeniden A A E kendini arayışla sürer süreç. Kendisini defalarca kendisi dışında yakalayan bilincin kendisini yakaladığı yer, özneye, yani kendine yabancı olan bir başka yansıma olur. Özneye, yâni kişinin ken- dine yabancı olan bu imgesel yansıma ile kurulan özdeşim so- nunda kimlik sorunu baş gösterir kibrin ikliminde. Ötekilerden O gelince sayısı arttı Türk erlerinin hangilerinin yanında üstün hangilerinin yanında ezilmiş olduğu- Mazluma dost, zalime yağı olacak diye. nu saptama süreci başlar. Bilinç başlar çalışmaya. Varlığa gelir ego. Egosunun çizdiği sınırlar içerisinde yalnızlaşan insan için hayatı, geldiği gibi yaşamak dışında pek bir şans kalmaz. Rutine Keyfiyle dostlarına ılgın ılgın bir neşe döner yalnız hayatı ötekilerin ortasında. Ruhun kıskacı daralır zaman geçtikçe. Boğulur ruh, kalabalık ötekiler terazisinde yal- Öfkesiyle düşmana ağu olacak diye. nızlığıyla baş başa… Sıradan hayatların ortasında, ortalama bir hayata sahip, or- talama insanlarız işin gerçeği. Önemli olan bu sıradan hayatı Her dalı bin çerağlı, oğlum, Türk ormanının nasıl yaşadığımızsa eğer; hayatın ucu bucağı olmayan bakımsız Gönendim en fidanı, tığı olacak diye. ve kurak topraklarını harikulâde bir çiçek bahçesine çevirmek sâdece bizim elimizde. Belki umutsuz bir çaba belki de kahra- manca bir başarısızlık ama en azından kişisel emekle donatıl- ALPTUĞ Börteçine yol verdi Demirkapı’ya doğru, mış. Bilmediğini bilirmiş gibi yapanların hırpaladığı yürekleri- Ülküsüne sırt veren dağı olacak diye mizde hâlâ küçük bir çocuk büyütebiliyorsak ne mutlu bize. Bu- günkü yaşamlarımız, bize güç vermiş bir hayat karşısında his- settiğimiz bir düş kırgınlığı duygusundan ibaret sâdece. Önem- Daha işitmemişse Çin’i Hind’i İran’ı, li olmak yerine önemli kalmak çabasına girmeyen, anlık kazanç- lar peşinde anlık sevinçler tüketen ama asla mutlu olamayan in- Korksunlar gözlerinde doğu olacak diye. sanlarız. Yaşam ormanından kestiği ağaçların kuru dallarından tu- tuşturduğu ateşin kendini ısıtacağını sanır ama donarak can ve- Hele bir dile gelsin, batının da payı var. rir ruh. Çıktığı kapıları, örtündüğü yorganları unutur. Kendini ih- Haykıracak “Bu çağ Türk çağı olacak!” diye. mal eder bilmeden. Kendi dinginliğinde dinlenmeyi akıl edemez. Kendine sunulmuş olan iradeyi keşfedip kullananları bir muci- zeyi gerçekleştirmiş olarak kabul eder. Mucizenin neliğinden bi- Yaşını Tanrı versin, adını Alptuğ koydum. haber olan ruhun ihtiyacı olan, bedendeki gizil güç kaynağının Alptuğ'um bu kavganın tuğu olacak diye. yâni usun farkına varmak ve onu kullanmaktır aslında. Ama ha- zıra ve kolaya alışan insan için sürüye uymak daha basittir. Ço- ğunluğun hatasına tek başına karşı çıkamaz. “Kral çıplak” diye- cek cesareti kendinde bulamaz ve kendi gerçek derinliğinde ya- tan hayatına yön verme gücüne ulaşamaz. Bilinmezlikler üzeri- ne kurulan derme çatma köprüyü tercih eder, Deli Dumrul gi- bi cesaretle her şeye rağmen kendi köprüsünü inşa etmeye. İlk ve belki de aynı zamanda son defalığına cesur olabilen ruhla- rın ötelenmişliklerini örnek alarak reddetme güdüsünü kurban eder düşünmeden. Oysa insan bilmeli ki her şey aslında sâdece karşıtıyla varlık bulur. Kötü yoksa iyi, çirkin olmadan güzel kıy- metsizidir. Ateş, bütün ruhların ışığıdır aslında. Tehlikeyi göze almak ve kendi hayatının dizginlerini kabullenişe bırakmamak gerek. Yazgı/kader ve Tanrı varsa bile, unutulmamalıdır ki ira- de de var. İnsanlara her durumda ardında saklandıkları yazgının tümüyle kendilerini aldattıkları bir kurmaca olduğunu göster- mek gerekir. Tanrı, bu denli kusursuz bir düzende böylesi büyük bir hataya düşmüş olamaz. İnsanları ruh ve beden olarak yarat- mış ve önlerine cennet ve cehennem gibi iki seçenek sunmuş- ken onları hazır edilmiş kesin bir yazgıyla dünyaya gönderdiğine inanmak akla hakaret değil midir? Evet, yazgı vardır. Evet, dünyaya gözünü açtığında in- san yazgısıyla doğar ama bu bir hazır metin değildir ki insana sâdece yaşaması kalsın. Hayat boyunca yaşayacakları belli olan insana her defasında birçok kapı açılır. Yaşanacak olanlar yazgı- da vardır ama insanın hangi kapıyı açarak onun ardındakini se- çeceğine kendisi, yâni iradesi karar verir. İşte bunu anlayabilen ruhlar, ezeli ve ebedî bir yalnızlığa mahkûm etmez kendini. Ru- hu ve bedeni birlikte hareket edebilen insanların kalbini ve bey- nini kullanmaması hâlinde kukladan bir farkı kalır mıydı insa- nın? İnsan zor olanı yapmalı ve kendisi için bir karara varmalı. Çalan kapıyı açarsa kabullenmiştik hissi adeta bir hırsız gibi onu bayıltarak evini, benliğini soyacak. Eğer açmazsa vazgeçip bir başka kapıyı çalacaklar. iz onları pek tanımıyorduk, taa çırpınışı çok farklıdır. Takla güvercini kanatlarını ki Deli Yürek dizisindeki “Sendee ‘pat pat, pat pat’ diye çarpar, gövercinse ‘patı IBHazreti Hüseyin mayası va patı, patı patı’ diye çarpar.” Yusufuum, zalımla savaşmak senin “Kuş deyince aklımıza kanatları ve kaderin,” diyerek bizlerin gönül telini sesleri gelecek öyle mi?” titreten, çatıda demlediği “Evet, işte bu kanat çırpınışlarına çayla içimizi ısıtan Kuşçu ve sesine âşık olduk kuşların ve 60 karakteriyle karşılaşana yıldır peşinden koşuyorum onların.” kadar… “Senin gibi çok var mı böyle kuş Belki de o günden bu yana sevdalısı?” kuşçulara ayrı bir sempatiyle bakar KUŞÇULAR “Olmaz olur mu? Kuşçuluk olduk. İşte bugün ben de, o sevdası bu memleketin her dizideki kuşçu gibi büyük laflar yerinde vardır. Gideceğimiz pazarda etmese de, kuşçuluğun pek göreceksin. Ben onların yanında kuşçu çok bilinmeyen yönlerini anlatan ustafa iğit bile sayılmam.” tutkulu bir kuşçu amcayla tanıştırmak M Y “Peki, bu kuşlar çoğunlukla pazardan istiyorum sizleri. mı alınır?” *** “Yok canım… Çoğu zaman kuşlar çağrılarak Elinde tuttuğu güvercine hayran hayran bakıyordu. Bu bakış elde edilir.” öyle sıradan bir bakış değildi. Yanına yaklaştım, güvercinin “Çağrılarak mı?” başını okşamak istedim gayri ihtiyari kuşu kendine çekti. “Bir “Evet çağrılır. Bir kuşunuz olur o sizin evinizdeki kuşların şey yapmayacağım, sâdece seveceğim,” dedim. Güvercini da lideridir. Başka kuşçuların kuşlarının da liderleri vardır. sevmeme izin verdi, “Başını okşa ama kanatlarına dokunma,” Dışarıya salarsınız, hangi kuş sürüsünün lideri güçlüyse artık, diyerek. “Nereye gidiyorsun?” diye sordum, “Kuş pazarına,” onun ötüşüne, kanat çırpınışına dayanamayan karşı sürüdeki dedi. Böyle bir pazarın olduğunu ilk kez duydum. “Ben de kuşlar bunun peşinden giderler. Birkaç saat içinde kuşlarınız sana eşlik edebilir miyim?” dedim, gönülsüz de olsa başını üçken beş, beşken on olur.” öne salladı ve yanında getirdiği kafesteki kuşlarla birlikte kuş “Peki, bu kuşları diğer kuşçu gelip istemiyor mu?” pazarının yolunu tuttuk. Bu yolculuk bizi derin bir o kadar da “Çoğu defa istemez. İstese de bir sonuç alamaz çünkü farklı bir dünyaya götürdü. Kuşların ve kuşçuların dünyasına… kuşlar bir daha o eve geri dönmez. Bi’ de biz kuşçular çok Zaman zaman bir kuş gibi etrafına ürkek ürkek bakan hassas adamlarızdır. Ben çok gördüm. Adam gelmiş bir amcanın adı Hasan’mış, saçı sakalı ağarmış bir kuş sevdalısı. gün bana, öyle ağlıyor. ‘Niye?’ diye soruyorum. ‘Benim bir Çocukluğunda tutulmuş kuş sevdasına… Okuldan kaçıp kuş güvercinim var beyaz başlı, sizin çatıya geldi, sizin kuşların yakalamak için dağlara bayırlara kendini vuruyormuş. arasında, onu bana ver,’ diye hüngür hüngür ağlıyor. Yaşlı başlı “Nasıl doğdu bu kuş merakı sende Hasan Amca?” diye adam. ‘Tamam şimdi çatıya çıkıp vereceğim ağlama,’ dedim. soruyorum, Hasan Amca anlatmaya başladı: Çatıda beyaz başlı bir güvercin vardı gerçekten. Yakaladım “Bu merak değil hastalık.” adama verdim. Ancak birkaç gün sonra baktım ki aynı güvercin “Nasıl yâni hastalık? Bağımlılık gibi bir şey mi?” yine gelmiş. Adam yine ağlıyor. Dedim, ‘Bak bu son, bir daha “Tam da dediğin gibi, geceleri gözüne uyku girmez, onların güvercinini dışarı salma.’ Adam bir daha gelmedi, öğrendim guruldamalarını, seslerini, kanat çırpınışlarını duymak için bir ki adam evinden taşınmış. Yâni kuşu için evini barkını satan, an önce sabah olsun istersin. Kuşa meftun olursun, aşkından mahallesini değiştiren adamlarız biz.” deli divaneye dönersin.” “Evini değiştirecek kadar mı yâni?” “Kuşa meftun olmak, deli divaneye dönmek?” “Ne evi, bu kuş sevdası yüzünden ailesini, yuvasını terk “Evet, kuşa meftun olursun… İlkokul bir ya da ikinci edenler çok olmuştur, benim pek çok arkadaşım şimdi sâdece sınıftaydı tam hatırlamıyorum bu kuşçuluk illetiyle tanışalı. İllet kuşlarıyla yaşıyor.” diyorum ama ne illet… Okula gidiyoruz diye çıkar kapanlarımızı “Niye kaçıp gitmiyor kuşlar?” alır evin eteğindeki dağda kuşa çıkardık. Sakalar, güvercinler, “Güvercinleri yuvaya alıştırırız biz.” serçeler envaî çeşit kuşun sesleri birbirine karışırdı. Ancak “Nasıl alıştırıyorsunuz, güvercinler öyle kolay alışan kuşlar kuşların seslerini birbirinden ayırmayı uzun yıllar peşlerinden mıdır?” koşarak öğrendim. Saka mı yakalayacaksın, onlar bak “Güvercinlerin ilk önce kanatlarını keseriz, onlar yuvada şöyle bir ses çıkarır ‘Çüpet pet, çüpet pet petpet, çüpet pet kedi gibi dolaşırlar. Sonra kanatları çıkmaya başladığında bile petpetpet.’ Kumru mu yakalayacaksın, sevgiliye kur yapar gibi yuvada yürümeye devam ederler. Uçsalar bile yuvaya alışmış ‘gruuk…gruukguk,’ seslerine doğru kulağını kabartacaksın. olurlar.” ‘Velisvelisvelis,’ diye öten kuşlar, ‘kıs kıs kıss’ diye ötenler “Canları acımaz mı?” vardır, yâni çeşit çeşit kuş ötüşü vardır. İşte kuşçu dediğin “Biraz acır ancak biz o kuşların iyiliği için bunu yaparız, adam ilk önce kuşların bu sesine âşık olur, ben de öyle oldum. kuşlar bizim yavrularımızdır onlara hiç zarar verecek bir şey Kuşun önce dilini öğreneceksiniz… sSonra…” yapabilir miyiz?” “Sonra,” diyor ve başını kaldırarak gökyüzüne bakıyor “Valla ben bu işi pek tasvip etmedim, kanatları olmadan Hasan Amca. Gözbebeklerinde daha sonra anlayabildiğimiz bir yuvada gezdirmek bana eziyet gibi geldi Hasan Amca.” ışıldama beliriyor. “Kanatları sonradan çıkar onların bir şey olmaz. O kanat “Sonra?” çırpışlarına biz kıyabilir miyiz? Kanatsız kuş, ayaksız insana “Kuşların kanat çırpışları, gökyüzünde süzülüşleri… benzer.” Hepsinin ayrı bir sesi vardır. Hiçbir kuş türünün kanat çırpınışı Pazara geldiğimizde Kuşçu Hasan Amca’nın daha anlatacak birbirine benzemez.” çok şeyi vardı. Fakat pazardaki kuşları görünce benimle “Sahi mi?” irtibatını yine kesti. Kuşların arasına daldı, beni unuttu gitti. “Evet, güvercinlerin bile kendi aralarındaki kanat çırpışları Aklımda kalan ise, ayakları ipe bağlanıp uçurulan, kanat farklıdır. Takla güvercinlerinin kanat çırpışındaki ritmle, çırpan kuşlar ve kuşçuların kendilerinden geçerek onlara ‘gövercin’ dediğimiz, sulu kayalıkların etrafında dolaşanların hayran hayran bakışlarıydı.

ben en çok da adaların üzerinde gülerim zan . artal henüz yakalanmamış bir katil gibi O R K en az karasal kentlerde ve karakol sokaklarında geldiğim yer sudur, gittiğim yer toprak o yüzdendir besmeleyle içtiğim her yudum o yüzden zordur amcamı tahtaların altına koymak quid miraris? quid stupes? gözlerim neden bir evin cumbası neden? pompa est. neden balkondan sarkamıyorum anne neden?

gözlerim renkli olsa da bir katile benzerim ben elma dersem çıkacaktı ruhum fiziğimden gözlerim olmasa da insanlar zaten ölür. kendisine sorarsanız bahane aramakla meşgulll gözlerim yeşil değil ama elimde kırmızı bir bıçak. gözlerim bir katilin gözleri tarikatım dört kişilik gözlerim ela, kemere sıkıştırmışım piştovu. fotoğraflarım bir görmezin fotoğrafları basketim bir kötürümün basketi silahlar ve sevgilim yasak tüm dünyada çünkü karanlığım dostların dillerine pelesenk ŞOV damarımda muhtaç olduğum hippi kanı mevcuddd kasketim ölü bir akrabanın kasketi gök renginden kararsız, kanla büyüyen filiz, dostum manyak bir tanrıydı anneme uzanan kök, sevgilim bir müjgana tutkun bana bak ben katile benziyorum, dostuma "kun" fikrini ben verdim beni öldür beni sök. sevgilime dedim "yutkun"

gözlerim neler gördü ben kimler öldürdüm? çünkü gözlerim ikindileri de adam öldürür bu sirkte kendimden çok kimleri güldürdüm? nekropol denir kente ve ben en çok da postaların ve telgrafların oğluyum sağım solum makberrr bıyıklı dünyanın yüz yıllık geliniyim quid miraris? kartpostalların ve telgraf tellerinin kızıyım quid stupes? kafesteki kuşları salarsanız belki pompa est.* alnında silahım dayalı bu kenti serbest bırakırım kan aktı mı oluk gibi elbet bozulur abdest kaçıncı çelenk bu renklerinden arınmış şimdi gözlerim korkudan kapatır kendini kaçıncı yas ki ellerinizle sıkıca tuttuğunuz gözlerim vicdandan münezzeh saymadım değil gözlerim allaha ilgisiz gözlerim cani bunlar gözlerim güneşsiz bir ingiliz ben gelmeden sayılmış gözlerim dağ gibi gözlerim ruh-i bikayd pencere açılır dünya kaldırımlardan ibarettir son bulur every single night zaman en çok, sokak köşelerini sever saçlarımı kesmek aklımdan adam öldürülecek bu gece adam! binlerce uçak altımdan geçer belki bir kadın ne bilirim? organizatörler sersem patlar piştov, gözlerim öldürür küratörler ciddidir bir şeyler yapsanıza amirim! izlemeyi en sevdiğim film sevgilimin benekli yüzü *niçin şaşırıyorsun? ve babamın akciğer filmidir niçin sersemliyorsun? bu bir gösteri. arih 6 Aralık 1916, Ömer kanat/ Gözlerime doldu göklerin kat Seyfettin arkadaşı Aka kat.’ diyordum Tanrı’ya… Oğlumu TGündüz’e bir mektup seviyordum. Ama nasıl? Tarife hatta yazarak; “Bir kızım oldu. mantığa asla sığmaz, delice bir Güttüğümüz ideale uygun bir isim Bak aşkla. Asıl aşkın evlat sevgisi arıyorum,” der. Arkadaşından olduğunu da bana oğlum öğretti. cevap gelir: “Güner olsun.” Çocuğum iki aylık olduğu halde “Fahire Güner” olur, büyük Postacı bir türlü ona ad koyamamıştık. hikâyecimizin kızının adı. Vakıa (gerçi) iki dedesinin adı da Ömer Seyfettin, bu isim için göbek adı olarak konmuştu ama “Kadınlarda kullanılan ilk Türkçe öz Türkçe bir ad istiyorduk. isim budur,” der. Geliyor…(X) Sonunda, şahsen tanımadığım Postacı gider. Yıllar ünlü Türk şairi Mehmet Emin Bey’e geçer… O tarihlerde Türk’ü ve bir mektup yazıp ondan bir ad Türkçeyi diriltmenin yollarını istedik. Derhal cevap verdi: arayanlar, karanlık dünyalarını M. Hayati Özkaya Pek muhterem efendim! Çanakkale Zaferi’nin parlak ışıklarıyla Bu ‘Erdoğan’ yavrunun bahtının azıcık da olsa aydınlatırken 30 Ekim ‘gün’ gibi parlak, vücudunun ‘polat’ gibi 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes sağlam olarak ‘Yurdakul’ gibi gönül bağ ile Antlaşması’yla yeniden karanlığa doğru bağlanmasını, icap ederse bu uğurda ‘Can’ını ortaya sürüklenirler. Çünkü bu antlaşma bir çeşit ölüm koymasını dilerim. fermanıydı ya da Galip Devletler için Anadolu’nun Biz de bu tatlı mektuba şöyle bir cevap yazdık: kilidini açan bir anahtardı. O pek muhteşem donanmalarıyla Aziz ve büyük şair, denizden, o pek güvendikleri ordularıyla karadan Çanakkale’yi Pek nazik mektubunuzu sevinçle okuduk. Erdoğan’ın geçemeyenler, Türk’ün yurduna ellerini kollarını sallaya ‘er’ini ‘gün’ün başına alarak yavrumuzun, günün gün gibi eri sallaya girmeyi başarmışlardı. olmasını Hak’tan diledik. Pek kıymetli isim babasına minnet ve İşte o berbat zamanların birinde: şükranlarımızla…”2 “1919 yılının baharı İstanbul’a bütün güzelliği, haşmeti Mektup burada biter. Mektubun bittiği yerde biz de hiç ve çılgın neşesiyle çıkıp gelmişti. Ona, ‘safa geldin, safalar vakit kaybetmeden ünlü Türk şairi ’un getirdin!’ demeye imkân var mıydı? O harikulâde güzel renkler, “Millî şair” unvanına nasıl ulaştığı hakkında küçük bir not gölgeler, kokular, ışıklar, deli bir neşveyle cıvıldaşan kuşlar, düşelim: beni boğuyorlardı. Ben de elimde olsa baharı boğacaktım. Ama 1897’de Osmanlı-Yunan Harbi sırasında Selanik’te Asır elimde değildi, onu sadece kovuyordum: gazetesinde M. Emin Yurdakul’un “Yurdumun Koçyiğitlerine” … diye ithaf ettiği Cenge Giderken adlı şiiri yayınlanır. Git bahar, git bahar! Uzaklarda gül, “Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur; Denize renginden bırak hediye, Sinem, özüm ateş ile doludur. Ufuklarda gezin, semaya süzül... İnsan olan vatanının kuludur. Kalbime sokulma ‘Peymâne!’ diye, Türk evladı evde durmaz giderim.” Gördüklerin kandil... peymâne değil!”1 diye başlayan bu şiir, o günlerde âdeta millî direnişin diyordu Halide Nusret Zorlutuna. timsali olur. İstanbul’daki edebiyat çevrelerinde birçok yazar Memleketimizin ızdıraplı günlerinde her mevsimi bir kara ve şair M. Emin Yurdakul’u övücü sözler söylerken, Kırım’dan, kış gibi yaşayan yurtseverler, ilkbaharı ancak bu aziz vatan İsmail Gaspıralı’dan gelen bir mektupla zirveye çıkar: topraklarının düşman çizmesinden kurtulduğu gün yaşamaya “Şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Erzurum Türkleri lezzetle başlayacaklardı. Nihayet 29 Ekim 1923 sabahı Ankara’dan okuyacakları gibi Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, bütün dünyaya ilân edilen yeni Türk devleti, uzun zamandır Kaşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de gülmeyi unutan bir millet için mutluğun şarkısı, şiiri olmuştur okuyacaklardır. Bu şerefe Nef’i, Nabi nail olamadılar. Kırk, elli âdeta. milyonluk bu âleme, ilk önce bir kaşık oğul balını yediren siz Öyle ki birkaç zaman önce baharı kovan şair de şimdi oldunuz ki size şeref bir saadettir. Tekrar tebrik ediyorum.”3 büyük bir coşkuyla ona “gel, geri dön!” diyordu. İlk şiir kitabını Türkçe Şiirler adı altında 1899’da yayınlayan “Gel bahâr, gel bahâr, yakınlarda gül! ve Türkçecilik hareketini başlatan Mehmet Emin Yurdakul için Denize renginden armağan bırak; Yusuf Ziya Ortaç şöyle diyor: “Millî kelimesi, millî hudut, Millî Ufuklarda gezin, semâya süzül, Mücadele, millî mahsul, millî sanayi, hatta Millî Takım’dan evvel Sonra yavaş yavaş in, içime ak! onun için kullanıldı: Millî Şair!”4 Gönlüm hasretinle divânedir, gel!” Evet, o yıllar Türk’ün kendine gelip kendini bulmaya, kendi Gelen bahar, yanmış yıkılmış bir memleketin tam dilini, kendi kimliğini ortaya çıkarmaya gayret ettiği yıllardır. ortasında büyük sancılarla doğan yeni Türk devletini Bu gayretler Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp selâmlarken Türk milleti Atatürk’ün önderliğinde “istiklâli gibi idealistlerin Genç Kalemler dergisinde ileri sürdükleri tam” bir millet olma yolunda ilerliyordu. Bu yürüyüş tarihin “yeni hayat ve yeni lisan” düşüncesiyle kısa bir zaman sonra derinliklerinden günümüze, günümüzden yarınlarımıza doğru bir küçük kıvılcımdan bir büyük ateşe dönüşecektir. kendinden emin ve sağlam adımlarla oluyordu. Ömer Seyfettin 28 Ocak 1911’de arkadaşı Ali Canip 1930’lara geldiğimizde “Bir Devrin Romanı”nı yazan Yöntem’e yazdığı mektupta diyor ki: kalem, kendisi için çok önemli bir gerçeği kitabında şöyle dile “Sevgili Canip Bey, getiriyordu: Cevabınızı almadan işte ben yazıyorum. Size bir teklifim var. “1930 büyük bir müjdeyle başladı… ‘Annelik takınca gönlüme Kanaatlerinize pek yakın olduğu için hemen kabul edeceksiniz sanırım. Bakınız ne? Biraz izah edeyim: Edebiyattan mefret de yüreğinizin bir yerlerinde bir şeyler kıpırdar, içiniz bir hoş ettiğimi ve bu nefretimin iğrenç, tiksindirici bir nefret olduğunu olur… yazmıştım. Bu nefretim edebiyata olmaktan ziyade lisanadır. Neyse, gelin tam da bu noktada, bu akla ve hayale Bizim lisanımız -her zaman düşündüğümüz gibi- berbat, perişan, sığmayan yolculuğumuzu yüz yıl önce 5 Şubat 1919’da dile fenne, mantığa muhalif bir lisandır… getiren Ömer Seyfettin’in Tercüman-ı Hakikat gazetesinde, Bu lisanı zaman ve vâkıfane bir sa’y (çalışma, çabalama ) yayınlanan “Lisan Bağı” adlı yazısından birkaç küçük paragraf tasfiye eder (arındırır, sadeleştirir). okuyarak öğrenelim: Sa’yimin esasını teşkil edecek noktalar pek basit: Arapça, “Yarınki hudutlarımız ne olursa olsun Türkiye haricinde Farsça terkiplerin (tamlamaların) hiç lüzumu yoktur. Bunlar eskisi gibi yine birçok Türk kardeşlerimiz kalacaktır. ancak süs içindir. Kimin gösterecek, teşhir edecek fikri yoksa Azerbaycanlılar, Cenubî Kafkaslılar, Türkistanlılar, Kâşgarlılar, onları çok kullanmıştır. Eğer terkipler terk olunursa tasfiyede Kırımlılar gibi… büyük bir adım atılmış olmaz mı? Milliyetlerin hududunu insanların yaptığı siyasî hudutlar Bunu yalnızca başaramam: Geliniz Canip Bey edebiyatta, çizemez. Çünkü milliyet bir ‘ilâhi birlik’tir. Asırlar içinde, muhtelif lisanda bir ihtilâl vücuda getirelim. Ah büyük fikir; sa’y, sebat tesirlerin altında biraz dağılmış gibi görünse de ‘lisan, din, mazi’ ister…”5 bağları yine gevşemez… Ömer Seyfettin’in büyük bir aşkla gerçekleşmesini …Büyük Türk milletini ayıran siyasî, coğrafî hudut mühim bir istediği bu büyük fikir, bir zaman sonra yeni Türk devletinin engel sayılmaz. Türk birliğinin en sağlam bağı ‘lisan’dır ki hiçbir kurulmasıyla kendini daha güçlü hissettirecek ve Türkçe kuvvet onu koparamamıştır hem koparamayacaktır.”7 kendi özüne kavuşmanın sevincini yaşayacaktır. Bu sevincin Evet, Yüzbaşı Ömer Şevki Bey’in oğlu olarak 11 Mart kaynağında hiç kuşkusuz Türk’ün kaderini değiştiren bir 1884’te Gönen’de dünyaya gelen ve yine bir Mart ayında 6 liderin, Mustafa Kemal Atatürk’ün imzası vardır. O diyordu ki: Mart 1920’de İstanbul’da hayata veda eden Ömer Seyfettin, “Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, 36 yıllık çileli ömrünün her anında Türklüğe hizmet etmek için en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, âdeta zamanla yarışan ülkücü bir yazar olarak Türk tarihine dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili geçmiştir. Adının yıllar geçse de unutulmayacağına kendisi de Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği henüz hayattayken inanmış; bunun böyle olacağını 30 Nisan nihayetsiz felâketler içinde ahlâkını, an’anelerini, hâtıralarını, 1914’te Türk Sözü dergisinde yazmış olduğu “Halk menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her Nedir?” başlıklı yazısında büyük bir öngörüyle şeyin dili sayesinde muhafaza edildiğini görüyor. ortaya koymuştur. Bu yazısında, halkın Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”6 anlamakta güçlük çektiği Arapça ve Evet, şairin dediği gibi Türkçe Acemce birtakım tamlamalarla bizim ses bayrağımızdır. Farklı dilimizi perişan edenleri, halktan coğrafyalarda da olsak bu uzak bir edebiyat meydana bayrağın altında toplanmak getirenleri eleştirdikten sonra ezelden ebede doğru yazısını söyle bitirir: yürümektir. Çünkü biliyoruz “Ey gençler! Biz onlar ki bu dille biz, kıtalararası gibi çorak kalmayalım. seferler yapmış, uğradığımız Kendi düşündüklerimizi her beldeye mührümüzü bu halkın, yani milletin dille vurmuştuk. İsterseniz lisanıyla yazalım ve burada azıcık bir mola verip İstanbul Türkçesini sözü sese, bırakalım: bütün Türklerin edebî Bir Kerkük türküsü lisanı yapalım. O vakit inceden inceye duyulmaya biz onlar gibi sağken başlasın. unutulmayacağız. “Kerkük’ten alma aldım Öldükten sonra iyi Yârimi yola saldım ruhumuz, kabrimizin Yâr gelene kadar üzerinde torunlarımızın Ayva kimin saraldım.” ihtiramla gezindiğini Kerkük’ten yola çıkıp görecek ve Türklük yaşadıkça Arda ve Tuna boylarında namımızın hamiyet ve şefkatle dolaşabilir, Mayadağ’dan anıldığını işitecek…”8 kalkan kazları seyrederken Bir başka “Bak Postacı Drama Köprüsü’nden bir başka Geliyor” da buluşmak üzere mekâna uzanır ve bir başka türkünün sağlıcakla kalın! yangınıyla bir vurgun yersiniz ki… ______“Selânik içinde selam okunur 1 Halide Nusret Zorlutuna; Bir Devrin Romanı, Kültür Bakanlığı Selamın sedası cana dokunur, Yayınları, Ankara, 1978, s.105. Gelin olanlara kına yakılır 2 Halide Nusret Zorlutuna; a.g.e. s.286. Aman ölüm, zalim ölüm, üç gün ara ver 3 Ahmet Kabaklı; Türk Edebiyatı, Türkiye Basımevi, 1966,C.:3, s.34. 4 Yusuf Ziya Ortaç; Portreler, Akbaba Yayınevi, 1963, 2.bsk., s.113. Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.” 5 N. Hikmet Polat; Ö. Seyfettin Bütün Nesirleri, TDK Yayınları, der, yönünüzü Yemen’e belki de Halep’e, Tebriz’e Ankara, 2016, s.996. çevirisiniz. İşte böyle dilimizin baş tacı olan ve bizi anlatan, 6 Afet İnan; Türk Dili Dergisi, Sayı: 182, 1966, s.90. bizi söyleyen türkülerimizle bir uçtan bir uca binlerce 7 N. Hikmet Polat; a.g.e., s.653. kilometreyi “uzun ince bir yoldayım” dercesine giderken belki 8 N. Hikmet Polat; a.g.e., s.330. Abdurehim Heyit

Özgürlük