Gizli Tarih I
Total Page:16
File Type:pdf, Size:1020Kb
GİZLİ TARİH - I Yalçın Küçük Bu eser AYDINLIK GELECEK HAREKETİ tarafından hazırlanmıştır. http://genclikcephesi.blogspot.com 1 GİZLİ TARİH I Yalçın Küçük Salyangoz Yayınları Cemal Nadir Sok. Aksam Han Kat: 2 Cağaloğlu/İSTANBUL Tel: (212) 528 92 15, Fax: (212) 528 92 14 www.salyangoz.yayinlari.com Birinci Basım: Haziran 2006 (5000 adet) İkinci Basım: Temmuz 2006 (3000 adet) ISBN: 975-6277-27-0 http://genclikcephesi.blogspot.com 2 İçindekiler Önsöz 7 Gizli Tarih 25 Birinci Kitap: Masal Birinci Bölüm Kırk Sekiz 29 İkinci Bölüm Otuz Sekiz 49 Üçüncü Bölüm Yirmi Altı 63 Dördüncü Bölüm Yirmi İki 122 Beşinci Bölüm Çanakkale 184 Altıncı Bölüm Gelibolu’da Türklerle Savaşan Siyon Katır Birliği 201 Yedinci Bölüm Kut Savaşları 215 Sekizinci Bölüm İnönü 231 Dokuzuncu Bölüm Varlık Vergisi Hediyesi 238 http://genclikcephesi.blogspot.com 3 İkinci Kitap: İşaret Fişekleri Birinci Bölüm Seksen: Kemalizmin Sonu 279 İkinci Bölüm Doksan Üç: İsrael Darbesi? 285 Üçüncü Bölüm Seçimin Galibi TİT 289 Dördüncü Bölüm İki Bin İki: Cumhuriyete Darbe 293 Beşinci Bölüm İki Bin Üç: Osmanlı İçin Redd-i Miras 295 Altıncı Bölüm Güler Hiç Kanırttı mı? 299 Yedinci Bölüm Semitik Damarlarımız 333 Sekizinci Bölüm Kemalizm'in Cenaze Töreni 361 Dokuzuncu Bölüm Türkler ve Kürtler, Müslümanlar ve Yahudiler 368 Onuncu Bölüm Edirne'nin İstirdatı 382 On Birinci Bölüm Sol/Sağ! Sol/Sağ!.. 387 İndeks 409 http://genclikcephesi.blogspot.com 4 ÖNSÖZ Yoldaş-öğrenci, ağzını hırıldayan musluğa yapıştırıyordu, musluğu derin derin içine çekiyordu; Terkos Gölü'nden su çıkarmaya çalıştığını anlıyordum. Yatılı lisedeydik, İstanbul'un susuzluğu yatılılar için çok zordu, o zamanlar "leyli" diyorduk ve gündüzlüler'e de "nehari" sözcüğünü kullanıyorduk ve öğle yemeğine giden, anlamındadır, Farisi "nehar hordan" birleşik fiilinden geliyor; ben ise susuzluktan geliyorum, susuz kentlerde susuzluk, hürriyet hallerde, "dışarıda" demek istiyorum, daha kolaydır. Ben yapmadım ama gördüm. Benim yaptığım başka idi, ağzımı, var olan, tek ve en minimal deliğe yapıştırıyordum, hava çekiyordum. Bir pencere vardı, boyumdan yüksekteydi, havalandırmada çıkmaz bir yere bakıyordu ve sadece postal ve eski ayakkabı görebiliyordum, toz ateşliyorlardı ve bir metre kadar uzakta duvar vardı ve gök'ü göremiyordum. Gök görmek insanlığın büyük ayrıcalığıdır, yoksundum ve yoksulu idim. Gök görebilmek de bir hürriyet hali'dir. Sözde Şahin de burada olacaktı, Şahin, sevimli delimizdir. Varlıklı bir ailenin çocuğu olmalı ve o zamanlar, sanki Marx'tan önce ve Marx'tan sonra, Proudhon vardı, sanki "la propriété, c'est le vol" dictum'u, hüküm sürüyordu, Şahin'in bunu bildiğini sanmıyorum, o tarihte hiç bilmeyenler yeni yeni çıkıyordu, onlardandı, daha sonra hiç bilmeyenlerin kütle imalatı için imam-hatip liseleri çoğaltıldı; ama Osmanbey'de iki arkadaşı sırt sırta verip, bir sayı söyledikten sonra adımlıyorlarmış ve adımlarına denk çıkan mağazayı soyuyorlarmış, bu hesaba göre her oyunda iki mağazaya giriyorlardı. Ol zamanlar mı, eskide kaldı, büyük korku saldı, korkusu hala hükümdardır ve en büyükler en çok korkanlardır, "mülkiyet, hırsızlıktır", Proudhon'un bu sözünü doğru sayanların, büyük bir rahatlıkla ve hiç engelle karşılaşmadan "kamulaşma" yaptıkları yıllardı; sonunda hapse düşmüştü, işte beraberdik. ___________ NOTLAR: Bkz. KİTAPLAR “Pierre Joseph Proudhon – What Is Property? / Philosophy Of Misery?”) 7 http://genclikcephesi.blogspot.com 5 Bazı açılardan, İngiliz Devrimi, On Yedinci yüzyıl ve adı üzerinde "Glorious Revolution", Büyük Fransız Devrimi'nden daha zengindir; sol ton, giysili geliyordu. Orada çok daha dinsel- kisveliydi, ama derin solcudur; devrim ve ebedi kurtuluş ya da sonsuz mutluluk iç içe, başka bir söyleyişle, ayrılmaz bütünlüktedir. Yine solculuk ile gasp'ı, dışarıda da içerde de, ayıramadığımız günlerdeydik ve o kadar kamulaştırma yapmıştı ki, "kurtuluşumuz, deliliğimizdedir" inancına varmıştı, sanki "tek yol, delilik" diyordu. Bunun ailesinin nazariyesi olduğunu biliyorduk, fakat “eyi” tatbik ediyordu, gündüzleri düz duvarlara mükemmel tırmanıyor ve geceleri sabaha kadar mükemmel horoz oluyordu, güzel ötüyordu; "idare", Şahin'in deli olduğuna inanıyordu. Deliliğini ölçtürmek üzere hastaneci olduğu zamandaydık ve ben yalnızdım. Şahin deli taklidi yapıyordu. Ben akıllı taklidi yapıyordum. İnsan, bir tarifler bütünüdür. Tariflerden çıktığı zaman ise sürü'dür. Determinizm ise, insanın, kendisini, tariflerinin zembereğinde bulması hali'dir; iradesinin, tariflerinin esiri olduğu zamanları kast ediyorum. Böyle hallerde hem hür'dür ve hem de tutsak; benim öyle olduğum hallerim ise çoktur. Hem açlık grevlerine ve hem de ölüm oruçlarına inanmıyordum, "doğru" bulmuyordum, denmek istiyorum; ama katılıyordum. Öleceğime inandığını anlar oldu, hiç dönmeyi düşünmedim, ancak, yaptığımın doğruluğuna inanmadan, ve ancak kendi tariflerime bağlı kalarak ölmekte olduğumu görüyordum. Ve ölüm yolundan dönemiyordum. İnsanın tarifleri gereği ölümü mü, büyük bir sevinç'tir. 8 http://genclikcephesi.blogspot.com 6 Kıbrıs'ın Türk kesiminde savaşmıştım. Savaşta bir ara, karargahtan sarıldığımız ve yakında imha edileceğimiz haberi de gelmişti, "Varaşo" denilen ve bizim "Maraş" çığırdığımız mevziiye ulaşmış ve almıştık, karşıda İngiliz üssünün, Dikelia, ışıkları yanıyordu; sıcak bir Akdeniz gecesinde ılık rüzgarla makiler oynuyordu, bilmiyorduk, düşman-ordularını hücum halinde görüyorduk ve ölmek üzere olduğumuza inanıyorduk. İnandık, ölümü gördük, ama ölmedik; unuttum ve yıllar sonra, Kıbrıs'ın Elen kesiminde konferanslar veriyordum ve konferansları da televizyonlar naklediyorlardı. Başpiskopos Hazretleri dinlemiş, tanışmak istemiş, "insana benzemiyor" demiş, çoklukta, başta Annem, beni hiç benzetemediler, görmek istiyormuş, Elen-Ortodoks dünyasının en yükseğindedir, adı bana hediye ettiği gümüş tütsüde yazılıdır, bir sabah götürdüler. Ben, "insana benzemeyen insan" rolündeydim, çok hoş bir gün geçirdiğimi hatırlıyorum. Ben, Başpiskopos Hazretleri'ne, ölüm yolunu anlattım, her gün biraz daha yükselmektedir, nedense beyaz ve mavi'dir, pek güzel'dir ve Başpiskopos Hazretleri, karışık bir köyde büyümüş, Türk çocukluk-arkadaşlarını anlattı ve çok güzel söylüyordu. O gün ikimiz, bir "Rum" Başpiskopos ve bir "Türk" insana benzemeyen insan, insanlığa doymuştuk. Güzel'dir. İnsan mı, bitmeyen güzellik'tir. Böyle düşünmek mi, solculuğun temeli'dir. Şahin'i, taammüden vermediklerini hala düşünüyorum. Şahin yoklu, ama fareler çoktu. Yerin altındaydı ve karanlıktı, hava'ya fareler ortak oluyorlardı, çabuk bittiğinden anlıyordum. Ben, eyleme inanmıyordum, ama "idare", hapishanede gardiyanlar kolejine "idare" diyoruz, beni direnişin ele başı görüyordu. Ben o zamandan beri biliyorum, köylülerin idare lambası hariç, idare'ler hep yanlıştılar; ancak, bu konuda, yanlış olduklarını söyleyemiyordum. Çünkü tariflere aykırıdır; grev kırmak, tariflerimde yoktur. O zaman da adım biraz daha küçük olsaydı, grev kıramazdım. Halbuki ad, tariftir ve tariflerimiz, insanı yönetmektedir. İdare, üst üste'dir ve en üstteki de beni "elebaşı" sayıyordu ve yıldırmak istiyorlardı. Bu karanlık, Rusça sözcükle "izbe", yerin altında, sadece farelerin çok olduğu ve bir de her halde rutubeti arttırmak için hela suyunun sel olup aktığı yere, işte beni, yıldırmak üzere koydular, öyle düşünüyordum. Yılmamaya çalışıyordum. Gün ile geceyi birbirinden ayıramıyordum. Bir tek sorun vardı, hava bitiyordu. Üstteki pencereyi açmak da yetmiyordu. Kaldı ki açık pencerede soğuğa dayanmak zordur. Fareler de havamı kemiriyorlardı, hırsız ve insafsızdırlar. Biz zaten küçük hırsızlara hep fare diyoruz. Hücrenin en küçük ve tek deliğine ağzımı dayayıp hava çekmeye çalışıyordum. İşte o zaman hava'yı anladım. Hava, olmadığı zaman, var olduğu bilinen "şey" idi. Bu sözcüğü, şey'i, tırnak içine aldım, çünkü kullanmaktan çok korkarım, çünkü Baba'm, bilgisizliğin işareti sayardı ve "şey" dediğimiz zaman çok kızardı, "şey ne", bilmiyor musun, "öğrenmelisin", bu nedenle ben, şey'i ve Farsçası, falan ve filan'ı hiç kullanamıyorum. Baba'mdan korkuyordum, sonra Değerli Yargıcımız Turgut Okyay'dan da korkmaya başladım, hala "Kürt" ve "İstan" sözcüklerini yan yana getiremiyorum, her yan yana getirdiğimde bana beş yıl hapis veriyordu; herkes yan yana getiriyor, onlara, "bir şey" demiyordu ve bana hep beş yıl kesiyordu. 9-10 http://genclikcephesi.blogspot.com 7 Aslında “bu şey” bahane, bana, hep beş yıl vermek istiyordu. Değildir, demekle de, hava'dır desem de, kurtulamıyordum, denedim. Şimdi daha çok söyleniyor, çünkü kopmak üzeredir. Şimdi artık en çok koparmak isleyenler, en çok "şey" ediyorlar. Bu beş yıllar, bu fareler; her halde havasız, bırakarak yıldırmak istiyorlardı. Ama ben yılmıyordum ve çünkü anlıyordum; bu vesileyle ben de, hava'yı havasızlık’ta anladım Çözümleyebildim ve bu vesileyle yetkinleştim, demek istiyorum. Sadece hava'yı değil, orkestra şefi'ni de böylece kavradım. Mustafa Kemal Paşa, kurtuluş mücadelesinin orkestra şefi'dir. Varken, yok olduğunu düşünebiliyorum. Yokluğunu düşünürken, varlığını görebiliyorum. Ve bir masal yazıyorum. Kazım Paşa Hazretleri, belki başta konsert maister idi. General Harbord Misyonu, manda şartlarını tetkik için, 1919 yılı sonunda, Erzurum'a geldiğinde, Kazım Paşa bir "ahenk" tertiplemişti. O zamanlar, konsere, "ahenk" diyorduk, ordumuzun genç zabitleri piyano, keman ve flüt icra ediyorlardı. Minimalistler'in her yıl bir kez maksimalistleri taşlama ayini yaptıkları Sarıkamış yakınındaydık. Belki sonra İsmet Paşa Hazretleri, konsert maister oldu. Belki de bu yüzden, daha sonraki yıllarda, konserleri hiç kaçırmadı. "Tutum Haftası" salonu, yine son başbakanlıklarının