Ankara Üniversitesi

Osmanlı Tarihi Araş t ı rma ve Uygulama Merkezi Dergisi

OTAM

Sayı 25/Bahar 2009

Journal of The Center for Ottoman Studies, Ankara University

ANKARA - 2011

ANKARA ÜNİVERSİTESİ BASIMEVİ İncitaşı Sokak No:10 06510 Beşevler / ANKARA Tel: 0 (312) 213 66 55 Basım Tarihi: 25/02/ 2011 OTAM Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi BAHAR 2009 SAYI: 25 MART Yayın Sahibi: Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi adına Prof. Dr. Yılmaz Kurt (Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tarih Bölümü) Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Prof. Dr. Yılmaz Kurt, Mendil Sokak 16-19 Etlik/ Ankara. Yayın İdare Merkezi: Ankara Üniversitesi, Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi (OTAM) Mü- dürlüğü, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Tarih Bölümü, Atatürk Bulvarı No: 45, Kat: 1, No: 134, 06100 Sıhhiye-Ankara/TÜRKİYE Tel: +90 312 310 96 49; +312 310 32 80/ 1065, 1045, Belgegeçer: +90 312 310 96 49 ; +90 312 3105713 E-posta: [email protected] İnternet Sitesi: www.otam.ankara.edu.tr Bilgi Edinme Birimi: [email protected] Yaygın Süreli Hakemli Yayın Basım Yeri ve Tarihi: Ankara/ 25.02.2011 Yayın Kurulu Üyeleri

Prof. Dr. Yılmaz Kurt (Başkan) Prof. Dr. Melek Delilbaşı (Üye) Prof. Dr. Neşe Özden (Üye) Prof. Dr. Nesimi Yazıcı (Üye) Prof. Dr. Seyit Sertçelik (Üye) Hakem ve Danışma Kurulu Üyeleri

Prof. Dr. Seçil Karal Akgün (ODTÜ) Prof. Dr. Günay Kut (Boğaziçi Üniversitesi) Prof. Dr. Yahya Akyüz (Emekli Öğretim Üyesi) Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak (Hacettepe Üniversitesi) Doç. Dr. Mustafa Alkan (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Yusuf Oğuzoğlu (Uludağ Üniversitesi) Prof. Dr. Tuncer Baykara (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. İlber Ortaylı (Topkapı Sarayı Müdürü) Prof. Dr. Mehmet Beşirli (Çankırı Karatekin Ün.) Prof. Dr. Mehmet Öz (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. İdris Bostan (İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Abdulkadir Özcan (Mimar Sinan Üniversitesi) Prof. Dr. Üçler Bulduk (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Neşe Özden (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Musa Çadırcı (Ankara Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Oktay Özel (Bilkent Üniversitesi) Prof. Dr. Geza David (Macaristan) Prof. Dr. Mustafa Öztürk (Fırat Üniversitesi) Prof. Dr. Yasemin Demircan (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Tsutomu Sakamoto (Japonya, Keio Üniversitesi) Prof. Dr. Mesut Elibüyük (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Seyit Sertçelik (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Feridun Emecen (İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Mehmet Seyitdanlıoğlu (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Yavuz Ercan (Emekli Öğretim Üyesi) Prof. Dr. Adnan Şişman (Uşak Üniversitesi) Prof. Dr. Mehmet Akif Erdoğru (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Kenan Ziya Taş (Balıkesir Üniversitesi) Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Gönül Tekin (A.B.D. Harvard Üniversitesi) Prof. Dr. Giancarlo Casale (Minesota Üniversitesi) Prof. Dr. Fahrettin Tızlak (Süleyman Demirel Üniversitesi) Prof. Dr. Reşat Genç (Emekli Öğretim Üyesi) Doç. Dr. Mehmet Tunçel (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Nesimi Yazıcı (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. György Hazai (Macaristan) Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu (IRCICA) Prof. Dr. Cevdet Yılmaz (Ondokuzmayıs Üniversitesi) Prof. Dr. Halil İnalcık (Bilkent Üniversitesi) Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik (Fırat Üniversitesi) Prof. Dr. Mehmet İnbaşı (Atatürk Üniversitesi) Prof. Dr. Hasan Yüksel (Cumhuriyet Üniversitesi) Prof. Dr. Cemal Kafadar (Harvard Üniversitesi) Prof. Dr. Elizabeth Zachariadou (Yunanistan) Prof. Dr. Osman Köse (Ondokuzmayıs Üniversitesi) Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe (Akdeniz Üniversitesi)

Yayın Sekreterleri: Yrd. Doç. Dr. Hatice Oruç – Ar. Gör. Ertan Ünlü Yazı İşleri : Nuray Erdem Parmaksız – Deniz Özcan

ISSN: 1019-469X

Bahar ve Güz sayısı olarak yılda iki kez yayınlanır. OTAM’ da yayınlanan yazılar Yayın Kurulu’ndan izin alınmaksızın başka yerde yayınlanamaz. Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.

Kapak Resmi: Sultan III. Ahmet Çeşmesi (İstanbul) (Prof.Dr. Yahya Akyüz, Suluboya, 2011) OTAM Journal of The Center for Ottoman Studies Ankara University SPRING 2009 NUMBER: 25 MARCH

Owner: The Center for Ottoman Studies, Ankara University: Prof. Dr. Yılmaz Kurt (Faculty of Letters) Managing Editor: Prof. Dr. Yılmaz Kurt, Mendil Sokak, 16-19 Etlik/ Ankara. Administrative Office: Ankara University, The Center for Ottoman Studies Directorate, Ankara University, Faculty of Letters, History Department, Atatürk Bulvarı No: 45, Floor: 1, Room no: 134, 06100 Sıhhiye- Ankara/TURKEY Tel No: +90 312 310 96 49; 310 32 80 / 1065 Fax No: +90 312 310 96 49; +90 312 310 57 13 E-mail: [email protected] Web: www.otam.ankara.edu.tr Information: [email protected] Semiannual Journal Printed in: Ankara/ 25.02.2011 Editorial Board Prof. Dr. Yılmaz Kurt (Head of Board) Prof. Dr. Melek Delilbaşı (Member) Prof. Dr. Seyit Sertçelik (Member) Prof. Dr. Neşe Özden (Member) Prof. Dr. Nesimi Yazıcı (Member)

Referees and Advisory Board Prof. Dr. Seçil Karal Akgün (METU) Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe (Akdeniz University) Prof. Dr. Yahya Akyüz (Emeritius Prof.) Prof. Dr. Günay Kut (Boğaziçi University) Assoc. Prof. Dr. Mustafa Alkan (Gazi University) Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak ( Hacettepe University) Prof. Dr. Tuncer Baykara (Ege University) Prof. Dr. Yusuf Oğuzoğlu (Uludağ University) Prof. Dr. Mehmet Beşirli (Çankırı Karatekin Univ.) Prof. Dr. İlber Ortaylı (Topkapı Palace Directorate) Prof. Dr. İdris Bostan (İstanbul University) Prof. Dr. Mehmet Öz (Hacettepe University) Prof. Dr. Üçler Bulduk (Ankara University) Prof. Dr. Abdulkadir Özcan (Mimar Sinan University) Prof. Dr. Musa Çadırcı (Ankara University) Prof. Dr. Neşe Özden (Ankara University) Prof. Dr. Geza David (Hungary) Ass. Prof. Dr. Oktay Özel (Bilkent University) Prof. Dr. Melek Delilbaşı (Ankara University) Prof. Dr. Mustafa Öztürk (Fırat University) Prof. Dr. Yasemin Demircan (Gazi University) Prof. Dr. Tsutomu Sakamoto ( Keio University) Prof. Dr. Mesut Elibüyük (Ankara University) Prof. Dr. Mehmet Seyitdanlıoğlu (Hacettepe University) Prof. Dr. Feridun Emecen (İstanbul University) Prof. Dr. Adnan Şişman (Uşak Üniversity) Prof. Dr. Yavuz Ercan (Emeritius Prof.) Prof. Dr. Kenan Ziya Taş (Balıkesir University) Prof. Dr. Mehmet Akif Erdoğru (Ege University) Prof. Dr. Gönül Tekin (Harvard University) Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu (Ankara University) Prof. Dr. Fahrettin Tızlak (Süleyman Demirel University) Prof. Dr. Reşat Genç (Emeritius Prof.) Assoc. Prof. Dr. Mehmet Tunçel (Ankara University) Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu (Gazi University) Prof. Dr. Nesimi Yazıcı (Ankara University) Prof. Dr. György Hazai (Hungary) Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız (Hacettepe University) Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu (IRCICA) Prof. Dr. Cevdet Yılmaz ( Ondokuzmayıs University) Prof. Dr. Halil İnalcık (Bilkent University) Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik (Fırat University) Prof. Dr. Mehmet İnbaşı (Atatürk University) Prof. Dr. Hasan Yüksel (Cumhuriyet University) Prof. Dr. Cemal Kafadar (Harvard University) Prof. Dr. Elizabeth Zachariadou (Greece) Prof. Dr. Osman Köse (Ondokuzmayıs Üniversity)

Secretaries: Ass. Prof. Dr. Hatice Oruç – Ress.Ass. Ertan Ünlü Editorial Office : Nuray Erdem Parmaksız – Deniz Özcan

ISSN: 1019- 469X

An article published in OTAM may not be published elsewhere without the permission of the Editorial Board. The responsibilities of the published articles rests with authors.

Photo: The Fountain of Sultan Ahmet III (Istanbul) (Prof.Dr. Yahya Akyüz, Watercolor, 2011)

İÇİNDEKİLER

ARIKAN, ZEKİ Dr. Abdullah Cevdet Hak Gazetesinde...... 1

ASLAN, TANER II. Meşrutiyet Dönemi İşçi Hareketleri ve Bu Hareketlerin Meydana Getirdiği Sorunlar Üzerine Bir Deneme...... 33

KESKİN, ÖZKAN – SÖNMEZ, ALİ Telgrafın Osmanlı İmparatorluğu’nda Yayılması: Çanakkale Telgraf Hattı Örneği...... 67

KORKMAZ, ŞERİF Sultan Abdülmecid’in İlk Memleket Gezisi (26 Mayıs- 12 Haziran1844)...... 83

ORUÇ, HATİCE Administrative Division of the Bosnian Sandjak in the 16th Century...... 99

ÖZDİŞ, HAMDİ Coğrafyanın Azizliği ya da Sınırboyunda Nahiye Olmak: Vakıf Nahiyesi (1879-1914) ...... 149

SAYLAN, KEMAL Ordu ve Giresun Yöresinde Madenler ve Maden İşletmeciliği (1860–1914)...... 167

TUNÇ, SALİH I. Dünya Savaşı Yaklaşırken Osmanlı-Fransız İlişkilerinde Yakınlaşma Girişimleri: Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti ve Cemal Paşa’nın Paris Seyahati...... 183

ÖNALP, ERTUĞRUL Portekiz Kaynaklarına Göre Sefer Reis’in Hint Okyanusu’ndaki Faaliyetleri (1550-1565) ...... 209

CONTENTS

ARIKAN, ZEKİ Dr. Abdullah Cevdet in the Hak Newspaper...... 1

ASLAN, TANER Workers Movement During II. Constitutional Monarchy Period and A Study On The Problems Brought To By This Movement...... 33

KESKİN, ÖZKAN – SÖNMEZ, ALİ Spreading of Telegraph in the : The Case of Çanakkale Telegraph Line...... 67

KORKMAZ, ŞERİF First County Trip of Sultan Abdülmecid (May 26 - June 12 1844) ...... 83

ORUÇ, HATİCE Administrative Division of the Bosnian Sandjak in the 16th Century...... 99

ÖZDİŞ, HAMDİ Being a Border District and Gravity of the Geography: Vakıf Nahiyesi (1879-1914) ...... 149

SAYLAN, KEMAL Mine and Mining in Ordu and Giresun Region (1860–1914)...... 167

TUNÇ, SALİH Attemptes to Establish Close Relations Between The Ottomans and France On The Verge of World War I: The Franco - Turco Friendship Association And Cemal Pasha’s Trip To Paris...... 183

ÖNALP, ERTUĞRUL According to Portuguese Sources Sefer Reis’ Actions in the Indian Ocean (1550-1565) ...... 209

Sayın OTAM Okurları, Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin yayın organı olan OTAM dergisinin 25. sayısını siz değerli okuyucularımıza ulaştırmanın mutluluğunu yaşıyoruz. OTAM’ın bu sayısı ana konu başlığı olmadan çıkarılan son sayı olmaktadır. Bundan sonraki sayılarımız mümkün olduğunca belirli konulara tahsis edilecektir. 26. sayımızın konusunun “Osmanlı Eğitim Sistemi” olacağını daha önce duyurmuştuk. Bu tarihe kadar 26. sayı için gelen 6 makaleden 3’ü “Osmanlı Eğitim Sistemi” ile ilgili makaleler olmuştur. OTAM 26. sayının bir gecikme olmaksızın 2011 yılının Mart ayında yayınlanmış olacağını ümit etmekteyiz. OTAM 27. sayı “Osmanlı Ekonomi Tarihi” konusuna ayrılmıştır. 2011 Güz sayısı olarak çıkacak olan “Osmanlı Ekonomi Tarihi” sayısının bir dergi olmanın çok ötesinde önemli bir başvuru kitabı niteliği taşıyacağı kanaatindeyiz. Son 30 yılda çeşitli üniversitelerimizde sosyo-ekonomik tarih ağırlıklı araştırmaların yoğun olması bizde bu kanaatin uyanmasına sebep olmuştur. Bu sayımızda Ankara Üniversitesi öğretim üyelerinden İspanyol Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ertuğrul Önalp’ın Sefer Reis hakkında kaleme aldığı güzel bir makalesini okuyacaksınız. Büyük ölçüde Portekiz kaynaklarına dayalı olarak yapılan bu çalışma tarihçilerle dilcilerin birlikte çalışmaları gerektiği tezinin de güzel bir örneği olmuştur. Özkan Keskin ve Ali Sönmez’in birlikte hazırladıkları “Telgrafın Osmanlı İmparatorluğu’nda Yayılması: Çanakkale Telgraf Hattı Örneği” isimli makale de bu sayının övgü alan makaleleri arasında görülmektedir. Ege Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Prof. Dr. Zeki Arıkan, resmen emekli olsa bile fiilen emekli olmamış ve güzel makalelerini yazmaya devam etmekte. İşte bu sayımızda okuyacağınız Dr. Abdullah Cevdet’le ilgili makalesi Yakınçağ Tarihimizin önemli bir simasına ışık tutmaktadır. Bu makalelerden başka Taner Arslan, Hamdi Özdiş, Şerif Korkmaz, Hatice Oruç, Salih Tunç, Kemal Saylan isimli akademisyenlerimiz de hepsi birbirinden değerli makaleleri ile bu sayımıza destek vermişler; Osmanlı-Türk tarihçiliğine katkı sağlamışlardır. Bütün yazarlarımıza ayrı ayrı teşekkür ederiz. Bu bağlamda OTAM’ın çıkmasında yazarlarımız kadar büyük emek harcayan hakemlerimize de şükran borçluyuz. OTAM’da yayınlanan makalelerin İngilizce özetlerinin son kontrollerini DTCF İngiliz Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalından Yard. Doç. Dr. Sıla Şenlen yapmıştır. Kendisine teşekkür borçluyuz.

OTAM dergimizin uluslararası hakemli dergi statüsü kazanması yolundaki çabalarımız sonunda, TÜBİTAK ULAKBİM’in 24.09.2010 tarih ve 37 sayılı Komite toplantısında OTAM, Sosyal ve Beşeri Bilimler Veri Tabanına alınmaya uygun bulunmuştur. Değerli okuyucularımıza ve yazarlarımıza bunu duyurmaktan dolayı son derece mutluyuz. OTAM’ın yayın değişimi istemi doğrultusunda yurt içinden ve yurt dışından bizlere yayınlarını ulaştıran kurumlara teşekkür ederiz. Kendilerine ayrı ayrı ulaşmak imkânı bulamadığımız saygıdeğer akademisyenlerimiz ve genç tarihçilerimiz OTAM’ın bütün sayılarına Ankara Üniversitesi “Dergiler” adresinden ulaşabileceklerdir. Amacımız, Büyük Atatürk’ün gösterdiği bilim yolunda daha ileriye yürümek ve çağdaş uygarlık seviyesini geçmektir. Saygılarımızla.

Prof. Dr. Yılmaz KURT OTAM Müdürü e.posta: [email protected]; [email protected]

Dr. Abdullah Cevdet Hak Gazetesinde

Dr. Abdullah Cevdet in The Hak Newspaper

Zeki Arıkan∗ Özet Dr. Abdullah Cevdet (1869 -1932) yakın dönem Türkiye tarihinin önde gelen aydınlarından biridir. Mekteb-i Tıbbiye’de iken İttihad-ı Osmanî’nin kuruluşunda etkin bir rol oynadı. Yazar, düşünür, hekim, şair, çevirmen olarak üne kavuşmuştur. Uzun yıllar yurt dışında yaşadı. İçtihad dergisini yayına soktu(1904) ve Imprimerie Internationale matbaasını kurdu. Çeviri, telif ve şiirleriyle bir aydınlanma hareketinin öncülüğünü üstlenmiş; dönemin önde gelen serbest düşünürlerinden biridir. Doğu’nun ve Batı’nın başlıca şair, bilgin ve filozoflarının eserlerini Türkçe’ye çevirerek iki dünyayı bir potada eritmeye çalışıyordu. Dr. Abdullah Cevdet, II. Meşrutiyet’in ilan edildiği tarihte Kahire’de yaşıyordu. Birkaç yıl sonra İstanbul’a döndü. İçtihad Evi’ne yerleşti. Mütareke dönemine kadar hiçbir memuriyete girmedi. İttihatçılarla arası biraz soğuktu. Ama o bunu sürekli olarak yalanladı. İçtihad’ın yayını sürüyor ve belli başlı gazetelerde de yazılar yazıyordu. Ülkenin fikir hayatındaki rolü tartışılamayacak bir düzeydeydi. İttihat ve Terakki 1912 yılında iktidardan düşünce onu, destekleyen Hak Gazetesi yayına girdi. İstanbul’un önde gelen gazeteci ve yazarları burada yazı yazıyordu. Dr. Abdullah Cevdet de bu gazetenin başlıca yazarları arasında yer alır. Dr. Abdullah Cevdet, Hak Gazetesi’ndeki yazılarında ülke sorunları üzerinde durur. Sağlık, eğitim, bilgisizlik konularına ağırlık verir. İstanbul yangınları ve kentin perişanlığı da onun gözünden kaçmaz. İtalyanların Trablusgarp’a saldırması ve buradaki direniş, gazetenin gündemini belirler. Dr. Abdullah Cevdet de diğer aydınlarla birlikte İtalyanlara karşı tavır alır. O günlerde Askerî Rüşdiyeleri, Mekteb-i Harbiye’yi ve İhtiyat Zabitan Mektebi’ni (Yedeksubay Okulu) ziyaret eder. Öğrencilerle iletişim kurar, onlarla konuşur, kötümser olmamalarını öğütler. Ülkenin birliğinin önemini vurgular. Bu araştırmamızda Dr. Abdullah Cevdet’in Hak Gazetesi’ndeki yazıları üzerinde duracak ve onunla ilgili kimi ön yargıları düzeltmeye çalışacağız.

∗ Prof. Dr., Ege Üniversitesi Tarih Bölümü (Emekli), [email protected] 2 ZEKİ ARIKAN

Anahtar Sözcükler: Dr. Abdullah Cevdet, İçtihad, İttihat ve Terakki, Hak gazetesi, II. Meşrutiyet, Trablusgarp. Abstract Dr Abdullah Cevdet (1869-1932), the prominent member of the modern Turkish enlightenment movement, returned from Cahiro to Istanbul and settled in the İçtihat House in 1910. He started publishing the İçtihat journal again. There, he carried on with his writing and translation activities. Until the Armistice (Mütareke) he did not perform any govermental functions. Instead, he prefered to stand aloof from the members of the Committee of Union and Progress. Apart from İçtihat, Dr. Abdullah Cevdet wrote articles for daily newspapers. Hak newspaper is among those many newspapers. The first issue of the Hak newspaper came out in March 1912. Its chief editor was Süleyman Nazif. The newspaper had a very influential editorial staff. Apart from this, it had a weekly newspaper supplement. Dr. Abdullah Cevdet had a column called “Daily Article” in which he wrote articles every Saturday. In these articles, Dr. Abdullah Cevdet deals with the problems of the country and nation as well as the daily matters of Istanbul. However, the most important issue for him is the health problems of the country. Anatolian villages were suffering from syphilis, malaria, hunger and - beyond all of these, illiteracy. Two fundamental concerns of the country is health and education. While the population of the other countries are increasing, Turkey’s is decreasing. The problem of population decline is also a specific issue other intellectuals drew attention to. The share of health issues in the country’s budget is extremely inadequate. In this respect, Dr. Abdullah Cevdet considers the phlegm in relation to the decreasing population as a homicide. In this research, we will be dealing with the articles Dr Abdullah Cevdet wrote in the Hak Newspaper and delivering our opinions and interpretations about them. Keywords: Dr. Abdullah Cevdet, İttihat ve Terakki (Committee of Union and Progress), İçtihat, İçtihat Evi, İstanbul, Hak Gazetesi (Hak newspaper).

Hak Gazetesi Hak Gazetesi, 1 Mart 1328 (14 Mart 1912) tarihinde İstanbul’da yayına girdi. Yayın yaşamı altı ay kadar sürdü. Bu kısa süreye karşın, dönemin seçkin ve etkili gazetelerinden biri oldu. Gazete; Trablusgarp savaşının olumsuz sonuçlarının bütün ülkede duyumsandığı, Halaskâr Zabitan olayının patlak verdiği, İttihat ve Terakki’nin iktidardan düştüğü, sıkı yönetimin ilan edildiği, DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 3 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Meclis-i Mebusan’ın kapatıldığı çok çalkantılı bir dönemde1 yayın akışını sürdürmüş; sonunda şu gerekçeyle kapanmıştır2: İ‘tizar İdare-i Örfiye’nin ilanı münasebetiyle gazetemizin devam-ı neşriyatı kābil olamayacağı cihetiyle bugünden itibaren tatil-i neşriyat ediyoruz. Gazetenin alt yazısında Her Gün Neşrolunur, Siyasi, Edebi İçtimai Gazetedir yazısı görülmektedir. Kuruluş tarihi 1 Mart 1328’dir. Adres: “Babıâli caddesinde daire-i mahsus” (no:53) olarak belirtilmiştir. Adres, Latin harfleriyle de Hakk, Constantinople şeklinde yazılmaktadır. Gazetenin Müdür-i Mesulü Cemil Bey’dir. 10 Nisan 1912’den başlamak üzere (no:41) bu görevi Hamdi Bey üstlenmiştir. Hak Gazetesi, 18 Ocak 1912’de, üç ay içinde seçimler yapılmak üzere Meclis-Mebusan’ın padişah tarafından feshedilmesinden 3 sonra yayına girmiştir. Hak’kın yayına girmesi üzerine Tanin, Sabah, Tercüman-ı Hakikat, Yeni Gazete bu yeni yayını kutlayarak duydukları sevinci dile getirmişlerdir (no:3). Abdülhak Şinasi Hisar, İttihatçıların, Süleyman Nazif’i, Hak Gazetesi’ni çıkarmak için özellikle görevlendirdiklerini anılarında dile getirir4: “Bir aralık İttihatçılar gerek kendisini gerek muhalif olabilecek genç ve kıymetli muharrirleri celp ile lehlerinde çalıştırmak için ona Hak Gazetesini neşr ettirdiler. Süleyman Nazif buraya yazmağı aleyhlerine de yazabilmek şartıyla kabul etmişti, ekser genç muharrirler nisbeten yüksek bir ücreti almak için buraya yazıyorlar, Hak İttihatçıları tutuyor, Tevfik Fikret bu gazeteye Hak’tu gazetesi diyordu”. İbrahim Alaettin, bu konuyu biraz açar ve şunları yazar: “1912 tarihinde Trabzon valiliğinden ayrıldıktan sonra, Abdülhak Hamit ve Cenap Şahabettin Beylerin kalem-i muavenetiyle “HAK” gazetesinin bir müddet başmuharrirliğinde bulundu”5. İbrahim Alaettin, eserinin daha sonraki sayfalarında Hak Gazetesiyle ilgili olarak daha ayrıntılı bilgiler vermektedir6:

1 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, TTK, Ankara 1991, II/1, s.289 – 440; Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki (çev. Nuran Ülken), Kaynak, İstanbul 1984, s. 161 – 202. 2 Hak, 9 Ağustos 1912, no.148. Bu gazete ile Tanin’in devamı olarak bir ara çıkan Hak gazetesini birbiriyle karıştırmamak gerekir. Krş. Ahmad, İttihat ve Terakki, s. 188; Hıfzı Topuz, II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 2003, s. 83. 3 Fevzi Demir, Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet Dönemi Meclis-i Mebusan Seçimleri (1908 – 1914), İmge, Ankara 2007, s. 176. 4 Abdülhak Şinasi, “Süleyman Nazif’e Dair Hatıralar”, Muhit (Resimli Aylık Aile Mecmuası) III/29 (1931), s. 30. 5 İbrahim Alaettin, Süleyman Nazif Hayatı Kitapları, Mektuplar, Fıkra ve Nükteleri, İstanbul 1933, 12. 4 ZEKİ ARIKAN

“Bu (Hak) Gazetesi İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından tesis edilmişti. O zaman cemiyet biraz sarsıldığı ve hükümeti muvakkaten elinden kaçırdığı için kendini bu gazete vasıtasıyla müdafaa ediyordu. Süleyman Nazif de o zamana kadar İttihat cemiyetine kâh muvafakat, kâh muhalefet etmiş olduğundan efkâr-ı umumiye karşısında gazetenin başında ittihatçı olmayan bir kuvvetli kalem sahibi bulunsun diye Nazif geçirilmişti. Tahrir heyetine epeyce para verildiğinden irili ufaklı birçok muharrir buraya yazı yazarlardı. İttihat ve Terakki’ye muarız olan Tevfik Fikret (Hak) gazetesi için “O, Hak gazetesi değil, haktu! gazetesidir dermiş.” Süleyman Nazif’in Hak Gazetesi’nde çok sevdiği meslek olarak tarif ettiği muharrirliğe başladığını belirten Dr. Şuayb Karakaş, gerçekten onun bu görevi İttihatçıların aleyhine de yazı yazabilmek şartıyla kabul ettiğini vurgular ve buna bir örnek olarak Hak’kın 27 Mart 1912 günkü sayısından şu alıntıya yer verir7: “..Herkesi temin ederim ki bu sahifelerde Hak’dan veya Hak zannolunan şeylerden başka hiçbir şey müdafaa edilmeyecektir”. Anlaşıldığına göre, Hak Gazetesi, öncelikle Süleyman Nazif’in damgasını ve imzasını taşımaktadır. Gazetede “Makale-i Esasiye” başlığı altında, ilk sayfada Süleyman Nazif imzalı olarak çıkan yazılarının toplamı elli beştir. Gazetenin onun imzasını taşıyan ilk 31 tane başmakalesi aralıksız çıkmıştır. Ondan sonraki makaleleri aralıklı olarak yayımlanmıştır. Hak’kın ilk sayısında (14 Mart 1912) çıkan başmakalesi “Samimi Bir Hasbihal” başlığını taşımakta, İtalyanların haksız yere Trablusgarp’ı işgal etmelerine şiddetle karşı çıkmaktadır. Yazının sonu şöyle bitiyor: “İtalya Trablusgarp’a taarruzla kardeşlerimizin kanını oraya ve Adriyatik denizine ilk akıttığı gün Lazistan sancağının merkezi olan Rize kasabasında bulunuyordum. Derhal Trabzon’a avdet ettim. Memleketlerinin sahillerini mütemadiyen döven Karadeniz’in emvâc-ı mütehevviresinden ziyade Trabzonluların kalplerinde gayz ve hamiyet cûş u hurûş ediyordu. Bu manzara karşısında herkes kani idi ki Millet Meclisi’nin davet ve in‘ikadını müteakıp görülecek celadet, ittihat karşısında İtalya titreyecektir. Millet meclisi toplandı nifak ve şikak yükseldi ki İtalya bile ümitvar oldu. Evet İtalya, ümit var ol! Ümit var ol ve kahrol !”8

6 İbrahim Alaettin, Süleyman Nazif, s.. 108. 7 Şuayb Karakaş, Süleyman Nazif, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1987, s.92. Süleyman Nazif için ayrıca bk. Şükrü Kurgan, Süleyman Nazif, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Varlık, 1955; Hilmi Yücebaş, Süleyman Nazif’ten Hatıralar, İstanbul 1957; İsmet Binark – Nejat Sefercioğlu, Doğumunun 100. Yıldönümü Münasebetiyle Süleyman Nazif Bibliyografyası, Ankara 1970. 8 Trablusgarp’ın yitirilmesi aydınlar arasında büyük üzüntüye yol açmış, Rodosla On İki Ada’yı da işgal eden İtalyanlara karşı büyük tepki doğurmuştur. Bu tepkinin gazetenin bütününe egemen olduğu görülmektedir. Gazzeli Cemal’in Hak’kın ilk sayısından başlayarak devam eden “Darülharb’ten Mektuplar” yazı dizisi Trablusgarp olaylarını daha canlı kılmaktadır. Aslında resmen ilan edilmeyen bu savaşı, dönemin Enver, Mustafa Kemal, Fethi… gibi genç subayları yürütmüştür. Dönemin gazete ve DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 5 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Gazetenin oldukça zengin bir yazı kadrosu vardır. Bu yazarlar arasında o dönemde ünlü olanlar bulunduğu gibi daha sonra üne kavuşacak olanlar da vardır. Süleyman Nazif’ten sonra imzasına en çok rastlananlar arasında Ahmet Rasim ve Dr. Abdullah Cevdet bulunmaktadır. Tarihçi Ahmet Refik, Baha Tevfik, Celal Nuri, Cenap Şahabettin, Salah Cimcoz, Köprülüzade Mehmet Fuat, Midhat Cemal, Mustafa Asım vb. gazetenin yazı kadrosu içinde yer almaktadır. Yazar kadrosu içinde adının yanına ayraç içinde (muktesit, iktisatçı) yazan Mustafa Suphi de bulunmaktadır. Gazetede onun birkaç yazısı bulunmaktadır9. Eski Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Gümülcine eski milletvekili Arif Bey, Ayandan Manastırlı İsmail Hakkı vb. adlar da yazı kadrosu listesinde görülmektedir. Abdülhak Hamit’in Hak Gazetesi’yle ilgisi, ilk sayıdan başlamak üzere Finten’in dizi halinde gazetede yer almasıyladır. 30 Mart 1912 tarihli (no 17) sayısında şu “ihtar-ı mahsus” dikkatimizi çekiyor: “Gazetemizde imza ile neşrolunan ve olunacak makalelerin ihtiva ettiği ve edeceği efkâr ve mütalaat-ı siyasiye ve edebiye sırf ashabına racidir. Bunlarla gazetemizin meslek-i esasisi istidlal veya o hususta ihticac [kanıt gösterme] olunmaması rica olunur”. Hak, o günün koşulları içinde kadın ve kadınlık sorununa da eğilmiştir. Bu konuda çıkan bir yazı, okuyucular arasında ilgi görmüş ve gazetenin çabalarıyla bu ilgi daha da artmıştır: “Şimdilik muhterem kārilerimizden kadınlığa, kadınların memleketimizdeki mevkiine ve ne tarzda bir hatt-ı hareket takip etmeleri lazım geleceğine dair mütalaalarını yazıp gazetemiz idarehanesine göndermelerini rica ederiz…” Gazetede bundan sonra Hamdullah Suphi imzasıyla kadın sorunuyla ilgili iki yazının daha çıktığı anlaşılmaktadır10. Hak, kültürel ve edebi konulara önemli bir ağırlık vermektedir. Bu, gazetenin büyük bir özveriyle her hafta cuma günleri bir ek vermesiyle kesinlik kazanmıştır. Bu ekle ilgili olarak uzun bir açıklama gazetede yer almaktadır11. Bu dergilerinin hatta yabancı muhabirlerin Trablusgarp’taki gelişmelere büyük önem verdiklerini görüyoruz. Bk. Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, TTK, Ankara 1991, c. II, kısım I,s. 35 – 133; Orhan Koloğlu, 500 Years in Turkish – Libyan Relations, SAM, Ankara 2007, s. 127 -232. 9 Mustafa Suphi (1883 – 1921) Paris’ten, İstanbul’a dönünce gazeteci ve öğretmen olarak hayatını kazanmıştır. Bu arada Tanin, Servet-i Fünun gazetelerine yazılar yazmıştır. (Mete Tunçay, Türkiye'de Sol Akımlar (1908 – 1925), Bilgi, Ankara 1967, s.101. 10 Hamdullah Suphi, “Bizde Nisailik”, Hak, 27 Mayıs 1912, No 75; Aynı Yazar, “Kadınlık Meselesi”, Hak, 29 Mayıs 1912, 77. 11 “Hak’kın Yeni Bir Teşebbüsü”, Hak, 3 Mayıs 1912, no:51. 6 ZEKİ ARIKAN açıklamada gazetenin bundan böyle siyasal konular yanında “ilmi, edebi makaleleriyle bir faide-i fikriye temin etmeyi maksad-ı neşriyesinin” en önemlisi saydığını dile getirilmektedir. Bu özel bölümde “edebi, felsefi, İçtimai, fenni” konular, dizi halinde yayımlanacak “ve vatanın medar-ı iftiharı olan en güzide imzalarla” süslenecektir. Bu bölüm ayrıca numaralanacak böylece okuyucuların düzenli bir dergi (mecmua) şeklinde toplamaları sağlanacaktır12. Gazete bu özveriye katlanırken şu amacı gütmektedir: “Memlekette edebi ve ilmi kuraklığı her türlü semerat-ı terakkiyi husule getirecek bir inkişaf izale etmeye gayret edecektir. “Hak” bu teşebbüsü ile muhterem karilerinin azim ve ümit veren teveccühlerine mukabele-i şükranda bulunduğunu düşünerek iftihar eder”. Gazete bu ekin çıkmasına katkıda bulunacak yazarların adlarını da vermektedir. Bunlardan kimileri gazetenin asıl yazı kadrosu içinde yer almaktadır. Kimi adlar ise doğrudan doğruya ekte yazıları çıkacak yeni adlardır. Bu yeniler arasında şu yazarları görüyoruz: Ahmet Agayef, Ahmet Hikmet, İsmail Müştak, Emin Bülend, Tahsin Nahit, Celal Sahir, Hüseyin Cahit, Hüseyin Daniş, Hüseyinzade Ali, Şehabettin Süleyman, Bakteriyolog Osman Nuri, Ali Canip, Ömer Seyfettin, Mehmet Cavit, Mehmet Rauf, Müfit Ratip vb. Bunların hepsinin söz konusu ekte çıkıp çıkmadığını öğrenmek için bütün sayıların gözden geçirilmesi gerektiği kanısındayız. Buna şimdilik zaman bulamadığımızı da üzülerek belirtmeliyim. Çünkü gazetenin bu ekini tam olarak bir arada bulmak olanağı yoktur. Görüldüğü gibi burada adı verilen kimseler o tarihlerde ülkenin önde gelen yazar ve şairleriydi. Anlaşıldığına göre, gazetenin verdiği ekler, dağıtıcılar tarafından gazeteden ayrı olarak parayla satılıyordu. Bu durum gazete yönetimini son derece rahatsız etmiş ve şu açıklamanın yapılmasına gerek duyulmuştur13: KARİLERİMİZE Her hafta cuma günleri karilerimizin bir haftalık ta’b ve meşguliyetlerini nefis manzumeler ve asar ile dinlendirmek üzere ihda ettiğimiz ilavenin, müvezzilerin hırs ve tamahına uğrayarak, kırk paraya kadar satıldığını istihbar ettik. Bunun tab ve neşrinde gözettiğimiz maksat ilim ve irfana ihtiram, irfan-perestlere bir ziyafetgüzin-i malumat ihzar, ba-husus ati-i mukadderat-ı millet olan gençlere karşı medyun olduğumuz vazife-i irşad ve ikazı ifadır. Saf ve samimi bir arzu ile neşr ve tevzi ettiğimiz ilavenin bu kadar müşkülatla kārilerin yedine vasıl olması teessüfümüzü calib olmakla badema gazete ile beraber ilaveyi her cuma günü kārilerimizin müvezzilerden istemelerini, yevmî nüsha için verilecek paradan maada para vermemelerini ihtarı ve bundan sonra yine ilave için para isteyen müvezziler

12 Hak’kın edebi ilavesi gerçekten önemli imza, şiir ve yazıları kapsamaktadır. Kâğıdı, gazeteninkine göre daha niteliklidir ve birinci hamurdur. Ancak bugün gazetenin değişik kütüphanelerde bulunan ciltlerinin hepsinde bu eke pek rastlanmaz. 13 “Kārilerimize”, Hak, 20 Mayıs 1912, no:68. DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 7 (OTAM, 25 / Bahar 2009) olursa gazetemizin bey‘inden mahrum edilmek üzere bu gibilerin isimleriyle adreslerini bildirmelerini ricayı vazifeden telakki ediyoruz. Dr. Abdullah Cevdet Hak Gazetesinde Dr. Abdullah Cevdet, daha Mekteb-i Tıbbiye’de öğrenci iken siyasal bir örgütlenme içinde yer aldı ve Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin korucularından biri oldu14. Tıbbiyeyi bitirdikten sonra göz hastalıkları ihtisası yaptığı sırada tutuklanarak Trablusgarp’a gönderildi. Fizan’a sürüleceğini anlayınca Avrupa’ya kaçtı (1897). Cenevre’de Jön Türklerin çıkardığı Osmanlı Gazetesi’nde yazılar yazdı. Sarayla yapılan pazarlıklar sonunda Dr. Abdullah Cevdet ve arkadaşlarına anlaşma karşılığında çeşitli Osmanlı sefaretlerinde görev kabul etmeleri önerildi. Diğer Jön Türkler için de uygun koşullar sağlanıyordu. Ama bunlar artık siyasetle uğraşmayacaklardı15 Varılan anlaşma uyarınca Dr. Abdullah Cevdet Viyana, İshak Sukûti ise Roma elçilik doktorluklarına atandılar16. Osmanlı yayın yaşamından çekiliyordu; ancak gazete Albert Karlen isimli bir İsviçrelinin yönetiminde çıkmaya devam etti. Asıl yöneticiler, perde arkasında yine Abdullah Cevdet ve İshak Sukûti idi17. Dr. Abdullah Cevdet, Cenevre’de kendi matbaası olan İmprimerie Internationale’ı kurdu. Dr. Abdullah Cevdet bir yandan ansiklopedik bir içerik taşıyan İçtihat dergisini yayına sokarken (1 Eylül 1904) öte yandan da çeviri ve telif olmak üzere birçok eserin yayınına girişti. İçtihat, daha önce Münif Paşa’nın çıkardığı Mecmua-i Fûnun’un başlattığı, Batı fikirlerini Türk okuyucularına tanıtmak amacını güdüyordu. Bu arada, dergi, Avrupa edebi akımlarına da daha önceki Jön Türk yayınlarında rastlanmayan bir önem veriyordu18. Dergi ilk sayısının önsözünde Doğu ile Batı arasında çift yönlü bir düşünce alışverişi yaratmak amacını güttüğünü açıklıyordu. Çift yönlü düşünce akımı yaratmak amacıyla Dr. Abdullah Cevdet, Sadi’den, Mevlana’dan, Hayyam’dan yaptığı çevirilere Shakespeare’den, Schiller’den, Byron’dan yaptığı çevirileri de ekleyerek Batı’yı bir potada eritip aklınca, gönlünce bir bileşim yaratmak istiyordu. Sonunda, Batı’ya kaptırıyor bütün bütün gönlünü ve kafasını .19 İçtihat kimi aralıklar dışında, Dr. Abdullah Cevdet’in ölümüne kadar devam etmiş ve 358 sayı çıkmıştır.

14 İbrahim Temo’nun İttihad ve Terakki Anıları, Arba, İstanbul 1987, s.13 – 18; M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal, İstanbul 1981,s. 25. 15 Şükrü Hanioğlu, Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889 – 1902), İletişim, İstanbul 1985, I, s.304 -309. 16 Hanioğlu, Dr. Abdullah Cevdet, s.40. 17 Hanioğlu, Dr. Abdullah Cevdet, s.40 – 41. 18 Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895 – 1908, İletişim, İstanbul 1983, s.167. 19 Vedat Günyol, “Büyük İnsancı Abdullah Cevdet”, Türk Dili, 328 (Ocak 1979),s. 10. 8 ZEKİ ARIKAN

Abdullah Cevdet, 1905 – 1911 arasında İçtihat dergisini ve yayınlarını Kahire’ye nakletti. Bu devre, onun yayınları arasında Shakespeare’in Hamlet, Macbeth, Julius Cesar çevirileri dikkati çeker20. 1908’de ikinci Meşrutiyet ilan edildiği halde Kahire’de kurduğu matbaayı ve yazıları bırakamadığı için İstanbul’a gelmemişti. Bunu, İttihatçılarla arasının açılmış olması şeklinde yorumlayanlar vardır. İstanbul’da siyasi hayatın büsbütün yeni şekiller almasından sonra buraya ancak 1911’de geldi. 1908’de gelmemesini siyasi ihtirası olmaması ile yorumlamak daha doğru görünüyor21. Buna şu yorumu da eklemek gerekiyor: “Kahire’den sonra İstanbul’a gelir. Kuruluşuna katıldığı İttihat ve Terakki artık iktidardadır ama onlarla anlaşamaz çünkü parti merkeziyetçiliğe kaymış ve Alman yanlısı bir siyaset izlemeye başlamıştır. Abdullah Cevdet ise İngiliz ve İngilizlerden etkilenmiş Fransız düşünürlerin etkisiyle, adem-i merkeziyetçi ve Anglo-Sakson taraftarı bir tutum takınmış, dolayısıyla iktidar nimetlerinden hiç yararlanmamıştır22. Hanioğlu ise bu gecikmeyi Dr. Abdullah Cevdet’in “İttihat ve Terakki’nin yönetimdeki dolaylı etkinliğinden çekinmesi olarak yorumlar. Dr. Abdullah Cevdet, burada ele aldığımız yazılarında İttihat ve Terakki ile arasında herhangi bir sorun olmadığını vurgulamakta ise de buna inanmak biraz güçtür. Dr. Abdullah Cevdet, Kahire’den yurda dönmeden İstanbul’da siyasal bir yapılanma içinde yer aldı. Dr. Abdullah Cevdet ve eski arkadaşı İbrahim Temo, Meşrutiyet’ten kısa bir süre önce İstanbul’da bir grup öğrenci tarafından örgütlenen “Selamet-i Umumiye Kulübü” üyelerini tekrar bir araya getirerek ve onlara çeşitli düşünceler aşılayarak “Osmanlı Demokrat Fırkası”nı kurdular23. Fırkanın kuruluşunda Abdullah Cevdet, Mısır’da bulunduğu için yalnız düşünsel yapının oluşturulmasına katkıda bulundu24. Kurucuları arasında adı vardır. Bu fırka içinde yer alan Bezmi Nusret25, Osmanlı Demokrat Fırkasının kuruluşu hakkında bilgi verirken şu ayrıntıya yer vermektedir: “325 (1909) senesi Mart ayı içinde bu kulübün müessisi Fuat Şükrü Bey, Tevfik’in Ayasofya eczanesinde doktor İbrahim Temo ve Abdullah Cevdet beylerle buluştu. Mübahase döne dolaşa Selamet-i Umumiye kulübünün fırkalaşması üzerinde karar kılındı”.

20 İnci Enginün, Türk Edebiyatında Shakespeare, Dergah, İstanbul, ty, s.28, 302, 310. 21 Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1970, s. 242 – 243. 22 Ekrem Aksoy, “Ölümünün Yetmiş Beşinci Yılında Abdullah Cevdet”, Sözcükler 12 (Mart – Nisan 2008), s.121. Ancak kabul etmek gerekir ki ülkede Almanlarla kesin işbirliğine henüz bu tarihte gidilmiş değildi. 23 Hanioğlu, Dr. Abdullah Cevdet, s. 88. Fırka, 1908’de kurulmuş ve 6 Şubat 1909 tarihinde resmen teşekkül etmiştir. Bk. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler (1859 – 1952), İstanbul 1952, s. 254 – 261. 24 Hanioğlu, Dr. Abdullah Cevdet, s. 288. 25 Bezmi Nusret Kaygusuz, Bir Roman Gibi, İzmir 1955, s. 57. Bu anılarda söz konusu fırka ile ilgili epeyce ayrıntıya yer verilmiştir (s.55 – 104). DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 9 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

1909’da Dr. Abdullah Cevdet Kahire’de olduğu için İstanbul’da İbrahim Temo ile buluşmasına olanak yoktu. Herhalde bu konuda Bezmi Nusret yanılmaktadır. Dr. Abdullah Cevdet İstanbul’a gelinceye kadar söz konusu fırkayı yayın organlarında destekledi. İstanbul’a geldikten sonra Cağaloğlu’nda İçtihad Evi’ne yerleşti. Burada mesleğini, yazarlık ve çevirmenliğini sürdürdü. Sık sık kapatılan İçtihad’ı değişik adlarla yayınlamayı sürdürdü. İçtihad Evi, gerek II. Meşrutiyet gerek Cumhuriyet döneminde birçok aydının gelip doktorla görüş alışverişinde bulunduğu önemli bir mekân oldu. Bugün tarihsel görkemiyle ayakta duran İçtihat Evi, en önemli bellek yerlerimizden biridir. Fakat binanın oldukça harap olduğunu üzülerek belirtmek gerekir. Dr. Abdullah Cevdet’in bu dönemde Hak Gazetesi’nin yazar kadrosu içinde yer alması büyük bir dönüşümdür. Gazetede Süleyman Nazif’ten sonra en çok yazı onun imzasını taşımaktadır. Yazıların toplamı on beşi bulmaktadır26. Yazıların Açılımı Dr. Abdullah Cevdet’in Hak’taki ilk yazısı gazetenin birinci sayısında yer alır27. Doktor, yazılarının altına, makalenin yazıldığı tarihi de atar. Bundan ötürü, makalenin yazıldığı tarihle, basıldığı tarih arasında doğal olarak fark görülmektedir. Ayrıca her sütun “makale-i yevmiye” olarak adlandırılmakta sonra asıl başlık verilmektedir. Bu ilk yazı,“Ekalliyetin Vazifesi”, başlığını taşıyor, fakat konu, bir azınlık sorunu değildir. Doktor, ekalliyeti, ekseriyetin karşıtı olarak kullanır. “Çünkü ekseriyet için de ekalliyet içinde şüphe etmekten haya olunur ki gaye vatanı imar, milleti terfih, devleti tarsin,şevket-i milliyeyi i’lâ, kemalat-ı medeniyeyi memlekette tesis etmektir.” Öyle anlaşılıyor ki Dr. Abdullah Cevdet, ekalliyet ve ekseriyeti, görev bakımından birbirinden ayırt etmemektedir. Ekalliyet sözüyle “mevki-i iktidar” da bulunanları anlatmak ister. Ekseriyet de yönetilen kitlelerdir. Ekalliyetin bir hakkı kendisinin de ekseriyet olması için bütün gücünü kullanmasıdır. Dr. Abdullah Cevdet bu sözleriyle şüphesiz Emile Boutmy’nin kendisinin Türkçe’ye çevirdiği İngiliz Kavmi’ne gönderme yapmaktadır. Bu anlayış, parlamenter düzenle yönetilen ülkelerde temel bir ilke haline gelmiştir. “Tayyare Donanması” başlıklı yazı28, Dr. Abdullah Cevdet’in bilim ve tekniğe olan inancını dile getirmektedir. “İlim, fazilet ve hürriyet” arasındaki bağlantıyı vurgulayarak gündüzle güneş arasındakine benzer bir ilişki kurmaktadır. Dr. Abdullah Cevdet, söze Arşimed’in ünlü deyişiyle başlıyor: “Dünyanın dışında bir dayanak noktası bulun, onu yerinden oynatayım”. Buna karşılık o da “Şimdi benim, bana “ilm”i verin cemiyet-i beşerin tali‘ini değiştireyim, dünyayı cennete dönüştüreyim diyeceğim geliyor” diyerek bilimin gücünü dile getiriyor. Bir Alman bilgesinin bilim ve fennin gücüyle ilgili şu

26 Hanioğlu, Dr. Abdullah Cevdet, s.292, no 201. 27 Abdullah Cevdet, “Ekalliyetin Vazifesi”, Hak, 14 Mart 1912, no 1. 28 Abdullah Cevdet, “Tayyare Donanması”, Hak, 18 Mart 1912, no.5. 10 ZEKİ ARIKAN sözlerini de aktarıyor: Kısacası bilim ve fennin bayrağını diktiği yerlerde çöller buğday tarlalarına, bataklıklar çiçekli bahçelere dönüşür. Tutsaklık ve yoksulluk kaybolur, mutluluk, namus ve doğruluk yeşermeye başlar. Türkiye’de önceleri de sonraları da “ulum ve fünunun” en yüksek derecede öğrenildiği yer Mekteb-i Tıbbiye’dir. Çünkü Abdülhamit’in insan haklarını ayaklar altına alan istibdadına karşı yumruğunu ilk kez sıkan Mekteb-i Tıbbiye öğrencileri oldu. Artık bütün çabamız, tarımımızı, sanayiimizi, ticaretimizi canlandırmak, bütün eğitim kurumlarımızı çağın gelişmelerine uygun bir düzeye getirmemiz gerekir diyen yazarlara da hak veriyor. Hak’kın matbaasına gelen tıbbiyeli gençler “Alçak İtalyanlar”29ın tayyarelerinin Müslüman halkı taciz ettiğini söylemişler. Bir yardım kampanyası açarak bir hava kuvvetinin oluşturulabileceğini dile getirmişler. İşte Dr. Abdullah Cevdet, bu yazısında bu görüşü ve kampanyayı destekliyor. Dahası kendisi de bu kampanyaya katılarak, ilk taksit olmak üzere gazete idarehanesine 1 lira yatırdığını dile getiriyor: “Bu makale ile beraber (Hak) idarehanesine bu maksat için edeceğim muavenet-i nakdiyenin ilk taksiti olmak üzere 1 lirayı tevdi ediyorum”. Gazetenin 30 Mart 1912’de çıkan, “Cevab-ı İ’tab” başlıklı yazısı son derece önemlidir30. Burada, kendisine yöneltilen eleştirilere yanıt veren Dr. Abdullah Cevdet, Fikret’in Doksan Beşe Doğru şiiriyle ilgili yorumu, Hak Gazetesi ve İttihat ve Terakki ile ilişkilerine de açıklık getirmektedir. Şöyle ki Tıp Fakültesi öğrencilerinden Makrıköylü M. H. Lütfi, Dr. Abdullah Cevdet’e hitaben Hedef Gazetesi’nde açık bir mektup yayımlamıştır. Doktor, bu mektubu kendisine bir takım konuları açıklama fırsatını verdiğini belirterek sevincini dile getirmektedir. Dr. Abdullah Cevdet bu açık mektupta iki esas nokta üzerinde durmaktadır. Bunlardan birincisi onun, Fikret’in meclisin kapatılması üzerine yazdığı ünlü Doksan Beşe Doğru şiirine karşı İçtihat’ta eleştirmesi suçlamasıdır. İkincisi İttihat ve Terakki’nin yaman bir siyasi karşıtı olan Süleyman Nazif Beyle nasıl işbirliği yaptığı suçlamasıdır. Dr. Abdullah Cevdet, hayranı bulunduğu, saygı gösterdiği kadim dostu Tevfik Fikret’in Doksan Beşe Doğru şiiri hakkında eleştirel (muahezekârane) bir yorumda bulunmadığı, bunun tamamen yanlış anlamadan kaynaklandığı üzerinde durmaktadır. Buna kanıt olarak da İçtihat’ın 39 numaralı sayısındaki yazısını göstermektedir: “Tevfik Fikret Bey (Doksan Beşe Doğru) unvanıyla (Vazife) gazetesinde bir manzume neşretti. Muhterem şairimizin samimiyet-i şairiyetine beyan-ı iman ederiz. Aynı

29 “Alçak İtalyanlar” sözü, Dr. Abdullah Cevdet’in bu gazetedeki ilk yazısında da geçer. Bu söyleyiş biçimi onun tarzına uygun değildir. Fakat çok haksız bir işgale karşı o da tepkisini böyle dile getirmek zorunda kalmıştır. 30 Abdullah Cevdet, “Cevab-ı İtab”, Hak, 30 Mart 1912, no. 17. DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 11 (OTAM, 25 / Bahar 2009) ahval bize aynı hissiyatı ilham etmemiştir. Bununla beraber bu eser-i bülend- sanattan münbais tuğyanlara mütelehhifiz [özleyip duran]”. Anlaşıldığına göre Dr. Abdullah Cevdet’in bu değerlendirmesine daha önce bir takım tepkiler de duyulmuştu. Nitekim daha önce Aydınlı tıp öğrencisi M. Nuri imzalı bir mektup almıştı. Bu mektupta aynen şöyle deniyordu: “Büyük ve muhterem şairimizin (Doksan Beşe Doğru) sernameli manzumeleri münasebetiyle “aynı ahvalin size aynı hissiyatı ilham etmediğini” sevimli İçtihat’ın 39 numrolu nüshasında gördüm. Bir “tabib-i İçtimai”nin daha etraflı düşüneceği ve daha vakıfane idare-i kelam edeceği şüphesiz olduğundan lütfen o hâlat-ı malumenin sizde tevlid ettiği hissiyatı teşrih ve izah ederseniz hem biz gençleri tenvir etmiş olacaksınız hem de şayan- ı teessüf olan tuğyanlara nihayet vereceksiniz zannındayım”. Abdullah Cevdet, bu mektuba İçtihat Gazetesi’nde verdiği yanıtı olduğu gibi buraya aktarmaktadır. Özetle şu nokta üzerinde durmaktadır: “Yeminler çiğneyen’lere, çiğnenilen yeminleri ve kendisini çiğneyenlere imkân-ı vücut veren millet, yeminleri ve kendisini çiğneyenlerden daha ziyade muaheze edilmeye sezadır”. Sözü yine Tevfik Fikret’e getirerek şöyle diyor: “Şair ve edip Tevfik Fikret’i bilakayd ü şart tebcil etmekte ısrar ederiz… Bir samimiyet kardaşlığı ile selamlarız”. Doksan Beşe Doğru şiiriyle ilgili bu açıklamalardan sonra, kendisine yönetilen Süleyman Nazif’le “teşrik-i mesaisi” üzerinde duruyor. “Ben hiçbir zaman İttihat ve Terakki Fırka veya cemiyetine muhalif olan zümrelerin bayrağını taşımadım; ben hiçbir zaman henüz tahsilde bulunan gençlerin gerek muhalif, gerek muvafık cereyan-ı siyasilere iştirak ile tamamen tahsil-i irfan ve ikmal zat ve sıfata sarf olunması farz olan zaman ve vakitlerinden ne kadar az olursa olsun tarh ve feda etmek heveslerini teşci etmedim. (Trabzon)’da el’an münteşir (Tarik) gazetesinin 53 veya 52 numrolu ve herhalde bundan bir buçuk sene evvel tarihli bir nüshasında imzam ile neşr olunmuş (Gençlere) unvanlı bir makalenin mutalaasını temenni ederim”. Dr. Abdullah Cevdet, Süleyman Nazif’in başında bulunduğu Hak Gazetesi’nin çıkışını son derece olumlu bulduğunu belirtmekte “Ekseriyetin [yani hükümetin] hak olan işlerini müdafaa, hak olmayanlarını tenkit” etmesini doğru bulmaktadır. “Bu haysiyet ile (Hak) bitaraf veya taraftaran-ı hak bir ceride-i vatani olacaktır. Bundan haklılar ve haksızlar, hakku’l-insaf istifade edeceklerdir… Bir gazetenin İçtihadatıma vasıta-ı zuhur ve intişar olmasını minnetle kabul ettim. Bugün bir fırkada, yarın diğer firkada, öbür gün daha gayri mevlüd bir fırka içinde bulunabilirim. Fakat ebediyen sadık ve merbut kalacağım bir yer daima bakidir: Hak ve vicdan…” Dr. Abdullah Cevdet’in “İman – İman”31 başlıklı makalesinde yeni bir iman tanımından yola çıkıyor. Thomas Carlyle’in Kahramanlar başlıklı kitabının

31Abdullah Cevdet, “İman İman”, Hak, 20 Nisan 1912, no.38. 12 ZEKİ ARIKAN

Fransızca çevirisinde yer alan şu cümleden hareket ediyor: “Gerçek bir milli bir müdafaa yeni bir imanın eseridir”. İşte o, bugün bu imandan söz etmektedir. Dr. Abdullah Cevdet, iman sözünden ne anlamaktadır? “İman kelimesiyle vicdanın ne dahilinde ne haricinde olmayan, hem haricinde, hem dahilinde hükümran bulunan bir meş’ül-i mefkûru [fikir ışığı] murad ediyorum”. Bu ışık, insanı ileri götürür, yukarı kaldırır, ısıtır, doyurur. Abdullah Cevdet, şöyle diyor: “Ben bu memlekette bir yangın görüyorum, daimi ve gittikçe mütezayid [artan]bir yangın görüyorum. Bu yangın ateşsizliktir. Ah bu ateşsizlik bizi ne kadar zalimane yakıyor. Bizi ne kadar hasis ve mütefessih bir dûd [acı] ve remada [kül] kalb ediyor”. Dr. Abdullah Cevdet, hiç tarzı olmadığı halde İtalya’dan yukarıda görüldüğü gibi, “alçak düşmanımız” olarak söz ediyor. İtalyanların Çanakkale’yi, Seddülbahir’i, Orhaniye İstihkâmlarını bombalamalarına üzülüyor. Buna karşılık bir takım gençlerin, böyle felaketler karşısında, büyük bir vurdumduymazlık içinde, ortalıkta şık kıyafetlerle dolaşmalarını eleştirmektedir. Hatta bu gençleri “emvat-ı müteharrike” (ölü canlar(hareket eden ölüler) olarak adlandırıyor. Abdullah Cevdet’in bu yazısına da yine bir takım tepkiler gelmekte gecikmedi.32 Tıbbıyeli Midhat Nezihi, önce Abdullah Cevdet’in “Mücadele-i Milliye ve Vataniye konusundaki tutumunu takdir ediyor, bilim ve erdemi önünde eğiliyor ve yazılarının kendisine bir çelik şurubu gibi etkilediğini belirtiyordu. Fakat, “İman İman” başlıklı makalesini eleştirmekten geri kalmıyor: “Emin olunuz ki o fikirlerinizle bana yeni bir şey telkin etmediniz. Ben öyle hastalardanım ki dertlerimizin ne olduğunu pek âla bilirim. Yalnız doktorluk yapamıyorum…Tabibsiniz, pek âla bilirsiniz ki bir marazın tedavisi için evvela marazı teşhis lazımdır. Pek çok kereler yazıldı ve anlaşıldı ki gençler alil, hasta milletimiz de; kansızlık, azimsizlik, metanetsizlik (var). Teşhis bu. Eğer bu teşhisi ilâahıri’l ömr temcit pilavı gibi herkesin önüne sürerek vakit geçirirsek vatanın dimağı olan hastanın öleceğine emin olalım. Netice: Hastalık meydanda, teşhis edildi. Tedavi ve doktor lazım. Doktor sizlersiniz. İlacı arayınız. Bulunuz, zira hastanın hayatından sizler mesulsünüz. Laf zamanı geçti.”. Dr. Abdullah Cevdet, bu yazıya yanıt vermekte gecikmedi. Diyor ki: “(İman İman) “makalesinde mevzubahis olan İçtimai hastalığımızın teşhisi değildi. Teşhis etmek – bahusus böyle hastalıklarda- suret-i tedavisini bulmak ve göstermek demektir. Ben yalnız araz karşısında bağırdım… Sözler[im] hiç de teşhis mahiyetini haiz değildir. Bir kesim gençlerin, umumiyet itibariyle gençlerin “Hiçbir İmana” malik olmadıklarından şikâyet ve tazallum ettim”.

32 Midhat Nezihi, “Abdullah Cevdet Beyefendiye”,Hak, 29 Nisan 1912 (Açık Sütunlarda yayımlanmıştır). DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 13 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Abdullah Cevdet, bu kez “teşhise” girişeceğini, kendisine de tabibi değil sosyoloğu örnek olarak alacağını belirtiyor. Uzun uzun sosyolojik çözümlemelere girişiyor. İçtimai vicdan, cemaat vb. kavramları üzerinde duruyor. Özellikle sosyal bunalımlar zamanında “bütün bir ümmet, bütün bir millet, müteheyyiç bir maşer haline gelir” yargısına varıyor. Türkiye'de de 23 Temmuz (1908)’da ve 31 Mart Olayı’nda bunlar yaşanmıştır. Trablusgarp savaşıyla da “Bütün akvam-ı İslamiye bir vicdan-ı İçtimai haline geldi. Hakiki bir maşer-i müteheyyiç oldu”. Dr. Abdullah Cevdet, daha sonraki bir yazısında da yine bu sorunlar üzerinde durmaktadır33. Bu kez söylemini Gustav Le Bon’un görüşleri üzerine temellendirmektedir. Ortak duygu, ortak çıkar ve ortak inançlara dayalı bir toplumda artık herhangi bir sorun yaşanmaz. Bunların yerleşmesiyle de “vicdan- ı milli” ya da “vicdan-ı İçtimai” denilen ruhsal birlik (vahdet-i ruhiye) doğmuş olur. Dr. Abdullah Cevdet, burada milletin, o yıllarda bilinen Ziya Gökalp’in tanımından34 farklı bir tanım yapmaktadır: “Devlet aile gibi, aşiret gibi, karye gibi, ocak, kavim, ümmet gibi cemaatleri telfik ederek husule getirdiği cemiyete millet namı verilir”. Bu bağlamda İngilizler gerçek bir millet halindedir. İtalyanlar değil. Orada ise bir İtalyan “nasyonalizmi” yaratılmak istenmektedir. Bireyciliğe karşı büyük bir mücadele açılmıştır. Bu nedenle Dr. Abdullah Cevdet, Fikret’in ünlü: Toprak vatanım, nev’i beşer milletim …insan İnsan olur ancak bunu iz’’ânla inandım. dizelerine karşı çıkmakta, böyle söylemenin “sırası henüz değildir” demektedir. Doktor, son çözümlemede, eksiklerimizi tamamlayarak öncelikle güçlü bir toplumsal vicdan yaratmamız gerektiğini savunur. Dr. Abdullah Cevdet, Hak’taki yazılarında zaman zaman siyasal konulara da yer vermektedir. “İkiden Hangisi” 35 başlıklı makalesi ilginç ve üzerinde durulması gereken bir örnektedir. Burada, “Almanya dostluğu mu, yoksa İngiltere dostluğu mu Türkiye için daha ziyade kıymettardır?” sorusunu ortaya atar tartışır. Soru ne kadar yüzeysel görünmekle birlikte bunlardan birini yeğleyerek yanıt vermek de o kadar yüzeyseldir. O, her şeyden önce bir ittifak’a taraftardır. Kiminle? Kendi kendimizle.. “Biz ayrı ayrı fert olarak müttefik

33 Abdullah Cevdet, “Deva”, Hak, 11 Mayıs 1912, no.59. 34“ Millet ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir:” Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık, İstanbul 1963,s.16. 35 Abdullah Cevdet, “İkiden Hangisi”, Hak, 23 Mart 1912, no. 10. 14 ZEKİ ARIKAN miyiz? Dimağımız kalbimizle müttefik mi? Düşündüğümüz, söylediğimizin aynı mı? Türkiye imparatorluğunun kâffe-i vatandaşları yekdiğerinin hayırhahı mı?”. İşte Abdullah Cevdet öncelikle tartışılması gereken soruları soruyor ve “Almanya ordusunu, İngiltere donanmasını hizmetimize koysa boşunadır” diyor. Dr. Abdullah Cevdet her iki ülkeyle de ittifak yapmanın tehlikesini sezmiş görünmektedir. O zaman bu nazik sorun üzerine Abdullah Cevdet gibi açık bir değerlendirme yapan kimseye rastlamak pek kolay görünmüyordu. “Kurt ile müttefik olmadan evvel arslan olmalıyız” yargısına varıyor ve soruyor: “Biz koyun bulunduğumuz halde kurt ile ittifak edebilir miyiz? Batılı bir devletle ittifaka girebilmek için her şeyden önce her yönden durumumuzu düzeltmek bir denge sağlamak gerekir: Bizim maarifimiz yok, sanayimiz yok, ticaretimiz yok, biz bu hal ile ittifak akdine değil, ukde-i hayata muhtacız. Ukde-i hayatımız kesilmiş atılmış demektir… Her şeyden evvel var olalım, ondan sonra varlığımızı teyit ve muhafaza endişesine düşelim..” Doktor, ekonomik yönden Bulgarlardan bile geri olduğumuzu vurgulayarak “askerimizi giydirmek için 300.000 liramızı Bulgaristan’ın şayak fabrikalarına vermiş olmamızdan” yakınmaktadır. İstibdattan sonra da fazla bir şey yapılmadığını, yapılamadığını dile getirmektedir: “İş böyle iken kaç vilayette kaç iplik fabrikası, kaç şayak destgâhı, kaç nümune çiftliği, kaç ameli ziraat mektebi yaptık? Kaç şose, kaç şimendifer yaptık? Maarifte ne yaptık, umur-ı nafia memleket hususunda teşebbüsatta bulunmaktan bizi kim men etti?” Dr. Abdullah Cevdet, kadro dışı maaş vermeye karşıdır; İstikraz için kapı kapı dolaşmaya da devam etmek istemez. “Şununla mı, bununla mı ittifak edelim demeye başlamazdan evvel kendi nefsiyle ve kendi aralarında, kendi kendileriyle müttehit yek emel, yek renk, yek ten bir millet-i müttehide olalım. Kendi yağıyla kavrulabilir, vakur, iş ehli, ehl-i sanat ehl-i himmet, ehl-i marifet, bir millet-i müttehide olalım. İntihabı düşünmek sırası sonra gelir..” Dr. Abdullah Cevdet’in 1912 yılında savunduğu bu düşünceler üzerinde önemle durmak gerekir. Bir yere yaslanmak, büyük devletlerden biriyle ittifak yapmak düşüncesi o sırada oldukça yaygındı. Böyle bir zihniyet, Türkiye’yi Alman ittifakına götürdü ve sonuç bilindiği gibi tam bir felaket oldu. Doktorun, her şeyden önce, şu yada bu tarafla ittifaka girmek yerine kendi gücümüzle ayakta durmamız gerektiğini savunması, onun ileriyi gören, hesaplayan bir düşünür olduğunu kanıtlamaktadır. Dr. Abdullah Cevdet, Hak’ta çıkan en sert yazılarının birinde irticaya özgürlük hakkı tanımaz ve ona geçit vermez36. Makalenin girişinde: “Biliyorum bu

36 Abdullah Cevdet, “Hürriyet-i İrtica Yoook!”, Hak, 6 Nisan 1912, no.24. DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 15 (OTAM, 25 / Bahar 2009) makalemi okuyanların belli bir kısmı, koca eski hürriyetperver! Koca yeni müstebit diye bağıracaklardır,” diyor. Burada uzun uzun özgürlüğün tanımı üzerinde duruyor. Klasik tanım: “Her ferdin hürriyeti, aharın hürriyetiyle mahduttur” sözünü anımsattıktan sonra kendisi de şunu ekliyor: “Her ferdin hürriyeti kendisinin ve mensup olduğu memleketin ve milletin muhit-i İçtimaiyeye nafi ve her halde muzır olmaması demek ki şarttır”. Abdullah Cevdet, özgürlüğün, herhangi cins ve şekilde olursa olsun fayda ve zararını, iyilik kötülüğünü (hayır ve şerrini) ayırt edemeyen kimseler için var olmayacağını vurgulamaktadır: “Hakk-ı mevcudiyete malik olmaksızın mevcut ve mamulün bih [yürürlükte olan] olan hürriyettir ki ben hürriyet-i irtica kelimeleriyle tabir ediyorum ve böyle bir hürriyetin bilhak mevcut olmadığını ve olmamak lazım geldiğini yüksek pek yüksek sesle söylüyorum”. Dr. Abdullah Cevdet, yakın dönemde ortaya çıkan 31 Mart 37, Langaza 38 ve Eskişehir 39 gibi irtica olaylarını gösteriyor ve bunların “hep hürriyet-i irtica hakk-ı mevcudiyet verilmiş olmasının netice-i sefilesidir” yargısına varıyordu. Dr. Abdullah Cevdet, İttihat ve Terakki’nin kaldırmaya çalıştığı anayasanın 35. maddesiyle 40 ilgili olarak sinsi bir propaganda yürütüldüğüne dikkati çekiyor. Bununla İttihatçıların namazı ve orucu ortadan kaldırmak istedikleri belirtilmek istenmektedir. Bu sinsi propagandalar devam ettiği sürece irticaya özgürlük olmayacaktır:

37 Sina Akşin, Şeriatçı Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı, İmge, Ankara 1994. 38 Hürriyet ve İtilaf Fırkası, 1912 seçimlerinde din ağırlıklı bir propaganda yapıyor. İttihat ve Terakki’nin uygulamalarını dinsizlik olarak yorumluyordu. Selanik’e bağlı Langaza kazasının Neğvan köyünde “…elbette şeriata rey vereceğiz, hürriyete rey vermeyeceğiz..” diyen köylüler ile jandarmalar arasında çıkan çatışmada bir asker ile on bir köylü ölmüş ve elli kadarı da yaralanmıştı. Bk. Fevzi Demir, Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet Dönemi Meclis-i Mebusan Seçimleri (1908 – 1914), İmge, Ankara 2007, s.249. 39 1912 seçimleri sırasında yine Eskişehir ve Seyitgazi’de eşraf ailelerinden biri olan Zeytinoğullarının kışkırtmasıyla olaylar patlak vermişti. İtilafçılar, yine din silahına sarılmıştı. İtilafçılar, İttihatçıların halkı dinsizleştirecekleri propagandasını yapıyordu. Hürriyet ve İtilaf Fırkası Eskişehir şubesi başkanı, söz konusu aileden Hacı Veli özel bir bayrak yaptırarak şubenin binasına astırmıştı. Merkezde seçimi kaybeden İtilafçılar, köylüleri kışkırtarak İttihatçılara oy vermemeye çağırdılar. Olaylar giderek gelişti. Seyitgazi’de çıkan olayda on beş kişi öldü ve pek çok kişi de yaralandı. Bk. İhsan Güneş, “1912 Seçimleri ve Eskişehir’de Meydana Gelen Olaylar”, Belleten, 216, (1992), s. 459 – 482. Daha önce Eskişehir’e gelmiş olan Tanin yazarı Ahmet Şerif, yeniden olayları yerinde incelemek üzere yine buraya geldi. Ahmet Şerif, “Eskişehir Vak’a-i İrticaiyesi”, Tanin, 4 Nisan 1912. Olayları Eskişehir’in “31 Mart’ı” olarak gördü ve değerlendirdi. 40 Kanun-ı esasi’nin 35. maddesi, hükümetle meclis arasında uzlaşmazlık çıktığı takdirde meclisin kapatılması yetkisini padişaha veriyordu. İkinci Meşrutiyet dönemindeki değişikliklerde bu madde kaldırılmıştır. 16 ZEKİ ARIKAN

“Ey ahali İttihat ve Terakki’nin lağvetmek istediği (madde 35)’ ten murat nedir bilir misiniz? Otuz beşin beşi beş vakit namaz, otuzunda otuz gün oruçtur” diyebilen hezele ve onları istima edecek cehele mevcut bulunduğu müddetçe ben hükümetin de ahalinin de kafalarını kucaklayarak bağırmakta devam edeceğim: HÜRRİYET-İ İRTİCA YOOOK!” Dr. Abdullah Cevdet, bu ülkede “hayat kadar mutena” olarak nitelendirdiği iki temel sorun üzerinde sık sık durmaktadır. Bunları genel sağlık (sıhhat-ı umumiye) ve genel eğitim (maarif-i umumiye) olarak iki açıdan ele almaktadır. Kaldı ki bu iki sorun Abdullah Cevdet’in bütün yaşamı boyunca uğraştığı belli başlı konular olarak görülmektedir. Onun her zaman sağlıklı ve eğitilmiş bir toplum görmek istediğine şüphe yoktur. Bin yıl önce söylenmiş, Atatürk’ün de yinelediği bir sözü, in corpore sano mens sona (sağlam kafa sağlam vücutta bulunur) kendisine ana ilke kabul etmiştir41. Dr. Abdullah Cevdet, bu konuyla ilgili ilk makalesinde daha çok eğitim üzerinde durmakta, fakat birkaç hafta sonra da sağlık sorununu ele almaktadır42. Sorunun önemini ve ne kadar acıklı olduğunu anlatmak için “Yangın Var” başlığından başka bir söz bulamamıştır. “Vatanımızın sağdan soldan tehlikelere ve ihtiraslara maruz olduğu şu zamanda” sağlık sorunu üzerinde durmayı yaşamsal bir olgu olarak görmektedir. Anadolu’nun Rumeli’nin ve özellikle Anadolu’nun sağlık bakımından ne kadar ağlanacak, insanı ne kadar telaşa düşürecek bir halde bulunduğunu düşünen doktor “kıyamet koparacağım” demektedir. Doktoru bu kadar isyan ettiren sorun, çok kötü sağlık koşulları içinde yaşayan nüfusumuzun sürekli olarak azalmasıydı. “Biz gerek şahsi gerek içtimai mevcudiyet ve bekamızı muhafaza ve temin etmek istiyorsak, nüfus ve nüfusumuzun izdiyadına daha ziyade itina etmeliyiz”. Abdullah Cevdet, bu bağlamda istatistik verilerden yola çıkarak İtalya, Almanya ve Mısır’da nüfusun durmadan artmakta olduğunu somut olarak ortaya koymaktadır. Bütün bu artışlara karşın “Türkiye nüfusunun [her yıl] birkaç yüz bin azaldığını gören bir vatandaşın yangın var! yahut kıyamet kopuyor! diye haykırması tabii değil midir? Türkiye'de nüfusun azalması bir cinayet eseridir. Hepimiz bu cinayete ortağız. “Yalnız bu cinayetin, gerek Abdülhamit Efendi’nin devr-i saltanatında gerek daha evvelki edvar-ı cehl-i zulümde olduğu gibi şu “devr-i dilârâ-yı hürriyet dediğimiz biz sahte pehlivanların devrimizde de hemen hemen aynı merhametsizlik ve aynı fecaat ile devam etmesidir ki insanı çıldırtacak derecelere vardırabilir”. Nüfusumuzun böyle azalması, vatandaşlarımızın bir savaştaymışçasına kırılması, genel sağlığa suç işlercesine önem vermememizden ileri gelmektedir.

41 Abdullah Cevdet, “Hayat Kadar Muntena”, Hak, 27 Nisan 1912, no. 45. 42 Abdullah Cevdet, “Yangın Var”, Hak, 18 Mayıs 1912, no. 66. DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 17 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Sayısal verileri ustaca kullanan Dr. Abdullah Cevdet, 1327 (1911) bütçesinden genel sağlığa ayrılan payın azlığına dikkati çekmektedir. Örneğin bu bütçede 820.000.000 kuruşla en büyük payı Harbiye Nezareti almaktadır. Maarif’e ayrılan pay, 92.275.629 kuruştur. İmparatorluğun o sıradaki nüfusu otuz milyon varsayılmaktadır ki adam başına bu bütçeden 40 para bile düşmemektedir. Abdullah Cevdet, daha somut örnekler vermek için kendi tanıklığına da yer vermektedir: “Anadolu’da ahalisinden eser kalmamış köyleri benim gözlerim gördü. On sene evvelki mikdarına nisbeten yüzde altmış nisbetinde nüfusu azalmış köyler gördüm: Yemen’de çürüdük, Balkan’da öldük, Adliye’ye düştük orada dövüldük, Yetimbaşı gibi akdık tükeldik, Size nasip geçmek, göçmek dediler! diye ağlayan mutlaka bu köylerin sekene-i nabudu [yok olmuş insanları] idi”. Sorun yalnızca nüfus azalmasıyla bitmiyor. Yaşayanların çağında da hayır kalmamıştır. Kuşakların devamı için güç kalmamıştır. Boylar küçülmüştür, bacaklar incelmiş ve eğrilmiştir. Bu gerileyiş yalnız insana özgü değildir. Hayvanlar da mahvolmuştur. Öküzler, eşek kadardır, eşekler de koyun kadar. Çiftler genellikle bir eşek, bir öküz tarafından sürülür. Süren de genellikle kadındır. Dr. Abdullah Cevdet, nüfus azalmasıyla ilgili olarak birçok tanıklardan örnekler vermektedir. “Sıtma ve verem, frengi, tifo, çiçek, kuşpalazı ve dizanteri ve saire” gibi salgın hastalıklar ülkeyi mahvetmektedir. Başkentin burnu önündeki Bursa’nın İznik kasabasında otuz yaşını aşabilmiş hiç kimse yoktur. Bu konuda Dr. Abdullah Cevdet, hükümetin genel sağlığa yeterince önem vermediği üzerinde durmakta hatta bunu yapabilecek, buna önem verecek derecede ne “kalp ne dimağ sahibi olmamıştır”, demektedir. Ülkenin sağlığını çekip çevirecek kurumlar ortaya koyamamıştır. Nüfusun 1 milyon olan vilayetlerde –askeri hastaneler dışında- 200 yataklı sivil hastaneler yoktur. Dr. Abdullah Cevdet, uzun süre Anadolu’da incelemelerde bulunmuş olan bir Alman doktorunun şu sözlerini aktarmaktadır: “Doğu sorunu için hiç telaş ve acele etmeye gerek yok. Benim gördüğüm sağlık durumu pek az zamanda doğu sorununu çözecektir. Çünkü hastalıklar fakirlik, sefillik Türkleri bitirecektir”. Dr. Abdullah Cevdet, “Devlet sulfatosu”nun sıtmayı önleyecek biricik ve çok ucuz bir ilaç olduğunu, bu sayede sıtmadan ölenlerin sayısının giderek azaldığını sayısal verilerle ortaya koymaktadır. Dr. Abdullah Cevdet’in, ülkenin sağlık sorunlarına ne kadar önem verdiğini İçtihat’taki yazıları da ortaya koymaktadır. İçtihat’ın 18 ZEKİ ARIKAN

139. sayısından başlamak üzere, sağlık konusunda gösterdiği çabaları ortaya koyan bir yazı dizisi başlatmıştır43. Dr. Abdullah Cevdet, Mütareke’de Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın iktidarda bulunduğu sırada Sıhhiye Müdüriyet-i Umumiliğine atandı44. Bu alandaki çalışmaları, yönetimi memnun etmiş fakat Anadolu hareketi taraftarlarınca sert eleştirilere uğramasına yol açmıştır.45 Bununla birlikte doktor el altından Anadolu’ya sağlık malzemesi göndermekten geri kalmadı. Türkiye’nin azalan nüfus sorununa bir çözüm bulmak için de dışarıdan göçmen getirip Anadolu’ya yerleştirilmesini önerdi. Bu da yanlış anlaşıldı ve büyük tepkilere yol açtı. Bu konuda eke koyduğumuz belgeye bakınız. Dr. Abdullah Cevdet, içinde yaşadığı kentin temel sorunlarıyla, bir İstanbullu gibi davranarak yakından ilgilenmektedir. Bir iki yazısı özellikle İstanbul yangınları ve bu yangınların açtığı yaralar üzerinde durmaktadır. Onun bu konuda çıkış noktası şudur: “Avrupa’yı taklit etmek bizi mahvedecektir. Avrupa measir-i medeniyesini ahz ve hazm etmek bizi ölümden kurtaracaktır”. Avrupa’nın otuz, kırk, altmış metre ve daha çok genişliğinde caddelerin çevrelediği büyük kargir binalar her türlü felaketlerden uzaktır46. Dr. Abdullah Cevdet, kötümserdir. Kötümserliği şuradan kaynaklanmaktadır: “Benim bedbinliğime gelince, ben fena görüyorum. Bu benim bedbinliğimden hasıl olma değildir. İyi olabileceğini ve iyiyi bildiğimden ve iyi bir mecmua-i ahvali, iyi bir devri, iyi bir idareyi pek uzakta gördüğümden şimdi kalemimden ve yüreğimden alev çıkıyor, isyan çıkıyor…”47. Fakat onun ümitsizliğinde zinde ve sonsuz bir umut vardır. Zulmetleri yaktı, zulmü kırdı, Ye’sinden ümit fışkırdı! “Zulmetleri yakmak, zulmü yıkmak ise âşıkı olduğumuz ve fakat vasılı olamadığımız mefkûrelerdendir”.

43 Dr. Abdullah Cevdet, “Sıhhi ve Tıbbi Sütunlar, Sıhhat-i Umumiyeye Ait Mesaim”, İçtihat no., 139, no.140, vb. (1921). Bu yazılar Türkiye’nin sağlık sorunlarıyla ilgili çok önemli malzemeyi kapsamaktadır. 44 Hanioğlu, Dr. Abdullah Cevdet, s. 298. 45 Hanioğlu, Dr. Abdullah Cevdet, s. 298-299. Yukarıda andığımız İçtihat’ta çıkan yazılarında, umum müdürlüğü sırasında sağlık konularında yapmak istediklerini ayrıntılı olarak anlatmaktadır. 46 Abdullah Cevdet, “Ayine-i Hak”, Hak, 19 Mayıs 1912, no. 80. 47 Abdullah Cevdet, “İstanbul’un üzerinde Ayine-i Hak”, Hak, 8 Haziran 1912, no. 87. DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 19 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

O günlerde İshakpaşa’da çıkan bir yangında 1700 hane yanmıştır. Bu yangın, onun da yüreğini yakmıştır. Kalkıp Şehremaneti’ne gider. Şehremini Tevfik Beyi görür. Tevfik Beyin, “Büyük felaket geçirdik” demesi üzerine Dr. Abdullah Cevdet, “Büyük felaket geçirdiğimiz malum, malumum olmayan ve öğrenmek istediğim, böyle felaketlerin tekrar etmemesi (için) düşündüğünüz ve ittihaz ettiğiniz tedbirler…” diye sorar. Fakat şikâyettten, yakınmadan başka bir şey duymaz. Sürekli olarak geçmiş yönetimi töhmet altında bırakmak bir çıkış, bir kurtuluş yoludur48. “Biz aleddevam idare-i sabıkayı itham etmekle kendimizi tebriye ettiğimize ve edebildiğimize zahib oluyor veya zahib görüyoruz. A canım idare-i sabıkanın halkı yine bizler değil mi idik. Bugün şehremanetinden çıkan fena kokular ve dumanlar sema-yı idraki doldurmaktadır…” Fakat bütün bunların ötesinde İstanbul Belediyesi “binaların ve ruhların yanmasına ne zamana kadar seyirci kalacak?”49. Dr. Abdullah Cevdet, daha o günlerde İstanbul’un doğal güzelliği ve tarihsel dokusu ile kurtarılmasını ve gelecek kuşaklara aktarılmasını ister: “İstanbul coğrafyaca olduğu gibi sanat nokta-i nazarından da dilber bir şehir olabilir. Evvela tabiatın güzelliği var. Mutena mebani-i kadime var. Bunlar şehrin mehasinine ve muhassenatına nüve teşkil eder. Halk kendisinden ve kendisi [gibi] nef‘inden emin olan bir emin-i şehr isteriz. Bu elzemdir. Bu zat İstanbul şehrini bir Avrupa şehri yapmaktan kemal-i itina ile tevakki ederek İstanbul’u hem İstanbul bırakmalı hem de Avrupa payıtahtlarının mazhar oldukları bütün medeni nimet ve lütuflara mahzar etmeli. Bu şehremini müstakil ve istiklale müstahak olmalıdır”. Dr. Abdullah Cevdet, 1912 yılı içinde Terbiye ve Tedrisat-ı Askeriye Müfettiş-i Umumisi Tevfik Paşa’nın önerisi üzerine İstanbul’daki bütün askeri okulları ziyaret etmiştir. Bu gezinin Trablusgarp’ın yitirilmesinden sonra ülkede görülen ruhsal çöküntüyü dengelemek amacına yönelik olduğuna şüphe yoktur. Bu gezilerini Şime sözüyle anlatmak istiyor ve uzun uzun bunun içerdiği anlam üzerinde duruyor50. Şime sözünü, caractère ya da esprit sözcükleriyle karşılıyor. “istidad-ı meyyal” bileşik sözüyle de açıklıyor. Bunun yeteneklerin bir yerde toplanması anlamına geleceğini de belirttikten sonra “Askerlik Şimemiz” başlığının uygun düşeceğini ifade ediyor. Yazı, 2 Haziranda yayınlanmakla birlikte ziyaretlerin mayıs ayı içinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Mekteb-i Harbiye’nin kapısından içeri girerken Dr. Abdullah Cevdet, orada “zinde ve sağlam bir havayı” solur: “Ruhumda bu saf ve tuvana muhit ile bir aşinalık

48 Abdullah Cevdet, “Fena Kokular ve Dumanlar”, Hak, 15 Haziran 1912, no. 94. 49 Krş. Mustafa Suphi, “Yangın Yerleri Nasıl Onarılacak?”, Hak, 19 Haziran 1912, no. 98. 50 Abdullah Cevdet, “Askerlik Şimemiz”, Hak, 22 Haziran 1912, no. 101. 20 ZEKİ ARIKAN duydum. Oradaki kalplerde yalnız bir endişe, yalnız bir aşk var. Vatanı müdafaa etmek endişesi, milleti ve istiklalini mahfuz ve muzaffer görmek aşkı..” diyen Doktorun ilk izlenimleri bu… Abdullah Cevdet, buradaki eğitimde temel kavramların “düşünme, anlama ve mülahaza etme” olarak üç noktada yoğunlaştığını vurgulamaktadır. Düşünme üzerinde şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Yalnız “Düşünme” demek düşündürmek için en müessir bir mütenebbih oluyordu. Bu müessirlik âsar-ı fazıla ile sûbut buldu. Enver, Fethi, Niyazi, Halil, Trablusgarbımızda düvel-i muazzamadan bir devlet ile çarpışan ve bizim – herhalde, netice-i harp ve cidal ne olursa olsun- haysiyetimizi kurtarmış ve kurtaracak olan bu güzide camlar, bu feyyaz muhitten ve “düşünme!” emirleri altında düşünerek “vatanı sevme!” amirlerini çiğneyerek çıkmış ve yükselmiştir. “Mekteb-i Harbiye’nin sıfat-ı maneviyesi bu kadar muazzez ve mükemmel olduğu gibi sıfat-ı maddiyesi de memnuniyetbahştır…” Abdullah Cevdet, anlaşıldığına göre yemekhane, yatakhane, hastane gibi Mekteb-i Harbiye’nin her bölümünü gezmiş ve bunları “mükemmel” olarak nitelendirmiştir. Şu anda bütün orduda mevcut subay ve umera sayısı 20.000’dir. bunun 13.000’i alaydan yetişmedir. Şimdi Mekteb-i Harbiye’de “irfandan ziyade idmana ehemmiyet verilmektedir. Bu tercih ve içtihadın ne kadar musip olduğunu kestiremem”. Sınıfta tahta başına çağırdığı bir adaya Schiller’in Das lied von der Glocke başlıklı ünlü dörtlüğünü yazdırır ve Türkçe’ye çevirttirir. Öğrenci küçük bir yanlışlıkla bu sınavdan başarıyla çıkar. Dr. Abdullah Cevdet, İstanbul’daki askeri rüştiyeleri ve Mekteb-i Harbiye’yi gezdikten sonra İhtiyat Zabitan Mektebini de ziyaret etmek gereğini duymuştur51. Okulun müdürü Naci Bey’i de kendisi Tıbbiye, o Harbiye öğrencisi iken tanımıştır. Abdullah Cevdet yatakhaneleri, nöbet odalarını, doktor odasını gezdikten sonra istihkâm dersinin yapıldığı bir dershaneye girer. Burada öğrencilere yönelik şu konuşmayı yapar, Konuşmanın Trablusgarp Savaşı üzerinde yoğunlaşması dikkati çekmektedir: “Ben sizde biraz infial ve inkisar görüyorum. Bunun sebebi uzletkârane bir hayat geçirmenizdendir. Türkiye zannolunduğu kadar kuvvetsiz değildir. Ve biz mana-yı hakikisiyle mağlup olmadık ve mağlup vaziyette değiliz. Ruhunda mağlubiyet hissetmeyen millet mağluba galiptir, mağlup değildir. Trablusgarp’taki harikaları yapan biziz. O aslanları bu millet doğurmuştur. Utanmaksızın göğsümüzü gerebiliriz. Ölümün önünde firar edenlerden olmadıkça her zaman göğsümüzü gerebiliriz. Görüşelim, siz bana nur verirseniz ben size nar veririm. Bizim en büyük derdimiz suhuletle yan yana gelmememizdir. Münferit yaşıyoruz. Hayat-ı infiratta mefkûre olmaz. Mefkûre kuvveti olmaz. Kulüpler yok, cemiyet

51 Abdullah Cevdet, “Mülahazalar ve İnikâslar İhtiyat Zabit Mektebiyle”, Hak, 29 Haziran 1912, no.108. DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 21 (OTAM, 25 / Bahar 2009) hayatı yok. Bu infialler bu zaaf-ı iman bundan geliyor. Dev gibi hükümetlerin ayakları altında mağlup ve mahkûm görünen milletler iade-i istiklal ve ümid-i şevket ile hayatdar iken biz istiklal-i siyasiye malik, leşkere malik, kişverlere malik bir millet neden meyus olalım. Tarih göstermiyor mu ki bizim düştüğümüz derekelerden daha aşağı düşmüş milletler tekrar ayağa kalkmış, yaşamış ve yaşatmıştır. Ümit et, mutmain ol, galip ve mesut olan istikbalimize iman et” dedim. Dr. Abdullah Cevdet, bu okulla ilgili olarak müdür binbaşı Naci Bey’den epeyce bilgi almıştır. İkinci Meşrutiyet’ten sonra ortaya konan kurumlar arasında Yedek Subay Okulu oldukça seçkin bir yer tutmaktadır52. Dr. Abdullah Cevdet, okul müdürü Binbaşı Naci Bey’e dayanarak okulla ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir. İlk yıl 175 yedek subay orduya katılmıştı. Şimdiki öğrenci sayısı 299’dur. İlk yıl gayrimüslim öğrenci sayısı 23’tür. Bu sayı şimdi 28’dir. Dr. Abdullah Cevdet’in bu yazısı vatanperver duygularla sona ermektedir: “Her fert, vatan her tehlikeye maruz bulundukça onu bizzat ve bilfiil müdafaa etmeyi, onun için can vermeyi ve can almayı bilmelidir.” Sonuç ve Değerlendirme Hak gazetesi, 1912 yılında İttihat ve Terakki’nin iktidardan uzaklaştığı bir sırada yayına girdi. Yayını altı ay kadar sürdü. Gazetenin seçkin bir yazı kadrosu bulunmakta, dönemin ünlü yazarları bu kadro içinde yer almış bulunmaktadır. Trablusgarp’ın yitirilmesi gazetenin yayın politikasını önemli ölçüde etkilemiştir. İtalyanlara duyulan öfke hemen hemen her sayıda kendini göstermektedir. Bu öfke kimi zaman yazarların küfre kaçan bir dil kullanmalarına yol açmıştır. Gazetenin edebi eki, başlı başına önemli bir kültürel etkinliktir. Bunun ötesinde doğrudan doğruya gazetenin kendisinde de dil ve edebiyat konuları önemli bir yer tutmaktadır. Hüsn-i Aşk şairi Galip Dede için yapılan bir ihtifal, ayrıntılı olarak gazetede yer almıştır53. Türkçenin sadeleştirilmesi konusunda bir yazı, Kâzım Nami imzasını taşımaktadır54. Dr. Abdullah Cevdet, güçlü bir kalem olarak Hak’kın yazarları arasına katılmıştır. Yazdıkları ilgi görmekte, hatta tartışmalar yaratmaktadır. İttihat ve Terakki ile herhangi bir sorunu olmadığını dile getirmesi yeni bir dönemin başlangıcı olarak görülmektedir. Ama o, bunun üzerinde fazla durmamıştır. Yazıları ülke, sağlık, eğitim, nüfus vb. sorunların üzerinde yoğunlaşmaktadır. İstanbul’daki orta ve yüksek düzeyde bütün askeri okulları gezmesi ve gözlemlerini gazetede dile getirmesi üzerinde durulması gereken bir ayrıntıdır. Şimdiye kadar onun bu gözlemleri üzerinde pek durulmamıştır.

52 İhtiyat Zabitan Okulu 1910 yılında kuruldu. Bk. Düstur, İkinci Tertip, II, 344 (17 Haziran 1910). 53 “Bir İhtifal-i âli-i edebî”, Hak, 22 Haziran 1912, no. 101. 54 Kâzım Nami, “Musâhabe - Türkçenin Sadeleştirilmesi”, Hak, 19 Temmuz 1912, no. 128. 22 ZEKİ ARIKAN

Dr. Abdullah Cevdet’in, bu tarihlerde Süleyman Nazif’in başında bulunduğu bir gazete de yazı yazması olağandı. Süleyman Nazif Diyarbakırlı idi ve doktorun hemşerisi idi. Aralarında yakın bir dostluk vardı. Hatta onun eserlerinden bazıları Mısır’da İçtihat matbaasında basılmış. Sözgelimi Elcezire Mektupları İçtihat Kütüphanesi içinde yer almış ve “Kardeşim Doktor Abdullah Cevdet Bey’e ithaf edilmiştir” kaydı bulunmaktadır. 1908’de basılan Malûm-ı ilan da Dr. Abdullah Cevdet’in bir “mukaddimesi”ni kapsamaktadır. Kaldı ki Süleyman Nazif, İçtihat dergisinde yazılar da yazıyordu. Süleyman Nazif’in, bütün bunlara karşın, Dr. Abdullah Cevdet aleyhine döndüğünü ve ona karşı içinde gittikçe artan bir kin bağladığını Abdullah Cevdet’ten öğreniyoruz. Abdullah Cevdet, İçtihat dergisinde çıkan (128/1918) “Hakikat Her şeyden Üstün” başlıklı bir makalesinde vagon-koli yolsuzluğuyla ilgili yazıdan ötürü “çeyrek asırlık dostluğumuzun Nazif Bey tarafından ateşe verilmesine kifayet etti,” diye yakınmaktadır. Oysa vagon-koli yolsuzluğu ile ilgili yazıda Süleyman Nazif’in adı geçmez. Bu gibi haksızlıklar karşısında, yazarlarımızın susması eleştirilmektedir. Bu kin, Süleyman Nazif’te, son yıllarında son haddini bulmuştu55. Bunun üzerinde durmuyoruz. Üzerinde durmak istediğimiz konu, doktorun ona karşı asla herhangi bir hınç duymadığı ölümünden sonra da Süleyman Nazif’ten “muhibb-i kadimimiz” diye söz etmesidir56. Doktor, Süleyman Nazif’in, ruhunda ancak dostluğunun yaşadığını belirterek onunla tanışıklığının çok gerilere gittiğini yazar. İstanbul, Diyarbakır, Cenevre, Paris gibi merkezlerde onunla birlikte “bir fikir hayatı, heyecan hayatı” yaşadığını dile getirir. Süleyman Nazif’in kardeşi Faik Âli’yi de terütaze bir şair olarak tanıdığını ekler57. Onunla ilgili birçok anısını aktarmaktan geri kalmaz. Bütün bu ayrıntılar, doktorun vicdan sahibi yüksek bir insan olduğuna asla şüphe bırakmıyor. Dr. Abdullah Cevdet, Abdülaziz döneminde doğdu. Abdülhamit istibdadını yaşadı. Yurt dışında yaşamak zorunda kaldı. Bilgisine bilgi kattı. II. Meşrutiyeti algıladı. İmparatorluğun çöküşüne tanık oldu. Milli Mücadele’de Anadolu’ya yığınla sağlık malzemesinin taşınmasına aracı oldu. Cumhuriyet döneminde Malatya milletvekili seçilen Berç Keresteciyan buna tanıktır. Cumhuriyet’in en köklü devrimlerinin yapıldığı günleri yaşadı. Laik bir topluma geçilmesi, tek eşli evlilik, medeni kanunun kabulü, Uluslararası sayılar, Latin harflerinin uygulamaya konulması… vb bunlar aslında Dr. Abdullah Cevdet’in öteden beri savunduğu düşüncelerdi. Şiir, edebiyat, psikoloji, sosyoloji, tarih ve diğer bilim dallarıyla ilgilenmiş, ülkenin cehaletten kurtulması, aydınlığa kavuşması için çaba göstermekten geri kalmadı. Bu ülkede laik bir toplumun

55 İbrahim Alaettin, Süleyman Nazif, s. 250. 56 Abdullah Cevdet, “Muhıbb-i Kadimimiz Süleyman Nazif Beyin İrtihali ve Bazı Hatırat”, İçtihat, no. 220 (15 Şubat 1927), s. 4267 – 4268. 57 Abdullah Cevdet, “Süleyman Nazif Bey Merhume Dair”, İçtihat, göst. yer. DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 23 (OTAM, 25 / Bahar 2009) oluşmasını ilk savunanlardan biridir. Bütün bu uğraşları yanında gazeteciliği de öteden beri temel bir meslek olarak kabul etmiştir. Kahire’den İstanbul’a döndükten sonra da gazetelerde sürekli yazılar yazdı. Hak gazetesi, onun yazı yazdığı gazetelerden yalnızca biridir. Daha pek çok yazısının gazete sayfalarında kaldığına şüphe yoktur. Mekteb-i Tıbbiye’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından olduğu halde sonradan bu örgütle arası açıldı. Yalnız çalışmayı yeğledi. Onun tamamen İttihat ve Terakki’yi tutan bir gazetede yazı yazması, aradaki soğukluğun giderilmesine yönelik bir hareket olarak yorumlanabilir. Ancak daha sonra Mütareke’de Damat Ferit Paşa hükümetlerinde görev alması, bu mesafeyi daha da açmış ve kolay kolay kapanmamıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın onu görüşmek üzere Ankara’ya çağırması, basında kendisine karşı ağır bir saldırıya geçilmesine ortam hazırladı. Ama unutmamak gerekir ki tutucu basının asıl hedefi Mustafa Kemal Paşa idi58. İçtihat dergisi, Türkiye’de bir uyanış hareketinin öncülüğünü yapıyordu.59 Doktorun İslam uygarlığı konusunda bilgisi şaşılacak kadar zengindir. Kaldı ki yazılarında ve çevirilerinde İslamın temel sorunlarıyla ilgilenmekten geri kalmadı. Ünlü şair Ebu’l-Ala el-Ma‘arri (ölm., 1057/1058) üzerindeki bir incelemesi onun bu alandaki yetkisini kanıtlar.60 Dr. Abdullah Cevdet, İkinci Meşrutiyet’in Türkçülük, İslâmcılık ve Batıcılık gibi akımlarından üçüncüsünü temsil ediyordu. O nedenle ilk hareketin temsilcileri ona iyi gözle bakmadılar.61 Fırsat buldukça kendisine saldırmaktan geri kalmadılar. Dine karşı olan tutumunun da62 bunda etkili olduğuna şüphe yoktur, sanırız. Prof. Kreiser, ondan “Türk ateizminin en radikal temsilcilerinden biri”63 olarak söz eder. Doktor, Batı uygarlı, kendisine uzak kalanları, bir sel gibi önüne katıp sürüklüyor ve mahvediyordu. Atatürk’ün daha sonra bu sözü yinelemesi son

58 Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Bilgi, Ankara 1973,s. 486. 59 Yunus Emre Tansü, Batıcı Düşüncenin Etkili Bir Sözcüsü Olarak İçtihad Mecmuası (1904- 1932), Basılmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002, 481 s.; Mustafa Gündüz, İçtihadın İçtihadı Abdullah Cevdet’ten Seçme Yazılar, Lotus, Ankara 2008. 60 Dr. Abdullah Djevdet, “Un précurseur Anarchiste Ebou- Ala –el-Muarri”, Les Temps Nouveaux, Supplément Littéraire, 5 (1898), s. 556 – 557. 61 Celal Pekdoğan, “Batılılaşma Bağlamında Bazı Batıcıların “öteki” ne Bakışları ve Bir Tartışma”, Bilgi ve Bellek, 6 ( 2006), s. 46 – 73. 62 Necati Aklan, “The eternal enemy of Islam: Abdullah Cevdet and the Baha’i religion”, BSOAS =Bulletin of Schoolnof Oriental and African Studies, 68, 1 (2005), s. 1 -20. 63 Klaus Kreiser, Atatürk Bir Biyografi (çev. Dilek Zaptçıoğlu) İletişim, İstanbul 2008, s.285. 24 ZEKİ ARIKAN derece anlamlıdır. Onun düşünce ve yazılarıyla Atatürk’ü etkileyen düşünürlerden biri olduğu üzerinde de durulmuştur.64 Dr. Abdullah Cevdet, ekonomik konulara da yabancı kalmadı. Siyasal bağımsızlığın, ekonomik ve parasal bağımsızlıkla gerçekleşebileceğine inanıyordu. Ulusların yazgısını Tanrısal istençler değil, ekonomik yasalar belirliyordu. Önceleri, tutumluluk gözüyle baktığı ekonomiyi sonradan gerçek içeriğiyle benimseyip önem veriyordu.65 Dr. Abdullah Cevdet’in yurt içinde ve yurt dışında geniş bir çevresi vardı. Ünlü Doğubilimci Karl Süssheim, Kahire günlerinden beri onun yakın arkadaşıydı. İstanbul’da sık sık görüştüler. Doktorun en ayrıntılı yaşamöyküsünü de Batı’da yayımlanan İslam Ansiklopedisi için o yazdı.66 Diğer dost ve arkadaşlarıyla da yazışmalarını sürdürdü. Fakat ne yazık ki bütün bunları tam olarak belirlemeye olanak yoktur.67 Dr. Abdullah Cevdet’in yaşadığı, hastalarını kabul ettiği ve çalıştığı İçtihad Evi, Cumhuriyet kuşağının da önemli bir uğrak ve fikir alış – veriş yeri oldu. Buna daha önce değişik yazılarımda değindiğim için burada yinelemiyorum. Ancak Nurullah Ata (Ataç), Dr. Abdullah Cevdet’in ölümünden sonra yazdığı bir yazıda, kendisinden pek çok şey öğrendikleri doktora, sağlığında destek vermedikleri için yakınır. Dr. Abdullah Cevdet’i yerli yerine oturtan bu anlamlı yazıyı eke koyuyoruz. Dr. Abdullah Cevdet’in adı, nedense hep “damızlık insan” dedikodusuyla gündeme geldi ve gereksiz tartışmalara yol açtı. Kimi aydınlar, ona saldırmak için yeni bir fırsat yakaladılar. Kısa bir süre önce bu anlamsız dedikodular yeniden gündeme oturdu. Oysa durum çok farklıdır. Doktorun dediği şudur: Madem ki bir Müslüman erkek, Hıristiyan yada başka dinden olan bir kızla evlenebiliyor. Bunun tersi neden olmasın? Bu ileri düşüncelerin o zaman için ne kadar yüreklice fakat tehlikeli olduğunu söylemeye gerek yok. Bu görüşler, o zaman için tam bir tabu idi. Bu ülkede tabuların yıkılmasında Dr. Abdullah Cevdet’in büyük bir rol oynadığına şüphe yoktur.

64 Frank W. Creel, “Abdullah Cevdet A Father of Kemalism”, Journal of Turkish Studies, 1980, s. 9 - 26. 65 Vedat Günyol, Güleryüzlü Ciddilik, Çağdaş, İstanbul 1986, s. 11 – 13. 66 Barbara Flemming & Jan Schhmidt, The Diary of Karl Süssheim (1878 -1947), Orientalist between Munich and İstanbul, Franz Steiner Verlag Stuttgart 2002, pek çok yerde. 67 Şerife Çağın, “Abdullah Cevdet’ten Hüseyinzade Ali’ye Mektuplar ve Kartpostallar”, Yeni Türk Edebiyatı, 1 (Mart 2010 ), s. 195 – 232. DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 25 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

EK I MUHTELİT İZDİVAÇLAR68 Muhtelit izdivaçlardan iki satırla bahsetmek lazımdır. Frenklerin Mariage mixte dedikleri “muhtelit izdivaç” tabirinden, dinleri ayrı kimselerin izdivaçı murad olunur. Bir Muhammedi’nin, bir İsevi ile, bir Musevi ile, bir Budist ile izdivaçı muhtelit izdivaçtır. Merasim-i kanuniye itibariyle alelade izdivaçtan hiçbir farkı yoktur. İsviçre medeni kanununu kabul edinceye kadar bir Müslüman erkek, bir İsevi, bir Musevi, bir Mecusi –ırki tabirle– bir Ermeni bir Fransız, bir İngiliz, bir Alman bir İtalyan kızla bila mani izdivaç edebilirdi; fakat bir Müslüman genç kız, bunların delikanlılarıyla izdivaç edemezdi. Bu bittabi kadın hakkında hürmetsizce bir düşünmenin neticesi idi ve medeni bir millete layık bir zihniyetle kabil-i telif olmazdı; dini taassubun manasız ve kıymetsiz bir nevi tecellisinden başka bir şey değildi. Bundan üç sene evvel, Türklüğü kabul etmek şartiyle memleketimize hicret edecek ailelerle aramızda mütekabil sıhriyet cereyanının nüfus noksanımıza çarelerden biri olacağı yolunda bir mülahazada bulunmuştuk; bir takım tezvir–i efkârcılar ve pâdaşları (ayakdaş) gayri nezih bir maksad-ı muhalefetkârane ile bize ve büyük pişva-yı teceddüdümüze karşı gayri müsait bir cereyan vücuda getirmek için, bu mütalaamızı, tahrif ederek “ Gazi Paşa tarafından kabul olunan Abdullah Cevdet Bey’in damızlık celbi hakkında fikri” sername-i müstehceni altına koydular. Güya ki biz memlekete yalnız zükûr muhacirîn kabul olunması reyinde bulunmuşuz! Bu türlü hezeyanlar akl-ı selim sahibi kariler üzerinde bir tesir bırakmamış ise de beyanatın metnini okumayıp yalnız muharref sernameyi okuyan sathi görüşlü halk üzerinde bu tahrip ve tezvir, müzevvirlerce maksud olan sui tesiri muvakkatan ifa etmişti. Mevzu‘bahs, Türklüğü, Türk camiasına girmeyi istemiş ve kuyud ve şerait süzgeçlerinden geçtikten sonra Türkiye Cumhuriyeti toprağına, vatandaş sıfatıyla, kabul edilmeye layık görülmüş ailelerdi. “Türklüğü kabul etmek şartıyla” kelimeleri yerine “Müslümalığı kabul etmek şartıyla” kelimelerini kullansaydım hiçbir mesele olmaz ve kalmazdı. Fakat o zaman ben, iğfalkâr ve avamfirip (hoşa gider davranmak, halk dalkavukluğu) “demagog” adam olurdum; münevver Türkiye Cumhuriyeti’nin münevver, halis ve açık yürekli bir vatandaşı bulunmak sıfatını feda etmiş olurdum. Çünkü Avrupa’dan ve Amerika’dan matrud (kovulmuş) Yahudi, Katolik, Protestan vb. dinlerinde bir takım serseri ve her türlü kıymetten âri heriflerin İstanbul’a geldiklerine ve “Şeref-i İslam ile müşerref “ olarak ve mahza (ancak) bu müşerrefiyet sayesinde en güzide aileler kızlarını dest-i

68 (Adab-ı Muaşeret Rehberi) ‘nin tab‘ı esnasında tâbi‘ tarafından çıkarılmış olan bu mebhas, ihanetkâr bir azv (iftira) ve tahribe karşı bir müdafaayı da mutazammın olduğundan vasıtamızla tevzi olunacak nüshalarına ilave edilmek üzere ayrıca tab‘ı münasip görüldü ( 25 Kânun-ı sani 1928 ). 26 ZEKİ ARIKAN izdivaçlarını talip ve kâsip (kazanan) olmaları faciasına çok şahit olmuşumdur; Müslümanlığı kabul etmek, Türklüğü kabul etmek değildir; Türklüğü kabul etmek; Müslümanlığı kabul etmek gibi bir “Âmentü” okumakla mümkün olmaz. Türklük camiasına hariçten girmek için bizim koyduğumuz şartları kimse okumadı; fakat o satırlar yazılmış ve tab olunmuştur. Türklük camiasına ve ailesine ancak hür, müstakil, tam sıhhatli, tam ahlaklı her nevi fezail-i ruhiye ve medeniyesi ‘ayân ve Türklüğü kabulü samimi olanlar girebilecekti.69 Müslümanlık rabıtasının tabir-i diğerle din rabıtasının Türklük yani milliyet rabıtası yanında ne kadar zayıf bir rabıta olduğunu Harb-i Umumi esnasında da bir daha görmedik mi? Peygamber-i zişanımızın evladı olan şerifler, Türk ordusunu muhasara ve düşmanlarımıza teslim etmediler mi? Diğer taraftan Protestan Almanlar, biz Müslümanlarla ittifak ederek yine Protestan olan İngilizlere karşı harp etmediler mi? Kırım muharebesinde, hep Hıristiyan olan (İngiltere), (Fransa), (Sardunya) hükümetleri biz Muhammedilerle silah arkadaşlığı ederek Hıristiyan Rusya’yı ezmediler mi? Bir adab-ı muaşeret kitabında istitraden (yeri gelmişken) söylenen bu sözler, kaarilerimce, mazur görülsün; muhtelit izdivaç meselesi teselsül-i efkâr hadisesiyle bu mülahazaları tahrik etti. Bugün bir Türk delikanlı, evvelce olduğu gibi bir Fransız, bir İngiliz, bir Alman, bir İtalyan kızını tezvic edebildiği gibi bir Türk genç kızın dahi ahlak ve terbiyesi yüksek, asil bir Fransız, bir Japon, bir Alman, bir İtalyan, bir Budist vb gençle izdivaç etmesine medeni kanunumuzda hiçbir mani‘ yoktur.

69 191 numaralı (İçtihat) ‘ta Şark İstiklal Mahkemesi Reisi Avni Bey’in iddianamesinden bu meseleye müteallik ve zımnen bizi müdafi olan satırları da okuyun: “Hiçten bir cihan-ı teheyyüç yaratmak isteyen bu efendiler efkârı tağlitte (yanıltma) o kadar insafsızlık göstermişlerdir ki hayret etmemek ve yazılarında takip edilen gayenin dahili ve harici tehlikeler yaratmaktan ve memleketi şuriş ve nifaka sürüklemekten ibaret olduğuna inanmamak mümkün değildir; mesela günün birinde (İçtihat ) gazetesi sahibi Ankara’ya geliyor, her Türk vatandaşının isteyeceği surette Reisicumhur ile görüşmek arzusunu izhar ediyor ve iki gün sonra kendi içtihadından mülhem olarak beyanatta bulunuyor, bu beyanatın mahiyetini arz ettiğim matbuatın elinde tahrifata uğratılarak çok çirkin bir şekle ifrağ edildikten ve “Abdullah Cevdet Bey kanımızı temizlemek için damızlık insan getirmek istiyormuş suretine kalb olunduktan “sonra baş tarafına da Abdullah Cevdet Bey’in Reisicumhurla mülakatından alınmış bir ilham şekli veriliyor. Beyanatın tahrif edildiği bizzat faili tarafından iddia olunan bu çirkin sözün Cumhuriyet’in Reis-i mübecceline isalinde aranılan, takip edilen maksadın neye matuf olduğunu ben zikr etmeyeceğim” [ 12 Ağustos 1925 günlü gazeteler ] DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 27 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

EK II Milliyet, 6 Kânun-ı evvel 1932, no. 2451 Haftalık Edebi Musahabe FİKİRLER VE İNSANLAR ABDULLAH DJEVDET BEY70 Sizi aydınlatmıya çalıştım gece gündüz: Aydan güneşe gitdim, güneşten aya geldim. Peygamberler va’deder cennet öbür dünyada; Ben size bu dünyayı cennet yapmaya geldim. Abdullah Djevdet

Ölümünü duyduğum zaman ben de birçoklarımız gibi, içimde nedamete benzeyen bir his duydum. Onun kadrini biliyordum, kendisine hürmette kusur etmemiştim. Fakat bu onun için kâfi değildi. Fikir işleri ile uğraşanları sever ve onların İçtihad mecmuasında toplanmasını isterdi. Biz ondan, birçok şeyler öğrendiğimiz bu adamdan, mecmuasına yardımı esirgedik. Bittabi bunun için bir takım sebepleri vardı: Bazı fikirlerine, bilhassa bazı muhabbetlerine iştirak etmiyorduk. Mesela ben onun en çok sevdiği ve eserlerini tercüme ettiği iki Fransız mütefekkirine, J. M. Guyau ile Gustave Le Bon’a bir türlü tahammül edemiyordum. Doğrusu Abdullah Djevdet basite mütemayildi ve o iki mütefekkiri de bilhassa basitlikleri için beğenmişti. Gerek Arap harfleri gerek Latin harfleri ile imlasının garabeti de bu basitçiliğin bir eseri idi. Fakat bütün bunların bir ehemmiyeti olmamalı idi, çünkü birçok, en esaslı meselelerde onunla birleşiyorduk ve hiç de “intolérance” gösteren bir adam değildi. Bilâkis, tanıdığım mütefekkirler içinde en çok “tolérance” ı onda gördüm. İçtihad’ın satışı mütemadiyen azalıyordu., kendisi ihtiyarlamıştı ve kendisine devamlı surette yardım edecek muharrirler bulamıyordu. O mecmuanın okunması için hiçbir şey yapmadık, fakat şimdi onun kapanacağını düşününce içimiz burkuluyor. İçtihad, vazifesi bitecek mecmualardan değildi, çünkü Abdullah Djevdet onu yalnız şu veya bu meselenin müdafii değil, serbest fikirlerin “organ” ı diye kurmuştu. İçtihad mütemadiyen mesele doğururdu. Onların birçoğu bugün tahakkuk etti. Fakat gariptir ki birçok kimseler, onun laiklik için, kadın açılması için, Lâtin harfleri için de çalıştığını unutarak yalnız garip fikirlerini, mesela ırklar hakkında basit bir görüşün eseri olan ve “insan haraları” diyebileceğimiz

70 İsmini ve mısralarını yazarken kendi imlasına, mümkün olduğu kadar, riayet ettim. Z.A. 28 ZEKİ ARIKAN iddiasını hatırlıyorlar. Gazeteler yazdığı, tercüme ettiği kitaplardan bahsederken hiç de iyi olmayan Shahespeare tercümelerini kaydediyorlar da Dozzi Tarihi tercümesini unutuyorlar. Dozzi tarihinin ilmi kıymeti ne olursa olsun, Abdullah Djevdet’in onu neşretmesi büyük bir cesaret ve kahramanlıktı. Tercümesi de fena olabilir, zarar yok, çünkü o kitap bir kitap değil, bir “acte” idi. Abdullah Djevdet’in birçok eserleri böyle bir mesele, birer “acte” idi. Ölümü de bir mesele çıkardı; ben bugün bilhassa ondan bahsetmek istiyorum. Cenazesine giden bir genç muallim, İlhan Şevket Bey, Abdullah Djevdet’e dini merasim yapılması doğru olmayacağını söylemiş. Birçok kimsenin itirazı üzerine namaz kılınmış. İlhan Şevket Bey’in başka hususlarda düşüncelerine iştirak etmemekle beraber bu hususta kendisi ile bir fikirdeyim; namaz kılınmış olmasında bir beis yok, lâik cenaze merasimi fikri bizde de artık ortaya atılmıştır ve bunun Abdullah Djevdet’in cenazesinde ortaya atılıp kabul edilmemesine memnunum; çünkü onun bütün fikirleri evvela reddedildi, fakat sonradan tahakkuk etti.71 Lâik cenaze merasimi en esaslı zaferlerindendir. Dünyayı din teşkilatının elinden alan insan, ahreti de onun elinden kurtarmak için çalıştı. Avrupa’da hayatında dini reddetmiş olanlara zaten kilise ayin yapmazdı ve bunun için o adamlar ya mezarsız kalır ya kendilerine hemcinslerinin son hürmeti göstermelerinden mahrum kalırdı. Müslümanlarda bu hiçbir zaman olmadı; fakat bizde de, bir dine salik olmayanların, cenazelerinde de dini merasim istememek hakları olmalıdır. Peyami Safa Bey, gazetelerin yazdığına göre İlhan Şevket Beye şöyle söylemiş: “Ruhun bakasına inanıyorsanız, dini ayinin yapılması bu ölünün ruhunun istirahatı için daha hayırlıdır; inanmıyorsanız, ayine niçin ehemmiyet verip itiraz ediyorsunuz; bu ölü, ruhu da beraber öldüğü için haberdar olmıyacaktır”. Dini bir ayine itiraz etmenin ruhun bekasına itikatla tam bir alakası yoktur. Kitabi dinlerin hiçbirini kabul etmeden de ebedi bir ruha inanmak kabildir. Fakat bir an için, Peyami Safa’nın kurduğu dilemmayı kabul edelim. Ömer’e isnat edilen, fakat o kuvvetli devlet adamına hiç yakışmadığı için onun söylediğine de hiç inanmadığım bir söz vardır: “Ben ibadet ederim, bir ahret varsa vazifemi yaptığım için mükâfatını görür, kazanmış olurum, yoksa ne kaybederim ?” Adamın iyisi işlerinin de, düşüncelerinin de mesuliyetini kabul eder; ahrete inanmıyorsa, öldükten sonra bir ahret olduğunu görünce de o fikrinin neticelerine razı olur. Ruhun ebediyetine inanmayan kimse de kendi cenazesinde, ona inananlara mahsus olan ayinleri istemez.

71 İlhan Şevket, bu olayı yıllar sonra Vedat Günyol’a anlatmıştır. Bk. Vedat Günyol, Çalakalem ( Eleştiriler ), Çan Yayınları, İstanbul 1977, s. 54 – 55. DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 29 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Hem bir insanın, bilhassa Abdullah Djevdet gibi bir fikir adamının, hayatı yalnız vücudunun varlığı ile mahdut değildir. Kendisi öldükten sonra da fikirlerinin yaşamasını, isminin hemcinsler üzerinde bir tesiri olmasını ister. Hayatı, eseri kalbinin durduğu anda değil, vücudu defn edildikten sonra hitam bulur. Cenazesi de tesir eder. Hem bir insan yalnız kendisinin malı değil, içinde bulunduğu muhitin yaşayışı ve düşünüşü tarzına iştirak edenlerin de malıdır. Kendisi dinsiz ise, cenazesini yapmak da dinsizlere düşer; hayatında dinden uzak yaşamış ise ölüsünün de dinden kaçması lazımdır. İçtihatlarında onun dirisinden kuvvet almış olanların, ölüsünden de kuvvet alabilmeleri icap eder. Samimi olalım, hepimiz biliriz ki Abdullah Djevdet “fikri ile” ile Müslüman değildi. Onun fikirlerini tahrif etmemek için cenazesinde ayin yapılmamalı idi. Gençliğinde bir “na‘t-ı şerif” yazmış olması bir şey isbat etmez; bu ilk manzumesini göstererek Hugo’nun, Fransa’da cumhuriyetin yerleşmesine belki en çok hizmet etmiş olan şairin kral taraftarı olduğunu söylemek gibi bir şey olur. İnsan çocukluğundaki değil, olgunluk devresindeki fikirlerinin adamıdır. Bazıları ölürken “Allah” dediğini iddia ediyor; bu da bir şey isbat etmez, çünkü fikirlerinden değil, hislerinden gelen bir istimdattır. Sevdiklerimizi hürmet ettiklerimizi yalnız başkalarına karşı değil, kendi hislerine karşı da müdafaa etmemiz lazımdır. Zamanımız Fransız romancılarının en büyüklerinden biri olan Roger Martin du Gard’ın Jean Barois’sında güzel bir sahne vardır: Fransa’da laikliğin teessüsüne çalışmış neslin adamlarından olan Jean Barois, bir gün araba ile giderken bilmeden bir dua okumağa, Meryem’den istimdada başlar. Kazada ölmez sadece yaralanır; fakat hasta iken hep bunu düşünür; ölümüne yakın da yine böyle anasından, babasından, aldığı din terbiyesinin uyanacağını anlar ve hemen vasiyetnamesini yazar: “Ben, der, dinsizim, ölümüme yakın ne söylersem söyleyeyim, ehemmiyeti yoktur.” Abdullah Djevdet de bu vasiyetnameyi yazdı: İşte bütün yazıları, işte bütün şiirleri. İşte Anatole France’ın La révolte des anges’ını hatırlatan şu kıt‘ası (Şeytana Kaside): “Yıkıldı vaz‘ı tezelzülden imtina‘ınla – Tahakkümü, gadabı, cebri, kibri Yezdan’ın; - Eğilmek istemeyen başların başı ey – Resulü ‘izzeti nefsin dehası isyanın”. O cenazesinde dini ayin isteyemezdi. “Kovdum dudaklarımdan utangaç duaları” diyen şair, ölüsünün rahmet dilemesine razı olamazdı. İlhan Şevket Bey’in hakkı vardır; Abdullah Djevdet Bey gibi düşünenlerin, içlerinden birinden, sevdikleri fikirleri kendilerine öğretenden ayrılırken namaz kılmağa değil, Nazım Hikmet’in Çan Çalmıyoruz Çan Çalmıyoruz 30 ZEKİ ARIKAN

Yok Sela veren Manzumesine benzer sözler söylemeğe hakları vardır. Abdullah Djevdet’in ölümünden bahsederken, onun seveceğini bildiğim bir fikri müdafaa etmeği, hatırasına en büyük hürmet bildim. Herkes gibi o da unutulmak istemezdi: “Gönlümde sevginin unutulmak melâlini – Üstünde kimse ağlamamış bir mezara sor” diyor. Onun mezarı üstünde ağlamıyorum, aşılamak istediği fikirleri müdafaaya çalışıyorum.

Nurullah ATA DR. ABDULLAH CEVDET HAK GAZETESİNDE 31 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Kaynakça İçtihad Mecmuası Hak Gazetesi Tanin Gazetesi Diğer makale ve kitaplar Abdullah Djevdet, “Un précurseur anarchiste Ebou-el Muarri”, Les Temps modernes, Suppl. Litt., 5 (1898),s. 536 -537. Abdullah Cevdet, “Muhtelit İzdivaçlar”, Âdab-ı Muaşeret Rehberi, ayrı basım. Ahmad, Feroz, İttihat ve Terakki, (Çev. Nuran Ülken), Kaynak yay., İstanbul, 1984. Aksoy, Ekrem, “Ölümünün Yetmiş Beşinci Yılında Abdullah Cevdet”, Sözcükler, 2 (Mart-Nisan 2008), s. 120 – 126. Akşin, Sina, Şeriatçı Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı, İmge, Ankara, 1994. Aklan, Necati, ‘The eternal enemy of Islam:’ “Abdullah Cevdet and the Baha’i religion”, Bulletin of SOAS, 68, I (2005), s. 1 – 20. Bayur, Yusuf Hikmet, Türk İnkılabı Tarihi, TTK, Ankara, 1991, II/1. Binark, İsmet – Sefercioğlu, Nejat, Doğumunun 100, Yıldönümü Münasebetiyle Süleyman Nazif Bibliyografyası, Ankara, 1970. Creel, Frank W, “Abdullah Cevdet: A father of Kemalism”, Journal of Turkish Studies, 1980, s. 9 -26. Çağın, Şerife, “Abdullah Cevdet’ten Hüseyinzade Ali’ye Mektuplar”, Yeni Türk Edebiyatı, 1(Mart 2010), 195 -232. Demir, Fevzi, Osmanlı Devleti’nde İkinci Meclis-i Mebusan Seçimleri (1908 -1914), İmge, Ankara, 2007. Enginün, İnci, Türk Edebiyatında Shakespeare, Dergâh, İstanbul, TY. Flemming, Barbara & Schmidt,Jan, The Diary of Karl Süssheim (1878 -1947), Franz Steiner Verlag, Stuttgart, 2002. (Gövsa), İbrahim Alaettin, Süleyman Nazif Hayatı, Kitapları,Mektupları, Fıkra ve Mektupları, İstanbul, 1933. Gündüz, Mustafa, İçtihadın İçtihadı, Lotus, Ankara, 2008 Güneş, İhsan,” 1912 Seçimleri ve Eskişehir’de Meydana Gelen Olaylar”, Belleten, 216 (1992), 470 – 481. Günyol, Vedat, “Büyük İnsancı Abdullah Cevdet”, Türk Dili, 328 (Ocak 1979), s.10-13. Günyol, Vedat, Çalakalem ( Eleştiriler ), Çan Yayınları, İstanbul 1977. 32 ZEKİ ARIKAN

Günyol, Vedat, Güleryüzlü Ciddilik, Çağdaş, İstanbul 1986. Hanioğlu, M. Şükrü, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal, İstanbul, 1981. Hanioğlu, Şükrü, Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889 – 1902), I, İletişim, İstanbul 1985. (Hisar), Abdülhak Şinasi, “ Süleyman Nazif’e Dair Hatıralar”, Muhit, III (1931), 3o-31 İbrahim Temo’nun İttihat ve Terakki Anıları, Arba, İstanbul, 1987. Karakaş, Şuayb,Süleyman Nazif Hayatı Sanatı Eserleri, Kültür Bakanlığı, Ankara,1987. Kaygusuz, Bezmi Nusret, Bir Roman Gibi, İzmir, 1955. Koloğlu, Orhan, 500 Years in Turkish – Libyan Relations, Ankara, 2007. Kreiser, Klaus, Atatürk Bir Biyografi (çev. Dilek Zaptçıoğlu), İletişim, İstanbul, 2008. Kurgan, Şükrü, Süleyman Nazif Hayatı Sanatı, Eserleri, Varlık, İstanbul,1955. Mardin, Şerif, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, 1895 -1908, İstanbul, 1983. Nurullah Ata,” Abdullah Djevdet”, Milliyet, 6 Kânunıevvel 1932, no.2451. Pekdoğan, Celal, “Batılılaşma Bağlamında Bazı Batıcıların “Öteki” ne Bakışları ve Bir Tartışma”,Bilgi Bellek, 6 (2006), s. 46 -73. Tansü, Yunus Emre, Batıcı Düşüncenin Etkili Bir Sözcüsü Olarak İçtihad Mecmuası (1904- 1932), Basılmamış doktora tezi, Ankara Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002. Topuz, Hıfzı, II. Mahmut’tan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Remzi, İstanbul, 2003. Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasi Partiler (1859 – 1952), İstanbul, 1952. Tunçay, Mete, Türkiye’de Sol Akımlar ( 1908 -1925), Bilgi, Ankara, 1967. Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, 1970. Yücebaş, Hilmi, Süleyman Nazif’ten Hatıralar, İstanbul, 1957.

II. Meşrutiyet Dönemi İşçi Hareketleri ve Bu Hareketlerin Meydana Getirdiği Sorunlar Üzerine Bir Deneme

Workers Movement During II. Constitutional Monarchy Period And A Study On The Problems Brought To By This Movement

Taner Aslan∗

Özet Osmanlı batılılaşması sosyal teşebbüslerin gelişmesini sağlamıştır. Tanzimat’ın sonlarına doğru sendika, grev gibi işçi haklarına yönelik ilk kıpırtıların başladığı görülmüştür. II. Meşrutiyetle birlikte siyasî, sosyal, kültürel ve idarî alanda önemli gelişmeler kaydedilmiştir. İşçilerin çalışma hayatını düzenlemek için kurulan sendikalar, işçilerin bilinçlenmesinde önemli rol oynamıştır. Bu çalışmada, II. Meşrutiyet Döneminde, grevlerin meydana getirdiği; sosyal, idarî ve iktisadî sorunlar ele alınmıştır. İşçi grevlerinin ortaya çıkmasında bir takım faktörler etki etmiştir. Bunlar; kötü çalışma koşulları, çalışma saatlerinin fazlalığı, düşük ücret, ücretlerin alınamaması önemli yer teşkil etmiştir. II. Meşrutiyet grevleri, siyasî temelden yoksun, tamamı sendikal örgütlenmeyle değil, kendiliğinden ortaya çıkan grevlerdir. Grevler, yapı, maden, taşıma ve dokuma endüstrilerinde sıklıkla görülmüştür. Bu alanlarda iş bırakmalar, üretimin ve hizmetlerin aksamasına ve durmasına yol açmıştır. Bundan dolayı, iktisadî ve sosyal açıdan büyük güçlüklerle karşılaşılmıştır. Başlangıçta hak talepleri şeklinde başlayan grevlerin yoğunluğu, iktisadî açıdan önemli sıkıntı oluşturduğu gibi, grevlerin meydana getirdiği taşkınlıklar, idarî ve güvenlik bakımından da sorun teşkil etmiştir. Anahtar Kelimeler: Meşrutiyet, Sendika, Grev. Abstract Western healing of Ottoman has enabled the development of social undertakings. Towards the end of the Administrative reforms first start of strike and employee organizations for workers' rights was seen. With II. Constitutional Monarchy, significant progress in political, social, cultural and administrative areas has been made. Trade unions established for organizing the working life of workers began to play an important role in awareness of workers. In this study, the social, administrative and economic issues of strikes occurring during II. Constitutional Monarchy period have been addressed. A number of factors was affected the emergence of workers' strike. These included: poor working conditions, the excess hours of working, low wages, where

∗ Yrd. Doç. Dr., Aksaray Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü. E- mail: [email protected] 34 TANER ASLAN wages could not be received. II. Constitutionalist strikes were occurring spontaneously with a lack of political base, and they were not all trade union organizations. Strikes in the construction, mining, transportation and textile industries were often seen. Leaving in this field of business had let to stop of production and disruption of service. Therefore, economic and social aspects have been faced with great difficulties. Initially started in the form of claims, the intensity of the such strikes created important economic problems, bring the rowdy, and the problems in administrative and security terms Key Words: Constıtutonalısm, Union, Strike.

Giriş 1838’de imzalanan ekonomik anlaşmalarla, 1839 Tanzimat Reformları, Osmanlı Devleti’nde daha liberal bir ekonomiye geçişin yasal zeminini oluşturmuştur. Tanzimat; ticareti, şer’î mahkemelerin yetki alanından çıkarmış ve Osmanlı uyruklarına ilk defa özel mülk edinme hakkı tanıdığı gibi, Osmanlı ekonomisinin kendi içine kapalı, geleneksel yapısının pazar ekonomisine dönüşmesine devletin resmen cevaz verdiği yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Bu da üretim tarzının değişimine ve sınaî işletmelerin ortaya çıkışına yol açmıştır.1 19. yüzyılda Batı’da ortaya çıkan sanayi inkılâbı, verimli insan gücü ihtiyacını doğurmuştur. Bu ihtiyaç, işçilerin statülerinde birtakım değişiklikler meydana getirerek, işçilerin örgütlenmesini sağlamıştır. Bu inkılâp, Batı’nın yanı sıra, Osmanlı Devleti’nin iktisadî ve sosyal vaziyetini de derinden etkilemiş, devletin iktisadî yapısında, dolayısıyla iş gücünde yeni gelişmelerin yaşanmasına sebep olmuş,2 buna bağlı olarak da, işçi sınıfı oluşmaya başlamıştır. Ancak, başlangıçta Osmanlı toplumsal ve ekonomik yapısı içinde, işçi sınıfının örgütlü bir nitelik taşıdığı söylenemez.3 Osmanlı ekonomisi, yapı itibarıyla emeğini satarak geçinen işçinin oluşmasına imkân tanımamıştı, fakat Avrupa’dan gelen rekabet, geleneksel Osmanlı üretim tarzını kaçınılmaz olarak dönüştürmeye başlaması, ücretli sanayi işçisini doğurmuştur.4 1839-1919 döneminin siyasî kargaşa ortamı ve ülkenin endüstriyel piyasa ekonomisine hızla geçişi, imalat, ulaştırma, hizmet ve devlet dışı sektörlerde yeni iş olanaklarıyla beraber yeni boyutlu bir işçi hareketini başlatmıştır. Bu dönem, bu özelliğinden dolayı kent işçisinin ortaya çıktığı bir dönem olmuştur. Yeni

1 Yavuz Selim Karakışla, “Osmanlı Sanayi İşçisi Sınıfının Doğuşu, 1839-1923”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950, (der. Donald Quataer - Eric Jan Zürcher, çev. Cahide Ekiz), İletişim Yayınları, İstanbul 1988, s. 27. 2 Kemal Sülker, Türkiye’de Sendikacılık Tarihi, Bilim Kitabevi Yayınları, İstanbul 1987, s.14. 3 Emre Kongar, Toplumsal Değişme Kurumları ve Türkiye Gerçeği, Bilgi Yayınevi, Ankara 1979, s. 449. 4 Karakışla, a.g.m., s. 28.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 35 (OTAM, 25 / Bahar 2009) yapılan demiryolları, liman ve tersaneler sayesinde kentlerde yeni iş imkânlarıyla beraber işgücü de doğmuştur. Yeni iş kolları işçi örgütlerinin, sınıf bilincinin, işçi hareket ve grevlerinin de başlangıcı olmuştur.5 19. yüzyılda, Osmanlı ticaretinde mutlak bir yabancı hâkimiyetinin varlığı görülür. Bu durumun sebepleri açıklanırken, ortaya konulan yaklaşımlarda Osmanlı Devleti’nin Müslüman tebaasının ticarete özendirilmemesinin önemli etkisi olduğu ileri sürülmektedir. Bu yazıda, 19. yüzyılda işçi sınıfının ortaya çıkışı ile işçilerin, II. Meşrutiyet Döneminde hak talep etme adına sendikal ya da sendikal olmadan yaptıkları grevlerin yol açtığı; iktisadî, idarî ve toplumsal sorunlar ele alınmıştır. Türkiye’de işçi hakları ve grev üzerine yapılan çalışmalar, ağırlıklı olarak dönemin gazete ve dergileri esas alınarak yapılmıştır. Bu çalışmalarda, arşiv kaynakları sınırlı olarak kullanılmıştır.6 Daha önceki çalışmaların, arşiv verileriyle karşılaştırılması, Türk işçi hareketleri tarihi açısından önem arz etmektedir. Ayrıca bu çalışmada, ülkemizde yabancı sermayenin, devletin malî gücünü ve dolayısıyla işçi gücünü nasıl elde ettiğine yer verilmiştir. Çalışma, Başbakanlık Osmanlı Arşivi belgelerinden elde edilen bulguların değerlendirilmesi biçiminde gerçekleştirilmiştir. Osmanlı Devleti’nde İşçi Hareketlerinin Ortaya Çıkışı Marx’ın ‘Sanayi Ordusu’ adını verdiği işçi sınıfı, 1800 yıllarından itibaren Avrupa’da doğmaya başlamış, 1850’lerde proletarya tüm nüfusun üçte birine, 1909’larda ise yarısına kadar ulaşmıştır. Bu sebeple, işçi sınıfı gerçek kimliğini sanayileşme süreci sonucu kazanabilmiştir.7 Bu süreçle, toplumla işçilerin ve işçilerle işverenler arasındaki ilişkiler artmıştır. Bu ilişkiler, düzenlenmesi gereken birçok anlaşmazlıkları da ortaya çıkartmıştır. 19. yüzyılda, bilhassa işverenlerin kendi çıkarlarını düşünmesi ve işçileri sömürmesi, işçiler arasında kendiliğinden bir dayanışmanın oluşmasına yol açmıştır.8 Sanayi devrimi ile kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi sonucu, işçi ve kapitalist sınıflar arasındaki çelişkiler daha belirgin boyutlar kazanmıştır. Sanayi devriminin başlangıcında, işçiler neye karşı ve hangi yollardan mücadele etmeleri gerektiğini bilmeden işi durdurup makineleri kırıyor, fabrikaları tahrip ediyorlardı. İşçiler, bununla yalnızca fabrika sahiplerine isyan ettiklerini hissettirmek istiyorlardı. Sanayi devriminin başlangıcında öfkelerini üretim araçlarına yönelten işçiler, giderek bu tür eylemlerinin anlamsız ve yanlış olduğunu fark etmişlerdir. Sömürülmelerinin ve işsizler ordusunun ortaya

5 Karakışla, a.g.m., s. 52. 6 Örneğin bu hususta Oya Sencer’in Türkiye’de İşçi Sınıfı ve Mesut Gülmez’in Türkiye’de Çalışma İlişkileri (1936 Öncesi) eserleri dikkati çekmektedir. 7 Orhan Türkdoğan, “19. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda İşçi Sınıfının Doğuşu”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, XI/2, (1981), s. 5. 8 Osman Sulhi Aksu, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt, Ankara 1974, s. 13.

36 TANER ASLAN

çıkmasının asıl nedeninin kapitalist düzendeki mülkiyet biçimi olduğunu anlayan işçiler, grev silahını daha bilinçli olarak kullanmaya başlamışlardır. Böylelikle işçiler, neye ve kime karşı grev yapmaları gerektiğini anlamışlardır.9 Avrupa’da sanayi inkılâbının işçi sınıfını ortaya çıkarması ile Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan sonra bu anlamda işçi sınıfının ortaya çıkışı arasında paralellik vardır. Sanayinin gelişimi, nüfusu oluşturan etnik grupların kapalı topluluk yapılarının çözülmesini beraberinde getirirken, toplum sınıfları ve etnik tabakaların ayrım çizgilerini belirginleştirir, farklılaşmalarını vurgular.10 Bu anlamda, Tanzimat Dönemi (1839-1870), endüstri ve işçi meseleleri açısından yeni bir dönem sayılabilir. Bu dönem, sınaî gelişimin tabiî akışından, iç ve dış unsurların etkisiyle saptığı, eski üretim biçimlerinin yer yer yıkıldığı, yeni sınaî biçimlerinin ülkeye zorla yerleştirilmeye çalışıldığı bir dönemdir. Anılan dönemde, devlet sanayisinin yanında, özel fabrikalar da 1839’dan sonra kurulmaya başlamıştır. Bu fabrikaları kuranların hemen hepsi, yabancı kapitalistler, bir kısmı da azınlıklardır. Yabancıların bu türlü fabrikalar açmalarında, 1838 Serbest Ticaret Anlaşması’nın tanıdığı ayrıcalıklar ve 1858 Arazi Kanunnamesi’ne 1869’da eklenen, yabancıların Osmanlı Devleti’nde mülk ve toprak edinebilmelerini mümkün kılan hükümlerin önemli etkisi olduğu söylenebilir.11 Bu kanunlarla, Tanzimat sonrası dönemde, mirî toprak rejiminin yıkılışı tamamlanmış, ancak yerine dönemin koşullarına uygun yeni bir düzen

9 M. Şehmuz Güzel, Grev, Sosyalist Yayınlar, İstanbul 1993, s. 13-14. Grev sözcüğü, dilimize Fransızcadan geçmiştir. İlk anlamı kumsal olan bu sözcüğün iş bırakımı anlamında kullanılması 1800’lere rastlamaktadır. O yıllarda işçiler, yüzyıllardan beri emekçilerin topladığı, iş beklediği, gösteri ve toplantılarını düzenlediği Paris’in Grev Meydanı’nın adına izafeten, iş bırakımı eylemlerine grev demeye başlamışlardır. Bkz. M. Şehmuz Güzel, Türkiye’de İşçi Hareketleri, İstanbul 1993, s. 135. Grevin çeşitli tanımları vardır: Bunlardan bir kaçını buraya alıyoruz. Grev, “işverenin, işçi isteklerini kabul etmesini sağlamak amacı ile işçiler tarafından işin topluca ve birlikte hareket edilerek bırakılmasıdır.” (Güzel, a.g.e., 1993, s. 16). Grev, “emek ile sermaye ve işçi ile işveren arasındaki çarpışmanın bir şekil ve aşamasıdır.” Bkz. Orhan Tuna, Grev Hakkı, İstanbul Üniversitesi Yayını, İstanbul 1962, s. 11. Grev, “çalışma koşullarını kendi lehlerine değiştirmek ve yeni haklar, çıkarlar sağlamak amacı ile işçilerin çoğunun önceden aralarında karar vermek suretiyle bir işyerinde veya bölgede belirli veya belirsiz bir süre için çalışmaya son vermeleri”dir. Bkz. Cahit Talas, Sosyal Ekonomi, Ankara 1976, s. 457. Grev, “çalışanların yaşam ve çalışma koşullarını korumak, bu koşullarda iyileştirme ve düzeltmeler sağlamak, ücret artışı, çalışma süresinin kısaltılması vb. amaçlarla işverenler ve işverenlerin oluşturduğu kapitalist sınıfa karşı ya da kamu kuruluşları kararları üzerinde baskı yapmak amacıyla, belirli veya belirsiz bir süre için gönüllü olarak topluca ve birlikte bir hareketle, ekonomik alanda bir işyeri, işletme, işkolu veya bütün işkollarında, coğrafî alanda bir semt, kent, bölge veya bütün ülkede işi yavaşlatma, önemli ölçüde aksatma ya da tümüyle durdurma eylemi”dir. (Güzel, a.g.e., 1993, s. 17). 10 Türkdoğan, a.g.m., s. 11. 11 Oya Sencer, Türkiye’de İşçi Sınıfı, Habora Kitabevi Yayınları, İstanbul 1969, s. 85; Türkdoğan, a.g.m., s. 11.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 37 (OTAM, 25 / Bahar 2009) getirilememiştir.12 Yabancılara tanınan ayrıcalıklar sonucu özel teşebbüsler giderek artmış, yeni yeni imzalanan ticaret antlaşmaları, 1838 anlaşmasının hükümlerini, Osmanlı Devleti zararına ağırlaştırmaktan başka bir yenilik getirmemiştir. Böylece devlet, kolay hammadde sağlayan bir ülke ve yabancı kapitalistlerin ürünleri için tam bir açık Pazar niteliği haline gelmiştir.13 Bu durum, Osmanlı’da ticarî hayatı bütünüyle yabancı ve Osmanlı gayrı Müslim azınlıkların denetimine sokmuştur.14 Bazı endüstri kollarında, özellikle Batılı tüccar ve iş adamlarının etkisiyle, küçük atölye endüstrisinden Batı anlamında fabrikalara geçiş gerçekleşmeğe başlamıştır. Bu olay, daha çok Rumeli’de, yerli burjuvaların yardımı ve devletin bu kişileri, zorunluluklar yüzünden desteklemesiyle gerçekleşebilmiştir. Köklü bir değişiklik olmasa da modern endüstriye geçişin ilk adımları bu dönemde atılmıştır. Bunun ilk örneği Bulgaristan’da Pilevne’de 1834’te kurulan ve devletten de destek gören aba dokuma fabrikasıdır.15 Bundan bir yıl sonra Filibe yakınında bir dokuma fabrikası daha kurulmuştur. Bu fabrikaların ilk olarak Rumeli’de kurulmuş olması ilk birikimin burada sağlanabilmiş olmasına dayanır. Bu da, Balkanlarda 19. yüzyılda kiralık emeğin doğmasına yol açmıştır.16 19. yüzyıl başlarında hızlanmış olan toprak düzenindeki çözülme, işçilerin büyük şehirlere akınını ve kullanılabileceğinden fazla işgücünün emek piyasasına sunulmasını hızlandırmıştır. Bu, köy kaynaklı işçilerin yanında, çözülmekte olan küçük endüstri kollarının açıkta kalan usta ve işçileri de kiralık emek ordusunu güçlendirmiştir. Bunun sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu’nda tek tek işçilerden değil, işçi kitlesinden söz edilebilir. 1839 sonrasının endüstriyel atılımı, işçilerin yavaş yavaş bir kitle niteliği kazanmalarına yol açmıştır.17 Bu dönemde, makinelere karşı hareketler çoğalmakta,18 işçi sayısı hızla artmakta, yeni iş koşulları ve çeşitli işçi hareketli ortaya çıkmaktadır.19 İşçi hareketlerinin temelinde özellikle yabancı sermayenin çalışanları istismar etmesi ve düşük ücretlerle çalıştırması yatmaktadır.20 İşçi hareketleri, işçi sınıfının genel

12 Sencer, a.g.e., s. 76. 13 Sencer, a.g.e., s. 79. 14 Sedat Ağralı, Günümüze Kadar Belgelerle Türk Sendikacılığı, Son Telgraf Matbaası, İstanbul 1967, s. 18. 15 1839’larda, bu fabrikada 80 Bulgar işçi ve 2 Çek usta çalışmaktadır. Sencer, a.g.e., s. 68. 16 Sencer, a.g.e., s. 65. 17 Sencer, a.g.e., s. 89. 18 Makinelerin insan emeğinin yerine geçmesiyle, işsiz kalmak korkusu bu teşebbüslere yol açmıştır. 1851’de Samakof’da kurulmuş olan mekanik tarağa karşı girişilen hareket, bu türlü hareketlerin en ilginçlerindendir. Özellikle kadın işçiler, kürek, balta ve sopalarla, bir dokuma atölyesine hücum eder ve ancak kendilerine bu mekanik tarağın kullanılmayacağı sözü verildikten sonra hareketten vaz geçerler. Bkz. Sencer, a.g.e., s. 90. 19 Sencer, a.g.e., s. 89. 20 Erdinç Yazıcı, Osmanlı’dan Günümüze Türk İşçi Hareketi, Aktif Yayınları, Ankara 1996, s. 91.

38 TANER ASLAN

çıkarlarını ve işçilerin sömürüden kurtulma mücadelelerini tümüyle kapsar.21 Özellikle devlet endüstrisi ve yapı endüstrisi (kara ve demiryolları) işçi sayısını arttıran kaynaklar olmuştur. Endüstri sahasında bu dönemde iş koşulları, güç ve yıpratıcıdır. Ücret düşük tutulmakta ve karşılığı tam olarak ödenmemektedir. Hafta sonu kavramı diye bir şey yoktu. Zira hafta sonu çalışmaz iseler ücretleri kesiliyordu. Bu yüzden işçilerin çalışmadığı gün yoktu. Yabancı işçilerin durumu Türk işçileri gibi değildi. Onlar her türlü imtiyaza sahiptiler.22 Osmanlı İmparatorluğu’nda işçiler her bakımdan yoksul ve perişandı.23 İş saatleri gün doğuşundan gün batışına kadar olarak belirlenmişti. Yer yer 14-16 saate kadar yükselmekteydi. İşçilerin çalışma koşulları da oldukça kötüdür. Hasta işçiye hiçbir ücret ödenmeden işten çıkartılırdı. Şirket yöneticileri işçiye kötü davranmakta, birçok haktan da yoksun bırakmaktaydılar. İşçilerin, sağlık örgütleri olmadığı gibi, hiçbir güvenliğe de sahip değildiler. Henüz iş yasaları çıkmadığı gibi, ne sigorta haklarından yararlanabilir, ne de geleceklerine güvenle bakabilirlerdi.24 Ayrıca, fabrika ve işyeri kapılarında büyük bir işsiz kalabalığı beklediğinden ve işçi haklarını koruyucu hiçbir yasa bulunmadığından işçinin elinde ücretini yükseltecek imkân olmadığı gibi, bunu isteyecek bilinç de yoktu.25 İktisadî şartların meydana getirdiği olumsuz hayat koşulları, artmayan ve ödenmeyen işçi ücretleri ile ağır çalışma koşullarının oluşturduğu birikim, II. Meşrutiyetin getirmiş olduğu hürriyet ortamında kendini ifade hakkını elde edebilmiştir.26 Ekonomik sıkıntıların artması ile birlikte işçilere sunulan çalışma koşulları grev hareketlerine yol açmıştır.27 Ayrıca, başlangıçta İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin işçilere sahip çıkması ve grevlere sıcak bakması da grevlerin artmasında etkili olmuştur.28

21 Kemal Sülker, 100 Soruda Türkiye’de İşçi Hareketleri, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1968, s. 5. 22 Hüseyin Avni Şanda, 1908 İşçi Hareketleri, İstanbul 1976, s. 28; Sencer, a.g.e., s. 94-95; A. Makal, Osmanlı İmparatorluğu’nda Çalışma İlişkileri 1850-1920, Ankara 1997, s. 269. 23 Kemal Sülker, Türkiye’de Sendikacılık, İstanbul 1955, s. 59. 24 Sencer, a.g.e., s. 95-96. 25 Sencer, a.g.e., s. 94-95. 26 Hüseyin Avni, 1908’de Ecnebi Sermayesine Karşı İlk Kalkınmalar, Akşam Mat., İstanbul 1332, s. 18; Güzel, a.g.e., 1993, s. 63-64. 27 M.N.A. Nıcole, “Bursa’da Kadın İşçilerin 1910 Grevi”, Toplumsal Tarih, sayı 39, Mart 1997, s. 7-10; M. Şehmuz Güzel, “1908 Kadınları”, Tarih ve Toplum, cilt 2, sayı 6-12, 17 Temmuz 1984. 28 Fikret Adanır, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun İle Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), (der. Erik Jan Zurcher, Mete Tuncay), İletişim Yay., İstanbul 1995, s. 67-68; krş. Mesut Gülmez, Türkiye Belgesel Çalışma İlişkileri, 1936 Öncesi, Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü, Ankara 1991, s. 13.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 39 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Osmanlı Devleti’nde birçok iş sahası yabancı sermayenin elindeydi ve bu sermayenin emrinde birçok Türk işçisi çalışmaktaydı. Yabancılar, Osmanlı memur ve işçilerine göre daha iyi ücret almaktaydılar. Osmanlı memurları, yabancı memurların kendilerinden daha fazla ücret aldığı ve ayrıcalık yapıldığı gerekçesiyle hükümete şikâyet dilekçesi göndermişlerdir.29 Bu durum, Türk işçilerinin greve gitmelerinin önemli sebepleri arasında yer almıştır. Osmanlı Devleti’nde İşçi Örgütlenmeleri Temel hak ve özgürlüklerin kazanılması ve bu hakların uzun mücadeleler sonucu elde edilmesi sosyolojik bir olgu niteliğindedir. Tarihte birer mücadele örgütü olarak ortaya çıkan ve sosyolojik bir olgu olan sendikalar, Türk siyasal hayatında zaman zaman ön plana geçmiş ve siyasal karar merkezlerine etkide bulunan rollere sahip olmuşlardır. Bizde sendikaların oluşumu yakın bir geçmişe dayanır. Osmanlı Devleti, tüm olarak tarımsal bir ekonomiye dayandığından ve sanayileşme hareketi bir kaç imtiyazlı yabancı kuruluş dışında var olmadığından, Batı’da olduğu gibi işçi ve işveren ilişkileri oluşamamıştır.30 Meşrutiyet öncesinde büyük kentlerde, limanlarda ve stratejik sektörlerin bulunduğu bazı alanlarda, işçilerin dernekleşmelerine ve sendika faaliyetlerine tanık olmaktayız.31 1908 öncesinde sendika anlayışı yaygın değildi. İlk işçi kuruluşları sendika veya işçi örgütü olmaktan ziyade bir nevi hayır cemiyetleriydi. Yapılan araştırmalar, işçilerle ilgili bir cemiyetin 1871’de kurulan Ameleperver Cemiyeti olduğunu göstermiştir.32 Osmanlı aydınlarının iştirakiyle kurulan Cemiyet ile Avrupa’daki işçi teşekkülleri arasında geniş bir mesafe vardır ve gerçek bir işçi derneği olmaktan uzaktır.33 Cemiyet’in kökü 1868’lere kadar gitmektedir. Bazı yazarlarca bu Cemiyet, ilk işçi cemiyeti olarak ileri sürülmekle beraber,34 Sencer ve Güzel, bunun bir işçi derneği olmadığı ve işçilere yardım etmek üzere kurulan ve daha önceki yıllarda rastlanan hayır kurumlarının bir örneği olduğunu belirtmektedirler.35 Bu Cemiyet, işçilere iş bulma ve yoksul işçilere

29 Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987, s. 99. 30 F. Saymen, “Sendikalar Kanun Tasarısı Hakkında Mütalâa”, İşveren, cilt 1, sayı 2, 1962- 1963, s. 10 vd; M. Yurdal, Türkiye’de İşçi Hareketleri ve Sendikal Haklar, yay. y., İstanbul 1986. 31 Türkdoğan, a.g.m., s. 14. 32 İstanbul’da yaşayan yabancılar ile gayrimüslim Osmanlı burjuvaları tarafından muhtaç işçilere yardım etmek amacıyla, İtalyan Operaja Derneği (1866), Emek Dostları (Amis du Travail 1866), Yunan Derneği Omania kurmuşlardır. Bkz. Karakışla, a.g.m., s. 38-39. 33 Sülker, a.g.e., 1955, s. 7; Sülker, a.g.e., 1987, s. 14; Sencer, a.g.e., s. 96-97; Yazıcı, a.g.e., s. 92; Turan Yazgan, “Türkiye’de Sendikal Hareketler”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, cilt 2, sayı 20, s. 65. 34 Sülker, a.g.e., 1987, s. 14; Kurthan Fişek, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve İşçi Sınıfı, Doğan Yayınevi, Ankara 1969, s. 44. 35 Sencer, a.g.e., s. 408; M. Şehmus Güzel, “1871 Ameleperver Cemiyeti”, Bilim ve Sanat, sayı 8, Ağustos 1981, s. 43-45.

40 TANER ASLAN yardım da bulunmaktaydı. Bu açıdan, Cemiyet’i bir iş bulma kurumu ve hayır cemiyeti şeklinde de tanımlayabiliriz.36 Ancak, bu Cemiyet’in Marksist eğilimler taşıdığı da iddia edilmektedir.37 1871’de kurulan Ameleperver Cemiyeti, 1872’de kapatıldıktan sonra, sınıf bilinci taşıdığı söylenebilecek gerçek anlamdaki ilk işçi örgütü, İstanbul Tophane fabrikalarında çalışan işçiler tarafından 1894’te gizlice kurulan Osmanlı Amele Cemiyeti’dir.38 Sayılgan’a göre bu Cemiyet, komünist manifestosunun esaslarına uygun, ihtilalci, Marxist bir teşekküldür.39 İşçilerin kötü çalışma koşullarına karşı birleşmesinden doğan bu derneğin çalışmaları bir yıl kadar sürebilmiş, kurucularının tutuklanmasından ve sürülmesinden sonra dağılmıştır.40 Bu Cemiyet’in dağılmasından sonra, Anadolu Osmanlı Demiryolları Memurîn ve Müstahdemîn Cemiyet-i Uhuvvetkârisi kurulmuştur.41 Bu sendika, Meşrutiyetin ilanından sonra bir sendika hüviyeti kazanacaktır.42 1866 yılından sonra kurulan işçiyi koruma dernekleri, Türkiye’deki yabancı burjuvaların ve zamanın İstanbul sosyetesinin kurduğu hayır cemiyetlerinden başka bir şey değillerdir.43 Gerçek anlamda işçi örgütleri kurmanın olanaksız olduğu 1908 öncesindeki örgütlenme çabalarının, gelecek yıllardaki örgütlenmenin ilk çekirdeğini oluşturabilecek yardım sandıkları kurulması çerçevesinde toplandığı anlaşılmaktadır.44 Meşrutiyetin ilanından önce, Osmanlı Devleti’nde ne kurulu sendika ne iş, ne de iş sigortası vardı.45 Meşrutiyetle birlikte, çeşitli işkollarında pek çok sendika kurulmaya başlamıştır. Bu sendikalar arasında, sınıfsal bir yapısı olan Selanik Tütün İşçileri Sendikası önemlidir.46 7 Eylül 1908’de, Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi üyeleri, Selanik’te sosyalist bir temel üzerine karma bir işçi sendikası kurma işine girişmişlerdir. Aynı dönemde Manastır’da sınıf bilincine dayalı işçi örgütünün de temelleri atılmış ve asıl amaç işçi sınıfı arasındaki

36 Mesut Gülmez, “Tanzimat’tan Sonra İşçi Örgütlenmesi ve Çalışma Koşulları”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türk Ansiklopedisi, cilt 3, İletişim Yayınları, İstanbul 1985, s. 792. 37 Türkdoğan, a.g.m., s. 14. 38 Sülker, a.g.e., 1955, s. 11; Sencer, a.g.e., s. 157; Türkdoğan, a.g.m., s. 14; Karakışla, a.g.m., s. 39. 39 Türkdoğan, a.g.m., 1981, s. 14. 40 Mesut Gülmez, Türkiye’de Çalışma İlişkileri (1936 Öncesi), Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayınları, Ankara 1991, s. 408. 41 Sencer, a.g.e., s. 160; Yazgan, a.g.m., s. 20. 42 Sencer, a.g.e., s. 205. 43 Sencer, a.g.e., s. 104. 44 Sencer, a.g.e., s. 160. 45 Şanda, a.g.e., 1935, s. 11. 46 Sencer, a.g.e., s. 205-206.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 41 (OTAM, 25 / Bahar 2009) milliyetçi çatışmaları ortadan kaldırmak olarak belirlenmiştir. 1908’de Kasanti’de, tütün işçileri Türk - Bulgar Sendikasını kurmuşlardır.47 1895’te kapatılan Osmanlı Amele Cemiyeti’nin müntesipleri de Ağustos 1908’de Osmanlı Terakki-i Sanayi Cemiyeti’ni kurmuşlardır. Ancak derneğe askerler de katılmış olduğundan ve yeni Cemiyetler Kanunu’na da uymadığından ömrü uzun olmamıştır.48 Sendika, Tatil-i Eşgâl Kanunu’yla beraber çok geçmeden lağvedilmiş, ancak Nisan 1910’da Osmanlı Sanatkaran Cemiyeti adıyla tekrar ortaya çıkmıştır.49 Matbaalarda çalışanlar da Mürettibin-i Osmaniye Cemiyeti’ni kurmuşlardır (1909).50 Dr. Arhangelos Gabriel’in başındaki Anadolu Osmanlı Demiryolu Memurin ve Müstahdemini Cemiyet-i Uhuvvetkâranesi adlı işçi derneği ise en ciddi dernek olarak göze çarpmaktadır.51 Şark demiryolları işçileri de bir Dayanışma Cemiyeti çatısı altında örgütlenmişlerdir.52 İşçi kuruluşlarının bazıları sendika şeklinde, bazıları da sendika şeklinde değildi. İşçi örgütlenmesi, doğrultusu ve yönetici fikirleri açısından önem taşır. 1908’de başlayan örgütlenmenin hızını, Tatil-i Eşgâl Kanunu’nun bazı iş- yerlerinde sendika kurulmasını yasaklayan maddeleri bile durduramamıştır. Türlü adlar ve biçimler altında, işçi birlikleri hemen bütün iş kollarında ortaya çıkmıştır.53 Cemiyetler Yasası sonrasında kurulan değişik nitelikli bir başka örgüt, Şark Şimendiferleri Kumpanyası’nın eski işçilerince, yani işsizlerce 6 Mart 1911’de kurulan, tüzük ve kuruluş bildirisi de 18 Mart’ta Dahiliye Nezareti’ne verilen Çalışkan Kardeşler Cemiyeti’dir. Bu örgüt, 27 Nisan 1911’de Tatil-i Eşgâl Yasası’na dayanılarak kapatılmıştır.54 Vodina’da sosyalizan bir öğretmen, Tekstil İşçileri Sendikası’nı kurmuştur. Ayrıca Rumeli’nin Selanik, Üsküp, Drama, Kavala, Manastır ve diğer şehirlerinde, tütün, demiryolu, dokuma ve diğer iş kollarında, meslek sendikaları ve genel işçi birlikleri kurulmuştur.55 Vlahof adında bir sendikacı, Selanik’te Federation Societe Ouvriere adlı bir cemiyet teşekkül etmiştir.56

47 Sencer, a.g.e., s. 206; Karakışla, a.g.m., s. 41. 48 Sülker, a.g.e., 1955, s. 15; Sencer, a.g.e., s. 207; Gülmez, a.g.e., 1991, s. 408. 49 Karakışla, a.g.m., s. 39. 50 Sülker, a.g.e., 1955, s. 15. 51 Toprak, a.g.m., 1988, s. 49-50. 52 Karakışla, a.g.m., s. 40. 53 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 409. 54 Ali Birinci, “II. Meşrutiyet’te İşsizlerin Kurduğu Çalışkan Kardeşler Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, Sayı 64, Nisan 1989, s. 12-14; Gülmez, a.g.e., 1991, s. 410. 55 Sencer, a.g.e., s. 224; Gülmez, a.g.e., 1991, s. 410. 56 Sencer, a.g.e., s. 226.

42 TANER ASLAN

Rumeli’de işçi örgütlenmesi sosyalist bir temele dayanmaktadır. İstanbul ve İmparatorluğun diğer bölgeleri için de benzer durum söz konusudur. İstanbul’da da, işçi örgütlerinden önemli bir kısmının sol temel üzerine kurulduğu söylenebilir. Osmanlı Terakki-i Sanayi Cemiyeti’nin uzantısı olarak kurulan Osmanlı Sanatkârân Cemiyeti, geleneksel olarak sola yatkın ve devrimci bir cemiyettir.57 Örgütlenme hareketleri, özellikle Rumeli’de tümüyle sosyalist fikirlerin ve sosyalist kuruluşların etkisinde gelişmiş, bu etki çeşitli yollardan İmparatorluğun diğer bölgelerine de geçmiştir.58 Osmanlı Devleti’nde İşçi Hareketlerinin Meydana Getirdiği Sorunlar Osmanlı’da işçi sınıfı örgütlenmesi, klasik üretim tarzından Batı ölçeğinde fabrikaların tesis edilmesi arasındaki güçlü ilişkiden kaynaklanmaktadır.59 İlk işçi hareketleri, işveren kesimin işçi haklarını hiçe sayan tutumu karşısında, işçilerin tam manasıyla örgütlü olma fikrinden bağımsız olarak, direnme şeklinde ortaya çıkmıştır.60 Daha önceki dönemlerde, Osmanlı İmparatorluğu’nda, çeşitli işçi hareketlerine rastlanmakla birlikte, bu hareketler gerek genel gidişleri, gerek amaçları, gerekse örgütlenme biçimleri açısından, 1870-1908 ve 1908-1919 dönemlerinde ortaya çıkan tatil-i Eşgâl olaylarından farklıdır. Osmanlı işçi hareketlerinin, gerçek bir grev niteliği kazanması ve kamuoyunda yankı bulması 1870’lerden sonraki yıllara rastlar.61 1870’lere kadar makinelere karşı yapılan eylemlerin dışında ücretlerin azlığından bir iki işçi hareketi gazetelere yansımıştır. Bunların haricinde ciddi işçi hareketlerine 1839-1870 arasında rastlanmamıştır.62 Osmanlı Devleti’nde ilk grev 1863’te Zonguldak kömür madenlerindeki işçi grevidir. Ardından Şubat 1872’de İstanbul’daki Beyoğlu Telgrafhane işçilerinin grevi baş göstermiştir.63 Mart 1872’de Yarımburgaz – Ömerli demiryolu yapımında çalışan bazı ustalar ile kalifiye işçiler işi bırakmışlar, raylar üzerine kurdukları çadırlarda üç hafta süreyle oturma eylemi yaparak yapım çalışmalarına engel olmuşlardır. 13 Nisan 1872’de İzmit demiryolu yapımında ustabaşı ile Hırvat işçiler arasında çıkan bir anlaşmazlık yüzünden çalışmalar bir süre durmuştur.64 Zaptiye Nazırı, düzeni sağlamak üzere sıkı önlemlere başvurmuştur. Sencer, yabancı şirketlerce yaptırılmakta olan bu yolların yapımında çalışan Türk işçilerin çıkardıkları

57 Sencer, a.g.e., s. 226. 58 Sencer, a.g.e., s. 241. 59 Yazıcı, a.g.e, s. 90. 60 Ağralı, a.g.e., s. 18; Yazıcı, a.g.e., s. 91. 61 Sencer, a.g.e., s. 132. 62 Sencer, a.g.e., s. 103. 63 Karakışla, a.g.m., s. 30. 64 Sencer, a.g.e., s. 133; Karakışla, a.g.m., s. 30.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 43 (OTAM, 25 / Bahar 2009) olayların temelinde, kötü iş koşulları kadar, yabancılara duyulan kinin de payı olduğunu düşünmektedir. Bu işçilerden biri silahlı olduğundan, şirket, işçileri yol üzerindeki çadırdan çıkarabilmek için güç kullanamamış ve iş, ilgili mahkemeye götürülmüştür. Olay, işin üç hafta aksamasına yol açmıştır. 8 Nisan’da da benzer bir hadise İzmit dolaylarında yaşanmıştır. İşçilerle şirket ortakları arasında sert bir çatışma olmuş, işçiler işverenleri tehdit ederek greve gitmişlerdir.65 24 Ocak 1873’te İstanbul tersane şantiyelerinde 500-600 kadar işçi on bir aydan beri ödenmeyen ücretlerini talep ederek iki gün iş bırakmıştır. Greve giden işçiler, ertesi gün greve katılmayan işçileri koruyan askerlerle çatışmışlardır. Bu işçiler, açlıktan kırıldıklarını söyleyerek askerlere ait ekmekleri yağmalamışlar, ardından Babıali’ye gelerek Sadrazama bir dilekçe vererek, durumlarını anlatmışlardır.66 27 Ocak’ta tersane amele ve marangozları yiyecek ekmekleri olmadığını, bir aydan beridir eşlerinin dilendiklerini, yakacak odun bulamadıklarını beyan ederek greve gitmişlerdir67. 9 Haziran 1875’te Tersane’de 1200 işçi, ücretlerinin ödenmediği gerekçesiyle iş bırakmışlardır. Ağustos ayında da Taksim’de inşaat işlerinde çalışan Müslüman işçiler greve gitmişler, üç kadastro mühendisini de hırpalamışlardır. Bu greve kışlanın bahçesindeki askerlerde katılmış, ancak garnizon komutanının suçluları tutuklamasıyla son bulmuştur. Olay, yerli Müslüman işçilerin, yabancı kadastro mühendislerine bir tepkisidir. İşçiler, içinde bulundukları kötü iş koşullarının suçunu kendilerini çalıştıran yabancılara yüklemektedirler. 13 Ekim 1875’te de Sirkeci hamalları ücretlerinin yükselmesi için greve gitmişlerdir.68 1875’te Osmanlı hazinesinin iflas etmesiyle grev hadiselerine daha sık rastlanmıştır. Bundan dolayı ücretleri ödenmeyen işçiler, ücretlerini talep ederek greve gitmişlerdir.69 18 Şubat 1876’da Hasköy Tersanesinde, İngiliz makinist ve işçileri greve gitmişlerdir. Bunlar, yerli işçilerle değil ayrı olarak greve gitmişlerdir. 24 Şubat 1876’da da arabacılar Christaki Efendi’ye karşı harekete girişmişler ve 200 kişi şirketin ortaklarından Chiristaki Efendi’nin arabasının etrafını çevirmişlerse de, askerler işçileri dağıtmıştır. 23 Mayıs 1876’da birikmiş ücretlerini tahsil etmek için greve giden işçilerden bazılarının, kendilerine verilen önerileri kabul etmesi üzerine işçiler arasında çatışma çıkmış, hadise güvenlik güçlerinin müdahalesiyle önlenebilmiştir.70 1878 sonlarında işçi hareketleri yeniden başlar. 1908 tarihine kadar ücretlerin az ve zamanında verilmemesi, çalışma koşullarının kötü oluşu üzerine birçok iş kolunda çalışan işçiler greve gitmişlerdir. Bu grevleri ve mahiyetini

65 Sencer, a.g.e., s. 134-135. 66 Sencer, a.g.e., s. 136; Karakışla, a.g.m., 30. 67 Sencer, a.g.e., s. 135. 68 Sencer, a.g.e., s. 139; Karakışla, a.g.m., s. 30. 69 Karakışla, a.g.m., s. 31. 70 Sencer, a.g.e., s. 140-141.

44 TANER ASLAN burada zikretmek hem çalışmanın konusu olmadığından hem de çalışmanın boyutunu aşacağından sayısını vermekle iktifa edeceğiz. Bu hareketlerde, işçilerle güvenlik güçlerinin sık sık karşılaştıkları ve işçi hareketlerinin baskıyla dağıtıldıkları görülmektedir. 17 Ekim 1878 tarihli terzilerin başlattığı grevde polis, işçileri dağıtmak için güç kullanmış, bazı göstericileri tutuklamış ancak daha sonra serbest bırakmıştır.71 1876’da 8 greve ve iş bırakma eylemine rastlanmaktadır.72 1878’den 1880’e kadar aynı gerekçelerle 11 grev meydana gelmiştir.73 1880’den sonra Abdülhamit’in baskı idaresi bu tür hareketleri ortadan kaldırmıştır.74 Abdülhamit idaresinin her türlü toplantı hürriyetini yasakladığı ortamda, işçilerin toplu hareketlere girişmelerinin imkânsız olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Bu tür hadiseler patlak vermiş olsa bile kısa bir süre içinde bastırılmaktaydı. Özellikle de 1887’den sonraki dönem, işçi hareketlerinin zayıfladığı ya da yeraltına indiği dönem olarak kabul edilebilir. 1886-1902 yılları arasında hiç grev olmamış, 1908’e kadar ise 35 greve rastlanmıştır.75 1908 öncesi, işçilerin durumlarını iyileştirmek amacıyla işverenlerine karşı açık savaşıma girişmeleri için elverişli bir siyasal ortam oluşturmuyordu. Bu dönemde sansür memurlarınca yazılardan çıkartılan ve kullanılması yasaklanan sözcükler arasında grev de bulunmaktadır.76 1906 tarihindeki grevi ise sansürden dolayı ancak 1908 de Sabah gazetesinden öğrenebilmekteyiz.77 1908 öncesinde yapılan grevlerin büyük çoğunluğu, ücret artışını ve özellikle birikmiş ücret alacaklarının ödenmesini amaçlayan ekonomik nitelikli eylemlerdir.78 Bu dönemde işçilerin teşkilatlı olarak grev yaptığından söz etmek mümkün değildir. Teşkilatsızlık, işçileri toplu hareketten alıkoymaktaydı.79 Ayrıca işçilerin meslek teşekkülleri, uzun zaman çeşitli güçlükler yüzünden kurulamadı. Kurulanlar ise, süratle fonksiyonlarını ifa edemeyecek hâle getirildi.80 Grev, II. Meşrutiyetin ilanının getirdiği hürriyet ortamında giderek yaygınlaşmıştır. II. Meşrutiyet, daha önceden görülmedik hürriyet ortamı meydana getirmiş, o zamana kadar rastlanmayan grevlerle karşılaşılmıştır. O

71 Sencer, a.g.e., s. 142-143. 72 Selim Deringil, “Legitimacy Structures in the Ottoman State: The Reign of Abdülhamid II (1876-1909)”, International Journal of Middle East Studies, 23 (1991), s. 345. 73 Karakışla, a.g.m., s. 31-51; Sencer, a.g.e., s. 143-145. 74 Sencer, a.g.e., s. 145. 75 Güzel, a.g.m., 1985, s. 805. 76 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 424. 77 Sencer, a.g.e., s. 147. 78 Gülmez, a.g.e., s. 426; Sülker, a.g.e., 1955, s. 8-9. 79 Sülker, a.g.e., 1955, s. 9. 80 Sülker, a.g.e., 1955, s. 11.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 45 (OTAM, 25 / Bahar 2009) dönemde, her şeyin hürriyetle ilintilendirilmesi moda olduğu için, grevlere de ‘hürriyet grevleri’ adı verilmiştir.81 II. Meşrutiyet, işçi hareketlerine geçmişte görülmemiş bir canlılık ve yoğunluk kazandırmıştır. İşçilerin yoğun olduğu kentlerde birbirini izleyen grevler, Meşrutiyetin getirdiği göreli siyasal özgürlük ortamında, kısa süre içinde İmparatorluğun hemen her yanına hızla yayılmıştır.82 Ancak bu grevlerin çoğunluğu, kendiliğinden, örgütsüz olarak doğmuştur.83 Meşrutiyetin ilan edildiği 24 Temmuz 1908’den hemen sonra ortaya çıkan grevlerin temelinde de ekonomi yatmaktaydı.84 Tüm grevlerdeki ortak neden, işçilerin daha iyi ücrete ve çalışma şartlarına kavuşma isteğidir.85 II. Meşrutiyetin ilanından sonra, işçi sorunları ve hareketleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genel siyasetinden etkilenmiştir. İşçiler yeni düzenin kendi koşullarını düzelteceğini umut etmişler,86 ancak verilen vaatlerin yerine getirilememesi, meşrutiyetle bütün sorunların çözüleceğine dair inancın sarsılmasına yol açmıştır. İşçilerin beklentilerinin aksine bir gelişme yaşanmış, bunun üzerine işçilerin 1908 Ağustos ve Eylül aylarında başlattıkları grevler, ülkenin her tarafına dalga dalga yayılmıştır. Bu grevler kamuoyunu olduğu kadar, yöneticileri de kuşkuya düşürmüştür.87 İlk grev demiryollarında başlamış, daha sonra farklı iş sahalarına yayılmıştır. Tramvay, havagazı, reji, tütün, sigara kâğıdı, deri, şeker, fırın, tuğla işçileri, işlerini bırakmışlardır. Bu durum, iktisadî açıdan zor durumda olan devlet için büyük bir sorun oluşturmuştur.88 İşçi ve memurlar grevleri son çare olarak düşünmüşlerdir. İşçiler, greve gitmeden önce barışçı girişimler içinde olmuşlar; ortak bir dilekçe ile işverenlerine başvurarak isteklerinin yerine getirilmesi, yoksa greve gidecekleri uyarısında bulunmuşlardır. İşçi ve memurlar, isteklerinin yerine getirileceği yolunda işverenlerce kendilerine söz verilmesi durumunda, buna inanarak işlerine dönmüşlerdir. Bu bakımdan, 1908 grevlerinin önemli bir bölümünün, işverenlerce verilen sözün tutulmaması ya da hükümet yahut İttihat ve Terakki

81 Mesut Gülmez, “1908 Grevleri (İlan-ı Hürriyet Grevleri)”, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, cilt 1, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul 1996, s. 175- 178; Adanır, a.g.m., s. 67. 82 Güzel, a.g.e., s. 1991, s. 297. 83 Sencer, a.g.e., s. 176. 84 Hakkı Onur, “1908 İşçi Hareketleri ve Jön Türkler”, Türk ve Dünya, Mart 1977, s. 277; Karakışla, a.g.m., s. 47. 85 Karakışla, a.g.m., s. 32. 86 Sencer, a.g.e., s. 172-173; Akşin, a.g.e., 1987, s. 99. 87 Sencer, a.g.e., s. 173. 88 Hüseyin Avni, a.g.e., 1332, s. 18.

46 TANER ASLAN

Cemiyeti ileri gelenlerince gerçekleştirilmeye çalışılan uzlaşma girişimlerinin sonuçsuz kalması üzerine başvurulan eylemler özelliği taşıdığını Gülmez belirtmektedir.89 Örneğin, Gazhane işçileri, Şehir Emaneti’ne başvurarak ücretlerinin artırılmaması durumunda greve gideceklerini söylemişlerdir. Şehir Emaneti ise, kendilerine beş on gün sabır etmelerini öğütleyerek, “Kumpanya’ya tebligat icra edileceğini” bildirmiştir.90 Anadolu demiryollarının işçi ve memurları, önce yönetime (Müdüriyet-i Umumiye’ye) bir dilekçe vererek çalışma şartlarının iyileştirilmesini istemişlerdir.91 Anadolu Bağdat Demiryolu işçileri, Anadolu Osmanlı Demiryolu Memurîn ve Müstahdemîn Cemiyet-i Uhuvvetkârisi, (l'Association Fraternelle du Personnel du Chemin de Fer d'Analolie Kumpanya Müdüriyeti)92 yoluyla, 17 Ağustos 1908’de bu hattı işleten Alman şirketi müdürlüğüne, Alman Büyükelçiliği’ne, Deutche Bank ve hükümete bir dilekçe vermişlerdir. Dilekçede, çalışma koşularının düzeltilmesi için birtakım talepler sıralamışlardır.93 Ancak, bu talepleri karşılanmayınca 18 Ağustos’ta greve gitmişlerdir. Bu durum karşısında şirket, işçilerin isteklerini kabul etmek zorunda kalmıştır.94 Anadolu demiryollarındaki grevin başlangıçta uzlaşma ile sonuçlanması üzerine, Eskişehir’de bulunan demiryolu çalışanları hükümet dairesi önüne gelerek Kanun-i Esasi’nin “ahkam-ı mütesaviye-i adaletinden hisse-mend olduklarından dolayı izhar-ı şükran eylemişlerdir.”.95 İşçilerin, çalışma saatlerine zam yapılmasını istemeleri grevlerin önemli nedenleri arasında yer almaktadır. Örneğin, İzmir liman işçileri, saat ücretlerinde % 100’ü aşkın bir zam talebiyle greve gitmişlerdir. İstanbul Cibali’deki tütün işçileri de tütün rejisinin % 50’lik zam teklifini yetersiz bularak 13 Ağustos 1908’de greve gitmişlerdir. İzmir - Kasaba demiryolu işçileri ile 11 Ağustos’ta da Paşabahçe şişe fabrikası işçileri ücretlerinin artırılması isteğiyle grev başlatmışlardır.96 Selanik sigara fabrikası işçileri, Olympos bira fabrikası işçileri, Alatini değirmenleri işçileri, İzmir tramvay işçileri iş gününün 10 saate indirilmesi ve ücretlere zam yapılması için greve gitmişlerdir.97 Dersaadet liman amelesi, Paşabahçe’deki şişe fabrikası amelesi, Osmanlı tütün rejisinin Cibali’deki fabrika amelesi, yevmiyelerinin verilmesi için reji müdürüne dilekçe vermiştir. 13 Ağustos 1908 günü vapurlara kömür yükleyen işçiler, ücretlerinin

89 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 430-431. 90 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 428. 91 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 429. 92 Anadolu Osmanlı Demiryolu Şirketi Memurin ve Müstahdemini Cemiyet-i Uhuvvetkâranesi adıyla teşkil edilen dernek bir sendikadır. BOA, DH.MUİ, 76/-2/4. 93 Sencer, a.g.e., s. 179-180; Güzel, a.g.e., 1993, s. 63. 94 Toprak, a.g.m., 1988, s. 173-178. 95 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 427. 96 Karakışla, a.g.m., s. 32. 97 Sencer, a.g.e., s. 184; Gülmez, a.g.e., 1991, s. 431.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 47 (OTAM, 25 / Bahar 2009) arttırılması için tatil-i Eşgâl etmişlerdir. 14 Ağustos’ta reji işçileri, İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından gönderilen Selim Sırrı ve Salim beylerin çalışmalarıyla işlerine dönmüşlerdir. 15 Ağustos’ta da İnhisar-ı Duhan amelesi greve gitmiştir. Aynı gün 7.000 ekmekçi amelesi, yevmiyelerinin arttırılması için İttihat ve Terakki komitesine dilekçe vermişlerdir. 15 Ağustos’ta şimendifer kumpanyası ameleleri işlerini bırakmışlarsa da Zaptiye Nazırı’nın telkin ve nasihatleriyle görevlerine dönmüşlerdir. 22 Ağustos’ta Selanik Dedeağaç demiryolunda 1.500 işçi işi bırakmış, 23 Ağustos’ta Yedikule iplik fabrikası ile hamurkâr ve pişiriciler işçileri, 24 Ağustos’ta Selanik’te 1.000 kadar fırın işçisi ücretlerinin arttırılması ve istirahat zamanlarının uzatılması için greve gitmişlerdir.98 Bu hareketler dışında Rumeli’de pek çok işçi hareketinin görülmeğe başlaması, bazı çevreleri ve İttihat ve Terakki’yi telaşa düşürmüştür.99 Grevler, İstanbul ve Rumeli’den sonra Anadolu’ya ve Arap eyaletlerine de sıçramış, böylece II. Meşrutiyetin ilk aylarında bir grev furyası İmparatorluğun bütün eyaletlerini kaplamıştır. Halep’te demiryolu işçileri, maaşlarının artırılması ve iş koşullarının iyileştirilmesi gibi isteklerinin dikkate alınmasını istemişler, istekleri yerine getirildikten sonra greve son vermişlerdir.100 Beyrut gazhanesinde çalışan işçiler de greve gitmişler, şirketin işçilerle anlaşmasıyla sorun kısa sürede halledilmiş, şirketin bu muamelesi, hükümet tarafından takdire layık görülmüştür.101 Ancak diğer şirketlerde bu duruma çok nadir rastlandığı görülmektedir. İlan-ı hürriyet grevlerinin, hazırlanması, uygulanması ve yürütülmesi açısından kendiliğindenci nitelik taşıyan eylemler olduğuna kuşku yoktur. Grevlerle ilgili olarak basında yer alan haberlerde, grevleri hazırlayan ve uygulamaya koyan bir-iki örgüt dışında, herhangi bir örgütten söz edilmemektedir. Bununla birlikte, grevler sırasında isteklerini elde etmek amacıyla işçiler arasında geçici birleşmelerin oluşturduğu, grevleri yürüten doğal grupların ya da önderlerin belirdiği düşünülebilir.102 28 Ağustos 1908 (30 Receb 1326) tarihli bir belgede buna dair bir bilginin yer aldığı görülmektedir. İstepan Davityan isimli bir Bulgar, Dersaadet’e gelerek Şark Demiryolları Şirketi amelelerini greve teşvik etmiş, ancak maksadının anlaşılması üzerine İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır.103 Grevlerin tabii neticesi olarak halkın hizmet alamaması, ürünlerin zamanında yetiştirilememesi; sosyal, idarî ve iktisadî birtakım sorunlar meydana getirmiştir. 5 Eylül 1908’de Anadolu Osmanlı demiryolu memurîni ile İzmir-

98 Sencer, a.g.e., s. 177-182; Sülker, a.g.e., 1955, s. 13-14. 99 Sencer, a.g.e., s. 182. 100 BOA, DH.MKT., 2622/44. 101BOA, DH.MKT., 2625/67. 102 Güzel, a.g.e., 1991, s. 436. 103 BOA, DH.MKT., 1285/81.

48 TANER ASLAN

Aydın-Kasaba demiryolu memurları104 ve Şirket-i Hayriye’nin fabrika ameleleri terk-i eşgâl (iş bırakma) etmişlerdir. Bu grev ulaşımın durmasına yol açmıştır. Ulaşımın durmasıyla sevkıyatın yapılamaması üzerine, çok miktarda incir ve kuru üzüm çürümüştür. Bu nedenle ürünü elinde kalan üreticiler zarara uğramışlardır.105 Birçok ürün ortada kalmış ve bölgede ticaret felce uğramıştır. Trenlerin işlememesi üzerine ürünlerini kurtarmak isteyen bazı tüccarlar, ürünlerini ve mallarını deve kervanları ile taşıtmak durumunda kalmışlardır.106 Anadolu Demiryolları işçi ve memurlarının grevi de ulaşım ve haberleşmeyi önemli ölçüde aksatmış ve basının grevlerden yakınmasına neden olmuştur.107 Ticaret kadar günlük yaşamı da etkileyen Şark Demiryolları grevi ise, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle sonuçlanan siyasal boyutlar da kazanmıştır.108 Aydın demiryolu grevinin büyümesi üzerine Bahriye Nezareti’nden asker istenmiş, gelişmelerden Babıali de haberdar edilmiştir. Punta istasyonundaki depolar grevci işçilerce yakılmak istenmiş, Punta karakolunda bulunan askerler buna karşı koymuşlar, amele sınıfı ve ahali ile müfreze-i askeriye arasında silahlı çatışma olmuştur. Bunun üzerine İzmir valisi, Babıali’ye daha fazla kuvvete ihtiyacı olduğunu bildirmiş ve yeni yeni taburlar silah altına alındığı gibi, Mecidiye zırhlısı İzmir’e giderek karaya asker çıkartmıştır. Bu grev, olaylı bir şekilde başlamış ve halk işçilerle birleşmiş, askerlere karşı birlikte durmuştur. Grev, çok sayıda asker yardımıyla ancak yatıştırılabilmiştir.109 Hükümet, Şark Demiryolları işçilerinin grev nedeniyle tüccarların birçok maddi kayba uğradığı gerekçesiyle birtakım tedbirler almıştır. Zaptiye Nezareti, işçilere şirketin teklif ettiği şartları kabul etmeleri yönünde baskı kurmuştur. Nafia Nezareti ise daha etkili bir önlem almıştır. Nezaret, işbaşı yapmayan demiryolu işçilerinin hiçbir surette demiryolunda çalışmasına müsaade edilmeyeceğini ilan etmiştir. Ayrıca askerî tedbirlere de gidilmiştir. Grevler asker ve zabıtalarca sert bir biçimde bastırılmakta ve işçileri grev için örgütleyen elebaşları ve teşvikçileri yakalanarak hapsedilmekteydi.110 İşçilerin, işi yavaşlatma, işi bırakma şeklinde başlattıkları grevlerin yanında, yaptıkları taşkınlıkların bir örneği de Samsun’da reji işçilerinde de görülmektedir. Reji işçileri, isteklerinin yerine getirilmesi için greve gitmişler, ancak bu isteklerinin yerine getirilmemesi üzerine taşkınlık yaparak Nezaret binasına saldırmışlardır. Bu hadise, grevin amacından uzaklaştığını, sosyal buhranlara ve kargaşaya davetiye çıkarttığını göstermektedir. Reji işçileri grevinde, işçilerden

104 Sencer, a.g.e., s. 84. 105 Sabah, 23 Eylül 1324/6 Ekim 1908, s. 4. 106 D. Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, İstanbul 1978, s. 39-40; Güzel, a.g.e., 1993, s. 65-66. 107 Tanin, 5 Eylül 1324/18 Eylül 1908, s. 3. 108 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 299. 109 İkdam, 5 Ekim 1908. 110 Şişmanov, a.g.e., s. 41; Akşin, a.g.e., 1987, s. 99; Güzel, a.g.e., 1993, s. 66.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 49 (OTAM, 25 / Bahar 2009) biri askere ateş açmış, askerlerden birinin yaralanması üzerine askerler buna karşılık vermiş, İtalyan uyruklu bir işçi hayatını kaybetmiş ve diğeri de yaralanmıştır.111 Bunun üzerine Trabzon valiliği bu hadisenin önlenmesi için gerekli kanunî işlemleri başlatmıştır.112 Selanik’teki tütün ticarethanelerinde çalışan işçiler, İzmir’de tramvay işçileri, Aydın demiryolu işçileri, sigara kağıdı, havagazı, deri işçilerinin grevleri başlamış, 22 Eylül’de Selanik Errera, Oredz ve Back işçileri ile müstahdemleri yanında tuğla harmanlarında çalışanlar da greve gitmişlerdir. Ayrıca, matbaa, vapur ve Balya-Karaaydın Demiryolu işçileri de grev başlatmışlardır. Vapurlarda çalışan işçiler, İdare-i Mahsusa vapurlarının Bahriye Nezareti’ne bağlı kalmaktan kurtarılması için greve gitmişlerdir.113 Eylül 1908’de Anadolu, Rumeli, Aydın, Şark ve Beyrut – Şam – Hama demiryolu işçilerinin grevi, neredeyse tüm Osmanlı demiryolu ağını etkisi altına almış, ülkenin ulaştırma sektörünü felce uğratmıştır. Bu durum İttihatçıların sabrını taşıran son damla olmuştur. Rumeli demiryolundaki grev sadece ulaştırmaya darbe vurmakla kalmamış, başkent ile İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki merkezi arasındaki irtibatı da zayıflatmıştır.114 Bu durum, ileride hazırlanacak olan Tatil-i Eşgâl Yasası sürecinin en önemli gerekçelerinden birini oluşturacaktır. 5 Ekim’de Balya-Karaaydın madeninde işçiler greve gitmişlerdir.115 Bu grevde, İttihat ve Terakki Cemiyeti mümessili, mahalli idare amirleri ile birleşerek, elinde bastonla grevcilerin üzerine yürümüştür.116 Balya Madeni’nde çalışan işçilerin grev yapmasıyla başlayan karışıklık giderek yayılmış, Vilayet, hükümetten, bu karışıklığın daha da büyümemesi için askerî müfrezenin Balya’ya gönderilmesini talep etmiştir. İşçi grevlerinin taşkınlığa ve ardından karışıklığa kadar gitmesi, hükümetin bunu önlemek için askerî müfrezeye başvurması, karışıklığın toplumsal huzuru ve asayişi ne derece bozduğunun bir göstergesidir.117 Balya Karaaydın Madeni’ndeki grevin sonlandırılması için gönderilen askerî müfrezeler asayişi temin etmiş, ancak madende çalışan amelenin tekrar greve kalkışmasını engellemek için zabıta kuvvetinin artırılması için Hüdavendigar Valiliği’ne müracaatta bulunulmuştur.118 Balya’da grevlerin asayişi bozacak bir hâl alması üzerine burada yapılan tahkikat neticesinde Balya Karaaydın Madeni’nde maden amelesini greve teşvik ettiği öne sürülen Balya Naibi Arif Efendi’nin suçu sabit bulunmuş ve azli için Hüdâvendigar Valiliği’ne

111 BOA, DH.MKT., 2627/54. 112 BOA, DH.MKT., 2627/45. 113 Sencer, a.g.e., s. 191; Onur, a.g.m., s. 287; Karakışla, a.g.m., s. 35, 50; Gülmez, a.g.e., 1991, s. 432. 114 Onur, a.g.m., s. 292; Karakışla, a.g.m., s. 50. 115 Sencer, a.g.e., s. 194-195. 116 Sülker, a.g.e., 1955, s. 16. 117 BOA, DH.MKT., 2627/45. 118 BOA, DH.MKT., 2647/24.

50 TANER ASLAN bir kez daha başvurularak bir tahkikat daha yapılması istenmiştir.119 Bunun yanı sıra, Balya Karaaydın Madeni’nde grev ilanı için kışkırtmalarda bulunan Hıristiyan ve Müslüman işçilerden bazıları işten çıkarılmış, bazıları da tevkif edilmiştir.120 6 Eylül’de Sirkeci’de Şark şimendiferlerinde de işçiler maaşlarının iyileştirilmesini bahane ederek grev yapmışlar, o gün şimendiferler çalışmamıştır.121 7 Eylül 1908’de Rumeli Şimendifer Kumpanyası’nca hattın teftiş ve muayenesi için Ayastefanos’a gönderilen fen memuru, amele tarafından bazı tecavüzata duçar ve azimetten men olundukları gibi, bir mühendisin dahi cerh edildiğinin haber verilmesiyle Zaptiye Nezareti’nce derhal sevk edilen memurîn marifetiyle ameleden 20 nefer derdest edilmiştir. Şark şimendiferlerinin Selanik kısmı, Selanik-Manastır şimendifer hattı ve Selanik-Dersaadet hatları amelesiyle tramvay kumpanyası müstahdemleri, tütün mağazaları amelesi ve şekerci kalfaları grev teşebbüsünde bulunmuşlardır. Bu grevlerden Şark şimendiferleri işçilerinin istekleri kabul edilip maaşlarına zam yapılarak grevleri sonlandırılmış ancak diğerlerinin grevlerinin sona erdirilmesi üzerinde hükümet çalışmalarını devam ettirmiştir.122 Demiryolları ve şimendifer işçilerinin yanı sıra, diğer iş kollarında da işçiler greve teşvik edilerek iş bırakmışlardır. Rumeli’de ve Kavala’da tütün mağazaları işçileri greve gitmiş ancak işçilerle anlaşmaya varılarak grev sona erdirilmiştir.123 İşçi eylemlerinin büyük bir çoğunluğu kendiliğinden başlayan grevlerdir. Bazı grevlerde ise birkaç kişinin teşvikiyle grevlere gidildiği görülmektedir. Eylül 1908’de Drama ve Kavala’da 14 bin işçi Veta adlı bir önderin yönetiminde işi bırakmışlar, ama büyük tüccarlarla hükümetin işbirliği grevi başarısızlığa götürmüştür.124 Hükümet, işçileri haksız ve kanunsuz bir şekilde greve teşvik edenler hakkında kanunî işlem başlatmıştır.125 Örneğin Kozlu Maden Ocakları’nda çalışan ameleyi greve teşvik eden Bekir Sıdkı Efendi Çorum’a sürülmüştür.126 Demiryolu, tramvay ve liman çalışanlarını haksız olarak greve teşebbüs ettiren Terk-i Eşgâl Cemiyeti hakkında kanunî işlem yapılmıştır. Grev adı altında toplumun refahını ve düzenini bozacak teşebbüsler önlenmeye

119 BOA, DH.MKT., 2688/53. 120 BOA, DH.İD., 107/76. 121 S. Toydemir, “Türkiye’de İş İhtilâflarının Tarihçesi ve Bugünkü Durumu”, Sosyal Siyaset Konferansları, İktisat Fakültesi, İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü Neşriyatı, İstanbul 1951, s. 48. Şark Demiryolları Kumpanyası çalışanlarının hukukunu muhafaza için emaret hükümeti tasdikinde sendika tesis edilmişti. BOA, Y.MTV., 311/153. 122 BOA, DH.MKT., 1291/69. 123 BOA, DH.MKT., 2622/8. 124 Sencer, a.g.e, s. 192. 125 BOA, DH. MKT., 2623/66. 126 BOA, DH.EUM.1.Şb, 43/10.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 51 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

çalışılmış, bunun için gerekli yasal düzenlemeler başlatılmıştır.127 Hükümet, gelen ihbarlara göre, kamu yararına çalışan şirketlerde görevli işçi ve amelelerin grev yapma ihtimalinin bulunduğundan asayişin bozulmaması için gerekli tedbirleri almış,128 ancak alınan önlemlere rağmen işçilerin greve teşvik edilmesi engellenememiştir. Şark Demiryolu ve Anadolu Şimendiferi işçi ve memurlarının grev yapmaları için teşvik edildiklerine dair hükümete rapor gelmiştir.129 1 Ekim’de Aydın demiryolu işçilerinin yaptıkları grevde ameleden biri tarafından, askere kumanda eden zabit üzerine ateş edilmesi üzerine asker tarafından mukabele olunmuş, grevcilerden bir kişi telef ve birkaç kişi de yaralanmıştır. Grevciler telgraf hatlarını kat‘ etmişlerdir.130 14 Eylül’de Anadolu demiryolu işçileri, Haydarpaşa’da greve gitmişler, grev esnasında telgraf dairesi ve diğer daireleri işgal etmişlerdir. Bunun üzerine Harbiye Nezareti, Haydarpaşa’ya askerî bir kıta göndererek, işçiler işgal ettikleri yerlerden çıkartılmışlardır. Bu grev, 18 Eylül’de sona ermiştir. Bu grevin sona erdiği gün Samsun’da tütün işçisi ücretlerinin yükseltilmesi isteğiyle terk-i eşgâl etmiştir. Alaybeyi askerle gelerek bunları dağıtmak istemişse de başaramamıştır.131 II. Meşrutiyet Döneminde işçi örgütlenmeleri, işçi haklarının kamuoyuna duyurulması açısından oldukça önemlidir. İşçi hareketleri dönemin basınında önemli yer teşkil etmiştir. Basında, işçilerin çalışma koşulları, düşük ücretleri ele alınarak bir nevi grevlere destek verilmiştir. Ancak, terk-i eşgâlin sosyal hizmetleri aksatmasından, iktisadî ve sosyal buhrana yol açmasından dolayı grevlere olumsuz bakmaya başlamıştır. Basında çıkan yazılarda grevlerin manasının tam olarak anlaşılmadığı, bu nedenle de ‘illet-i müstevliye’ (salgın bir hastalık) halini aldığı vurgulanmıştır. 16 Eylül tarihli İkdam gazetesinde Grevler ve Netayici başlıklı bir yazıda, greve dair şu bilgilere yer verilmiştir: “İki ay evveline kadar, sahaif-i matbuata geçirilemediği gibi grev kelimesinin ne demek olduğu bilinemediği gibi, grev dediğimiz halet yani terk-i eşgâl dahi mecburen gayri vâki idi. Grevler âdeta bir illet-i müstevliye halini aldı, grev yalnız şirketle amele arasında tahaddüs eden bir ihtilaf olmakla kalmaz. Memleketin ahval-i iktisadiyesi üzerinde tesir yapar. Bundan maada memleketimizde mevcut cesim sanayi ecnebi sermayeler ile vücuda gelmiştir.”132 1908 grevlerinin, hükümete karşı bir eylem niteliği taşıdığı iddiasında da bulunulmuştur. Meşrutiyetin getirdiği özgürlükten yararlanarak maddi

127 BOA, İ.KAN., 5/1326/N-1. 128 BOA, DH.MKT., 2628/5. 129 BOA, DH.MKT., 2627/15. 130 Sencer, a.g.e., s. 193. 131 Sencer, a.g.e., s. 186-189. 132 Şanda, a.g.e., 1976, s. 27-30.

52 TANER ASLAN durumlarının iyileştirilmesi isteğiyle işlerini bırakan işçiler, amaçlarının siyasî ve hükümeti güç duruma düşürmek amacını taşımadığını açıklamışlardır. Örneğin Yedikule Şimendifer Fabrikası işçileri, “bir guna su-i niyetleri olmayıp hükümete her zaman muti bulunduklarını” açıkça söylemişlerdir. Şark demiryollarındaki grevde de, hükümete karşı bir tutum içinde olmadıkları işçi ve memurlarca belirtilmiştir. Buna rağmen hükümetin, Edirne’ye üç vagon silah ve cephane ile 15 zabit sevk olunacağını bildirmesi üzerine, Şark Demiryolları çalışanları “kendilerinin tatil-i Eşgâl etmeleri Kumpanya’nın mezalimine karşı ihtiyar edilmiş bir hareket olup hükümete her zaman hizmet ve muavenet edeceklerini, temin ve arzu olunduğu dakikada sevkiyat-ı askeriye ve saire için hizmete müheyya olduklarını ve hükümetçe bu gibi nakliyata ve sair guna sevkiyata lüzum görüldüğü halde ifa-yı hidemata kemal-i fahr ve minnetle hazır” bulunduklarını bildirmişlerdir.133 Dönemin basınında yer alan haberlere göre, 1908 grevleri ticarî yaşamı, haberleşmeyi, ulaşım ve taşınma işlerini çok yakından etkilemiştir. İşçileri istedikleri koşullarda çalıştırmaya alışmış olan işverenler, özellikle yabancı sermaye ortaklıkları geçmişte karşılaşmadıkları grev eylemlerinin hızla yayılması karşısında, durumdan hükümete bilgi vererek ivedi önlemler alınmasını istemişlerdir. Öte yandan, grevler nedeniyle ticarî işlemlerin aksamasından yakınan basın da işverenlerin hükümete başvurarak yardım istemelerini öğütlemiştir. Örneğin rıhtım işçilerinin grevi dolayısıyla tüccarın malının kaldığını, muamelat-ı ticariyenin sektedâr olduğunu haber veren Tanin gazetesi, Rıhtım Şirketi’nin hükümete müracaat etmesini, muavenet istemesini ve tüccarı zarar-dîde etmemesini öğütlemiştir. Ticarî işlemlerin son derece önem taşıdığı bir sırada yapılan Aydın Demiryolu işçi ve memurlarının grevi de, özellikle incir ihracatı üzerinde su-i tesir hâsıl etmiştir. Grevler nedeniyle ticarî işlemler çok durgun bir hale gelmiştir.134 Grevler hizmetlerin aksamasına yol açmıştır. Foça’da Çamaltı, Ada ve Aliağa mahallelerinde bulunan işbaşçılarının tuz çıkarma ücretlerinde artış talebiyle greve gittiğinden dolayı tuz ihtiyacı hâsıl olmuştur.135 Ayrıca grevler fiyat artışına da sebep olmuştur.136 Anadolu Demiryolu işçilerinin yaptıkları grevler iktisadî hayatı olumsuz etkilediği için Anadolu Demiryolu memur ve müstahdemlerinin grevlerinin önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınması istenmiştir.137 Yedikule dışındaki bahçelerde çalışan amelenin yevmiyelerine yapılan zam üzerine, işçilerin çalışma saatlerinin düşürülmesi için grev yapmak istemeleri ve sendikaları vasıtasıyla bu kararı uygulatmaya çalışıp başka işçi alımına karşı çıktıklarına dair Mehmed Nuri ve arkadaşları tarafından verilen arzuhal üzerine, böyle hakları olmadığı, tahkikat

133 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 435. 134 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 298-299. 135 BOA, DH.MKT., 2830/98. 136 BOA, DH.KMS., 50/-1/60. 137 BOA, MV., 213/38.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 53 (OTAM, 25 / Bahar 2009) neticesi kanuna aykırı davrananlar hakkında işlem yapılması gerektiği vurgulanmıştır.138 Grevlerin olumsuz etkilerinden söz ederek hükümetçe ivedi önlemler alınması gerektiğini belirten basından anlaşıldığına göre, bazı yabancı sermaye ortaklıkları da hükümete başvurarak aynı yolda istekler dile getirmişlerdir. Özellikle demiryollarındaki grevlerde, bu ortaklıkların üst yöneticileri hükümetle doğrudan doğruya ilişki kurmuşlar ve grevlerin önlenmesini istemişlerdir. Grevler ülkenin dört bir yanına yayılırken ve gerek basın, gerekse işverenler ivedi önlemler alınması yolundaki isteklerini yoğunlaştırırken, grevler konusunda yasal önlemler alınması hazırlıkları da hızlanmıştır.139 Grev adı altında asayişsizliklerin baş göstermesi hükümeti birtakım tedbirler almaya sevk etmiştir. Meşrutiyet yönetiminin, grevler karşısında gösterdiği göreli hoşgörü tutumu çok kısa sürmüş; henüz hürriyetin ilanının ikinci ayında, Tatil-i Eşgâl Cemiyetleri Hakkında Kanun-ı Muvakkat adıyla geçici bir yasa yürürlüğe konmuştur.140 Hükümet ‘umuma müteallik hizmet gören’ şirketlerde grevi düzenlemek maksadıyla 25 Eylül 1324 (8 Ekim 1908) tarihinde ‘Tatil-i Eşgâl Kanun-ı Muvakkatı’nı tanzim ve ilan etmiştir.141 Örgütlü topluma yönelmenin vatandaşın sivil ve siyasal katılımının önünü açmış olan bu muvakkat kanunda yer alan “Asâyiş-i memleket ve tamâmiyet-i mülkiye-yi ihlâl ve şekl-i hükümet-i tağyîr ve anâsır-ı Osmanîye’yi siyâseten tefrik maksadına müstenid” ibaresiyle bu kanun, derneklerin amaç ve niteliklerine birtakım sınırlamalar getirmiştir.142 1908 geçici yasasının hazırlanmasında, 27 Aralık 1892 tarihli Fransız yasası temel alınmıştır. ‘İşçi ve İşverenler Arasındaki Toplu Uyuşmazlıklar Konusunda İsteğe Bağlı Uzlaştırma ve Tahkim’ başlıklı bu yasanın, Tatil-i Eşgâl Yasası’nın kaynağını oluşturmuştur.143 Tatil-i Eşgâl Kanun-ı Muvakkatı’nın 15 Ekim’de yürürlüğe girmesinden sonra, grev hareketlerinde önemli bir azalma olduğu görülür. Kanunla, Ağustos ve Eylül ayları grev dalgasının önü nihayet alınabilmiştir.144 Devlet ve toplum açısından son derece tehlikeli bir boyuta ulaşan işçilerin gösterileri bu kanunla engellenmeye çalışılmıştır.145

138 BOA, DH.MKT., 2734/22. 139 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 299-300. 140 Düstur, İkinci Tertip, Cilt 1, s. 88-90. 141 Sülker, a.g.e., 1955, s. 16. 142 Füsun Üstel, “II. Meşrutiyet ve Vatandaşlığın İcadı”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi, cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul 2000, s. 167; Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839-1990, İmge Yayınları, Ankara 1995, s. 17-18. 143 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 304. 144 Sencer, a.g.e., s. 203. 145 Akşin, a.g.e., s. 145.

54 TANER ASLAN

25 Eylül 1324 (8 Ekim 1908)’de kabul edilen bu geçici yasa, imparatorluğu saran grev dalgasının önünü almak amacıyla çıkarılmıştır. Özellikle demiryolu işçi ve memurlarının grevleri nedeniyle ticaretin, taşıma ve ulaştırma işlerinin geçmişte alışılmadık biçimde aksaması ve durması karşısında, yabancı sermaye ortaklıkları hükümete başvurarak ivedilikle önlem alınmasını istemişlerdir. Geçici yasanın, bu isteklerin sonunda çıkarıldığı, gerek grev olaylarını veren basından, gerekse geçici yasa ile resmi belgelerden anlaşılmaktadır.146 Bu kanunun çıkartılmasına Alman sermayesinin yoğun baskısı olduğu ileri sürüldüğü gibi,147 özellikle demiryolu ortaklıklarının geçici yasaya ilişkin tasarının hazırlanmasında etkili olduğu söylenmektedir.148 Grevlerden dolayı demiryolu ulaşım ve taşıması ile öbür kamu hizmetlerinin aksamasından ülke ticaretinin zarar göreceği ve hatta bu durumun ülkede güvenlik ve düzenliğin bozulmasına değin uzanacak zararlı sonuçlar doğuracağı yolundaki gerekçeler, bu isteğin kısa sürede yerine getirilmesine yetmiştir. Böylece daha meşrutiyetin ikinci ayında sendika hakkını yasaklayan, grev hakkını da kısıtlayan bir düzenleme yapılmış ve ekonomik yönden dışa bağımlı Osmanlı hükümetince, yabancı sermayeye, gereksinim duyduğu güvence sağlanmış olmaktadır.149 Bu geçici yasa, grev hareketlerinde az da olsa bir durgunluk meydana getirmiştir. Ancak tam anlamıyla grevlerin önünün alındığı söylenemez. Hükümet, buna kesin bir çözüm bulmak maksadıyla geçici yasayı genişleterek ünlü Tatil-i Eşgâl Kanunu yasalaştırmıştır. Liberal ve bireyci dönemin toplu iş ilişkileri alanındaki doğrudan nitelikli ilk ve temel düzenlemesi niteliği taşıyan Tatil-i Eşgâl Yasası, temelde, çalışma koşulları ile iş uyuşmazlıklarının, çok yalın bir barışçı süreç olarak öngörülen uzlaşma yoluna başvurularak kotarılmasını düzenlemiştir. Gülmez, bu yasanın devleti, toplu iş ilişkileri alanında hem düzenleyici hem de yasakçı ve baskıcı aktör olarak ön plana çıkardığını ifade etmektedir.150 Grevler yüzünden gerek devletin gerek şirketlerin gerekse küçük yerli işletmelerin uğradığı zararlardan dolayı, 31 Mart (13 Nisan 1909) olayının da yarattığı havanın yardımıyla 27 Temmuz 1325 (9 Ağustos 1909)’da Tatil-i Eşgâl Kanunu yürürlüğe girmiştir. 31 Mart olayının ardından ilan edilen sıkıyönetim ile Babıali baskınından sonra tek parti rejiminin kurulması grevleri ve işçilerin teşkilatlanmalarını fiilen imkânsız hale getirmiştir. Bu süreç 1918’e kadar devam etmiştir.151

146 Sencer, a.g.e., s. 288. 147 Gülmez, a.g.e., 1985, s. 798. 148 Sencer, a.g.e., s. 301. 149 Sencer, a.g.e., s. 303. 150 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 297. 151 Yazıcı, a.g.e., s. 105; Karakışla, a.g.m., s. 51; G. Ökçün, Tatil-i Eşgâl Kanunu 1909, Belgeler Yorumlar, SBFY, Ankara 1982, s. 2-3.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 55 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Hükümetin bu yasayı çıkarmasında Batılı şirketlerin tesiri olduğu muhakkaktır. Hem Osmanlı hükümeti hem de İttihat ve Terakki Cemiyeti yerli yabancı müteşebbislerin etkisi altındaydı. Osmanlı topraklarındaki yatırımların çoğu devletin teminatı altındaydı. Tramvay, elektrik şebekesi ve yolcu vapurları gibi belediye hizmetlerine ait yatırımları yabancı sermaye işletiyordu. Örneğin demiryolları portföy yatırımlardı (yani ortaya konulan yabancı sermayesinin büyük kısmının devletin teminatı altında olması). Ancak devletin bu şirketlerle imzaladığı mukavelelerin grev üzerine devleti büyük zarara uğratmasının da önemli etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Zira hükümet ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, sözleşme gereğince şirketlere, kilometre başına fazla teminat akçesi verileceğini taahhüt etmesi, yapı işlerindeki grevlere olumsuz bakılmasının en önemli gerekçelerindendir. Yabancı şirketlerin güvencesi, Osmanlı Devleti’nin yatırımcı şirkete sağladığı kilometre garanti sistemiyle sağlandığından hükümet, edinilen gelire bakmaksızın şirkete belli bir asgari düzeyde getiri sağlıyordu. Gerek devlet gerekse Tatil-i Eşgâl Kanunu bu tür işletmeleri kamu kuruluşu olarak kabul etmişti.152 İşçiler, sendika ve grev haklarının ellerinden alındığı gerekçesiyle Tatil-i Eşgâl Kanunu’na karşı çıkmışlardır. Selanik’te işçiler tarafından büyük bir miting tertip edilerek Tatil-i Eşgâl Kanunu aleyhine konuşmalar yapılmış, işçi sendikalarının kurulması gerektiği hakkında karar alınmıştır. Ancak Tatil-i Eşgâl Kanunu’yla sendikalar yasaklandığı için bu tür teşebbüste bulunulamamıştır. La Turquie gazetesinde çıkan bu haberler Sadaret’e takdim edilmiş ve gerekli tedbirlerin alınması için bazı vilayetlere tebligatta bulunulmuştur.153 1908 grevleri, başlama ve yürütülmeleri yönünden kendiliğinden ve örgütsüz eylemler niteliği taşımaktadır. Önce bu grevlerin hemen önlenmesi için ivedi bir önlem olmak üzere çıkarılmış yasa, ülkenin her yanına sıçrayan meşrutiyet grevlerinin önünü almayı amaçladığı halde, grev değil sendika hakkını yasaklamıştır. Bu bilinçli bir tutumdan kaynaklanmıştır. Sendika kavram ve olgusunun gerçek anlam ve işlevi resmi çevrelerce bilinmekte; bu örgütlerin temel amacının işçilerin ortak çıkarlarını savunmak olduğu, dolayısıyla da sendikaların yasaklanmasıyla başvurulacak grevlerin etkisinin hiçe indirgenmiş olacağı hesaplanmaktadır. Buradaki amaç, sendikaların yasaklanması durumunda grev yapmanın ve yürütmenin güçleşmesi, dolayısıyla grevin yasaklanmasına gerek kalmamış bulunmasıdır.154 Tatil-i Eşgâl Kanunu cemiyet kurmayı yasaklıyor, grev yapmayı da zorunlu uzlaşma dönemleri ile zorlaştırıyordu.155 Yani bu kanun işçi ve işveren arasında bir anlaşmazlık çıktığında greve başvurmadan önce, uzlaşma girişimlerinde

152 Karakışla, a.g.m., s. 50-51. 153 BOA, DH.MKT., 2855/6. 154 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 362-363. 155 Yazıcı, a.g.e., s. 102.

56 TANER ASLAN bulunmayı zorunlu kılmıştır. Heyet-i itilafiye adı verilen ve taraflarca seçilen üçer vekilden oluşan uzlaşma kurulunda oybirliğiyle anlaşma sağlanamazsa, işçiye işi bırakma ve greve başvurma hakkını tanımıştır. Grev yapmayı kesinlikle yasaklamasa da grevler bir ölçüde yavaşlamıştır.156 Kanun, kamu teşebbüslerinde grevi yasaklamakla beraber, tamamen önleyebilmiş değildi. Ancak kamuya veya devlete ait işletmelerdeki grev yasağı sayesinde devlet, çıkan herhangi bir grevi kolayca dağıtabiliyordu.157 Tatil-i Eşgâl Yasası’nda yer alan çalışma özgürlüğünün korkutma, zor ve şiddete başvurarak çiğnenmesi durumunda öngörülen ceza kuralları 25 Mayıs 1864 tarihli Fransız yasasından alınmıştır.158 Sendikaların yasaklanmasında Şenda ve Gülmez, Kanuna amele hareketlerine meydan verilmemesi için hükümler koyduran Adliye Nezareti’nde mütehassıs bulunan adli müşavir Kont Comte Leon Ostrog’un önemli etkisi olduğunu belirtmektedirler.159 Gülmez’e göre 1909 yasası kapsamına aldığı kurumlarda grevi kesin olarak yasaklamış değildir. Yasaca yasaklanan, uzlaşma yolunu denemeksizin ya da uzlaşma koşullarının oybirliği ile kararlaştırılmış olmasına karşın greve gidilmesidir. Bu iki durumda başvurulacak grev yasa dışıdır. Bunun dışında, Tatil-i Eşgâl Yasası’nın ne geçici ne de kesin metinlerinde grev hakkını doğrudan doğruya ve kesin olarak yasaklayan bir kural vardır.160 1909 yasasına ilişkin Tatil-i Eşgâl Hakkındaki Kanun Layihasının Esbab-ı Mucibe Mazbatası’nda, grevin yasaklanmadığı çok açık bir biçimde belirtilmiştir. İşçilerin grev hakkını yasaklamamakta, işçileri bu haktan büsbütün yoksun bırakmamakta, ancak sınırlandırmaktadır. Yasaklanması söz konusu olan uzlaşma yolunu denemeksizin yapılan grevlerdir. Bu yasa başarısız uzlaşma girişimi sonunda grev yolunu açmıştır, ama bu hakkın nasıl kullanılacağı ve hukuksal sonuçlarının neler olacağı konusunda bir düzenleme yapmış değildir. Bununla birlikte, çalışma özgürlüğünü işveren ve işçiler açısından korumayı amaçlayan ve dolayısıyla grev özgürlüğünü sınırlandıran kurallara yer vermiştir.161 1909 yasasınca yasaklanmayan grevin, sendika hakkını kesinlikle yasaklamış olması dolayısıyla, daha başında etkisizliğe ve başarısızlığa mahkum edilmiş olduğu kendiliğinden anlaşılır.162 Kanun nizamnamesine göre, kanunun neşir tarihinden önce teşekkül eden sendikalar feshedilmiş olduğundan, siyasî durumda bir belirsizlik meydana

156 Yazıcı, a.g.e., s. 103; Gülmez, a.g.e., 1991, s. 308-309. 157 Karakışla, a.g.m., s. 49. 158 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 304. 159 Şanda, a.g.e., 1935, s. 29, 33; Gülmez, a.g.e., 1991, s. 305. 160 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 312. 161 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 314-319. 162 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 320.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 57 (OTAM, 25 / Bahar 2009) gelmiştir. Hükümet, bu belirsizlik düzelene kadar ‘Şark Şimendiferleri’ memurlarının grev yapmayacakları hakkında sendika heyetinden beyanname almıştır.163 Tatil-i Eşgâl Kanunu hükümlerinin bilinmesi için de kanun metni vilayetlere gönderilmiştir.164 Buna göre yasanın kapsamına aldığı kamuya yönelik hizmetleri yerine getiren kurumlarda, sendika kurulması kesin olarak yasaklanmıştır. Bu yasak, işçiler açısından 1 hafta ile 6 ay değişen hapis yada 1 lira ile 25 lira arasında değişen para cezaları ile, aralarında sendika kuran kamu kurumları, yani işverenler açısından da 50 lira ile 300 lira arasında değişen para cezası ile yaptırıma bağlanmıştır. Ayrıca yasanın yayınlanmasından önce kurulmuş bulunan sendikalar feshedilmiştir.165 Tatil-i Eşgâl Kanunu’nun çıkmasından sonra greve devam eden işçiler, bu kanun mucibince çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Bunun bir örneğini Beyrut’ta görmekteyiz. 10 Zilkade 1326 (04 Aralık 1908) tarihli bir belgeye göre, hükümete vermeleri gereken rüsumu ödememek ve Beyrut Liman ve Rıhtım Şirketi’nin hizmetinin karşılığını vermemek isteyen Suriyeli tacirlerden yardım gören sosyalistlerin propagandası neticesinde Beyrut Limanı’nda çalışan hamallar greve gitmişlerdir. Beyrut Liman ve Rıhtım Şirket-i Osmaniyesi tarafından yapılan şikayet üzerine, hükümet grev teşebbüsünde bulunanlar ve grevi örgütleyenlerin Tatil-i Eşgâl Nizamnamesi’ne göre cezalandırılmasını ve gerekli tedbirlerin alınmasını Beyrut Valiliğine bildirmiştir.166 Ayrıca işçileri örgütleyerek greve teşvik edenler hakkında muhtelif cezaî işlemler ve tahkikatlar yapılmıştır. Şam-Hama demiryolu işçilerince başlatılan grevi teşvik ettikleri bildirilen şahıslarla ilgili Beyrut Valiliği’nce tahkikat yapılmıştır.167 Aynı şekilde Meskûkât-ı Osmaniye İdaresi’nde grev teşebbüsünde bulunan ameleye ön ayak olanlar hakkında cezaî işlem başlatılmıştır.168 Kanunla, devlet işlerinden başka, Düyun-ı Umumiye’de, Reji’de sonra demiryolları, liman, rıhtım, tramvay, su, havagazı, elektrikte de grev yapılamayacaktı. Maden sahipleri de madenlerin nizamname kapsamına sokulmasını isteyince, buralarda yapılacak grevlere de ‘nazar-ı bî-kaydi’ ile bakılamayacağı kabul edilmişti.169 Tatil-i Eşgâl Kanunu’nun çıkarılmasında şirket idarecilerinin önemli etkisi olmuştur. Devletin iktisadî faaliyetlerinin önemli bir bölümü yabancı şirketler tarafından gerçekleştirilmekteydi. Grevlerin “İtibar-ı malimiz üzerinde tesir icra etmesi ve şirketlerin hisse senedatını düşürerek”,170 şirketleri zarara uğratmasından

163 BOA, DH.MKT., 2634/75. 164 BOA, DH.MKT., 2644/76. 165 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 359. 166 BOA, DH.MKT., 2648/3. 167 BOA, DH.MKT., 2659/55. 168 BOA, DH.EUM.THR., 23/11. 169 Akşin, a.g.e., 1987, s. 100; Makal, a.g.e., s. 269. 170 Şanda, a.g.e., 1976, s. 27-30.

58 TANER ASLAN dolayı hükümetten sendikal hakların ve buna bağlı olarak grevlerin yasaklanması için kanun çıkartılması istenmiştir. Hükümette grevlerden oldukça rahatsız olduğundan bu kanunun çıkarılmasında bir mahzur görmemiştir. Ancak çıkartılan kanun herkese hürriyet vaadi ile gelen meşrutiyetin ruhuna aykırı gözükmektedir. Tatil-i Eşgâl Kanunu’nun yasalaşmasıyla grevlerin hızı kesilmiş, grev ve işçi hareketleri ortadan kaybolurken, çok sınırlı sayıda da olsa yeni işçi örgütleri sahneye çıkmıştır. 1909-1912 tarihleri arasında 33 greve rastlanmaktadır. 1909- 1918 döneminde görülen grevler ekonomik nedenlerle ortaya çıkmış olup, 1908 grevleriyle benzerlik gösterir. Bu dönemdeki grevlerin tamamına yakını Tatil-i Eşgâl Kanunu’nun getirdiği kısıtlamalar yüzünden, özel kesimdeki yabancı şirketlerde veya Osmanlı şirketlerinde görülür.171 Kanunun kapsamına kanunun 1. maddesi dışındaki iş kolları girmemiştir. 18 Ekim’de Beyoğlu birahane ve kahvehanelerindeki garsonların tatil-i eşgâli, özel ve kamu hizmeti sayılmayan bir işyerinde olduğu için kanunun kapsamına girmemektedir. Garsonlar, iş gününün 12 saatten fazla olmamasını istemektedirler. Tokatlıyan garsonlarından bazıları çalışmaya devam etmiş, grevciler gazinonun önünde gösteri yapmak istemişlerse de zabıtaca engellenmiştir. Kanun çıkmasından sonra grevlerde azalma kaydedilmişse de birtakım kıpırdanmaların olduğu gözlenmektedir. Aralarında Şark demiryolları ve İstanbul liman işçilerinin de bulunduğu ve her birinde beşyüz – iki bin arası işçinin yer aldığı ortalama 25 grev çıkmış, rejide 500 işçi, Olympos fabrikalarında 1500 işçi, Selanik’te 1000 fırın işçisi, ayrıca 500 sabun, 2000 tuğla, 800 dok işçisi ve 95 mağaza müstahdemi işi bırakmıştır. Bu rakamlar grevlerin ancak pek az kısmını içine almakta, böyle olduğu halde katılanlar toplam 35 bin işçiyi bulmaktadır.172 2 Mart günü İdare-i Mahsusa, amele ve müstahdeminin Adalar’a Şirket vapurları işletilmediği için gösterilerde bulunacaklarını bir gün önce haber verdikleri, kendilerine İdare-i Mahsusa’nın yeni vapurlar alacağı, o zamana kadar da maaşlarının verileceğinin bildirildiği, buna rağmen dağılmadıkları ve öğütleri dinlemedikleri için polis ve asker gücüyle dağıtılmışlardır. 20 Mart 1909’da 8 bin kadar gümrük hamalı da terk-i eşgâl etmiştir. Rıhtım Amelesi 3 Nisan’dan beri grev yapmaktadır. 6 Nisan’da grev devam etmektedir. Amele tarafından komisyona gönderilen dilekçeye, Kumpanya Müdürü “Fransız amelesini misâl gösteriyorsanız onlar adamdır” cevabını vermiş ve istekleri reddetmiştir.173

171 Karakışla, a.g.m., s. 38. 172 Sencer, a.g.e., s. 204. 173 Gülmez, a.g.e., 1991, s. 391.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 59 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Kanunun çıkmasından sonra da grevler devam etmiştir. 1910’da Kazlıçeşme ve Tramvay işçileri grevleri, 1911’de Selanik’te reji işçileri grevi ilk grevlerden sayılabilir. 20 kadar işçinin işten atılmasına tepki olarak 2000’den çok İstanbul reji işçisi grev yapmıştır.174 26 Ekim’de Samsun reji amelesi grevde bulunduğu ve nezaret dairesini taşa tuttuğu, çarpışmalar sonunda her iki taraftan ikisi ağır olmak üzere 8, 10 kişinin yaralandığı ve araya girenlerin gayretleriyle, işçiye %20, %25 zam yapılarak greve son verildiği bildirilmektedir.175 Tensikat176 ve ıslahatı akim bırakmak için işinden çıkarılmış olan bazı memurların, diğer memurları greve teşvik ettiklerinin öğrenildiği, durumun tahkik edilmesi, böyle davrananlar hakkında kanuni işlemlerin yapılması konusunda umum tebliğat yayımlanmıştır.177 Grevleri sabık idarenin taraftarlarının da desteklediği görülmektedir. Kosova’daki kasap esnafının kendilerinden zebhiye rüsumu178 alınmamasını temin maksadıyla yaptığı greve, idare-i sabıka taraftarlarının tahrikiyle çarşı halkı da iştirak ederek dükkânlarını kapatmışlar ise de alınan tedbirler üzerine dükkânlar tekrar açtırılmış ve buna sebebiyet verenler yakalanarak adliyeye sevk edilmişlerdir.179 Tatil-i Eşgâl Kanunu sonrasında işçilerin toplantı ve cemiyet kurma haklarıyla ilgili henüz bir kanun çıkarılmamış olmasına dayanılarak, bu yöndeki taleplerin askıda tutulması ve memurların da bu tür cemiyetlerle alakaları neticesinde resmi işlerde bir aksamaya sebebiyet vermeleri durumunda gerektiği şekilde cezalandırılmaları, ayrıca greve teşebbüs halinde müteşebbislerinin kanunî takibata tabi tutulmalarına karar kılınmıştır.180 Bazı grev vakalarının da yapılan tahkikat neticesinde asılsız olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun bir örneği Samsun’da görülmüştür. Çoğunluğu Rum olan 800 kadar işçinin Samsun Reji Nezareti’ne hücum ederek Almanya tebaasından reji müdürü Mösyö Marulis’in elbisesini parçalayıp saatini gasb ettikleri, bazı kişileri yaraladıkları ve bu duruma Samsun Mutasarrıfı’nın müsamahasının ve grevcileri teşvik etmesinin neden olduğu, bundan dolayı mutasarrıfın tedibi ve reji müdürünün zararının tazmin edilmesine dair Almanya sefaretinden bir muhtıra verilmiştir. Muhtıra üzerine Canik mutasarrıflığınca yapılan tahkikat neticesinde böyle bir saldırı olayının vuku bulmadığı ortaya çıkmıştır.181 Buna rağmen Almanya sefareti, hükümete bir muhtıra daha vermiştir. Muhtırada Samsun Reji

174 Sencer, a.g.e., s. 203. 175 İkdam, 26 Ekim 1908. 176 Tensikat: Fazla memuru işten çıkarma. 177 BOA, DH.MKT., 2729/78. 178 Kasaplardan kestikleri hayvanlar için alınan vergi. 179 BOA, DH.MKT., 64/2911. 180 BOA, DH.MKT., 2703/95. 181 BOA, DH.MKT., 2648/63.

60 TANER ASLAN

Müdürü Mösyö Marulis’in grevcilerin hücumuna duçar olduğundan bahisle zarar ve ziyanının tazmini talep edildiğinden gereğinin yerine getirilmesi istenmiştir.182 Grev teşebbüslerine devam edilmesi hükümeti bu hususta esnek davranmaya sevk etmiştir. İşçilerin yasal çerçevede grev haklarını kullanabilmeleri sağlanmıştır. Grev yapacak olan çalışanların bu eylemlerden bir kaç gün evvel zaptiye dairelerini bilgilendirmeleri gerektiği bildirilmiştir.183 İzmir’deki işçilerin toplantı ve grev yapma hakkı verilmesi talepleri üzerine amelenin hakkının korunduğunu sık sık iş bırakarak müşkülat çıkarmamaları yönünde telkinde bulunulmuştur.184 İşçilerin grevleri önlemede işçilere birtakım vaatlerde bulunulma yoluna da gidilmiştir. İzmir bölgesinde demiryolu işçilerinin grev yapmalarının meydana getirdiği olumsuzluklar üzerine işçilerin maaşlarının artırılacağı yönündeki vaatler neticesinde işçiler iş bırakma eyleminden vazgeçmişlerdir.185 Bursa İpek ve Halı Fabrikası’nda meydana gelen grevde de müstahdem kadın işçiler yevmiye ve mesai saatlerindeki anlaşmazlık nedeniyle greve gittiklerinden hükümetçe bu konuda bir nizamname hazırlanıncaya kadar muvafık bir suret-i tesviyenin temini istenmiştir.186 Hükümet, işçilerle şirket yetkilileri arasında arabuluculuk yaparak grevleri engellemeye çalışmıştır. Örneğin Rumeli Şimendifer Kumpanyası’nda çalışmakta iken bazı hak talepleri ile greve giden hamallar ile kumpanya yetkililerinin arasını bulmak maksadıyla Şehremaneti teklifte bulunmuş ve bu teklif Ticaret ve Nafia Nezareti’ne gönderilmiştir.187 Bazı grevler de işçilerin ustabaşlarının işten uzaklaştırılma talepleri neticesinde çıkmıştır. Zonguldak Gelik Madeni işçileri, Kaye adındaki ustabaşlarının uzaklaştırılması için grev yapmışlardır. Ancak Fransız Sefareti bu ustabaşının korunmasını hükümetten talep etmiş, hükümetin araya girmesiyle maden işçileri greve son vermişlerdir.188 Sonuç Avrupa’da meydana gelen Sanayi İnkılabının meydana getirdiği yeni gelişmeler, farklı iş kollarını ortaya çıkartmıştır. Bu iş kolları yeni iş olanaklarını da beraberinde getirmiştir. Gelişen sanayi ile işçi hareketlerinde birtakım değişmeler de görülmeye başlamıştır. Batıdaki bu gelişmeler Batılılaşma süreci içindeki Osmanlı Devleti’ni de doğrudan etkilemiştir. Özellikle devletin Batılı

182 BOA, DH.MKT., 2732/11. 183 BOA, DH.MKT., 2703, 122. 184 BOA, DH.MKT., 2874/61. 185 BOA, DH.İD., 107/34. 186 BOA, DH.İD., 107/17. 187 BOA, DH.MKT., 2733/39. 188 BOA, DH.MUİ., 115/36.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 61 (OTAM, 25 / Bahar 2009) devletlerle yaptığı ticarî anlaşmalar Osmanlı iktisadî yapısını da kökünden değiştirmiştir. Yeni açılan iş kollarıyla tanışan Osmanlı insanı, Batılı manada işçi statüsüne sahip olmuştur. Bu iş kollarının işçiler açısından sağlıklı koşullar oluşturmaması, ücretlerin azlığı ve zamanında verilmemesi gibi nedenler işçileri birtakım arayışlara yöneltmiştir. Bu yöneliş Osmanlı Devleti’nde işçi hareketlerine sebep olmuştur. İşçiler arasında çalışma zamanı, ücretler, sağlık gibi hakları kamu ve özel şirketlerden isteme şeklinden tatil-i Eşgâl hadisesi ortaya çıkmıştır. 1860’lardan sonra işçi hareketlerinde kayda değer gelişmeler yaşandığı görülmektedir. Bir sendika niteliğinde olmayan işçi dernekleri ve sandıkları oluşturularak, iş bulma kurumu ve işçi problemleri ele alınmaya başlamıştır. Bunlar bir çeşit hayır kurumları niteliği taşımaktadırlar. Osmanlı işçi hareketlerinin, gerçek bir grev niteliği kazanması ve kamuoyunda yankı bulması 1870’lerden sonraki yıllara rastlar. Hürriyetin ilanıyla birlikte grev hareketlerinde daha önce görülmedik bir gelişme yaşanır. Ağustos - Eylül 1908 arasında meydana gelen grevler, bir hak arama adına çıkmaktadır. Bu grevlerin temel özelliği ücret artışı istekleri üzerinde odaklaşan ekonomik nitelikli eylemlerdir. Meşrutiyet grevlerinin bir özelliği de kendiliğinden olmasıdır. Bu da meşrutiyet grevlerinin teşkilatlı olmadığını ortaya koymaktadır. Başlangıçta başta İttihat ve Terakki Cemiyeti olmak üzere, hükümet, kamuoyu ve basın grevleri hürriyetin bir gereği olarak görmüşler ve desteklemişlerdir. Ancak grevlerin, siyasî, idarî ve iktisadî açıdan toplumsal bir sorun ortaya çıkartmasıyla, grev sempatisi antipatiye dönüşmüştür. İkdam gazetesi, grevlerin adeta bir illet-i müstevliye halini aldığını, grevlerin, yalnız şirketle amele arasında ortaya çıkan bir ihtilaf olmakla kalmadığını, memleketin iktisadi durumu üzerinde tesir yaptığı yorumunu yaparak grevleri eleştirmiştir.189 Osmanlı Devleti’nde yatırımların büyük bölümü yabancı sermaye tarafından gerçekleştirilmekteydi. Grevlerin çoğu yabancı iş kollarında meydana geldiğinden, yabancı şirketler hükümete başvurarak grevlerin önünün alınmasını istedikleri öne sürülmektedir. Bu sorunu engellemek için Meclis-i Mebusan’da önce Tatil-i Eşgâl Kanun-ı Muvakkatı adıyla geçici bir yasa, ardından Tatil-i Eşgâl Yasası çıkartılmıştır. Bu kanun ilk grev ve sendika kanunudur. Kanunun özü, işçi hareketlerini kısıtlayıcı ve baltalayıcı niteliktedir. Yalnız umuma müteallik hizmet ve şirketlerde çalışanları kapsıyorsa da, o dönemde en fazla işçi çalıştıran ve işçilerin büyük kümeler halinde toplanmış oldukları işkollarının, demiryolları, tramvay şirketleri, reji işyerleri, liman ve gaz, su ve elektrik gibi şirketler olduğu, ayrıca kanunun kapsamına giren işkolları tüketici olarak sayılmadığı için, gerçekte bu işçi hareketlerine indirilmiş bir darbedir. Yasaların

189 İkdam 16 Eylül 1908, akt. Sencer, a.g.e., s. 197.

62 TANER ASLAN

1908 Ağustos – Eylül ayı grev dalgasının hemen arkasından, acele çıkarılmış olması da bu kanıyı doğrulamaktadır. Yani, kanunun amacı, işçinin grev ve sendika kurma haklarını düzene bağlamak değil, kısıtlamaktır.190 Yasa grevlerin önünü kesmişse de sonlandıramamıştır. Ülkenin muhtelif yerlerinde meydana gelen grev hareketlerinin bir bölümü, gösteri olmaktan çıkarak, güvenlik güçleriyle çatışmaya kadar vardırılmıştır. Hükümet grevlere olumsuz baktığından, grevlere müsaade etmemiş, grevlere müdahalede bulunmuştur. İşçilerin de zaman zaman güvenlik güçleriyle çatışmaya girdiği görülmektedir. Bu durum, güvenlik açısından bir sorun teşkil etmektedir. İşçilerin, haklarını taşkınlıkla, kargaşalıkla, asayişi bozmakla elde edeceklerini sanmaları ciddi bir bunalım meydana getirmiştir.

190 Sencer, a.g.e., s. 202; Şanda, a.g.e., s. 26.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 63 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Kaynakça a) Başbakanlık Osmanlı Arşiv Kaynakları Dahiliye Nezareti Emniyeti Umumiye 1. Şube (DH.EUM.1.Şb). Dahiliye Nezareti Emniyeti Umumiye Tahrirat Kalemi (DH.EUM.THR.). Dahiliye Nezareti İdare (DH.İD.). Dahiliye Nezareti Kalemi Mahsus (DH.KMS.). Dahiliye Nezareti Mektubi Kalemi (DH.MKT.). Dahiliye Nezareti Muhaberat-ı Umumiye İdaresi Kalemi (DH.MUİ.). İrade Kanun ve Nizamat (İ.KAN.). Meclis-i Vükela Mazbataları (MV.). Yıldız Mütenevvi Maruzat Evrak (Y.MTV.). (not: belgelerin dosya ve gömlek numaraları metin içerisinde verilmiştir.) b) Eserler ve Makaleler ADANIR, Fikret, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun İle Sosyalizmin Oluşması ve Gelişmesi”, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), (der. Erik Jan Zurcher, Mete Tuncay), İletişim Yay., İstanbul 1995. AĞRALI, Sedat, Günümüze Kadar Belgelerle Türk Sendikacılığı, Son Telgraf Matbaası İstanbul 1967. AKSU, Osman Sulhi, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt, İstanbul 1974. AKŞİN, Sina, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987. BİRİNCİ, Ali, “II. Meşrutiyet’te İşsizlerin Kurduğu Çalışkan Kardeşler Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, Sayı 64, Nisan 1989. ÇAVDAR, Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839-1990, İmge Yayınları, Ankara 1995. DERİNGİL, Selim, “Legitimacy Structures in the Ottoman State: The Reign of Abdülhamid II (1876-1909)”, International Journal of Middle East Studies, 23 (1991), s. 345-359. GÜLMEZ, Mesut, “1908 Grevleri (İlan-ı Hürriyet Grevleri)”, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, Cilt 1, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul 1996. GÜLMEZ, Mesut, “Sendika Hakkı, Toplu Sözleşme ve Grevi de İçeren Toplu Eylem Haklarını Kapsar Mı?”, Çalışma ve Toplum, Cilt 3, (2008).

64 TANER ASLAN

GÜLMEZ, Mesut, “Tanzimat’tan Sonra İşçi Örgütlenmesi ve Çalışma Koşulları”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türk Ansiklopedisi, Cilt 3, İletişim Yayınları, İstanbul 1985. GÜLMEZ, Mesut, Sendikal Hakların Uluslararası Kuralları ve Türkiye (UÇÖ/ILO Sözleşme ve İlkeleri), TODAİE Yayını, Ankara 1988. GÜLMEZ, Mesut, Türkiye’de Çalışma İlişkileri (1936 Öncesi), Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayınları, Ankara 1991. GÜZEL, M. Şehmus, “1871 Ameleperver Cemiyeti”, Bilim ve Sanat, Sayı 8, Ağustos 1981. GÜZEL, M. Şehmus, Grev, Sosyalist Yayınlar, İstanbul 1993. GÜZEL, M. Şehmus, Türkiye’de İşçi Hareketleri, Sosyalist Yayınları, İstanbul 1993. GÜZEL, M. Şehmus, “1908 Kadınları”, Tarih ve Toplum, Cilt 2, Sayı 6-12, 17 Temmuz 1984. KARAKIŞLA, Yavuz Selim, “Osmanlı Sanayi İşçisi Sınıfının Doğuşu 1839-1923”, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine İşçiler 1839-1950, (derl. Donald Quataer Eric Jan Zürcher, çev. Cahide Ekiz), İletişim Yayınları, İstanbul 1988. KAZGAN, Gülten, Küreselleşme ve Yeni Ekonomik Düzen, Altın Kitaplar, İstanbul 1997. KONGAR, Emre, Toplumsal Değişme Kurumları ve Türkiye Gerçeği, Bili Yayınevi, Ankara 1979. KURTHAN, Fişek, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve İşçi Sınıfı, Doğan Yayınevi, Ankara 1969. MAKAL, Ahmet, Osmanlı İmparatorluğu’nda Çalışma İlişkileri 1850-1920, İmge Kitabevi, Ankara 1997. NICOLE, M. N. A., “Bursa’da Kadın İşçilerin 1910 Grevi”, Toplumsal Tarih, Sayı 39, Mart 1997. ONUR, Hakkı, “1908 İşçi Hareketleri ve Jön Türkler”, Türk ve Dünya, Mart 1977. ÖKÇÜN, Ahmet Gündüz, Tatil-i Eşgâl Kanunu 1909, Belgeler Yorumlar, SBFY, Ankara 1982. SAYMEN, Ferit Hakkı, “Sendikalar Kanun Tasarısı Hakkında Mütalâa”, İşveren, Cilt 1, Sayı 2, (1963). SENCER, Oya, Türkiye’de İşçi Sınıfı, Habora Kitabevi Yayınları, İstanbul 1969. SÜLKER, Kemal, 100 Soruda Türkiye’de İşçi Hareketleri, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1968. SÜLKER, Kemal, Türkiye’de Sendikacılık Tarihi, Bilim Kitabevi Yayınları, İstanbul 1987. SÜLKER, Kemal, Türkiye’de Sendikacılık, İstanbul 1955. ŞANDA, H. Avni, 1908 İşçi Hareketleri, İstanbul 1976.

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İŞÇİ HAREKETLERİ 65 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

ŞANDA, H. Avni, 1908’de Ecnebi Sermayesine Karşı İlk Kalkınmalar, Akşam Mat., İstanbul 1332. ŞİŞMANOV, İvan Dimitır, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, Belge Yay., İstanbul 1978. TALAS, Cahit, Sosyal Ekonomi, S Yayınları, Ankara 1976. TOPRAK, Zafer, “İlan-ı Hürriyet ve Anadolu Osmanlı Demiryolu Memur ve Müstahdemini Cemiyet-i Uhûvvetkarânesi”, Tarih ve Toplum, Sayı 57, Eylül 1988. TOYDEMİR, Sedat, “Türkiye’de İş İhtilâflarının Tarihçesi ve Bugünkü Durumu”, Sosyal Siyaset Konferansları, İktisat Fakültesi İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü Neşriyatı, İstanbul 1951. TUNA, Orhan, Grev Hakkı, İstanbul Üniversitesi Yayını, İstanbul 1962. TÜRKDOĞAN, Orhan, “19. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda İşçi Sınıfının Doğuşu”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, XI/2, (1981), 5-22. ÜSTEL, Füsun, “II. Meşrutiyet ve Vatandaşlığın İcadı”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi, Cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul 2000. YAZGAN, Turan, “Türkiye’de Sendikal Hareketler”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Cilt 2, Sayı 20. YAZICI, Erdinç, Osmanlı’dan Günümüze Türk İşçi Hareketi, Aktif Yayınları, Ankara 1996. YURDAL, Milcan, Türkiye’de İşçi Hareketleri ve Sendikal Haklar, yay. y., İstanbul 1986.

Telgrafın Osmanlı İmparatorluğu’nda Yayılması: Çanakkale Telgraf Hattı Örneği Spreading of Telegraph in the Ottoman Empire: The Case of Çanakkale Telegraph Line Özkan Keskin∗ Ali Sönmez∗∗ Özet 19. Yüzyılın en önemli teknolojik yeniliklerinden birisi olarak kabul edilen telgraf, merkezî hükümetlerin güçlendirilmeye çalışıldığı ve askeri ihtiyaçların belirleyici olduğu bir ortamda gelişti. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu’nda da hızlı bir yayılma sürecine girdi. 1853-1856 Kırım Harbi sırasında askerî, siyasî ve stratejik hususlar göz önüne alınarak imparatorluk genelinde tesis edilmeye başlanan telgraf hatlarının, ilk kurulduğu yerlerden birisi de Çanakkale’dir. Stratejik açıdan önemli bir noktada bulunan Çanakkale telgrafın yayılması açısından iki ana eksen üzerinde gelişme göstermiştir. Karadan ve deniz altından çekilen kablolar vasıtasıyla bölgenin 1859 tarihinde İstanbul; 1865 tarihinde ise İzmir’le olan bağlantısı tamamlanmış ve büyük merkezlerle olan iletişimi sağlanmıştır. Anahtar Kelimeler: Çanakkale, Osmanlı, Telgraf, Morse, Haberleşme, Modernleşme Abstract Telegraph was one of the most pivotal technological innovations of the 19th century, as it transmitted information quickly over long distances. Not only did it accelerate the speed of business transactions but also strengthened the power of the central governments. It was also used for military purposes for obvious reasons. This new technology rapidly spread throughout the Ottoman Empire. Telegraph lines were quickly spread everywhere during the Crimean War (1853-1856). One of the first places that enjoyed the new technology was Çanakkale as it was located at the crossroads of major routes. Laid across the sea floor and overland, the telegraph lines connected the city to İstanbul in 1859 and to İzmir in 1865. Keywords: Çanakkale, Dardanalles, Ottoman, Telegraph, Morse, Communication, Modernization

∗ Yrd.Doç.Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, [email protected] ∗∗ Yrd.Doç.Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, [email protected] 68 ÖZKAN KESKİN - ALİ SÖNMEZ

1- Telgrafın Osmanlı İmparatorluğu’na Girişi Osmanlı İmparatorluğu’nun telgraf ile tanışması, askerlerin 1828–1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında İstanbul Boğazı’ndan iletişimin hızlı bir şekilde sağlanmasını istemeleri üzerine oldu. Semafor adı verilen ve pek de etkili olmadığı anlaşılan alet, o tarihte İstanbul’da yaşayan bir Batılı tarafından bir tür telgraf olarak tarif ediliyor ve boğazın iki yakası arasında iletişimi sağlayabiliyordu.1 Bu tecrübeden yaklaşık on yıl sonra, telgrafın Osmanlı Devleti’nde tanıtılmasına yönelik bir başka deneme daha yapıldı. Elektrikli telgrafın mucidi Prof. Samuel Morse’un ortağı olan Chamberlain, yanında iki adamı ile birlikte 1839’da İstanbul’a gelerek, yeni aletleri, elinde galvanizli pil olduğunu öğrendiği Cyrus Hamlin’in Bebek’teki çalışma odasında denedi. İstanbul’dan sonra Viyana, Prusya ve Rusya’ya gitmeyi planlayan Chamberlain2, yapacakları gösteriler sayesinde önce Osmanlı Devleti’nden ardından da Avusturya’dan bir patent alabilmeyi ümit ediyordu. Ancak alette pek çok üretim hatası vardı. İşaretler bazen bulanık, bazen de hiç yoktu. Osmanlı yönetimine takdim edilmeden önce bazı iyileştirmelerin yapılmasının gerektiği anlaşıldığından Chamberlain, Viyana’ya giderek alet üzerinde çalışmaya karar verdi. Fakat Chamberlain ve yanındaki beş adamı, bindikleri buharlı vapurun Mayıs 1839’da Tuna’da alabora olması sonucu hayatlarını kaybettiler ve böylece telgrafın Osmanlı yönetimine tanıtılmasına yönelik bu girişimden sonuç alınamadı.3 İstanbul’da bir maden mektebi kurmak üzere geçici olarak görevlendirilen Amerikalı Prof. Lawrance Smith’in 1847’deki teşebbüsü ise daha başarılı oldu. Smith, aslında İstanbul ile ona komşu bir şehir arasında telgraf hattı kurmak istiyordu ve bu amaçla Amerika’dan telgraf aleti sipariş etti. Ardından da Hamlin’i, sultanın huzurunda yapılacak bir telgraf tecrübesinde yardım etmesi konusunda ikna etmeyi başardı. Aletler geldikten sonra Hamlin’in küçük seminer odasında üç gün pratik yapıldı.4 9 Ağustos 1847’de5 Abdülmecid’in

1 Roderic H. Davison, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Elektrikli Telgrafın Kurulması”, Osmanlı Türk Tarihi 1774-1923, Çev: Mehmet Moralı, İstanbul 2004, s.193-194. Aynı makalenin bir başka çevirisi için bkz. Roderic H. Davison, “Osmanlı İmparatorluğu’na Elektrikli Telgrafın Girişi” Çev: Durdu Mehmet Burak, OTAM, S.14, Ankara 2003, s.347–386. Makalenin İngilizce asıl metni için bkz. “The Advent of the Electric Telegraph in the Ottoman Empire”, Essays in Ottoman and Turkish History, 1774-1923, University of Texas Press, 1990, s. 133-165. 2 Yakup Bektaş, “Displaying the American Genius:The Electromagnetic Telegraph in the Wider World” The British Journal for the History of Science, Vol. 34, No.2 , Jun., 2001, s.211. 3 Cyrus Hamlin, Among The Turks, New York 1878, s.185; Mustafa Kaçar, “Osmanlı Telgraf İşletmesi”, Çağını Yakalayan Osmanlı, Yay. Haz. E.İhsanoğlu-M.Kaçar, İstanbul 1995, s.46; Roderic H. Davison, a.g.m., s.194. 4 Cyrus Hamlin, a.g.e., s.186. 5 Mustafa Kaçar, a.g.m., s.47. TELGRAFIN OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA YAYILMASI 69 (OTAM, 25 / Bahar 2009) huzurunda Beylerbeyi Sarayı’nın iki ayrı odasına kurulan makinelerden başarılı bir şekilde mesaj gönderildi. Ertesi gün Bâbıâli ileri gelenlerinin katılımıyla6 yapılan ikinci gösterinin ardından sultan İstanbul-Edirne arasında bir hat çekilmesini teklif etti.7 Yeni makineden oldukça memnun olan sultanın, Smith’e ne tür bir ödül verilebileceğini sorması üzerine, Smith ödülün mucit Morse’a gönderilmesinin daha uygun olacağını bildirdi.8 Bunun üzerine 1849 başlarında Osmanlı Sultanının isminin baş harflerinin etrafına 130 elmasın zarif şekilde yerleştirildiği bir madalya ile berat gönderildi.9 Abdülmecid tarafından taltif edildiğini gazetelerden ve arkadaşlarından öğrenen Morse, berat ve madalyayı bir yıllık gecikmeyle aldıktan sonra sultana cevabî bir teşekkür mektubu gönderdi.10 Morse, 1863’te Hamlin’e yazdığı mektupta ise Robert Kolej’e bir çift telgraf takımı göndermekten duyduğu memnuniyeti belirterek, Abdülmecid’i icadının değerini takdir eden ilk Avrupalı devlet adamı olarak övmekteydi.11 Morse, Osmanlı Devleti’nden sonra 1856’da Fransa ve Danimarka, 1859’da İspanya, 1860 yılında Portekiz ve 1864 yılında ise İtalya tarafından verilen devlet nişanı ile taltif edildi.12 Bu arada yeni icadın gördüğü ilginin ardından, aralarında Osmanlı Devleti ve bazı Avrupalı devletlerin elçilerinin katılımıyla 1858 yılında Paris’te yapılan toplantıda, Morse’a nakit para ödülü verilmesi kararlaştırıldı. Her devletin, elinde bulundurduğu telgraf makinesi sayısı nispetinde katılımı esas alındı. Ödül miktarı olarak tespit edilen 400.000 frankın ise dört yıla yayılan

6 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) İrâde Dahiliye (İ. DH.) Nr. 7919 (10 Ağustos 1847); Nesimi Yazıcı, “Tanzimat Döneminde Osmanlı Haberleşme Kurumu”, 150. Yılında Tanzimat, Yayına Hazırlayan: Hakkı Dursun Yıldız, TTK, Ankara 1992, s.179,180. 7 Cyrus Hamlin, a.g.e., s.192. Amerikan Elçiliği sekreteri John Porter Brown’ın tercümanlığında Beylerbeyi Sarayı’nda yapılan ilk gösteride gönderilen mesajlardan birini Sultan Abdülmecid seçti. Nesimi Yazıcı, “Türkiye’de İlk Telgrafı Abdülmecit Çekti”, Yıllarboyu Tarih, S.7, Temmuz 1981, s.25. Her iki gösterinin ayrıntıları için bkz. Cyrus Hamlin, a.g.e., s.187-192; Yakup Bektaş, a.g.m., s.214-217; Asaf Tanrıkut, Türkiye Posta ve Telgraf ve Telefon Tarihi ve Teşkilât ve Mevzuatı, Ankara 1984, s.534-536. 8 Cyrus Hamlin, a.g.e., s.194. 9 Edward Lind Morse, Samuel F.B. Morse His Letters and Journals, Vol. II, Boston and Newyork 1914, s.297. Washington Smithsonian Enstitüsü’nde bulunan elmaslarla süslü madalya ve Amerikan Kongre Kütüphanesi’nde bulunan beratın fotoğrafları için bkz. Yakup Bektaş, a.g.m., s.218,220. 10 Bâbıâli Evrak Odası (BEO) Sadaret Âmedi Kalemi (A.AMD) Nr.26-63 (8 Aralık 1850); BOA. İrâde Hariciye (İ.HR.) Nr:3475 ( 10 Aralık 1850); Yakup Bektaş, a.g.m., s.219. 11 Asaf Tanrıkut, a.g.e., s.537; Nesimi Yazıcı, “Tanzimatta Haberleşme ve Kara Taşımacılığı”, OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi), S.3, Ankara 1992, s.344. 12 James F. Hunnewell, A Century of Town Life: A History of Charlestown, Massachusetts, 1775-1887, Boston 1888, s. XIV. 70 ÖZKAN KESKİN - ALİ SÖNMEZ bir sürede ödenmesi öngörüldü.13 Buna göre Osmanlı Devleti 69 makine karşılığı 21.496 frank 5 santim, Avusturya 224 makine için 69.787 frank 20 santim, Fransa 462 makine için 143.936 frank 10 santim, Rusya 115 makine için 34.270 frank 50 santim ödeyeceklerdi.14 Karardan kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti ödülün ilk taksiti olan 5.374 frank 24 santimin Paris Sefareti aracılığıyla Morse’a iletilmesi için harekete geçti.15 Sultan’ın ilgisine rağmen telgrafın Osmanlı Devleti’nde etkili bir şekilde kullanılmaya başlaması Kırım Savaşı sırasında oldu. Osmanlı-Rus Savaşı şeklinde başlayan Kırım Savaşı’na kısa bir süre sonra İngiltere ve Fransa da dâhil oldu. Müttefik ordularının hükümetleri ile olan iletişiminin acilen hızlandırılması gerekiyordu. Çünkü savaşın başlangıcında Kırım’dan Londra’ya en hızlı mesaj -iki günü gemi ile Kırım’dan Varna’ya ve diğer üç gün ise oradan Bükreş’e at ile olmak üzere- 5 günde ulaşabiliyordu. Bu nedenle İngilizler, Şubat 1855’te Varna-Kırım arasında deniz altından ilk telgraf hattı yapımına başladılar.16 Newall and Company şirketi tarafından Black Sea adlı vapur ile çekilen hat 400 mil uzunluğundaydı.17 Aslında 1854 yazında Osmanlı telgraf şebekesini kurmak üzere İngilizler ve Fransızlar Bâbıâli’ye tekliflerini iletmişlerdi. İngilizlerin 1000 kese fazla fiyat vermeleri ve inşaata hemen başlayamayacak olmaları üzerine, Fransız De la Rue ile imtiyaz antlaşması imzalandı. Padişahın isteği üzerine hat İstanbul ile Edirne’yi bağlayacak, oradan Şumnu’ya uzanacaktı.18 Yapılan mukavele gereği direkler Karadeniz Ereğli ormanlarından, malzemeler ise Fransa’dan temin edilirken, Fransız teknisyenler de Osmanlı telgrafçılarını eğiteceklerdi. İnşaata başlandıktan altı ay sonra, 19 Ağustos 1855’te İstanbul-Edirne hattı, 6 Eylül’de

13 BOA. Hariciye Nezâreti Mektubî Kalemi (HR.MKT.) Nr.258-27 (27 Eylül 1858). 14BOA. İ.HR. Nr. 8512 (16 Eylül 1858). Ülkelerin tam listesi için bkz. Lef 2; Nesimi Yazıcı, “Tanzimat Döneminde…” , s.180, n.184. 15 BOA. İ.HR. Nr. 9131 (13 Aralık 1858). 16 Yakup Bektaş, “The Sultan’s Messenger: Cultural Constructions of Ottoman Telegrapy 1847-1880”, Tecnology and Culture, Vol. 41, October 2000, s. 673. 17 Yakup Bektaş, “The Sultan’s Messenger…”, s.673. A.Baha Gökoğlu ve ona atfen bazı kaynaklar bu hattın 10–13 Nisan 1854 tarihleri arasında çekildiğini belirtmektedir. Bkz. A. Baha Gökoğlu, Batı ve Doğu’da Telgrafçılık Nasıl Doğdu?, İstanbul 1935, s.47. Ancak müttefiklerin Eylül 1854’te Kırım’a asker çıkardıkları dikkate alınacak olursa, Kırım- Varna telgraf hattının bitiriliş tarihinin Nisan 1855 olduğunu kabul etmek daha doğru olacaktır. Ayrıca Nesimi Yazıcı, bu konudaki ihtilafı Ceride-i Havadis’ten alıntı yaparak ortadan kaldırmakta ve Nisan 1855 tarihini vermektedir. Nesimi Yazıcı, “Tanzimat Döneminde…” s.181. 18 Neriman Ersoy Hacısalihoğlu, “Kırım Savaşında Haberleşme: Varna Telgraf Hattı Şebekesi”, Savaştan Barışa:150.Yıldönümünde Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması (1853–1856), İ.Ü.Tarih Araştırma Merkezi, Bildiriler, İstanbul 2007, s.122. TELGRAFIN OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA YAYILMASI 71 (OTAM, 25 / Bahar 2009) ise Edirne-Şumnu bağlantısı tamamlandı.19 Varna-Rusçuk-Bükreş inşaatlarının 15 Mayıs 1855’te bitirilmesinin ardından Viyana-Bükreş ile İstanbul-Varna arasındaki hatların da yapılmasıyla Osmanlı Devleti’nin Avrupa ile bağlantısı sağlanmış oldu.20 10 Eylül 1855’te Şumnu’dan Edirne’ye ve oradan da İstanbul’a çekilen ilk telgrafta müttefik askerlerinin Sivastopol’a girdiği müjdeleniyordu.21 Bu haberden yalnızca on beş yıl sonra Osmanlı Devleti’ndeki telgrafhanelerin sayısı 301’e ulaşacaktı.22 2- Çanakkale-İskenderiye Telgraf Hattı Kırım Savaşı sırasında özellikle siyasî ve askerî ihtiyaçlar göz önüne alınarak yapılması planlanan hatlardan biri, İngiltere’nin desteklediği Çanakkale- İskenderiye telgraf hattıydı. İngiliz Hükümeti açısından bu hattın inşası, Hindistan ile hızlı iletişim sağlamanın ve bölge hâkimiyetini pekiştirmenin bir yolu olarak görülüyordu. Zira İngiliz ordusundaki Hintli askerlerin çıkarmış olduğu isyan haberinin ancak 40 günde Londra’ya ulaşması, bu konudaki aciliyetin bir göstergesiydi.23 Çanakkale- İskenderiye telgraf hattının inşası Osmanlı Devleti açısından da bazı avantajlar sağlayacak bir proje olarak düşünülmekteydi. Öncelikle masraflar İngiliz şirketine ait olacağından Bâbıâlî’ye bir yük getirmeyecekti. Hattın tamamlanması Osmanlı Devleti’nin Avrupa haberleşmesinden pay almasına imkân vereceği gibi, hızlı haberleşme devlet otoritesinin artmasına ve devamlılığına da etki edecekti.24 Diğer taraftan Osmanlı Devleti, müttefik İngilizlerle iyi ilişkilerinin sürmesini ve Avrupa telgraf hatlarındaki Fransız üstünlüğünü, Asya hatlarındaki İngiliz etkisiyle dengelemeyi istiyordu.25

19 Roderic H. Davison, a.g.m., s.197-198. Ayrıca Telgrafhâne-i Âmire Müdürü olarak Tercüme odası hulefasından Âli Paşa Mühürdârı Billurizâde Mehmed Efendi tayin edildi. Bkz. Vak’a-nüvis Ahmed Lütfî Efendi Tarihi, Yayınlayan: Prof. Dr. M. Münir Aktepe, C.IX, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1984, s.119. 20 Varna-Rusçuk-Bükreş ve İstanbul-Varna telgraf hatları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. A.Baha Gökoğlu, a.g.e., s.48-54; Neriman Ersoy Hacısalihoğlu, a.g.m., s.124-130. 21 A.Baha Gökoğlu,a.g.e., s.56; Nesimi Yazıcı,“Osmanlı Telgraf Fabrikası”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, S.22, Şubat 1983, s.69; Nesimi Yazıcı, “Tanzimat Döneminde…” , s. 185. Aynı müjdeli haber 14 Eylül 1855’te İstanbul’dan Paris ve Londra Elçiliklerine çekilen telgrafla iletildi. Bkz. Roderic H. Davison, a.g.m., s.198. Telgrafla alınan haber iyi bir tesadüf olarak kabul edildi ve birkaç gün sonra gelen posta vapuru ile de tasdik olundu. Cevdet Paşa, Tezâkir, 1-12, Yayınlayan: Prof. Dr. Cavid Baysun, TTK, Ankara 1991, s.56, 57. 22 Nesimi Yazıcı, “Tanzimat Döneminde…”, s. 195. Osmanlı Devleti’nde telgraf idaresi ve teşkilatı hakkında geniş bilgi için bkz. Tanju Demir, Türkiye’de Posta Telgraf ve Telefon Teşkilatının Tarihsel Gelişimi (1840-1920), Ankara 2005. 23 Roderic H. Davison, a.g.m., s.199. 24 Mustafa Kaçar, a.g.m., s.65. 25 Roderic H. Davison, a.g.m., s.199. 72 ÖZKAN KESKİN - ALİ SÖNMEZ

Bu doğrultuda İstanbul-Çanakkale etabı Osmanlı Devleti’ne ait olmak üzere İngiliz Lionel Gisborne’un teklif etmiş olduğu Çanakkale-İskenderiye telgraf hattının yapılması için görüşmelere 1855 yılında başlandı. Yapılan müzakerelerde hattın imtiyazının 50 sene müddetle Gisborne’a bırakılmasına ve bu süre sonunda şebekenin kullanılabilir bir surette Osmanlı Devleti’ne devrine karar verildi.26 Yaklaşık bir buçuk ay sonra taraflar arasında yapılan mukavele ile Gisborne, Gelibolu, Sakız ve Rodos üzerinden İskenderiye’ye bağlanacak olan telgraf hattını on sekiz ayda bitirmeyi taahhüt etti. Ayrıca Bâbıâli’nin bu hattı kullanarak yapacağı muhaberât günlük üç saati geçmeyecek ve bu işlemden ücret alınmayacaktı. Hattın bitirildiği tarihten itibaren Osmanlı Devleti yirmi bir sene müddetle her altı ayda bir 5000 Sterlini iane adı altında şirkete ödeyecek ve elli sene imtiyaz süresi sona erdiğinde hattın tüm mülkiyeti Bâbıâlî’ye geçecekti.27 Ancak sadarette yapılan değişiklik ile 3 Mayıs 1855’de iane müddeti yirmi yıla, altı ayda bir ödenecek miktar ise 4500 Sterline indirildi.28 Fakat yapılan bu ilk anlaşmanın uygulamaya konulamadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Ekim 1855’de masrafları İngiliz şirketi tarafından karşılanmak üzere Çanakkale-İskenderiye arasında telgraf hattı inşasını öngören yeni bir mukavele imzalandı. Buna göre şirket, hattın 99 yıl süre ile işletilmesi imtiyazını elinde bulundururken, inşaatta kullanılacak malzemeden gümrük vergisi alınmayacak ve Osmanlı Devleti’nin resmi yazışmalarına öncelik tanınacaktı.29 Yapılan çalışmalara rağmen Çanakkale-İskenderiye telgraf hattı inşasına ait ilk teşebbüsler başarısız oldu. Bununla birlikte İngiliz hükümeti, Hindistan ile olan iletişimini sağlayabilmek için alternatif olabilecek Malta-İskenderiye arasında yeni bir telgraf hattı tesisi çalışmalarına başladı. Bu hattın yapımı için gereken izin 21 Nisan 1861 tarihli irade ile verildi ve birkaç sene içerisinde tamamlanarak hizmete girdi.30 3- İstanbul-Tekirdağ-Çanakkale Hattı Bâbıâlî, bazı telgraf hatlarını savaş ortamında İngiliz ve Fransızlara vermişti. Bununla birlikte sınırları içindeki diğer hatları kendi iradesi ile yapmayı düşünüyordu. Teknik eleman açığının ise, daha önceki tecrübelerde olduğu gibi, Avrupa’dan getirtilen uzmanlar sayesinde kapatılması planlanıyordu. Bu

26 BOA. İrâde Meclis-i Mahsus (İ.MMS.) Nr. 153 (26 Mart 1855). 27 BOA. İ.HR. Nr. 5911, Lef 2. 28 BOA. İ.HR. Nr. 5911. İlk imtiyaz tarihini Davison 25 Nisan 1855, Kaçar ise 23 Temmuz 1855 olarak vermektedir. Bkz.: Roderic H. Davison, a.g.m., s.199, n.19; Mustafa Kaçar, a.g.m., s.64. Ege Adalarına çekilen telgraf hatları ile ilgili bilgi için bkz. Ali Fuat Örenç, Yakındönem Tarihimizde Rodos ve Oniki Ada, Doğu Kütüphanesi, İstanbul 2006, s.347-353. 29 Mübahat S. Kütükoğlu, “Tanzimat Devrinde Yabancıların İktisadî Faaliyetleri”, 150. Yılında Tanzimat, Yayına Hazırlayan: Hakkı Dursun Yıldız, Ankara 1992, s. 135. 30 Mübahat S. Kütükoğlu, a.g.m., s. 136. Roderic H. Davison, a.g.m., s.200. TELGRAFIN OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA YAYILMASI 73 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

çerçevede 1857 yılı başından itibaren Anadolu’da ve Rumeli’de pek çok hattın yapımına başlandı. Bunlardan biri de hazırlıkları Aralık 1857 tarihinde yapılan Tekirdağ bağlantılı İstanbul-Çanakkale telgraf güzergâhı idi. Boğaz girişindeki Seddülbahir Kalesi’ne kadar uzatılacak hat için telgraf mühendislerinden Skolosky ile Akvar, Gelibolu kaymakamının refakatlerine verdiği birkaç zaptiye ile Aralık 1857’de iki gün keşif çalışması yaptılar.31 O sıralarda Bâbıâlî’de yapılan görüşmelerde telgrafın haberleşmeye getirdiği kolaylık üzerinde durularak, pek çok bölge ahalisinin teller ile diğer malzemenin devlet tarafından temin edilmesi halinde direkleri ve inşaat masraflarını üstlendikleri dile getiriliyordu. İstanbul’dan başlayarak Tekirdağ’a ulaşan hat, burada ikiye ayrılarak bir kolu Edirne ve buradan Selanik’e, ikinci kol ise Gelibolu üzerinden Çanakkale’ye uzanacaktı. Gerekli olan tel ve diğer malzemeler Fransa Sefareti’ne sipariş edilmek suretiyle tedarik edilmeye çalışıldı.32 Bu doğrultuda Çanakkale’nin İstanbul ile iletişimini sağlayacak olan telgraf hattının yapımı 6 Ocak 1858 tarihli irade uygun görülerek inşaat çalışmalarına başlandı.33 Yılsonunda inşaatın büyük bir kısmının tamamlanması üzerine Aralık 1858’de Gelibolu ve Kilitbahir telgraf merkezlerine birer müdür ve memur ile ikişer hademe tayin edildi.34 İmparatorluktaki telgraf dilinin ilk zamanlar Fransızca olması birçok telgrafhanede bu dili bilen eleman çalıştırılmasını zorunlu hale getiriyordu. Bazı Türk telgrafçılarının çabaları neticesinde, Türkçenin telgraf iletişimindeki kullanımı her geçen gün artsa da Fransızca imparatorluğun sonuna kadar Türkçe ile beraber kullanılan ana telgraf dili olarak kaldı.35 Bu etkene bağlı olarak telgraf ile tanışan pek çok yerde olduğu gibi Çanakkale’de de Fransızca bilen memurlar istihdam edildi.36 Ayrıca muhafaza için süvari ve piyade çavuşlar

31 BEO. Sadaret Müteferrik (A.M.) Nr.16-92 (22 Aralık 1857). 32 BOA. İ.HR. Nr.8003, (6 Ocak 1858), Lef 1-2. 33 BOA. İ.HR. Nr. 8003 (6 Ocak 1858). 34 BOA. İ.HR. Nr. 8717. Gelibolu ve Kilitbahir telgrafhane müdürlerine emsallerine uygun olarak 1500, memurlara 500 ve hademelere ise 200 kuruş maaş ödenecekti. Yaklaşık bir yıl sonra da Dersaadet Telgrafhanesi mülazımlarından Mustafa Efendi Çanakkale’ye refakat memuru olarak atandı. BOA. İ.HR. Nr.9256 (20 Eylül 1859). 35 Nesimi Yazıcı, “Osmanlı Telgrafında Dil Konusu”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.26, Ankara 1983, s.753–759. İstanbul-Bağdat-Fao hattındaki telgrafçıların İngilizce bilme zorunlulukları vardı. Tamamının kullanıldığı şüpheli olmakla birlikte, Bâbıâlî’nin telgraf iletişiminde kabul etmiş olduğu dil sayısı 37’ye ulaşıyordu. Bkz. Roderic H. Davison, a.g.m., s.220-221. 36 İstanbul telgrafhanesi memurlarından Kalaşrin Çanakkale’ye, Vidin telgrafhanesi memuru Cozefin de Seddülbahir’e Fransızca muhabere memuru olarak atandılar. BOA. İ.HR. Nr. 8770 (16 Ocak 1859). 74 ÖZKAN KESKİN - ALİ SÖNMEZ tahsis edilip37, ülke genelinde hatlara zarar verenlere uygulanacak cezalar belirlendi.38 Personel eksiği giderildikten sonra, Ocak 1859’da Kilitbahir- Çanakkale arasında denizaltından çekilen kablo ile hat tamamlandı.39 Telgrafın Çanakkale’ye ulaşmasından on yıl sonra boğazdaki müstahkem mevkilere de bir hat çekilmesi kararı alındı. Boğazın her iki yakasındaki tabya ve kaleler ile haberleşme kış mevsiminde birkaç gün aldığından, Kumkale ve Seddülbahir Kalesi ile Namazgâh ve Nağra tabyaları, uzatılan bir telgraf kolu sayesinde Çanakkale merkezine bağlandı. Gereken alet ve malzemeler Avrupa’dan sipariş edilirken, 9.353 Frank 50 santim tutan inşaat masrafları ise mahallî mal sandığından karşılandı.40 Hattın açılmasını müteakiben Çanakkale Telgrafhanesi olarak kullanılmak amacıyla bir bina kiralandı. Fakat Şubat 1860’da çıkan yangın Fransa, Nemçe, Yunan ve Sardunya Konsolosluk binaları ile telgrafhanenin de kullanılamaz hale gelmesine neden oldu. Yangın esnasında telgraf memurları makineleri kurtarmayı başarmışlardı. Ancak yeni bir telgraf merkezine ihtiyaç duyuluyordu.41 Yapılan araştırma sonunda üç büyük, iki küçük odası, mutfağı, çamaşırhanesi, bir su kuyusu, bir miktar avlusu ve bahçesi bulunan Fesli Dimitraki’nin sahip olduğu evin 45.000 kuruşa satın alınması ihtimali üzerinde duruldu. Bir yer satın alınması halinde yıllık 5.000–6.000 kuruş kira ve tamir masrafları da ortadan kalkmış olacaktı. Yapılan pazarlık sonunda Dimitraki’nin yirmi bir gün içinde evi bir başkasına satmayacağına ve aynı süre içinde fiyatı artırmayacağına dair senet alındı.42 Belirtilen miktarın Maliyece kabul edilebilir görülmesi üzerine Çanakkale Telgrafhanesi için kalıcı bir yer sağlanmış oldu.43 İlerleyen yıllarda Çanakkale Telgrafhanesi’nin işlerinin yoğunlaşması ve personelinin artması binaya ek yapılmasını gerektirdi. Öyle ki iki katlı binada mevcut personelin sağlıklı çalışmaları bir tarafa, nöbetçi memura mahsus bir oda bulunmuyordu. Bu durumda iki sınıf memur aynı odada görevlerini yapmak zorunda kalıyorlardı. Yaşanan fiziki yetersizliği önlemek için üst kata iki yeni oda eklenirken, alt kattaki bazı odaların ve çatının bir bölümü de elden

37 Gelibolu dâhilindeki hat için yedi, oradan Seddülbahir’e kadar ise beş süvari çavuş ile bunlara nezaret etmek için Gelibolu’da ikamet etmek üzere bir başçavuş, Çanakkale- Nağra Burnu arasındaki hat için de bir piyade çavuş atandı. BOA. İ.HR. Nr. 8803 (8 Şubat 1859). 38 Nesimi Yazıcı, “Osmanlı Telgraf Fabrikası ”, s.71. 39 Hattın tamamlanması vesilesiyle Biga Mutasarrıfı Hüseyin Paşa ve diğer ileri gelen idareciler teşekkürlerini bildirmişlerdir. BOA. İ.DH. Nr. 28068 (13 Şubat 1859). 40 BOA. İ.DH. Nr. 40903 (3 Mart 1869); BEO. Sadaret Mektubî Mühimme Kalemi (A.MKT.MHM.) Nr. 438-4. 41 BOA. İ.DH. Nr. 29866 (11 Şubat 1860). 42 BOA. İ.DH. Nr. 29948 Lef 1 (16 Şubat 1860). 43 BOA. İ.DH. Nr. 29948 (2 Mart 1860); BEO. Sadâret Mektubî Kalemi Umum Vilayât (A. MKT.UM.) Nr. 396-74 (17 Mart 1860). TELGRAFIN OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA YAYILMASI 75 (OTAM, 25 / Bahar 2009) geçirildi.44 Yeni bir telgrafhane binası ise ancak yüzyılın başında hizmete girebildi.45 Hatların zamanla yıpranması halinde iletişimi aksatmamak için hızla tamiri yoluna gidilirdi. Bunun için alınması kararlaştırılan malzemelerin miktarı ve cinsi gazetelere verilen ilanlarla ilgililere duyurulur veya sefaretler aracılığıyla Avrupa’daki firmalardan teklif alınarak temin edilmeye çalışılırdı. Örneğin 1898’deki tamirat için gazetelere ilan verilmiş, ayrıca Avrupa’da telgraf işiyle uğraşan ve aralarında Persan Bomon, Siemens, Société de Téléphone’un da bulunduğu önemli firmalardan teklifler alınmıştı.46 1896’da ise üç ayrı kablodan oluştuğu anlaşılan denizaltı hattından ikisinin yenilenmesi için 6.000 metre kablo alımı öngörüldü. Gazetelere verilen ilan sonrasında yapılan ihaleyi metresi 1 Frank 85 santim teklifi ile Efker Bogos Efendi kazandı. Teklife uygulanan %5 tenzilat ile kablonun metre fiyatı 1 Frank 12,5 santime indirilebildi ve bu fiyat üzerinden malzemeler alındı.47 Kara hatlarının onarımında malzemelerin ilgili bölgeye naklini beklemek dışında genellikle bir sorunla karşılaşılmıyordu. Ancak Çanakkale’de olduğu gibi denizaltından çekilen kablolar, denizin ve geçen gemilerin etkisiyle sık sık kopabiliyordu. Bu nedenle denizaltından çekilecek hatlarda, kara kablolarına nispetle daha dirençli, dolayısıyla daha pahalı teller kullanılıyordu. Ayrıca mevsim koşulları, hava muhalefeti ve denizdeki akıntılar, denizaltı hatlarının ömrünü ve tamir süresini etkiliyordu. Nitekim Aralık 1861’de Boğaz hattının kopması üzerine Çanakkale ile olan telgraf bağlantısı kesintiye uğramış ve bu durumdan idare kadar, tüccar ve konsoloslukların personeli de mağdur olmuştu. Aslında eski hat denizden çıkarıldığında tamiri halinde kullanılabileceği anlaşılmıştı. Ancak Biga Livâ Meclisi onarım masrafının yüksek olmasını ve denizaltı hattının sık sık arızalanmasını dikkate alarak daha dayanıklı olan “yeni icat demir telden” satın alınmasını tavsiye ediyordu.48 Alınacak telin piyasa fiyatı bir mil için 80 İngiliz lirasıydı. 5 mil kablo bedeli olan 400 İngiliz lirasını yöre halkının ödemeye razı olabileceği ihtimali bulunuyordu. Hattın daha çok mülkî ve askerî işlerde kullanıldığı dikkate alındığında, masrafın yöre ahalisine yüklenmesini yerinde bir tasarruf olarak görmek mümkün değildi. Sonuçta yapılacak masrafın telgraf gelirlerinden karşılanması uygun görülürken, gereken malzemeler de Avrupa’ya sipariş olundu.49 Yedi ay sonra Ağustos 1862’de telgraf başmühendisinin çalışmasıyla söz konusu tel yenilendi ve hat her iki

44 BOA. İ.DH. Nr. 41588 (27 Ağustos 1869). 45 BOA. Dahiliye Nezâreti Mektubi Kalemi (DH. MKT.) Nr. 2377-17 (22 Temmuz 1900). 46 BOA. İrâde Telgraf ve Posta (İ.PT.) Nr. 1316 B 3 Lef 1 (24 Ekim 1898). 47 BOA. İ.PT. Nr. 1314 S 3 (19 Temmuz 1896). 48 BEO. Sadadet Mektûbî Kalemi Nezaret ve Devâir (A. MKT.NZD.) Nr. 401-76 Lef 2 (14 Aralık 1861). 49 BEO. A. MKT.NZD. Nr. 401-76 Lef 1 (20 Ocak 1862). 76 ÖZKAN KESKİN - ALİ SÖNMEZ taraftan karaya bağlanmak suretiyle iletişim tekrar sağlanabildi.50 İlerleyen tarihlerde Çanakkale-Kilitbahir arasındaki denizaltı hattı sık sık arızalanıp tamir edilemeyecek hale geldiğinde Avrupa’dan getirtilen teller ile yenilendi.51 Ayrıca yıpranma sonucu beklenmeyen kesintileri önlemek ve hızlı bir şekilde tamirlerini sağlamak için zaman zaman ihtiyat kablosu bulunduruldu. Bunlar tek kablonun içinden bir veya birden fazla hattın geçirildiği “bir ve üç nakilli” telgraf telleri olabiliyordu.52 Yıpranma dışında denizaltı kablosuna yönelik en büyük tehlike boğazdan geçen gemilerin demir atmaları sonucu ortaya çıkıyordu. Telgraf İdaresi öncelikle hattın bulunduğu yerlerde gemilerin demir atmalarını yasaklayan bir karar aldı. Ardından da karara aykırı hareket ederek hatlara zarar veren gemi kaptanlarının tamir masraflarından sorumlu olacakları sefaretlere bildirildi. İngiliz Sefareti, kaptanların hattın geçiş güzergâhını bilmediklerine dikkat çekerek, sorunun tamamen ortadan kaldırılması için kablo yakınlarına şamandıra konulması şeklinde bir teklifte bulundu.53 Tavsiyenin makul görülmesi üzerine 1864 yılında boğazdan geçen kablo civarına şamandıra konularak telgraf hatlarına gemi demirlerinin zarar vermesi önlenmeye çalışıldı.54 Ek tedbir olarak da deniz hattına bakmak üzere Kilitbahir’de 300 kuruş maaş ile bir kayıkçı istihdam edildi.55 Denizaltı hattı ile ilgili olarak dikkati çeken bir husus da, gizli kalması gereken torpido mevkilerinin telgraf tamiratı esnasında açığa çıkmasına yönelik endişeydi. Yapımını Eastern Telgraf Şirketi’nin üstlendiği hat, bazı bölgelerde torpidolar arasından geçtiğinden güzergâhta değişiklik yapılması zorunlu hale geldi. Buna göre hat Avrupa yakasında Nağra Burnu’nda, Bozcaada tarafında ise Geyikli’den karaya çıkarılacaktı. Bozcaada’dan Beşige’ye çekilen hat ise Beşige’den kaldırılıp Geyikli’ye nakledilecek böylece Çanakkale’nin İstanbul ile haberleşmesini sağlayan kablolar “hatt-ı müdafaa” dışına çıkarılmış olacaktı.56 4- Çanakkale-İzmir ve Biga-Lapseki Hatları İstanbul-Çanakkale hattının tamamlanmasının akabinde, büyük bir ticaret şehri olan İzmir’in İstanbul ile telgraf iletişimini sağlayacak olan Çanakkale- İzmir telgraf hattının yapımına başlandı. Bu doğrultuda başlangıçta İzmit’ten başlayan ve Bursa üzerinden İzmir’e ulaşan bir hat düşünüldü. Fakat bir süre sonra bu plandan vazgeçilerek İzmir’den başlayacak hattın Manisa ve Edremit

50 BOA. İ.HR. Nr. 11035 (27 Ağustos 1862). 51 1866’daki yenileme için bedeli telgraf hâsılatından ödenmek üzere 3.403 Frank harcandı. BOA. İrâde Meclis-i Vâlâ (İ.MVL) Nr. 25286. 52 BOA. İ.DH. Nr. 79754 Lef 2 (14 Ekim 1886). 53 BOA. Hariciye Nezâreti Tercüme Odası (HR.TO.) Nr.240-52 (19 Aralık 1863). 54 BOA. HR.TO. Nr. 489-40 (17 Mart 1864). 55 BOA. İ.HR. Nr. 12418 Lef 2. 56 BOA. DH. MKT. Nr. 1779-32 (8 Kasım 1890). TELGRAFIN OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA YAYILMASI 77 (OTAM, 25 / Bahar 2009) yoluyla bir kolunun Çanakkale’ye diğer kolunun ise Balıkesir üzerinden Bursa’ya çekilmesi uygun görüldü.57 Vakit kaybetmeden keşif çalışmalarını başlatan Telgraf İdaresi, Ağustos 1864’te Üsküdar Telgrafhanesi Başmemuru Baha Bey’i İzmir-Çanakkale hattının inşaat ve hesap işlemlerini yürütmek üzere görevlendirdi.58 Ardından da hattın bir an önce tamamlanabilmesi için hem İzmir’den hem de Çanakkale’den yapım çalışmaları başlatıldı. Edremit’e kadar olan kısım için gerekli olan direkler ahaliden ücretsiz olarak temin edilirken, bunların dikilmesi işleri ise boğaz bölgesinde bulunan askerler tarafından gerçekleştirildi. Gerek yöre halkının ve gerekse askerlerin yapmış oldukları bu fedakârlık, pek çok örnekte olduğu gibi gazetelerde ilan edildi.59 Böylece devlet bir yandan itaatkâr tebaasından duyduğu gururu belli ederken, diğer taraftan da yapılması plânlanan hatlar için ilgili bölge halkına benzer özveriyi kendilerinden beklediğini ima ediyordu. Hâlbuki 1861’de boğazda denizaltından geçen hattın kopması üzerine yeni alınacak kablo için ödenecek 400 İngiliz lirasını yöre halkının ödemeye razı olabilecekleri teklifi, telgrafın daha çok askerî ve mülkî işlerde kullanıldığı gerekçesi ile geri çevrilmişti. Yani telgraf başlangıçta halktan daha çok devletin ve tüccarın işine yaramıştı. Çanakkale-İzmir hattının inşaatına başlanmasından altı ay sonra Temmuz 1865’te hat üzerinde bulunan Bergama, Edremit ve Ayvacık’a telgrafhaneler yapılmaya ve buralarda görev yapacak memurlar tayin edilmeye başlandı.60 Ayın sonunda Çanakkale-İzmir telgraf hattı tamamlanarak hizmete açıldı. Böylece Çanakkale’nin başkent dışında önemli bir Osmanlı şehri ile telgraf bağlantısı sağlanmış oldu.61 Aynı zamanda Bayramiç Nahiyesi’nin tabur merkezi olması dolayısıyla Çanakkale-İzmir hattı üzerinde bulunan Ezine’den Bayramiç’e yeni bir hattın inşa edilmesi düşünüldü. Ancak eşya ve memur maaşları için gerek bütçede karşılığı olmadığından gerekse de böyle ikinci ve üçüncü derecede önemi olan yerlere hatlar yapılması telgraf gelirlerini azaltacağından bu tasarruftan vazgeçildi.62 Çanakkale-İzmir istikametinde iki telden ibaret olan hat, bir süre ihtiyacı karşılasa da özellikle İzmir’in ticarî kapasitesi ve Avrupa ile olan telgraf haberleşmesi karşısında yetersiz kalmaya başladı. Öyle ki İzmir’in 1871’de resmî işler dışındaki günlük telgraf yazışması iki yüzü geçiyordu. Buna bir de adaların

57 Mustafa Kaçar, a.g.m., s.102,103. 58 BOA. İ.HR. Nr. 12036. 59 BEO. A. MKT.MHM. Nr. 322-35 (5 Ocak 1865). Yaklaşık iki ay sonra direkler ahali tarafından nakledilmiş ve askerler de dikmeye başlamışlardı. BEO. A. MKT.MHM. Nr. 325-53 (23 Şubat 1865). 60 BOA. İ.HR. Nr. 12418 Lef 2 (12 Temmuz 1865). 61 BEO. A. MKT.MHM. Nr. 339-4 (29 Temmuz 1865). 62 DH. MKT. Nr. 1460-12 (3 Kasım 1887). 78 ÖZKAN KESKİN - ALİ SÖNMEZ muhaberesi eklendiğinde şehrin telgraf yükü iyice artacaktı. Bu nedenle meydana gelen şikâyetleri önlemek ve yoğunluğu hafifletmek amacıyla 1871 yazında Çanakkale-İzmir arasında 95.749 kuruş masrafla ikinci bir hattın daha yapılmasına karar verildi.63 Bu hattın tamamlanmasının ardından telgrafhaneler ile kabloların zamanla eskiyen bölümleri diğer yerlerde olduğu gibi tamir edildi.64 Daha önce telgrafhanelere gelir getirmek amacıyla yapılan akârlar da tamirat sırasında korunmaya çalışıldı.65 İzmir hattının ardından, Çanakkale-Bursa telgraf bağlantısının yapılmak istenmesi güzergâh üzerinde bulunan kazaların da bu yeni iletişim aracı ile tanışmasına vesile oldu. Nitekim Lapseki ve Biga üzerinden Bandırma ve Bursa istikametine doğru yeni bir hattın yapım çalışmaları 1868’de başladı. Hat için gerekli olan 10.000 kg tel, 140 adet makara, 1400 adet fincan, iki adet makine, 7 çavuş takımı ile nakliye ve komisyon için 12.327 Frank ödenmesi planlanıyordu.66 Biga ve Lapseki Kaza Meclisleri aldıkları karar ile yapılacak hattın kendi bölgelerine düşen kısmında kullanılacak direklerin yöre halkınca “kemal-i memnûniyet ve iftihârla bi’l-hoşnûdiye…” temin edileceğini taahhüt ettiler. Hatta Lapseki Kaza Meclisi, hükümet konağında yer olmamasından dolayı buraya bitişik olarak yapılacak iki odalı telgrafhanenin masraflarının da yine aynı istek ve heves ile halk tarafından karşılanacağını belirtti.67 Telgrafın askerî ve mülkî yararlarına bağlı olarak yaygınlaştırılması devlet tarafından uygun görüldü. Ancak inşaat masraflarının telgraftan istifade edecek olan tüccar ve varlıklı kişilerden alınarak “fukarâ-yı ahaliye hisse tefrik edilmemek üzere…” yapılması hususu kabul edildi.68 Böylece Bursa istikameti üzerindeki kazaların da Çanakkale ile olan bağlantısı sağlanmış oldu. Sonuç Telgraf, askerî, siyasî ve ekonomik açıdan 19. yüzyılın en önemli teknolojik icatlarından biridir. Özellikle orduların savaşlarda hızlı bir şekilde sevk ve idareleri telgraf sayesinde kolaylaşmıştır. Osmanlı Devleti’nin telgrafla tanışmasına da Kırım Savaşı vesile olmuştur. Askerî alandaki faydasının anlaşılmasının ardından, Bâbıâlî, otoritesini ülke sathına yayabilmek için bu yeni icadı önemli bir fırsat olarak görmüştür. Nitekim yöneticiler açısından telgraf,

63 İ. DH. Nr. 44027 (4 Haziran 1871); BOA. İ.DH. Nr. 44228 (26 Temmuz 1871). 64 Ezine ve Ayvalık hatları için gereken 140 adet direk ve bunların dikilmesi için 1892’de 5.755 kuruş tahsis edildi. Bkz. İ. PT. Nr. 1310 CA 10 Lef 1 (21 Kasım 1892); DH. MKT. Nr. 2033-62 (21 Aralık 1892). 65 Ezine Telgrafhanesi’nin 1904’te yeniden yapımı sırasında akârından olan bakkal dükkânının korunmasına özen gösterildi. İ. PT. Nr. 1322 L 3 Lef 1 (3 Aralık 1904). 66 BEO. A. MKT.MHM. Nr. 432-2 Lef 10. 67 BEO. A.MKT.MHM. Nr.432-2 Lef 8, 9 (8 Ağustos 1868, 23 Eylül 1868). 68 BEO. A.MKT.MHM. Nr. 432-2 Lef 2 (8 Ocak 1869). TELGRAFIN OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA YAYILMASI 79 (OTAM, 25 / Bahar 2009) başkentten gönderilen emirlerin tatbikinin hızlı ve sık olarak sorgulanmasına ve halkın yerel yöneticilerden kaynaklanan şikâyetlerinin iletilebilmesine olanak sağlamıştır. Böylece devlet, gücünü ve otoritesini taşranın en ücra köşelerine kadar götürebilme imkânına kavuşmuştur. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde telgrafın yaygınlaştırılması çabalarını hem merkeziyetçilik anlayışı kapsamında merkez-taşra ilişkilerinin güçlendirilmesi, hem de bir bütün olarak modernleşme hareketi bağlamında değerlendirmek gerekir. Öte yandan Samuel Morse’u ödüllendiren ilk devletin Osmanlı Devleti olması da ayrıca vurgulanması gereken bir husustur.69 Bütün bu etkenlere bağlı olarak devlet, kara hatlarının imparatorluğun tamamına kendi finansal kaynakları ile yayılabilmesi için büyük çaba sarf etmiştir. Çünkü telgraf hatları inşaatının, örneğin demiryolları ile karşılaştırıldığında daha az bir bütçe gerektireceği ve daha hızlı bir şekilde yapılabileceği isabetli bir şekilde tahmin edilmiş ve telgraf hattı yapımına öncelik verilmiştir. Bu konuda ihtiyaç duyulan malzeme ve teknik eleman açığı ise Avrupa’dan temin edilmiştir. Bu sayede telgrafın Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale edilmesinde bir koz olarak kullanılmasının da önüne geçilmiştir. Çanakkale, coğrafî ve askerî öneminden dolayı telgrafın geçtiği ilk yerlerden biri olmuştur. İstanbul’dan başlayarak Tekirdağ üzerinden Kilitbahir’e getirilen hat buradan bir denizaltı kablosu ile Çanakkale’ye bağlanmıştır ki, bu son etap her zaman özel bakım ve dikkat gerektirmiştir. Telgrafın Çanakkale’ye gelmesinden sonra Doğu Akdeniz’de önemli bir liman şehri ve büyük bir ticaret merkezi olan İzmir ile başkent arasındaki iletişimi sağlamak amacıyla Çanakkale- İzmir etabı yapılmış ve böylece Ege kıyısındaki bazı kazaların da telgrafla tanışmasına vesile olunmuştur. Halktan gelen yardım tekliflerine rağmen, Çanakkale ve bağlantılı hatların finansmanı, telgrafın daha çok askerî ve mülkî alanlarda kullanıldığı gerekçesiyle devlet tarafından karşılanmıştır. Halkın katkısı ise mağdur edilmelerini önlemek için direklerin kesilmesi ve dikilmesi ile sınırlı kalmıştır. Bu yeni iletişim aracından, halktan daha ziyade Çanakkale’de bulunan yerel idareciler ile tüccar ve konsolosluklar istifade etmiştir.

69 Nitekim Osmanlı Devleti bu tavrını Louis Pasteur’ün 1885 yılında kuduz aşısını bulması sonrasında da göstermiş ve Sultan II. Abdülhamid Pasteur’ü İstanbul’a davet ederek onu ödüllendiren ilk hükümdar olmuştur. BOA, Yıldız Mütenevvi‘ Maruzat Evrakı (Y.MTV), Nr. 20/20 (14 Şubat 1886); BOA, Mabeyn Erkanı ve Saray Görevlileri Maruzatı (Y.PRK.SGE.), Nr. 2/73 (6 Temmuz 1886). 80 ÖZKAN KESKİN - ALİ SÖNMEZ

KAYNAKÇA A- Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) İrâde Dahiliye (İ. DH.), No: 7919, 28068, 29866, 29948, 40903, 41588, 44027, 44228, 79754. İrâde Hariciye (İ.HR.), No: 3475, 5911, 8003, 8512, 8717, 8770, 8803, 9131, 9256, 11035, 12036, 12418. İrâde Meclis-i Mahsus (İ.MMS.), No: 153 İrâde Meclis-i Vâlâ (İ.MVL.), No: 25286. İrâde Telgraf ve Posta (İ.PT.), No: 1310 CA 10, 1314 S 3, 1316 B 3, 1322 L 3 Dahiliye Nezâreti Mektubi Kalemi (DH. MKT.), No: 1460-12, 1779-32, 2033-62, 2377-17 Hariciye Nezâreti Mektubî Kalemi (HR.MKT.), No: 258-27 Hariciye Nezâreti Tercüme Odası (HR.TO.), No: 240-52, 489-40 Bâbıâli Evrak Odası (BEO) Sadaret Müteferrik (A.M.), No: 16-92 Sadaret Âmedi Kalemi (A.AMD), No: 26-63 Sadaret Mektubi Mühime Kalemi (A.MKT.MHM), No: 322-35, 325-53, 339-4, 432-2, 438-4 Sadâret Mektubî Kalemi Umum Vilayât (A. MKT.UM.), No: 396-74 Sadadet Mektûbî Kalemi Nezaret ve Devâir (A. MKT.NZD.), No: 401-76 Yıldız Mütenevvî Maruzat Evrakı (Y.MTV), Nr. 20/20 Mabeyn Erkanı ve Saray Görevlileri Maruzatı (Y.PRK.SGE.), Nr. 2/73 B- Araştırma ve İncelemeler Ahmed Cevdet Paşa: Tezâkir, 1-12, Yayınlayan: Prof. Dr. Cavid Baysun, TTK, Ankara 1991. Ahmed Lutfi Efendi, Vak’a-nüvis Ahmed Lütfî Efendi Tarihi, Yayınlayan: Prof. Dr. M. Münir Aktepe, C. IX, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1984. Bektaş, Yakup: “Displaying the American Genius:The Electromagnetic Telegraph in the Wider World” The British Journal for the History of Science, Vol. 34, No.2 , Jun., 2001, s.199-232. Bektaş, Yakup: “The Sultan’s Messenger: Cultural Constructions of Ottoman Telegrapy 1847-1880”, Tecnology and Culture, Vol. 41, October 2000, s. 669-696. Davison, Roderic H.: “Osmanlı İmparatorluğu’nda Elektrikli Telgrafın Kurulması”, Osmanlı Türk Tarihi 1774-1923, Çev: Mehmet Moralı, İstanbul 2004, s. 193-232. Demir, Tanju: Türkiye’de Posta Telgraf ve Telefon Teşkilatının Tarihsel Gelişimi (1840-1920), Ankara 2005. Gökoğlu, A.Baha: Batı ve Doğu’da Telgrafçılık Nasıl Doğdu?, İstanbul 1935. TELGRAFIN OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA YAYILMASI 81 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Hacısalihoğlu, Neriman Ersoy: “Kırım Savaşında Haberleşme: Varna Telgraf Hattı Şebekesi”, Savaştan Barışa: 150.Yıldönümünde Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması (1853– 1856), İ.Ü.Tarih Araştırma Merkezi, Bildiriler, İstanbul 2007, s.119-130. Hamlin, Cyrus: Among The Turks, New York 1878. Hunnewell, James F.: A Century of Town Life: A History of Charlestown, Massachusetts, 1775- 1887, Boston 1888. Kaçar, Mustafa: “Osmanlı Telgraf İşletmesi”, Çağını Yakalayan Osmanlı, Yay. Haz. E. İhsanoğlu-M. Kaçar, İstanbul 1995, s.45-120. Kütükoğlu, Mübahat S.: “Tanzimat Devrinde Yabancıların İktisadî Faaliyetleri”, 150. Yılında Tanzimat, Yayına Hazırlayan: Hakkı Dursun Yıldız, Ankara 1992, s. 91-138. Morse, Edward Lind: Samuel F.B. Morse His Letters and Journals, Vol. II, Boston and Newyork 1914. Örenç, Ali Fuat: Yakındönem Tarihimizde Rodos ve Oniki Ada, Doğu Kütüphanesi, İstanbul 2006. Tanrıkut, Asaf: Türkiye Posta ve Telgraf ve Telefon Tarihi ve Teşkilât ve Mevzuatı, Ankara 1984. Yazıcı, Nesimi: “Türkiye’de İlk Telgrafı Abdülmecit Çekti”, Yıllarboyu Tarih, S.7, Temmuz 1981, s.23-25. Yazıcı, Nesimi: “Osmanlı Telgraf Fabrikası”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, S.22, Şubat 1983, s.69-81. Yazıcı, Nesimi: “Osmanlı Telgrafında Dil Konusu” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.26, Ankara 1983, s.751–764. Yazıcı, Nesimi: “Tanzimat Döneminde Osmanlı Haberleşme Kurumu”, 150. Yılında Tanzimat, Yayına Hazırlayan: Hakkı Dursun Yıldız, TTK, Ankara 1992, s.139-210. Yazıcı, Nesimi: “Tanzimatta Haberleşme ve Kara Taşımacılığı”, OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi), S.3, Ankara 1992, s.333-375.

82 ÖZKAN KESKİN - ALİ SÖNMEZ

Sultan Abdülmecid’in İlk Memleket Gezisi (26 Mayıs-12 Haziran 1844)

First County Trip of Sultan Abdülmecid (May 26 - June 12 1844)

Şerif Korkmaz*

Özet

Osmanlı sultanları ilk defa XIX. yüzyılda memleket gezileri yapmaya başlamışlardır. İlk memleket gezisine çıkan padişah II. Mahmud olmuştur. Bu gezilerin temel amacı idarî, malî ve sosyal alanlarda yapılan yeniliklerin yansımalarını görmektir. Aynı zamanda, gezilerde tebaanın durumu yakından görülmüş, şikâyetleri dinlenmiş ve ihtiyaçları karşılanmıştır. Sultan Abdülmecid dört memleket gezisi yapmıştır. Bu çalışmada, Sultan Abdülmecid’in 26 Mayıs 1844 tarihinde başlayan ve 17 gün süren İzmid, Bursa, Çanakkale, Midilli ve Gelibolu’ya yaptığı ilk gezisi ele alınacaktır. Ziyaret edilen şehirlerde Müslim ve gayrimüslim fakirlere yardım edilmiştir. Mülkî ve askerî erkân ile din adamlarına ihsanlarda bulunulmuş, hil‘atler giydirilmiştir. Sultan Abdülmecid seyahat esnasında giydiği batılı kıyafetlerle halka örnek olmuştur. Mehter yerine kurulan Muzıka-ı Hümâyûna konserler verdirilerek, halkın yeni müziğe alıştırılması sağlanmıştır. Abdülmecid’in gittiği şehirlerde merasimlerle karşılanmıştır. Sultanı görmek isteyen ahali yollara toplanmış ve sevinç gösterişlerinde bulunmuştur. Abdülmecid’in ziyaret ettiği şehirlerde Cuma selamlığı alayları da yapılmıştır. Anahtar Kelimeler: Abdülmecid, Bursa, İzmid, Gelibolu, Çanakkale, Gezi.

Abstract

Ottoman sultans began to make visits in their lands in the 19th century. Mahmud II was the first sultan who made such trips. The main objective of these visits was to see reflections of administrative, financial, social reforms in place. At the same time, the problems of people were observed closely, their complaints were listened and needs were met. Sultan Abdülmecid made four visits in the country. In this study Sultan Abdulmecid’s first trip (İzmid, Bursa, Çanakkale, Midilli and Gelibolu) will be examined, which started on May 26 in 1844 and lasted for 17

* Yard. Doç. Dr. Onsekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Anabilim Dalı/ÇANAKKALE, [email protected]. 0(286) 217 13 03/3018 84 ŞERİF KORKMAZ

days. Both Muslim and non-Muslim people were helped in these towns visited. He granted some awards and gifts to civil and military administrators and religious men and dressed them with hil‘ats (gowns). Sultan Abdulmecid himself was a model for the people with his Western clothes. Concerts were organized by Muzıka-ı Hümâyûn (The Imperial Band), established in the place of the Mehter in order to familiarize people with this new music. Abdulmecid was welcomed with ceremony in those cities he visited. People who wanted to see the sultan came together along the roads and showed their joy. Parade of Friday Prayer was also held in these cities. Keywords: Abdülmecid, Bursa, İzmid, Gelibolu, Çanakkale, Trip

Osmanlı Devlet’inin kuruluşundan itibaren padişahlar sefer amacıyla başkent dışına çıkmışlardır. Ancak, Kanunî Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra birkaç istisna dışında padişahlar, İstanbul’dan ayrılmamaya başlamışlardır. Artık padişahların çoğu askerî seferleri, sadrazamlara ve diğer devlet adamlarına bırakmışlardır. Saraydan çıkmayan padişahlar hükümranlıklarını cuma selamlığı, kılıç kuşanma, av gibi merasim ve alaylarda göstermeye başlamış, bu şekilde gücünü, ihtişamını tebaasına göstermişlerdir. Halk ise bazen şikâyetlerini bizzat bu merasimler sayesinde sultana bildirmiştir. Fakat bu durum sadece başkent halkı için geçerli olmuştur. Taşra ahalisinin sultanları görmesi, padişahların ise gücünü, görkemini taşra halkına göstermesi, XIX. yüzyıla kadar gerçekleşmemiştir. İlk defa memleket gezisine çıkan padişah II. Mahmud olmuştur. XIX. yüzyılda yapılan bu memleket gezilerinin diğer bir amacı da yapılan idarî, malî ve sosyal yeniliklerin tebaa tarafından nasıl karşılandığını görmektir. Aynı zamanda bu geziler, halkın sorunlarını görmek, şikâyetlerini dinlemek, ihtiyaçlarını karşılamak amacı da taşımaktadır. Padişahların davranış ve huyları XIX. yüzyıl boyunca gözle görülebilir derecede değişmiştir. Padişahlar, Avrupa elçiliklerinde verilen davetlere ya da tiyatroya gittikçe halk tarafından görülmüştür. Bu durum, geçmişin padişahlarının halktan uzak durarak yarattıkları o görkemlilik ve korku havasından çok büyük bir uzaklaşmadır. Halk hükümdarına saygıyı ancak bu politika sayesinde öğrenmiştir 1. Sultan Abdülmecid de babası II. Mahmud gibi memleket gezileri yapmıştır. II. Mahmud’un vefatı üzerine 1839 yılında pek genç yaşta tahta çıkan Abdülmecid babasının ıslahatlarına samimiyetle devam etmek istemiştir 2 . Abdülmecid’in saltanatı döneminin en önemli hadiselerinden biri de Mustafa

1 Stanford J. Shaw-Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Çev. Mehmet Harmancı, II. Cilt, E Yayınları, İstanbul, 1983, s.117 2 A.H. Ongunsu, “Abdülmecid” İA, Cilt 1, MEB Yay., Eskişehir, 1997, s. 92-94. SULTAN ABDÜLMECİD’İN İLK MEMLEKET GEZİSİ 85 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Reşid Paşa’nın bizzat hazırladığı Tanzimat Fermanı adı verilen reform programının ilan edilmesidir. Tanzimat devrini açan bu belge, şahsî ve mülkî emniyeti, bir kısım hakların korunması gibi esasları kabul ederek devlet ile ferd arasındaki münasebetleri tayin edecek kanunların çıkarılacağını vaad ediyordu. Abdülmecid dönemi ıslahat tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Padişah ilan ettiği fermanlara sadık kalarak, çeşitli unsurları, eşitlik prensibi içinde ve Osmanlıcık fikri etrafında birleştirmeye çalışmıştır3. Ancak hükümet merkezinde alınan kararların İmparatorlukta uygulanma alanına konulması da ayrı bir sorun oluşturmuştur. Çünkü fermanın içeriğini geniş halk kitlelerine anlatacak, yapılmak istenenleri halka açıklayacak yöneticiler zor bulunmakta idi4. Sultan Abdülmecid, babası II. Mahmud’un 7 Eylül 1833 tarihinde başlayan Gemlik ve İzmid gezine5 ve 28 Kasım 1836 yılındaki ikinci İzmid gezisine kardeşi Abdülaziz ile beraber katılmıştır6. Abdülmecid tahta geçtikten sonra yapılan yeni düzenlemelerin tebaası arasında nasıl karşılandığını bizzat yerinde görmek istemiş ve memleket gezilerine çıkmıştır. Sultan Abdülmecid, ele aldığımız bu gezi dışında üç memleket gezisi daha yapmıştır. Padişah, 20 Nisan 1845 senesinde İzmid’deki çuha fabrikasını ziyaret etmiştir. Bu seyahat 2 gün sürmüştür7. 29 Nisan 1846 tarihinde başlayan ve 41 gün süren Rumeli gezisinde ise sultan Abdülmecid Silivri, Çorlu, Edirne, Rusçuk, Silistre, Şumnu, Varna şehirlerini ziyaret etmiştir8. 1 Haziran 1850 tarihinde Girit, Rodos, Sakız ve İzmir şehirlerini kapsayan bir geziye çıkan Abdülmecid, bu geziye şehzade Abdülaziz Efendi ile Mehmed Murad Efendi’yi de götürmüştür9. Abdülmecid’in seyahati başlamadan önce gidilecek yerlerde verilecek hediye, hil‘at ve nişanların sayılarını ihtiva eden bir defter tanzim edilmiştir. Hediyeler ve seyahatte yapılacak masraflar Maliye Nezareti tarafından karşılanmıştır. Daha önce yapılan seyahatlerde olduğu gibi bu gezi için de teşrifat kesedarı Haşim Efendi ve bir yardımcı görevlendirilmiştir10.

3 Küçük, Cevdet “Abdülmecid”, DİA, Cilt, 1 İstanbul, 1988, s.259–263. 4 Musa Çadırcı, “Tanzimat’ın Uygulanmasında Karşılaşılan Bazı Güçlükler”, Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara, 1994, s. 295–296. 5 Takvim-i Vekayi, Def’a, 67, (9 Cemaziye’l-evvel 1249) 6 Takvim-i Vekayi, Def’a 140, (11 Ramazan 1252) 7 Takvim-i Vekayi, Def’a 286, (23 Rebi’ü’l-ahir 1261). 8 Ahmed Lütfi Efendi, Vak‘anüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarihi, Cilt 6-7-8, YKY, İstanbul, 1999, s.1218-1222; Necdet Sakaoğlu “Sultan Abdülmecid’in Rumeli Seyahati”, Toplumsal Tarih, Sayı, 145, Ocak 2006, s. 30-33; Takvim-i Vekayi, Def’a 302, (14 Cemaziye’l-ahir 1262) Takvim-i Vekayi’de bu gezinin başlama tarihi olarak 6 Mayıs 1846 günü verilmektedir; Takvim-i Vekayi, Def’a, 303, (27 Receb 1262) 9 Takvim-i Vekayi, Def’a 426, ((8 Şaban 1266); Ahmed Lütfi Efendi, Vak’a-nüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarihi Cilt, IX, Yay. M. Aktepe, İ.Ü. Edebiyat Fak., Yay., İstanbul, 1984, s. 30-32. 10 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İrâde Dâhiliye, 4335, Lef 1, Ek-1 bakınız. 86 ŞERİF KORKMAZ

Sultan Abdülmecid’in İlk Memleket Gezisi (26 Mayıs 1844) Sultan Abdülmecid’in bu ilk gezisi belgelerde Cezâyir-i Bahr-i Sefîd seyahati olarak geçmektedir. Sultan bu geziye, Tanzimât-ı Hayriyye ile yaptığı idarî, malî, askerî yenilikleri bizzat görmek ve halkın şikâyetlerini dinlemek üzere çıkmıştır 11 . Seyahat, 26 Mayıs 1844 Cumartesi günü saat 7.30 sularında başlamıştır.12 Sultanın maiyetinde, Kaptan Paşa, Serasker (Rıza) Paşa, Tophâne-i Âmire Müşiri Mehmed Ali Paşa, başhekim, Dâr-ı Şûra-yı Askerî Reisi Süleyman Paşa, Asâkir-i Nizâmiye’den bazı ümerâ ve zabitânlar yer almaktaydı. Sultan, seyahat edeceği, Eser-i Cedîd adlı vapura Beşiktaş önlerinden merasimle binmiştir. Bu sırada Boğaz’da demir atan donanma gemileriyle, Tophâne-i Âmire ve birçok yerden top atışları yapılmıştır. Sıra sıra dizilen nizamiye askerleri yüksek sesle “Padişahım Çok Yaşa” duasını tekrar tekrar yüksek sesle söylemişlerdir13. İzmid Gezisi Sultanın ilk durağı İzmid şehri olmuştur. Güzergâh üzerinde bulunan Kartal, Gebze, Darıca, Hereke sahilleri geçilip, öğle vakti geldiğinde sultan maiyetiyle birlikte güvertede öğle namazını kılmıştır. İzmid’e yaklaşıldığı sırada, vapurun baş tarafında Muzika-i Hümâyûn 14 çalmaya başlamıştır. Saat 13.30 sularında İzmid sahiline ulaşılmıştır. Padişah, İzmid Tersanesi civarında kalacağı köşkün önündeki iskeleye sandalla çıkmıştır. İzmid halkı padişahı görmek için sahile ve köşk yoluna toplanmıştır. Kalabalık arasında bulunan mekteb hocaları, papazlar, Müslüman ve gayrimüslim çocukları yüksek sesle dualar etmişlerdir. Abbdülmecid, güzel bir atın üzerinde büyük gösterişli bir alayla ikamet edeceği kasr-ı hümâyûna doğru giderken, yolun sağ ve solu sultanı görmeğe gelen insanlarla dolup taşmıştır. Bu sırada tersaneden 21 pare top atışı yapılmıştır. Padişah, o geceyi köşkte dinlenerek geçirmiştir. Sabah, İzmid’in doğusunda ve 1,5 saat mesafede Karakadılar mevkiinde inşa edilen çuha fabrikasına gidilmiştir. Sultan Abdülmecid, fabrikanın çok büyük, gayet sağlam ve güzel inşa edildiğini müşahede etmiştir. Fabrikanın alet ve makinelerinin mükemmel ve muntazamlığı da padişahın takdirini kazanmıştır. Kurulan otağda sultan geliş ve gidişinde bir müddet dinlenmiştir. Daha sonra çuha fabrikasına yarım saat

11 Ahmed Lütfi Efendi, a.g.e., s 1153-1154 12 Bazı araştırmalarda gezinin başlama tarihi 26 Haziran 1844 olarak verilmektedir. 271 sayılı Takvim-i Vekayi’de gezinin 8 Cemaziye’l-evvel 1260 (26 Mayıs 1844) günü başladığı açıkça belirtilmiştir. 13 Takvim-i Vekayi, Def’a 271, (6 Cemaziye’l- Ahir 1260) 14 Muzıka-ı Hümâyûn’un kurucusu 1828’de Osmanlı hizmetine giren Guısppe Donizetti’dir. Donizetti aynı zamanda Türkiye’de çok sesli müziği getiren kişi olarak da önem taşımaktadır. Bkz. Şerafettin Turan, “ II. Mahmud’un Reformlarında İtalyan Etki ve Katkısı”, Sultan II. Mahmud ve Reformları Semineri, 28–30 Haziran 1989, Bildiriler, İ. Ü Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1990, s. 124,125. SULTAN ABDÜLMECİD’İN İLK MEMLEKET GEZİSİ 87 (OTAM, 25 / Bahar 2009) uzaklıkta bulunan Kirazsuyu mecrasına gidilerek, fabrikanın çarklarını döndürmek için yapılan bend incelenmiştir. Sultan, bendin sağlam, yüksek ve güzel inşa edilmiş olduğunu görmüştür. Burada bir süre dinlenen sultan, fabrikanın yapımı hususunda hizmetleri bulunan barutçu başı Evans, ebniye kalfası Karabet, Bagos ve fabrikatör Bens’e birer tane murassa kutu hediye etmiştir. Abdülmecid, amelelere de ihsanlarda bulunduktan sonra köşke dönmüştür. Padişah pazartesi günü, ikamet ettiği köşkün önünde, Kocaeli sancağı kaymakamı Vasıf Paşa, nâib, şeyhler, bilginler, meclis a’zâsı, bölge seçkinleri, imamlar, hatipler ve gayrimüslim temsilcilerini kabul ederek, hil‘at giydirmiş ve ihsanlarda bulunmuştur. Eşraftan Hacı Ali Ağa ve Fanyal ? Kazası Müdürü Abdülfettah Ağa’ya dergâh-i âli kapıcıbaşılığı rütbesi verilmiştir. Çuha fabrikası müdürü İsmail Zühdü Efendi ve eşraftan Kahramanzâde Mustafa Bey, mal kâtibi Süleyman Efendi ve refiki Senayi Efendi’ye hâcelik rütbesi tevcih edilmiştir. İzmid tahrirât kâtibi hâcegândan İhsan Bey’e dördüncü rütbe ve İsmail Zühdü Efendi’ye beşinci rütbeden birer nişan verilmiştir. Sultan, serasker paşa vasıtasıyla bütün mahalli yöneticilere vesâyâ-yı seniyye adı verilen bir konuşma yaptırmıştır. Bu konuşma, İslam ve gayrimüslim tebaanın gönüllerinin hoş tutulması, daima korunması ve güvenliklerinin sağlanması hususlarını içermekte idi. Bu nasihatler, ziyaret edilen bütün şehirlerde yapılmıştır. Daha sonra Vasıf Paşa, huzura çağrılarak, murassa bir kutu hediye edilmiş ve ahalinin korunması hakkında uyarılar tekrarlanmıştır. Sultan Abdülmecid, İzmid çarşısını ve çarşı içerisinde Yeni Cuma adı verilen yerde bulunan Atik Pertev Paşa Câmii’ni de ziyaret etmiştir. Sultan, Şehzade Gâzi Süleyman Paşa’nın yaptırdığı ve seyahatinden önce tamir ettirdiği camide öğle namazını cemaatle kıldıktan sonra köşke dönmüştür. Abdülmecid ziyaretleri esnasında yollarda toplanan ahaliye, Müslüman ve gayrimüslim mekteb çocuklarına bol bol hediyeler dağıtmıştır. Sultanın İzmid’de bulunduğu günlerde, tersane önünden ve sahilde bulunan iki gemiden beş vakitte beşer defa top atılmıştır. Geceleri ise eşraf ve ahalinin evleriyle, sultanın ikamet ettiği köşkün önünde ve şehrin birçok yerinde kandiller yakılarak, şenlikler yapılmıştır15. 3 gün İzmid’de kalan padişah görevlilere hil‘atler giydirmiş, fukaraya, talebeye, dervişâna, şeyhlere bol bol ihsanlarda bulunarak sevindirmiştir. Şehirdeki, müftü, nâib, bilginler, meclis a’zaları, câmi hatipleri, imamlar, Rifaî, Halvetî tarikatı şeyhleri, esnaf kethüdaları, şehrin ileri gelenleri, Rum metropolit vekili, papazlar, çorbacılar, Ermeni çorbacıları, kocabaşısı, papazları, Ermeni patrik vekili, Yahudi haham vekili olmak üzere toplam 122 kişi Sultan tarafından kabul edilerek teşekkürlerini sultana arz etmişlerdir16.

15 Takvim-i Vekayi, Def’a 271. 16 BOA, İrade, Dahiliye 4382, Lef 7. 88 ŞERİF KORKMAZ

Bursa Gezisi Sultan Abdülmecid, yolculuğun 4. günü, sabahleyin çocukların ve ahalinin duaları arasında sandalla vapura teşrif ederek, İzmid’den ayrılmış ve Mudanya’ya hareket etmiştir. Çok güzel bir hava altında yolculuk 7 saat sürmüş ve Mudanya kıyılarına ulaşılmıştır. Mudanya’da Müslüman ve gayrimüslim ahali, mekteplerin hoca ve talebeleri, sahilde toplanarak, dualarla sultanı karşılama törenine katılmışlardır. Sultanı, iskelede Hüdavendiğâr Eyâleti Müşiri Salih Paşa, merasimle karşılamıştır. Bir müddet dinlenen sultan, rahvan bir atla Bursa’ya iki saat mesafede Misebolu köyü civarında Zeytuntepe’sinde kurulan otağa ulaşmıştır. Burası, Gemlik ve Mudanya körfeziyle Bursa’ya nâzır yüksek bir mevki idi. Bir süre burada dinlenen sultan, faytonla Bursa’ya hareket etti. Sultanın, İzmid’den hareketinden önce, merasimleri tertip etmek üzere görevlendirilmiş olan Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî Reisi Süleyman Paşa, hediyelerle birlikte Ereğli adlı vapurla Mudanya’ya ve sonra Bursa’ya gelmişti. Süleyman Paşa, Bursa’ya bir saat mesafedeki Nilüfer Çayı’ndan, şehre kadar yolun sağ ve soluna ahaliyi toplamıştı. Sultan, Nilüfer Çayı üzerindeki köprüye geldiği zaman faytondan inerek ata bindi. Paşalar, beyler, kâtipler, mabeynciler, ve hademelerden oluşan sultanın maiyeti de sırasıyla bir alay oluşturdular. Bursa Defterdârı Hacı İzzet Efendi, kadı, müderris, eşraf, ayan ve halk, şeyhler, bilginler, şehrin ileri gelenleri, İslam ve gayrimüslim ahali, Uluyol denilen geniş caddeden Paşa Kapısı’na kadar, yolun sağ ve solunda dizilmişlerdi. Mektep hoca ve kalfaları teşekkürü içeren övücü dualar, ilahiler, çeşitli manzûmeler okudular. Erkek ve kadınlar da şükür duaları okuyorlardı. Sultan Abdülmecid, Müslüman, Rum, Ermeni, Katolik ve Yahudi çocuklarının yüksek sesle söyledikleri âmin sesleri arasında mükemmel ve debdebeli bir alayla Bursa’ya girdi17. Sultanın alayı Paşa Kapı’sına yaklaştığı sırada kurbanlar kesilmiş ve Bursa Kalesi’nden teşekkür topları atılmıştır. O gece dinlenen padişah, çarşamba günü, ilk önce Sultan Osman Gazi ve Sultan Orhan Gazi’nin kale içerisindeki türbelerini ziyaret ederek, ruhlarına dualar etmiştir. Orhan Gazi’nin türbesinde öğle namazı cemaatle kılınmıştır. Kale içerisinde daha önce serasker paşa tarafından tamir ettirilmiş olan Aziz Mahmud Hüdaî Türbesi ziyaret edilmiştir. Padişah tamir ettirdiği Mevlevihâneyi de teşrif ederek, Mevlevî ayinini izlemiş, şeyh efendi ile dedelere ve dervişlere bol bol hediyeler ihsan etmiştir. Mevlevî ayininden sonra Bursa’nın güneyinde Gümüşsuyu civarında Hüsameddin adı verilen yüksek bir mevkide yeniden inşa ettirilen köşke gidilmiştir. Buradan şehri seyreden sultan bir süre dinlendikten sonra akşam üzeri ikamet edeceği Paşa Kapı’sına dönmüştür. Perşembe günü, Çelebi Sultan Mehmed Han ve Emir Sultan türbeleri ve camii ziyaret edildikten sonra, Yıldırım Bayezid’in şehir dışında bulunan cami ve türbesine gidilmiştir. Öğle namazı cemaatle kılındıktan sonra, çarşı boyu güzergâhından şehir içine gelinmiştir. Yıldırım Bayezid Han

17 Takvim-i Vekayi, Def’a 271; BOA. İrâde Mesâil-i Mühimme, 2485. SULTAN ABDÜLMECİD’İN İLK MEMLEKET GEZİSİ 89 (OTAM, 25 / Bahar 2009) tarafından yaptırılan 20 kubbeli büyük cami de ziyaret edilmiştir. Cami ziyaretinden sonra sultan ikamet ettiği konağa dönmüştür. Osmanlı sultanlarının Cuma selamlığı merasimi örneklerinden birisi de Bursa’da yaşanmıştır. Abdülmecid Cuma selamlığına debdebeli büyük bir alayla çıkmış ve Cuma namazını Ulu Cami’de kılmıştır18. Osmanlı Devlet’inin klasik çağından beri Cuma selamlığı alayları yapılırdı, ama bu merasim ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında bir devlet merasimi olarak algılanmaya başlanmıştır 19 . Namazdan sonra, cadde üzerinden Paşa kapısına dönen sultanı görmek isteyen Bursa ahalisi büyük bir heyecan ve arzuyla yol kenarlarına toplanmıştı. Aynı gün, defterdar, kadı, şeyhler, bilginler, müderris, imamlar, hatipler, meclis a’zaları, eşraf ve gayrimüslim temsilcileri Paşa Kapısı meydanında huzura davet edildiler. Müşir Salih Paşa’ya çok değerli, süslü bir kılıç hediye edilmiş, diğerlerine de teşrifât usulünce hil‘atlar giydirilmiştir. Müderris Nisah Efendi ve Şerif İbrahim Efendiye bilâd-ı devriye mevliyeti, müşir Salih Paşa’nın oğlu Rıfat Bey’e hâcelik, ve kethüdası Raif Ağa’ya rikâb-ı hümâyûn rütbeleri tevcih edilmiştir. Mudanya Kazası müdürü Muhtar Bey’e, dergâh-i âli kapıcıbaşılığı ve Mihaliç havalisinde bulunan çiftlik müdürü Ahmet Sabit Efendi’ye, Kocaeli Sancağı Kaymakamı Vasıf Paşa’nın kardeşi Bursa hanedanından Ahmed Münib Efendi’ye hâcelik rütbeleri verilmiştir. Rıfat Bey ve defterdarın oğlu hâcegân-i divân-ı hümâyûndan Refi’ Efendi’ye rütbelerine mahsus birer nişan verilmiştir. Salih Paşayla birlikte, şehrin ileri gelenleri, duacılar, gayrimüslim temsilcileri huzura çağrılarak, ahalinin rahatı ve memleketin imarına çaba ve gayret göstermeleri hususunda dikkatleri çekilmiştir. Sonra köşke dönen sultan, akşama kadar dinlenmiştir. Cumartesi günü, II. Murad’ın türbe ve camisiyle, civarındaki şehzade mezarları ziyaret edilmiştir. Daha sonra, Bursa’nın batısında Çekirge mevkisindeki I. Murad Han’ın türbe ve camisi ziyaret edilmiştir. Sultan köşke dönerken yol üzerindeki eski ve yeni kaplıcalarla Kara Mustafa Ilıcasına da uğramıştır. Abdülmecid seyahate çıkmadan önce Bursa’daki sultan türbelerini ve bazı camileri tamir ettirmiştir. Ziyareti esnasında türbe ve camileri bakımlı, sağlam ve güzel bulan padişah, son derece memnun olmuştur. Sultan Abdülmecid şehirdeki ziyaretleri esnasında, yol kenarlarında toplanan Müslim ve gayrimüslim ahaliye bol bol hediyeler dağıtmıştır. Bursa medreselerini de ziyaret eden sultan talebelere, mekteb hoca ve kalfalarına ihsanlarda bulunmuştur. Bunun dışında Bursa’ya geliş ve gidişlerinde yolların sağ ve solunda kendisini görmek üzere toplanan köy ahalisi ve çocuklarına da armağanlar vermiştir. İzmid ve diğer yerlerde olduğu gibi Bursa’da da padişahın maiyetinde bulunanların kaldıkları konaklara sabah akşam matbah-ı hâssadan yemekler getiren hizmetlilere, konak sahiplerine ve Eşref-i Rûmî sülalesinden gelen ve teşrifât günü huzurda dua eden Şeyh

18 Takvim-i Vekayi, Def’a, 271. 19 Hakan T. Karateke, Padişahım Çok Yaşa! Osmanlı Devletinin Son Yüzyılında Merasimler, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004, s. 102. 90 ŞERİF KORKMAZ

Safiyuddin Efendi’ye, kutu ve saatler hediye edilmiştir. Sultanın şehirde kaldığı günlerde beş vakit toplar atılmıştı. Geceleri Paşa Kapı’sında, köşkün önünde, kandiller yakılmış ve fişenk şenlikleri yapılmıştı. Eşraf ve ahalinin birçoğu teşekkürlerini göstermek üzere evleri önlerinde kandiller yakarak şenlikler düzenlemişlerdi. Bursa’da 5 gün kalan Abdülmecid, pazar günü saat 9.00’da Mudanya’ya hareket etti. Eşraf, şeyhler, bilginler, müderris, imamlar, hatipler, mekteb hocaları, talebeler, kadınlar, papaz, haham ve gayrimüslim çocukları Paşa Kapı’sından, şehir dışına kadar, yol üzerinde iki taraflı olarak toplanmışlardır. Mektep talebeleri çeşitli ilahi ve manzûmeler okuyor ve dualar ediyorlar; Muzıka-ı Hümâyûn da müzik çalıyordu. Sultanın maiyetindeki vezirler, Saray halkı, mabeyn kâtipleri ve komutanlar sırasıyla alay tertip etmişlerdi. Yol üzerinde kurulan otağda bir süre istirahat eden sultan, saat 12.30 sularında Mudanya’ya ulaştı. Mudanya kasabası idareci ve eşrafına Bursa’da hil‘at giydirildiğinden burada fazla kalınmadı. Sultan, Mudanya iskelesinden, Bursa Müşiri Salih Paşa, ahali ve reayanın dualarıyla uğurlandı20. Çanakkale Gezisi Akşam saat 7.30 sularında Abdülmecid, Bahr-i Sefîd Boğaz’ına hareket etmiştir. O gece, Marmara Denizi geçilmiş ve pazartesi sabahı boğaza girilmiştir. Sultanın vapuru boğaza girdiği anda her iki taraftaki kale ve tabyalardan toplar atılarak sultan karşılanmıştır. Bu arada, vapurun baş tarafında Muzika-i Hümâyûn hoş bir sesle çalmaya başlamıştır. Sabahleyin saat 11 sularında Çanakkale önüne gelinmiş ve sandalla iskeleye çıkılmıştır. Boğaz Muhafızı ve Biga Sancağı mutasarrıfı Sadullah Paşa, eşraf, ahali, reaya, Müslim ve gayrimüslim çocukları, iskelede sultanı dualarla karşılamışlardır. Bir müddet iskelede ahaliyi selamlayan sultan daha sonra, Çanakkale meydanında namazgâhta kurulan otağ-ı hümâyûna geçmiştir. Bu sırada kalelerden teşekkür topları atılmıştır. Padişahın emri üzerine kalede bulunan topçu zabitânı ve askerleri ateş ve taneli top talimi icra etmişlerdir. Sultan, sektirme güllelerle, iri, büyük kemer toplarından yapılan atışları seyretmiştir. Daha sonra toplar ve kaledeki askerlerin koğuşları, mühimmat ambarları teftiş edilmiştir. Sandalla Kilitbahir kalesine geçen sultanı, Edirne Eyaleti Müşiri Osman Nuri Paşa karşılamıştır. Sultan kaleyi gezmiş ve toplanan Kilitbahir ahalisini selamlamıştır. Kale yakınındaki Namazgâh ve Değirmen Burnu tabyalarına gidilirken kale ve tabyalardan merasim topları atılmıştır. Teftiş sonucunda sultan, boğazda bulunan kalelerin hepsinin sağlam, mühimmat ve topların mükemmel askerlerin ise talimli ve intizamlı olduğunu müşahede etmiştir. O gece otağda dinlenen padişah için gün içerisinde kalelerden beş vakit toplar atılmıştır. Kale meydanında akşam üzerinden yatsıya kadar kandiller yakılmıştır. Şehir ahalisi sevinçlerini göstermek için, evleri önlerinde kandiller yakmışlardır. Fransa, İngiltere, Rusya, Belçika, Amerika, Sardunya, İspanya, Napolitan, Yunan

20 BOA. İrâde, Mesâil-i Mühimme, 2491; Takvim-i Vekayi, Def’a, 271. SULTAN ABDÜLMECİD’İN İLK MEMLEKET GEZİSİ 91 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Devletleri konsoloshaneleri kandillerle süslenmiştir. Salı günü sabahleyin otağ-ı hümâyûnda defterdar Sadri Bey, nâib, müftü, şeyhler, bilginler, meclis a’zaları, eşraf, metropolidler, Yahudi hahamı, papaz ve kocabaşılar kabul edilmiş, hil‘atler giydirilmiştir. Müslüman ve reaya çocuklarına hediyeler verilmiştir. Mutasarrıf Sadullah Paşa ve kale komutanı Topçu Mirliva Hüseyin Paşa huzura çağrılmış, Serasker Paşa vasıtasıyla ahali ve reayanın daima korunması ve himaye edilmesi hususunda uyarılarda bulunulmuştur. Ayrıca Hüseyin Paşa’ya, kalelerin iyi idare edilmesi, askerlerin refah ve rahatlarının her zaman gözetilmesi konusunda tenbihlerde bulunulmuştur. Sadullah Paşa’ya üzeri tuğralı ve süslü bir kutu, Hüseyin Paşa’ya ise hediyeler ihsan edilmiştir. Biga Mutasarrıfı Divan Kâtibi Hüseyin Efendi’ye hâcelik rütbesi ve beşinci dereceden nişan verilmiştir. Sultan Abdülmecid aynı gün saat 12.00’e doğru, ahalinin duaları ve kalelerden atılan top atışları arasında sandalla vapura geçmiş ve Çanakkale’den ayrılmıştır21. Çanakkale müftüsü ve kaymakamı, âlimler, şeyhler, cami imamları, şerifler, muhtarlar, sıbyan mektebi muallimleri, Müslim ve gayrimüslim eşraftan oluşan 103 kişi, Sultan Abdülmecid’e Çanakkale ziyareti ve yaptığı ihsanlar dolayısıyla teşekkürlerini arz etmişlerdir22. Midilli Gezisi Çanakkale’den Midilli Adasına hareket eden vapur, Kumkale ve Seddülbahir kaleleri önüne geldiğinde kalelerden ve civar tabyalardan toplar atılmış ve şenlikler yapılmıştır. Daha önce İstanbul’dan gelen ve Boğaz önünde bekleyen donanma gemilerinden de toplar atılmıştır. Gemilerdeki askerler ise “Padişahım Çok Yaşa” diye bağırmışlardır. Bu sırada orada bulunan İngiltere donanmasına ait iki gemiden de toplar atılarak padişah selamlanmıştır. İmroz ve Bozcada önlerinden geçildikten sonra saat 16.00 sularında Midilli Adasına ulaşılmıştır. Sultanı, iskelede kaymakam Salih Bey, eşraf ve ahali karşılarken, Müslim ve gayrimüslim çocuklar da dualar etmişlerdir. Abdülmecid’in ikameti için, ada eşrafından Kulaksız-zâde İsmail Bey’in oğlu ada gümrükçüsü Halil Bey’in konağı tahsis edilmiştir. O gece konakta istirahat eden sultan, ertesi gün Midilli Kale’sini ziyaret etmiştir. Kale civarındaki Hasan Paşa Kasrında kısa bir süre dinlenen sultan, çarşı caddesi yoluyla ikamet ettiği konağa geri dönmüştür. Perşembe günü, tekrar Hasan Paşa Kasrı’na teşrif buyuran sultan, Halil Bey’e hâcelik rütbesiyle beşinci rütbeden nişan, kaymakama beşinci rütbeden nişan vermiştir. Midilli Nâibi Celaleddin Efendi’ye, İstanbul Müderrisliği, Midilli Evkâf-ı Muaccelât Nâzırı Hacı Halim Bey ile Emval Kâtibi Yahya Sezayi Efendi’ye Divân-i Hümâyûn Hâceliği rütbeleri verilmiştir. Abdülmecid’in Midilli’ye gelmesi dolayısıyla adaya gelen, İzmir Nâibi Mevâlî-i Kirâmdan Meşreb-zâde Ali Raik Efendi’ye Mekke-i Mükerreme Mevleviyeti payesi verildi. Hâcegân-ı Divân-i Hümâyûn’dan İzmir Gümrükçüsü Raşid Efendi, İmroz ve

21 Takvim-i Vekayi, Def’a, 271. 22 BOA. İrade Dahiliye 4385, Lef, 1, 5. 92 ŞERİF KORKMAZ

Bozcaada Kaymakamı Tahir Efendiye, dördüncü rütbe ve Hâcegândan Ayvalık Kaymakamı Ahmet Muhtar Efendi’ye beşinci dereceden nişan tevcih edildi. Ali Raik Efendi, Celaleddin Efendi, Salih Bey, Halil Bey, Raşid Efendi, Muhtar Efendi ile Sakız Kaymakamı Fazlı Ağa ve İzmir Kaymakamı Hamdi Bey’in oğlu Ziver Bey, Sakız Nâibi Celali Efendi ve Ayvalık Nâibi Lütfullah Efendi, Molova Nâibi Hacı Osman Efendi, Kalonya Nâibi Hilmi Efendi ve Midilli Müftüsü Mehmed Sait Efendi, İzmir Müftüsü Ahmet Şevki Efendi, Sakız Müftüsü Şemseddin Efendi, İzmir eşrafından ve müderrislerinden Mustafa Raşid Efendi, Midilli hanedanından padişah maiyetindekiler konakların sahipleri Muharrem Bey ve Mustafa Bey, Ragıp Bey, Ahmet Bey, Hacı Hüseyin Efendi, Sadık Bey, İmam-zâde Mehmed Efendi, Hüseyin Bey, Bayram Bey, Âşık Halil Efendi, Mustafa Bey, Hoca Ahmet Efendi, Şatır Mehmed Ağa, İbrahim Ağa, Hüseyin Ağa, Hacı İbrahim Ağa, Edhem Ağa, Hasan Ağa’ya murassa kutu, zarf ve saatler hediye edilmiştir. Midilli, Kalonya, Sakız, İzmir, Manisa metropolitleri, Yunda Adası Piskoposu, Çeşme, Ayvalık, Molova Kazaları kocabaşı ve çorbacılarına, Midilli haham vekili ile cemaat başısına çok kıymetli ve değerli şallar ihsan edilmiştir. Müslim ve gayrimüslim temsilcilerine ahali ve reayanın huzur ve rahatlarını sağlamaları hususunda gayret ve çaba göstermeleri hususunda nasihatler verilmiştir. O gece dinlenen sultan, ertesi gün cuma namazını kılmak üzere, alayla Kulaksız-zâde Mustafa Ağa’nın imar ve ihya ettiği Murad Reis Câmiine gitmiştir. Namazdan sonra Şerif Ebu’l-Hasan İbnü’ş-Şerif Hüseyin’in türbesi ziyaret edilmiştir. Sultanın adada bulunduğu sürede her gün beş vakit toplar atılmış ve geceleri kandiller yakılmıştır. Müslüman ve gayrimüslim çocuklara, bol bol hediyeler dağıtılmıştır23. Midilli gezisi sırasında adada hazır bulunan, aralarında İzmir Sakız ve Ayvalık Rum, Ermeni ve Yahudi ruhbanının da bulunduğu kişilerle gerçekleştiren görüşmede Rıza Paşa’nın yaptığı konuşma şöyledir: “Padişahımız, aranıza kendi aile fertleri arasına geliyormuş gelmiştir. Sizin sevincinizle mutlu oluyor, ıstırabınızla da üzülüyor. Allah’ın zat-ı hümayunlarına verdiği görevlerin önemini çok iyi takdir ettiği için tebaasına, yüce ecdadına karşı sorumlu olduğu görevler kendilerince meçhul değildir. Tabiiyetinin alameti, gerekli sadakati yerine getirmeye gayret ettiğiniz sırada padişahın adaletinden bir an bile şüphe etmemenizi hükümdarlarımızın namına size açıklamakla iftihar ederim. Müslüman, Hıristiyan, Musevi, hepiniz bir hükümdarın tebaası, bir babanın çocuklarısınız. Padişah tüm tebaasının ırz ve namusunu, can ve malını güvenlik altına alan kanunlara topraklarının her tarafında harfiyen uyulması hususunda kesin niyette bulundukları için, içinizde haksızlığa uğrayan kimseler varsa hemen ortaya çıksınlar, adaletin gereğinin yapılmasını istesinler. Müslüman veya Hıristiyan, zengin veya fakir, sivil, asker ve ruhani memurlar, kısaca bütün Osmanlı tebaası adaletin terazisini herkes için eşit şekilde kullanan padişahın hareketlerinden tamamen emin olmalılar; bir suç

23 Takvim-i Vekayi, Def’a, 271; BOA. İrade, Mesâil-i Mühimme, 2494 SULTAN ABDÜLMECİD’İN İLK MEMLEKET GEZİSİ 93 (OTAM, 25 / Bahar 2009) ve kabahati olanlar cezalandırılma korkusuyla titresinler, iyi kimseler ve sadık kullar mükâfat beklesinler”24. Gelibolu Gezisi Sultan Abdülmecid, Cumartesi günü 17.00 sularında adadan merasimle ayrılarak Gelibolu’ya hareket etmiştir. İmroz ve Bozcaada önlerinden geçilerek boğaza girildiğinde, Seddülbahir, Kumkale ve tabyalardan, donanma-yı hümâyûna ait Necm-i Şevket kalyonundan toplar atılmıştır. Kalyondaki askerler “Padişahım Çok Yaşa” duasını tekrar tekrar bağırmışlardır. O gece Gelibolu önlerine ulaşılmış ve pazar günü sabah saat 6.00’da sandalla rıhtıma çıkılmıştır. Padişahı iskelede, Edirne Eyaleti Müşiri Osman Nuri Paşa ve ahali dualarla karşılamıştır. Aynı gün, Muhammediye adlı eserin yazarı, Yazıcı-zâde Mehmed Efendi’nin daha önce sultan tarafından onarılan türbesi ve Ahmet Bican’ın türbesi ziyaret edilmiştir. Gelibolu kaymakamı Abdülhalim Efendi’ye ve Gelibolu nâibine, memurlara, eşrafa, Rum, Ermeni ve Yahudi milletleri temsilcilerine hil‘atler giydirilmiştir. Edirne Eyaleti Müşiri Osman Nuri Paşa’nın oğlu Şevki Bey’e ve Gelibolu Kazası Müdürü Ahmet Bey’e rütbelerine mahsus nişan verilmiştir. Serasker Paşa, mülkî, askerî görevliler ve reaya temsilcilerine ahali ve reayanın himayesi refah ve huzurunun sağlanması hususunda konuşma yapmıştır. Sonra Gelibolu Mevlevihanesine teşrif edilerek ayin (mukâbele-i şerif) izlenmiş ve şeyh efendi, dedegân ve dervişâna çeşitli hediyeler ihsan edilmiştir. Abdülmecid Mevlevihâne’den konağa dönerken mekteb hocaları, halife ve şakirtleriyle, reaya çocuklarına bol bol hediye dağıtmıştır. Abdülmecid, saat 14.00 sularında sandalla vapura teşrif etmiştir. O esnada Rumili ordusu tarafından yakalanan Kigalık eşkıyasından 78 kişi, kaymakam Veli Bey ve maiyetindeki askerler gözetiminde İstanbul’a götüren Selanik vapuru Gelibolu önlerine gelmişti. Vapur durdurularak, Veli Bey huzura çağrılmış, başarısı ödüllendirilmiştir 25. İstanbul’a Dönüş Saat 15.30 sularında Gelibolu’dan hareket edilmiş, o gece Marmara Denizi geçilerek pazartesi günü saat 8.00’ye doğru İstanbul’a ulaşılmıştır. Sultan, Yedikule, Tophâne-i Âmire, Selimiye Kışlası, Sarayburnu, Çırağan ve Nakkaş tabyalarından toplar atılarak, karşılanmıştır. Askerî, mülkî görevliler ve ahali de dualar etmişlerdir. Asâkir-i Hâssa ve Nizâmiye-i Şâhâne askerleri saf saf dizilerek usul-i nizâm üzere ateş ederek padişahı selamlamışlardır. Bu arada Muzıka-ı Hümâyûnda müzik çalmıştır. Ahali “Padişahım Çok Yaşa” duasını

24Edouard Engelhardt, Tanzimat ve Türkiye, Çev. Ali Reşad, Kaknüs Yay., İstanbul, 1999, s. 3; Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, V. Cilt, TTK. Yay., Ankara, 1995, s.171; Metin Ünver, Tanzimatın Midilli Adası’nda Tatbiki, İ. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006, s. 150-151. 25 Takvim-i Vekayi, Def’a 271. 94 ŞERİF KORKMAZ tekrar tekrar ederek sevinçlerini göstermiştir. Sultanın vapuru daha sonra Çırağan sarayı önüne gelmiştir. Saray önünde kayıklar içerisinde sultanı bekleyen vükelâ, bendegân vapura çağrılmıştır. Bunlar, canı gönülden padişaha dualar ve şükürler etmişlerdir. Beylerbeyi sarayına sandalla geçen sultanı, Dâr-ı Şurâ-yı Askerî a’zaları, ümerâ, zabıtân, bendegân karşılamıştır. Kurbanlar kesilmiştir. Gün içerisinde belirli vakitlerde toplar atılmış ve şölenler tertib edilmiştir. O akşam boğazdaki bütün konaklarda ve hanelerde kandiller yakılmıştır 26. Gezi bittikten sonra İstanbul Rum Patriği Abdülmecid’e bir teşekkürnâme göndermiştir. Patrik, sultana ziyaret ettiği şehirlerdeki metropolitlere, rahiplere ve Rum ahalisine gösterdiği ilgi ve verdiği hediyelerden dolayı teşekkür etmiştir. Cihan durdukça Rum milletinin padişaha baş eğip, bağlı kalacağına söz vermiştir. Rum patriği, gerekirse bu uğurda canlarını feda edeceklerini de belirtmiştir. Ermeni piskoposu da sultana bağlılığını ve teşekkürünü belirten bir arzuhal yazmıştır. Bursa nâibi, müftü, dersiâm şeyhler, haham, Rum, Ermeni patriği ve meclis a’zâlarından oluşan 27 kişi teşekkürlerini içeren bir ariza sunmuşlardır. Hüdavendigâr Eyaleti Müşiri Salih Paşa ve İzmid kaymakamı Vasıf Bey teşekkür tezkereleri göndermişlerdir. Bunun üzerine sadaretten Ermeni ve Rum patriklerine cevaben yazılar yazılmıştır27. Sultan Abdülmecid’in seyahati bittikten sonra, müderris, Takvim-i Vekayi musahhihi ve katib gibi bazı görevliler, gezi ile ilgili manzûmeler yazarak, gelenek olduğu üzere, tarih düşürmüşlerdir. Padişah da manzume yazan bu kişilere çeşitli hediyeler ihsan etmiştir 28. Sonuç XIX. yüzyılda padişahlar memleket içi ve dışı geziler yapmaya başlamışlardır. Bu gezilerde, ahalinin şikâyetleri dinlenmiş ve ihtiyaçları karşılanmıştır. Ayrıca yapılan yeniklerin ahali tarafından nasıl karşılandığı tespit edilmiştir. Sultan Abdülmecid 26 Mayıs 1844 günü, İzmid, Mudanya, Bursa, Çanakkale, Midilli ve Gelibolu şehirlerini içeren ilk memleket gezisine başlamıştır. Cezâyir-i Bahr-i Sefîd seyahati olarak belgelere yansıyan bu gezi 17 gün sürmüştür. Sultan, şehirlerde fabrika, türbe, cami, medrese, çarşı, kaplıca gibi yerleri ziyaret etmiştir. Çanakkale boğazındaki kale ve tabyalar da teftiş edilmiştir. Sultan Abdülmecid, görevlilere hediyeler dağıtmış ve hil‘atler giydirmiştir. Ahaliyi de bol bol hediyeler dağıtılmıştır. Müslim gayrimüslim fakirler de yardım yapılmıştır. Sultan Abdülmecid şehirlerde merasimlerle karşılanmış ve uğurlanmış, kurbanlar kesilmiştir. Toplanan asker ve halk “Padişahım Çok Yaşa” duasıyla

26 Takvimi Vekayi, Def’a 271. 27 BOA. İrade Dahiliye, 4382, lef, 3, 4,5,6. 28 BOA. İrade Dahiliye 4399, Lef 8. Bu şiirlerden bazı örnekler ek-2’de verilmiştir. SULTAN ABDÜLMECİD’İN İLK MEMLEKET GEZİSİ 95 (OTAM, 25 / Bahar 2009) sultanı karşılamışlardır. Ziyaret ettiği şehirlerde cuma selamlığına çıkan padişah, devletin gücü ve görkemini tebaaya göstermiştir. Abdülmecid’in ziyaretinden önce şehirlerdeki türbe ve camiler onarılmıştır. Ayrıca sultan Abdülmecid giydiği batılı kıyafetlerle halka örnek olmuş, mehter yerine kurulan Muzıka-ı Hümâyûna konserler verdirilerek, halkın yeni müziğe alıştırılması sağlanmıştır. Belgelere yansıdığına göre, Abdülmecid’in gezisi esnasında ahalinin padişahtan bir isteği, şikâyeti ya da yakınması olmamıştır. Sultan Abdülmecid gittiği yerlerde Serasker Rıza Paşa vasıtasıyla mülkî ve askerî görevlilere, Müslüman ve gayrimüslim cemaat reislerine vesaya-yı seniyye adı verilen çeşitli konuşmalar yaptırmıştır. Bu konuşmalarda tebaanın gönüllerinin hoş tutulması, daima korunması ve güvenliklerinin sağlanması hususları üzerinde durulmuştur.

96 ŞERİF KORKMAZ

KAYNAKÇA BAŞBAKANLIK OSMANLI ARŞİVİ (BOA) İrade, Dâhiliye, 4335, 4382, 4385, 4399; İrade Mesâil-i Mühimme, 2485,2491, 2494. Gazete Takvim-i Vekayi, Def’a 67, (9 Cemaziye’l-Evvel 1249); Def’a 140, (11 N 1252); Def’a, 271 ( 6 Cemaziye’l- Ahir 1260); Def’a 286, ( 23 Rebi’ü’l- Ahir 1261); Def’a 302 (14 Cemaziye’l Ahir 1262); Def’a 303, ( 27 Receb 1262); Def’a 426, ( 8 Şaban 1266). Kaynak Eserler ve İncelemeler Ahmet Lütfi Efendi, Vaka’nüvis Ahmet Lütfi Efendi Tarihi, Cilt 6-7-8, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999. Ahmet Lütfi Efendi, Vak’a-nüvis Ahmet Lütfi Efendi Tarihi, Cilt 9, Yayınlayan Münir Aktepe, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1984. Çadırcı, Musa, “Tanzimat’ın Uygulanmasında Karşılaşılan Bazı Güçlükler”, Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Ankara, 31 Ekim-3 Kasım 1989, TTK Yay., Ankara 1994. Engelhard, Edouard, Tanzimat ve Türkiye, Çev. Ali Reşad, Kaknüs Yayınları, İstanbul 1999. Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt V, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1995. Karateke, Hakan T, Padişahım Çok Yaşa! Osmanlı Devletinin Son Yüz Yılında Merasimler, Kitap Yayınevi, İstanbul 2004. Küçük, Cevdet, “ Abdülmecid” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt, 1 İstanbul 1988. Ongunsu, A.H, “ Abdülmecid” İslam Ansiklopedisi, Cilt 1, MEB Yay., Eskişehir 1997. Sakaoğlu, Necdet, “Sultan Abdülmecid’in Rumeli Seyahati”, Toplumsal Tarih, Sayı 145, Ocak 2006. Stanford J. Shaw-Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, II. Cilt, Çev. Mehmed Harmancı, E Yayınları, İstanbul 1983. Turan, Şerafettin, “II. Mahmud’un Reformlarında İtalyan Etki ve Katkısı”,Sultan II. Mahmud ve Reformları Semineri, 28–30 Haziran 1989, Bildiriler, İstanbul Ünv. Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul 1990. Ünver, Metin, Tanzimatın Midilli Adası’nda Tatbiki, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006.

SULTAN ABDÜLMECİD’İN İLK MEMLEKET GEZİSİ 97 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Ek-1. Abdülmecid’in gezi esnasında verdiği hil‘at, nişanlar ve değerleri

Cinsi Değeri Mevâlî-i kirâm için mor çuha ferâce 10 kuruş Müderrisîn-i kirâm için mavi çuha ferâce 100 kuruş Nüvvâb ve kuzât efendiler dâ’îleri için neftî ferâce 20 kuruş Müftü ve nakîb ve hatipler efendiler dâ’îler için yeşil çuha ferâce 60 kuruş Şeyhler-ı cevâmi’ ve imamlar ve ders-i âmm efendiler dâ’îler için 75 kuruş elvân ferâce Kâim-makâm ve zabtiye memurlarıyla dergâh-i âlî kapucıbaşıları 50 kuruş ağâlar kulları için ikişer aded sim harclı başlıksız kûkuleta Şeyhler-ı tarîkat-i aliye için hırka tabir olunur ferâce 50 kuruş

A’zâ-yı meclis vesâir vücûh-i memleket için sâde harclı başlıksız 80 kuruş kûkuleta Milel-i selâse metropolidanıyla ruhbânât ve haham başı kulları için 100 kuruş siyah ferace Milel-i selâse mu’teberânıyla kocabaşılarına siyah çuha biniş 150 kuruş

Istabl-ı âmire pâyesi için ru’us-i hümâyun, nişân-ı zîşân 5 kuruş Kapıcıbaşılık rütbesi için ru’us-i hümâyûn nişân-i zîşân 10 kuruş Hâcelik rütbesi için ru’us-i hümâyûn, hâmis nişân 10 kuruş Müderrislik ru’us-i hümâyûn, 5 kuruş Sâniye nişân-i zîşân 2 kuruş Râbı’a nişân-i zîşân 5 kuruş

98 ŞERİF KORKMAZ

Ek-2. Manzûmeler Mülkünü rü’yet içün çıkmışdı Hân-ı Abdü’l-mecid İtti hayli beldesin feyz-i kudûmî şâd-mân

Hamdullah avdet itti cânib-i İstanbul’a Kıldı teşrîf-i hümâyunıyla nâsı kâm-rân

Ol Süleyman-ı zaman eyler tecessüs Kâf’a dek Oldı ankalar gibi na-bûd nâm-ı ser-keşân

Sâye-i lütfünden vardı rahata her memleket Nûr-i ‘adlî oldı âlemde güneş gibi ‘ayân

Kalmadı dallarda ‘ukde gonca-veş açıldı hep Nev-behâr-i şevketi kıldı cihânı gülistân

Bezl-i ihsânın ne mümkündür hesab etmek kalem Bi-hesâb etsin heman ömrin Huda-yı müste’ân

Bendesi Tâlib de takdîm eylesün tarihini Sa’d ile geldi Stanbula bu yıl şâh-ı zeman 1260

Şâh-ı memdûh-ı cihân sultan han-ı Abdülmecid Şevket ve iclâlini müjdad ede Rabbim heman

Cedd-i a’lâsın ziyaret mülkünü hem seyr içün Yümnle azm eylemişti ol şehinşâh-i cihân

Keşfiye nakş eyledim tarih-i cevher-darını Avdetiyle kıldı şâdân cümleyi şâh-i zeman

1260 Ahmed Keşfî

Administrative Division of the Bosnian Sandjak in the 16th Century 16. Yüzyılda Bosna Sancağı’nın İdarî Dağılımı

Hatice Oruç*

Özet İdarî taksimatla ilgili tanımlamalarda yer alan “sancak, kaza denilen adlî-idarî alt birimlere ayrılır” ifadesi Bosna sancağı için ancak 16. yüzyıl itibariyle doğrulanmaktadır. Sancağın ilk kuruluş yıllarında idarî dağılım öncelikle Bosna topraklarında Osmanlı öncesi topraksal dağılım dikkate alınarak yapılmıştır ve bu dağılım “vilâyet”ler şeklinde ifade edilmiştir. “Kaza” idarî bir dağılıma işaret etmek üzere 16. yüzyılda kullanılmaya ba- şlanmıştır. Bosna civarında yapılan yeni fetihler, özellikle 16. yüzyılın ilk yarısında sancağın idarî sınırlarında değişikliklere sebep olmuştur. Yeni fethedilen topraklar öncelikle Bosna sancağına dâhil edilmiş ve daha sonra bu topraklar yeni kurulan başka sancaklara ilhak olunmuştur. Bu çalışmada Bosna sancağı tahrir defterleri esas alınarak 16. yüzyılda Bosna sancağının idarî dağılımı ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Bosna sancağı, Osmanlı Devleti, 16. yüzyıl, İdarî taksimat, Kaza, Vilâyet, Nahiye Abstract The expression “sanjak is divided to judicial-administrative sub- units called kaza’s” present in definitions involving administration distri- butions has not been valid for the Bosnian Sanjak until the beginning of the 16th century. On the establishment of the Bosnian Sanjak, the ad- ministration distribution was done according to the lands present before the Ottoman Empire and this distribution was expressed as “vilâyet”s. The term “kaza” was used with the 16th century to indicate an admini- stration distribution in the Bosnian Sanjak. The conquests that took place around Bosnia, especially in the first half of the 16th century, has resulted in the constant change in the administrative boundaries. The new conquered lands were first added to the Bosnian Sanjak and then some of them were added to the newly established sanjaks. This paper aims to examine the administrative distribution of the 16th century Bos- nian Sanjak with reference to the tahrir defters (the tax survey registers) of the Bosnian Sanjak. Keywords: The Bosnian Sanjak, The Ottoman Empire, Administrative Units, 16th century, Kaza, Vilâyet, Nahiye

* Ass. Prof. Dr., Ankara University, The Faculty of Letters, Department of History, [email protected] 100 HATİCE ORUÇ

Introduction: The Bosnian Sandjak was established in 1463. The residential centre of the Bosnian sandjak was Jajce until autumn of 1463, Sarajevo up to the middle of the 16th century, Banja Luka1 between 1554 and 1563, Sarajevo in 16382 and Travnik in 1699, which remained as the sandjak and beglerbegilik centre until 1850.3 The Bosnian sandjak remained as part of Rumeli beglerbeglik until the establishment of the Bosnian beglerbeglik. The Bosnian beglerbegilik was es- tablished in 1580 and Ferhad Beg was appointed as the “pasha” of the Bosnian Beglerbegilik4. Since the establishment of the Bosnian sandjak, it functioned as a frontier for Ottoman military expeditions towards the north and west. Due to its strate- gic position, new conquered lands were first added to this sandjak, even if it was for a temporary duration. While the Bosnian kept its original administrative structure, its borders were constantly subject to changes with the inclusion and exclusion of the new conquered areas or the establishment of new sandjaks. In this study, the administrative structure of the Bosnian sandjak in the 16th cen- tury will be discussed with regard to the changes in its borders based on the tahrir defters (tax registers) held at the Ottoman Archive of the Prime Ministry in Istanbul5. Since the administrative division of the Bosnian Sandjak resembles that of the other sandjaks of the Ottoman Empire in the 16th century, it is necessary to begin by giving a brief account of the general administrative distribution in the Ottoman Empire: Beglerbegilik: The largest military-administrative division in the Ottoman Empire was beglerbegilik under a beglerbegi or governor-general’s control. From late 16th Century, a beglerbegilik was also known as “eyâlet” and then “vilâyet”. However, in addition to its meaning as a beglerbegilik and eyâlet, the term vilâyet was also used for any other administrative unit, whether small or large6. As it will be mentioned later on, the term ‘vilâyet’ was also used to imply the administrative subdivisions of a sandjak in the 15th century.

1 Branislav Đurđev, “Bosna-Hersek”, DİA, VI, İstanbul 1992, p. 298. 2 Branislav Đurđev, “Banja Luka”, EI2, p. 1018. 3 A. Popović, “Travnik”, EI2, X, Leiden 2000, p. 573; A. Popović, “Sarajevo”, EI2, IX, Leiden 1997, p. 30. 4 Hatice Oruç, “15. Yüzyılda Bosna Sancağı ve İdarî Dağılımı”, OTAM, 18/2005, An- kara 2006, pp. 252-253. 5 For detailed information about the tahrîr defters on Bosnian sandjak see: Hatice Oruç,“Tahrîr Defters on the Bosna sanjak”, Archivum Ottomanicum, Harrasowitz Verlag, Wiesbaden- Germany, 2008, 403-430. 6 Halil İnalcık, “Eyâlet”, EI2, vol. II, Leiden 1991, p. 721; Halil İnalcık, “Eyâlet”, DİA, vol. 11, İstanbul 1995, p. 548.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 101 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Early on ‘beglerbegi’ was the commander-in-chief of the provincial forces, particularly of the timariots and the chief of all begs scattered in different sand- jaks. Therefore, he did not have any direct connection with a particular region. However, beglerbegilik gained a regional nature after the establishment of Ru- melia Beglerbegilik and then Anatolian Beglerbegilik7.The number of beglerbe- giliks increased with the expansion of the Ottoman lands. Beglerbegi was the representative of the Sultan in all political affairs in his area. His responsibilities include ensuring the security in his region and supervision those committing illegal acts. The beglerbegilik or eyâlet was essentially based on the timâr system and a beglerbegi was responsible primarily for the army of sipâhis holding ti- mars in his province. Beglerbegi was given the responsibility of leading the sipahi army in perfect condition to the sultan8 beglerbegliks or eyâlets consisted of basic-administrative units, sandjaks, which were governed by sandjak begis. Since the beglerbegi was given the title ‘pasha’, the sanjak that he governed was called Pasha sandjak9. Sanjak or Livâ: Sanjaks were the subdivisions of beglerbegiliks under sand- jak begis or mir-livâs. Sanjaks or livâs were considered as the most important main subdivisions by the central administration due to their status as adminis- trative and military regions. The fact that the registries for sandjaks, which aimed at establishment and functionalization of the timâr system, were kept separately for each sanjak supports this clearly. The importance of their admin- istrative role is also evident in that each provincial area had its unique regula- tions, and land and population surveys were carried out separately for each of them. These areas were formed as a result of geographical and historical condi- tions, had natural and local characteristics to a certain degree and had the ca- pacity to support a given number of timârli sipahis10. Sandjak begis were both the commanders of sipahis holding timars in the sandjaks and the heads of the administrative mechanism. The primary duties of the sandjak begis were to maintain public order in the region and to ensure a ‘legal’ relationship and con- nection between sipahis and reayas. In addition to this, sandjak begis went to expeditions together with their sandjaks' timâriots under the command of the beglerbegi of the province that they were subjected to. They led their troops to

7 Halil İnalcık, “Eyâlet”, EI2, 722; İ. Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete: 1550-1650 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, İstanbul 1978, pp. 26-27. 8 Halil İnalcık, “Eyâlet”, DİA, pp. 548-549; Halil İnalcık, “Eyâlet”, EI2, p. 722; Metin Kunt, Sanjaktan Eyâlete, p. 26-27. 9 Halil İnalcık, “Eyâlet”, p. 723; Mehmet İpşirli, “Beylerbeyi”, DİA, VI, İstanbul 1992, p.72; V.L.Menage, “Beglerbegi”, EI2 , volume I, Leiden 1986, s. 1159-1160. 10 Metin Kunt, Sancaktan Eyâlete, pp. 16-17; J.Deny [M.Kunt], “Sandjak”, EI2, vol. IX, Leiden 1997, p. 13.

102 HATİCE ORUÇ battle under the command of beglerbegi and also conducted military operations on certain occasions11. In this military-administrative structure of beglerbegliks and sanjaks, the Bosnian Sandjak had a distinct place as an ‘udj’ sandjak and a frontier. More than a hundred years passed until the Bosnian Sanjak was organized as a seper- ate beglerbegliks or province in 1580. However, since the beginning of the sanjak's establishment Bosnian sandjakbegis were selected among prominent begs and were also respected like beglerbegis. The amount of their hâsses also supports this aspect. For instance Isa Beg (the son of Ishak Beg), the Bosnian Sandjak beg held a 1.092.619 akche hâss in 1469.12 This hâss revenue is quite high compared to the other sanjakbegs' hâsses both in Anatolia and Rumelia. Most of the Anatolian sandjakbegs' hâss revenues varied between 250.000 and 400.000 akches and the higherst amount of hâss revenue among the 21 sandjaks bound to the Rumelian Beylerbegis was Mora sandjakbegi with 507.760 ak- ches13. On the other hand, the highest and lowest hâss revenues were 1.200.600 and 600.000 akches belonging to Diyarbekir and Kıbrıs beglerbegis respec- tively14. In later years, the Bosnian Sandjak begs’ hâss revenues were high again although they were not as much as Isa Beg's. For instance Mustafa Pasha's hâss revenue was 739.593 akches in 151615 and Husrev Beg's was 800.831 akches in 154016. Ferhad Beg who had been sandjak beg until then was assigned 800.000 akche hâss and given the title ‘beglerbegi’ when the Bosnia was reorganization as a province in 1580. Kazâ: There were also kazâs as judicial-administrative in addition to the military-administrative units of beglerbegiliks and sanjaks. The district over which a kādi had jurisdiction was called a kazâ, consisting of one or more nâhiye(s)17. Beglerbegis and sanjakbegis represented Sultan’s central absolute authority while kādis represented judicial authority. Kādis were responsible for non-military sharia and legal matters. In addition to the jurisprudence, they had

11 J.Deny [M.Kunt], “Sandjak”, p. 13 12 Atatürk Library MC.076: 1468/69 dated icmâl tahrîr defter (summary tax register) on the Bosnian sandjak which is held at Atatürk Library in İstanbul 13 Yılmaz Kurt, “Osmanlı Toprak Yönetimi”, Osmanlı, vol.3, Ed.: Güler Eren, Ankara 1999, p. 60. 14 Halil İnalcık, “Timâr”, EI2, vol. X, Leiden 2000, p. 503. 15 BOA.TD.56: 1516 dated icmâl tahrîr defter on the Bosnian sandjak in the BOA 16 BOA.TD.211: 1540-1542 dated mufassal tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA BOA.TD. 201: 1540-1542 dated icmâl tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA 17 For kazâ see. B. D. Macdonald, “Kazâ”, İA, vol. VI, İstanbul 1977, pp. 493-494; Tuncer Baykara, “Kazâ”, DİA, vol. 25, Ankara 2002, pp. 119-120; Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş, Anadolu’nun İdarî Taksimatı, Ankara 1988; Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, Ankara 1971, pp. 63-75; Feda Şamil Arık, “Osmanlılarda Kadılık Müessesi”, OTAM, 8/1997, pp.1-72.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 103 (OTAM, 25 / Bahar 2009) other responsibilities such as controlling the security of the roads, monitoring the public occupations of the cities, approprietness of the buildings, tradesmen, quality and costs of the goods18. There were alaybeys and subashis who assisted the kādı in the kazâ. The subashi was responsible for maintaining public order within the kazâ. The military issues were consigned to the alaybey (miralay)19. The term kazâ appears to have been commonly used to refer to a subdivi- sion of a sandjak within the administrative organisation of the Ottoman Empire in the 16th century20. Also in the Bosnian Sandjak, the kazâ subdivision ap- peared as an administrative unit at the beginning of the 16th century, but ‘kaza’ did not show itself in its former meaning in the tax registers prior to this cen- tury. The Bosnian sandjak was divided into vilâyets most of which (4 of 6 vilâyets) bore the names of old administrators or their families pointing to the pre-Ottoman administrative structure in the 15th century. For instance, the lands that had been under the control of Herseg Stepan Kosača before the Ottomans were called “Hersek vilâyet” in its initial years, and those captured from the Bosnian King Stjepan Tomašević was known as “Kral (King’s) Vilâyet”21.

18 Gy. Kaldy Nagy, “Kādi: Otoman Empire”, EI2, vol. IV, Leiden 1997, p. 375. 19 Fahameddin Başar, Osmanlı Eyalet Tevcihatı (1717-1730), Ankara 1997, p.1. 20 Tuncer Baykara states that conceptualization of “kazâ” as a subdivision of sandjak did not appear in Seljuks of Turkey and in the early period of Ottoman empire and continued as follows: “Kazâ means kādilik region of kādis. From this aspect during the Seljuks of Turkey era and the early periods of Ottomans kādis had a natural compass of their authority. In those times, kādi and subashi were the major components of an administrative unit. In this case kādi was the essential official of the subashilik and sandjak. Kazâ, as the authority region of kādi did not indicate a residential district but a region. [….] kādilik region began to be considered together with other administrative and military aspects from the middle of the 16th century. Although kazâs appeared thoroughly in some sanjaks in, 16th century, this progress eventuated nation-wide in 17th century on the whole. …” (Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş, pp. 32-33.) 21 The term vilâyet, although used for beglerbegilik, the first-order administrative area under the control of beglerbegi in the 16th century, and later for an area governed by a vali, was also used for any administrative region either small or large in some cases. (see. Halil İnalcık, “Eyâlet”, DİA, p. 548; Halil İnalcık, “Eyâlet”, EI2, p. 722; Heffening, “Vilâyet”, İA, vol. XIII, İstanbul 1986, p. 317.) In fact, the use of the term vilâyet as the subdivision of sandjak in the 15th century was not only encountered in Bosnian sandjak’s tahrîr defter but also in Arvanid sandjak’s defter which was published by Halil İnalcık and which is the oldest known tahrîr defter. (Halil İnalcık, Hicrî 835 Tarihli Sûret- i defter-i Sancak-ı Arvanid, 2nd edition, Ankara 1987.) The Tırhala sandjak was also divided into 3 vilâyets called Tırhala, Agrafa and Fenar in the register dated 1454-1455 (Melek Delilbaşı- Muzaffer Arıkan, Hicrî 859 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-ı Tırhala, Ankara 2001). These examples belong to the Balkans. The same case is also observed in Anato- lia. For example, the area of Ordu has been registered as a ‘vilâyet’ in the 1455 and 1485 dated defters: “Vilâyet-I Bayramlu ma’a iskefsir ve Milas”, and has not been termed as a

104 HATİCE ORUÇ

In addition to the vilâyet distribution, there were kādilik regions even though they were not part of the administrative division in the Bosnian Sandjak in the 15th century. However, kādilik and vilâyet were not the same. According to the 1468/69 dated icmâl tahrir defter (summary or abstract survey register) on the sandjak, 6 vilâyets and 7 kādilik centres have been recorded22. In two of these vilâyets, there were one kādilik centre in each carrying the same name with the vilâyets (a); in two of the vilâyets, there were two kādilik centres with different names in each (b); in the other two vilâyets, there was a common kādilik centre (c): a) 1- Jeleč Vilâyet Jeleč Kādilik 2- Saraj Vilâyet Saraj Kādilik b) 3- Kral Vilâyet Kādilik Neretva Kādilik 4- Hersek Vilâyet Drina Kādilik Kādilik c) 5- Pavli Vilâyet Višegrad Kādilik 6- Kovač Vilâyet On looking at the 1516 dated icmâl defter of the Bosnian sandjak, it is ob- servable that vilâyets as sub-divisions had diseappeared completely and the term kazâ began to be used, pointig to a judicial-administrative division. Nâhiye: Kazâs were administratively and geographically divided into dis- tricts called nâhiyes. They were composed of villages, a stronghold or a town. In essence, nâhiyes were regions which appeared within the timâr system and displayed a geographical integrity. Since nihayes has a military unit, sipahis hold- ing timars, known as ‘ser-asker’ acted as head. Sipahis in this unit gathered un-

‘kazâ’ until the 1520 dated defter: “Kazâ-i Canik-I Bayram” (Bahaeddin Yediyıldız, Ordu Kazası Sosyal Tarihi, Ankara 1985, pp.17, 35-50). Kazâ term did not take place in 1458 dated Canik sandjak tahrîr defteri yet sanjaks were subdivided into nâhiyes instead of vilâyets this time. Here, nâhiyes corresponded to kazâs of 16th century and smaller units which constituted them were also termed nâhiye (Mehmet Öz, XV-XVI. Yüzyıl- larda Canik Sancağı, Ankara 1999, pp. 28-29). In his study on the transition process from pre-Ottoman provincial administration to the Ottomans’ system in Anatolia, Oktay Özel indicates that Amasya was divided into vilâyets according to the earliest existing defter belonging to 1480. The term kazâ has not been used in this defter. In fact, it has not been used to denote a juridical administrative unit until 1520. Özel emphasizes that the fact that the term kazâ has not been used to denote an administrative unrt in 15th century tahrir defters on Amasya or the Province of Rum is an indication of the con- tinuing influence of the pre-Ottoman Setjukid practice. (Oktay Özel, “The transforma- tion of Provincial Administrative in Anatolia: Observations on Amasya from 15th to 17th centuries”, The Ottoman Empire: Myths, Realities and “Black Holes”, Contributions in Honour of Colin Imber, İstanbul 2006, pp.60-63). 22 See: Hatice Oruç, “15. Yüzyılda Bosna Sancağı ve İdarî Dağılımı”,

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 105 (OTAM, 25 / Bahar 2009) der the flag of the ser-asker and went to expeditions under his command. So, great attention was paid to the composition of nahiyes of villages having geo- graphical integrity so that the sipahis could come together with easily23. Also, it is seen that naibs were assigned to the nahiyes directly by kādis to execute legal and administrative on-site errands on their behalf24. Allocation units depicted as nefs (nefs, nefs-i bazar or nefs-i varosh) in the defters indicate nâhiyes centres25, which were areas where urban life developed. People in such places engaged in commerce and crafts, which distinguished them from the village folk living on agriculture and livestock. However, it should also be mentioned that some nâhiyes did not have a central allocation unit. In the Bosnian sandjak defters, the entry ‘Eflâkân’ (Vlach) was made for some nâhiyes. This is due to the presence of migrant population called Eflâk who were recorded as communities doing animal husbandry in these nâhiyes and were led by voyvoda, knez and primićurs. Eflâks, who annually paid 1 filori per household and had specific military obligations in wartimes according to the Eflâk law26, started to settle, and communities, which had been mentioned with the name of their voyvoda, knez or primićur, began to be recognized by their village names in 16th century27. Administrative Division of Bosnian Sandjak in 16th Century According to 1516 dated and first defter on the Bosnian sandjak28, there were six kazas, namely Jeni Bazar, Saraj, Brod, Višegrad, Neretva and Brvenik. Among them, Brvenik was actually a kaza adjoining Semendire sandjak. How- ever, two nahiyes of this kaza, Ostatija and Bobolj, were documented within the boundaries of Bosnian sandjak in 1516 dated tax registry.

23 İlhan Şahin, “Nahiye”, DİA, vol. 32, p. 307. 24 M.T. Gökbilgin, “Nâhiye”, İA, IX, İstanbul 1974, p. 38. 25 “In literal translation nefs means “the very”, “the very place” and it indicates the center of a nahiye” (see. Nikolai Todorov, The Balkan City, 1400-1900, Washington 1983, p. 20.) 26 BOA. TD. 24: 1489 dated mufassal tahrîr defter (detailed tax register) on the Bosnian sandjak in BOA. 27 About Vlachs in Bosnia, see: Branislav Đurđev, “O naseljavanju Vlaha stočara u sjevernu Srbiju u drugoj polovini XV vijeka”, Godišnjak društva istoričara Bosne i Hercegovine, 35/1984 Sarajevo, 1966, pp. 63-78; Nedim Filipović, “Islamizacija vlaha u Bosni i Hercegovini u XV i XVI vijeku”, Radovi ANUBIH, knj. LXXIII - Odjeljenje društvenih nauka, knj. 22, Sarajevo, 1983, pp. 139-148; Snježana Buzov, “Vlasi u Bosanskom sandžaku i islamizacije”, POF, 41/1991 (Sarajevo), 99-111; Snježana Buzov, “Vlaško pitanje u osmanlijskim izvorima”, Povijesni prilozi, 11/1992 (Zagreb), pp. 39-60; Jusuf Mulić, “Društveni i ekonomski položaj Vlaha i Arbanasa u Bosni pod osmanskom vlašću”, POF, 51/2001, Sarajevo 2003, pp. 111-146. 28 BOA. TD.56 : 1516 dated icmâl tahrîr defter on the Bosnian sandjak in the BOA.

106 HATİCE ORUÇ

Due to its location, as mentioned previously, the Bosnian sandjak had a very strategic importance for the Ottomans expansion to the west. This sand- jak, as the departure point of soldiers towards new military expeditions, was also the one to which conquered lands were initially annexed. In the first years of the 16th century, new lands were conquered in Northwest Bosnia, Croatia and Dalmatia and they merged into Neretva kazâ bound to the Bosnian Sand- jak. In the second quarter of the century, a seperate kādilik was organized for these regions; some nâhiyes of Neretva kazâ in Dalmatia and some in north- west Bosnia were bound to the kazâ29. In the defter, this kazâ was registered under the names of ‘Skradin kazâ’ and ‘Hrvat vilâyet’. Tahrir defters kept between 1528 and 1530 include vital information for drawing the borders of the Ottoman’s new conquests and to trace the expan- sion of the Bosnian Sandjak30. Different from the 1516 list of kazas, Skradin kazâ (or Hırvat vilâyet) has been added for the first time in this defter. Although it was one of the kazâs of Zvornik sandjak, Srebrenica's name also appears in the 1528-30 dated register of the Bosnian sandjak. Osad nâhiye which had previously been in Višegrad kazâ was bound to Srebrenica kazâ at that date. According to the 1540-42 dated tahrir defters31, a new kazâ was included: Kobaš. As Kobaš kazâ was bound to the sandjak, Brvenik kazâ was not consid- ered within the borders of the Bosnian sandjak any longer. Those nâhiyes (Bobolj and Ostatija) which had been in Bvernik kazâ were merged in Jeni Ba- zar kazâ in the defter from 1540-1542. In 1550, re-recording of the Bosnian sandjak was at stake32. This must have been due to change in the sandjak's administrative division. Namely, in 1550 Skradin and Neretva kazâs did not appear the records of the Bosnian sandjak any longer. With the establishment of Klis sandjak in 1537, both kazâs

29 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, Sarayevo 1982, p. 176. 30 BOA. TD. 157: 1528-30 dated mufassal tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA BOA. TD. 164: 1528-30 dated mufassal tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA BOA. MAD. 540: 1528-30 dated icmâl kale mustahfızân tahrîr defter on the Bosnian sandjak in the BOA 31 BOA.TD.211: 1540-1542 dated mufassal tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA. BOA.TD.212: 1540-1542 dated mufassal kale mustahfızân tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA. BOA.TD. 201: 1540-1542 dated icmâl tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA. 32 BOA.TD. 983: 1550 dated mufassal tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA. BOA.TD. 432: 1550 dated mufassal tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA. BOA.TD.1072: 1550 dated mufassal kale mustahfızân tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA. BOA.TD. 411: 1550 dated icmâl kale mustahfızân tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 107 (OTAM, 25 / Bahar 2009) were included in this sandjak. Skradin kazâ became the central kazâ of Klis sandjak at the same time33. Although Klis sandjak was established in 1537, both hâsses of Klis sandjak bey Murad and Skradin kazâ were recorded in the Bos- nian sandjak records between 1540 and 1542. The first tahrir records composed especially on Klis sandjak belong to 1550 and together with their nâhiyes, Skradin and Neretva kazâs which had been recorded to Bosnian sandjak were registered to Klis sandjak at that time34. The six kazâs of Bosnian sandjak in 1550 were as follows: Jeni Bazar, Sa- raj, Brod, Višegrad, Kobaš and Srebrenica. There are three mufassal defters (detailed tax registers) and one icmâl defter (summary tax register) from the sandjak's 1563-65 tahrir in the archive35. Records in the registry depict that a new kazâ was added at that date. Sandjak's kazâs were Jeni Bazar, Saraj, Brod, Višegrad, Kobaš, Novosel and Srebrenica. The last defters on the Bosnian sandjak composed in the 16th century we identified were kept after 156536. The recording dates of those defters kept as two seperate documents are not apparent; yet they were probably composed in 1580's. Neither of those documents is a complete defter, they appear to be short parts of one single defter instead. It is understood that kazâ distinction was not made carefully in the tahrir records. The same is also true for the 1604 dated tahrir defter. At that date, nâhiyes were generally recorded without speci- fying which kazâ they belonged to. According to the 1604 dated tahrir, it is possible to say that at the end of the 16th century, boundaries of the Bosnian sandjak extended from Zvečan (today's Kosovska Mitrovica) in southeast, to Bihać in northwest, which was conquered in 159237.

33 Šabanović, Bosanski Pašaluk, p. 204. 34 There are three 1550 dated defters on Klis sandjak in Ottoman Archives of the Prime Ministry in İstanbul: TD.284, TD.706 and TD.242. Among these defters, TD.284 was published by Oriental Institute of Sarajevo: Opširni popis kliškog sandžaka iz 1550. godine, obradili Fehim Dž. Spaho, Ahmed S. Aličić; priredila Behija Zlatar, Sarayevo: Orijen- talni institut, 2007. 35 BOA.TD. 379: 1563-1565 dated mufassal tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA. BOA.TD. 435: 1563-1565 dated mufassal tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA. BOA.TD.625: 1563-1565 dated mufassal tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA. BOA.TD.1071: 1563-1565 dated mufassal tahrîr defter on Bosnian sandjak in the BOA. 36 BOA.TD. 1014: Mufassal tahrîr defter kept in the 1580’s on Bosnian sandjak in the BOA. 37 Opširni popis Bosanskog sandžaka iz 1604. godine, obradio Adem Handžić, Bošnjački institut Zürich-odjel Sarayevo i Orijentalni institut u Sarayevu, Monumenta Turcica, serije II, defteri, knjiga 4, sv. I/2, Sarayevo 2000. The introduction section of this book written by Ahmed S. Aličić (Uvod, XXV).

108

Table: Kazâs in Bosnian sandjak in 16th Century

1516 1530 1540 1550 1565 1. Jeni Bazar 1. Jeni Bazar 1. Jeni Bazar 1. Jeni Bazar 1. Jeni Bazar 2. Saraj 2. Saraj 2. Saraj 2. Saraj 2. Saraj 3. Brod 3. Brod 3. Brod 3. Brod 3. Brod 4. Višegrad 4. Višegrad 4. Višegrad 4. Višegrad 4. Višegrad 5. Neretva 5. Neretva 5. Neretva 5. Kobaš 5. Kobaš

6. Kobaš 6. Novosel HAT İ

CE ORUÇ - Brvenik - Brvenik - Srebrenica - Srebrenica - Srebrenica - Srebrenica - Skradin - Velika - Skradin veya Hrvat Vilâyeti ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 109 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

1) Jeni Bazar Kazâ In 1516 Jeni Bazar kazâ had ten nâhiyes. This kazâ was identical to the Jeleč/Jeni Bazar vilâyet of the 15th century. Apart from this vilâyet, there were Ržane, Radohna and Moravica nâhiyes in Jeni Bazar vilâyet. Later on, other nâhiyes were merged to this kazâ. Nâhiyes of Jeni Bazar are given below: Novi Pazar]: The name of this] ( ﻳﻜﻰ ﺑﺎزار) alias Jeni Bazar (راس) Ras nâhiye appears in the Bosnian Sadjak tahrir defters sinceits establishment. In the 1528-30 dated tahrir defter and the later ones, Ras nâhiye was called Jeni Bazar. The centre of the nâhiye was Jeni Bazar nefs, which was also the centre of the kazâ. The other name of the nefs was Ras and in time this name gave way to Jeni Bazar. Izveçan): Zvečan nâhiye was one of the oldest nâhiyes of ازوﭽﺎن) Zvečan ;Dimitrofçe دﻴﻤﺘروﻓﭽﻪ) the sandjak. There was a nefs-i bazar called Dimitrofice Dimitrofac) [today Kosovska Mitrovica] in the nâhiye. Also a solid دﻴﻤﺘروﻓﺞ stronghold was located within borders of the Zvečan nâhiye: “Kal‘a-i Zvečan”. Zvečan stronghold, which was recorded together with its garrison in the 1516 and 1528-30 dated defters, does appear in the 1540-42 dated one. This is because the stronghold was demolished by order in 154038. However, the 1550 dated tahrir illustrates that the stronghold was relodged again and the garrisons were assigned timârs39. Irjane, Arjane): A nâhiye called Ržane is mentioned for the ارژاﻨﻪ) Ržane first time in the 1516 dated tahrir defter. Nonetheless, the name of the nâhiye is not unfamiliar. One of the nefs-i bazars which was recorded under Zvečan nâhiye in the 15th century tahrir defter: “Ržane Nefs-i bazar”. In 1516 this nefs was recorded under the boundaries of Ržane nâhiye, a distinct nâhiye estab- lished under its own name. Ržane nefs was a silver mine. .Yeleç): It was equivalent to the Jeleč nâhiye of the 15th century ﻳﻠﭻ) Jeleč Gluhaviçe). Other name of this nefs ﻏﻠﻮهﺎوﻴﭽﻪ) Its nefs-i bazar was Gluhavica was Demür Bazarı or Demürci Bazarı. Within the boundaries of the nâhiye, there was a solid stronghold called Jeleč. It was last recorded in the 1528-30 dated tahrir.40 Since timârs assigned to the stronghold garrison of Jeleč in 1528-30 were transferred to Jajce stronghold garrison on July 10, 154041, it can be concluded that Jeleč stronghold came

38 BOA. MAD.540, p. 4. 39 BOA. TD.1072, pp. 4-13. 40 BOA. MAD.540, p. 11. 41 BOA. MAD.540, p. 7-13.

110 HATİCE ORUÇ down similar to Jeleč stronghold. In the 1540-42 dated stronghold garrison defter, mention of the Jeleč stronghold verifies this point. Nikşiçi): It is a Vlach nâhiye. Nâhiye's ﻨﻜﺸﻴﻜﻰ ,Nikşiç ﻨﻜﺸﻴك) Nikšići name is mentioned in all the sandjak defters of the 15th century including the one dated 1455 which also covers the tahrir of the Bosnian region. With the establishment of Hersek sandjak in 1470, some of the Vlachs in Nikšić nahiye was started to be recorded under Drina kaza, or ‘Foča’ kaza as it was later known, in Hersek sandjak. The nâhiye is cited through both of its names in Hersek sandjak: “Gračanica nâhiye alias Nikšić”.42 Thereby Nikšić nâhiye was divided between Hersek Sandjak and the Bosna Sanjak. According to the 1516 dated tahrir, Nikšić nâhiye of the Bosnian sandjak was annexed to Jeni Bazar kazâ. At that time, Nikšić was the hâss of Mustafa Pasha, the Bosnian sandjak beg. In the 1528-30 and 1540-42 dated tahrirs defters, however, it was recorded as the hâss of Bosnian sandjak beg Hüsrev Beg. Yet, the nâhiye was not inscribed to Bosnian sandjak in 1550. In the 1550 dated tahrir defter of Hersek sandjak, under the record dated 17 Cumade’l-ula 957 (3 June 1550), it is stated that Nikšić nâhiye was seperated from the Bos- nian Sandjak and adjoined to Hersek sandjak43. Seniça) [Sjenica]: It was originally a Vlach nâhiye and one ﺳﻨﻴﭽﻪ) Senica of the oldest nâhiyes of the Bosnian Sandjak. Senica, which was registered un- der Jeni Bazar kazâ in the 1516 dated tahrir defter, continued to be recorded in the same manner in all of the other 16th century tahrir defters. .Ivraç): It was a Vlach nâhiye اوراچ, اﻴوراچ ;Ivraça اوراﭽﻪ, اﻴوراﭽﻪ) Vrače The name of Vrače nâhiye was first mentioned in Jeni Bazar nâhiye in 1489 and remained within its boundaries in the 16th century. Barçe): It was also existed in 15th century. In 1516 for the ﺑﺎرﭼﻪ) Barče first time a nefs was referred: “Nefs-i varosh of Iskender Pasha”44. The name of the nefs in 1528-30 dated tahrir defter was written as follows: “Yeni Varosh nefs alias Senica alias İskender Pasha Varosh”. Besides, an explanation was added: “Aforemen- tioned varosh is a passage which has been registered as a derbend in the preceding defter”45. Radohna-Radohine): The name of this رادوهﻴﻨﻪ - رادوهﻨﻪ) Radohna nâhiye was first mentioned in 1516. It was established by being seperated from Barče nâhiye. The 1516 record about the nâhiye is as follows: “Radohna Nâhiye, bounded to Vlach Barče”. In the 1528-30 dated tahrir, Rhodna nâhiye was cited

42 Hazim Šabanović, Bosanski pašaluk, pp. 158-159. 43 Hamid Hadžibegić, “Porez na sitnu stoku i korišćenje ispaša”, POF VIII-IX (1958/9), Sarajevo 1960, p. 85. 44 BOA. TD.56, 7b. 45 BOA. TD.211, p. 172.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 111 (OTAM, 25 / Bahar 2009) together with Barče nâhiye: “Barče with Radohna”. Thus, in the 1540-42 dated tahrir, two nâhiyes were united. Radohna is not mentioned on this date, and previous settlements of Radohna were included under Barče nâhiye. Moraviça): In 1516, it appeared as a new nâhiye in ﻣﻮراوﻳﭽﻪ) Moravica Jeni Bazar kazâ. It was established after being seperated from Barče nâhiye. A settlement which was a village in 1516 (Karye-i varoş-ı Boyiç) was depicted as nefs- i bazar of the nâhiye in 1540-42: “Nefs-i varoş-ı merhûm Yunus Pasha nâm-ı diğer Boyiç”. This place was also known as derbend: “Aforementioned varosh is a terrifying and dangerous place, (and) has been recorded as a derbend in the previous defter.”46 Prostinje): It was a Vlach nâhiye. The name ﺑﺮوﺳﺘﻨﻴﻪ / ﭘﺮوﺳﺘﻨﻴﻪ) Prostinje of the nâhiye was mentined for the first time in 1528-3047. There are five vil- lages which had been registered uner Nikšić nâhiye in 15th century,48 and then in Ržane nâhiye in 151649 constituted Prostinje nâhiye in 1528-30. Those vil- lages were as follows: Rolkovinje, Poljana, Prostinje with Pod mahalle, Dobro- jević and other Dobrojević. Since the nâhiye’s residents did not show up during the 1540-42 registry, they were registered through estimation: “Prostinje nâhiye: Prostinje nâhiye which has 5 villages and was cited during the registration of the above mentioned vilâyet on the whole, did not submitted to the orders and did not come to the registration that was conducted by Hüseyin. Therefore, this nâhiye was added to the sandjak bey's income on the basis of this estimation.”50 The name of Prostinje nâhiye is not encountered in the tahrirs of the Bosnian sandjak after 1540-42. -Trebine): In 1516 Trebinje was a Vlach village of Ra ﺘرﺒﻨﻪ) Trebinje dohna nâhiye. The name of the village was given to a nâhiye in 1528-30. Tre- binje had 9 villages: Trebinje; Gobine/Gunje; Crnočeva; Čarićina; Papa; Žari; Pasiji Potok; Dujka alias Brustnik; Udolac.51 The same villages are also ob- served in 1540-42, there was only a second name given to Trebinje village: “Trebinje village alias Grabovica”52.

46 BOA. TD.211, p. 194. 47 In the 1528-30 dated summary register's (BOA. TD.164) “index” Prostinje was documented under the title of “at Jeni Bazar Kazâ” as “from Vlach Prostinje nâhiye”. In another record, Prostinje was mentioned in the same kazâ: “Nikšići Nâhiye with Prostinje, bounded to Jeni Bazar”. Yet this nâhiye was found to be bounded to another kazâ while it was registered with its villages in the same defter: “Prostinje Nâhiye, bounded to Bilasnica kazâ”. The only record regarding Prostinje nâhiye’s subjection to Bilasnica (Bjelašnica) kazâ is this. 48 BOA. TD.24, leaf 14a-15a. 49 BOA. TD.56, leaf 5b. 50 BOA. TD.211, p. 530. 51 BOA. TD.164, pp. 50-51, 109-110. 52 BOA. TD.211, p. 200.

112 HATİCE ORUÇ

Ostatiya): Ostatija nâhiye was recorded as a nâhiye of اﺳﺘﺎﺗﻴﻪ) Ostatija Brvenik kazâ in 1516. However, it was included in Jeni Bazar kazâ in the 1528- 30 dated defter. There were 10 villages recorded in the nâhiye in the 1516, 1528-30 and 1540-42 dated tahrirs, and there were Vlachs living there: Ostatija, Novosel, Leškovica, Virnak Brdo, Islanica, Očerino, Koritnik, Oglar/Uglar, Pločnik, Lazi. Bobol): Bobolj nâhiye which was within Brvenik kazâ in ﺑﻮﺑﻮل) Bobolj 1516 and in 1528-30, was recorded within Jeni Bazar kazâ borders in the 1540- 42 dated tahrir. There were seven villages recorded to nâhiye and “from Vlachs” in all three tahrirs. These villages were as follows: Ravnište alias Komadin, Žarac, Islavgošta, Tepuša/Petoše alias Obolić, Vitonice, Brusnik, Tančić alias Čačina. 2) Saraj Kazâ There were four nâhiyes in Saraj kazâ in 1516: Saraj, Visoko, Dubrovnik and Kamenska alias Pribić. 15th century Saraj vilâyet and 16th century Saraj kazâ differed in terms of the number of nâhiyes bound to them. In the 15th century Saraj vilâyet consisted of Saraj nâhiye and the 3 nefs within it. Both the number of its nâhiyes and nefs increased in the 16th century. Three nâhiyes (Visoko, Dubrovnik and Kamenska alias Pribić) that were once registered under Kral vilâyet were then registered under Saraj kazâ together with their nefs. Saray) [Sarajevo]: This nâhiye which bore the same name as ﺳﺮاى) Saraj the kazâ, appeared in all of the tahrirs from 1455 on. There were three nefs-i bazars in the nâhiye in 1516: Saraj, Trnovo and Blajuy. Trnovo, which had been recorded as nefs in Saraj nâhiye in 1468/69 and as village in following defters was in the status of nefs again in 1516. Centre of the nâhiye developed in Saraj nefs, which was also the centre of the kazâ. There was also a stronghold named .near nefs (ﺣﻮدي ددﻩ) Hodidede According to the 1563-65 dated tahrir defter, a new nefs appeared in the nâhiye: Nefs-i Ljubučić. Ljubučić which had been a village before it gained the staus of a pazar in 1550: “Ljubučić village: presently a mosque was built in the aforemen- tioned village and it became bazar”.53 It was qualified as nefs instead of village in 1565. Visoka). Visoko nâhiye observed under Kral vilâyet in the وﻳﺴﻮﻗﻪ) Visoko 15th century became one of Saraj kazâ's nâhiyes in 1516. Three nefs-i bazaar, was included within the nâhiye on this (ﻓﻮﻳﻨﻴﭽﻪ) Visoko, Kreševo and Fojnica date and later on. Kreševo and Fojnica were silver mines. There were also some mine villages in the nâhiye: Sebežić, Busovača and Vareš were iron mines; Das- tanska, Dežavica and Dusina were silver mines.

53 BOA. TD.432, leaf 196a.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 113 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Dubrovnik): Dubrovnik nâhiye, which was دوﺑﺮوﻧﻴﻚ) Dubrovnik mentined among the nâhiyes of Kral vilâyet in the 15th century and recorded under the Saraj kazâ after 1516, was composed on a nefs and a stronghold that bore the same name as the nâhiye: Nefs-i varoş-ı Dubrovnik and Kal‘a-i Dubrovnik. ,Pribiç): Kamenska ﭘﺮﺑﻴﻚ) Kamenska) alias Pribić ﻗﺎﻣﻨﺴﻘﻪ) Kamenska alias Pribić nâhiye, which was registered to Kral vilâyet in the 15th century and to Saraj kazâ in 1516 similar to Visoko and Dubrovnik, was a small nâhiye composed of three villages. These villages were included under Maglaj nâhiye bound to Brod kazâ in the 1528-30 dated tahrir. But in 1540-42, Kamenska’s settlements were re-included under Saraj kazâ bound to Visoko nâhiye. Kladna): Kladanj nâhiye which was in Višegrad kazâ in ﻗﻼدﻨﻪ) Kladanj 1516 was bound to Saraj kazâ in the 1528-30 date tahrir and continued to be so afterward. This nâhiye's nefs-i bazar Četvrtkovište was registered as “kasaba” in the 1563-65 dated tahrir54. 3) Brod Kazâ The two kazâs above got their names from the residence centre of the kādis: Kādi of Saraj kazâ was residing at Saraj which was the nefs of Saraj nâhiye and Kādi of Jeni Bazar was at Jeni Bazar alias Ras, the nefs of Ras nâhiye. So, Brod must have taken its name from the nâhiye or nefs within the borders of the kazâ: Brod Nâhiye. Today, however, there is no settlement dis- tinct with that name in the area, which was within the frontiers of Brod kazâ at that time. If we were to consider that Brod kādi's residence centre could be the nefs of nâhiye (Brod nâhiye), then two important nefs appear as candidates: Zenica Nefs-i bazar and Kakanj nefs-i bazar. According to the 1516 dated defter, kādi of Brod Mevlânâ Muhyiddin dis- posed of a village which yielded 4293 akchess as timâr. This village of Brod nâhiye, Bičer village, is in the south west of Kakanj (currently near the city). Although this information is not enough to arrive at the conclusion that the kādi of Brod resided at Kakanj, it connotes such a possibility. Nevertheless, Šabanović presents substantial evidence in support of Zenica being the centre of the kazâ: Kakanj was in the east of kazâ, yet frontiers of the kazâ expanded to the north, therefore it is natural to have Zenica as the first centre of kādilik. The fact that the centre of kādilik was moved to Travnik, which was again in the north of kazâ, probably in the middle of the 16th century confirms this thesis55. This kādilik, which was in the Kral vilâyet in 15th century administrative division of the sandjak, appeared as Bobovac in the 1468-69 dated defter and as

54 BOA. TD.379, p. 374. 55 Hazim Šabanović, Bosanski pašaluk, pp. 148-149.

114 HATİCE ORUÇ

Brod in the 1485 and 1489 dated defters. On considering that Suteska was the nefs of Bobovac nâhiye, Suteska could be thought of as the first centre of this kazâ. In terms of location, Suteska is the most eastern nefs among the locations mentioned above. So, it is probable that its centre was moved to Kakanj or Zenica when the name of the kaza was changed to. (These nefs are listed from east to north-west as follows: Sutjeska, Kakanj, Zenica and Travnik.) Brod): Brod nâhiye, as depicted above, was cited under the ﺑﺮود) Brod Kral vilâyet registry in the 15th century. It appeared as the nâhiye of the kazâ with the same name in 1516. There were three recorded nefs-i bazars Zenica, Kakanj and Suteska in this nâhiye. Suteska, which had priorly been the nefs-i bazar of Bobovac nâhiye, was the third nefs of Brod nâhiye. Others were Zenica and Kakanj. In 1516, a solid stronghold was also registered to Brod nâhiye: Kal‘a-i Be- liča/ Bilica. The name of this stronghopld was recorded as Vrh Beliča/Vrh in the 1528-30 dated tahrir. Vrh Bilica stronghold was not (وﻳﺮح ﺑﻠﻴﭽﻪ) Bilica mentioned in the 1540-42 dated tahrir, because it was destroyed “on command” in 154056. In 1550, Zenica was in the status of kasaba: “Nefs-i kasaba-ı cedîd-i Zenica - New town centre Zenica”. Its status as a new founded kasaba is related through the statement “kasaba-ı cedîd”. It was not established at the location of nefs-i bazaar Zenica that was mentioned in the previous tahrirs, but in its close vicinity in- stead57. The same tahrir illustrates that Kakanj had gained the status of kasaba even though it was recorded as “nefs-i bazar”: the registry “Kasaba-i varosh of Kakanj” seems to be a clear evidence for this58. Bobofçe): Bobovac was a nâhiye in Kral vilâyet in the ﺒوﺒوﻓﭽﻪ) Bobovac 15th century. However, it is not registered as a seperate nâhiye with this name in the 1516 dated defter. Also nefs of Suteska that had been recorded under Bobovac nâhiye was included in the boundaries of Brod nâhiye in 1516. Also, it is understood that Bobovac still existed as a nâhiye from many villages and a stronghold recorded as “bound to Bobovac”. The stronghold bore the same name with the nâhiye: Kal‘a-i Bobovac. This stronghold was destroyed “on command” in 154059. Borovica nefs-i bazar which had been in the Olovo nâhiye of Višegrad kazâ in 1516, was bound to Bobovac nâhiye in the 1528-30 dated tahrir. Borovica was also in Bobovac nâhiye in 15th century tahrir defters and its sub- jection to Olovo was only valid in 1516.

56 BOA. MAD.540, p. 52. 57 BOA. TD.432, leaf 442a. 58 BOA. TD.432, leaf 428b-429a. 59 BOA. MAD.540, p. 46.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 115 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Laşva): Lašva nâhiye, which had been included in Kral ﻻﺷﻮﻩ) Lašva vilâyet in the 15th century, was under Brod kazâ in 1516. In 1516, the centre of this nâhiye was nefs-i varosh of Travnik. In 1550, it was recorded both as “Nefs- i varosh of Travnik stronghold” and “nefs-i kasaba of Travnik”. There was a solid stronghold named Travnik in the nâhiye in 1516. Other fortresses such as Travnik, Fenarlık alias Kaštel, Toričani and Komotin were registered under the nâhiye in the 1528-30 dated tahrir defter. Among these, Komotin and Toričani fortresses were noted in the 1540-42 dated tahrir defter because they were destroyed in 154060. In 1528-30, there was mention of Ugre (Ugar) nâhiye in Lašva nâhiye. Al- though there was no entry of a nâhiye, some of the sites were depicted as “bound to Ugre, bound to Lašva”. For instance: “Luka’s son Martin’s farm, bound to Ugre, bound to Lašva” or “Hacı Ahmed’s son Ahmed’s farm, near Pšenik, Ugre, bound to Lašva”. Hazim Šabanović states that Ugar nâhiye was first mentioned in 1633 and then several times in the 17th century. It was probably located in the basin of the river (Ugar) which was the right branch of the Vrbas61. Yet, as it can be observed, Ugre (Ugar) appears at a much earlier period in 1528-30. Mağlay): Maglaj, a Vlach nâhiye, was first mentioned in the ﻣﻐﻼي) Maglaj 1489 dated tahrir defter. In this nâhiye a nefs with the same name was also registered in 1516: “Nefs-i varoş-ı Maglaj”. In the 1528-30 dated tahrir defter, another new nefs-i bazar appears: “Nefs-i bazar-ı Doboj”. There were also two fortresss called Doboj and Maglaj within the frontiers of the nâhiye at this date. In the 1540-42 dated tahrir “nefs-i varosh of Maglaj Stronghold”, “nefs-i varosh of Doboj stronghold” and “nefs-i bazaar of Maglaj” were registered under Maglaj nâhiye. Doboj stronghold and nefs were in Tešanj nâhiye according to the 1550 dated tahrir defter. Ozrin): Nâhiye's name was first mentioned in 1516. The اوزرﻳﻦ) Ozrin entry “bounded to Maglaj” was made in the defter for Ozrin nâhiye. It was a Vlach nâhiye. Vlachs resided in communes in twelfe village. Since 1563-65 dated tahrir, Ozrin was in Kobaš kazâ, instead of Brod. Trebetin): Trebetin nâhiye first appeared in the 1516 ﺗﺮﻩ ﺑﺘﻴﻦ) Trebetin tahrir. It was a Vlach nâhiye like Maglaj and Ozrin. Only the names of the community were given in 1516. There were a total of five communities, which were named according to knez or primićurs in charge of them. Village names appeared in the 1528-30 dated tahrir and the nâhiye had five of them, Se- jona/Seona, Domišlica, Komšić, Krašević alias Ozimica and Matine. The situa- tion did not change in the 1540-42 or 1563-65 dated tahrir defters.

60 BOA. MAD.540, p. 122. 61 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, p. 185.

116 HATİCE ORUÇ

Usora): Usora's name appeared for the first time in the اوﺳﻮرﻩ) Usora 1516 dated defter. It was a Vlach nâhiye; Vlachs were registered to defter in fourteen communes. In 1528-30 village names instead of commune names were registered. Usora was in Kobaš kazâ in the 1563-65 tahrir. Ivranduk): nâhiye's name was first seen in the اوراﻨدق) Vranduk 1516 dated tahrir. Nefs within this nâhiye was as follow: “varosh of Vranduk Nefs Podgradje = Podgrađe)”. There was also a stronghold ﭘﻮدﻏﺮادﻳﻪ) alias Podgrađe with the same name: “Vranduk stronghold”. ,Kotor): A Vlach nâhiye ﻗﺘﻮر) Virbanja) - Kotor وﻴرﺒﺎﻨﻴﻪ) Vrbanja Vrbanja, was mentioned in 1516 for the first time. Nâhiye was adjoined in Ko- tor at that time and its name was only mentioned in this connection. In the 1528-30 tahrir Kotor was seen as a nefs under Vrbanja nâhiye: “The nefs-i varosh of Kotor Stronghold.” As the nefs' name indicated, a stronghold named Kotor was also present. In the second half of the 16th century Kotor was the name of Vrbanja nâhiye. From 1550 this nâhiye was included in the frontiers of Kobaš kazâ. Virhovine): In the 1516 dated tahrir Vrhovine was a وﻴرهوﻴﻨﻪ) Vrhovine village in Vrbanja nâhiye. It appeared as a nahiye for the first time in the 1528- 30 dated tahrir: “Vrhovine nâhiye, bounded to Brod kazâ”. Its connection with the Vrbanja nâhiye was already apparent at that time. It is observed that some vil- lages were both “bounded to Vrbanja” and “in Vrhovine nâhiye”. For instance, “Odrinje village, bounded to Vrbanja, in Vrhovine” etc62. Vrhovine was the name given to the highlands expanding on both sides of Vrbas River beginning from the Middle Ages and in the 1540-42 dated tahrir Vrbanja (Kotor), Zmijanje ve Vrhovine nâhiyes emerged in the district. How- ever, at that date Vrhovine and Vrbanja nâhiyes were in Brod kazâ while Zmi- janje was in Kobaš kazâ63. In 1550, all three would be included in Kobaš kazâ. Teşne): Tešanj's name was first mentioned in the Ottoman ﺘﺸﻨﻪ) Tešanj administration in the 1528-30 dated tahrir64. Yet, at that time Tešanj appeared as a stronghold name instead of a nâhiye: “Tešanj stronghold”. There was also a settlement around the stronghold: “The nefs-i varosh of Tešanj stronghold”. At the time, a farm belonging to beg of the Bosnian sandjak, Hüsrev Beg, was regis- tered near Tešanj: “Farm of aforementioned Hüsrev Beg: from the debentures of Keklik’s

62 BOA. TD.164, p. 35. 63 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, p. 178. 64 Tešanj name was mentioned in a Brod Nâhiye entry in the 1489 dated tahrîr defter (BOA. TD.24, 7a). However, there was no explanation regarding the location of Tešanj at that time.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 117 (OTAM, 25 / Bahar 2009) son Ali Čelebi and Çavuş and Mustafa and Süleyman Bey and Kumru Beg, bound to Maglaj; Kozmadanje mezra and other places near Tešanj stronghold”65. Those farm locations included in the 1540-42 dated defter belonged to Hüsrev Beg's vakf land (trust estate): ““Hüsrev Beg farm vakf land: Kozmadanje mezraa, Dolnja and Gornja Modrica Mezras and Keslica Mezra together with orchards, grounds and varosh areas and mill stoves, of which boundaries are written in its land registry and is the rural area called Iplana in the nâhiye of Tešanj stronghold... ”66 It is under- stood that mezras mentioned in this record developed to be villages and consti- tuted Tešanj nâhiye in 1563-65 tahrir67. At that time nefs of Tešanj nâhiye was in the statuıs of kasaba: “Nefs-i kasaba of Tešanj”. Doboj stronghold and the nefs-i varosh of Doboj stronghold which had been included in Maglaj nâhiye before were merged with Tešanj nâhiye in 1550. Yayçe): Jajce was reconquered by Ottomans in 1527. Its name ﻳﺎﻳﭼﻪ) Jajce appeared for the first time in the tahrir entries of 1528-30. There was also a stronghold: and a varosh near the stronghold with the same name. These are respectively “Jajce stronghold” and “The nefs-i varosh of Jajce Stronghold”. Bosnian Sandjak beg, Hüsrev Beg's farm is noticeable among the “not to be enfeoffed farms” in Jajce nâhiye on this date: “Irinov Luka Mezra, near Jajce stronghold, is possesed by aforementioned mir-liwâ, Dobojčani and Belonica Gora and Gornja and Dol- nja Senica are mentioned mezras, bounded to Lašva.”68 Those places appear as “Hüsrev Bey farm vakf estate” in the 1540-42 dated tahrir69. In the 1528-30 dated tahrir, some mezras in Jajce nâhiye were assigned to grand vizier İbrahim Pasha. Those places mentioned among Hüsrev Beg’s farm and İbrahim Pasha's mezras were inhabited and developed into villages. Hüsrev Beg's vakf farm continued to be mentioned as “bounded to Lašva in Brod kazâ” in the 1540-42 dated tahrir. Although this nâhiye was one of Kobaš kazâ's nâhiyes in the 1563-65 dated tahrir, it is nor certain when it was bound. Bana Luka): Banja Luka was conquered in 1527 ﺒﺎﻨﻪ ﻠوﻗﻪ) Banja Luka like Jajce. Banja Luka's name only appears as a stronghold in the 1528-30 dated registries. It was registered together with aforementioned stronghold garrison in 1540-4270 and at that date a nefs appeared: “The nefs-i varosh of Banja Luka strong- hold”71.

65 BOA. TD.164 (1528-30), p. 373. 66 BOA. TD.211 (1540-1542), pp. 783, 136. 67 BOA. TD.435 (1563-65), pp. 335-349. 68 BOA. TD.164, p. 372. 69 BOA. TD.211, pp. 138, 784. 70 BOA. TD.212, pp. 229-264. 71 BOA. TD.211, p. 312.

118 HATİCE ORUÇ

Banja Luka was bounded to Kobaš kazâ in the 1563-65 tahrir defter. Vinçaç): Vinčac was only cited as a وﻧﭼﺎچ ;Vinçac وﻧﭼﺎج) Vinčac stronghold together with the number of its soldiers in 1528-3072. In 1540-42, however, it was recorde as a stronghold garrison73. Vinčac was also in Kobaš kazâ in 1563-65 like Jajce and Banja Luka. Hazim Šabanović indicates that the areas conquered by the Ottoman Turks in 1527 and 1528 were not registered until 1540-42 and the oldest re- cords on some of these areas belong to 1562. He claims that although they were conquered in 1527, Banja Luka was mentioned in 1540-42 and Jajce in 1562. He has also made similar evaluations about other nâhiyes and fortresses. The names of these places can be observed in the 1528-30 dated defters as it was presented above. So, Šabanović must have made such an evaluation with- out seeing these defters74. 4) Višegrad Kazâ The nâhiyes of 15th century Pavli and Kovač vilâyets formed Višegrad kazâ together in the 16th century. Although they were bound to two different vilâyets with different names, they were all under the control of a single kâdi's, Višegrad kâdi’s. On the other hand, Kladanj and Birče nâhiyes which were under Kral vilâyet were included to Višegrad kazâ. Vişegrad): In 15th century, Višegrad was present both وﻴﺷﻐﺮاد) Višegrad as a kādilik centre and a nahiye in Pavli. It preserved this aspect in 1516 and afterwards. Nâhiye's nefs and stronghold carried the same name: “The nefs-i varosh of Višegrad” and “Višegrad stronghold”. Dobrun): The name of Dobrun appeared in Pavli vilâyet دوﺑﺮون) Dobrun in the 15th century. There were two nefs named Dobrun and Priboj at the time, even though there was only one nefs merged in Dobrun nâhiye under the name “The nefs-i varosh of Dobrun”. On the other hand, Priboj became a separate nâhiye in the 16th century. There was also a solid stronghold with the same name in Dobrun nâhiye: “Dobrun stronghold”. Osad): Before the Ottomans, Osad comprised of the area اوﺻﺎد) Osad below Srebrenica lying on the left and right of Drina river. Osad on the right side of the river was in Serbian Despotate and Osad on the left side of the river was located in Kovač territory. Therefore, this district was also divided into two

72 BOA. MAD.540, p. 219. 73 BOA. TD.212, pp. 407-424. 74 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, p. 178.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 119 (OTAM, 25 / Bahar 2009) nâhiyes in the Ottoman administrative division: Osad on the right of Drina was in Brvenik kazâ in Semendire sandjak, while the one on the left of Drina was under Višegrad kādilik in Kovač vilâyet of the Bosnian sandjak. Brvenik kazâ was later included in Zvornik sandjak; yet, Osad nâhiye was first adjoined to Užice and then merged with Valjevo kādilik in Semendire sandjak75. Osad nâhiye on the left of Drina was bound to Višegrad kazâ in the Bos- in (ﭘﺘﺮﻳﭻ , ﭘﺘﺮﻳﭽﻪ) nian sandjak in 1516. There was nefs-i bazar-ı Petrič/Petrica the nâhiye in 1516 afterwards. There was also another nefs-i bazar named Đur- đevac in the 15th century; however, no such nefs-i bazar existed in the 16th century. Entries concerning Ključevac, which are observed under Osad nâhiye be- ginning with the 1468-69 dated tahrir, also existed in the 16th century. The stronghold's name also appears as Kličevac in the 1528-30 tahrir. The strong- ,Kluçevac)” in the 1468-69 tahrir) آﻠﻮﭼﻮاج“ hold in Osad nâhiye was written as Kliçevac)” in the 1528-30 tahrir. Two fortresss were recorded) آﻠﻴﭽﻮاج“ and as under the name of Kličevac in 1528-30 in the Bosnian sandjak. The one men- tioned here was located in the north of Srebrenica in Osad nâhiye of Višegrad kazâ and the other one was in Benkovac district in Kličevac nâhiye of Hrvat vilâyet76. In the 1528-30 and 1540-42 dated tahrir defters, Osad nâhiye was included in Srebrenica kazâ of Zvornik sandjak. The nâhiye, although recorded among nâhiyes of Višegrad kazâ in 1528-30 dated icmâl defter “index”, “bounded to Sre- brenica” record was noted next to its name. Same statement was also used dur- ing the recording of villages. Yet, it is seen that some settlements of Osad were subjection to Višegrad77. Olofac ): It was registered under Pavli اوﻟﻮﻓﺞ ;Olofçe اوﻟﻮﻓﭽﻪ) Olovo vilâyet in the 15th century. There were two nefs-i bazars, Olovo and Borovica, registered under Višegrad kazâ in this nâhiye in 1516. Olovo nefs which was a lead mine was also the centre of the nâhiye in the 15th century. On the other hand, Borovica appeared as “nefs-i bazar” in 1516. Borovica’s name was first mentioned in 1468-69:78 It was a village subjected to Bobovac nâhiye, a “silver mine”, sultan's hâss. Borovica maintained its status in 1485 and 148979. Both its status and the nâhiye it was bound to had been

75 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, pp. 135-136. 76 For the extensive knowledge about fortresses in Bosnian Sandjak in the 1528-30 tahrîr see. Aladin Husić,“Tvrđave Bosanskog sandžaka i njihove posade 1528-30. godine”, Prilozi za orijentalnu filologiju, 49/1999, Sarajevo 2000, pp. 189-229. 77 BOA. TD.211, p. 236. 78 Atatürk Library MC.076, leaf 22b. 79 BOA. TD. 18, 1a; TD.24, 6b.

120 HATİCE ORUÇ changed by 1516. From that time on, it was no longer adjoined to Bobovac nâhiye but Olovo intead. In addition, it was not a village, but a nefs-i bazar. It still continued to be Sultan's hâss. Parallel to its development, Borovica’s popu- lation increased. Borovica, which consisted of 58 households and 15 bachelors in 1468-69, was registered with 114 households, 5 widows, 12 bashtina and 1 Muslim bachelor in 1516. Borovica nefs-i bazar was included in Bobovac nâhiye of Brod kazâ in the 1528-30 dated tahrir. In the 15th century nefs-i bazar Žrnovnica, which was in Olovo nâhiye80 and appears in the registers for the first time in 1468-69 lost its status by 1516. From that time on it held the status of a village81. Praça): In the 1468-69 dated ﭘﺮاﭼﻪ) Boraç) alias Prača ﺑﻮراچ) Borač defter, there were two seperate nâhiyes: Borač and Prača alias Čataldža. Nefs-i bazar Borač was registered under Borač nâhiye and nefs-i bazar Čataldža under Prača alias Čataldža nâhiye. These two nâhiyes seem to have been united to- wards the end of the century. Both nâhiyes were recorded seperately with their nefs in 1485. Although the names of the nâhiyes were recorded seperately in 1489, both nefs were included in one nâhiye, namely Borač nâhiye. These two 15th century nâhiyes became one in 1516. Their names are gath- ered together to form the new nâhiye's name: “Borač nâhiye alias Prača.” The two nefs-i bazars of this nâhiye were “Prača nefs-i bazar alias Čataldža” and “Rogatica nefs-i bazar alias Čelebi Bazari”. Nefs mentioned as Rogatica alias Čelebi bazaar was priorly called Borač. Founder of this nefs was İsa Beg's son of Meh- med/Muhammed Čelebi. Priboy): Priboj was a nefs-i bazar in Dobrun nâhiye in the ﭘﺮﻳﺒﻮى) Priboj 15th century. However, in 1516 tahrir, it was registered as a seperate nâhiye. Nefs-i bazar's name was Priboj again. There were Vlachs in Priboj settlements. The villages registered to the nâhiye in the 16th century defters were as follows: Zirče; Gostil; Pridvorica; Zamrštin; Islatine. -Ostudena): Ostudena nâhiye's name was first men اوﺴﺘودﻨﻪ) Studena tioned in 1489. It continued to exist in the 16th century. It had fifteen villages. Kladna): Kladanj, which had been included in Kral vilâyet ﻗﻼدﻨﻪ) Kladanj in the 15th century, was a nâhiye of Višegrad kazâ in 1516. There was a nefs-i bazar called Četvrtkovište. Kladanj nâhiye, which had been subjected to Više- grad in 1516, was recorded among the nâhiyes of Saraj kazâ in the 1528-30 dated tahrir records.

80 Atatürk Library MC.076, leaf 17b; BOA. TD.18, leaf 47b; BOA. TD.24, leaf 223b. 81 BOA. TD.56, leaf 60a.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 121 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Birçe): Its name appeared for the first time in Kral vilâyet in ﺑﺮﭼﻪ) Birçe 1485. The tatahrirs carried out in 1516 and later on it was included within the borders of Višegrad kazâ. It was a Vlach nâhiye. 18 communities was included in Birče nâhiye according to the 1516 dated summary register, and over 50 vil- lages were recorded under the nâhiye in 1528-30 and 1540-42. Bana): The name of Banjani which had been a Vlach nâhiye in ﺑﺎﻧﻪ) Banja Pavli vilâyet in the 15th century became Banja in 1516. At that time, a nefs-i varosh emerged in the nâhiye: “The nefs-i varosh of Kružić”. This nefs' name was recorded as Kratovo in the 1528-30 dated tahrir records. While 16 communities were mentioned in Banja nâhiye in 1516, about 40 villages were observed in the nâhiye according to the 1528-30 and 1540 dated tahrirs. Brodar): It was previously in the perview of Višegrad ﺑﺮودار) Brodar kādilik in Pavli vilâyet. It was also in Višegrad kazâ in 16th century. There was also a nefs-i bazar with the same name in the 16th century: “Brodar nefs-i bazar”. 20 villages were registered within the nâhiye. Vratar): It was within Kovač vilâyet in the وراﺘﺎر ;Ivratar اوراﺘﺎر) Vratar 15th century. At that time Kovač and Pavli vilâyets were within the same pur- view. That was Višegrad kādilik. Therefore, Vratar nâhiye was recorded under Višegrad kazâ in 1516. At that date, there were 46 villages subjected to the nâhiye. It had a nefs under the same name: “Vratar Nefs-i bazar”. Hrtar): It was within Pavli vilâyet in the 15th century and was ﺣﺮﺗﺎر) Hrtar subjected to Višegrad kazâ together with its nefs-i bazar with the same name (Hrtar) in 1516. The settlement which was registered as “Hrtar nefs” until the 1550 dated tahrir, was mentioned as “village of Hrtar nefs” in this tahrir. There were more than 20 village settlements in the nâhiye. 5) Neretva Kazâ There were two kādiliks, namely Bobovac and Neretva, in 15th century Kral vilâyet. Nâhiyes of this vilâyet were within seperate kazâ's borders in the 16th century and some of those nâhiyes constituted Neretva kazâ. The residence centre of the Neretva kazâ's kādi was Konjic which was the nefs-i bazar of Neretva nâhiye. There is no mention of Neretva kazâ in the Bosnian Sandjak in the 1550 dated tahrir. The reason of it, as mentioned above, was its inclusion to the Klis sandjak which was established in 1537. Neretva): The nâhiye which was mentioned first in ﻧﺮﺗﻮﻩ) Neretva 1468/69 dated defter was in Kral vilâyet then. From 1516 it was subjected to ;Konjic ﻗﻮﻧﻴﺞ) Neretva kazâ. The centre of the nâhiye was nefs-i bazar-ı Konjic .Konjiçe). This nefs was at the same time the kazâ centre ﻗﻮﻧﻴﭽﻪ

122 HATİCE ORUÇ

Rama): This nâhiye was within Kral vilâyet in the 15th century راﻣﻪ) Rama similar to Neretva. There were also a nefs-i bazar and a stronghold in the nâhiye in the 16th century as in the 15th century: “The nefs-i varosh of Prozor” and “Prozor stronghold”. Uskopye) [Uskoplje]: It was one of the nâhiyes اوﺳﻘﻮﭘﻴە) Uskopje registered under Kral vilâyet in the 15th century and under Neretva kazâ in the 16th century. In 1516 two fortresss, “Akhisar stronghold” and “Sused/Susid stronghold”, were included in this nâhiye. Sused stronghold had also been mentioned in the previous tahrir while Akhisar stronghold was first mentioned in 1516. This stronghold should have actually been within the borders of Belgrad nâhiye as mentioned below and it would also be included in Belgrad nâhiye in 1528-30 dated tahrir. There was only one stronghold in Uskopje nâhiye in 1528-30 and that was Sused stronghold. Sused stronghold was not recorded in the 1540-42 dated tahrir, because it was destroyed at the beginning of 154082. ﭘﻮﻻﻣﺎچ ;Bolamac ﺑﻮﻻﻣﺎج) Belgrad) alias Bolamac ﺑﻠﻐﺮاد) Belgrad Polamaç) [Akhisar; Prusac]: This nâhiye's name was first mentioned in Neretva kazâ in 1516. It would not be wrong to assume that Akhisar strong- hold, which was included in Uskopje nâhiye was actually contemporaneously in this nâhiye. Skoplje jupa of the Middle Ages divided into two nâhiyes in the Ottoman period: Sused stronghold within Uskopje nâhiye and Akhisar strong- hold within Belgrad nâhiye83. Belgrad = Biograd-Beograd’s Turkish equivalent is Akhisar; Ottomans used the name Akhisar next to Belgrad. In the 1528-30 dated tahrir records Akhisar stronghold was indeed sub- jected to Belgrad nâhiye. Besides, two names were used for this nâhiye at that date: “Belgrad Nâhiye alias Bulamac”. A nefs was included in the nâhiye for the first time in 1528-30: “Nefs-i varoş-ı Kal‘a-i Akhisar”. -Kamengrad): In the 1528-30 dated defter, Kamen ﻗﺎﻣﻨﻐﺮاد) Kamengrad grad was listed among the fortresss of which garrison was paid ulufe.84 Besides, Kamengrad was again referred as a stronghold name in some farm records in Uskopje nâhiye: “farm of Ferhad and İskender’s son Ali, Dabre İnns near Kamengrad and others, bounded to Uskopye”; “Terzi Hamza's son Ferhad, near Kamengrad stronghold, bounded to Uskopye”; “farm of Arnavud Davud and Davud Bali and Jusuf and other partners, between Kamengrad and Ključ, bounded to Uskopye”85. It was depicted in the 1540-42 dated tahrir entries regarding the farm and mezra records that those places had been “horrifying places actually adjacent to non-

82 BOA. MAD.540, p. 93. 83 Hazim Šabanović, Bosanski pašaluk, p. 152. 84 BOA. MAD.540, p. 219. 85 BOA. TD.164, pp. 232, 323, 345.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 123 (OTAM, 25 / Bahar 2009) muslim lands (dârü’l-harb) therefore they are not fully cultivated”86 Kamengrad was among the nâhiyes of Kobaš kazâ's nâhiyes in 1550. Kuprez): Kuprez nâhiye was first listed under Neretva آﻮﭘﺮز) Kuprez kazâ in 1516. In the nâhiye's villages there were Vlachs living as communities. -Hlivne) [Livno]: Although Hlivne nâhiye was not men هﻟوﻨﻪ) Hlivne tioned in 1516, Hlivne nefs-i bazar was recorded with its 63 non-Muslim households, 5 bachelors, 2 bashtines and 2 Muslim households. Hlivne was bound to Skradin kazâ of Hrvat vilâyet in the 1528-30 date tahrir and subse- quent ones. (Dlamoç دﻻﻣﻮچ) Belgrad) nâm-ı diğer Dlamoč ﺑﻠﻐﺮاد) Belgrad [Glamoč]: This nâhiye was first mentioned in the 1528-30 dated tahrir records. There were a stronghold with the same name (Belgrad stronghold alias Dlamoč) and a stronghold varosh (The nefs-i varosh of Dlamoč stronghold) registered under this nâhiye. -Sana): Sana nâhiye, which was in Sana river basin was ob ﺳﺎﻧﻪ) Sana served in the 1528-30 dated tahrir. In this registry, this nâhiye was mentioned under Neretva kazâ together with Ključ varosh: “Sana Nâhiye Ključ varosh”. At that date Ključ was a solid stronghold with its 46 garrisons. Kluç): Ključ stronghold and its varosh first appeared in the آﻠﻮچ) Ključ 1528-30 dated tahrir records. At that date varosh of Ključ stronghold was listed with Sana nâhiye. Hazim Šabanović stated that the centre of Sana nâhiye was Ključ and therefore the nâhiye was sometimes referred to as Ključ 87. Both Sana and Ključ were used as names in the 1528-30 dated tahrir. The fact that the area around Ključ stronghold was still close to enemy's land and it needed housing and recreation is evident from some records on farms near Ključ stronghold in Uskopje nâhiye. Since these farms were in the danger zone “adjoining to non- muslim lands (dârü’l-harb)”, no farming and agriculture activities took place there yet. In the 1540-42 tahrir, Ključ village and mezras were recorded under the title of “Ključ nâhiye, in Neretva kazâ”. Again, the name Sana was depicted regard- ing the subjections of some settlements in this tahrir: “Islatina village, bounded to Sana”, “Orahovac stronghold, bounded to Sana” etc. Many settlements that were recorded under Sana or Ključ nâhiye in the 1540-42 dated tahrir were registered under Kamengrad nâhiye in 1550 and 1563-65. For instance:

86 BOA. TD.212, pp. 227, 480. 87 Hazim Šabanović, Bosanski pašaluk, p. 153.

124 HATİCE ORUÇ

1540-42 1550 and 1565-65 Islatina Village, bound to Sana Islatina Village, bound to Kamengrad Suho Selište Village, bound to Ključ Suho Selište Village, bound to Kamengrad Godol Mezra, bound to Ključ Godol Mezra, bound to Kamengrad In the 1563-65 dated tahrir defter Ključ's name was not mentioned. The statement “off the defter” indicates that many settlements in Sana nâhiye that had not appeared in the previous tahrirs were recorded on this date. 14 villages and 9 mezras were registered. The kazâ that the nâhiye was bound to was Novosel kazâ instead of Nevatva. Sokol): Sokol nâhiye was first mentioned in the ﺻﻮﻗﻮل / ﺻﻘﻮل ) Sokol 1528-30 tahrir records. At hat date, there was a stronghold in the nâhiye regis- tered together with its garrison. Incomes from the farms, mezras and villages in Sokol nâhiye were inscribed as timârs to Sokol and Gölhisarı fortresses' garri- sons.88 Besides, it is notable that both nâhiyes' accounts were casted together while bad-ı heva tax (“in Ottoman fiscal usage a general term for irregular and occasional revenues from fines, fees”)89 were recorded: “Nâhiye of Sokol strong- hold with other places bound to Gölhisar stronghold”.90 The nâhiye was inscribed as “Sokol stronghold nâhiye” in 1540-42. At that time, there were 16 villages in total in the nâhiye; four of the villages, however, contained the entry “bound to Sana”. Gölhisar) [Jezero]: Gölhisar's name first appeared in آﻮﻟﺤﺼﺎر) Gölhisar the 1528-30 dated defter. It is seen that Gölhisar stronghold was registered together with its garrison at that date.91 There were farms and mezras which were in Gölhisar allocated to stronghold garrison as timârs. Moreover, a nefs developed around the stronghold: “Nefs of Gölhisar stronghold”. At the same time, products from farms around Gölhisar under Uskopje nâhiye were registered as timârs: “İskender’s son Ferhad’s farm: places, orchards, houses, etc. that the monks have the possession of near Gölhisar, bounded to Uskopje” etc.92 In 1540-42, the same units appeared in Gölhisar; yet at that time Gölhisar stronghold garrison was not recorded because it was destroyed on command in 946 (1540).93 Yan): Janj nâhiye, located in the basin of Janj river (the right ﻳﺎن) Janj branch of Pliva river) was first mentioned in 1528-30 during the registration of

88 BOA. MAD.540, pp. 115-118; 138-140, 144. 89 B. Lewis, “Bâd-i Hawâ”, EI2, vol. I. Leiden 1986, p. 850. 90 BOA. MAD.540, p. 47. 91 BOA. MAD.540, pp. 137-147. 92 BOA. TD.164, pp. 232, 373, 376. 93 BOA. MAD.540, p. 137.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 125 (OTAM, 25 / Bahar 2009) certain villages:94 “Babin Dol village, bounded to Janj” or “Jezerce village, bounded to Parčeta Janj” etc.95. In the 1540-42 dated tahrir, 11 villages and 2 mezras were included in Janj nâhiye.96 Sanica Baši [Sanica]: Sanica appears for the first time in the 1540-42 dated tahrir records among Janj nâhiye's villages. 1 village and 2 mezras are found under “Sanica Başı”: “Villages of Velika and Mala Hrastova, bounded to Sanica Bašı, off the defter”; “Jezerce mezra, bounded to Sanica Baši, excuded from defter”; “Nova Bila mezra, bounded to Sanica Baši, off the defter”.97 Unac): Unac's name first appeared in the 1528-30 dated tahrir اوﻧﭻ) Unac records. It was located in the Unac's basin, which is the right branch of River. Unac nâhiye was mentioned together with Bilaj nâhiye in the 1540-42 dated tahrir. Bilay-Belay) [Bjelaj]: Bilaj was encountered for the ﺑﻼى) Bilaj/Belaj first time in the 1528-30 dated tahrir registries as a stronghold name. There were some mezras recorded as “bounded to Bilaj” in the 1540-42 dated tahrir registries. One of those mezras was inscribed as “bound to Unac with Bilaj”.98 The two nâhiyes must have been very close to each other. This situation can be seen more clearly in places bound to Blagaj nâhiye in 1550. In the 1540-42 dated tahrir, some of the places were excluded from Bilaj or Unac, and were included in Blagaj nâhiye in a farm entry.99 Blagay): The 1550 dated defter mentions a nâhiye called ﺑﻼﻏﺎى) Blagaj Blagaj. This nâhiye seems to be the same one as Bilaj nâhiye. As mentioned earlier, a farm record indicates that it was bound to Blagaj and located at Bilaj savanna: “Milan’s son Andrejaš and Dragiše’s son Božidar… [etc.]’s farm, bound to Blagaj. Mezras named Drinić, Sušani, Gvozdani, Srđani, Božani, Kašin, Zakrižine, Bučić, Itrlobić, Orašje and Dabavćine in Bilaj savanna.”100 The name of mezras had been recorded under Bilaj or Unac in the 1540-42 dated defter:101 Božani Mezra, bound to Unac with Bilay Srđani Mezra, bound to Bilay Zakrivine Mezra, bound to Unac Sušani/Suštani Mezra, bound to Unac

94 Hazim Šabanović reports that Janj nâhiye was first mentioned in 1540 (Bosanski Pašaluk, p. 153). 95 BOA. MAD.540, pp. 140, 144-146. 96 BOA. TD.211, pp. 270-274. 97 BOA. TD.211, p. 273. 98 BOA. TD.211, p. 288. 99 BOA. TD.1072, p. 274. 100 BOA. TD.1072, p. 274. 101 BOA. TD.211, pp. 288-292.

126 HATİCE ORUÇ

Drinić Mezra, bound to Unac Orašje Village, bound to Unac Bučić/Bočić Mezra, bound to Bilaj Gvozdan Mezra, bound to Bilay Srb): Srb nâhiye's name was first mentioned in the 1540-42 ﺳﺮب) Srb dated tahrir records. Srb nâhiye was under Unac nâhiye at that time. The entry in the defter was as follows: “Srb nâhiye, bounded to Unac”102. This nâhiye was located at the source of Una River. 4 villages and 9 mezras were included in the nâhiye in 1540-42103. Boçaç): Bočac's name first appears in the ﺑوﭼﺎچ ; Bočac ﺑوﭼﺎج) Bočac 1528-30 dated tahrir records. Bočac stronghold was mentioned with its 57 gar- risons and there was a stronghold varosh. According to a registry, Bočac was under Neretza kazâ. The entry is as follows: “Nefs-i varosh of Bočac stronghold, bounded to Neretva kazâ”104. In the same tahrir two more nefs were noted under Bočac: “Nefs-i varosh of Greben alias Vrh Krupa, bound to Bočac”105 “Nefs-i varosh of Zvečaj stronghold, bound to Bočac”106 In addition to this Zvečaj stronghold similar to like Bočac was also listed among the Bosnian fortresses of which garrison was paid ulufe at that date107. Bočac nâhiye has been recorded among the nâhiyes of Kobaš kazâ in the 1540-42 dated tahrir. 6) Brvenik Kazâ Smederevo (Semendire) was conquered by Ottomans in 1459 and a sand- jak with the same name. Brvenik was one of the five kazâs of Smederevo sand- jak. Although the name of this kādilik was first mentioned in 1476, it was most

102 BOA. TD.211, p. 302. 103 BOA. TD.211, pp. 302-305. 104 BOA. MAD.540, 142. There is no other clear entry indicating that the nâhiye was bounded to Neretva kazâ. While Bosnia sandjak's bad-i hava income was registered, Bočac stronghold was mentioned together with Kotor: “Bočac nâhiye with places bounded to Kotor stronghold”. (BOA. TD.164 (1528-30), p. 47) Kotor, on the other hand, was one of Brod kazâ nâhiyes. In this case Bočac nâhiye can be considered in Brod kazâ. However, this nâhiye was included in Neretva kazâ here since its nefs was registered to Neretva kazâ. 105 BOA. MAD.540, p. 129. 106 BOA. MAD.540, p. 122. 107 BOA. MAD.540, p. 129.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 127 (OTAM, 25 / Bahar 2009) probably established at an earlier date, right after 1459108. Ostatija and Bobolj nâhiyes were bound to the kazâ in 1516, which had been consisted of Brvenik, Rujna, Osad, Užice and Sokol nâhiyes early on. Yet, although these two nâhiyes were in Brvenik kazâ, they were within the frontiers of the Bosnian Sandjak. Between 1480 and 1516 Užice kazâ was uner Smederevo sandjak; in addi- tion to Užice, Valjevo, Požega or Čačak nâhiyes, Rujna, Osad and Sokol nâhi- yes, which had priorly been in Brvenik kazâ. Thus, Brvenik kazâ's only nâhiye in Smederevo sandjak was the one with the same name, nâhiye-i Brvenik. Be- fore 1520 this kazâ was bound to Zvornik sandjak109. As for the Vlach nâhiyes Ostatija and Bobolj recorded under Brvenik kazâ in Bosnian sandjak, Ostatija was bound to Jeni Bazar kazâ in 1528-30, and Bobolj was bound to it in 1540-42. 7) Srebrenica Kazâ Although Osad nâhiye was bound to the Bosnian sandjak again in 1528- was now annexed to Srebrenica, Zvornik sandjak's kazâ. Even though Osad was first recorded as “bounded to Srebrenica” at that date, it is noticable that Sre- brenica kādi was formerly assigned the timâr in Osad nâhiye: In 1516, Sre- brenica kādi Mevlana Avni, disposed of a timâr composed of 6652 akches from three villages (Cirojonica, Odobrad ve Dolnja Izgunja) of Osad nâhiye, which was in Višegrad kazâ110. In 1528-30 Srebrenica kādi Mevlana Hüsam had the timâr income of 5113 akches from three villages (Cirojonica, Odobrad ve Bre- zovica) again111. Osad nâhiye bound to the Bosnian sandjak was re-included in Srebrenica kazâ. According to the 1540-42 dated tahrir defters, 5 Vlach villages of Osad nâhiye was merged at that date in addition to the villages of Srebrenica kazâ. Kličevac stronghold in the Osad nâhiye was among the fortresss destroyed in 946/1540 in the Bosnian sandjak. The marginal notes in the 1528-30 dated defters illustrate that the timârs which had belonged to the garrison of this stronghold were given to the garrisons of Kotor and Jajce in the 1540112. 8) Hrvat Vilâyet and Skradin Kazâ Iskradin) or Hrvat vilâyet was first mentioned in اﺴﻗرادﻴن) Skradin kazâ 1528-30113 and it must have been established after Skradin's conquest at the

108 Hazim Šabanović, Bosanski pašaluk, p. 200. 109 Hazim Šabanović, Bosanski pašaluk, p. 198. 110 BOA. TD.56 (1516), p. 267. 111 BOA. TD.164 (1528-30), leaf 95a. 112 BOA. MAD.540 (1528-30), pp. 23-28. 113 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, p. 176.

128 HATİCE ORUÇ earliest in 1522. The centre of the kazâ was Skradin until 1537 and Hlivne (Livno) after that114. Some of the places in Dalmacia that had previously been under Neretva kazâ and some other places in northwest Bosnia were recorded to Skradin kazâ in the 1528-30 dated tahrir defter. The nâhiyes that were part of the kazâ at that date were as follows: ﭘﺘﺮوﻩ ) Petrova Gora ,( ﭘﺘﺮوﻩ ﭘﻮﻟﻴﻪ) Petrovo Polje ,(ازﻣﻴﻧﻪ ﭙوﻟﻴﻪ) Zminje Polje Popina Vast ,(ﻗﻮﺷﻮﻩ ) Koševa ,(ﻟﻴﻘﻪ) Vrlika], Lika] (وﻳﺮخ رﻳﻘﻪ) Vrh Rika ,(ﻏﻮرﻩ ,(ﭘﻼوﻧﻪ) Strmica], Plavna] (اﺳﺗرﻣﭽﻗﻪ) Strmička ,(ﭘﻮﭘﻴﻨﻪ) Popina ,(ﭘﻮﭘﻴﻨﻪ واﺳﺖ) ,(Livno) (هﻟوﻨﻪ) Hlivne ,(ﻏﺮاهﻮﻩ) Grahovo ,(آﻟﻴﭼواج) Kličevac ,(ﻧﭽﻮن) Nečven Podgorje ,(زﭼﻮﻩ) Petković, Zečevo ,(ﻗﺎرﻳﻦ) Karin ,(ﺴﻴﻦ) Sinj ,(ﺻروﻣﻴﺷﻪ) Sarumiše Obrovac ,(ﺑوﻗوﻴﭼﻪ) Bukovica ,(زﻴرﻣﺎﻧﻴﻪ) Zrmanja ,(ﭼﺘﻧﻪ) Cetine ,(ﭘﻮد ﻏﻮرﻳﻪ) .(اوﺑرواج) In 1528-30, strongholds of this kazâ consisted of the following: Skradin ,(آﻟﻴﭼواج - آﻟﻴﭼوﭼﻪ) Kličevac ,(ﻧﭽﻮن) Nečven ,(وﻳﺮخ رﻳﻘﻪ) Vrh Rika ,(اﺳﻘﺮادﻳﻦ) ,(آﻨﻴﻦ) Knin ,(اوﺑرواج) Obrovac ,(ﻗﺎرﻳﻦ) Karin ,(ﺴﻴﻦ) Sinj ,(اهﻟوﻨﻪ - هﻟوﻨﻪ) Hlivne .(ﻧﻮى ﻏﺮاد ) Novi Grad ,(درﻧﻴﺶ) Drniš Hlivne nâhiye that had previously been recorded under Neretva kazâ was bound to Skradin kazâ with its nefs-i bazar and stronghold in 1528-30. There were two different entries for Hlivne in the defters: “Hlivne Nâhiye, bounded to Sarumiše”115; “Hlivne stronghold, bounded to Skradin”116. Sarumiše, was a small nâhiye that spread over the northwest half of the Livno savanna.117 In another part of the defter, Sarumiše nâhiye was recorded as “Sarumiše nâhiye with places bounded to Hlivne”. The same situation was also true for Grahovo nâhiye. In this case, two different entries exist in the same defter: “Grahovo nâhiye, bounded to Sarumiše”118 and “Grahovo nâhiye, bounded to Skradin”119. As it can be observed, Hlivne and Grahovo nâhiyes were mentioned togetherwith Sarumiše nâhiye; the presence of the entry regarding the subjection of Hlivne stronghold and Grahovo nâhiye to Skradin show that these three nâhiyes were in the Skradin kazâ. Zvonigrad located at the upper part of the Zrmanja River, first appeared in 1528-30 with relation to registries on a few mezras and farms. Gradčac nâhiye together with its stronghold are seen among the entries regarding certain set-

114 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, pp. 176, 210. 115 BOA. TD.157, p. 381. 116 BOA. MAD.540, p. 158. 117 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, p. 152. 118 BOA. TD.157, p. 380. 119 BOA. TD.157, p. 432.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 129 (OTAM, 25 / Bahar 2009) tlements in Lika nâhiye. Although Drniš and Udbina were inscribed as nâhiyes in a mukataa120 record, the names of Knin, Skradin and Novi Grad appeared only in the records of certain villages, mezras or farms. Hrvat vilâyet and Skradin kazâ must have ceased to be the subject of the Bosnian sandjak with the establishment of Klis sandjak in 1537.121 But, it was also registered together with the Bosnian sandjak in the 1540-42 dated tahrir. Also, Klis sandjak beg Murad Beg’s hâsses were recorded in the 1540-42 dated tahrir on the Bosnian sandjak. At that time, Murad Beg's title as Klis sanjak-beg was openly expressed by the following statement: “Kıdvetu’l-emr ve’l-kirâm Murad Beg, mir-livâ-i Klis”.122 Skradin kazâ was not mentioned in the Bosnian sandjak after 1550. A separate defter was arranged for Klis sandjak at that time. The nâhiyes under Skradin kazâ in Hrvat vilâyet according to the 1540-42 dated tahrir defters are as follows: Sinj, Cetine, Hlivne, Grahovo, Sarumiše, ,Plavina ,(اوﺳروﻴﭽﻪ) Stromička, Kosovo, Plavna, Zrmanja, Popina, Ostrovica Bukovica, Petrovo Polje, Petrova Gora, Nečven, Zminje Polje. These nâhiyes were the divisions that were recorded under the title “nâhiye” in the defter. Other places that were mentioned in the defter are as follows: Karin, Zečevo, Kličevac, Lika, Knin, Udbina, Obrovac, Vrh Rika, Zvonigrad, Gradčac Klis, Nadin. These were mentioned in a few village, mezra or farm ,(ﻏراﺪﭼﺎچ) records. It is evident that most of the fortresses that had been registered in the 1528-30 dated defter were not recorded in 1540-42. The four fortresses regis- tered at that date were Hlivne, Sinj, Drniš and Nečven. 9) Kobaš Kazâ With the Mohač victory in 1526, the Ottomans broke the defence line of the Hungarians in Vrbas Valley, and captured and controlled all Hungarian bases on the right side of the Sava until 1538. New conquered grounds were first added to Neretva kazâ in the Bosnian sandjak, and then a new kazâ was constituted under the name of Kobaš after the capture of the places on the right side of the Sava. Kobaš was first cited as a kazâ in the 1540-42 dated tahrir defters.

120 “A mukataa means a source of revenue estimated and entered into the registers of the finance department, each as a separate unit. Fort he most part they were farmed out to private conractors under a specific tax farm system.” See: Halil İnalcık, “The Otto- man State: Economy and Society, 1300-1600”, in An Economic and Social history of the Ottoman Empire, ed. Halil İnalcık – Donald Quataert, New York, 1996, p. 55 121 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, pp. 176, 205. 122 BOA. TD.211, p. 592.

130 HATİCE ORUÇ

This reason why this kaza was named Kobaš was due to the fact that the first kādilik centre of this kazâ was Kobaš on the side of Sava River. From the second half of the 16th century, the centre of kazâ was moved to Banja Luka123. Some nâhiyes and other settlements that had been in Neretva kazâ in the 1528- 30 dated defter were later included in Kobaš kazâ in 1540-42. In the 1528-30 dated defter entries, newly captured regions in Vrbas valley on the north of Bosnia were registered under Neretva kazâ. These were newly conquered areas and they were mostly mentioned together with the names of the fortresses such as Bočac, Zvečaj, Jajce, Vinčac, Banja Luka and Bilaj. These fortresses and nefs-i bazars were recorded under Kobaš instead of Neretva kazâ in the 1540-42 dated tahrir registries. .Kobaş): Kobaš first appeared in the 1528-30 tahrir entries ﻗﻮﺑﺎش) Kobaš Kobaš was recorded only as a stronghold name at that time. The entry “It is on the side of Sava River and across Islavin [Slavonia], and is now constructed and established” illustrates that the stronghold was newly built124. In the 1540-42 dated tahrir, it was bound to Kobaš kazâ. Kobaš stronghold was referred to as the “former stronghold” in the 1550 dated defter records. According to the entries, “the men- tioned stronghold was abolished on his highness order and aforementioned dizdar (commander of stronghold) and garrisons were” settled into “other fortresses”125. In the 1540-42 dated defter, many villages were registered under Kobaš nâhiye which gave its name to the kazâ at the time126. Since some farms were “uninhabited and off the defter” “adjoining to non-muslim lands” and “uncultivated”, taxes were appointed in “cash” at that date127. Boçaç): This nâhiye which had previously ﺑوﭼﺎچ ,Boçac ﺑوﭼﺎج) Bočac been part of Neretva kazâ was included in the frontiers of Kobaš kazâ in the 1540-42 dated defter. As stated earlier, it was composed of two nâhiyes, Bočac and Zvečaj. There were also two recorded nefs connected to these fortresses -Izvečaj) strong ازوﭽﺎى) Nefs-i varosh of Bočac stronghold” and “nefs-i varosh of Zvečaj“ hold”. The allocation unit that was recorded as “nefs-i varosh of Greben alias Vrh Krupa” with its 32 non-muslim households in the 1528-30 dated defter, was inscribed as “village of Greben varosh alias Vrh Krupa” with its 12 non-muslim and 2 Muslim households in the 1540-42 dated defter.128 It is seen that in 1540-42, some of the places merged into Bočac were also concurrently in Zmijanje. For

123 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, p. 177. 124 BOA. MAD.540, p. 219. 125 BOA. TD.1072, p. 194. 126 BOA. TD.211, pp. 348-354; 504-518. 127 BOA. TD.212 128 BOA. MAD.540, p. 129; TD.211 (1540-1542), p. 360.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 131 (OTAM, 25 / Bahar 2009) example: “Dabrac mezra, bound to Bočac, in Izmijanje”, “Papratnica village alias Vrh Kloka, bound to Bočac, in Izmijanje”, “nefs-i varosh of Bočac stronghold, bound to Izmi- janje” etc.129 -Yayçe): Jajce which was annexed to Brod kazâ after its con ﻳﺎﻳﭼﻪ) Jajce quest (1527), was within the borders of Kobaš kazâ according to the 1563-65 tahrir. There were also a stronghold and a nefs under the same name: “Jajce stronghold” and “nefs-i varosh of Jajce stronghold”. Villages in Jajce were recorded as “Hüsrev Beg's farm vakf estate” in 1540-42: “Hüsrev Beg farm vakf estate: Irinov Luka mezra near Jajce stronghold together Divčani mezra and the mezras named Padernica Gora, Gornja and Dolnja Šenica, bounded to Lašva, in Brod kazâ”130. Mezraas referred to in this record were bound to Lašva nâhiye in Brod kazâ. It is seen that the mezraas mentioned in this registry trans- formed into villages in the 1563-65 tahrir entries131. Vinçaç): It was under Kobaš kazâ according وﻧﭼﺎچ ,Vinçac وﻧﭼﺎج) Vinčac to the 1563-65 dated tahrir132. There were mostly mezraas in Vinčac at that date. It is understood that its stronghold still existed. In the descriptions regard- ing its location, such statements as “near Vinčac stronghold”, “around Vinčac strong- hold” were used. Some places in the nâhiye were depicted as “on the side of Vrbas river”. Bana Luka): It was recorded under Kobaš kazâ in ﺒﺎﻨﻪ ﻠوﻗﻪ) Banja Luka the 1563-65 dated tahrir. At that date, the term nefs was not used for “Banja Luka varosh” in the nâhiye. There was another nefs bound to the nâhiye at the time: “Banja Luka nefs”. Nine mahalles were present in this nefs. Lifac): The name of the nâhiye was first used in ﻟﻔﺞ ,Lefçe ﻟﻔﭽﻪ) Livač the 1540-42 dated tahrir defter. From the statements in the records regarding mezras and farms in Lefče nâhiye such as “mentioned mezra is one of the vacant, uninhabited and off the defter areas” “since the aforementioned mezra is close to the non- Muslim lands and located in a horrifying place it cannot be fully cutivated yet” it is under- stood that those mezraas and farms were very close or adjacent to enemy lands and therefore, was still inhabited at that time. There were also inhabited villages in 1540-42 tahrir. It is seen that those villages in Lefče nâhiye were “near Ko- zara”. Lefče stronghold was cited in the 1550 dated tahrir entry, yet the strong- hold was “in ruins” at that date. In 1565, the border of Lefče nâhiye was quite

129 BOA. TD.211, pp. 360-364. 130 BOA. TD.211, pp. 138, 784. 131 BOA. TD.625, pp. 531-543. 132 BOA. TD.435, pp. 567-571.

132 HATİCE ORUÇ expansive. At that time “nefs-i varosh of Gradiška stronghold” and “Vrbaški strong- hold varosh” were under Lefče nâhiye. .Pobrejye): It was first mentioned the 1540-42 tahrir ﭘﻮﺑﮋﻳﻪ) Pobrežje There was also a village with the same name: “Pobrežje village is on the side of the Una (river) of Sava river, and is off the defter”133 This explanation informs us about the location of the nâhiye. In 1540-42, five villages were recorded under the name of “Pobrežje nâhiye”. Three of the five villages were given as “bound to Po- brežje”, and the other two as “bound to Gradiška”. There were no nâhiyes under this name in the tahrirs that followed. However, it is most probable that Po- brežje mezra recorded in the 1563-65 dated tahrir was identical to the village mentioned above. As a matter of fact, this mezra was also “on the other side of Una” and “near Dubica varosh”134. Izmiyane): Zmijanje first appeared as a nâhiye in اﻴزﻣﻴﺎﻨﻪ) Zmijanje Kobaš kazâ in the 1540-42 tahrir. The fact that some places in Bočac were registered as “at Izmijanje” at that date indicates that two nâhiyes were close to each other. “The nefs-i varosh of Zvečaj stronghold” previously observed in Bočac nâhiye moved under Zmijanje nâhiye as “Zvečaj stronghold varosh” in 1565135. Virhovine): Vrhovine nâhiye that had been included وﻴرهوﻴﻨﻪ) Vrhovine in Brod kazâ in the 1528-30 tahrir was annexed to Kobaš kazâ in 1550. Accord- ing to the 1563-65 tahrir, Vrhovine nâhiye consisted of 14 villages and 14 mez- ras. Virbanya) alias Kotor: Vrbanja nâhiye bound to Brod وﻴرﺒﺎﻨﻴﻪ) Vrbanja kazâ in 1516 was included in Kobaš kazâ in the 1550 tahrir defter. There was a stronghold called Kobaš in the nâhiye. Vrbanje also appeared as a nahiye in 1550 in a statement concerning a farm: “in Vrbanja nâhiye in Brod kazâ”. The nâhiye which was probably named ‘Vrbanja’ because it lay along the Vrbanja river was known as Kotor in 1565. The name Vrbanja was used as “near Vrbanja” for the name of the place, or as “near Vrbanja River” for the name of the river. The registered name of nefs-i varosh of stronghold (with reference to Kotor stronghold) in the nâhiye was previously valled Kotor. Kamengrad): It was under Neretva kazâ before it ﻗﺎﻣﻨﻐﺮاد) Kamengrad was bound to Kobaš kazâ in 1550. There was a stronghold and a varosh settle- ment, “Kamengrad stronghold” and “nefs-i varosh of Kamengrad stronghold”, bearing the

133 BOA. TD.211, p. 128. 134 BOA. TD.435, p. 499. 135 BOA. TD.435, p. 525.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 133 (OTAM, 25 / Bahar 2009) same name. Some places in Sana and Ključ in 1540-42 were also bound to Kamengrad nâhiye in 1550 and 1565. Usora): Although this nâhiye had previously been in Brod اوﺳﻮرﻩ) Usora kazâ, it was observed within the boundaries of Kobaš kazâ in 1565. 11 kazâs were registered at that time136. Ozrin): Ozrin nâhiye which was included under Brod kazâ اوزرﻳﻦ) Ozrin until 1563-65, was bound to Kobaš kazâ after 1565. Trebeva) [Trijebovo]: Trebova’s name appears in the ﺗﺮﻩ ﺑﻮﻩ ) Trebovo 1528-30 dated tahrir in recorn concerning a farm: “Hürrem Pasha's sons Ahmed and İskender's farm, bound to Lašva. Areas between Bočac stronghold and Jajce, around Trebova creek and in Lescovac village; areas between Jajce stronghold and Gölhisar...”137 In the tahrir that followed (1540-42), Trebova was inscribed as village: “Dolnja Trebova village, bounded to Bočac, from farm of Hürrem Pasha”; “Srednja Trebova village, bounded to Bočac, from farm of Hürrem Pasha”138. At the same date Trebova village which was divided into three parts; upper, middle and lower Trebova (Gornja Trebova, Srednja Trebova and Dolnja Trebova), was recorded uner Bočac nâhiye and was in the Izmijanje district139. Trebova’s name first appeared as a nâhiye in the 1563-65 dated defter re- cords. Some villages such as Gornja Trebova, Papratnica alias Vrh Kloka, Jez- erce, Dolnja Trebova, Sredna Trebova etc. that were under Bočac nâhiye in the 1540-42 tahrir were bound to Trebova nâhiye in 1565140. ,Vrbaşki) [Vrbaška]: In the 1563-65 dated tahrir ورﺑﺎﺷﻘﻰ) Vrbaški Vrbaški nâhiye was included in Kobaš and Novosel kazâ. There were about ten villages and a few mezras recorded under Vrbaški nâhiye bound to Kobaš kazâ. Among them, Ljubila village's mahalle Kneže Polje and Bukovica village's ma- halle Islabinja were registered as villages of Vrbaški nâhiye in Novosel kazâ in the same defter141. * Although some were not labeled or registered as separate “nâhiyes” in the 1540-42 dated tahrir defter, some nahiyes such as Dobor, Gračac, Podvrški, Cernik, Šagovina, Gradiška, Dubica, Zapolje existed under Kobaš Kaza.

136 BOA. TD.435, pp. 577-580. 137 BOA. TD.164, p. 373. 138 BOA. TD.211, p. 363. 139 BOA. TD.211, p. 361. 140 BOA. TD.211, pp. 360-363. 141 BOA. TD.435, pp. 494-495, 596.

134 HATİCE ORUÇ

Dobor): Dobor's was first mentioned in 1540142. In the دوﺑﻮر) Dobor 1528-30 tahrir, Dobor stronghold's name was cited in timâr records that were granted to the stronghold garrison in 1540143. In addition to the Dobor strong- hold garrison144, we encounter records of villages and mezras in Dobor in the 1540-42 dated tahrir defters145. There were certain explanations belonging to this date “bounded to Dobor” or “bounded to Dobor, bounded to Kobaš”, for some of the villages of Kobaš nâhiye. In 1550 Dobor was registered under the title of nâhiye146. Gračac): Its name first appeared in the 1540-42 dated ﻏﺮاﭼﺎج) Gračac defter records. Some villages in Kobaš kazâ were recorded under Gračac147. ,Podvrşki): Hazim Šabanović reported that Podvrški ﭘﻮد ورﺷﻘﻰ) Podvrški which was named after a medieval stronghold on the northeast of Cernik, was first mentioned in 1565148. However, Podvrški was first cited in a few villages, mezras and farms records in the 1540-42 dated tahrir149. Also, there was a stronghold in this nâhiye with the same name. Again, the name Podvrški was seen only as a stronghold in some records of the 1550 dated defter. Çernik): Cernik first appeared in the 1540- ﭼﺮﻧﻴﻚ ,Cernik ﺟﺮﻧﻴﻚ) Cernik 42 dated tahrir records. Certain villages in Kobaš kazâ were subject to Cernik nâhiye. Hazim Šabanović stated that the nâhiye had been annexed to Požega sandjak in 1545 and to Velika kazâ under Začasna sandjak in 1565150. Nonethe- less, Cernik nâhiye was included in the Bosnian sandjak in 1550, yet it was part of Velika kazâ at that time151. Şagovina): Šagovina, in the northwest of Cernik, was ﺷﺎﻏﻮﻳﻨﻪ) Šagovina cited in some mezra and farm records in 1540-42 together with its strong- hold.152 The records show that the district was inhabited. There were the fol- lowing explanations in the records regarding certain units bound to Šagovina: “The aforecited places are actually adjacent to non-muslim lands (dârü’l-harb) and at a horri-

142 Hazim Šabanović, stated that Dobor had been first mentioned in Bosnian sandjak in 1562 (Bosanski Pašaluk, p. 179), yet Dobor’s name appeared from 1540 on. 143 BOA. MAD.540. 144 BOA. TD.212, p. 141. 145 BOA. TD.211, pp. 352-354. 146 BOA. TD.432, leaf 505a. 147 BOA. TD.211, pp. 507-513. 148 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, p. 224. 149 BOA. TD.211, pp. 516, 760; BOA. TD.201 (1540-1542), leaf 15a, 24b. 150 Hazim Šabanović, Bosanski Pašaluk, p. 224. 151 BOA. TD.432, leaf 503b. 152 Today it is a village named Šagovina on the northwest of Cernik.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 135 (OTAM, 25 / Bahar 2009) fying location, they are not fully cultivated yet”153. Šagovina was first mentioned in the 1550 dated tahrir in a farm registry located in Bila Stina. Gradişka): Gradiška first appeared in the 1540-42 ﻏﺮادﺷﻘﻪ) Gradiška tahrirs. There were some villages in Gradiška. From a record regarding the grand vizier Rüstem Pasha’s chamberlain (kethuda) Mehmed Beg’s farm, it is evident that there was also a stronghold under the name of Gradiška. Some places “near Gradiška stronghold” were assigned to Mehmed Beg and it was “actu- ally near the non-muslim lands (dârü’l-harb) and is a horrifying ruined area that cannot be cultivated.” Also the varosh established around the stronghold was registered as “village of Gradiška stronghold varosh”. Gradiška stronghold which had been mentioned in the records regarding the subjection of some villages in 1540-42, was to be recorded as a solid stronghold with its garrison to whom timâr was granted in 1550. Gradiška stronghold's varosh and settlements were annexed to Lefče nâhiye in the 1565 dated defter. Dubiça): Dubica first appeared under دوﺑﻴﭽﻪ ;Dubica دوﺑﻴﺠﻪ) Dubica Kobaš kazâ in the 1540-42 dated tahrir. Also, a stronghold existed with the same name. Divisions adjoined to Dubica were “uninhabited, off the defter and untaxed that since they are adjacent to non-muslim lands (dârü’l-harb), they do not fully cultivated yet.” Some parts of the Dubica nâhiye were bound to Kobaš kazâ in the 1563- 65 dated tahrir and the other parts under Novosel kazâ. Those registered under Kobaš kazâ included Dubica stronghold varosh at the other side of Una, and, mezras and farms around this varosh, and mezras and farms between Una and Sava rivers or near Vrbaški river. -Zapolye): The explanation “bounded to Zapolje” was writ زاﭘﻮﻟﻴﻪ) Zapolje ten in 1540-42 for the four villages in the Kobaš kazâ154. 10) Novosel Kazâ An independent kazâ, Novosel kazâ, was established for the places within Pounja between 1550 and 1565. Some nâhiyes that were previously under Neretva and Kobaš kazâs were bound to this kazâ. ‘Novosel kazâ’ was first cited in the 1563-65 tahrir defter. At that date this kazâ consisted of Dubica, Vrbaški, Novi, Sana and Kostajnica nâhiyes155. The kaza had the same nahiyes in the 1604 dated tahrir defter.

153 BOA. TD.212, pp. 189-190, 228 154 BOA. TD.211, pp. 508-509. 155 BOA. TD.435, pp. 595-610.

136 HATİCE ORUÇ

Dubiça): Dubica nâhiye has been دوﺑﻴﭽﻪ ;Dubica دوﺑﻴﺠﻪ) Dubica registered twise, both in Kobaš and in Novosel kazâ in 1565. Three villages of Dubica nâhiye were included in Novosel kazâ's records. Vrbaşki): In 1563-65, Vrbaška nâhiye was recorded ورﺑﺎﺷﻘﻰ) Vrbaški under both Kobaš and Novosel kazâs. Two villages of Vrbaška nâhiye were registered under Novosel kazâ: “Kneže Polje stronghold” and “Islabinja village”156. An explanation was made regarding the already mentioned Islabinja village, while it was registred under Vrbaška nâhiye in Kobaš kazâ: “Islabinje Mahalle, bounded to Vrbaška. In accordance with the defter Salih Čelebi [wrote] it was documented as a village in Novasel kazâ with its fifteen households”157. Kostaniça): Kostajnica, situated on the west of ﻗﻮﺳﺘﺎﻳﻨﭽﻪ) Kostajnica Dubica in Slavonia district, first appeared in a mezra record in the 1540-42 dated tahrir and was bound to Kobaš kazâ. The aforementioned mezra and the places within its boundaries were adjacent to enemy territory at that time and since those places were uninhabited, agricultural activity did not exist158. Kosta- jnica was completely conquered by the Ottomans in 1556. Therefore, its first registry as a nâhiye was in the 1563-65 dated tahrir defters. It was in Novosel kazâ. A nefs, nefs Kostajnica, was also bound to the nâhiye. Novi): Novi, located near Una River, was one of the kazâs of ﻧﻮى) Novi Novosel kazâ according to the 1563-65 dated tahrir. There were three varoshes in the nâhiye: “Novi stronghold's varosh”, “Lješnica stronghold's varosh” and “Blagaj stronghold's varosh”. Novi stronghold's name first appeared as “Novigrad stronghold” in the 1528-30 dated tahrir defter. 11) Velika Kazâ Velika came under Ottoman administration in 1544. The fact that Velika kazâ was mentioned in the 1550 dated tahrir records on the Bosnian sandjak shows that this kazâ was established between 1544 and 1550. The lands of Sla- vonia, which was conquered by the Ottomans after this date, were annexed to Velika kazâ in 1550159. Kazâ's nâhiyes were as follow:

156 BOA. TD.435, p. 596. 157 BOA. TD.435, p. 495. 158 BOA. TD.212, p. 189. 159 Hazim Šabanović told: “We find the first and only reference to this kādilik in the 7 June 1582 dated vakıfname of Hersek sandjak beg Sinan Beg Boljanić. In the vakıfname, it is said that Sinan Beg “established a school in Cernik kasaba in Velika kādilik of Začasna liva”. But this Kādilik was established maybe even in 1544 when Velika was passed to Turks and after this sandjak was constituted in 1557 at the latest... It is interesting that the kādilik was not mentioned in other 16th and 17th century documents. Its name has taken place neither in Georgijević's famous report (1626), nor in Evliya Çelebi and other Turkish sources. Presumably at the beginning of XVIIth Century, this kādilik was abolished and its lands were distributed among Cernik and Pakrac kādiliks which were

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 137 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Drenofçe): This nâhiye first ﻧﻮﻓﭽﻪ دﻳﺮﻩ ;Direnofac ﻧﻮﻓﺞ دﻳﺮﻩ) Drenovci appeared in the 1550 dated tahrir. Çernik): Although this nâhiye was always ﭼﺮﻧﻴﻚ ,Cernik ﺟﺮﻧﻴﻚ) Cernik under the Bosnian Sandjak, it was part of Kobaš kazâ pior to 1550 and under Velika kazâ after this date: “Sredni Vas mezra and Zagolan mezra and Pobanci mezra and Gločan, bounded to Cernik near Gradčac in Velika kazâ”160. In 1565 this nâhiye would be under Začasna sandjak. Bila Istina (Bijela Stijena): Bila Stina, which was included under the Ot- toman administration in 1543, was also mentioned in relation to certain mezra and farm records of the 1550 dated tahrir. These records include certain state- ments such as “near the stronghold named Šagovina”, “in places bounded to the stronghold named Velika” in the descriptions of places in Bila Stina. This nâhiye was boun to Začasna sandjak in 1565. Pakrac): Pakrac first appears in some farm ﭘﺎﻗﺮاج ;Pakriçe ﭘﺎﻗﺮﻳﭽﻪ) Pakrac records in the 1550 dated defter. These records also include a stronghold with the same name, of which the garrison made up “a total of fifty six persons”161. Čak- lovac stronghold in Pakrac nâhiye was cited on this date. Čaklovac's name was included as a nahiye name in 1565 within the boundaries of Začasna sandjak162. Nâhiyes such as Šagovina and Podvriški, which were recorded under Ko- baš kazâ of Bosnian sandjak in 1540-42 and in Začasna sandjak (in Velika kazâ) in 1565, were mentioned only as stronghold names under some farm entries in the 1550 dated tahrir. On this date, no nâhiye with the name Velika in Velika kazâ appeared in the Bosnian sandjak's records. There was also no such record in the Začasna sandjak's 1565 dated tahrir defter163. To sum up, the expression “sanjak is divided to judicial-administrative sub-units called kaza’s” is only valid for the Bosnian Sanjak after the 16th cen- tury. On the establishment of the Bosnian Sanjak, the administration distribu- tion was done according to the lands present before the Ottoman Empire, and this distribution was referred to as “vilâyet”s. The term “kaza” was used in the mentioned in 17th century documents.” (see: Bosanski pašaluk, p. 223) about the establishment of Velika kazâ. From this statement it is understood that Šabanović had not encoun- tered any records regarding Velika kazâ somewhere else other than the one in 1582 dated charterbook (vakıfname). On the other hand in 1550 dated tahrîr defters this kazâ's name was mentioned in several entries. Even previous and present kādis of the kazâ were also cited: such as “Velika Kādi Mevlana Muhyiddin”; “Velika Kādi Mevlana İlyas bin Ramazan”; “Mevlana Musa who is presently [in 1550] Velika Kādi”. 160 BOA. TD.432, leaf 503b. 161 BOA. TD.432, leaf 519b. 162 Hazim Šabanović, Bosanski pašaluk, p. 224. 163 Hazim Šabanović, Bosanski pašaluk, p. 225.

138 HATİCE ORUÇ

16th century, to indicate an administration distribution in the Bosnian Sanjak. Subdivisions of kazâs were nâhiyes, which were comprised of villages and gen- erally signified a geographical integrity. The conquests that took place around Bosnia have resulted in a constant change in the administrative boundaries, especially in the first half of the 16th century. The newly conquered parts in the region were first added to the Bosnian Sanjak and then some of them were added to the newly established sanjaks. The kazâs of the Bosnian sandjak were Jeni Bazar, Saraj, Brod, Višegrad and Neretva from the beginning to the mid-16th century. Neretva kazâ sepa- rated from Bosnian sandjak and bound to Klis sandjak in 1550. By the inclu- sion of Kobaš throughout the middle of the 16th century and Novosel in the second half of the 16th century sandjak's new borders appeared. At the end of the century, the administrative division of the Bosnian sandjak became clear and the number of its kazâs was six. These were Jeni Bazar, Saraj, Brod, Više- grad, Kobaš and Novosel. The borders of the sandjak extended from Zvečan (today's Kosovska Mitrovica) in the southeast to Bihać in the northwest.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 139 (OTAM, 25 / Bahar 2009) Abbreviations

: İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi (Ottoman Archive of the Prime BOA Ministry in Istanbul) DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (38 vols., Istanbul, 1988–) EI2 : Encyclopedia of Islam (new edition, Leiden and London, 1960–2002) İA : İslam Ansiklopedisi (13 vols., Istanbul, 1965–1974) MAD : Maliyeden Müdevver Defterleri collection in the BOA MC : Muallim Cevdet Manuscript Catalogue in Atatürk Library in İstanbul : Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi OTAM Dergisi / Journal of The Center for Ottoman Studies, Ankara Univer- sity POF : Prilozi za orijentalnu filologiju, Sarajevo

TD : Tahrir Defterleri collection in the BOA

Atatürk Library : 1468/69 dated icmâl defter on Bosnian sandjak in Atatürk Library in MC.076 İstanbul BOA. TD.56 : 1516 dated icmâl defter on Bosnian Sandjak in the BOA BOA. TD.24 1489 dated mufassal tahrir defter on Bosnian sandjak in the BOA 1528-30 dated mufassal tahrir defter on Bosnian sandjak in the BOA in BOA. TD.157 the BOA BOA. TD. 164 1528-30 dated mufassal tahrir defter on Bosnian sandjak in the BOA 1528-30 dated icmâl kale mustahfızân defter on Bosnian sandjak in the BOA. MAD.540 BOA BOA. TD.211 1540-1542 dated mufassal tahrir defter on Bosnian sandjak in the BOA 1540-1542 dated mufassal kale mustahfızân defteri on Bosnian sandjak BOA. TD.212 in the BOA BOA. TD.201 1540-1542 dated icmâl tahrir defter on Bosnian sandjak in the BOA BOA. TD.983 1550 dated mufassal tahrir defter on Bosnian sandjak in the BOA BOA. TD.432 1550 dated mufassal tahrir defter on Bosnian sandjak in the BOA 1550 dated mufassal kale mustahfızan defter on Bosnian sandjak in the BOA. TD.1072 BOA 1550 dated icmâl kale mustahfızân defteri on Bosnian sandjak in the BOA. TD.411 BOA BOA. TD.379 1563-1565 dated mufassal tahrir defter on Bosnian sandjak in the BOA BOA. TD.435 1563-1565 dated mufassal tahrir defter on Bosnian sandjak in the BOA BOA. TD.625 1563-1565 dated mufassal tahrir defter on Bosnian sandjak in the BOA BOA. TD.1071 1563-1565 dated mufassal tahrir defter on Bosnian sandjak in the BOA Mufassal tahrir defter kept in the 1580’s on Bosnian sandjak in the BOA. TD.1014 BOA

140 HATİCE ORUÇ

Notes on place names and transliteration Place names have been given in their Bosnian orthography while their Ot- toman and modern Turkish forms are enclosed in brackets when cited for the Vişegrad)). For the proper names and technical وﻴﺷﻐﺮاد) first time (e.g. Višegrad words pertaining to the Ottomans, modern Turkish orthography has been used (e.g. nâhiye; defter). Words that have entered into the English language have been written in their common English spelling (e.g. Pasha, rather than Paşa). Bosnian Alphabet: Bosnian Alpha- English Sound Pronunciation Example bet A /a/ a as in car; father B /b/ b as in bat; abuse C /ts/ c as in cats; pots Č /t / č as in chalk; chair Ć /t / ć as in church; nature D /d/ d as in dig; dog Dž /d / dž as in gin; dodge Đ /d / đ as in jack; schedule E /e/ e as in let; ten F /f/ f as in fit; phase G / / g as in game; god H /x/ h as in heaven; loch I /i/ i as in east; seek J /j/ j as in year; yes K /k/ k as in cut; duck L /l/ l as in love; lock Lj / / lj as in million; volume M /m/ m as in mice; man N /n/ n as in nice; not Nj / / nj as in onion; canyon O /o/ o as in autmn; caught P /p/ p as in pick; top R /r/ r as in carrot S /s/ s as in sound; some Š / / š as in shut; sheer T /t/ t as in time; talk U /u/ u as in shoot; boom V / / v as in verb; vase Z /z/ z as in zest; zero Ž / / ž as in pleasure; vision

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 141 (OTAM, 25 / Bahar 2009) Turkish Alphabet

Turkish Alphabet English Sound Pronunciation Example A /a/ 'a' as in father; lucky B /b/ 'b' as in book; bat C /d / 'j' as in Joke; rejoin Ç /t / 'ch' as in church; cello D /d/ 'd' as in day E /e/, / / 'e' as in let; met F /f/ 'f' as in far G / /, / / 'g' as in game; go Ğ / /1 No equivalent. ğ - can be likened to the silent gh sound in the English words such as - weight, light, fought H /h/ 'h' as in hot I / / 'e' as in open; water İ /i/ 'i' as in machine; seat J / / 's' as in pleasure; measure K /k/, /c/ 'k' as in kilo; skull L /l/, / / 'l' as in life; lock M /m/ 'm' as in master; man N /n/ 'n' as in nice; note O /o/ 'o' as in more; bottom Ö /ø/ 'u' as in shirt; burn (approximate) P /p/ 'p' as in spin; peace R / / the 'r' as in car S /s/ 's' as in smile; sticker Ş / / 'sh' as in shine; sugar T /t/ 't' as in stop; time U /u/ 'u' as in boot; push Ü /y/ 'u' as in cube; few; feud (approximate) V /v/ 'v' as in victory; verb Y /j/ 'y' as in you; year Z /z/ 'z' as in zigzag; zero

142

Map* 1: Bosnian Sandjak in 1516 HAT İ CE ORUÇ CE ORUÇ

* I extend my sincere gratitudes to my colleagues from the Department of Geography in A.U. Faculty of Letters, Dr. Rüya Bayar and Dr. Mutlu Yılmaz who helped me in drawing the maps. Map 2: Bosnian Sandjak in 1528/30 16 INTHE SANDJAK THEBOSNIAN OF DIVISION ADMINISTRATIVE (OTAM, 25 / Bahar 2009) Bahar / 25 (OTAM,

th CENTURY

143 144 Map 3: Bosnian Sandjak in 1540/42 HAT İ CE ORUÇ CE ORUÇ

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Map 4: Bosnian Sandjak in 1565 16 INTHE SANDJAK THEBOSNIAN OF DIVISION ADMINISTRATIVE (OTAM, 25 / Bahar 2009) Bahar / 25 (OTAM,

th CENTURY

145 146 HATİCE ORUÇ

KAYNAKÇA İstanbul Atatürk Kitaplığı: MC. 076 İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi: TD.18; TD.24; TD.56; TD.157; TD.164; MAD.540; KK.282; KK.283; TD.211; TD.212; TD.201; TD.983; TD.432; TD.1072; TD.1013; TD.1072; TD.1013; TD.379; TD.435; MAD.625; TD.1071; TD.1014; TD.462 Opširni popis Kliškog sandžaka iz 1550. godine, obradili Fehim Dž. Spaho, Ahmed S. Aličić; priredila Behija Zlatar, Sarayevo: Orijentalni institut, 2007. Opširni popis Bosanskog sandžaka iz 1604. godine, obradio Adem Handžić, Bošnjački institut Zürich-ocel Sarayevo i Orijentalni institut u Sarayevu, Monumenta Turcica, serije II, defteri, knjiga 4, sv. I/2, Sarayevo 2000. Hicrî 835 Tarihli Sûret-i defter-i Sancak-ı Arvanid, metni bir giriş ile neşreden Halil İnalcık, 2. baskı, Ankara 1987. Hicrî 859 Tarihli Sûret-i Defter-i Sancak-ı Tırhala, metni giriş ile neşredenler Melek Delilbaşı- Muzaffer Arıkan, Ankara 2001. Akdağ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, Ankara 1971. Arık, Feda Şamil, “Osmanlılarda Kadılık Müessesi”, OTAM, Sayı: 8, Ankara 1997, 1-72. Başar, Fahameddin, Osmanlı Eyalet Tevcihatı (1717-1730), Ankara 1997. Baykara, Tuncer, “Kaza”, DİA, c. 25, Ankara 2002, 119-120. ______, Anadolu’nun Tarihî Coğrafyasına Giriş, Anadolu’nun İdarî Taksimatı, Ankara 1988. Buzov, Snježana, “Vlasi u Bosanskom sandžaku i islamizacije”, POF, 41/1991 (Sarajevo), 99-111. ______, “Vlaško pitanje u osmanlijskim izvorima”, Povijesni prilozi, 11/1992 (Zagreb), 39-60. Deny. J, [M.Kunt], “Sandjak”, EI2, vol. IX, Leiden 1997, 11-13. Đurđev, Branislav, “Bosna-Hersek”, DİA, c. 6, İstanbul 1992, 297-305. ______, “Banja Luka”, EI2, vol. I, Leiden 1986, 1017-1018. ______, “O naseljavanju Vlaha stočara u sjevernu Srbiju u drugoj polovini XV vijeka”, Godišnjak društva istoričara Bosne i Hercegovine, 35/1984 Sarajevo, 1966, 63-78. Filipović, Nedim, “Islamizacija vlaha u Bosni i Hercegovini u XV i XVI vijeku”, Radovi ANUBIH, knj. LXXIII - Odjeljenje društvenih nauka, knj. 22, Sarajevo, 1983, 139- 148. Gökbilgin, M.T., “Nahiye”, İA, IX, İstanbul 1974, 37-39. Hadžibegić, Hamid, «Porez na sitnu stoku i korišćenje ispaša», POF VIII-IX (1958/9), Sarajevo 1960. Heffening, “Vilayet”, İA, XIII, İstanbul 1986, 317.

ADMINISTRATIVE DIVISION OF THE BOSNIAN SANDJAK IN THE 16th CENTURY 147 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Husić, Aladin, “Tvrđave Bosanskog sandžaka i njihove posade 1528-30. godine”, POF, 49/1999, Sarajevo 2000, 189-229. İnalcık, Halil, “Eyalet”, DİA, c.11, İstanbul 1995, 548-550. ______, “Eyâlet”, EI2, vol. II, Leiden 1991, 721-724. Halil İnalcık, “Timâr”, EI2, vol. X, Leiden 2000, 502-507. Halil İnalcık, “The Ottoman State: Economy and Society, 1300-1600”, in An Economic and Social history of the Ottoman Empire, ed. Halil İnalcık – Donald Quataert, New York, 1996. İpşirli, Mehmet, “Beylerbeyi”, DİA, VI, İstanbul 1992, 69-74. ______, “Beylerbeyi”, DİA, VI, İstanbul 1992, Kaldy-Nagy, Gy., “Kādi: Otoman Empire”, EI2, vol. IV, Leiden 1997, 373-374 Kunt, İ. Metin, Sancaktan Eyaleti 1550-1650 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, İstan- bul 1978. Kurt, Yılmaz “Osmanlı Toprak Yönetimi”, Osmanlı, vol.3, Ed.: Güler Eren, Ankara 1999. Lewis, B., “Bâd-i Hawâ”, EI2, vol. I. Leiden 1986, 850. Macdonald, B. D. “Kaza”, İA, c.VI, İstanbul 1977, 493-494. Menage, V.L., “Beglerbegi”, EI2 , volume I, Leiden 1986, 1159-1160. Mulić, Jusuf, “Društveni i ekonomski položaj Vlaha i Arbanasa u Bosni pod osmanskom vlašću”, Prilozi za orijentalnu filologiju, 51/2001, Sarajevo 2003, 111-146. Oruç, Hatice, “15. Yüzyılda Bosna Sancağı ve İdarî Dağılımı”, OTAM, 18/2005, Anka- ra 2006, 249-271 ______, “Tahrîr Defters on the Bosna sanjak”, Archivum Ottomanicum, Harrasowitz Verlag, Wiesbaden- Germany, 2008, 403-430. Öz, Mehmet, XV-XVI. Yüzyıllarda Canik Sancağı, Ankara 1999. Özel, Oktay, “The Transformation of Provincial Administrative in Anatolia: Observations an Amasya from 15th to 17th Centuries”, The Ottoman Empire: Myths, Realities and “Black Holes”, Contributions in Itonour of Colin Imber, İstanbul 2006, 51- 73. Popović, A., “Travnik”, EI2, X, Leiden 2000, 572-574 ______, “Sarajevo”, EI2, IX, Leiden 1997, 28-34. Šabanović, Hazim, Bosanski Pašaluk, Sarajevo 1982. Şahin, İlhan, “Nahiye”, DİA, vol. 32 Todorov, Nikolai, The Balkan City, 1400-1900, Washington 1983. Yediyıldız, Bahaeddin, Ordu Kazası Sosyal Tarihi, Ankara 1985.

Coğrafyanın Azizliği ya da Sınırboyunda Nahiye Olmak: Vakıf Nahiyesi (1879-1914)

Being a Border District and Gravity of the Geography: Vakıf Nahiyesi (1879-1914)

Hamdi Özdiş∗

Özet Makale Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde taşra yönetiminde idari birimlerin sınırları ve hangi vilayetlere bağlanacağının belirlenmesine yönelik girişimlerin karmaşık doğasını incelemekte, bu bağlamda Osmanlı yönetimi ile sürdürülen müzakere sürecinde yerel dinamikler ve aktörlerle coğrafi faktörlerin oynadıkları rolü özellikle vurgulamaktadır. Trabzon Vilayeti'ne bağlı olarak kurulan Vakıf Nahiyesi örneğinde, taşra yönetiminin gerisindeki dinamiklerin karmaşıklığına ve çok boyutluluğuna dikkat çekilerek, Osmanlı yönetiminin giderek daha belirginleşen Ermeni Meselesi gibi uluslararası konulardaki kaygılarının yerel yönetim pratiğini nasıl etkilediğine dönük ilginç gözlemler sunmaktadır.

Abstract The present article examines the nature of the administrative practices concerning the redifinition of district borders and their provincial affiliations during the late Ottoman Empire by special emphasis on the role played by local dynamics and actors as well as the geographical factors during the negotiations between the imperial government and the local notables. The Black Sea district of Vakıf of Trebizond Province taken as a case study presents a good example of how complex and multi-dimentional the dynamics behind the provincial administration during the late nineteenth century were, and how imperial concerns of international diplomacy around the Armenian Question had impacts on the rearrangement of administrative borders in provinces where local dynamics always played an active part.

∗ Dr., Ankara Üniversitesi, Türk İnkılapTarihi Enstitüsü Yarı Zamanlı Öğretim Görevlisi, E.mail: [email protected] 150 HAMDİ ÖZDİŞ

Bu çalışmanın konusu Osmanlı modernleşmesinin idari boyutudur.1 Osmanlı modernleşmesi literatürde bugüne kadar genellikle hukuki-kurumsal boyutuyla ve merkez üzerinden ele alınmıştır. Son yıllarda Osmanlı modernleşme tarihinin sosyal ve kültürel boyutlarını taşra üzerinden okumaya ve anlamaya dönük çalışmalar ortaya çıkmışsa da, yerel ölçekli toplumsal dinamiklerin bu çalışmalara yeterince yansıdığını söylemek zordur. Bu makalede II. Abdülhamid döneminin taşra yönetimine yönelik yeniden düzenleme girişimlerinin kimi temel özellikleri bu temelde değerlendirilecektir. Çalışma eşraf, siyaset ve iktidar ilişkisi bağlamında bilhassa yerel güçlerin taşra yönetimine müdahalesini Trabzon Vilayeti’ne bağlı Vakıf Nahiyesi örneği üzerinden ele almaktadır. Amaç, taşra yönetimindeki ilişkilerin gerek vali-eşraf, gerekse eşraf-saray düzleminde anlamlandırılmasıdır. Yine bu çerçevede, İstanbul tarafından yapılan idari düzenlemelerin yerel koşulları ne ölçüde dikkate aldığı sorusuna da yanıt aranacaktır. Bu anlamda Vakıf Nahiyesi örneği büyük resmin sadece küçük bir parçasıdır ve idari yapının şekillenmesinde merkezin öncelik ve kaygılarıyla yerel güçlerin bu süreçteki rollerini anlamamıza da yardımcı olacak niteliktedir. Öte yandan, Trabzon Vilayeti’nin Lazistan Sancağı’na bağlı olarak kurulan Vakıf Nahiyesi, ihdasından itibaren yönetimine tam bir karmaşanın ve belirsizliğin hâkim olduğu epeyce kendine özgü yanları da olan bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Nahiyenin özel tarihinin önemli bir boyutu ise hem “kaza” olmak istemesine, hem yol yapılmasına dönük ısrarlı taleplerin sürekli gündemde tutulmasıyla uzun süren bir belirsizliğin olmasıdır. Özellikle kaza olmak yönündeki boyutuyla aslında Vakıf Nahiyesi dönemin yüzlerce tipik örneğinden birisidir. Ancak nahiyede bu tipik tutuma eşlik eden fiili yönetim pratiği ise epeyce kendine özgü bir kayıtdışılık özelliği taşımaktadır. Konumuz 93 Harbi’yle başlamakta ve 1900’lerin başına kadar devam etmektedir. Aşağıda daha iyi anlaşılacağı gibi, hikâyemizin öznesi 93 Harbini müteakip yeniden belirlenen Rusya sınırındaki bu ücra nahiyenin köylülerinden ziyade yerel güçleri, yani eşrafı, onların özel gündemleridir. Vakıf Nahiyesi üzerinden yerel güçlerin idari yapıya müdahalesi örneklendirilirken iki temel sorunun yanıtı aranacaktır: Vakıf Nahiyesi neden ısrarla kaza olmak istemektedir? Bölgenin valisiyle çatışmayı da göze alarak, idari anlamda neden Lazistan Sancağı’na bağlı kalmak için ısrar etmektedir? Aşağıdaki satırlarda olayın ayrıntıları anlatırken bu iki sorunun etrafında ‘kayıt dışı’, “hayalet” bir

1 Bu çalışmanın nüvesi 2008’de yapılan XI. Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi Kongresi’nde tebliğ olarak sunulmuştur. Çalışma temelde Trabzon Vilayeti üzerine yapılan geniş ölçekli çalışmanın bir alt başlığını oluşturmaktadır (Bkz., “Taşrada İktidar Mücadelesi: II. Abdülhamid Döneminde Trabzon Vilayeti’nde Eşraf, Siyaset ve Devlet (1876-1909)” yayımlanmamış doktora tezi, Hacettepe Ünv. Sos. Bil. Enst., Ankara, 2008. Ancak bu makale kimi yeni kaynakların kullanılması ve yeni sorulara yanıt aranması sebebiyle tezdeki versiyondan bir hayli farklılaşmıştır. COĞRAFYANIN AZİZLİĞİ YA DA SINIRBOYUNDA NAHİYE OLMAK 151 (OTAM, 25 / Bahar 2009) nahiyeden2 “nüfus mühendisliği”ne oradan da “Ermeni meselesi”ne kadar gelişen olayların Osmanlı Arşiv belgelerine yansıyan farklı boyutlarını irdeleyeceğiz. 93 Harbinden sonra elviye-i selâse yani Batum (Batum’a bağlı olan Livana’nın bugünkü adıyla Artvin de dahil olmak üzere), Ardahan ve Kars’ın elden çıkmasıyla Trabzon Vilayeti’ne bağlı olan Lazistan Sancağı’nın sınırı3 değişmiş ve oradaki bazı kaza, nahiye ve köylerin bir kısmı sınırın öte tarafında (Rusya) kalmış, kaza ya da köyler ikiye bölünmüştür. Bu durumun önemli sonuçlarından biri Rus sınırındaki bazı yerleşim yerlerinin idari yapısının etkilenmesiyle birlikte yollarının da değişmesi olmuştur. Vakıf Nahiyesi bunlardan biridir. Vakıf Nahiyesi’nin yeri4 tam olarak tespit edilemese de eldeki verilerden hareketle Hopa’nın güneyinde Rus sınırında, Erzurum Vilayeti’yle Lazistan Sancağı’nın sınırını oluşturan dağ silsilesinin öte tarafındadır.5 Nahiyenin Ögdem’e (Keskim) ya da bugünkü adıyla Artvin iline bağlı olan Yusufeli ilçesine oldukça yakın olduğunu biliyoruz.6

2 Bu tabiri Oktay Özel’e borçluyum. 3 93 Harbi sonrası sınır Artvin dağı-Melo (Sarıbudak)- Orucuk (Oruçlu), Kabanı- Aşağı Hod (Maden)- Erkinis (Demirkent) güneydoğu yayla tepeleri- Tavusker – Oltu çizgisidir. Bkz. M. Adil Özder, Artvin ve Çevresi, 1828-1921 Savaşları, Ankara, 1971,s. 47 93 Harbi sonrası Osmanlı-Rus sınırını gösteren 1880 tarihli harita için bkz. Ek, BOA, İMMS 00067. Harita Trabzon’dan Bayezid’e kadar döşenmesi planlanan demiryolunu göstermektedir. Ancak burada 93 Harbi sonrasındaki Osmanlı-Rus sınırını göstermesi nedeniyle kullanılmıştır. Bu harita daha önce Fulya Özkan’ın çalışmasında kullanılmıştır. Bkz. Fulya Özkan, “Trabzon-Erzurum Yolunun Tamiri Vesilesiyle 19. Yüzyıl Osmanlı Modernleşmesini Yeniden Düşünmek”, Toplumsal Tarih, 194, 2010, s.93. 4 Yer adlarıyla ilgili mevcut çalışmalarda Vakıf adında pek çok nahiye varsa da bunlardan hiçbiri ne Trabzon Vilayeti’ndedir, ne de Öğdem’e ve Keskim’e (Yusufeli) yakındır. Bkz. Nuri Akbayar, Osmanlı Yer Adları Sözlüğü, Tarih Vakfı Yurt Yay. Ankara, 2001. Tahir Sezen, Osmanlı Yer Adları, Başbakanlık Devlet Arş. Gen. Müd., Ankara, 2006. Ayrıca İçişleri Bakanlığı’nca yapılan Türkiye’de Meskûn Yerler Kılavuzu adlı çalışmada da anılan yerlere yakın Vakıf adında bir nahiyeye rastlanılmamıştır. 5 Sırrı Paşa, Mektubat-ı Sırrı Paşa, İstanbul, 1303, s. 129. 6 Mevcut literatürden ya da Osmanlı Arşiv belgelerinden nahiyenin yerinin tam olarak tespit edilmesini güçleştiren çeşitli nedenler vardır. Herşeyden önce Vakıf Nahiyesi’nin adı sadece Osmanlı Arşiv belgelerindeki yazışmalarda geçmektedir ve orada da yeri net değildir. Nahiyenin adını yalnızca bir kez 1881 yılı Trabzon Vilayeti Salnamesi’nde görebiliyoruz. O da sadece nahiyenin adı ve müdürü olmak kaydıyla. Nahiyenin müdürü Mehmet Ağa’dır. Bkz. Kudret Emiroğlu, (Yay. Haz.) Trabzon Vilayeti Salnamesi 1881, C. 12, Trabzon İli ve İlçeleri Eğitim, Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı, Ankara, 1999, s. 177. Oysa nahiyelerle ilgili bilgiler salnamelerde çok daha detaylıdır. Bunun dışında nahiyenin adını ne Trabzon Vilayeti Salnameleri’nde bulmak mümkündür ne de Erzurum Vilayeti Salnamelerinde. Halbuki ona oldukça yakın olan Öğdem, Erkinis, Keskim ve Hodiçor gibi nahiyeler salnamede yer almaktadır. Bkz. Salname-i Vilayet-i Erzurum, 1317, s. 204. Oysa bu tarihte (1900)Vakıf Nahiyesi Keskim kazasına bağlıdır. Bkz. 152 HAMDİ ÖZDİŞ

Vakıf Nahiyesi’nin bağlı olduğu sancak merkezi Rize'yle olan haberleşmesini ve ulaşımını sağlayan yolun Rusya tarafında kalması çeşitli sorunları da beraberinde getirmiştir. Bölge halkı Rize’ye ya da sözgelimi Hopa’ya gitmek için Rusya içerisine Batum’a “mürûr tezkeresi”yle yani izin belgesiyle girip oradan de Hopa üzerinden Rize’ye ulaşımını 40 saatte sağlayabilmektedir. Bu ise her zaman mümkün olamamaktadır. Dolayısıyla Vakıf Nahiyesi ciddi bir ulaşım sorunu ile karşı karşıyadır. Vakıf Nahiyesi’nin ücra, ulaşılamaz vaziyetinin doğurduğu sıkıntıların bir başkası son derece hayati olan haberleşmedir. Vakıf Nahiyesiyle haberleşmek buraya yolun olmaması nedeniyle neredeyse imkansızdır. Nahiyeyle iletişimin sağlanması için her seferinde Rusya içerisine girip oradan sancak merkezine - Rize’ye- ulaşılabilmektedir. Bu durumda da yine “mürûr tezkeresi” denilen izin belgesi gerekmektedir ki, bu her seferinde Rusya ile yazışmayı ve izni zorunlu hale getirmektedir. Nahiyedeki adli vakalarda da durum farklı değildir; hatta daha vahimdir. Zira cinayet, eşkiyalık gibi suçlardan yargılanan birini mahkemeye götürmek için zabtiyenin silahlı olması gerekir. Oysa Rus toprakları üzerinden Osmanlı zabtiyesi ancak silahsız olarak geçebileceğinden bu da mümkün olmamaktadır. Bu noktada Trabzon Valisi Sırrı Paşa’nın meseleyi resmeden satırları anılmaya değer:

I.DH.1375/1318-S.36. Buna ilave olarak Vakıf Nahiyesi yeni kurulmakta olan Bayburd Sancağı’na da dahil edilmez. Haritalarda da nahiyenin adını bulmak mümkün olamamıştır. Bu durumun yani Vakıf Nahiyesi’nin Salnamelerde yer almamasının ileri bir tarihte (1915 sonrası) nahiyenin isminin değişmiş olabileceği de akla gelmektedir. Bilindiği gibi bu tarihlerde (23 Aralık 1915) bazı vilayet, sancak, kaza, kasaba, köy, dağ, nehir...isimlerinin değiştirilmesi Enver Paşa tarafından önerilmiş ve değiştirilmişti. Bkz. Hagop Hachikian, “Some Particulars of Hemshin Identity” Hovann H. Simonian (Ed.)The Hemshin: History, Society and Identity in the Highlands of Northeast Turkey, Routledge, 2007, içinde s. 167-68; Ayhan Yüksel, “Trabzon Vilayeti’nde Yer Adları ve İdari Yapıyı Değiştirme Teşebbüsleri”, Trabzon Tarihi Sempozyumu, Trabzon Belediyesi Yay. 1999, s. 209. Vakıf Nahiyesi’nin isminin değişmiş olma ihtimalini kuvvetlendiren bilgiler Yusufeli Belediyesi’nin web sitesinde yer alır ki, eğer bu bilgileri temel alırsak Muammer Demirel imzalı yazıda Vakıf Nahiyesi’nin bugünkü adı Kobak/Yüksekoba olarak verilmektedir. Demirel web sitesindeki yazısında Vakıf Nahiyesi’ne ait çok değerli bilgiler verir ancak kaynak belirtmez. Bu nedenle bilgileri teyid etme imkânımız olamamıştır. Bu bilgilerin temellendirilmeye ihtiyacı olduğu da ortadadır. Demirel’in aktardığı bu bilgilerde bazı düzeltilmesi gereken noktalar da vardır. Örneğin Vakıf Nahiyesi bu çalışmada belirtildiği gibi Lazistan Sancağı’na bağlı olarak kurulmuş ve daha sonra Keskim’e ve dolayısıyla Erzurum’a bağlanmıştır. Bkz. Sırrı Paşa a.g.e., s. 135. Bunun dışında Osmanlıca belgelerde “Maa ulya Vakıf” olarak okunması gereken yerler “Ma’-i ulya” olarak aktarılmış ve bu ifade Artvin merkeze bağlı bir köyün adına yorularak “Milo” olmalı şeklinde değerlendirilmiştir. Bkz. Muammer Demirel, www.yusufeli.bel.tr/index.php?bel=yusufeli-tarih COĞRAFYANIN AZİZLİĞİ YA DA SINIRBOYUNDA NAHİYE OLMAK 153 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

“...Hatta nahiye-i mezkûre ahalisinden Kamil Ağa namında birisi on beş kadar hayduda reis olarak daime tecavüz-ü hudud ile Rusyalulara îka- yı mezalim ve taaddiyata cüret eylediğinden bunların men ve tedibini Trabzon’da mukim Rusya konsolosu vilayetden iltimas itmiş ve eşhas-ı merkûmenin işbu harekât-ı şekâvetkâraneleri Erzurum kumandanlığından dahi bi’l istihbar kezalik vilayete malumat virilmiş ve Rusya sefareti de tecâvüzât-ı vakıadan dolayı Bâb-ı âli’ye şikayet idüb Hariciye Nezaret-i celilesinden bu babda evvel ve ahir müekkid emirler gelmiş olmağla mucibince Lazistan mutasarflığına icra kılınan tebligat üzerine bi’t-tahkik tebyin idecek hale göre icabının icrası içün bu kere yine Batum tarikiyle Vakfa bir zabtiye zabıtı izam olunacağı mutasarrıflıkdan cevaben bildirilmişdir ki bu dahi nahiye-i mezkûrenin idaresince derkar olan müşkilatın derecesini tayine kifayet ider. Çünkü eşkiyanın derdesti içün merkez-i livadan asker sevkine lüzum görünse bunlar da Batum tarikiyle gitmek, tutulacak eşkiya dahi yine Batum tarikiyle getürülmek lazım gelür ki, böyle bir kuvve-i müsellahanın hudud içinden gelüb geçmesine Rusya hükümetinin hiç bir vakit müsaade itmeyeceği ve itse bile bu suretin mahzurundan salim olmayacağı bedihidir.”7

Dolayısıyla nahiyenin ücra, ulaşılamaz olmasının hem merkezi devlet hem yerel seçkinler hem de halk açısından doğurduğu çok önemli sonuçları vardır. Merkezi devlet açısından en önemli sonucu her yönüyle “kontrol” edilebilir olmaktan uzak olmasıdır. Nahiyenin yıllık vergi tahsilatı bağlamında da bunu görmek mümkündür. Vali Sırrı Paşa’ya göre nahiyenin “şimdiye kadar dürüstçe bir hesabı bile görüleme”miştir.8 Belgelerin diliyle ifade edersek “senelik muvazeneye”, bütçeye dahil olmaması, yani vergilerin merkezi hazineye ulaşmaması nahiyeyi adeta “müstakil” bir hale sokmaktadır ki merkez-i hükümet açısından bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle bu durumdan yararlananlar Vakıf Nahiyesi’nin önde gelenleri, eşrafıdır. Nahiye tam da onların istediği gibi “müstakil”9 bir nahiye olarak yönetilmektedir. Hiç bir kayıt ve nezaret yoktur ve bu durumdan fazlasıyla müstefid olanlar onlardır.10 Nahiyeyle ilgili sorunlar bu kadarla da sınırlı değildir. İdari açıdan olduğu gibi asayiş bakımından da ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Diğer nahiyelerin de

7 Sırrı Paşa, a.g.e., s. 130. 8 Sırrı Paşa, a.g.e, s. 130-131. 9Tabii “müstakil” nahiyenin gerçek anlamı bu değildir. Müstakil nahiyeler doğrudan Trabzon merkez vilayetine bağlı olarak idare edilmektedirler. 10 Sırrı Paşa’nın bu bağlamdaki ifadesi oldukça çarpıcıdır. Paşa bu durumdan (kayıd- kuyud olmamasından) müstefid olanların bulunduğunu ve suret-i müstakilede gibi idare olunduğunu belirtir. Merkeze çekilen telgraflara bakıldığında ve vali Sırrı Paşa’nın da belirttiğine göre, bunlar aslında beş-on kişiden fazla da değildir. (Yukarıda anılan Kamil Ağa’dan başka, toplam 6 kişidir.) 154 HAMDİ ÖZDİŞ sıklıkla mustarip olduğu eşkiyalık11 burada da söz konusudur; ama bir farkla. Yukarıda Sırrı Paşa’nın satırlarında da ifade edildiği gibi eşkiyalığı yapan bizzat Vakıf Nahiyesi’nin Kamil Ağa’sıdır. Üstelik Kamil Ağa onbeş adamıyla birlikte “hudud tecavüz”ünde12 bulunarak Rusya topraklarına geçmekte ve orada bu işe “cüret eylemekte”dir. Bu da tabi ki uluslararası bir soruna dönüşmektedir. Meselenin Erzurum üzerinden çözümü ise ayrı bir bürokratik yazışma gerektirmektedir. Yani Batum üzerinden eşkiya yakalanacak ve aynı yoldan liva merkezine getirilecektir. Ancak buna da Rusya hükümeti her vakit izin vermeyecektir. Dolayısıyla kontrol edilmesi güç olan bir eşkiyalık olayı vardır. Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi Vakıf Nahiyesi idari açıdan oldukça sorunludur. Meselenin çarpıcı boyutlarının ortaya çıkması bölgeye 1879’da vali olarak gelen13 Sırrı Paşa ile başlar. Paşa meseleyi devir gezisi14 esnasında fark etmiş, incelemiş ve o andan itibaren de kararını vermiştir. Vakıf Nahiyesi bir an önce Erzurum Vilayeti’ne bağlanmalıdır. Bu amaçla Sırrı Paşa pek çok girişimde bulunur. Durumu derhal Dahiliye Nezareti’ne bildirir ve gereğinin yapılmasını ister. Buna mukabil nahiye eşrafı da hemen harekete geçmiş ve saraya (Yıldız’a) telgraflar çekerek Lazistan’a bağlı olmaktan memnun olduklarını, nahiyelerine yol yapılırsa sıkıntılarının kalmayacağını ve bütün ticari vb. işlerinin orayla

11 Eşkıyalık vb. suçlarla ilgili mesele iki taraf arasında sorunlara yol açtığından daha sonraki vali Kadri Paşa zamanında ilginç bir yöntemle çözümlenmiştir. Suçluların mübadelesi konusunda Rusların Kafkasya valisiyle özel bir anlaşma yaparak Rus polisler refakatinde on iki kaçağı Batum’dan Trabzon’a göndermiştir. İstanbul daki Rus sefiri bunu duyduğunda sadrazamdan Trabzon valisinin derhal azlini istemiştir. Sadrazam cevaben “Siz Kafkasya valinizi görevden alır almaz, biz de valimizi azledeceğiz” der. Bkz. Abdülhamit Kırmızı, Abdülhamid’in Valileri, Klasik Yay. İstanbul, 2007., s. 199. 12 Hudut tecavüzü konusunda bir hayli sıkıntı yaşandığı anlaşılmaktadır. Hem Vakıflı eşkıyaların hem de “amelelerin” pasaportsuz sık sık sınır ihlâlinde bulunmaları hariciyeyi de uğraştıran bir sorun olmuştur. Bu sınır ihlâlleri sadece Vakıf Nahiyesi’nin mücavir alanından ve dolayısıyla sadece Vakıflılar tarafından değil Hemşinliler tarafından da yapılacaktır ve limanın olduğu Poti sınırına kadar bu ihlâller uzanacaktır. DH.MKT. 404/68. 13 İki ayrı dönemde, yaklaşık beş yıl (tam olarak söylemek gerekirse 4,5 yıl) yıl valilik yapan Sırrı Paşa. Ağaların hakimiyetinde ücra bir nahiyenin varlığı Sırrı Paşa gibi dirayetli ve dürüst bir vali için fazlasıyla rahatsız edicidir. Selefi Yusuf Ziya (ki İngiliz konsolosu Biliotti tarafından yeteneksiz ve pasif bir vali olarak tanımlanır...) zamanında başlayan ve görmezden gelinen nahiyeyle ilgili süreç tam bir fiyaskodur ve bir an önce son bulmalıdır. 14Valiler ve mutasarrıflar bulundukları bölgeleri denetlemek amacıyla haftalık ya da aylık “devr” denilen gezilere çıkarlardı. Bkz. Fatma Rezan Hürmen, Mehmet Tevfik Bey’in II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve MütarekeDevri Hatıraları, II Cilt Arma Yay., İstanbul, 1993. s. 234; Kırmızı, a.g.e., s. 109. COĞRAFYANIN AZİZLİĞİ YA DA SINIRBOYUNDA NAHİYE OLMAK 155 (OTAM, 25 / Bahar 2009) yürütüldüğünü belirterek, Erzurum Vilayeti’ne asla bağlanmak istemediklerini bildirmişlerdir.15 Buna ilave olarak Vakıf eşrafı daha sonra -1895’te- hem sadrazama hem mabeyne hitaben yazdıkları bir arzuhalde Keskim nahiyesiyle birlikte yirmi bin nüfusa ulaştıklarını, önemli bir mevkiye sahip olduklarını ve iki bin lira kadar akçe harcıyarak hükümet konağı, cami ve çeşmeler yaptırdıklarını, bu nedenle de bağlı bulundukları idari merkez -Keskim- değiştirilirse “siyanet-i hukuklarının ve muhafaza-i asayişlerinin ve emniyetlerinin” ihlâl edileceğini ve hüsn-i idarenin ve inzibatın temin edilemeyeceğini beyan ederler.16 Bunun anlamı ise, farkedileceği gibi, yerel seçkinlerin valiye bir nevi savaş açmasıdır. Nahiye eşrafının kurduğu ilişki ağları da çok güçlüdür. Öyle ki, bu ilişkiler ve güçleri sayesinde yerli beyler gerektiğinde sultan Abdülhamid’in valisini dahi görevden aldırabilmektedirler.17 Dolayısıyla Vakıf Nahiyesi’ndeki bu ilişki ağının Trabzon Vilayeti’nin mali işlerinden sorumlu defterdarından İstanbul’a, Dahiliye’ye kadar uzandığını söylemek mümkündür. Çünkü nahiye kurulduğu tarihten (1879) itibaren 1883’e kadar bütçeye (muvazeneye) dahil edilmemiştir. Bu da bize ilişkiler ağının niteliği hakkında bir fikir vermektedir. Nahiyenin bütçesinin (maaş ve masrafları mahallince tesviye olunduğu halde muvazeneye dahil edilmemesinin) bu tarihe kadar neden yapılmadığını ve merkeze bildirilmediğini defterdara soran Sırrı Paşa’nın aldığı cevap şaşırtıcıdır:18

“...Sebebini bilemem fakat iradesi istihsal olunmamış olduğıçün seleflerim muvazeneye idhal itmemiş olduklarını muhasebe kalemi efendileri söylüyordu. Baki. 28 Mart sene [12]99/ 9 Nisan 1883” 19

“İradesinin istihsal olunmamış” olması nahiyenin “kayıt dışı” olduğunu ve resmiyet kazanmadığını gösterir. Dolayısyla nahiyeyle ilgili işlerin nasıl yürüdüğü

15Yerel seçkinlerin bu noktadaki gerekçeleri şöyledir: “nahiye-i mezkure ahlisinin kaffe-i umur-ı ticariye ve muamelat-ı şahsilerde Lazistan Sancağı’nda olarak Erzurum’a hiç bir cihetle ihtiyaç-ı münasebetleri olmadığı ve tahvil-i idare ahalinin mağduriyetini mucib olacağı gösteriliyor ise de...” BOA, Şura-yı Devlet (ŞD.) 1834/16. 16 BOA, DH. MKT. 363/33; Y.MTV. 118/110. Kaza merkezinin bir kaç defa çeşitli nedenlerle değiştirildiğini belirtmek gerekir. Bu nokta üzerinde ilerleyen satırlarda durulacaktır. 17 Bu konuda bkz. Oktay Özel, “Çürüksulu Ali Paşa ve Ailesi Üzerine Biyografik Notlar”, Kebikeç, 16, 2003, s. 103-107; Müfit Semih Baylan, “Trabzon Valisi Sırrı Paşa”, Trabzon, 7, 1993,s. 15-16, Alfred Biliotti, Foreign Office, 195/1457, Ağustos 1881. 18 Yusuf Ziya Paşa zamanındaki vilayet defterdarı Emin Vehbi Bey’dir ve mütemayiz rütbesine sahiptir. Bkz. Kudret Emiroğlu (Yay. Haz.) Trabzon Vilayeti Salnamesi 1879, Trabzon İli ve İlçeleri Eğitim, Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı, Ankara, 1999, s. 107. 19 Sırrı Paşa, a.g.e., s. 135. 156 HAMDİ ÖZDİŞ hakkında da açık bir fikir vermektedir bu ifade. Dahası işin defterdarla da sınırlı kalmadığını “muhasebe kalemi efendileri söylüyordu” cümlesi de anlatır durumdadır. Dolayısıyla bu noktada defterdarın ve muhasebe kalemi efendilerinin Vakıf Nahiyesi’ndeki bu işe, yani uygunsuzluğa, ortak olduklarını öne sürmek mümkündür. Bu uygunsuzluğu gören valinin nahiyenin Erzurum’a bağlanmasında ısrar etmesi ve ahalinin yani, yerel seçkinlerin de Lazistan'da kalmak istemesi üzerine konu Şura-yı Devlet’e kadar gelmiş, araştırılması yönünde karar alınmış ve incelenmiştir. Aslında herşey açıktır: Vali Sırrı Paşa’ya göre araştırılacak ve muhabere edilecek bir şey yoktur. Çünkü daha önce (evvelki vali Yusuf Ziya zamanında) Erzurum vilayetine zaten yazılmış ve her nedense “Erzurum vilayetiyle asla muhabere idilmediği” yanıtı alınmıştır.20 Açıktır ki Sırrı Paşa burada bilerek birilerinin bu konu üzerinde durmadıklarını, üstünü örttüklerine işaret etmektedir.21 Bütün bunlar karşısında Şura-yı Devlet’in şaşkınlığını belgelerdeki ifade açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir nahiyenin nasıl kurulduğunu ve bu duruma nasıl gelindiğini anlamakta güçlük çekmektedir Şura-yı Devlet. Trabzon ve Erzurum vilayetlerinden konuya ilişkin izahat istenmiş ancak tatmin edici yanıtlar gelmemiştir.22 Ahali ısrarla yol talebinde bulunmakta, ısrarla Lazistan’da kalmak istemektedir. Bunları dikkate alan Şura-yı Devlet “temin-i hakikat” için tekrar inceleme başlatır ve her iki vilayete yolladığı emirlerde meselenin açıklığa kavuşturulması için bir dizi soru yöneltir. Şura-yı Devlet’in konuyla ilgili sorularına yer vererek soruların yaşanan şaşkınlığı nasıl yansıttığını görmek gerekir. Soruları23 maddeler halinde özetlemek gerekirse şöyledir: • Bu nahiyenin idaresince bir takım müşkilat olduğu halde Lazistan’a bağlı olmak üzere teşkili ne lüzum ve esasa müsteniddir? • Bu nahiyenin kurulması ve idaresinin tayini ve bağlı olduğu merkezin değiştirilmesi (tebdil-i irtibatı) ve daha sonra tekrar eski haline dönderilmesinin (merbutiyet-i asliyesinin ibkasının) istenilmesi bir merkezden bildirildikten ve cümlesi bir kalemden geçmekte olmasıyla bu mübayenetin [tutarsızlığın] vukuuna sebeb nedir?

20 Sırrı Paşa göreve başladıktan sonra hem Erzurum Vilayeti’nden hem de Lazistan mutasarrıflığından bilgi istemiştir. Bunun üzerine her iki yerden de yanıt gelmiştir. Lazistan mutasarrıflığından konuya ilişkin alınan tahrirattan da “altı üstüne benzemez bir acaiblik müşahade buyrul[maktadır].” Sırrı Paşa, a.g.e., s. 134. 21 Sırrı Paşa, a.g.e., s. 134. 22 Daha önce 10 Nisan 1882’de yazılmıştır. ŞD. 1834/16 23 Şura-yı Devlet’in sorularını içeren 20 Mart 1883 tarihli tahriratı için bkz. ŞD. 1835/11 COĞRAFYANIN AZİZLİĞİ YA DA SINIRBOYUNDA NAHİYE OLMAK 157 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

• Bu nahiye dört sene önce teşkil olunduğu ve maaşat ve mesarifatı mahallince tesviye olunduğu halde şimdiye kadar bütçeye dahil edilmemesinin24 kaynağı nedir? (“muvazenelere idhal olunmaması neden neşet itmişdir”) Bu sorulara Sırrı Paşa’nın cevabı çok net ve açıktır: Bu işin sorumlusu eski vali Yusuf Ziya’dır.25 Ahalinin istediği yol ile ilgili soruya da Sırrı Paşa bu yol yapımının mümkün olmadığını gerekçeleriyle birlikte daha ilk tahriratlarında bildirmiştir. Fakat nahiyenin yönetimindeki bütün zorluklara karşın Vakıf ahalisi sancak merkeziyle irtibatlarını sağlayacak bir yol yapılması taleplerinde ısrar etmektedirler. Yani aslında ‘imkansızı’ istemektedirler. Çünkü bu hem askeri açıdan mümkün değildir, hem de yol yapımı çok maliyetli olacak ve uzun sürecek bir iştir ve dağların fiziki yapısı düşünüldüğünde, bugün bile oraya yol yapılması oldukça zordur.26 Askeri açıdan yol yapımı sınır olması hasebiyle sakıncalıdır, zira oradan içeriye bir geçit sağlayacak ve bölge düşman tehdidine açık bir hale gelecektir. Ayrıca Anadolu İstihkamat Komisyonu’nun da onayı gerekir ki, komisyon buna onay vermeyecektir.27 Oysa Vakıf Nahiyesi Erzurum Vilayeti’ne bağlı olan İspir kazasına oldukça yakındır ve yolu da düz olup oraya münasebeti de tamdır. Sırrı Paşa’ya göre durum bu kadar açıktır. Üstelik yeni bir yola askeriye asla izin vermeyecektir. Sırrı Paşa Hopa sahiline inebilmek için bir yolun yapılmasının anlamsızlığına ve bu yolun imkansızlığına işaret ederken bir yandan da bu işten kimlerin çıkarı olduğunu belirtmeyi ihmal etmez. Paşa Vakıf Nahiyesi’nin yerel seçkinlerini kasdederek “mücerred birkaç kişinin hatırı içün böyle bir yol açmayı tasavvur” edemediğini vurgulamaktadır.28

24 İtalik bize aittir. 25 “Bir de bu haller bir merkezden bildirilmekde ve bir kalemden geçmekde olduğu halde bu mübayenet vukuuna sebeb nedir deyü haklı bir sual irad buyrulmuşdur. Vakıa bu halleri bildiren merkez bir ise de kalem bir değildir. Evvel emirde hakikat-i hali arz ve tasavvur iden kalem şimdi de o hakikati meydana koyan kalemdir ki bu kalemin beyanatında asla mübayenet yokdur. Mübayenet-i vakıa tahkiksiz teamülsüz ve hatta neticesiz olarak bir takım işaret-i beyhude ile ezhân-ı âliye tağlit iden kalemdir ki bunun da mesuliyeti sahibine racidir.” Sırrı Paşa, a.g.e, s. 133. 26 Bkz. Harita 1. BOA,İMMS. 00067. 28 Receb 1297/6 Temmuz 1880. 27 Köyler arasında olan yol ihtiyacı Anadolu İstihkamat Komisyonu ile görüşülmeden açılmaması kararlaştırılmıştır. Bkz. Sırrı Paşa, a.g.e., s. 134-5. 28 Sırrı Paşa’nın bu konudaki ifadesi şöyledir: “... Oraya mahsus yeni bir yol küşadı bahsine gelince, evvela muhakkakdır ki nahiye-i mezkure ahalisi Hopa sahiline inebilmek içün yanlız başlarına yirmi bu kadar saatlik bir yol küşadına muktedir olamazlar. Saniyen muktedir olabilseler bile dahiliye nezaret-i celilesinden şeref-varid olub suret-i muhrecesi leffen takdim kılınan 14 Şubat 98 tarihlü tahrirat-ı aliyyede musarrah olduğu vechile hududdan yirmi bu kadar saat berüde vaki Rize sahilinden bile dahile böyle uzunca bir yol değil hatta karyeler beyninde yapılacak tarik-i hususiye-i adiyenin dahi Anadolu İstihkamat Komisyonu’yla kable’l-muhabere açılması mukarrerat-ı bâb-ı âliden olmasıyla hudud başında olan Hopa’dan yine dahildeki hududa müntehi olmak üzere böyle bir yolun küşadı cihet-i askeriyeden kat’a tecviz buyrulmaz. 158 HAMDİ ÖZDİŞ

Sonuç olarak Vakıf Nahiyesi’ne bir yol yapılmamış ve Sırrı Paşa’nın bütün ısrarlarına rağmen nahiyenin Erzurum Vilayeti’ne bağlanmasının caiz olamayacağı belirtilerek Trabzon Vilayeti’nde kalmasına irade buyrulmuştur.29 Fakat bu kararda da ‘karar’ kılınamadığı ileride görülecektir. Ancak bu iradede bambaşka bir noktaya dikkat çekilmekte ve kararda etkili olan asıl unsurun altı çizilmektedir. Vakıf Nahiyesi Keskim’le birleştirilerek bir kaza teşkiliyle Erzurum’a bağlanırsa (rabt ve ilhak edilirse) Erzurum’un “vüs'at ve ehemmiyetini” artıracaktır. Ermenilerin büyük bir kısmının bu vilayette toplanarak bir Ermenistan vücuda getirmek niyetiyle çeşitli hilelere başvurduklarının kaydedildiği iradede bunun ise “muvafık-ı maslahat olamayacağı”na vurgu yapılmaktadır. Vakıf Nahiyesi’nin Trabzon’dan ayırt edilmesi (fekk-i idaresi) bir yana, Erzurum Vilayeti’ne bağlı olan bazı yerlerin de civar vilayetlere verilerek vilayetin küçültülmesi istenmektedir. Bu sayede vilayet hem daha kolay idare edilebilecek hem de “Ermenistan tabirinin külliyen elsine-i melanetkârâneden” kaldırılması “saltanat-ı seniyyece istifadeyi mucib olaca[ktır]...”30 Bu yaklaşımın ve Ermeni meselesinin muhtemel olumsuz neticelerine yönelik kaygının o dönemde Osmanlı yönetiminin gündeminde olduğunu, taşra idari birimlerinin sınırlarının ve nereye bağlanacaklarının belirlendigi diğer kimi örneklerden de görüyoruz.31 Böylece Vakıf Nahiyesi’nin idari açıdan Lazistan’da kalmak istemesinin yarattığı müşkülata, bu sefer Erzurum'a bağlanmasının sakıncaları da eklenmiş, “Ermeni meselesi” de bu noktada gündeme gelmiştir.32. Aslında Vakıf Nahiyesi’nin o dönemki nüfusuna bakıldığında böyle bir endişeye neden olacak bir durumun da pek görünmemektedir; zira Sırrı Paşa’nın Vakıf Nahiyesi’ne

Salisen Vakıf Nahiyesi’nin öte tarafında vâki ve Erzurum Vilayeti’ne tabi İspir kazası nahiye-i mezkûreye pek karib ve yolu da düz olub binaenaleyh mevkien oraya münasebet-i tammesi derkar iken mücerred bir kaç kimsenin hatırı içün tekalifat-ı azime ihtiyarıyla sahilden dahile yol açmakda bir gûna muhassenat tasavvur idemiyorum...” Sırrı Paşa, a.g.e., s. 134-5. 29 İ. DH. 102152, Aralık 1883. 30 Bu ifade 1883 tarihli belgede aynen kullanılmıştır. Bkz. İ.DH.102152, Aralık 1883. 31 Abdullah Teyfur Erdoğdu’ya göre, örneğin Hakkari vilayeti “büyük ihtimalle Ermeni meselesinde başağrısı yaşamamak için Van Vilayeti’ne bağlanmıştır. Böylece Ermenilerin vilayet içindeki oranı düşürülmüştür.” Abdullah Teyfur Erdoğdu “Dahiliye Nezareti Teşkilat Tarihi, (1836-1922)” Yayımlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Ünv. Sos. Bil. Ens. Ank., 2005. s. 56. 32 Aslında bu kaygının 1876 gibi daha erken bir tarihte de dile getirildiği son yapılan çalışmalardan birinde ifade edilmektedir. Bkz. Aslıhan Gürbüzel, “Hamidian Policy in Eastern Anatolia 1878-1890”, Bilkent Unv. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008. Beni bu konuda bilgilendiren Aslıhan Gürbüzel’e teşekkür ederim. Buna dair Sırrı Paşa’nın tahriratında ve hatıratında (Mektubat-ı Sırrı Paşa) hiç bir emare yoktur. COĞRAFYANIN AZİZLİĞİ YA DA SINIRBOYUNDA NAHİYE OLMAK 159 (OTAM, 25 / Bahar 2009) ilişkin 1878-1879-1880 yıllarına dair verdiği nüfus bilgilerine bakılacak olursa33, Vakıf Nahiyesi nüfusu (ki 1880 itibariyle 7816 erkek) tamamen Müslümanlardan oluşmaktadır. Bu durumda “Ermenistan” ifadesiyle dile getirilen kaygının Vakıf Nahiyesi’ndeki olmayan Ermeni nüfusundan değil, bağlanması düşünülen Erzurum Vilayetinin konumundan kaynaklandığı anlaşılmaktadır; zaten anılan iradede bu açıkça zikredilmektedir. Bilindiği üzere, 93 Harbi sonrasında imzalanan Berlin Anlaşması’nın 61. maddesinde dile getirilen ve dönemin Avrupa devletlerince (özellikle İngiltere tarafından) desteklenen “reform” meselesi, Diyarbakır, Bitlis, Van, Erzurum, Sivas ve Kayseri’nin de içinde bulunduğu bölgenin (vilayat-ı sitte) nasıl tanımlanacağına dönük bir tartışmayı da içermekteydi. Hem reform talebinin hem de bölgenin isimlendirilmesi konusunun Osmanlı yönetimini endişelendirdiği açıktır. İngiliz Büyükelçisi Henry Layard’ın 1879’da kaydettiğine göre, milliyetçi Ermeniler Erzurum’u da içine alan bu bölgenin “Kürdistan” olarak değil “Ermenistan” olarak adlandırılması yönünde Layard’a baskı yapıyorlar ve gazetelerinde de bu bölgenin ismini Kürdistan olarak kullananları protesto ediyorlardı. Osmanlı devleti ise Ermenistan tabirinin kullanılmasına karşıydı ve bölgenin çağlar boyunca Kürdistan olarak anıldığını ileri sürmekteydi.34 Osmanlı'nın söz konusu vilayetleri kapsayan bölgenin Ermenistan olarak adlandırılmasına karşı olmasının nedeni ise, söz konusu iradeye de yansıdığı gibi, bölgenin geleceğine dönük kaygılardı. Bu kaygı çok açık bir şekilde İngiliz Büyükelçisiyle yapılan görüşmede ifade edilecek ve Abdülhamid Anadolu’da “devlet içinde devlet- imperium in imperio” oluşturacak ve özel bir rejime yol açacak bir Ermeni “reformuna” kesinlikle sıcak bakmadığını bildirecektir.35 Vilayât-ı sitte üzerinden Osmanlı devletine yapılan bu baskılar ve girişilecek bölgesel reform taleplerinde ön koşul olarak ortaya çıkan güvenilir bir nüfus sayımı yapılması istendiği de göz önüne alındığında, Osmanlı'nın “Ermenistan” tabirine olan bu hassasiyeti daha bir açıklık kazanır. Özellikle İngiltere’nin üzerinde ısrarla durduğu uygun koşullarda “şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde” güvenilir bir nüfus sayımının yapılması ve ardından bölge nüfusunu oluşturan başlıca grupların (tabii ki burada Ermenilerin) yerel yönetim mekanizmalarında nüfus oranlarına nisbetle temsil edilmesi 1880'ler boyunca Osmanlı yönetiminin başını ağrıtan en önemli meselelerden biri haline

33 Y.PRK UM. 2/40. Bu rakamların o dönemin Trabzon Vilayeti Salnamelerindeki rakamlarla aşağı yukarı aynıdır. Bkz. Emiroğlu, Trabzon Vilayeti Salnamesi, 1878, cilt 10, s. 239-241. 34 Bkz. Gürbüzel, a.g.e., s. 33-34. 35 Fuat Dündar, Crime of Numbers The Role of Statistics in the Armenian Question (1878-1918), Transaction Publishers, New Brunswick and London, PrePublication copy, p. 24. Kitabının baskıdan önceki nüshasını kullanmama izin verme nezaketini gösterdiği için Fuat Dündar’a teşekkür borçluyum. 160 HAMDİ ÖZDİŞ gelecektir. Buna göre Ermeniler nüfusca çoğunlukta oldukları yerlerde güvenlikte ve yargıda yer alabilecekleri gibi, idari yapıda, idare meclislerinde, vilayet ve sancakların sınırlarının da değiştirilmesiyle nüfus oranına göre temsil hakkına sahip olabileceklerdi. Nihayetinde bu iş valiliğe ya da vali yardımcılığına kadar gidebilecekti ki, Eylül 1880’de dönemin Avrupa devletleri Ermenilerin güvenlik ve yargı birimlerinde nüfuslarına göre yer almaları gerektiğini Bâbıâli'ye hatırlatacaklardır.36 Dolayısıyla nüfus miktarları ve buna dönük istatistik veriler bir anda bütün bu politikaların uygulanmasında merkezi bir önem kazanmıştır. Fuat Dündar, son çalışmasında söz konusu nüfus verileriyle ilgili çok önemli bir noktaya işaret etmektedir. Merkezi devlet nüfusa dair “istatistiksel” veriler üzerinde yapılacak oynamalarla “reform” konusunda elini güçlendirmeye çalışacaktır. Osmanlı resmi nüfus sayımları ve istatistikler gündeme geldiğinde Osmanlı paşalarının verdiği rakamlarda dikkate değer bir farklılık ortaya çıkacaktır. Bâbıâli bölgede yapılacak reformlar için komisyonlar oluşturacak ve bu komisyonlarda her cemaatten temsilci bulunacaktır. Ancak komisyonlar hem İstanbul hem yerel otoriteler tarafından çeşitli engeller ve zorluklarla karşılaşacak, çalışmalar özellikle olaya müdahil devletlerce beklenen sonucu doğurmayacaktır.37 Bir başka deyişle Osmanlı reform meselesini sürüncemede bırakarak pasifize etmeye çalışacaktır. Bu devletlerin nüfus temelinde yapılacak reformların hayata geçirilmesi için öncelikli olarak istedikleri nüfus sayımı ise ancak 12 yıl sonra gerçekleşecektir.38 Dolayısıyla tekrar başa, yukarıdaki ifadenin geçtiği iradeye dönecek olursak, reform tartışmalarının devam ettiği bir dönemde yapılacak olan 1884 nüfus sayımı öncesinde Trabzon Vilayeti’ne bağlı nüfusu tamamen Müslüman olan Vakıf Nahiyesi’nin Erzurum'a bağlanıp bağlanmamasının Ermeni nüfus oranını artırıcı hiçbir etkisinin olmayacağı açıktır. Ancak burada aynı belgede geçen “Vakıf Nahiyesi’nin Trabzon’dan fekk-i idaresi caiz olmayub bilakis Erzurum vilayetinin mülhakat-ı tevabi’atından bazılarının civar vilayetlere virilerek küçültülmesi...” ifadesi olayın asıl önemli boyutuna işaret ediyor. Burada aslında Ermenilere yönelik reform yapılması istenen bölgede bulunan Erzurum vilayetinin sınırlarının da, bir karşı önlem olarak, idari bir düzenlemeyle küçültülebileceği açıkça önerilmektedir. Eğer aynı ifadeyi bu açıdan değerlendirecek olursak, nüfusu tamamen Müslüman olan Vakıf Nahiyesi’ndeki Erzurum Vilayetine bağlanması halinde, Osmanlı yönetimi özerklik ve hatta bağımsızlık yönünde evrilen reform taleplerine hedef olan vilayetlerin coğrafi kapsamını mümkün olduğunca dar tutma, mümkünse daha da küçültmeyi düşünmektedir. Vakıf Nahiyesi’nin Erzurum'a bağlanmasının doğru olmayacağı yönündeki önerinin asıl anlamı budur.

36 Dündar, a.g.e., s. 16-19 37 Dündar, a.g.e., s. 16. 38 Dündar, a.g.e., s. 21. COĞRAFYANIN AZİZLİĞİ YA DA SINIRBOYUNDA NAHİYE OLMAK 161 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Ancak gelişmeler bu öneri doğrultusunda olmamıştır. Yukarıdaki iradeden yalnızca iki hafta sonra kaleme alınan bir başka karar ile bu sefer Vakıf Nahiyesi’nin “kâmilen Müslüman”39 olduğu gerekçesiyle nahiyenin Erzurum Vilayeti'ne bağlanmasında bir sakınca olmadığı belirtilmiştir. Osmanlı hükümetinin bu kararını daha önceki mülahazadan farklı kılan husus, hükümetin bu kez, Vakıf Nahiyesi’nin kahir ekseriyetini oluşturan Müslüman nüfusun, Erzurum vilayetinin toplam Müslüman nüfusuna yapacağı oransal katkıyı öne çıkarmış olmasıdır. Yani, nüfus oranları üzerinden Erzurum'da yapılacak reformlarda, bu kez bu bölgenin Müslüman nüfus oranını artırmanın daha önemli olduğu düşünülmüştür. Özetlemek gerekirse, 1880'lerin başlarında Vakıf Nahiyesi’nin Trabzon'a mı Erzurum'a mı bağlanmasının daha iyi olacağına yönelik ilk anda birbiriyle çelişir gibi görünen iki farklı değerlendirme aslında Osmanlı yönetiminin Vilayat-ı Sitte'de girişilecek reform meselesini en az zararla nasıl atlatacağına dönük farklı çözüm arayışlarını ifade etmektedir. Bu gelgitler esnasında Erzurum'a bağlayarak Vakıf Nahiyesi’ni de “tehlikeye atmak” bir hesaba göre çok önem kazanmakta, bir başka hesaba göre ise tamamen Müslüman nüfusuyla bu nahiyenin Erzurum vilayetindeki nüfus dengesine Müslüman nüfus lehine yapacağı olumlu katkı öne çıkmaktadır; sonunda yönetimin kararı da bu ikinci mülahazaya göre şekillenmiştir. Kısacası, Vakıf Nahiyesi’nin konumu bağlamında bu tarihte “Ermenistan tabiri”ne yönelik bir hassasiyetin 1880'lerin başında birden karşımıza çıkmasının gerisinde Ermeni Meselesi'nin aniden uluslararası bir boyut kazandığı bu dönemin özel hassasiyetlerinin yarattığı kafa karışıklığının yattığı anlaşılmaktadır. Sonuçta “ahalisi” Lazistan’da kalmak istese de, Vakıf Nahiyesi önce 1882’de Erzurum Vilayeti’ne (Keskim'e?) bağlanacak, bir süre idari anlamda belirsizliğini sürdürecek,40 fakat daha sonra Ögdem ve İspir’e bağlı olan Keskim’le birleştirilerek bir kaza haline getirilecek ve Ögdem 1885’de merkezyapılacaktır.41 Muammer Demirel’in aktardığı bilgiye göre, Ögdem 7 yıl kadar kaza merkezi olacak ve 8 Şubat 1892’de kaza merkezi Ersis’e

39 Yukarıda anılan İradeden (İ. DH. 102152, Aralık 1883) 18 gün sonra 26 Aralık 1883 tarihli bir başka belgede Vakıf Nahiyesi ahalisinin “kâmilen Müslüman olmasından” dolayı Keskim nahiyesine ve dolayısıyla Erzurum Vilayeti’ne bağlanarak Trabzon Vilayeti’yle alakasının kesilmesinde bir mahzur bulunmadığı belirtilecektir. Bkz. Y..A.HUS. 175/110. 40 Sırrı Paşa’nın bastırmasıyla olsa gerek nahiyenin 26 Ocak 1882’de Erzurum’a bağlı olduğu ancak “ahalinin” bu durumdan şikayetle Trabzon’da kalmak istemesi nedeniyle “nahiyenin halen ve mevkien ne tarafdan idaresinin münasib ve suhuletli olacağının” anlaşılması için tahkikat yapılması Şura-yı Devlet tarafından istenmiştir. Bkz. ŞD. 1834/8. 41Daha uygun bir coğrafi konumda “nokta-i vasatta” olması nedeniyle Ögdem karyesinin merkez yapıldığı belirtilmektedir. 162 HAMDİ ÖZDİŞ taşınacaktır.42 Vakıf'ın yerel eşrafının istediği aslında kendi nahiyelerinin kaza merkezi olmasıdır. Dahiliye’den Erzurum Vilayeti’ne hitaben yazılan bir varakada nüfus memuru Hafız Efendi ve bazı kişilerin 1894’te Vakıf nahiyesinin Keskim kazasının merkezi olması için başvurduklarını ancak yine Keskim kazasından bazı muhtarların (kuvvetle muhtemel Ersis nahiyesindeki muhtarların) da bu girişime bir arzuhal ile “bazı mahzur ve müşkilata” neden olacağı gerekçesiyle karşı çıktıklarını görüyoruz.43 Ancak Vakıf Nahiyesi eşrafı da Ögdem’in yeniden kaza merkezi44 olması için “enva-i müşkilattan feryad” ederek 1895’te yine Yıldız’a telgraflar çekeceklerdir.45 Bu tarihte artık Lazistan’a bağlı olmak konusundaki ısrarlı taleplerinden vazgeçmiş görünmektedirler. Ancak çektikleri bu telgraflarda kaza merkezinin neden değiştirildiğine dair bilgiler de vardır ve meseleyi enine boyuna anlatırlar. Vakıf'ın eşrafı burada bir noktaya dikkat çekmektedir. Onlara göre Erzurum valisi Hasan Hayri Paşa birileri tarafından yanıltılmıştır. Ersis karyesinin “merkez kaza ittihazına daha elverişli olduğu” yönünde yanlış bilgilendirilmiş ve paşa “tavsiye-i iğfâlâta kapılarak” böyle bir karara varmıştır.46 Kaza merkezinin Ersis’e (Bugünkü Kılıçkaya beldesi) taşınmasından dolayı yaşadıkları mağduriyeti anlatan Vakıf eşrafı bu değişiklikten dolayı sıkıntı yaşadıklarını ve bunu kabul edemeyeceklerini belirterek hükümet konağının yerinin değiştirilerek kendilerine, Vakıf Nahiyesi’ne yakın olan Ögdem’e taşınmasını istemektedirler.47 Eğer bu istekleri de yerine getirilmezse müceddeden bir kaza teşkiline gidilmesi ve buna da müsaade buyrulmaz ise o takdirde nahiyeyi terk edeceklerini ve ahalinin göç etmesi sırasında da bir zorlukla karşılaşılmaması için devletçe bir tedbir alınmasını talep etmektedirler.48 Zorunlu bir tekrar olarak hatırlatmak gerekirse, ahalinin bu konudaki ısrarının sebebi belgelere yansıdığı kadarıyla bir kaç noktada özetlenebilir. Herşeyden önce kendilerinin bağlı olduğu Ögdem’de iki bin lira harcayarak hükümet konağı, cami, çeşme vesaire inşaat yaptırmışlardır. İlave olarak, eğer

42 Muammer Demirel’e göre “bu nakilde birçok faktör etken olmuştur.” Demirel’in aktardığına göre kaza merkezi bundan sonra da defalarca değişecektir. www.yusufeli. bel. tr/index. php?bel =yusufeli-tarih. 43 DH.MKT 267/10 24 Temmuz 1894. 44 Bu tarihte artık Ögdem’in kaza merkezi olmasına çok karşı çıkmadıkları anlaşılıyor. Keza kaza merkezi yine Çoruh nehrinin bu tarafında kendilerine oldukça yakın olan bir noktada kalmış olacaktır. 45 Y.MTV. 118/110, İ.DH. 1375.1318-S.36 46 DH. MKT. 363/33 47 Eğer yukarıda Vakıf Nahiyesiyle ilgili Muammer Demirel’e ait bilgileri temel alırsak gerçekten de Vakıf Nahiyesi yani Kobak köyü Ersis’e göre Ögdem’e çok daha yakındır ve Kaçkar dağlarının fiziki coğrafi yapısındaki sertlikler dikkate alındığında bu gerekçenin de doğruluk payı oldukça yüksektir. 48 Y.MTV. 118/110, 25 Nisan 1895. COĞRAFYANIN AZİZLİĞİ YA DA SINIRBOYUNDA NAHİYE OLMAK 163 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Vakıf Nahiyesi’nin bağlı olduğu merkez değiştirilirse yani Ersis karyesine taşınırsa yollarının sarp, geçilmesi güç ve uzak “sa΄bü΄l-mürûr,” olması ve kış mevsiminde kapalı olması nedeniyle günlük işlerinde (“mesalih-i vâkı΄a”) ve vergi işlerinde (“tekalif-i emiriye”) hükümete müracaat işlerinde müşkilatlarının kat kat artacağı ifade edilmektedir. Ayrıca Ögdem karyesinin “nokta-i vasatta” olmasından dolayı merkez kaza yapıldığı ve eğer hükümet konağının Ersis karyesine taşınması gerçekleşirse “hüsn-i idare”nin ve “inzibat ve emniyetin de temin” edilemeyeceği belirtilmektedir.49 “Ahali” adına beş kişinin imzaladığı yukarıda anılan telgraftan bir sonuç alınamadığını ve bu anlamda da kaza merkezi olma konusundaki mücadeleyi Ersis nahiyesinin (yerel güçlerinin) kazandığını hem Muammer Demirel’in aktardığı bilgilerden hem Vakıflıların pasaport talebiyle ortaya çıkmalarından biliyoruz. Vakıf Nahiyesi’nin bundan böyle Keskim kazasına (bugünkü Yusufeli ilçesi) bağlı fakir bir nahiye olarak varlığını sürdürdüğü ve bölgenin pek çok yerinden insanların geçimlerini sağlamak için başka cihetlere gittikleri gibi, onların da Batum (Rusya) cihetine hatta Sırbistan ve Romanya’ya “amelelik” için gittiklerini öğreneceğiz.50 Keskim kazasının akibetine gelince, 1914 yılında Ankara’nın Keskin kazasıyla olan isim benzerliğinden dolayı posta-telgraf dağıtımında ve telefonla iletişimde yaşanan karışıklıklar nedeniyle ismi veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’ye izafeten değiştirilerek Yusufeli51 olacak ve daha sonra Artvin’e bağlanacaktır.

SONUÇ Sonuç olarak Vakıf Nahiyesi eşrafının uzunca bir süre nahiyenin Lazistan’da kalması ve kaza olması yönünde mücadele ettiklerini bunda kısa süreli de olsa saray ve Dahiliye nezareti üzerinde kurdukları baskıyla bir başarı sağladıkları söylenebilir. En önemlisi, bu nahiye örneğinde görüldüğü gibi İstanbul’un idari taksimatın alacağı yeni şekiller konusunda ciddi sıkıntılar yaşadığını, politika ve plan üretmekte zorlandığını belirtmek mümkündür. Bu durumun yalnızca 93 Harbi’nin yarattığı kaotik ve istikrarsız ortamın bir sonucu olmadığının da altı çizilmelidir. İstanbul’un idari/mülki taksimat açısından çözüm üretmekte ne denli zorlandığının en sarih ifadesi dönemin valisi Sırrı Paşa’nın sözlerinde dile gelmektedir. Paşa’nın Trabzon Vilayeti’nin idari yapısı hakkındaki değerlendirmesi yoruma yer bırakmayacak şekilde açık ve oldukça çarpıcıdır:

49 Bkz. BOA.Y.MTV. 118/110; DH.MKT. 363/33 50 I.DH.1375.1318-S.36 Vakıf ahalisine pasaport verilmesi hakkında. 51İ.DH. 1508. Gömlek no: 1332.B/2 164 HAMDİ ÖZDİŞ

KAYNAKÇA A. Arşiv Belgeleri ve Basılı Kaynaklar Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) DH. MKT Y.MTV. Y.PRK. UM. İ.DH. İMMS. ŞD. İngiliz Devlet Arşivi (Public Record Office, Foreign Office (FO)) FO. 195/1457 Salnameler Salname-i Vilayet-i Erzurum 1317. B. Kitap ve Makaleler Akbayar, Nuri, Osmanlı Yer Adları Sözlüğü, Tarih Vakfı Yurt Yay., Ankara, 2001. Baylan, Müfit Semih, “Trabzon Valisi Sırrı Paşa”, Trabzon, 7, 1993. Dündar, Fuat, Crime of Numbers The Role of Statistics in the Armenian Question (1878-1918), Transaction Publishers, New Brunswick and London, Pre-publication copy. Emiroğlu, Kudret (Yay. Haz.), Trabzon Vilayeti Salnamesi 1879, Trabzon İli ve İlçeleri Eğitim, Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı, Ankara, 1999. ______(Yay. Haz.) Trabzon Vilayeti Salnamesi 1881, C. 12, Trabzon İli ve İlçeleri Eğitim, Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı, Ankara, 1999. Erdoğdu, Abdullah Teyfur, “Dahiliye Nezareti Teşkilat Tarihi, (1836-1922)” Yayımlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Ünv. Sos. Bilimler Ens. Ank. , 2005. Gürbüzel, Aslıhan “Hamidian Policy in Eastern Anatolia 1878-1890”, Bilktent Unv. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008. Hachikian, Hagop “Some Particulars of Hemshin Identity” Hovann H. Simonian (Ed.)The Hemshin: History, Society and Identity in the Highlands of Northeast Turkey, Routledge, 2007, içinde. Hürmen, Fatma Rezan, (Haz), Mehmet Tevfik Bey’in II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları, II Cilt, Arma Yay. İstanbul, 1993. Kırmızı, Abdülhamit Abdülhamid’in Valileri, Klasik Yay. İstanbul, 2007. COĞRAFYANIN AZİZLİĞİ YA DA SINIRBOYUNDA NAHİYE OLMAK 165 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Michael, E., Meeker, İmparatorluktan Gelen Bir Ulus, çev.Tutku Vardağlı, İstanbul, Bilgi Ünviversitesi Yayınları, 2005. Özder, M. Adil, Artvin ve Çevresi, 1828-1921 Savaşları, Ankara, 1971. Özdiş, Hamdi “Taşrada İktidar Mücadelesi: II. Abdülhamid Döneminde Trabzon Vilayeti’nde Eşraf, Siyaset ve Devlet (1876-1909)” yayımlanmamış doktora tezi, Hacettepe Ünv. Sos. Bil. Enst., Ankara, 2008. Özel, Oktay, “Çürüksulu Ali Paşa ve Ailesi Üzerine Biyografik Notlar”, Kebikeç, 16, 2003. Salname-i Vilayet-i Erzurum, 1317. Sezen, Tahir, Osmanlı Yer Adları, Başbakanlık Devlet Arş. Gen. Müd., Ankara, 2006. Sırrı Paşa, Mektubat-ı Sırrı Paşa, İstanbul, 1303. Sırrı Paşa, Mektubât, Nutuk ve Makalât, (El Yazması) 06. MK. Yz. A 6884 Numaralı Milli Kütüphane Nüshası, tarihsiz. Türkiye’de Meskûn Yerler Kılavuzu, İçişleri Bakanlığı, C. II., 1947. Yüksel, Ayhan “Trabzon Vilayeti’nde Yer Adları ve İdari Yapıyı Değiştirme Teşebbüsleri”, Trabzon Tarihi Sempozyumu, Trabzon Belediyesi Yay., 1999,

166 HAMDİ ÖZDİŞ

Ordu ve Giresun Yöresinde Madenler ve Maden İşletmeciliği (1860–1914)

Mine and Mining in Ordu and Giresun Region (1860–1914)

Kemal Saylan* Özet Ordu ve Giresun yöresinin maden açısından zengin olduğu ve tarih öncesi çağlardan beri yörede maden işletmeciliği yapıldığı bilinmektedir. Milattan önceki dönemlerde yörede sadece demir madeni işletmeciliği yapılırken, Osmanlı Devleti döneminde XIX. yüzyıla gelindiğinde yörede demir haricinde bakır, gümüş, kireç taşı ve kurşun, manganez, mermer, maden suyu gibi madenlerin de işletilmeye başlandığını görülmektedir. 1842 yılından itibaren ülke genelinde madencilik sektöründe yapılmaya çalışılan düzenlemelerden Ordu ve Giresun yöresindeki maden işletmeciliği de nasibini almış ve yöredeki faaliyet gösteren maden işletmelerinin sayısı artmaya başlamıştır. Böylece özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çok sayıda yerli ve yabancı maden işletmecisi yöreye gelerek yörede maden ocakları açmış ve yöre ekonomisine katkıda bulunmuştur. Bu çalışmada, XIX. yüzyılın ikinci yarısından I. Dünya Savaşı’na kadar (1860–1914 yılları arası) Ordu ve Giresun yöresinde hangi madenlerin ve nerede çıkarıldığına ve bu madenlerin yöre ekonomisine ne gibi katkıları olduğuna değinilecektir. Anahtar Kelimeler: Maden, Madencilik, Ordu, Giresun, Osmanlı Devleti

Abstract It is well known fact that the districts of Ordu and Giresun have very important mines and from the antiquity the region was the mining area. Mining in this district continued its importance after the Ottoman dominance over the region. In the 19th century copper, silver, limestone, lead, manganese, marble, mineral water were the main mining values while the region was only a scene of iron mining in the Antiquity. Arrangements in the mining sectors from 1842 included district of Ordu and Giresun and affected mining activities in the region. So, in the

* Gümüşhane Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü Okutmanı, e.mail: [email protected] 168 KEMAL SAYLAN

second part of the 19th century foreign and native mining companies opened new mines and contributed favorably economy of region. In this study, we mention about mines of the district, the places of the mines and their effects on the local economy from 1860 and until the 1st World War. Key Words: Mine, Mining, Ordu, Giresun, Ottoman State

Giriş Madenlerin varlığı veya yokluğu, azlığı veya çokluğu tarihin her devrinde toplumların refah düzeyini yakından ilgilendirmiştir. Çok yaygın kullanım alanına sahip olan bu yeraltı zenginliğine sahip olmayan devletler veya milletler, madenlere ulaşmanın yollarını aramışlar; bunun için savaşlar yapmışlar; mücadeleler etmişler ve antlaşmalar yapmışlardır.1 Madenler, tarihteki diğer devletler gibi toprakları maden açısından zengin olan Osmanlı Devleti için de önemli olmuştur. Osmanlı Devleti’nin topraklarının maden açısından çok zengin olduğu jeolojik haritalarla tespit edilmemiş olsa da çok önceden beri Anadolu’da dolaşmış seyyah ve coğrafyacıların yazdıkları eserler sayesinde topraklarının maden açısından çok zengin olduğu bilinmektedir.2 Madencilik, Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde devlet sanayisinin önemli bir kısmını oluşturmuştur. Bu dönemde binlerce maden işçisinin çalışması, madenler için odun, kömür temin edenler, onları gerekli yerlere taşıyanlar, pazarlayanlar ve madencilikle ilgili zanaatlarla uğraşanların sayıları dikkate alındığında bu sektörün Osmanlı ekonomisindeki yeri daha iyi anlaşılmaktadır. Bu nedenle devlet, madenlerin işletilmesine ve yönetilmesine çok önem vermiştir. Önemine binaen maden ocaklarının çoğu XIX. yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar emanet usulü ile devlet tarafından idare edilmiş ve işletilmiştir.3 Ancak XVIII. yüzyıldan sonra maden ocaklarının işletilmesinde büyük çapta çözülme yaşanmaya başladığı görülmektedir.4 Devlet, bu çözülmenin

1 Osman Köse, “XIX. Yüzyılda Gümüşhane Madenleri”, Trabzon ve Çevresi Uluslararası Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu (3–5 Mayıs 2001), C. I, Trabzon 2002, s. 289 2 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. VIII, Ankara 1995, s. 455 3 Fahrettin Tızlak, “XIX Yüzyılın Ortalarında Osmanlı Maden Yatakları”, Belleten, LX/ 229, Aralık 1996, s. 19 4 Maden işletmelerinde yakıt olarak ağaç kömürü kullanılması, yüzyıllardan beri düzensiz ve bilgisizce harcanarak ocakların çevresindeki ormanların tüketilmesi, odun ve kömürün çok uzak yerlerden nakledilmeye çalışılması, yol yokluğu, can ve mal güvenliğinin kalmayışı gibi nedenler madenciliğin gerilemesine neden oldu. Ayrıca, maden kaynakları üzerine hiçbir bilimsel araştırma yapılmaması, genellikle yüklü başlangıç yatırımları gerektiren bu kesimde sermaye yetersizliği, yabancı sermayeye karşı duyulan isteksizlik ve güvensizlik, hükümetin imtiyaz vermede çok ağır davranması ve ORDU VE GİRESUN YÖRESİNDE MADENLER VE MADEN İŞLETMECİLİĞİ 169 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

önüne geçebilmek amacıyla Tanzimat’ın ilanından sonra çıkardığı nizamnamelerle ve kanunnamelerle özel sektörün önünü açarak madencilik sektörünü tekrar canlandırmaya çalışmıştır. 1842 yılında Maadin-i Hümayun Meclisi kurulması, 1858’de Arazi Kanunnamesi’nin, 1861’de Maadin Nizamnamesi’nin çıkarılması ve 1887 tarihinden itibaren ise yabancılara 99 yıla kadar imtiyazlar verilmesi bu çabanın önemli adımlarından bazılarıdır. Madencilik sektöründe atılan bu adımlar ve bu yüzyılda Avrupa’da gelişen sanayi için Osmanlı topraklarında bol miktarda maden olduğu yönündeki Avrupa’daki yaygın kanaat sonucunda ise kısa zamanda Anadolu toprakları maden işletmesi yapan yabancı müteşebbislerin akınına uğramaya başlamıştır. İlk olarak 1866–67 tarihinde Katerin kazasında “Şirket-i Aziziyye-i Mısriyye” şirketine maden işletme imtiyazı verilmiş, ikinci olarak da 1871–1872 tarihinde Siroz sancağında “Şirket-i Madeniye-i Osmaniyye”ye linyit madenlerinin işletme imtiyazı verilmiştir.5 İlk olarak kurulan şirketlerden sonra bu tür şirketlerin sayısı artarak Osmanlı coğrafyasının değişik bölgelerinde faaliyet göstermişlerdir. Bu çalışmamızda XIX. yüzyılın ikinci yarısından XX. yüzyılın başlarına kadar olan dönemde maden çeşidi açısından zengin olan Ordu ve Giresun yöresinin bu gelişmelerden nasıl etkilendiğini, yörede çıkarılan madenlerin neler olduğunu ve maden işletmelerinin yöredeki faaliyetlerini incelemeye çalışacağız. Ordu ve Giresun Yöresinde Çıkarılan Madenler Tüm Anadolu toprakları gibi Ordu ve Giresun yöresi de maden çeşidi açısından zengindir ve yörede çok eski tarihlerden beri maden çıkarıldığı bilinmektedir. Demir ve gümüş madeni çok eski dönemlerden beri yörede çıkarılmakta ve işlenmektedir. Geçmişte Giresun’da yaşayan Tirabenler6 burada demir madeni işletmişler, hatta demiri Yunanlılara tanıtmışlardır.7 Bununla birlikte XIII. yüzyıldan XV. yüzyılın ikinci yarısına kadar olan dönemde Anadolu’da şap madeni açısından önemli bir merkez olan Şebinkarahisar’dan Avrupa’ya şap ihraç edilmiştir.8

işçi kıtlığı, gerilemekte olan maden işletmeciliğinin önündeki güçlükleri daha da artırdı. Donald Quataert, Osmanlı Devleti’nde Avrupa İktisadi Yayılımı ve Direniş (1881–1908), Ankara 1987, s. 45; Maden ocaklarında çalışacak yetenekli, bilgili usta ve işçi bulunmasındaki zorluklar, bu işletmelerde çağdaş üretim tekniklerinin uygulanamaması gibi nedenlerden dolayı çoğu işletme zarardan kurtulamıyordu. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapısı, Ankara 1997, s. 9 5 Muharrem Öztel, II. Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Maliyesi, İstanbul 2009, s. 106 6 Tirabenler, Pontos’ta Karadeniz kıyısında Pharnakia’nın yakınlarında yaşayan bir halktır. Adem Işık, Antik Kaynaklarda Karadeniz Bölgesi, Ankara 2001, s. 253 7 Yurt Ansiklopedisi, “Giresun”, C. V, İstanbul 1982–1983, s. 3147 8 Oktay Karaman, “XIX. ve XX. Yüzyılda Giresun ile Çevresindeki Madenler ve Maden İşletmeciliği”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. V, Sayı: 1, (Haziran 2003), s. 63-74 170 KEMAL SAYLAN

Yöredeki madenler yöreyi ziyaret eden yabancı seyyahların da dikkatini çekmiş ve bu nedenle seyyahlar yazdıkları eserlerinde yöredeki madenlere değinmeden geçememişlerdir. Bu durum madenlerin yöre ekonomisi açısından ne kadar önemli olduğunu gösteren önemli göstergelerden biridir. Örneğin; XIX. yüzyılın ilk yarısında yöreyi ziyaret eden Charles Texier yazmış olduğu eserinde Tirebolu nehri havzası ve bu yörenin gümüşlü kurşun madenince zengin olduğunu, Ünye Kazası’nın ise demir madenleriyle meşhur olduğunu ve yöre halkının demircilik ile meşgul olduğunu söylemektedir.9 Yüzyılın sonlarında yöreye gelen Vital Cuinet ise eserinde yörede gümüşlü kurşun, bakır, antimon, manganez ve demir madenlerinin çıkarıldığını kaydetmektedir. Cuinet, yörenin zengin maden yataklarıyla çevrili olduğunu belirttikten sonra iç bölgelerde oturan halkın maden işletmelerinde çalışarak geçimlerini sağladıklarını ifade etmektedir. Cuinet, çeşitli yerlerde bu madenlere ait dehliz ve oyukların hala görülmekte olduğunu belirttikten sonra şöyle devam etmektedir: “Şu anda madenlerin işletilmesi terk edilmiş, kendi haline bırakılmış durumdadır. Çoğu yerlerde arazinin maden damarlarıyla ağ gibi her yana yayıldığını gösteren maden tabakalar bulunmaktadır.” demektedir.10 Osmanlı yazarlarının eserlerinde ve devletin resmi kayıtlarında da yöredeki madenler hakkında bilgi bulmak mümkündür. Şemseddin Sami Kamusu’l-Alâm adlı eserinde Giresun’da çıkarılan madenler hakkında “Karadeniz sevahilinin o ciheti ezmine-i kadimeden beri kesret-i madeniyle meşhur olup, vaktiyle çıkarılmış madenlerin yerleri görülmektedir. Keşap Nahiyesi’nde sahilden üç saatlik mesafede vaki Yivdincik Karyesi’nde pek zengin bir kurşun madeni bulunup, ancak imtiyaz-ı resmiyesi alınamamıştır. Kazanın sair taraflarında dahi simli kurşun, bakır, antimon, manganez, demir ve sair madenler bulunduğu muhakkaktır.” demektedir.11 Devletin resmi kayıtları olan Trabzon Vilayet Salnameleri ve Arşiv Belgeleri de yukarıda adı geçen yazarların ve seyyahların verdiği bilgileri teyit etmektedir. Bu belgeler incelendiğinde Ordu ve Giresun yöresinde çok kaliteli ve çeşitli maden ocaklarının bulunduğunu görebiliriz. Örneğin, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Ordu ile Giresun sınırında çok kaliteli demir,12 Çitlü köyünde kükürt ve çinkoyla karışık kurşun, Tomarlu köyünde kükürtle karışık kurşun, Şanvera ve Çavuş Çayırı mevkiinde kükürt ve demirle karışık bakır, Armutlu ve Damarlı köylerinde gümüşle karışık kurşun,13 Cağnas ve Sağırlı köylerinde bakır,

9 Charles Texier, Küçük Asya, C. III, Çev. Ali Suat, Ankara 2002, s. 205 10 Oktay Karaman, “Seyahatnamelere Göre Giresun”, Giresun Tarihi Sempozyumu (24–25 Mayıs 1996), Bildiriler, İstanbul 1997, s. 171 11 Şemseddin Sami, Kamusu’l- A‘lam, C. V, Tıpkıbasım/Facsimile, Ankara, 1996, s. 3935–3936 12 Buradan çıkarılan demir madeninden kara demir ve nal imal edilmekteydi. İmal edilen kara demir ve nallar Ordu Mal Sandığı’na vergisi ödenerek kaza dâhiline ve bazen Karahisar-i Şarki taraflarına satılırdı. TVS, 1288 (1871), s. 233 13 BOA, A. MKT. NZD, No. 292/85, sene 16 Ra 1276 ORDU VE GİRESUN YÖRESİNDE MADENLER VE MADEN İŞLETMECİLİĞİ 171 (OTAM, 25 / Bahar 2009) gümüş ve kurşun,14 Boztepe ve Alaçam mevkiinde iki adet manganez15, Perşembe nahiyesine bağlı Valvay köyünün Kurtgölü mevkiinde kömür, Yeraşlı, Çalı, Celli ve Saray köylerinde manganez, Naçibe köyünde bakır ve kurşun, Aybastı nahiyesinin Yurt köyünde ise rezervleri tam olarak tespit edilemeyen gümüşle karışık kurşun madeni çıkarılmaktaydı.16 XX. yüzyılın başlarında ise Kirazdere ve Bahariye köylerinde demir,17 Akkilise, Akgiriş, Tarnevara, Yeniköy, Ahtaba köylerinde bakır, gümüş ve kurşun madenleri çıkarılıyordu.18 Aynı şekilde XIX. yüzyılın ikinci yarısında Giresun merkezinde mermer19, Akköy nahiyesinde bir adet demir ile iki adet bakır, Kuzca, Şadi ve Karaburun köylerinde iki adet gümüş, Görele nahiyesine bağlı Çimide köyünde üç adet bakır, Tirebolu Kazası’na bağlı Ağalık ve İsrail isimli bakır madenlerinin bulunduğu mevkide ise maden suyu ocakları bulunuyordu.20 Keşap nahiyesine bağlı Yivdincik köyünde çok zengin bir kurşun21, Çakırlı köyünde Eğrimon Deresi denilen yerde ise gümüş madeni vardı.22 Ordu ve Giresun yöresinde çıkarılan madenlerin isimlerini ve çıkarıldıkları yerleri tablo halinde verdiğimizde şöyle bir tabloyla karşılaşırız. Ordu ve Giresun Yöresinde Çıkarılan Madenler ve Çıkarıldıkları Yerleri Gösterir Tablo

Maden Türü Maden Adı Köy Adı Nahiye Adı Kaza Adı

Gümüş Eğrimon Çakırlı Keşap Giresun Gümüş Cuçan Kuzca Görele Giresun Gümüş Cuçan Şadi Görele Giresun Gümüş Cuçan Karaburun Görele Giresun Gümüş --- Akkilise Hapsemana Ordu Gümüş --- Akgiriş Hapsemana Ordu Gümüş --- Tarnevara Hapsemana Ordu Gümüş --- Yeniköy Hapsemana Ordu Gümüş --- Ahtaba Hapsemana Ordu Demir --- Akköy Merkez Giresun Demir --- Kirazdere Merkez Ordu

14 TVS, 1296 (1879), s. 297 15 Diplomatic and Consular Report on Trade and Finance, Turkey, Trade of Trebizond, No: 878, Year 1891, s. 6 16 TVS, 1309 (1892), s. 321 17 BOA, MV, No. 184/45, sene 20 S 1332 18 BOA, MV, No. 174/17, sene 6 Ra 1331 19 TVS, 1288 (1871), s. 233 20 TVS, 1288 (1871), s. 231 21 Sami, a.g.e, s. 3935 22 Tızlak, a.g.m, s. 22 172 KEMAL SAYLAN

Demir --- Bahariye Merkez Ordu Demir ------Merkez Ünye Manganez --- Boztepe Merkez Ordu Manganez --- Alaçam Merkez Ordu Manganez --- Yeraşlı Perşembe Ordu Manganez --- Çalı Perşembe Ordu Manganez --- Celi Perşembe Ordu Manganez --- Saray Perşembe Ordu Manganez --- Abdal Suyu Piraziz Giresun Bakır İsalı Çimide Görele Giresun Bakır Karaburun Çimide Görele Giresun Bakır Kirlak Çimide Görele Giresun Bakır --- Şadi Görele Giresun Bakır --- Cağnas Hapsemana Ordu Bakır --- Sağırlı Hapsemana Ordu Bakır --- Akkilise Hapsemana Ordu Bakır --- Akgiriş Hapsemana Ordu Bakır --- Tarnevara Hapsemana Ordu Bakır --- Yeniköy Hapsemana Ordu Bakır --- Ahtaba Hapsemana Ordu Bakır --- Naçibe Perşembe Ordu Bakır23 Çavuş Çayırı Şanvera Hapsemana Ordu Bakır24 --- Hark Merkez Tirebolu Bakır --- Sadegöre Merkez Tirebolu Bakır --- Sile? Akköy Tirebolu Bakır --- Oğraca? Akköy Tirebolu Bakır --- Kızılkaya Akköy Tirebolu Bakır --- Ağalık Akköy Tirebolu Bakır --- Karayürek Akköy Tirebolu Bakır --- Keban Akköy Tirebolu Kurşun25 --- Çitlü Hapsemana Ordu Kurşun26 --- Yakacık Ebulhayr Ordu Kurşun27 --- Cefanoz Ebulhayr Ordu Kurşun28 --- Tomarlu Hapsemana Ordu Kurşun29 --- Armutlu Hapsemana Ordu

23 Kükürt ve demirle karışık 24 Kükürtle karışık 25 Kükürt ve çinkoyla karışık 26 Bakır ve gümüşle karışık 27 Bakır ve gümüşle karışık 28 Kükürtle karışık ORDU VE GİRESUN YÖRESİNDE MADENLER VE MADEN İŞLETMECİLİĞİ 173 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Kurşun30 --- Damarlı Hapsemana Ordu Kurşun --- Başalan Hapsemana Ordu Kurşun --- Hulul Ulubey Hapsemana Ordu Kurşun --- Çeterli Hapsemana Ordu Kurşun31 ------Merkez Tirebolu Kurşun --- Şadi Görele Giresun Kurşun --- Yivdincik Keşap Giresun Kurşun --- Yurt Aybastı Ordu Kurşun --- Akkilise Hapsemana Ordu Kurşun --- Akgiriş Hapsemana Ordu Kurşun --- Tarnevara Hapsemana Ordu Kurşun --- Yeniköy Hapsemana Ordu Kurşun --- Ahtaba Hapsemana Ordu Kurşun --- Naçibe Perşembe Ordu Kömür Kurtgölü Valvay Perşembe Ordu Mermer ------Merkez Giresun Maden Suyu Ağalık İsrail Merkez Tirebolu Maden Suyu İsrail İsrail Merkez Tirebolu

Yukarıda isimleri geçen Ordu ve Giresun yöresinde çıkarılan bu madenler yöre ekonomisine önemli katkı sağlamakta ve daha çok kaza dâhilinde satılmakta bazen de civar kazalara ihraç edilmekteydi. Bu madenlerin az miktarda da olsa bir kısmının Avrupa’ya ihraç edildiği görülmektedir. Örneğin; Görele nahiyesinde çıkarılan bakır madeninin büyük bölümü Avrupa’ya ihraç edilmekte, kalan madenin ise bir kısmı kaza dâhilinde işlenmekte bir kısmı da Trabzon ve Şebinkarahisar taraflarına satılmaktaydı.32 Ordu ve Giresun yöresinde çıkarılan bakır, gümüş, demir madenleri, yörede bakırcılık, gümüşçülük ve demircilik gibi zanaatların gelişmesini de beraberinde getirmiştir. Giresun Kazası’nda bakırcılık, kuyumculuk ve demircilik zanaatları gelişirken,33 Görele nahiyesinde tüfek çakmağı, karakulak denilen bıçak ve makas imalatı yaygındı. Ordu Kazası’nda ise bakırcılık, kuyumculuk, kantarcılık zanaatları gelişme göstermişti. Bu zanaatlarla uğraşan

29 Gümüşle karışık 30 Gümüşle karışık 31 Gümüşle karışık 32 TVS, 1288 (1871), s. 231 33 TVS, 1286 (1869), s. 185; İ.Ortaylı tarafından bakırcılık zanaatının ihtiyacı için İngiltere ve Rusya’dan Giresun’a bakır ithal edildiği ifade edilmektedir. İlber Ortaylı, “19. Yüzyılda Trabzon Vilayeti ve Giresun Üzerine Gözlemler”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim, Makaleler 1, Ankara 2000, s. 128 174 KEMAL SAYLAN esnaf kendi ürettikleri tabanca, tüfek, çakmak ve makasları satarak geçimlerini sağlamaktaydı.34 Bu konuda özellikle Ordu Kazası’na bağlı Çambaşı yaylası meşhurdur. Çambaşı yaylası demir madeni açısından diğer yörelerde çıkarılan madenlere göre daha fazla önem arz etmekteydi. Bu nedenle yöre köylüleri arasında balta, girebi,35 orak, nal, semer, üzengi, evlerin temel direkleri, çivi, kapı menteşesi ve birçok ev eşyasına kadar bütün demir malzeme işlemeciliği bu yörede çok gelişmişti. Hatta burada çıkarılan demir yörede bulunan yayla ve obalarda veya Ordu merkeze bağlı Gerce, Osmaniye, Musakırık ve Saraycık gibi orman köylerine gönderilerek işlenmekteydi.36 Ordu ve Giresun Yöresinde Maden İşletmeciliği Ordu Kasabası’nda bulunan Bülbül Deresi mevkiinde ikinci mermer ayarında sertçe ve beyaz bir taşocağı bulunmaktaydı. Bu taşocağında imal edilen taşlar ev yapımında kullanılmakta ve bu taşlardan kireç dahi imal edilmekteydi. Biri Ordu kasabasına yarım saat mesafedeki Boztepe mevkiinde, diğeri Alaçam mevkiinde bulunan verimi % 64 olan iki adet manganez madeni işletmesi vardı.37 Tirebolu limanının 12 mil içinde en az 7 bakır madeni bulunmaktaydı.38 Ancak yıllarca yerli işletmeciler tarafından işletilen bu madenler ruhsatlarının bir süreliğine geri alınması ya da iptal edilmesi, uygun aletler olmaması, ödenek eksikliği ve hükümetin engelleri gibi nedenlerden dolayı tamamıyla durdu. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da gelişen sanayi için Osmanlı topraklarında bol miktarda maden olduğu yönündeki Avrupa’daki yaygın kanaat ve Orman, Maadin ve Ziraat Nezareti’nin kurulmasıyla birlikte tüm Osmanlı topraklarında olduğu gibi yöredeki madenleri tespit etmek ve işletmek amacıyla da yöreye gayrimüslim ve yabancılar akın etmeye başladı. Klasik dönemde daha çok iltizama verilerek çıkarılan, faaliyetleri duran yöredeki madenler39 XIX.

34 TVS, 1288 (1871), s. 247 35 Baltaya benzeyen, baltadan daha küçük olan yöreye özgü kesici bir alettir. 36 Sıtkı Çebi, Ordu Şehri Hakkında Derlemeler ve Hatıralar, İstanbul 2000, s. 49–50 37 Diplomatic and Consular Report on Trade and Finance, Turkey, Trade of Trebizond, No 878, Year 1891, s. 6; Bölgenin maden kaynakları da dahil ekonomik olarak değerlendirilmesi için bkz. Özgür Yılmaz, “19. Yüzyılın İkinci Yarısında İngiliz Konsolos Belgelerine Göre Giresun “1856-1900)”, Uluslararası Giresun ve Doğu Karadeniz Sosyal Bilimler Sempozyumu, 9-12 Ekim 2008, Cilt 1, Ankara 2009, s. 517-536. 38 Diplomatic and Consular Report on Trade and Finance, Turkey, Trade of Trebizond, No 342, Year 1888, s. 4 39 Örneğin; 1562 tarihinde Satılmış, Bazarsuyu, Kürtün, Bayramlu ve Giresun kadılarına gönderilen bir hükümde, bu kadılıklarda kadimden harab ve battal kalmış gümüş ve şab madenlerinin bulunduğu, bu madenleri Behram adlı şahsın tekrar ihya için iltizama istediği belirtilmektedir. M. Hanefi Bostan, “XV-XIX. Yüzyıllarda Giresun Kazası’nın İdari Taksimatı ve Nüfusu”, Giresun Tarihi Sempozyumu, (24–25 Mayıs 1996), İstanbul 1997, s. 457; Yine 1455 tarihli Tahrir defterinde Canik-i Bayram Kazası’nda sayıları pek fazla olmamakla birlikte Küreciyan taifesinin bulunduğu görülmektedir. Ancak ORDU VE GİRESUN YÖRESİNDE MADENLER VE MADEN İŞLETMECİLİĞİ 175 (OTAM, 25 / Bahar 2009) yüzyılın ikinci yarısından itibaren başta Osmanlı vatandaşı olan gayrimüslim ve yabancılar olmak üzere özel müteşebbislere ihaleyle verilmeye başlandı. II. Abdülhamid döneminde 1878, 1885 ve 1906 tarihlerinde madenlerin araştırılması, mülkiyet ve tasarruf şekilleri ile yabancılara verilecek imtiyazların şartlarını belirleyen nizamnamelerin yayınlanması yabancı müteşebbislerin Osmanlı ülkesine olan ilgisini daha da artırdı. Bu gelişmeler sonucu Belçikalı bir zat İstanbul’dan almış olduğu mürûr tezkeresiyle Giresun’a gelerek Yomrahisar ve Homurlu köylerindeki madenler hakkında keşif çalışmalarında bulundu. Yine kesif çalışmaları için Almanya vatandaşı bir kişi de Giresun’da araştırmalar yaptı.40 1888 yılında “Messrs. Swan and Co.” adlı bir İngiliz şirketi faaliyetleri tamamıyla duran ve 160 ton kapasiteye sahip olan Tirebolu civarındaki 7 bakır madeniyle ilgilenmeye başladı.41 XX. yüzyılın hemen başında ise yöredeki bu maden işletmelerinin “Espie Bay Mines Development Syndicate Limited” adlı bir şirketin elinde olduğunu görüyoruz.42 Bu dönemde birçok yerli ve yabancı müteşebbisin yörede maden arama ruhsatı aldığı görülmektedir. 1872’de Naçibe köyünde bulunan bakır ve kurşun madenleri için arama ruhsatı alan Osmanlı vatandaşı Karlo İcid, 1880’de Yeraşlı, Çalı, Saray köylerindeki manganez madenleri için ruhsat alan Fransız Oçermin Galya, 1892’de Sayaca-i Ebul Hayr, Küpdüşen köylerindeki manganez madenleri için ruhsat alan İtalyan Bartzili ve yine 1892’de Büyükalan köyünde bulunan demir madeni rezervlerinin tespiti için maden arama ruhsatı alan Osmanlı vatandaşı Tütünciyan Rafael bunlardan birkaçıdır.43 Yörede yapılan maden arama ve tespiti çalışmalarının sonucunda maden bulan müteşebbisler yöredeki madenlerin işletme haklarını üzerlerine almışlardır. Nitekim, Osmanlı vatandaşı Ezenoğlu Arşavaril?, Hapsemana kazasına bağlı Tomarlu? ve Çitlü köylerinde bulduğu madenin yirmi beş seneliğine işletme hakkını elde etti.44 1872 tarihinde Şebinkarahisar Sancağı’na tabi Lice adındaki simli kurşun madeni sahiplerinden Abraham Todor, madenden çıkaracağı cevherin kal45 ve tasfiyesi defterlerde bunlar hakkında pek fazla bilgi bulunmamakla beraber, bunların bölgede bulunan demir ocaklarını işledikleri, 1455’de Subaşı Musa Bey’in hasları arasında bulundukları daha sonraki dönemlerde ise şehzade hassına dahil oldukları anlaşılmaktadır. Bahaeddin Yediyıldız, Ordu Kazası Sosyal Tarihi, İstanbul 1985, s. 95 40 Karaman, XIX. ve XX. Yüzyılda Giresun.., s. 66 41 Diplomatic and Consular Report on Trade and Finance, Turkey, Trade of Trebizond, No: 342, Year 1888, s. 4 42 Diplomatic and Consular Report on Trade and Finance, Turkey, Trade of Trebizond, No: 2766, Year 1901, s.7 43 TVS, 1309 (1892), s. 321–322 44 BOA, A. MKT. NZD, No. 287/28, sene 4 M 1276 45 Koparma, koparılma, sökme, sökülme; yerinden çıkarma, çıkarılma; temelinden çekip atma anlamlarına gelir. Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara 1998, s. 483 176 KEMAL SAYLAN için Giresun’un Uzundere Köyü’nden Todoroğlu Vasil’in arazisini Şura-yı Devlet’in onayıyla bir kereye mahsus olmak üzere 30 adet 100’lük altın ve kalhanenin46 yapılacağı araziye de senelik 40 kuruş kira verme karşılığında kiraladı.47 1879’da Viçin Efendi, Yakacık ve Cefanos köylerinde bulunan bakır ve gümüşle karışık kurşun madeninin 99 senelik işletme hakkını % 5 vergi ve her yıl 250 lira ödemesi karşılığında elde etti.48 1886 tarihinde Kirkor Yakutçiyan, Giresun Kazası’nın Akköy nahiyesindeki Kavaklıkara, Kurt ve Büyüktepe köylerinde bulunan gümüşle karışık kurşun madeninin işletme imtiyazını,49 1888’de Yunan vatandaşı Mösyö Leonidas, İstanbul Ticaret Odası üyelerinden Dimitraki Efendi’nin kefilliği ile Keşap nahiyesinin Çakırlı, Karabulduk, Valid ve Yivdincik köylerinde bulunan gümüşle karışık kurşun ve antimon madenlerinin 99 senelik işletme imtiyazına sahip oldular.50 Bu dönemde yörede faaliyet gösteren maden işletmeleri ve maden imtiyazı sahibi kişilerin isimleri şöyledir. 1903 ve 1904 Yıllarında Ordu ve Giresun Yöresinde Faaliyet Gösteren Maden İşletmelerini ve İmtiyaz Sahiplerini Gösterir Tablo Senelik Alınan Kaza Nahiye ve İmtiyaz Sahibi İhale Vergi Miktarı Maden (Kuruş) Türü Adı Köy Adı Adı Tarihleri 1903 1904 Sile ve Sebuh David ve 11 Aralık Bakır Tirebolu 4.183 4.183 Oyraca Mösyö Tomas 1901 Kirlik, Sebuh David Lahnaz, Eski 11 Aralık Bakır Tirebolu Efendi ve 6.603 6.603 Kirlik ve 1901 Mösyö Tomas Kızılkaya Karalar, Sebuh David 11 Aralık Bakır Tirebolu Karaarık, Efendi ve 5.163 5.163 1901 Ağalık Mösyö Tomas Sebuh David 11 Aralık Bakır Görele Akköy Efendi ve 1.370 1.370 1901 Mösyö Tomas Sebuh David Bakır Görele Sadeküre 11 Aralık 2.138 2.138 Efendi ve

46 Altın, gümüş ve sair madenleri ve sırmaları eretip külçe haline getirmeğe ve döküme hazırlamağa mahsus ocaklı yere verilen addır. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul 1983, s. 151 47 Oktay Karaman, Giresun Kazası (1850–1900), Erzurum Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, Erzurum 1999, s. 158 48 TVS, 1309 (1892), s. 322 49 Karaman, a.g.t., s. 158 50 Karaman, a.g.t., s. 159 ORDU VE GİRESUN YÖRESİNDE MADENLER VE MADEN İŞLETMECİLİĞİ 177 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Mösyö Tomas 1901 29 Kasım Bakır Görele İsalı Muhtar Efendi --- 1.970 1903 Gümüşlü Bakacak, Kurşun Ordu Viçan Rahniçi 26 Ocak 1883 29.005 --- Cağnaz ve Bakır Gümüşlü Sebuh David 11 Aralık Kurşun Tirebolu Keban Efendi ve 3.328 3.328 1901 ve Bakır Mösyö Tomas Gümüşlü Sebuh David Karaburun, 11 Aralık Kurşun Görele Efendi ve 3.289 3.289 Jujan 1901 ve Bakır Mösyö Tomas Mösyö Manganez Giresun Piraziz 11 Ocak 1880 923 923 Peracivati Gümüşlü Kurşun 19 Kasım Giresun Keşap Mösyö Leonidaz 21.035 --- ve 1901 Antimon TOPLAM 77.037 28.967

Kaynak: TVS, 1321 (1903), s. 480; 1322 (1904), s. 444

Tabloya bakıldığında XX. yüzyılın hemen başında Ordu ve Giresun yöresinde işletimde olan 11 adet maden işletmesinin biri hariç kalan 10’unun gayrimüslim ya da yabancı müteşebbislerin elinde olduğu ve bu maden ocaklarından ağırlıklı olarak Bakır, Kurşun, Manganez ve Antimon madenlerinin çıkarıldığı görülmektedir. Bu dönemde yörede işletilen maden ocakları ve taş ocaklarından devletin aldığı toplam vergi miktarı 122.397 kuruş 50 paradır.51 Yörede çıkardıkları madenlerin bir kısmı yurt dışına ihraç edilmiştir. Örneğin Mösyö Peracivati, imtiyaz sahibi olduğu Giresun’un Piraziz nahiyesinde çıkardığı manganez madeninin 400 tonu 1901 yılında Avrupa’ya ihraç etmiş ve bu satıştan 52.000 kuruş gelir elde etmişti. Yaptığı bu ihracat karşılığında ise devlete 2.600 kuruş vergi vermişti.52

51 1902 yılında Tirebolu maa Görele kazasındaki taş ocakları hasılatı olarak senelik 529 kuruş 20 para, Giresun maa Ordu kazalarında faaliyet gösteren taş ocakların hasılatı 8.377 kuruştur. TVS, 1320 (1902), s. 673; 1903 yılında Tirebolu kazası taş ocakları hasılatı 987 kuruş 10 para, Giresun kazası taş ocakları hasılatı da 6.500 kuruş 20 paradır. TVS, 1321 (1903), s. 951 52 TVS, 1319 (1901), s. 455 178 KEMAL SAYLAN

Yöre ekonomisini canlandırmalarına, yurt dışına ihracat yapmalarına ve devlete önemli miktarda vergi vermelerine rağmen pek çok yabancı şirketin devletle ilişkilerinde önemli güçlüklerle karşı karşıya kaldıkları da bir gerçektir. Yörede faaliyet gösteren yabancı müteşebbisler zaman zaman ruhsat alma konusunda birtakım sorunlarla karşılaşmışlardır. Örneğin 1891’de bazı Alman müteşebbisler bir tanesi Ordu kasabasındaki Boztepe’de diğeri Alaçam mevkiinde bulunan iki manganez madeni ocağını işletmek için geçici ruhsat almışlardı. Bu madenleri idare etmek için ise işletmenin başına Mr. Koerner adında özel bir mühendis getirdiler. Mr. Koerner, başında bulunduğu bu maden ocaklarını işletebilmek için nihai ruhsat almaya çalıştı ancak yoğun gayretlerine rağmen bu işletmeler için nihai ruhsat almayı başaramadı. Bu yoğun çabalarının sonunda 1.000 ton civarında ham madeni transfer etme ve taşıma hakkıyla yetinmek zorunda kaldı.53 Yörede değişik nedenlerden dolayı verilen maden imtiyazlarının feshedildiği görülmektedir. Örneğin; 1862 yılında Ordu kazasının Hapsemana nahiyesinin Tomarlu, Çeterli, Başalan ve Hulul Ulubey mevkilerindeki gümüşlü kurşun madeni ihaleleri iptal edilmiştir.54 1880 tarihinde Piraziz nahiyesindeki Abdal Suyu mevkiinde bulunan manganez madeninin Amerikalı Mösyö Praçivani ile İngiliz Mösyö Lafonten’e verilen imtiyaz hakkı bu şahıslar maden imtiyazı şartnamelerine uymadıkları gerekçesiyle feshedilmiştir. 1886’da Akköy nahiyesindeki Adaköy’deki gümüşlü kurşun madeninin Osmanlı vatandaşı Kirkor Yakutçiyan’a verilen imtiyazı ise Şura-yı Devlet kararıyla iptal edildi.55 Mösyö Zarifi uhdesinde bulunan Giresun’un Çakırlı ve Karabulduk mevkilerindeki gümüşlü kurşun ve antimon madenlerinin ihalesinin bilinmeyen bir nedenden dolayı feshedildiği görülmektedir.56 XX. yüzyılın başlarında daha çok gayrimüslim Osmanlı vatandaşları ve yabancı müteşebbislerin ellerinde bulunan yöredeki maden işletmelerinin yine gayrimüslim ve yabancılar arasında el değiştirdiği görülmektedir. Örneğin 1913’de Hapsemana nahiyesinin Akkilise, Akgiriş, Tarnevara, Yeniköy ve Ahtaba köylerinde İngiliz Mösyö Wilyam Vawson ile iki ortağının işlettikleri bakır ve gümüş karışımlı kurşun madeni ocağının ortaklarından Vawson’un hissesinin yaklaşık % 33’ünü Fransız Mösyö Henri Poski’ye bıraktığı görülmektedir.57 Aynı yıl Bolaman nahiyesinin Zade köyünde bulunan maden ocağını Mösyö Karmiyati birlikte işleten Ahmet Rıfat Efendi hissesinin yarısını

53 Diplomatic and Consular Report on Trade and Finance, Turkey, Trade of Trebizond, No: 878, Year 1891, s. 6 54 Abdülvahap Hayri, İktisadi Trabzon, Yayına Hazırlayan: Melek Öksüz, Trabzon 2008, s. 54–55 55 Karaman, a.g.t., s. 161 56 Abdülvahap Hayri, a.g.e., s. 55 57 BOA, MV, No. 174/17, sene 06 Ra 1331 ORDU VE GİRESUN YÖRESİNDE MADENLER VE MADEN İŞLETMECİLİĞİ 179 (OTAM, 25 / Bahar 2009) bir Fransız’a devretti.58 1914’de Kirazdere ve Bahariye köylerindeki maden ocaklarının işletme hakkına sahip Sekiz Efendi hissesinin % 40’ını Andon İptoyizi’ye, % 40’ını da Kiryako Meyçonaki’ye devretti.59 Yine 1914’de aynı köylerde bulunan maden ocaklarını işletme hakkına sahip Osmanlı vatandaşı Miçonaki ve Andreya maden ocağını İsviçreli Mösyö Alfred Yuvadonor’a sattı.60 Yaşanan bu gelişmeler sonucu XX. yüzyılın başlarına gelindiğinde ülke genelinde işletimde olan maden ocaklarının yaklaşık % 25’ini gayrimüslimler, % 37’sini yabancılar çalıştırmakta, çıkarılan madenlerin % 13’ünü gayrimüslimler ellerinde bulundururken yabancılar da % 67’sine sahip duruma geldiler.61 Ordu ve Giresun yöresinde ise bu oran çok daha yüksek olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Trabzon Vilayet Salnameleri incelendiğinde, elimizdeki İngiliz Konsolosluk raporları ve Arşiv belgelerine bakıldığında yüzyılın başında yörede Türk müteşebbis olarak sadece Giresun’un Görele nahiyesindeki İsalı bakır işletmelerinin imtiyaz sahibi Muhtar Efendi’nin olduğu görülmektedir. Sonuç Yukarıda verdiğimiz bilgilere bakıldığında ele aldığımız dönemde Ordu ve Giresun yöresinin maden çeşitliliği açısından önemli bir zenginliğe sahip olduğu görülmektedir. Bu nedenle yörede çok sayıda maden ocağı açılmış ve işletilmiştir. Yörede çıkarılan madenlere bakıldığında yörede özellikle demir, bakır, kurşun, simli gümüş ve manganez madenlerinin çıkarıldığı görülmektedir. Ordu ve Giresun yöresinin maden açısından zengin olmasına ve yörede çok sayıda maden ocağı bulunmasına rağmen bu ocaklardan yeterince istifade edilememiştir. Maden ocaklarından yeterince istifade edilememesinin en önemli sebeplerinden biri ulaşım sorunudur. Ulaşım imkânlarının iyi olmaması nedeniyle iç bölgelerde çıkarılan madenlerin sahile indirilmesinde büyük zorluklar yaşanmıştır. Sahil bölgelerinde bulunan madenler için ise en önemli sorun ormanların maden bölgelerine uzaklığı oluşturmuştur. Yöredeki madenleri çıkarmak için büyük miktarda yakacağa ihtiyaç duyulmuştur. Yakacağın temin edildiği ormanların maden bölgelerine uzak olması ise maliyetin artmasına neden olmuştur. Ayrıca üretimin az olması, madenci ücretleri ve maden çıkarma masraflarının çokluğu gibi nedenlerle yöredeki birçok maden ocağı ya terk edilmiş ya da faaliyetleri durdurulmuştur. Klasik dönemde daha çok iltizama verilerek çıkarılan yöredeki madenlerin tekrar işletilmelerini sağlamak amacıyla XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren

58 BOA, MV, No. 178/66, sene 24 B 1331 59 BOA, MV, No. 184/45, sene 20 S 1332 60 BOA, MV, No. 193/38, sene 17 Za 1332 61 Devletin son dönemine gelindiğinde yabancıların elinde toplam 272 maden işletme imtiyazı vardı ve bunların 60 tanesi Karadeniz’deydi. Tevfik Çavdar, Türkiye Ekonomisinin Tarihi (1900–1960), Ankara 2003, s. 123–124 180 KEMAL SAYLAN

özel müteşebbislere ihale edilmeye başlandığı görülmektedir. Osmanlı ülkesindeki madenlerin özel müteşebbisler tarafından işletilmeye başlanmasıyla, başlangıçta yerli müteşebbisler tarafından alınan bu işletmeler zamanla gayrimüslimlerin ve yabancıların eline geçmiştir. Bunun en büyük sebeplerini devletin içinde bulunduğu ekonomik durum nedeniyle kârı birinci plânda gören bazı müteşebbislerin maden ocaklarının işletilmesi için daha büyük yatırımlara ihtiyaç duymaları ve yerli sermayedarların da bu sermayeleri bulamamaları nedeniyle bu işletmeleri yabancılara satmak zorunda kalmaları oluşturmuştur. Bu nedenlerle maden işletme imtiyazını alan bazı yerli müteşebbisler, bu dönemde işletme sermayesini bulamamışlar ve bu yüzden işletme hakkını elde ettikleri madenleri gayrimüslim ve yabancılara devretmişlerdir. Birkaçı hariç daha çok küçük ve orta ölçekli işletmelerin bulunduğu Ordu ve Giresun yöresindeki maden ocakları da ülke genelindeki madencilik sektörünün içinde bulunduğu durumdan etkilenmiştir. XX. yüzyılın başlarına gelindiğinde yöredeki birçok maden ocağının işletme hakkını gayrimüslim ya da yabancıların elinde olduğu görülmektedir. Faaliyette bulunan maden işletmelerinin büyük bir kısmının gayrimüslim ve yabancı müteşebbisler tarafından işletilmeye başlanmasıyla birlikte Anadolu’daki madenciliğinde olduğu gibi yöre madenciliği de gittikçe artan bir şekilde dünya ekonomisiyle bütünleşmiştir.

ORDU VE GİRESUN YÖRESİNDE MADENLER VE MADEN İŞLETMECİLİĞİ 181 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

KAYNAKLAR Arşiv Kaynakları BOA, MV No. 184/45; No. 174/17; No. 178/66; No. 184/45; No. 193/38 BOA, A. MKT. NZD No. 287/28; No. 292/85 Vilayet Salnameleri 1286 (1869), Trabzon Vilayet Salnamesi, 1288 (1871), Trabzon Vilayet Salnamesi, 1296 (1879), Trabzon Vilayet Salnamesi, 1309 (1892), Trabzon Vilayet Salnamesi, 1319 (1901), Trabzon Vilayet Salnamesi, 1320 (1902), Trabzon vilayet Salnamesi, 1321 (1903), Trabzon Vilayet Salnamesi, 1322 (1904), Trabzon Vilayet Salnamesi, Yabancı Kaynaklar Diplomatic and Consular Report on Trade and Finance, Turkey, Trade of Trebizond, No: 135, Year 1887 Diplomatic and Consular Report on Trade and Finance, Turkey, Trade of Trebizond, No: 342, Year 1888 Diplomatic and Consular Report on Trade and Finance, Turkey, Trade of Trebizond, No: 549, Year 1889 Diplomatic and Consular Report on Trade and Finance, Turkey, Trade of Trebizond, No: 878, Year 1891 Diplomatic and Consular Report on Trade and Finance, Turkey, Trade of Trebizond, No: 2766, Year 1901 Kitap ve Makaleler ABDÜLVAHAP, Hayri, İktisadi Trabzon, Yayına Hazırlayan Melek Öksüz, Trabzon, 2008. BOSTAN, M. Hanefi, “XV-XIX. Yüzyıllarda Giresun Kazasının İdari Taksimatı ve Nüfusu”, Giresun Tarihi Sempozyumu, (24–25 Mayıs 1996), İstanbul, 1997. ÇADIRCI, Musa, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri’nin Sosyal ve Ekonomik Yapısı, Ankara, 1997. ÇAVDAR, Tevfik, Türkiye Ekonomisinin Tarihi (1900–1960), Ankara, 2003. 182 KEMAL SAYLAN

ÇEBİ, Sıtkı, Ordu Şehri Hakkında Derlemeler ve Hatıralar, İstanbul, 2000. DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara, 1998. IŞIK, Adem, Antik Kaynaklarda Karadeniz Bölgesi, Ankara, 2001. KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, C. VIII, Ankara, 1995. KARAMAN, Oktay, “Seyahatnamelere Göre Giresun”, Giresun Tarihi Sempozyumu (24– 25 Mayıs 1996), Bildiriler, İstanbul, 1997. KARAMAN, Oktay, “XIX. Ve XX. Yüzyılda Giresun ile Çevresindeki Madenler ve Maden İşletmeciliği”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. V, Sayı 1, (Haziran 2003). KARAMAN, Oktay, Giresun Kazası (1850–1900), Erzurum Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Erzurum, 1999. KÖSE, Osman, “XIX. Yüzyılda Gümüşhane Madenleri”, Trabzon ve Çevresi Uluslararası Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu (3–5 Mayıs 2001), C. I, Trabzon, 2002. ORTAYLI, İlber, “19. Yüzyılda Trabzon Vilayeti ve Giresun Üzerine Gözlemler”, Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim, Makaleler 1, Ankara, 2000. ÖZTEL, Muharrem, II. Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Maliyesi, İstanbul, 2009. PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul, 1983. QUATAERT, Donald, Osmanlı Devleti’nde Avrupa İktisadi Yayılımı ve Direniş (1881–1908), Ankara, 1987. ŞEMSEDDİN SAMİ, Kamusu’l -A‘lâm, C. II, Tıpkıbasım/Facsimile, Ankara, 1996. TEXİER, Charles, Küçük Asya, C. III, Çev. Ali Suat, Ankara, 2002, TIZLAK, Fahrettin, “XIX Yüzyılın Ortalarında Osmanlı Maden Yatakları”, Belleten, LX/229. Aralık, 1996. YEDİYILDIZ, Bahaeddin, Ordu Kazası Sosyal Tarihi, İstanbul, 1985. YILMAZ, Özgür, “19. Yüzyılın İkinci Yarısında İngiliz Konsolos Belgelerine Göre Giresun “1856-1900)” , Uluslararası Giresun ve Doğu Karadeniz Sosyal Bilimler Sempozyumu, 9-12 Ekim 2008, Cilt 1, Ankara, 2009. Yurt Ansiklopedisi, “Giresun” Maddesi, C. V, İstanbul, 1982–1983.

I. Dünya Savaşı Yaklaşırken Osmanlı-Fransız İlişkilerinde Yakınlaşma Girişimleri: Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti ve Cemal Paşa’nın Paris Seyahati

Attempts To Establish Close Relations between the Ottomans And France On The Verge Of World War I: The Franco - Turco Friendship Association and Cemal Pasha’s Trip to Paris

Salih Tunç*

Özet XX. yüzyıl başlarında Fransa, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çok büyük ve önemli menfaatler elde etmiş bir devlet haline gelmişti. Fransızlar, çeşitli vesilelerle edindikleri imtiyazlar sayesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle Asya vilayetlerinde hatırı sayılır bir güç olmuşlardı. Fransızlar’ın bu konumlarını XIX. yüzyılın sonlarına kadar diğer rakiplerine göre daha etkin bir şekilde sürdürdükleri bilinmektedir. 1908 Jön Türk Devrimi Osmanlı-Fransız ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Jön Türk Devrimi’yle birlikte, Abdülhamit Rejimi’nin etkisizleştirilmesi, kimi Jön Türkler’in Fransa’ya yakınlıkları, Fransa adına olumlu gelişmeler olarak yorumlanmışsa da 1910 Borçlanma sorunu ilişkilere bir gölge düşürecektir. Borçlanma sorununun yanı sıra cereyan eden diğer bazı siyasal gelişmeler Fransa’yı, Doğu’daki çıkarlarını korumaya ve Alman nüfuzuna karşı bir dizi tedbirler almaya sevk etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları’ndan büyük bir yenilgiyle çıkması, Fransa’yı, İmparatorluğun parçalanması ihtimali üzerinde düşündürürken, Jön Türk liderlerini de bir takım siyasi ittifak arayışlarına yöneltmiştir. Bir taraftan Osmanlı İmparatorluğu topraklarında Büyük Güçler’in nüfuz rekabeti, diğer taraftan giderek artan bloklaşma, İttihatçı yöneticileri endişelendirmekteydi. Bu durum karşısında İttihat ve Terakki yöneticileri İngiltere ve Rusya nezdinde ittifak arayışında bulunmuşlardır. İngiltere ve Rusya nezdinde yapılan ittifak tekliflerinin olumsuz sonuçlanması üzerine, Osmanlı Devleti, Fransa ile yakınlaşma ve bir ittifak yapmayı deneyecektir.

* Yrd. Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Antalya, e-mail: [email protected]

184 SALİH TUNÇ

Bu bakımdan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın gerek kurmuş olduğu Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti, gerekse savaştan az önce Paris’e yapmış olduğu seyahat, etkin bir İtilaf gücü ile yakınlaşmak ve bir ittifakı gerçekleştirmeye yönelik çabalar olarak anlaşılmalıdır. Anahtar Kelimeler: Cemal Paşa, Türk-Fransız İlişkileri, İttihat ve Terakki, Jön Türkler, I. Dünya Savaşı Abstract At the beginnings of XX. century, France was of a country obtained very large and important benefits on the Ottoman Empire. French became a considerable force, especially in the Asia provinces of the Ottoman Empire, thanks to the privileges acquired with several occasions. French continued this position in an active way compared to the other competitors until the end of XIX. century. The Young Turk Revolution (1908) was an important landmark in the Ottoman-French relations. The passivation of Abdulhamit regime with the Revolution of Young Turk and the proximity of some Young Turks to France were thought as positive developments for France. On the other hand, the problem of debt dropped a shadow on relations in 1910. In addition to the problem of debt, France had to take a series precaution due to some political developments happened to conserve the French benefits in the Orient and against the German influence. The defeat of the Ottoman Empire in Balkan Wars was thought the French over the possibility of fragmentation of the Empire and directed the Young Turk leaders to the search of some political alliances. On the one hand, the influence competition of Great Powers in the land of the Ottoman Empire, on the other hand, the increase in the formation of blocks disturbed the administrators of Unionists. Because of this situation, the administrators of Union and Progress quested for an alliance with England and Russia. After the alliance proposals to England and Russia were resulted negatively, the Ottoman Empire tried to achieve the similar alliance quest with France. In this respect, both the France-Turkey Committee founded by the Minister of the Navy Cemal Pasha and his journey to Paris made just before from the war were understood as attempts intended for an alliance quest with an effective the Triple Entente. Keywords: Cemal Pasha, Turkish-French Relations, Union and Progress, Young Turks, I. World War

Giriş XX. yüzyılın başlarına gelindiğinde Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nda diğer Büyük Güçlere oranla çok daha büyük ve önemli menfaatleri elde etmiş bir devletti. Başta Suriye ve Filistin toprakları olmak üzere bugünkü Lübnan’ın da

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 185 (OTAM, 25 / Bahar 2009) dâhil olduğu geniş bir coğrafyada Fransa, âdeta yerleşik bir güç konumunda bulunmaktaydı. Fransız hükümetleri XVI. yüzyıldan beri Katolik Kilisesi’ni himaye hakkına sahip olduklarını düşünmekteydi. Çeşitli vesilelerle edindikleri imtiyazlar sayesinde, Fransız girişimci ve misyonerleri kutsal toprakların da dâhil olduğu Osmanlı Asyası’nın önemli bir bölümünde, ekonomik ve ticari kurumların yanı sıra, Fransızca konuşan geniş bir Katolik Cemaat’in oluşmasını sağlayacak yaygın bir dini müessese, okul ve hastane ağını yerleştirmişti. Fransız şirketleri İmparatorluğun çeşitli yerlerindeki demiryolu hatları ile limanların inşâ ve işletilmesi, madenlerin çıkarılması ve işletilmesi gibi sınaî ve endüstriyel alanların dışında bankacılık ve finansal faaliyetler gibi ticari ve ekonomik bakımdan da Fransa, Osmanlı İmparatorluğu ile derin ve karmaşık bir ilişkiler ağına sahip bulunmaktaydı. Özellikle Osmanlı Asyası’nda diğer Büyük Güçlerin etkileri arttıkça, yüzyıllardan beri süre gelen kurumsal üstünlüğü sarsıldıkça, Fransa, nüfuzunu gittikçe daha çok ekonomik çıkarlarına yöneltmeye başladı. Öyle ki Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Fransız nüfuzu ekonomik faaliyetlerle özdeşleştikçe, bankerler ve sanayiciler politika oluşturmada önemli ölçüde söz sahibi oldular.1 Bununla birlikte bu yeni gelişmeyle, Fransa’nın Osmanlı politikasının oluşumunda büyük ölçüde rol oynayan Quai d’Orsay’ın Siyasi ve Ticari İşler Direktörlüğü’nün yanı sıra etkili diğer birimlerinin belirleyiciliği bertaraf edilmiş değildir. Fransa’nın Osmanlı Devleti’yle olan ilişkilerinde 1908 Jön Türk Devrimi önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Zira, Fransa ile olan ekonomik, mali, siyasi vb. alanlardaki çok karmaşık ve detaylı ilişkilere rağmen, Hamidien Rejimin Fransa’ya yönelik mesafeli yaklaşımı devrimle birlikte ortadan kalkmış ve Osmanlı idaresinde, Fransız Devrimi prensiplerinden fikren ilham aldıklarını belirten bir kadro etkili olmaya başlamıştır. Bu gelişme Fransa nezdinde, Alman Weltpolitiki’ nin Osmanlı Asyası’nı da kapsayan yayılmasına karşı engelleyici bir unsur olarak değerlendirilse de, 1910 borçlanma krizi Türk-Fransız ilişkilerinde bir kırılma yaratacaktır. Bununla birlikte 1910-1914 yılları arasında iki ülkenin ilişkileri dikkate alındığında, ekonomik ilişkiler gücünü korumuşsa da, İmparatorluk üzerinde, özellikle finansal bakımdan bir Fransız kontrolünün hâkim olduğu görülmektedir.2 Siyasal durum bakımından Fransa genel olarak, en azından Harb-i Umumi’nin çıkışına kadar bölgedeki çıkarları için tek başına yeterli olduğunu düşündüğü imparatorluğun toprak bütünlüğünün korunması ilkesine kısmen

1 L. Bruce Fulton, “Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Editör: Marian Kent, Çev: Ahmet Fethi, Tarih Vakfı Yay. İstanbul 1999, s.166. 2 Osmanlı İmparatorluğu üzerinde finansal kontrol hakkında bkz. Jacques Thobie, İntérêts et İmpérialisme Français dans l’Empire Ottoman(1895-1914), Publications de la Sorbonne Imprimerie Nationale, Paris 1977, s.615-621.

186 SALİH TUNÇ bağlı kaldığı belirtilir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları’nda yenilmesinden sonra, Fransız diplomat ve siyasetçileri İmparatorluğun parçalanma olasılığını ciddi bir şekilde düşünmeye başladılar.3 Bir taraftan Almanların Doğu’ya yayılma ve nüfuz arayışları, diğer taraftan Trablusgarp Savaşı ve Balkanlardaki gelişmeler, Fransa’yı bazı girişim ve tedbirlere sevk etti. Bu girişim ve tedbirlerden biri de Doğu’ya yönelik çeşitli heyet ve baskı guruplarının oluşturulmasıdır. Bu cümleden olmak üzere oluşturulan baskı guruplarından “Doğu’da Fransız Çıkarlarını Koruma Komitesi/Le Comité de Défense des Intérêts Français en Orient Fransız Hariciyesi’ne kuvvetli veriler sağlamak üzere vakit geçirmeksizin faaliyetlerine başladı.4 Bu arada Balkan Savaşları’nın yarattığı ağır tahribatla Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma ihtimalinin belirginleşmesi, İttihat ve Terakki yöneticilerini giderek bloklaşan dünyada bazı diplomatik girişimlere ve ittifak arayışlarına sevk etti. Haziran 1913’te Osmanlı Devleti, Tevfik Paşa vasıtasıyla İngiliz –Türk İttifakı konusunu yeniden açarak, Sir Edward Grey’e, Türkiye’nin Ekim 1911 tarihli teklifini ve Türk-İtalyan barışı sağlanınca konuyu görüşmeye hazır olacağına ilişkin geçmiş ifadesini hatırlatmışsa da, bu girişimden olumlu bir cevap yerine Türkiye’yi tarafsız tutmaya yönelik bir İngiliz siyasetiyle karşılaşmıştır.5 Harb-i Umumi yaklaşırken bir diğer ittifak teklifi, Osmanlı Devleti’nin Kırım’ı kaybından sonra uyguladığı geleneksel bir görevi ifâ etmek üzere, Yalta’da bulunduğu sırada, Dâhiliye Nazırı Talat Bey tarafından bizatihi Rus Hariciye Nazırı S. Sazonov’a iletilmiştir.6 Talat Bey’in bu önerisi, Rusların Osmanlı toprakları ve Boğazlar üzerindeki emellerinden vazgeçmesini gerektireceğinden, Rusya’nın Osmanlı Elçisi’nin Osmanlı –Alman

3 A.L. Macfie, Osmanlı’nın Son Yılları, 1908-1923, Çev. Damla Acar, Funda Soysal, Kitap Yayınevi, İstanbul 2003, s.118-119. 4 Fulton, “Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu”, s.184. Eski Dışişleri Bakanları’ndan Alexandre Ribot başkanlığında Aralık 1911’de kurulan Komite’nin üyeleri arasında P. Deschanel, D. Cochin, G. Hanotaux, J. L. Barthou ve Maurice Pernot gibi Fransız Hariciyesi ve siyasetinin etkili isimleriyle Fransız Akademisi’nin kimi etkin üyeleri bu oluşumda yer almışlardır. Komite’nin faaliyetleri hakkında bkz. Salih Tunç, “II. Meşrutiyet Dönemi’nde Batılı Büyük Güçler’in Osmanlı Asyası’nda Nüfuz Mücadelesi: Doğu’da Fransız Çıkarlarını Koruma Komitesi ve Pernot Misyonu”, Prof. Dr. Fahir Armaoğlu’na Armağan, Editör, Ersin Embel, TTK. Yayını, Ankara 2008, s.291. 5 Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Çev. Fatmagül Berktay(Baltalı), Kaynak Yayınları, İstanbul 1999, s.155-156. 6 “…Yemek sırasında yanımda oturan Talat Bey az konuştu ve kafası meşgul gibiydi. Yemek sonunda, karaya dönmeye hazırlandığım sırada, bana doğru eğildi ve işitilmemek için alçak sesle: Size çok ciddi bir teklifte bulunmak zorundayım. Rus Hükümeti Türkiye ile bir ittifak imzalamayı istemez miydi? Bu beklenmedik konuşmadan şaşkına döndüğümü itiraf etmeliyim…” Kader Yılları, S. Sazonov’un Anıları, Rusya Dışişleri Eski Bakanı (1910-1916), Çev. Betil Önuçak, Yayına Haz. Sabahattin Özel, Derin Yay., İstanbul 2002, s.160.

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 187 (OTAM, 25 / Bahar 2009) yakınlaşmasını önleyecek tek çarenin kabulü için St. Petersburg üzerindeki ısrarına rağmen olumlu karşılanmamıştır.7 İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kimi liderlerinin Üçlü İtilaf Devletleri’yle yakınlaşmayı esas alan bu siyasetleri doğrultusunda, güçlü mali kaynakları ve gelişmiş savaş endüstrisi ile Fransa, özel bir yer tutmaktaydı. Yüzyıllardan beri süregelen tarihsel dostluk ile ekonomik, ticari, mali, idari, kültürel ve eğitim alanlarındaki derin ilişkilerin, savaş yaklaşırken yeniden karşılıklı siyasi bir yakınlaşmayı sağlayabileceği, hatta bir ittifakı davet edebileceği düşünülmüş olmalıdır. Hiç şüphesiz böylelikle, aynı blokun içinde yer almış olan Rusya’nın da Fransa tarafından frenleneceği varsayılmıştır. Bu bakımdan Osmanlı İmparatorluğu 1914 Baharına doğru, Osmanlı-Fransız Finans Antlaşması’nın da sağladığı olumlu siyasal iklimde Fransa ile yakınlaşmayı esas alan iki önemli girişimde bulundu. Bu girişimin birincisi, Bahriye Nazırı Cemal Paşa tarafından Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti (Le Comité France –Turquie)’nin kurulması, ikincisi ise yine Cemal Paşa’nın Fransız Hükümeti’nin davetiyle, savaştan az önce Paris’e bir seyahat gerçekleştirmiş olmasıdır. Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti’nin Kurulması Mahmut Şevket Paşa Suikastı’ndan sonraki süreçte İttihat ve Terakki kadrosunun önde gelen liderleri arasında ateşli bir Fransız taraftarı olarak bilinen Bahriye Nazırı Cemal Paşa, savaş yaklaşırken Fransa’yla olan ilişkileri yeniden canlandırmayı ve iki devlet arasındaki siyasi ilişkileri yakınlaştırmayı amaçlamıştı. Bu amaç doğrultusunda Cemal Paşa, İstanbul ve Paris’te karşılıklı genel merkezleri bulunacak bir dostluk cemiyetinin 1914 Martı’nda kuruluşuna öncülük yaparak Fransa’nın yakın ilgisini çekmeyi başarmıştı.8 Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti’nin İstanbul Şubesi’nin Başkanı Cemal Paşa, Paris’te oluşturulacak Şubesi’nin başkanı ise Fransa’nın Hariciye eski Nazırı ve şimdiki milletvekili Mösyö Cruppi olacaktı. Cemiyet’in İstanbul teşkilatına ait nizamnamesini hazırlayacak olan heyette İstanbul’da yaşayan birçok Türk ve Fransız önde gelen şahsiyet yer almıştı. Cemal Paşa, Cemiyet’in kuruluşu hakkında Hatıraları’nda şu görüşlere yer vermektedir: “Cemiyet’in kuruluş amacı o kadar genişti ki, nizamnâmesi hakkıyla tatbik ve takip olunursa bir iki sene zarfında Fransız- Türk münasebetlerinde memnuniyete değer bir iyileşme görülecekti. Bununla beraber bütün bu teşebbüslerden maksadımız, hayati menfaatlerimizin elde edilmesine teşebbüs ettiğimiz sırada Fransız basının ve kamuoyunun, onlara dayanarak Fransız siyasetinin lehimize

7 Haluk Ülman, Birinci Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Savaş, İmge Kitabevi, Ankara 2002, s.311. 8 Cemal Paşa, Hatıralar, hazırlayan: Alpay Kabacalı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2001, s.123-124. Halit Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, yayına hazırlayan: Nur Özmel Akın, Özgür Yayınları, İstanbul 2003, s.705-706. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1988, c.II, s.536.

188 SALİH TUNÇ

gelişmesini sağlamaktan ibaret olduğunu, her fırsattan istifade ile sefir Mösyö Bompard’a söylemekten geri durmazdım”9 Belirtildiği üzere Cemiyet’in kuruluş amaçları doğrultusunda çalışmalarını yürütmesi için, ilkin Cemal Paşa’nın müessisin adını verdiği bir kurucular kurulu oluşturulmuştur. Kurucular kurulu ilk iş olarak Cemiyet’in İstanbul şubesine ait nizamnâmesini hazırlamakla görevlendirilmişti. Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti’nin kurulması ile Fransız Hükümeti’nin yakından ilgilendiği anlaşılmaktadır. Fransa’nın İstanbul Büyük Elçisi Bompard, bahse konu Cemiyet hakkında Bakanlığına yazdığı ayrıntılı raporunda şu ifadelere yer vermiştir: “Fransa’ya yönelik sempati ve yakınlığıyla bilinen Bahriye Nazırı Cemal Paşa bu konudaki eksikliği gidermek ve Fransa için yakınlığını göstermek için Fransa- Amerika Komitesi’ne benzer bir cemiyet kurmak gayesiyle bir inisiyatif almış bulunuyor. Bahse konu cemiyet Türkiye-Fransa Komitesi adı altında olacak ve iki ülke arasında entelektüel ve ekonomik ilişkileri geliştirmek yönündeki faaliyetlerle yükümlü olacaktır. Bahriye Nazırı’nın inisiyatifinde oluşturulan dostluk cemiyetinin kuruluşunda ilk dikkati çeken saygın ve önde gelen isimler arasında, Teşrifât-ı Umumiye Müdürü İsmail Cenani Bey, Mabeyn eski I. Kâtibi Halit Ziya Bey, Nafia Nazırı Hallaçyan Efendi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en nüfuzlu üyelerinden biri olan Doktor Nazım Bey ve İstanbul Mebusu İsmet Bey bulunmaktadır”.10 Fransa’nın İstanbul Büyük Elçisi Bompard’ın raporuna göre Fransa- Türkiye Dostluk Cemiyeti ilk toplantısını 2 Nisan 1914 tarihinde Bahriye Nazırlığı’nda gerçekleştirdi. Anılan toplantıya yukarıda belirtilen saygın isimlerden başka, muayyen sayıda ve saygınlıklarıyla bilinen Türk ve Fransız şahsiyetler de Cemal Paşa tarafından davet edilmişlerdi. Büyük Elçi Bompard, “adı geçen şahıslar tarafından teşebbüs edilerek oluşturulmuş bu eserde gördüğüm yarar ve menfaatin bir ifadesi olarak sefaretimizden yetkili iki diplomatik görevliyi toplantıya iştirak etmeleri için görevlendirdiğini”11 belirterek kurulan cemiyeti onayladığını göstermekteydi. 2 Nisan 1914 tarihli toplantıda Cemal Paşa, söz konusu teşebbüsünün amaçlarını açıkladıktan sonra, cemiyetin gelecekteki nizamnâmesini hazırlamakla yükümlü kurucular kurulunu belirlemek ve yönetim kurulunu mevcut davetlilerden oluşturmak konusunda, en kısa sürede tatmin edici sonucun elde

9 Cemal Paşa, Hatıralar, s.123-124. 10 Les Archives du Ministère des Affaires Etrangères(Paris)[M.A.E.], “Fransa’nın İstanbul Sefiri M. Bompard’dan Dışişleri Bakanı’na Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti konusunda rapor” Turquie, Nouvelle Série(n.s), v.492, nr. 241, 19 Nisan 1914, s.1, bkz. Ek -1. 11 M.A.E., “Bompard’dan Dışişleri Bakanına Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti Konusunda Rapor”, s.2.

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 189 (OTAM, 25 / Bahar 2009) edilmesini dile getirmiştir. Cemal Paşa’nın önerisiyle belirlenen kurucular kurulu şu şahıslardan oluşmuştur: “Halit Ziya Bey Başkan, Duyun-ı Umumiye İdare Meclisi Başkanı M.de la Boulinière, Başkan yardımcısı olarak görevlendirilmişlerdir. İllustration muhabiri M. Rémond ile Duyun-ı Umumiye Katib-i Umumisi Vahit Bey sekreterlik görevini birlikte, Alliance Française’in sekreteri M.Bossy ise saymanlık görevini ifâ edeceklerdir.”12 Bompard raporunda, hazırlanmakta olan Cemiyet Nizamnâmesi hakkında da kısa bir değerlendirmede bulunduktan sonra, Cemiyet’in ilgili kurulları kesin olarak oluşur oluşmaz, kesin listeyle birlikte hazırlanan nizamnâmenin bir nüshasını derhal Bakanlığa ulaştıracağını beyân etmiştir. Bompard, İstanbul’daki oluşumdan sonra Cemiyet’in Paris şubesinin de, bundan böyle yakın bir zamanda kurulması gerektiğini belirtmiş; başkanlık görevini yürütmesi için rica edilecek kişilerin muhakkak saygın politik şahıslardan seçilmesinin önemine işaret etmiştir. Cemiyet’in kurulması onurunu paylaşmada bir ihtiyatlılık ve tereddüt göstermeksizin en iyi şekilde bu oluşumun bakanlıkça destekleneceğinden şüphe etmediğini belirten Büyük Elçi Bompard, bununla birlikte, entrikacı şahsiyetlerin cesaretini kırmak, yanlış anlamalardan kaçınmak bakımından Cemiyet’in menfaatlerine uygun olacak amaçları gerçekleştirmek için, yapılacak atamalardaki hassasiyetlere dikkat çekmiştir. Bu bakımdan Fransız Elçisi Bakanlığı’na, Paris’teki Türk Büyük Elçiliği ile uyumlu hareket etmenin önemi konusunda uyarıda bulunmayı gerekli görerek raporunu şu sözlerle tamamlamıştır: “…Cemiyet’in kurulmasıyla ilgili her konuda ve özellikle Türk şahsiyetlerin seçiminde Fransa’da ikâmet eden kişilerin Cemiyet’e davet edilmelerinin uygun olacağını, Ekselansları tüm dikkatinizi bu nokta üzerine davet etmeme müsaade ediniz”.13 Fransa’nın İstanbul Büyük Elçisi M. Bompard, Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti hakkında oldukça müspet kanaatlerini ve uyarıcı görüşlerini içeren 19 Nisan 1914 tarihli üç sayfalık raporundan sonra, 29 Nisan 1914 tarihli bir başka yazıyla da, Cemiyet’in Nizamnâmesi’nin hazırlanarak kesinleştiği konusunda Bakanlığı’nı bilgilendirmişti.14

12 M.A.E., “Bompard’dan Dışişleri Bakanı’na Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti Konusunda Rapor”, s.2. Ayrıca, Tanin gazetesine göre görevlendirmeler için bkz.Tunaya, Siyasal Partiler, c.II, s.536. Uşaklıgil, Cemal Paşa’nın Cemiyet’in fahri başkanlığını üslendiğini, kendisinin de fiili riyasete geçirildiğini belirmektedir. Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, s.706. 13 M.A.E., “Bompard’dan Dış İşleri Bakanı’na Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti Konusunda Rapor”, s.3. 14 M.A.E. “Fransa’nın İstanbul Büyük Elçisi Bompard’dan Dışişleri Bakanı’na Fransa- Türkiye Dostluk Cemiyeti’nin Nizamnâmesi Hakkında”, Turquie, n.s, v.492, nr.267, 29

190 SALİH TUNÇ

Bompard’ın 29 Nisan tarihli yazısı kısa bir bilgilendirmeyi ifade etmekle birlikte, bahse konu yazının beş sayfadan oluşan ekinde, Cemiyet’in İstanbul Şubesi’ne ait nizamnâme metni bulunmaktaydı. Cemiyet’in İstanbul Şubesi’ne ait nizamnâmesinin, yazı ekinde sunulmuş olması, Paris’te kurulacak olan bir diğer şube için, bütünüyle âmir bir bağlayıcılığı bulunmamakla birlikte, örnek bir nüsha olması ve Bakanlığın Cemiyetle ilgili daha açık ve kesin bir şekilde bilgilendirilmesi bakımından önemli görülmüştü. Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti İstanbul Şubesi’nin Nizamnâmesi M. Bompard’ın 29 Nisan 1914 tarihli yazısının ekinde sunulan beş sayfalık nizamnâme toplam dört fasıl ve içlerinde fıkraları da barındıran yirmi temel maddeden oluşmaktadır. Nizamnâmenin ilk faslında Cemiyet’in Amaçları dört fıkra halinde açıklanmış bulunuyor. Nizamnâmeye göre cemiyetin amacı, iki ülke arasındaki entelektüel, endüstriel ve ekonomik ilişkileri geliştirmek, mevcut endüstriyel ilişkilerle ilgili bir bilgi merkezi oluşturmak ve Osmanlılar ile Fransızlar’ı ilgilendiren, iki ülkenin entellektüel ve ekonomik hayatının özelliklerini içeren konularda cemiyet üyelerini bilgilendirmeye yönelik olmak üzere İstanbul ve Paris’te bülten yayınlamak şeklinde belirlenmiştir. Bunların dışında Osmanlı ve Fransız tüccar ve bilginleriyle, turistlerinin, iki ülkenin birbirlerine yakınlaşmasını cazip kılacak şekilde seyahatlar düzenlemeleri; Türkiye’nin Fransa’da, Fransa’nın Türkiye’de, özel yayınlar vasıtasıyla daha iyi tanıtılmasını sağlamak ve Fransa’ya Osmanlı öğrencilerinin eğitim ve araştırma yeteneklerini geliştirilmesi için gönderilmesi, Cemiyetin amaçları arasında yer almıştı.15 Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti Nizamnâmesi’nin ikinci faslını oluşturan İdare ve Görev başlığı altında ise Cemiyet’in biri Paris, diğeri İstanbul olmak üzere iki şubeden oluştuğu, İstanbul Şubesi’nin merkezinin, İstanbul Kızılay Cemiyeti’nin lokalleri olduğu el yazısıyla kaydedilmiştir. Cemiyet’in İstanbul Şubesi, gönüllü üyeler, kurucu üyeler ve doğal üyelerden oluşmakta, doğal üye olmak için yönetim kurulundan iki üyenin önerisinin bu kurul tarafından kabul edilmesi ve cemiyete yıllık yirmi kuruş aidat ödemeleri; gönüllü üye olmak isteyenlerin de, en az bir defaya mahsus olmak üzere on Türk Lirası bağışta bulunmaları gerekmekteydi.16 Nizamnâmeye göre Cemiyet üyeliği vasfının kaybedilmesi “istifa edilmesi halinde, yönetim kurulu tarafından ağır bir takım gerekçelerin bildirilmesi yoluyla üyelikten düşürülmek; ve bir de yıllık verilmesi gereken aidatların ödenmemesi halinde” mümkün olabilmektedir. İstanbul ve Paris’ten oluşacak her iki şubenin, bir denetleme

Nisan 1914. Nizamnâmenin tam başlığı “Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti,İstanbul Şubesi’nin Tüzük Hükümleri” şeklindedir, bkz. Ek-2. 15 M.A.E. “Bompard’dan Dışişleri Bakanı’na Cemiyet Nizamnâmesi Hakk.” Ek -1.sf. 16 M.A.E. “Bompard’dan Dışişleri Bakanı’na Cemiyet Nizamnâmesi Hakk.” Ek-1.-2.sf.

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 191 (OTAM, 25 / Bahar 2009) kurulu olacak, bu kurulun başkan ve başkan yardımcıları Cemiyet’in yönetim kurulu tarafından tayin edilmiş olacaktır. Bu bakımdan denetleme kurulu üyeliği ünvanı, Cemiyet’i taşıyabilecek yetenekte, Cemiyet’in savunduğu değerlere karşı yakınlıkları bilinen şahsiyetlerden olmak üzere, yönetim kurulu tarafından verilecektir. Cemiyet’in her iki şubesinin 30 üyeden oluşan bir yönetim kurulu tarafından idare olunacağı, İstanbul Şubesi’nin yönetim kurulunun, bu şubenin üyelerinden oluşan genel kurul tarafından dokuz yıl için seçileceği, yönetim kurulu üyeleri arasından bir başkan, bir başkan yardımcısı; Fransız gurubu için bir genel sekreter, Türk gurubu için de bir başka genel sekreter ve bir sayman seçilerek başkanlık kurulunun oluşturulacağı nizamnâmede esasa bağlanmıştır.17 Nizamnâmenin oldukça ayrıntılı hükümleri içeren bu faslında, yönetim kurulunun başkanın davetiyle her iki ayda bir en az bir defa olmak üzere toplanması, kararların geçerli olabilmesi için toplantıda 2/3 oranında çoğunluğun hazır bulunması, her toplantı seansı için Türkçe ve Fransızca dillerinde resmî tutanak tutulması ve bu dokümanların her iki genel sekreterler ile başkan tarafından imzalanması zorunlu kılınmış; ayrıca her iki şubenin bir kadınlar komitesi kurabileceği, İstanbul Şubesi’nin kadınlar komitesi üyelerinin bu şubenin yönetim kurulu tarafından belirleneceği kaydedilmiştir. Nizamnâmenin 13.maddesi Cemiyet’in yönetim kurulunun rutin görevleri yerine getirmek üzere temsil yetkisi ve harcamayla ilgili takip edilecek usulleri, 14. maddesi Cemiyet’in kurucular kurulu ile yönetim kurullarında görevli üyelerin karşılıksız görev yapmaları esası, madde 15’te ise, İstanbul Şubesi’nin genel kurulunun bu şubede kayıtlı bulunan bütün üyelerden oluştuğu belirtilmiştir. Bu çerçevede İstanbul Şubesi, her defa en az dört üyenin talebi ve yönetim kurulunun davetiyle yılda bir defa toplanmak zorundadır. Bu toplantıda Paris Şubesi’nin yönetim kurulu da temsil edilmek yetkine sahip olacak, çağrılar gazetelerde duyurulacak ihbarnâmeler yoluyla olacak ve toplantı gündemi yönetim kurulu tarafından belirlenecektir. 15. maddenin son bölümünde genel kurul toplantısının çalışma usulleri belirlenirken,16.maddede ise genel kurul toplanma ve iştirak usulleri saptanmış, tüm kararların mevcut üyelerin mutlak oy çoğunluğu ile alınabileceği, ikinci tur oylamada ise nispi çoğunluğun yeterli olacağı karara bağlanmıştır.18 Cemiyet nizamnâmesinin üçüncü faslını oluşturan kaynaklar kısmı 17. ve 18 maddede belirlenen esaslardan oluşmaktadır. Cemiyet’in İstanbul Şubesi’nin kaynaklarını düzenleyen 17. maddeye göre, bu şubenin gelirleri üyelerin aidatlarından, miras, bağış ve diğer yardımlarla, yönetim kurulu tarafından istisnaî sıfatıyla yaratılmış kaynaklardan sağlanacağı belirtilirken; 18. maddede, yönetim kurulu tarafından belirlenmiş şart ve biçimlerde oluşturulacak yedek fonlar gelir hanesinden kabul edilmiştir. Nizamnâmenin son faslını oluşturan

17 M.A.E. “Bompard’dan Dışişleri Bakanı’na Cemiyet Nizamnâmesi Hakk.” Ek-2.sf. 18 M.A.E. “Bompard’dan Dışişleri Bakanı’na Cemiyet Nizamnâmesi Hakk.” Ek-3.-4.sf.

192 SALİH TUNÇ değişken hükümler başlığı altında ise 19. madde, harcamaların yapılması usulleri ve kimi durumlarda, yetkilerin kullanılma şekline ilişkin değişken hükümleri düzenlerken, 20. maddede, yönetim kurulunun konumu üzerinde yapılabilecek bazı değişiklik hallerini karara bağlamaktadır.19 Netice itibarıyla kısaca özetlemiş bulunduğumuz İstanbul Şubesi’nin Nizamnâmesi, Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın girişimleriyle kurulmuş bulunan Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti’nin kuruluş amaçları doğrultusunda çalışmasını esas alan kural ve hükümleri kapsamaktaydı. Hükümlerden de anlaşıldığı üzere, Nizamnâmeyi hazırlayan kurucular kurulu, Cemiyetin amaç ve hedefleri doğrultusunda çalışması konusunda her iki tarafın yararına olacak bir dengeyi gaye edindiği anlaşılmaktadır. Bu durum Nizamnâmenin, her iki ülke temsilcilerinin tasvibinden geçirildiğini göstermektedir. Fransız Dışişleri Bakanlığı, Siyasi ve Ticari İşler Direktörlüğü tarafından hazırlanıp, Bakan tarafından onaylanarak İstanbul Büyük Elçisi M.Bompard’a gönderilen 7 Mayıs 1914 tarihli ve Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti konulu el yazısıyla kaleme alınan yazıda bakan, Büyük Elçi Bompard tarafından Bakanlığa sunulan 241 ve 267 belge numaralı mesajları okuduğunu ve verilen bilgilerden büyük bir onur ve memnuniyet duyduğunu belirtmekteydi.20 İstanbul’da kurulan Dostluk Cemiyeti’nin Paris Şubesi’nin de kurulmasından duyacağı memnuniyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris Büyükelçisi Rifat Paşa’ya da bildirdiğini açıklayan Bakan, Rifat Paşa’nın konuya yakın bir ilgi ve alaka göstermekte olduğunu kaydetmiştir. Bakan, Cemiyet’in Paris Şubesi ile ilgili gelişmeler konusunda Bompard’ın muhakkak bilgilendirileceğinden bahisle, kendisine, İstanbul’daki öncülüğünü güvenle sürdürmesini tavsiye etmiş; Cemiyet’in, özellikle kendilerine geniş yetkiler tanınmış kabiliyetli kişilerden oluşturulması halinde, Paris Şubesi’nin hareketinin de kolaylaşacağına dikkati çekmiştir.21 Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın şahsi girişimleriyle kurulmuş gibi görünen Dostluk Cemiyeti’nin İstanbul Şubesi’nin kuruluş çalışmalarını tamamlamasından sonra, muhtemelen 1914 Yılı’nın Haziran ayı ortalarında Cemiyet’in Paris Şubesi de kuruluşunu gerçekleştirmiştir. Cemal Paşa’nın Fransız Hükümeti tarafından davet edilmesi ve seyahat kararından yaklaşık 15 gün önce Cemiyet’in Paris Şubesi’nin de kuruluşunu tamamlamış bulunması ilginç bir rastlantı olsa gerektir. 15 Haziran 1914 tarihli Le Temps gazetesi “Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti” başlıklı haberinde “Bahriye Nazırı Cemal Paşa tarafından ve onun başkanlığında İstanbul’da kurulmuş bulunan Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti adlı

19 M.A.E. “Bompard’dan Dışişleri Bakanı’na Cemiyet Nizamnâmesi Hakk.” Ek-4.-5.sf. 20 M.A.E. “Fransız Dışişleri Bakanı’ndan İstanbul Büyük Elçisi M.Bompard’a Fransa- Türkiye Dostluk Cemiyeti Hakk.”Turquie, v. 492,n.s, 07 Mayıs 1914, s.1,bkz. Ek-3. 21 M.A.E. “Fransız Dışişleri Bakanı’ndan M.Bompard’a Dostluk Cemiyeti Hakk.”, s.1-2

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 193 (OTAM, 25 / Bahar 2009) organizasyonun bir şubesinin de Paris’te kurulduğu” belirtilmiş; adı geçen Cemiyet’in ilk genel kurul toplantısını 13 Haziran 1914 tarihinde Camile Pelleton başkanlığında gerçekleştirdiği açıklanmıştı.22 Camile Pelleton başkanlığında yapılan ilk toplantıda Paris eski Baş Konsolosu Doktor Lütfi Bey’in Cemiyet’in amaçlarını belirten kısa bir konuşmasından sonra Tıp Akademisi üyesi Doktor Doléris söz alarak “Cemiyet’in Doğu’da Fransız nüfuzunun yayılması ve sürdürülmesi için önemli bir rol oynayacağını” hatırlatmıştır. Cemiyet’in ilk genel kurul toplantısında konuşmaların tamamlanmasından sonra Paris Şubesi’nin başkanlık kurulu oluşturulmuştur. Buna göre, Dışişleri Eski Bakanı ve şimdiki milletvekili M. Cruppi, Cemiyet’in Paris Şubesi Başkanı olarak atanmıştı. Başkan yardımcılıklarına ise milletvekili Camile Pelleton ile Tıp Akademisi üyesi M. Doléris getirilmişlerdir. Genel sekreterliğe Doktor Lütfi Bey, sekreterlik görevlerine Avukat Pierre Vernadeau ile Hukuk Doktoru Maureil- Deschamps, saymanlığa ise Ch. Furiet getirilmişlerdir.23 Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti’nin Cemal Paşa tarafından İstanbul’da kurulmasını müteakip, Paris’te Fransızların öncülüğü ve katkısıyla bir şubesinin kurulmuş olması, Fransız Hariciyesi’nin de Türkiye’yle yakınlaşma sürecini kontrollü bir şekilde yürütmekten büyük bir fayda beklediğini göstermektedir. Nitekim Fransız Hariciyesi’nin bu meseleye yaklaşım tarzı ve Cemiyet’teki etkinliklerine bakıldığında, Fransızlar’ın da yakın gelecekteki belirsizliklere karşı, ihtiyati bir yatırım içinde olduklarını ortaya koymaktadır. İki ülke arasındaki ilişkilerin başta Cemal Paşa’nın inisiyatifi olmak üzere çeşitli vesilelerle olumlu bir sürece doğru mesafe katetmesi, Fransız diplomatlarını da Osmanlı İmparatorluğuyla ilişkilerini düzeltmeye sevk etti. Bu bakımdan uzun sayılamayacak bir süreçte ortaya çıkan olumlu gelişmeler, iki ülke arasındaki karşılıklı çıkar ve beklentiler, tarafları yakınlaşma konusunda daha somut adımlar atmaya âdeta mecbur hale getirmiştir. Cemal Paşa’nın Paris Ziyareti Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın 1914 Temmuzu’nda gerçekleşen Paris seyahati Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkilerin en uygun olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir. Bu bakımdan Cemal Paşa’nın Paris seyahati, bir yönüyle Fransa ile ilişkilerin olumlu bir seyir takip etmeye başladığı bir sürecin parçası olurken, bir diğer yönüyle de savaş yaklaşırken bir şekilde Üçlü İtilaf Devletleri’yle bir ittifak içerisinde yer alma isteğinin bir sonucu olarak gerçekleştirilmiş bir ziyaret idi. Cemal Paşa, Paris seyahatinin gerekçesini Hatıralarında şu şekilde aktarmaktadır:

22 Le Temps, “Le Comité France- Turquie”, 15 Haziran1914, s.2. 23 Le Temps, “Le Comité France-Turquie”, 15 Haziran1914, s.2.

194 SALİH TUNÇ

“1914 senesi Temmuz’u (Haziran olacak) ortalarında idi, ne gibi bir vesile ile olduğunu pek hatırlayamıyorum. Bir gün Mösyö Bompard ile Sefarethane’de görüşürken dedi ki: --Sizin Türk- Fransız Dostluğu hakkında burada yaptığınız çalışmalar dikkat çekmiş olduğundan, sizinle daha yakından tanışmak ve sizi Fransız Kütlesine daha yakından tanıtmak için Fransız Hükümeti, sizin Fransa’ya ziyaret etmenizi arzu ediyor. Acaba, Fransız donanmasının temmuz içerisinde yapmak niyetinde bulunduğu deniz manevralarında bulunmak üzere tâbi olduğum hükümet sizi davet edecek olursa, bu Osmanlı Hükümeti’nce memnuniyetle karşılanır mı? Bunu Sadrazam Paşa’dan sormak niyetinde isem de evvelâ sizin onayınızı almak istedim. Şayet Sadrazam Paşa onaylar ve Padişah’ın müsaadesi de çıkarsa memnuniyetle gideceğimi söyledim. Bir kaç gün sonra Mösyö Bompard Fransız Hükümeti’nin davetini resmen Babıâli’ye tebliğ etmişti. Tam da o günlerde mahut Saraybosna Cinayeti işlenmişti”.24 Fransız Hükümeti’nin Mösyö Bompard vasıtasıyla ilettiği daveti 29 Haziran 1914 tarihinde kabul eden Bab-ı Âli, yayınladığı irade-i seniye ile Cemal Paşa’ya seyahat müsaadesini temin etmiştir: “Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın Fransa Hükümeti tarafından vuku bulan davetine binaen, bahri manevralarda bulunmak üzre Fransa’ya azimetine müsaade edilmiş ve Bahriye Nezaret-i umurunun Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın avdetinde müşarünileyhe, tevdi-i vekâlet olunmak üzere, Maliye Nazırı Cavit Bey tarafından vekâleten ifâsına mezuniyet verilmiştir. Bu iradenin icrâsına Sadaret memurdur”.25 Fransa’ya hareketinden önce Paris’teki görüşmelerinde izleyeceği yol ve hareket tarzı hakkında başta Sadrazam Sait Halim Paşa olmak üzere, bazı istişarelerde bulunan Cemal Paşa’ya, özellikle Yunanistan ile muallâkta kalan adalar meselesinin çözülmesinde, Fransa’nın desteğini istemek ve zemin uygun olursa, Hükümet adına ittifak teklifinde bulunma yetkisinin verildiği belirtilir.26 İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir çeşit resmî yayın organı olarak kabul edilen Tanin gazetesinin 1 Temmuz 1914 tarihli sayısında “Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın bu akşam Paris’e müteveccihen İstanbul’dan hareket edeceği” belirtiliyorsa da, Cemal Paşa’nın ertesi gün, 2 Temmuz’da hareket ettiği anlaşılmaktadır.27 Saraybosna’da cereyan eden gelişmenin bir Dünya Savaşı’na neden olabileceği yönündeki şüphe ve değerlendirmelerin tartışılmaya başlandığı bir sırada Paris seyahatine çıkan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın bu ziyareti, Türk ve Fransız kamuoyuna büyük ölçüde yansımış ve çeşitli yorum ve

24 Cemal Paşa, Hatıralar, s.124. 25 B.O.A, MV. 235/137, 5 Şaban 1332/16 Haziran 330/29 Haziran 1914, bkz. Ek- 4. 26Cemal Paşa, Hatıralar, s.125, Halil Menteşe’nin Hatıraları, Haz. İsmail Arar, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1986, s.184-185, Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, s.158. 27 Tanin, “Cemal Paşa”, 1 Temmuz 1914, s.1. Nevzat Artuç, Cemal Paşa, Askeri ve Siyasi Hayatı, TTK. Yayınları, Ankara 2008, s.172.

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 195 (OTAM, 25 / Bahar 2009) değerlendirmeler, her iki ülkenin önde gelen gazetelerinde yer almıştır. Bu seyahat, Fransa basını için bilhassa önemliydi. Çünkü neredeyse bloklaşma sürecini ikmâl etmek üzere olan Dünya politik sistemi açısından, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönü özel bir önem arz etmekteydi. Bu bakımdan Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresinde büyük ölçüde söz sahibi olmuş, önde gelen İttihatçı liderlerden birisi olan Cemal Paşa’nın seyahat sürecindeki her konuşması, yaptığı her değerlendirme, geleceğe yönelik bir mesaj vermesi ihtimali düşüncesinden hareketle büyük bir önem taşımaktaydı. Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın Paris seyahatine ilişkin İrade-i Seniyyenin yayınlandığı gün Le Temps gazetesinin “Cemal Paşa Fransa’da” başlıklı haberi geçmesi ilginç bir rastlantı olmakla beraber, haberin içeriğini de, âdeta Paris diplomasi çevrelerinin resmî mesajı olarak değerlendirmek mümkündür: “Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Fransız Hükümeti’nin daveti üzerine donanma manevralarında hazır bulunmak ve bazı ziyaretler yapmak üzere Çarşamba günü Orient – Express ile Fransa’ya hareket edecek ve 14 Temmuz’dan sonra Türkiye’ye dönecektir. Bu yolculuk Harici durum ve meseleler bakımından sağlam ve güvenli bir barışı tesis etmek adına bir işaret olduğundan büyük bir memnuniyet ve sevinçle karşılanmaktadır.”28 Le Temps gaztesinin ertesi günkü nüshası Bahriye Nazırı’nın seyahatini “Cemal Paşa’nın Fransayı ziyareti” başlığıyla geçilmiştir. Gazetenin haberinde Cemal Paşa’nın Paris’i ziyaretine ilişkin resmî açıklama tekrar edildikten sonra, Bahriye Nazırı’nın Paris’te kısa bir süre kalıp, 14 Temmuz’a kadar Toulon’da bulunacağı, 14 Temmuz’da ise Ulusal Bayram vesilesiyle Paris’te Resmî Geçit Töreninde hazır bulunacağı kaydedilmiştir. Le Temps, seyahata ilişkin değerlendirmesini Türk basınında yer alan yorumlara dayandırmıştır. Buna göre Türk basını Cemal Paşa’nın seyahatini, iki ülke arasında dostluk ve güvene dayalı bir politikanın işareti olarak görmektedir. Cemal Paşa’nın Fransa için beslediği sempatinin bilindiği görüşünden hareketle Fransa ve Türkiye arasında çok samimi ilişkilerin geliştirilmesi için bu ziyaret bir umut olarak yorumlanmaktadır.29 Le Figaro gazetesi de Le Temps gibi, Cemal Paşa’nın seyahatine ilişkin ön bilgi verdikten sonra, Sabah gazetesi başyazarının Cemal Paşa ile yaptığı mülakata yer vermiştir. Cemal Paşa mülakatında “Fransız donanmasının büyük manevralarından istifade edeceğini ve bu gezi vesilesiyle iki ülke arasında yüzyıllardan beri süre gelen dostluk bağlarını kuvvetlendirmeye çalışacağını” beyân etmiştir. Cemal Paşa’nın Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti’nin kurucusu olduğu hatırlatılan yazıda, Cemal Paşa, “Türklerin Fransa’ya karşı besledikleri en canlı samimiyet duygularının Fransızlar nezdindeki tercümanı olmak bakımından en yetkili kişi”

28 Le Temps, “Djemal Pacha en France”, 30 Haziran 1914, s.2. 29 Le Temps, “La visite de Djemal Pacha en France”, 1 Temmuz 1914, s.6.

196 SALİH TUNÇ olarak değerlendirilmekteydi.30 Le Journal des Débats gazetesi ise “Cemal Paşa Fransa’da başlıklı kısa haberinde Bahriye Nazırı’nın pazartesi günü M.Poincaré tarafından kabul edileceğini belirttikten sonra ziyaret programı hakkında bilgi vermektedir.31 Le Temps gazetesinin 5 Temmuz tarihli nüshası Cemal Paşa’nın Paris Garı’nda karşılanışı hakkında ayrıntılı bilgi vermektedir. Seyahatte, kendisine eşlik eden Bahriye Yüzbaşısı Nusret Bey’in yardımıyla vagondan inen Cemal Paşa’yı, Paris Sefiri Rifat Paşa ile Sefaret mensupları karşılamıştır. Karşılama töreninde Türk heyetinin yanı sıra Fransız askeri, siyasi, mali, siyasi ve diplomatik temsilcileriyle birlikte Fransız silah sanayinin yüksek düzeydeki temsilcileri de hazır bulunmuştur. Bunlar arasında, Fransa’nın İstanbul Büyük Elçiliği siyasi danışmanı Boppe, Osmanlı Bankası Direktörü Sergeant, Duyun-u Umumiye temsilcisi Steeg, Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti Paris Şubesi’nin Başkanı, Cruppi, Kâtip Lütfi Bey ile birlikte endüstri kesiminin önde gelen simâları dikkati çekmekteydi. Cemal Paşa karşılama töreninde nezih bir Fransızca ile, Fransız Hükümeti’nin davetinden çok mutlu olduğunu, Fransız Donanması’nın kendisine vereceği bilgi ve fikrin yenilenmekte olan Türk Donanması için yararlı olacağına inandığını kaydetmiştir.32 Gazete’nin aynı sayısında Cemal Paşa’nın ziyareti vesilesiyle “Fransa ve Türkiye” ilişkileri başyazı konusu olmuştur. Başyazıda Cemal Paşa’nın Fransa seyahatinin öyküsü ve seyahatin amacı hakkında bilgi verildikten sonra şu değerlendirmelerde bulunulmuştur: “Bu ziyaret bir Türk Nazırı’nın Fransa’ya yaptığı daha önce benzeri görülmemiş bir ziyaret değildir. Fakat uzun zamandan beri Osmanlı Hükümeti Üyesi’nin bugünkü şart ve koşullardaki gibi bir resmî kabul vesilesi hiç olmamıştı. Bu görev için Cemal Paşa’nın tayin edilmiş olmasından dolayı Fransız kamuoyu çok memnun olmuştur. Biz biliyoruz ki, gerçekte Cemal Paşa, ülkemiz için gerçek bir dostluğu temsil etmiş ve bu dostluğu pekiştirmek amacıyla O, Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti’ni kurmuştur. Cemiyet’in İstanbul’daki ilk toplantısında Fransa’ya yönelik dostluk ve sempatisini söylevinde açıkça ilân etmiştir. Cemal Paşa’nın ister subaylık kariyerinde olsun, isterse siyasi kariyerinde olsun, özellikle de İstanbul Muhafızı iken enerjisi ve işine verdiği büyük değer, O’nun ne kadar işinin ehli olduğunu göstermiştir. Bu bakımdan Cemal Paşa her yönüyle yüksek bir saygı ve kabul gören bir isimdir.”33 Cemal Paşa’nın Paris’te bulunduğu gün yayınlanan başyazı, bir taraftan Cemal Paşa’yı överken, diğer taraftan “yakın geçmişte Türkiye ile Fransa arasında cereyan eden ihtilaflar nedeniyle Türk basını ve kamuoyunda Fransız Diplomasisi’ne karşı

30 Le Figaro, “Turquie:Voyage en France du Ministre de la Marine”, 2 Temmuz 1914, s.2. 31 Le Journal des Débats, “Djemal Pacha en France”, 4 Temmuz 1914, s.6. 32 Le Temps, “Djemal Pacha à Paris”, 5 Temmuz 1914, s.3. 33 Le Temps, “France et Turquie”, 5 Temmuz 1914, s.1.

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 197 (OTAM, 25 / Bahar 2009) zaman zaman haksızlıkların yapıldığı” iddia edilmekteydi. “Bugün bu davaları yeniden açmanın ne yeri, ne de zamanı olduğundan” bahisle; “suçlamaya suçlamayla cevap vermek eğilimini benimsemedikleri” şeklindeki değerlendirmeler, basında, Türk-Fransız ilişkilerine ne yönden yaklaşıldığı konusunda önemli bir fikir vermektedir. Bugün için XX. Yüzyıl Fransası’ndan geri kalmış Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki tehlike bulutlarının anımsatıldığı başyazıda, “Fransa’nın tarafgir ve menfaate dayalı olmayan dostluğu konusunda, Fransa’nın her zamanki gibi yine eski Fransa olmayı sürdüreceği” ifade edilerek, Türk Fransız ilişkileri geçmişten bugüne değerlendirilmeye çalışılmış ve şu görüşlere yer verilmiştir: “Türkiye ile Fransa arasındaki ilk siyasi ilişkiler I. François Dönemi’nde denizlerde ittifak yoluyla kurulmuştur. Bugün de Türk denizciliğinin patronu olan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın girişimleriyle iki ülke arasındaki ilişkilerin daha çok geliştirilmesi ve daha samimi temasların yapılması olanağı doğmuş bulunmaktadır... Son finansal müzakereler sırasında Paris’teki görüşmelerin içten bir samimiyetle yürütüldüğünü Bab-ı âli de bilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransızlarla olan iktisadi ve ticari işlerinin benzersiz önemde olduğu, angaje olunan finansal rakamların yüksekliği de bilinen bir durumdur. Bilinen bir başka durum da, Fransa’dan başka hiçbir Büyük Güç’ün, Türkiye ile başlıca konu ve ihtiyaçları oluşturan ticari, endüstriyel, güvenlik ve rejim düzeninin hakim kılnmasıyla ilgili olmadığı gerçeğidir. Fransa’nın hiç bir zaman ne doğrudan, ne de dolaylı olarak topraksal talepleri harekete geçirmeği teşvik etmediği artık bilinmektedir. O halde İstanbul Hükümeti bütün kurumlarıyla birlikte Paris Yönetimi’ne tam anlamıyla güven duymalıdır.”34 Le Temps’da yer alan başyazının son bölümünde, bir kaç aydan beri Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkilerde gözlemlenen ilerlemede “akıllı ve genç insanlar” olarak tabir edilen Jön Türkler’in büyük katkılarının bulunduğu belirtilmiştir. Böylelikle, uzun bir süre boyunca istikrar ve uyumdan mahrum kalmış Türkiye’nin, kusur ve eksikliklerini gidererek güven tesis eden bu kadro sayesinde, ülkenin yeniden seçkin bir temsile kavuştuğu ileri sürülmüştür. Balkan Savaşları’nda kaybedilen topraklara ve bağımsızlığını ilân etmiş milletlere rağmen, Balkanlar’daki huzur ve güvenin sağlanması ve barışcıl bir düzenin kurulması, Türkiye’nin içten ve barışı esas alan açılımlarına bağlı olacağı kaydedilerek; dünden bugüne bitmeyen bir açılım öyküsü ile yazı son bulmuştur.35 Cemal Paşa’nın Paris’te bulunduğu kısa bir süre içindeki faaliyetleri bakımından Le Journal des Débats gazetesi, 7 Temmuz tarihli nüshasında, Cemal Paşa onuruna Fransız Bahriye Nazırlığı’nda verilen öğle yemeği değerlendirilmiştir. Fransız Bahriye Nazırı, M. Gauthier’in ev sahipliğinde verilen yemeğe Rifat Paşa’nın temsil ettiği Türk heyetine karşılık, Fransız heyetinde Fransız Hariciyesi Siyasi ve Ticari İşler Müdürü M.de Margerie, Genel Kurmay Başkanı General Joffre’un Bahriyeli Yardımcısı Vice-Amiral Pivet gibi

34 Le Temps, “France et Turquie”, 5 Temmuz 1914, s.1. 35 Le Temps, “France et Turquie”, 5 Temmuz 1914, s.1.

198 SALİH TUNÇ askeri ve diplomatik üst düzey temsilciler iştirak etmişlerdir. Fransız 102. Piyade Alayı’nın müziği eşliğinde verilen yemekte, Bahriye Nazırı M. Gauthier, Osmanlı Donanması’nı geliştirme yönündeki liderliği bakımından çok seçkin bir devlet adamıyla birlikte olmaktan duyduğu memnuniyeti anlatmıştır. Balkan Muharebeleri’ne şahitlik eden güçlü bir yazarın “Ateş Hatları Altında” başlıklı eserine konu olduğu gibi, yüksek bir vatanseverlik yönünün yanı sıra, Cemal Paşa’nın bir asker ve bir lider olarak her türlü övgüye layık olduğunu kaydeden Gauthier, konuşmasını şu sözlerle tamamlamıştır: “Ekselansları, bizi ziyaretiniz Fransa için açıkça ifade ettiğiniz duygularınızın yeni bir kanıtı olarak kabul görmektedir. Ülkelerimiz arasında asırlardan beri süre gelen ilişkiler bir tarih inşâ etmiş olduğundan, geçmişte cereyan etmiş bütün hatıralar ruh ve zihin dünyamız ile ilişkilerimizde önemli bir yer işgal etmiştir. Geçmişin hatıralarından ilham alarak, Padişah Mehmet Reşat’ın, Sayın ekselansları Cemal Paşa ve resmi zevatının şerefine, ayrıca Türk Bahriyesi ve Büyük Osmanlı Donanmasının gittikçe artan gelişme ve ilerlemesi için kadehimi kaldırıyorum.”36 Fransız Bahriye Nazırı M.Gauthier’nin konuşmasından sonra söz alan Cemal Paşa, mevkîdaşının kendisi hakkındaki övgü dolu sözlerine teşekkür ederek, seyahatinin başlamasından beri hiç eksilmeyen bir dostluk ve samimiyet ortamında bulunmaktan dolayı duyduğu memnuniyeti belirterek şu görüşlere yer vermiştir: “Bugün ülkenizin ve Fransız gücünün en öncelikli yerleri arasında bulunan tersane, askeri tesis vb. yerleri ziyaret etmek, aynı zamanda güçlü donanmanızın manevralarında hazır bulunmaktan dolayı memnuniyetimi ifade eder, bu vesileyle Fransız Hükümeti’nin nazik davetinden dolayı duyduğum sevinci belirtmek isterim. Osmanlı Yönetimi’nin çabalarının da bu yönde olduğu gibi, bize uzun bir barış dönemini sağlayacak güçlü bir Osmanlı Donanması için yenileme çabalarımız konusunda gerekli desteği sağlayacağınıza ilişkin umut vaat eden yaklaşımınıza teşekkür etmek isterim. Bu vesileyle, Fransız Cumhurbaşkanı, ekselansları M.Gauthier ve tüm Fransız Bahriyelileri’nin onuruna sizi kadeh kaldırmaya davet ediyorum.37 Cemal Paşa’nın seyahati boyunca Fransız basınına yansıyan son toplantılarından birisi de, kurucusu olduğu Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti Paris Şubesi’nin onuruna vermiş olduğu akşam yemeğidir. Bir hayli ilgi

36 Le Journal des Débats, “Djemal Pacha au Ministére de la Marine” 7 Temmuz 1914, s.6. 37 Le Journal des Débats, “Djemal Pacha au Ministére de la Marine”, s.6. Le Temps’ın aynı tarihli sayısında, Cemal Paşa’nın resmî tören ve kabullerden uzak güzel bir Pazar geçirdiği ve bir gerçek Parisli’nin yaptığı gibi günü yaşamaya çalıştığı belirtilmektedir. Ancak yine de Napolyon’un hatıralarının sergilendiği Malmaison Şatosu’nu ziyaretlerinde olsun, au Bois de Boulogne’da verilen resepsiyonda ve Büyük Kulüp’te olsun Türk ve Fransız askeri şahsiyetleri, üst düzey diplomatlar ile Fransız Endüstrisi’nin yetkilileri kendisine eşlik etmişlerdi. Le Temps, “La Journée bien Parisenne de Djemal Pacha”, 7 Temmuz 1914, s.3.

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 199 (OTAM, 25 / Bahar 2009) gösterilen ve oldukça yüksek katılımlı bir organizasyon olan yemeğe Fransız finans, endüstri, ticaret ve basın dünyasının üst düzey temsilcileriyle parlamento ve siyaset çevrelerinden yüz civarında temsilci bu büyük organizasyona iştirak etmişlerdi. Yemekte Cemal Paşa’nın sağında Fransız Dışişleri Eski Bakanı ve Cemiyet’in Paris Şubesi Başkanı M. Jean Cruppi, solunda ise Doğu Komitesi Başkanlığı’nı da yürüten Kabine Eski Başkanı (Présidant du Conseil) ve Doğu Komitesi Başkanı (au Comité de l’Orient) M.J. Louis Barthou yer almışlardı.38 Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti Paris Şubesi’nin Başkanı M. Jean Cruppi, Cemiyet’in amaçlarını anlatan ve ilgiyle karşılanan bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında, Cemiyet’in iki ülke arasında ekonomik, sosyal ve entelektüel alanlarda yararlı sonuçları hedefleyen dostluk ve işbirliği alanlarını genişletmeyi amaçladığını öne çıkarmıştır. Cemal Paşa’nın şahsi karakteri ve özellikleri hakkında gözlemlerini anlattıktan sonra O’nun Balkan Savaşları sırasında ülkesini savunmak için görevini fazlasıyla yerine getiren üstün vasıflı bir şahsiyet olarak takdim etmiştir.39 Kabine Eski Başkanı M.J. Louis Barthou ise yaptığı konuşmada Türk- Fransız ilişkilerini canlandırmak ve bu ilişkilere soylu bir değer atfetmek adına asırlardan beri Türkiye ile Fransa arasında çok derin ve çok güvenli menfaatleri gösteren bağlar bulunduğu belirtmiştir. Cemal Paşa’nın trajik anlarda ülkesine yeniden güven kazandıran güçlü bir organizasyon ve liderlik kabiliyeti bulunan, enerji ve inisiyatif gücü yüksek bir şahsiyet olarak tanımlamıştır.40 Cemal Paşa, Türk-Fransız ilişkileri ve şahsıyla ilgili konuşmaları müteakip söz alarak, karşılıklı dostluk ve barışı geliştirmek için Cemiyet vesilesiyle birleşmeye hazır olan dostları böylesi bir toplantıda görmekten gurur ve mutluluk duyduğunu belirtmiştir. İki ülkenin yakınlaşmasına vesile olan gelişmelerin yanı sıra, böylesi tarihsel bağları ve menfaatleri güçlü olan iki halkın ilişkileriyle ilgili, daha güzel çalışma ve çabaları ve yararlı sonuçları çok yakın bir zamanda kesin bir şekilde hissedeceğinden emin olduğunu belirtmiştir. Bu inançla Türkiye’ye döneceğini belirten Cemal Paşa, Fransa’daki inceleme seyahatinden fazlasıyla tatmin olduğunu sözlerine eklemiştir.41 14 Temmuz’da Fransız Devrimi’nin yıldönümü vesilesiyle düzenlenen resmî geçit töreninde hazır bulunan Cemal Paşa, Cumhurbaşkanı Poincaré tarafından akşam verilen resepsiyona katılmış ve yaklaşık dört gün sonra da Türkiye’ye dönmüştür.42

38 Le Temps, “Un Banquet en l’honneur de Djemal Pacha”, 14 Temmuz 1914, s.3 Fransız Siyasal Sistemi’nin III. ve IV. Cumhuriyet Dönemleri’nde Kabine Başkanı tabiri kullanılmaktadır. Le Robert Micro, édition: Alain Rey, nouvelle édition, Paris 1998, s.1049. 39 Le Temps, “Un Banquet en l’honneur de Djemal Pacha”, 14 Temmuz 1914, s.3. 40 Le Temps, “Un Banquet en l’honneur de Djemal Pacha”, 14 Temmuz 1914, s.3. 41 Le Temps, “Un Banquet en l’honneur de Djemal Pacha”, 14 Temmuz 1914, s.3. 42 Artuç, Cemal Paşa …, s.174-175.

200 SALİH TUNÇ

Cemal Paşa’nın Türkiye’ye dönmesinden sonra İstanbul’da, Le Journal des Débats gazetesi temsilcisi Fernand De Brinon kendisiyle bir mülakat yapmıştır. Mülakatın 2 Ağustos’ta gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Fernand De Brinon, Cemal Paşa ile mülakatının amacını “Fransa’da çok büyük saygıyla karşılanmış ve bu seyahatten tatmin olarak döndüğünü açıklayan Cemal paşa’nın mevcut olaylar ve gündemdeki sorunlar hakkında görüşlerine başvurmak” şeklinde açıklamıştır.43 Fernand De Brinon, Bahriye Nazırlığı’nın yeniden yapılandırılan birimleri ve Nezaret makamı hakkında ayrıntılı bir bilgi verdikten sonra, Cemal Paşa’nın Bahriye’deki icraatları ile kişilik özelliklerini aktarırken O’nu, “kendine güveni olan, davranışlarında kesin kararlı, sözleri açık, önerileri sağlam, Fransa için gerçek bir dost ve İmparatorluğun en önemli devlet adamlarından biri” olarak tarif etmektedir. Gazete temsilcisinin, Fransa seyahatine ilişkin izlenimleri konusundaki sorusuna “seyahatinde kendisine gösterilen ilgi ve alaka karşısındaki tutumunun, çeşitli çevrelerce, Fransa’ya yönelik bir ifşâ olarak fazlasıyla konuşulduğu” cevabını veren Cemal Paşa, ziyaretinde şahit olduğu gelişmeler karşısında, iyi tanıdığına inandığı Fransa’yı, gerçekte hiç tanımadığını fark ettiğini belirtmiştir. Fransa seyahatinin özellikle Fransız Bahriyesi ve Donanması’nın gücü hakkında kendisine kesin bir fikir verdiğini beyan eden Cemal Paşa, Fransa’nın Akdeniz’de rakipsiz olduğu kanaatini taşımaktadır. Ordu disiplininden gelen liderler arasındaki sıcak temasların ülkeler arasında ilişkilerin gelişmesine hizmet edeceğini kaydeden Cemal Paşa, askeri güç bakımından Fransız Bahriyesi ve Donanmasındaki teknik özellikler ile çıkarma ordusunun eğitimi gibi askeri taktikleri ilgiyle karşıladığını; kara ordusu ve süvari birliklerinden de istifade edilecek gözlemlerde bulunduğunu açıklamıştır. Fernand De Brinon’un mülakatı siyasi konulara yöneltmek isteyen eğilimine karşı, açıklamasını askeri konularla sınırlamaya çalışan Cemal Paşa, Türk Ordusunun kara ve deniz gücünde gerekli iyileştirmeleri yapmak için büyük bir azimle çalıştıklarını, Yunan Donanması’nın edinimlerinden büyülenmediklerini, esasen Türk Donanması olarak üstün ve güçlü olduklarını kaydetmiştir. Türk Donanması’nın daha da güçlenmesi için finansal araçlar bakımından bazı lotarya imtiyazlarının müzakere edilmekte olduğunu belirten Cemal Paşa, bu konuda henüz alınmış bir karar bulunmadığını açıklamıştır.44 Osmanlı-Alman Gizli İttifakı’nın imzalandığı gün yapılan mülakatta Cemal Paşa, muhabirin “Avusturya ile Sırbistan anlaşmazlığı ve muhtemel sonuçları hakkındaki düşünceleri”ni sorması üzerine verdiği cevap, yakın geleceğin belirsizliğini gösterdiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun çıkarlarının korunması adına, bir kararlılığa da işaret etmektedir:

43 Le Journal des Débats, “Un Entretien Avec S.Exc. Djemal Pacha”, 3 Ağustos 1914, s.2. 44 Le Journal des Débats, “Un Entretien Avec S.Exc. Djemal Pacha”, 3 Ağustos 1914, s.2.

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 201 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

“Türkiye hali hazırda herhangi bir yere bağlanmış değildir. Fakat zorunlu çıkarlarının gerektirdiği şekilde harekete geçmeye hazır olarak ve çok büyük bir dikkatle gelişmeleri gözetlemek zorunda olduğunu anlamak gerek”.45 Fernand De Brinon, Cemal Paşa ile uzun mülakatının sonunda, bu vesileyle Osmanlı yönetiminin gelişmelerle ilgili düşüncesinin iyi bir şekilde öğrenildiğini, bir gün önce Maliye Nazırı Cavit Bey’in de benzeri düşünceleri açıkladığı görüşünden hareketle, şu yorumda bulunmuştur: “Türkiye bekliyor ve hazırlanıyor. Şimdiden itibaren bile olsa hazırlanıyor. Sınırlarda tertiplenmiş hareketli tedbirler öngörülüyor. Belki Türkiye, onu rövanşa götürecek olayları umut ediyor ve bir fırsatı yakalamaya hazır vaziyette pusuda bekliyor.46

Sonuç ve Değerlendirme Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları’nda uğradığı büyük yenilgiden sonra, İmparatorluğun parçalanması ihtimalinin belirginleşmesi, İttihatçı liderleri bloklaşan dünyada bazı diplomatik girişimlere ve ittifak arayışlarına yöneltmiştir. II. Meşrutiyet’in ilânından kısa bir süre sonra, Bosna- Hersek’in Avusturya–Macaristan İmparatorluğu tarafından ilhakı ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilân etmesiyle başlayan süreç, nihaî olarak Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile birlikte küçülen İmparatorluk topraklarını muhafaza etme düşüncesi, İttihatçı yönetimin başlıca gayesi haline gelmişti. Bu nedenle İttihatçı liderler aralarındaki bazı görüş ayrılıklarına rağmen, hem dönemin siyasal koşulları, hem de İmparatorluk topraklarını bir şekilde muhafaza etme düşüncesi, Osmanlı Hükümeti’ni İtilaf Devletleri’yle bir yakınlaşma ve ittifak arayışına sevk etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu yönetiminde mevcut siyasal koşullar etrafında ortaya çıkan bu irade istikametinde, ilkin, İtilaf Devletleri gurubunda daha nüfuzlu bir ağırlığı olan İngiltere ile bir ittifak yapma teşebbüsü vaki olmuşsa da, İngiltere’nin bir süre meseleyi sürüncemede bırakan tavrından sonra, İmparatorluğu tarafsızlığa yönelten telkin ve önerisiyle bahse konu teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu belirtilen saikler çerçevesinde, 1914 yılı Mayıs ortalarında Talat Paşa vasıtasıyla Rusya nezdinde de benzeri ittifak girişiminde bulunmuşsa da, Rusya’nın İstanbul Sefiri’nin muhtemel bir Osmanlı-Alman İttifakı’nın önlenmesi bakımından yapılan teklife olumlu yaklaşılması yönündeki ısrarına rağmen, Rusya’nın bilinen politikasını akamete uğratacağı düşüncesiyle ittifak teklifi uygun görülmemiştir. Bu gelişmeler ışığında Fransa’nın konumu büyük bir önem arz etmiştir. Jön Türkler, Fransa ile yapılabilecek bir ittifak sayesinde, mevcut siyasal

45 Le Journal des Débats, “Un Entretien Avec S.Exc. Djemal Pacha”, 3 Ağustos 1914, s.2. 46 Le Journal des Débats, “Un Entretien Avec S.Exc. Djemal Pacha”, 3 Ağustos 1914, s.2.

202 SALİH TUNÇ koşulların, Osmanlı İmparatorluğu lehine dönüşebileceğine inanmaktaydılar. Bu arada, 1914 yılı ilk aylarından beri Fransızlarla sürdürülen finans antlaşmasıyla ilgili müzakereler sonuçlanmış, Fransızlar’ın büyük bir önem vermiş oldukları Antlaşma imzalanarak, Fransızlar’a önemli imtiyazlar sağlanmıştı. 9 Nisan 1914 tarihinde Maliye Nazırı Cavit Bey tarafından Paris’te imzalanan antlaşmanın, Türk Fransız ilişkilerine son derece olumlu bir katkısı açıktır. Bu olumlu sürece, yine aynı günlerde Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın girişimleriyle Fransa- Türkiye Dostluk Cemiyeti adı verilen bir oluşumun eklemlenmesi, Türk-Fransız ilişkilerinde yakınlaşma çabalarının belirgin bir işareti olarak değerlendirilmiştir. Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın öncülüğünde kurulan Cemiyet’in, Türk- Fransız ilişkilerindeki diğer gelişmelerden bağımsız bir hareket olduğunu söylemek zordur. Fransız Dışişleri Bakanlığı kayıtlarına geçmiş belgelerde görüldüğü üzere, İstanbul Büyük Elçisi M. Bompard’ın Cemiyet’e ilişkin değerlendirme ve açıklamaları, söz konusu Cemiyet’in kuruluşunda kendisinin tasvibinin alındığını düşündürmektedir. Dostluk Cemiyeti’nin Paris Şubesi’ni oluşturan Fransız kurucuların vasıfları ile yürüttükleri görevler dikkate alındığında, Cemiyet’in oldukça etkin bir misyonu hedeflediği anlaşılmaktadır. Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti bir bakıma İstanbul ve Paris Şubeleri’yle tek bir cemiyetin lokal birimleri gibi görünmekten ziyade, karşılıklılık ilkesiyle oluşturulmuş, amaç ve hedefleri bakımından karşılıklı çıkarları kontrol eden iki ayrı cemiyetmiş gibi görünmektedir. Bu bakımdan Dostluk Cemiyeti’nin İstanbul Şubesi, Cemal Paşa’nın şahsında Payitaht’ta savaş öncesi belirginleşen Hükümet Politikasını temsil ederken, Paris Şubesi, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Fransız çıkarlarının büyüklüğü düşüncesinden hareketle, Fransa’nın emellerini temsil etmektedir. Bununla birlikte tarafların amaçları her ne olursa olsun birleştikleri en önemli nokta iki devlet arasında bir yakınlaşmayı hakîm kılmaktır. Dahası, Cemiyet’in bu yakınlaşmaya vesile olduğu da açıktır. Bundan başka İttihatçı liderler arasında Fransız taraftarlığıyla bilinen ve bu yönüyle Fransız Hükümeti’nin de dikkatini çeken Cemal Paşa’nın, Fransa seyahatinin gündeme gelmesinde, O’nun bu girişimlerinin büyük katkısı olduğu anlaşılmaktadır. Fransız Hükümeti’nin davetiyle Paris’e giden Cemal Paşa, Fransa’da bulunduğu süre içinde büyük bir ilgi ve saygı uyandırmış, Hükümeti tarafından kendisine verilen misyonu yerine getirmeye çalışmıştır. Büyük Savaşı ateşleyen Saraybosna Cinayeti’nden hemen sonra gerçekleşen Fransa seyahatinde Cemal Paşa, İtilaf Devletleri’yle yakınlaşmak ve mümkün olursa bir ittifak yapmak yolundaki son girişimde, önemli görüşmeler yapmışsa da, İtilaf Güçleri’nin kendi içlerindeki çıkar hesapları, O’nun bu girişimini başarısız kılan başlıca etken olmuştur. Cemal Paşa’nın Fransa ile bir ittifak anlaşması konusunda başarıya ulaşamayacağının anlaşılması üzerine, Almanlarla yürütülen müzakereler hızlandırılmış ve 2 Ağustos 1914’te Osmanlı–Alman İttifakı imzalanmıştır. Böylelikle, Cemal Paşa’nın şahsında belirginleşen Fransa ile yakınlaşma politikası, gerçek amacına ulaşamamıştır.

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 203 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Kaynakça

Arşiv Kaynakları a- Başbakanlık Osmanlı Arşivi (B.O.A). B.O.A. M.V. 235/137. b- Les Archives du Ministère des Affaires Etrangères(Paris)[M.A.E.] M.A.E., Turquie, Nouvelle Série(n.s), v. 492, nr. 241, 19 Nisan 1914. M.A.E. Turquie, n.s., v. 492, nr. 267, 29 Nisan 1914. M.A.E. Turquie, n.s., v. 492, 07 Mayıs 1914. c- Gazeteler Le Figaro, Le Journal des Débats, Le Temps, Tanin. (Tarih ve sayfa numaraları dipnotlarda verilmiştir) d- Hatırat ve İncelemeler Cemal Paşa, Hatıralar, Hazırlayan: Alpay Kabacalı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2001. Halil Menteşe’nin Hatıraları, Haz. İsmail Arar, Hürriyet Vakfı yayınları, İstanbul 1986. Kader Yılları, S. Sazonov’un Anıları, Rusya Dışişleri Eski Bakanı (1910-1916), Çev. Betil Önuçak, Yayına Haz. Sabahattin Özel, Derin Yay., İstanbul 2002. Ahmad, Feroz: İttihatçılıktan Kemalizme, Çev. Fatmagül Berktay (Baltalı), Kaynak Yayınları, İstanbul 1999. Artuç, Nevzat: Cemal Paşa, Askeri ve Siyasi Hayatı, TTK. Yayınları, Ankara 2008. Fulton, L. Bruce: “Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Editör: Marian Kent, Çev: Ahmet Fethi, Tarih Vakfı Yay. İstanbul 1999, s.164-198. Macfie, A.L: Osmanlı’nın Son Yılları, 1908-1923, Çev. Damla Acar, Funda Soysal, Kitap Yayınevi, İstanbul 2003. Rey, A: Le Robert Micro, (édition: Alain Rey) nouvelle édition, Paris 1998. Thobie, Jacques: İntérêts et İmpérializm Français dans l’Empire Ottoman(1895-1914), Publications de la Sorbonne Imprimerie Nationale, Paris, 1977. Tunaya, Tarık Zafer: Türkiye’de Siyasal Partiler, Hürriyet Vakfı Yayınları, c.II, İstanbul 1988. Tunç, Salih: “II. Meşrutiyet Dönemi’nde Batılı Büyük Güçler’in Osmanlı Asyası’nda Nüfuz Mücadelesi: Doğu’da Fransız Çıkarlarını Koruma Komitesi ve Pernot Misyonu”, Prof. Dr. Fahir Armaoğlu’na Armağan, Editör, Ersin Embel, TTK. Yayını, Ankara 2008, s.285-305. Uşaklıgil, Halit Ziya: Saray ve Ötesi, yayına hazırlayan: Nur Özmel Akın, Özgür Yayınları, İstanbul 2003. Ülman, Haluk: Birinci Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Savaş, İmge Kitabevi, Ankara 2002.

204 SALİH TUNÇ

EKLER

Ek-1: Fransa’nın İstanbul Büyük Elçisi M. Bompard’ın Cemiyet hakkındaki raporu. M.A.E., Turquie, Nouvelle Série(n.s), v.492, nr. 241, 19 Nisan 1914, s.1.

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 205 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Ek-2: Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti’nin İstanbul Şubesi’nin Nizamnâmesi. M.A.E., Turquie, n.s, v.492, nr.267, 29 Nisan 1914, s.1.

206 SALİH TUNÇ

Ek-3: Fransa Dışişleri Bakanı’nın Fransa-Türkiye Dostluk Cemiyeti hakkında M. Bompard’a gönderdiği not. M.A.E. Turquie, v. 492,n.s, 07 Mayıs 1914, s.1.

I. DÜNYA SAVAŞI YAKLAŞIRKEN OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 207 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Ek-4: Cemal Paşa’nın Fransa seyahatinin müsaadesine ilişkin İrade-i Seniyye/B.O.A. M.V. 235/137.

208 SALİH TUNÇ

Portekiz Kaynaklarına Göre Sefer Reis’in Hint Okyanusu’ndaki Faaliyetleri (1550-1565)

According to Portuguese Sources Sefer Reis’ Actions in the Indian Ocean (1550-1565)

Ertuğrul Önalp* Özet Pîrî Reis’in başarısız Hürmüz seferinden sonra onun Basra’da bıraktığı 15 kadırgayı Süveyş’e götürmekle görevlendirilen Seydi Âli Reis, 1554 yılında Basra limanından hareket etti. Maskat açıklarına geldiğinde karşısına 40 parça gemiden oluşan bir Portekiz donanması çıktı. İki taraf arasında cereyan eden deniz savaşında Seydi Ali Reis’in kadırgalarından altısı Portekizlilerce ele geçirildi. Geri kalan dokuz kadırganın da Gücerat limanlarında terk edilmesinden sonra Hint Okyanusu’nda boy gösterecek bir Osmanlı donanması kalmadı. O tarihlerde Moha kaptanı Sefer Reis, birkaç gemiyle Portekizlilerin hâkimiyeti altındaki denizlerde dolaşarak onlara karşı korsanlık faaliyetinde bulundu. Biz bu araştırmamızda Sefer Reis’in Portekizlilere karşı mücadelesini dönemin Portekizli tarihçisi Diogo do Couto’nun vekayinamesinden ve Portekizli modern araştırmacı Saturnino Monteiro’nun eserinden yararlanarak ayrıntılarıyla sunduk. Anahtar kelimeler: Sefer Reis, Moha, Portekizliler, Hint Okyanusu, Kızıldeniz. Abstract After Piri Reis’ unsuccesful Hormuz expedition, the six Ottoman galleys commanded by Seydi Ali Reis belonging to Suez fleet were captured in 1554 near Mascate by a Portuguese navy composed of 40 pieces. And the rest of the galleys were abandoned in Gücerat shore. So there was no left any Ottoman sea power in the Indian Ocean. It is interesting to note that Sefer Reis, the Captain of Mocha, soon after this event, captured with his small sea force several Portuguese warships in the Indian Ocean, controlled by them. Thus he demonstrated an admirable courage. In this study we present Sefer Reis’ actions against the Portuguese by using the chronicles of the Portuguese historian Diogo do Couto and also the works of the modern Portuguese investigator Saturnino Monteiro. Key Words: Sefer Reis, Mocha, the Portuguese, Indian Ocean, Red Sea.

* Prof. Dr., Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, İspanyol Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı. e.mail: [email protected]. 210 ERTUĞRUL ÖNALP

Giriş Osmanlı Devleti, Mısır’ı fethettikten sonra hem Kızıldeniz’in güvenliğini sağlamak, hem de Portekizlilerle Hint Okyanusu’nda etkili bir şekilde mücadele edebilmek için 1525 yılında Süveyş’te “Mısır Kaptanlığı” ya da “Hint Kaptanlığı” adı verilen bir deniz üssü kurdu. Portekizlilerin Umman Denizi’nde, Aden Körfezi’nde ve Hint denizlerindeki faaliyetlerinin Kızıldeniz yoluyla yapılan ticarete verdiği zararın farkında olan Osmanlı Devleti, Akdeniz limanlarına Doğu ticaretinin eski canlılık ve zenginliğini yeniden kazandırmak için bu sömürgeci devletin Hindistan’dan kovulmasını gerekli görmekteydi. Bu amaçla Mısır kaptanı Selman Reis’i donanmanın başında Hint Okyanusu’na göndermeye karar verdi. Hindistan’a gitmek üzere 1526 yılında Süveyş’ten ayrılan Selman Reis’in Kızıldeniz’i terk etmeden önce komutanlarından biri tarafından öldürülmesi üzerine Portekizlileri hedef alan bu harekât akim kaldı. Selman Reis’in yeğeni olan Zebid beyi Emir Mustafa’nın 1531 yılında Hindistan’a giderek Diu’yu Portekizlilere karşı başarılı bir şekilde savunması Osmanlı Devleti’nin siyasetinin dışında gelişen bir olaydı. Bu tarihten yedi yıl sonra, 1538’de Mısır beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa 80 parçalık bir donanmayla Hindistan’a giderek Portekizlilere ait Diu kalesini kuşattı. Kale düşmek üzereyken Süleyman Paşa büyük bir Portekiz donanmasının yardıma geldiği haberini aldı. Gerçekten de gece karanlığında uzaktan çok sayıda fener ışığı görülmekte ve top sesleri duyulmaktaydı. Bu durum karşısında Süleyman Paşa kuşatmayı aceleyle kaldırarak Diu’dan ayrılmak zorunda kaldı. Aslında sadece 22 gemiden oluşan zayıf bir öncü kuvveti gelmişti. Ama büyük bir donanmanın geldiği sanılsın diye her gemiye dört fener takılmıştı. Portekizlilerin bu harp stratejisi, keşif için bir gemi göndermeyi ihmal eden Süleyman Paşa’yı aldatmak için yeterli oldu. Netice itibarıyla, Süleyman Paşa’nın basiretsiz idaresi, Müslüman Hintli hükümdarların kendisinden yardımı esirgemeleri ve Portekizli askerlerin kaleyi canla başla savunmaları sebebiyle bu harekât başarısız oldu. Bununla birlikte Süleyman Paşa bu sefer sırasında Aden, Şihr ve Zebid’i Osmanlı hâkimiyetine dâhil etti. Pîrî Reis’in 1552 yılında Portekizlilere ait Maskat kalesini teslim alması ve daha sonra Portekiz himayesindeki Hürmüz kalesini muhasara etmesi Osmanlı- Portekiz mücadelesinin önemli safhalarından birini oluşturdu. Ama Pîrî Reis’in çabaları Hürmüz kalesinin alınması için yeterli olmadı ve ünlü denizci mühimmatının azalması üzerine kuşatmayı kaldırarak Basra’ya gitti. Donanmanın büyük bir kısmını orada bırakan Pîrî Reis ganimetle yüklü üç kadırgayla Süveyş’e dönmek üzere bu limandan ayrıldı. Yolculuk sırasında gemilerinden birinin kazaya uğramasıyla iki kadırgayla Süveyş’e döndü. Kahire’ye geldiğinde tutuklandı ve Kanunî Sultan Süleyman’ın sonradan gönderdiği bir fermanla boynu vurularak idam edildi. PORTEKİZ KAYNAKLARINA GÖRE SEFER REİS’İN FAALİYETLERİ 211 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Kızıldeniz’in güvenliği için Basra’da bırakılan donanmanın mutlaka Süveyş’e getirilmesi gerekiyordu. Bu görev eski Katif kalesi komutanı Murad Bey’e verildi. Hürmüz açıklarında Portekiz donanmasıyla karşılaşan Murad Bey bir Portekiz kalyonunu batırmak için oyalanınca bu görevi yerine getiremedi ve Basra’ya döndü. Daha sonra aynı görevi Seydi Âli Reis üstlendi. Ünlü denizci, 1554 yılında Maskat yakınlarında karşısına çıkan yaklaşık 40 parçalık bir Portekiz donanmasıyla yaptığı deniz savaşında 6 kadırgasını kaybettiği gibi, donanmasının geri kalan kısmını da Gücerat limanlarında terk etmeye mecbur oldu. Bu şekilde Süveyş donanmasının, Şattülarab’da bulunan yedi kadırga haricinde, saf dışı kalmasıyla Portekizliler gerek Basra Körfezi’nde gerekse Aden Körfezi’nde ve hattâ Kızıldeniz’de Osmanlılara karşı deniz üstünlüğünü elde etmiş oldular. O sırada Kızıldeniz’in güvenliğini Moha’da Sefer Reis’in komutasındaki birkaç kadırga sağlamaktaydı. Bu durumda Haremeyn her zamankinden daha fazla Portekiz tehdidine maruz kalmış oluyordu. Bununla birlikte Portekizliler muhtemelen Osmanlı Devleti’nin husumetini daha fazla üzerlerine çekmek istemediklerinden ya da Sefer Reis’ten çekindiklerinden Kızıldeniz’e askerî bir sefer düzenlemediler. Sefer Reis kimdi? Moha kaptanı Sefer Reis hakkında literatürümüzde çok az bilgi bulunmaktadır. Portekiz kaynaklarında adı Cafar olarak geçen Sefer Reis’in Hint Okyanusu’ndaki faaliyetiyle ilgili tüm bilgileri dönemin Portekizli tarihçisi Diogo do Couto’ya borçluyuz. Couto’nun Décadas da Asia adlı eseri Sefer Reis hakkında malûmat veren temel kaynaktır. Bu eserde Sefer Reis ile ilgili yazılanlara geçmeden önce ülkemizde onun hakkında kimlerin bilgi verdiğini, bu bilgilerin nelerden ibaret olduğunu belirtmek ve ayrıca konuyla ilgilenen başlıca yabancı modern bilim adamlarının çalışmalarına kısaca değinmek yararlı olacaktır. Ülkemizde Sefer Reis’e ilk defa atıfta bulunan araştırmacı, diplomat Fuad Carım’dır. Portekizceye vâkıf olan Carım, Türklerin Denizciliği adlı eserinde bu ünlü denizci hakkında Portekizli tarihçilerin eserlerine dayanarak kısa bir bilgi vermişse de, ismini Cafer Reis olarak yanlış yazmıştır.1 Sefer Reis’e dolaylı olarak atıfta bulunan araştırmacılarımızdan biri de Turgut Işıksal’dır. Işıksal’ın Başbakanlık Arşivinin Mühimme Defterlerinde tespit edip yayınladığı bazı belgelerde Sefer Reis’in adı geçmektedir. Mesela 1559 tarihli bir belge İstanbul’dan Mısır beylerbeyine gönderilen bir emirnamedir. Bu belgeden anlaşıldığına göre, Mısır beylerbeyi Süveyş kaptanlığı görevinin Yemen kaptanı Sefer’e verilmesini İstanbul’a teklif etmiş ve teklifi İstanbul tarafından kabul edilmiştir. Bu belgeden başka Kanunî Sultan Süleyman tarafından Mısır beylerbeyine gönderilen 19 Ekim 1564 tarihli bir

1 Fuad Carım, Türklerin Denizciliği, Kanaat Matbaası, İstanbul, 1965, s. 115 ve 120-121. 212 ERTUĞRUL ÖNALP belgede de Sefer Reis’ten bahsedilmektedir. Işıksal tarafından sadeleştirilerek sunulan bu belgede padişah tarafından Sefer Reis’in Süveyş kaptanlığı teyit edilmekte ve Portekizlileri Yemen’in güney sahillerinden uzaklaştırması için emrine kalite ve kadırga cinsinden 10 parça gemi verilerek o taraflara gönderilmesi istenmektedir. Bunlardan başka Işıksal Sefer Reis ile ilgili üç belge daha sunmuştur. Bu belgelerden her biri Yemen beylerbeyine, Cidde beyine ve Rodos sancakbeyine yazılmıştır. Rodos sancakbeyine yazılan 1564 tarihli belgede, bu tarihten önce Süveyş kaptanı olarak görev yapan Kurdoğlu Hızır Reis’in bir başka göreve tayin edilmesiyle yerine Sefer Reis’in atandığı bildirilmekte ve Rodos beyinin temin edeceği kadırgalardan biriyle onun İskenderiye’ye gönderilmesi istenmektedir. Portekizlilerin Yemen dolaylarından uzaklaştırılması için Sefer Reis’in gönderilmesinin emredildiği 13 Rebiülevvel 973 tarihli belge, Mühimme Defterinde No: 6, Sahife: 122, Sıra No: 257 ile kayıtlı olup Sefer Reis’le ilgili bazı noktaları aydınlığa kavuşturmaktadır. Bu belge Işıksal tarafından günümüz Türkçesine şu şekilde aktarılmıştır: “Mısır Beğlerbeğisine hüküm ki. Mısır beğlerbeğisi kapıma mektub gönderip Portekizlilerin bazı gemileri Hindistan’dan gelen tüccar gemilerine denizde zarar ve ziyan vermekte olduğunu bildirmiştir. Bunları kovmak için Donanmanın (Burada Süveyş donanması kastedilmektedir) gelmesi gerektiğinden Süveyş Kapudanlığı Sefer’e verilip o taraflara gönderildi. Kalite ve kadırga cinsinden on parça donanma gemilerinin hazır edilmesini emr edip buyurdum ki emrim gelince bu gemileri bütün araç gereç ve silah-larıyle donatıp hazır edip kalpazan ve sair gibi (idam cezasına çarptırılmayan) suçlulardan kürekçilerini tamamlayıp eskiden beri olageldiği üzere bütün ihtiyaçlarını görüp her gemiye yirmibeşer tüfenkçi ve yirmibeşer oklu ve yaylı (Çerkesler) ve tüfenkçilerden ve (Bahriye askerinden ihtiyar olmayıp sefere ve harbe yarayanları ayırıb Aden taraflarına yolla. Bu donanmayla beraber gene aynı istikamette bir kalyona zahire koyup gönder. Çünkü harb gemilerindeki zahire bir mevsim denizde kalan donanmaya yetmez. İnşallah oralar benim (Kanuni Sultan Süleyman) zamanımda ele geçirilir, düşman oralardan (Yemen’in güney sahilleri) kovulur. Hindistan’dan gelen ve giden tüccarın emniyeti sağlanır”.2 Ayrıca Salih Özbaran, Portekiz arşivlerinden ve Portekizce kaynaklardan yararlanarak yazdığı Yemen’den Basra’ya Sınırdaki Osmanlı adlı kitabında Sefer Reis’e birkaç kez atıfta bulunmuştur.3

2 Turgut Işıksal, “Arşivlerimizde Osmanlıların Süveyş Tersanesi ve Güney Denizleri Politikasına İlişkin En Eski Belgeler”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Cilt: 13-18, Sayı: 18, İstanbul, 1969, s. 58-59. 3 Salih Özbaran, Yemen’den Basra’ya Sınırdaki Osmanlı, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004, s. 64, 92, 156 ve 161. PORTEKİZ KAYNAKLARINA GÖRE SEFER REİS’İN FAALİYETLERİ 213 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Sefer Reis hakkında araştırma yapan modern yabancı bilim adamları arasında Giancarlo L. Casale’nin ayrı bir yeri vardır. Araştırmacı, The Otoman Age of Exploration adlı kitabında Sefer Reis’in faaliyetlerinden bahsetmiş olduğu gibi, bu konuya birkaç makalesinde de değinmiştir. Mesela aşağıdaki iki makalesinde Sefer Reis’in faaliyetlerini Diogo do Couto’dan yararlanarak özetle vermiştir: “Otoman Guerre de Course and the intercontinental Spice Trade: The Career of Sefer Reis,” Itinerario 32/1 (Spring 2008), s. 59-79; ve “An Otoman Intelligence Report from the Mid Sixteenth-Century Indian Ocean”, The Journal of Turkish Studies 31/1 (2007), s. 181-188. Casale, ayrıca Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın “16’ıncı ve 17’nci Yüzyıllarda Hint Okyanusu’nda Osmanlı Deniz Varlığı” konusunda 2008 yılının Ekim ayında düzenlediği Uluslararası Türk Deniz Gücü Tarihi Sempozyumu’nda Sefer Reis hakkında İngilizce olarak bir bildiri sunmuştur. Araştırmacının fikrine göre Sefer Reis, Hadım Süleyman Paşa’nın Hindistan seferine katılmış olup, 1544 yılında Süveyş’teki Osmanlı donanmasına ait beş kadırgalık bir filonun kaptanı olarak görev yapmıştır. Casale, Hadım Süleyman Paşa’nın rakibi ve halefi Rüstem Paşa’nın 1544 yılından sonra sadrazam olmasıyla Sefer Reis’in hak ettiği daha yüksek bir makama gelmesi bu devlet adamı tarafından engellendiğini düşünmektedir. Sempozyum bildirisinde ifade ettiği üzere, Mısır valisi Âli Paşa onun “Süveyş kapudanı” olarak atanmasını İstanbul’a teklif etmiştir. Bu teklif, Turgut Işıksal’ın makalesinde yayınladığı belgede de açıkça görüldüğü gibi İstanbul tarafından kabul edilmiştir. Süveyş kaptanı olmasının ardından 1564 yılının sonlarında on kadırgadan ibaret bir donanmayla Süveyş’ten hareket eden Sefer Reis, önce Cidde’ye uğramış, daha sonra Moha’ya giderek donanmasının ikmalini tamamlamıştır. Ama muson rüzgârları sebebiyle Aden körfezine ancak 1565 yılının kasım ayında açılabilmiştir. Yine Casale’nin verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, Kahire’de bulunan Mattias Bicudo Furtado adındaki Portekizli bir casus Lizbon’a bir mektup göndererek, Sefer Reis’in amacının Mozambik’e kadar inmek suretiyle o kıyıları yağmalamak ve Goa’ya gitmekte olan filolara ait gemileri zapt etmek olduğunu bildirmiştir. Casale, Sefer Reis’in harekât sırasında, Sokotra Adası’na doğru yol aldığı sırada hastalanması üzerine Aden limanına dönmek zorunda kaldığını ve döndükten üç gün sonra Aden’de vefat ettiğini belirtmekteyse de ölüm tarihi hakkında net bir bilgi vermemektedir.4

4 Giancarlo L. Casale, “Sefer Reis: An Innovator in Ottoman Oceanic Warfare”, Uluslararası Türk Deniz Gücü Tarihi Sempozyumu, 16’ıncı ve 17’nci Yüzyıllarda Hint Okyanusu’nda Osmanlı Deniz Varlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Yayını, Aralık 2008, İstanbul, V-3-10. Casale’nin bildirisinin bu kısmında Lizbon’daki Torre do Tombo arşivinden ve B.A. Mühimme Defterlerinden başka yararlandığı başlıca kaynaklar şunlardır: Diogo do Couto’nun Decadas da Asia; A. da Rego ve T.W.Baxter’in “Documentos sobre os Portugueses em Moçambique e na Africa central 1497-1840, Lizbon, 1962 cilt 8,s. 152-154: 214 ERTUĞRUL ÖNALP

Sefer Reis hakkında bilgi veren bir diğer yabancı bilim adamı Michel Tuchsherer, Süveyş kaptanının Mozambik kıyılarına kadar inerek Portekiz gemilerini zapt etme niyetinde olduğuna ihtimal vermemektedir. Sefer Reis’in kadırgalarının tamamında yaklaşık 2.000 civarında savaşçının olabileceği ihtimalini göz önünde bulunduran Tuchsherer, su ve yiyecek ikmalindeki güçlükler nedeniyle bu harekâtın ancak 12-15 günle sınırlı olabileceğini düşünmektedir. Tuchsherer’e göre Süveyş kaptanının amacı Hindistan’dan ya da Açe’den gelen Müslüman ticaret gemilerini Portekiz tehdidine karşı korumaktır. Araştırmacı bu düşüncesinde haklı olabilir, zira yukarıda bahsettiğimiz, Turgut Işıksal’ın yayınladığı 1564 tarihli belgede de bu durum açıkça görülmektedir. Yine Tuchsherer’in bildirisinde belirtildiği üzere, beş aylık bir hazırlıktan sonra 3 Nisan 1565’te Süveyş’ten ayrılan Sefer Reis, harekât sırasında hastalanınca Aden’e dönmek zorunda kalmıştır. Döndükten kısa bir zaman sonra, aynı yılın 29 Mayıs’ında Aden’de vefat etmiş ve şeyh Aydarûs’un kabrinin yanına defnedilmiştir.5 Görüldüğü gibi iki yabancı araştırmacının Sefer Reis’in sefere çıkış ve ölüm tarihleriyle ilgili olarak verdiği bilgilerde bir çelişki vardır. Casale, her ne kadar ünlü denizcinin ölüm tarihini kesin olarak vermemekle birlikte, 1565 yılının Kasım ayında Moha’dan denize açıldığını, iki gün sonra Sokotra Adası’na yöneldiği sırada hastalanarak Aden’e döndüğünü ve üç gün sonra aynı yerde vefat ettiğini belirtmektedir. Casale’nin ve Tuchsherer’in verdiği bilgilerdeki bu çelişki büyük bir ihtimalle araştırmacıların farklı kaynaklara dayanmalarından ileri gelmektedir. Casale’nin bu noktada yararlandığı başlıca kaynaklar şunlardır: Rego and Baxter, Documentos sobre os Potugueses, Bölüm 8, s. 152; B.A. Mühimme Defteri 5, doc. 178; Serjeant, Portuguese off the South Arabian Coasts, s. 110- 111. Tuchscherer ise, bildirisinden anlaşıldığı kadarıyla şu kaynağa dayanmıştır: Al-Kindi, Tarikh Hadramawt al- musamma bil‘udda al-mufida al- djâmi’a li tawâriikh qadima wa haditha, San’a,al-Irshâd, 2003, Bölüm 1, s. 212. Portekizli tarihçilerin eserlerinde Sefer Reis Daha önce belirttiğimiz gibi dönemin Portekizli tarihçisi Diogo do Couto’nun Décadas da Asia adlı vakayinamesi Sefer Reis hakkında bilgi veren birinci elden kaynaktır. Ondan sonra gelen tarihçiler ve araştırmacılar genellikle onun yazdıklarını tekrar etmişlerdir. Portekizli modern araştırmacılardan Saturnino Monteiro da Couto’nun yazdıklarını derleyerek Sefer Reis ile ilgili

5 Michel Tuchscherer, “Ottoman Maritime Activities in the Red Sea/Gulf of Aden Area (16th-early 17th Centuries)”, Uluslararası Türk Deniz Gücü Tarihi Sempozyumu, 16’ıncı ve 17’nci Yüzyıllarda Hint Okyanusu’nda Osmanlı Deniz Varlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Yayını, Aralık 2008, İstanbul, V- 11-20. Tuchscherer bildirisinin bu kısmını şu kaynaklara dayandırmıştır: Salih Özbaran, “Osmanlı İmparatorluğu ve Hindistan yolu, s. 127-128; ve Casale, “Ottoman Guerre de course and the Indian Ocean Spice Trade”, s. 64-65 ve R.R. Seargent, The Portuguese off the South Arabian Coast, s. 110. PORTEKİZ KAYNAKLARINA GÖRE SEFER REİS’İN FAALİYETLERİ 215 (OTAM, 25 / Bahar 2009) derli toplu bilgiler sunmuştur. Bütün bu kaynakları temel alarak ünlü Türk kaptanının faaliyetlerini ayrıntılarıyla vermeye çalışalım. Couto’nun verdiği bilgilerden Sefer Reis’in, Basra Körfezi’nin girişindeki Maskat’ı yağmalamak ve Ekim ayı sonlarında Hürmüz’den Goa’ya gitmek için yola çıkan gemileri zapt etmek amacıyla 1550 yılının Mart ayında Cidde’den dört kalite6 ile ayrılmış olduğunu öğreniyoruz. Sefer Reis, Hürmüz Boğazı’nın ağzında bulunan Teive açıklarına gelmiş ve burada pusuya yatmıştır. Aynı tarihlerde Luis Figuera adındaki bir kaptan, Hürmüz kalesi kumandanlığına tayin edilen bir subayı oraya götürmek üzere bir kalyon ile on fusta’dan7 ibaret bir donanmayla Hindistan’daki Goa limanından hareket etmişti. Luis Figuera, Hürmüz’den Goa’ya dönüş yolculuğunda Teive’ye geldiği sırada dört Türk kalitesinin Jor adı verilen bir yerin açıklarında demirli olduğu haberini alınca onu bulmak için derhal hareket etti. Jor’a gelmeden önce kıyıya yakın olarak kendisine doğru seyreden Sefer Reis’in dört kalitesini uzaktan gördü. 8 Sefer Reis on Portekiz fusta’sını seçer seçmez geriye döndü ve yelkenleri fora ederek Aden istikametinde yol almaya başladı. Luis Figuera kendisini bir süre takip ettiyse de, Türk kalitelerinin gayet yürük (hızlı) olması sebebiyle onlara yetişemeyince dümeni Goa’ya kırdı. Goa’ya dönme fikri, her ne pahasına olursa olsun Türklerin peşinden gidilmesini isteyen donanmanın diğer kaptanlarınca hoş karşılanmadı, çünkü onlar Türklerin eninde sonunda su almak için bir kıyıya yanaşmak ya da kürekçileri dinlendirmek için durmak zorunda kalacaklarını tahmin ediyorlardı. Her şeye rağmen Luis Figuera donanmasını tehlikeye atmak istemediğinden fikrinden caymadı.9 O sıralar Hindistan genel valisi Jorge Cabral’ın yerine atanan Afonso de Noronha Kızıldeniz tarafına gönderilmek üzere beş fusta hazırlamıştı, Luis Figuera’nın bu filonun kaptanlığına talip olması üzerine onun bu isteğini geri çevirmedi. Luis Figuera, Aden Körfezi’ne gitmek üzere 1551 yılının Ocak ayında yeniden denize açıldı ve Bâbü’l-Mendeb Boğazı’nı geçtikten sonra su almak için Assab Körfezi açıklarındaki adalardan birinde demirledi. Burada ele geçirdiği bir teknenin mürettebatından Sefer Reis’in beş kaliteyle yakınlarda dolaştığını öğrendi. Bu arada Sefer Reis de Portekizlilerin gelişinden haberdar

6 Kalyata da denilen, her küreğini genellikle iki kişinin çektiği, kadırgadan küçük, 19-24 oturaklı hızlı bir gemidir. 7 Fusta: Portekiz donanmasına ait 10 -18 çift kürekli, bir ya da iki direkli, orta büyüklükte, altı düz, hafif bir gemi türüdür. 8 Diogo do Couto, Décadas da Asia, Livraria Sam Carlos, Lisboa, 1974, Déc. VI, parte II, Liv. VIII, Cap V, s. 159-165; ve Liv. VIII, Cap. XII, s 206-209; Saturnino, Monteiro, Batalhas e Combates da Marinha Portuguesa, cilt III, Livraria Sá da Costa Editora, Lisboa, 1992, s. 123. 9 Couto, a. g. e, Déc. VI, Parte II, Liv. VIII, Cap. XII, s. 206-208; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 124. 216 ERTUĞRUL ÖNALP olmuştu, sabah erkenden düşmanı gafil avlamak amacıyla beş kalitesiyle onların demirli bulundukları yere doğru hareket etti. Adaların bulunduğu yere geldiğinde demirli olan dört Portekiz fusta’sını arkadan çevirerek kaçış yollarını kesmek için bir kaliteyi görevlendirdi, daha sonra dört kaliteyle Portekiz gemilerinin üzerine gitti. Portekiz fusta’larından bir tanesi su almak için gruptan ayrılmış olduğundan rakipler gemi sayısı bakımından birbirine denkti, ama silah ve adam bakımından üstünlük Türklerdeydi. 10 İki filo, belirli bir mesafeye kadar birbirlerine yaklaştığında bütün toplarını ve tüfeklerini ateşlediyse de hiçbiri rakibine önemli bir zarar veremedi. Salvo ateşinin dumanı henüz dağılmamıştı ki, Sefer Reis’in kalitesiyle Luis Figuera’nın fusta’sı büyük bir çatırtıyla borda bordaya geldi. İki geminin küpeştelerinin birbirine yanaştığı anda dört-beş Portekizli, Sefer Reis’in kalitesine atlamıştı, ama çarpmanın şiddetiyle iki gemi birbirinden biraz ayrıldıysa da, Luis Figuera daha sonra kürekleri kullandırarak fusta’sını tekrar kaliteye yanaştırmayı başardı. Önde Luis Figuera olmak üzere Türk kadırgasına doluşan Portekizliler Türkleri geminin ortasına kadar geri çekilmek zorunda bıraktılar. O sırada Türklerin açtığı bir tüfek ateşiyle Luis Figuera cansız yere serildi. Aynı şekilde Sefer Reis de bir tüfek misketiyle yaralanmıştı, ama ayakta kalmak için olağanüstü bir gayret sarf ederek adamlarını cesaretlendirmeyi sürdürdü. Kaptanlarının ölmesi üzerine moralleri bir anda bozulan, çoğu yaralı Portekiz askerleri silahlarını bırakarak teslim oldular.11 Bu olaydan üç yıl sonra Sefer Reis, 1554 yılında bir kalite ve bir fusta’yla12 Süveyş’e gitmek üzere Moha’dan denize açıldı. Süveyş’ten kara yoluyla İskenderiye’ye gelen Sefer Reis, İstanbul’a gitmek için bu limandan bir gemiyle yola çıktı. Sefer Reis’in İstanbul’a gitmesinin amacı Portekizlilerin saldırganlığı yüzünden Kızıldeniz’den Hint Okyanusu’na açılamayan Müslüman ticaret gemilerinin durumu ve Kızıldeniz ahvali hakkında hem padişaha bilgi arz etmek, hem de Pîrî Reis’in Süveyş’e getirdiği iki kadırganın kendi tasarrufuna bırakılmasını istemekti. Onun bu isteğini kabul eden Kanunî Sultan Süleyman ayrıca ona bir görev verdi. Görevi, o sıralar Basra’dan hareket etmiş olan Seydî Âli Reis’i karşılamak ve onun donanmasına katılarak bütün gemileri Moha’ya getirmekti.13 Süveyş’e döndükten sonra iki kadırgayı donatıp denize açılmaya hazır hale getiren Sefer Reis vakit kaybetmeden Bâbü’l-Mendeb’in yolunu tuttu. Ağustos

10 Couto, a. g. e, Déc. VI, Parte II, Liv. IX, Cap. III, s. 230-238; Saturnino Monteiro, a.g. e, cilt III, s. 125. 11 Couto, a. g. e, Déc. VI, Parte II, Liv. IX, Cap.II ve III, s. 238- 242; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 179-181. 12 Bu fusta’yı 1551 yılında Assab Körfezi savaşında Portekizlilerden ele geçirmişti. 13 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte I, Liv. I, Cap.V; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s.179. PORTEKİZ KAYNAKLARINA GÖRE SEFER REİS’İN FAALİYETLERİ 217 (OTAM, 25 / Bahar 2009) ayında iki kadırga, bir perkende ve bir kalite14 ile Kızıldeniz’den çıktıktan sonra güneybatıdan esen rüzgârdan yararlanarak Arabistan Yarımadası’nın güney kıyıları boyunca doğuya doğru ilerlemeye başladı. Yolda karşılaştığı bazı teknelerden ve uğradığı yerlerden Türk donanmasının bir kısmının Maskat’ta Portekizlilerce ele geçirildiğini, geri kalan kısmının ise Kambay Körfezi’ne sığındığını ve ayrıca Fernando de Meneses’in Arabistan kıyılarından ayrılarak Goa’ya gittiğini öğrendi.15 Seydî Âli Reis’in donanmasına katılmanın imkânsız olduğunu gören Sefer Reis, Portekizlilerin o sıralar zafer sarhoşluğu içinde tedbiri elden bırakmış olabileceklerini tahmin ettiğinden, onlara ya da müttefiklerine ait gemileri zapt etmeye karar verdi. Bu niyetle Diu yakınlarına gelince gemilerinin uzaktan fark edilmemesi için yelkenlerin toplanıp direklerin indirilmesini emretti ve daha sonra uygun bir yerde pusuya yattı. Sonunda şansı yaver gitti ve Hürmüz’den yola çıkan zengin mallarla yüklü dört ticaret gemisi birbiri ardınca ağına düştü. Bu gemilerden bir tanesi bir Portekizliye, diğeri Diulu bir tüccara, geri kalan ikisi de Şaul ve Tana’ya aitti. Gemilerde bulunan Portekizlileri zincire vurdurduktan sonra esirlerin kontrolünü sağlamak amacıyla aralarına kendi savaşçılarını yerleştirdi. Dördüncü gemiyi zapt ettikten sonra, daha rahat hareket edebilmek için bütün gemileri fusta’nın aktarmasında Moha’ya gönderdi. Sefer Reis Hürmüz’den bazı ticaret kalyonlarının hareket ettiğini haber almıştı, bunlardan birini yakalamak için iki kadırga ve bir kalite ile Diu açıklarında bir süre daha beklemeye karar verdi. Bu arada, dört gemiyi aktarmada taşıyan fusta, Kızıldeniz’e doğru yol alırken Hürmüz’den gelmekte olan bir Portekiz kalitesiyle karşılaştı. Kalitenin komutanı gemilerin rotasını yadırgamıştı, onları sorgulamak için yanaşmaya başladı. Esirler kurtulmak için ellerine bundan daha uygun bir fırsatın geçmeyeceğini bildiklerinden zincire vurulu olmalarına rağmen ayaklandılar ve az sayıdaki muhafızlarını bertaraf ederek gemileri ele geçirdiler. Portekiz gemisinin yaklaşmakta olduğunu gören fusta ise selameti kaçmakta buldu.16 Özgürlüklerine kavuşan esirler bir daha Sefer Reis’le karşılaşmamak için kalitenin refakatinde bir an evvel Diu açıklarından uzaklaşmak istiyorlardı. Bu amaçla daha güneye, Şaul’a ve Dabul istikametinde ilerlemeye başladılar. Bu

14 Bu kaliteyi ya da fusta’yı Daha önce Luis Figueira’dan zapt ettiği kalite ya da Futsa. Eduardo do Couto Lupi, A emprêsa Portuguesa do Oriente, Agência Gerald as Colónias, Lisboa, 1943, s. 367; Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte I, Liv. I, Cap.V; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 179. Perkende, her küreğini iki ya da üç kişinin çektiği, çekdiri türünden 18-20 oturaklı bir gemi olup, boyu 24-26 m arasında değişebilir. 15 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte I, Liv. I, Cap.V; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s.179. 16 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte I, Liv. I, Cap.V; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s.179. 218 ERTUĞRUL ÖNALP arada Sefer Reis gemileri zapt ettiği yerde birkaç gün daha beklemiş, ama geçmesini umduğu kalyonlar görünmeyince Arabistan kıyılarına dönmeye karar vermişti. Gemilerle buluşma noktası olan Kurya Murya Adaları’na gitmek için bu adaların üzerinde yer aldığı enlem derecesine (yaklaşık 17° K) indikten sonra rotasını batıya çevirerek yol almaya başladı. Sefer Reis, birkaç günlük bir seyrüseferden sonra ufukta birkaç yelkenli gördü. Tesadüfe bakın ki, bunlar ayaklanarak özgürlüğe kavuşan ve sonra neş’e içinde Hindistan’a doğru yol alan Portekizlilerin bulunduğu dört gemi ile onlara refakat eden Portekiz kalitesiydi. Her şey sil baştan oldu, esirler yeniden zincire vuruldu. Portekiz kalitesi ise kurtuluşu kaçmakta buldu. Fakat Sefer Reis bu kadarıyla yetinecek biri değildi. Gemilerdeki esirlerin kontrolünü sağlayabilmeleri için yanlarına bir kadırga ile bir kalite bıraktıktan sonra kendi kadırgasıyla kaçan kalitenin peşine düştü. Sefer Reis’in gemisi çok hızlı olduğundan kaliteye yetişmesi fazla sürmedi. Portekiz kalitesinin mayna etmesi (teslim olması) için önce baş topuyla bir uyarı atışı yaptı. Kalitede yaklaşık otuz kişi vardı, direnmeleri intihardan farksız olurdu, kaçmaları da mümkün görünmediğinden teslim olmaya karar verip yelkenleri indirdiler. Ama bir Portekizli asker Türklerle savaşmaktan yanaydı, diğerleri karşı koymanın ölüm demek olduğunu bildiklerinden onun sözlerine kulak asmadılar. Çünkü kurtuluş akçesini ödeyerek günün birinde özgürlüklerine kavuşacaklarından emindiler, bu yüzden Türklere karşı koymadan silahlarını teslim ettiler. Bu arada savaşmaktan yana olan asker silahını teslim edeceği yerde denize atmıştı. Askerin bu davranışına son derece öfkelenen Sefer Reis, onu şiddetle cezalandırdıktan sonra kendisini beklemekte olan diğer gemilerle buluşarak yoluna devam etti ve zengin bir ganimetle Moha’ya döndü. Esir alınan Portekizliler gerçekten de bir zaman sonra fidyelerini ödeyerek özgürlüklerine kavuştular.17 Seydi Âli Reis’in komuta ettiği Süveyş donanmasına ait kadırgalardan altısının 1554 yılında Maskat açıklarında Portekizlilerce zapt edilmesinden, geri kalanının da Gücerat’ta terk edilmesinden sonra Hint Okyanusu’nda boy gösterecek bir Türk donanmasının kalmadı. O sırada Sefer Reis’in sınırlı imkânlarla Portekizlilerin hâkimiyeti altındaki bölgelere sızarak, deyim yerindeyse, burunlarının dibine kadar sokularak onların gemilerini zapt etmesi gerçekten de büyük bir maharet ve cesaret örneğiydi. Portekizlilerin Moha’yı ele geçirme girişimi Portekizliler Sefer Reis’in kendilerine yönelik gaza faaliyetinden oldukça rahatsız olduklarından onun hakkında istihbarat toplamaya büyük önem veriyorlardı. Goa’ya 1558 yılının sonlarına doğru ulaşan haberler Sefer Reis’in, Portekizlilere ve müttefiklerine ait kıyı şehirlerini vurmak için yeniden denize açılacağı yönündeydi. Bu haberler üzerine genel vali Constantino de

17 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte I, Liv. I, Cap.V; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s.179-181. PORTEKİZ KAYNAKLARINA GÖRE SEFER REİS’İN FAALİYETLERİ 219 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Bragança’nın talimatıyla Alvaro da Silveira’nın kumandasındaki 12 kalyon, 18 fusta ve catur’dan18 oluşan, 500 civarında asker taşıyan bir donanma 15 Şubat 1559 tarihinde Daman limanından denize açıldı. Donanmanın görevi Sefer Reis’in faaliyetleri hakkında bilgi edinmek ve mümkünse filosunu tahrip ederek Moha’yı fethetmekti. Kızıldeniz’e doğru yol alırken Arabistan Yarımadası’nın güneyinde şiddetli bir fırtınaya yakalanan Portekiz donanması dev dalgalarla bir hayli boğuştuktan sonra epeyce hırpalanmış bir halde Kızıldeniz’e ulaşabildi. Portekizliler burada ele geçirdikleri bazı teknelerdeki balıkçıları sorgulayarak Sefer Reis’in dört kadırgayla denize açılmaya hazırlandığını, dolayısıyla Moha’da çok az savaşçı bırakacağını öğrendiler.19 Bu haberler üzerine Portekizliler, Türk kadırgalarının kıyıya çekili durumda olduklarını farz ettiklerinden bunları yakmak amacıyla Moha’ya gitmeye karar verdiler, bu şehri ele geçirdikten sonra yağmalayıp yakmayı düşünüyorlardı. Moha’ya gelmeden önce bir fırtınaya yakalanan donanmanın gemilerinden bazıları rotadan saparak kayboldular. Bunlar ancak operasyon bittikten sonra yeniden donanmaya katılacaklardı. Nihayet Portekizliler Mart ayında şehrin on mil açığına geldiler. Deniz derinliğinin kalyonların daha fazla ilerlemesine müsait olmaması yüzünden Alvaro da Silveira burada demirlemeye karar vererek çıkarma için hazırlıkların yapılmasını emretti.20 Bu arada Sefer Reis, Portekiz donanmasının yaklaştığına dair haberlerin kendisine ulaşmasıyla birlikte savunma için gereken tedbiri almakta gecikmemiş, karaya çekili vaziyette bulunan tüm gemilerdeki topların namlularını denize tevcih etmişti. Onların gerisindeki kalede ise Portekizlilerin her zaman çekindiği o müthiş bombarda‘lar21 denizden gelecek gemileri vurmaya hazırdı. Ayrıca şehirde hemen hemen herkes tepeden tırnağa silahlı vaziyette Portekizlilerin bir saldırısını püskürtmek için bekliyordu. Bu durumu bilmeyen ve şehri ani bir baskınla ele geçirmeyi tasarlayan Portekizliler, ertesi sabah gün doğar doğmaz kalyonlardan inerek kayıklara bindiler, diğer hafif teknelerdeki birlikler de kıyıya doğru kürek çekerek ilerliyorlardı. Üç saat süren bir ilerleyiş sonunda kıyıya bir top menzili kadar yaklaşmış olan Portekiz askerleri, birden bire üzerlerine yağmaya başlayan gülleler karşısında neye uğradıklarını anlayamadılar. Bazı fusta’lar isabet alarak saf dışı olmuşlardı. Bu arada donanma komutanının fusta’sına da isabet eden bir gülle dört-beş kürekçiyle birlikte birkaç askeri de yaralamış, gemiyi geçici olarak hareket edemez hale getirmişti. Donanmadaki

18 Catur: Portekizlilerin Hindistan’da kullandıkları tek veya iki direkli, altı çift kürekli küçük bir yelkenli teknedir. 19 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. VII, Cap. VI, s. 100; Saturnino Monteiro, a.g.e, cilt III., s. 205. 20 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. VII, Cap. VI, s. 101; Saturnino Monteiro, a.g.e, cilt III, s. 206. 21 Genellikle kadırgalarda kullanılan, tek parçadan oluşan büyük çaplı bir top. 220 ERTUĞRUL ÖNALP askerler arasında bir paniğin yaşandığını gören Alvaro de Silveira daha fazla ilerlemenin intihardan farksız olacağını fark ederek ricat emrini verdi.22 Portekiz donanması oradan uzaklaştıktan sonra Alvaro de Silveira, üç fusta’yı Habeş imparatoruna bir mektup ulaştırmaları göreviyle Massava’ya gönderdi. Aden açıklarında Müslüman ticaret gemilerinden birini yakalamayı umarak 15 Nisan’a kadar oyalandı, ama bir tekine dahi rastlamayınca kışı geçirmek üzere Maskat’a dönmeye karar verdi.23 Sefer Reis’in Portekizlilerle son karşılaşması Cristovão Pereira komutasındaki üç fusta, Habeşistan’daki Portekizli rahiplere dinî törenlerde kullanılan bazı malzemeleri götürmek amacıyla 1560 yılının Şubat ayında Goa limanından demir almıştı. Portekizliler, her zaman olduğu gibi önce Sokotra Adası’na uğrayıp burada gemileri kalafatladıktan ve ikmal yaptıktan sonra, Moha’da bulunan Sefer Reis’in filosuyla karşılaşmaktan çekinerek, Massava’ya doğru kıyıya yakın olarak yollarına devam ettiler.24 O sıralar Türkler, Portekizlilerin Habeşistan ile irtibatını tamamen kesmek amacıyla Massava Adası’nda bir kale inşa etmişlerdi. Cristovão Pereira orada durumun nasıl olduğunu öğrenmek için Massava’dan belirli bir mesafede demirledi. Birkaç saat sonra Cristovão Pereira kalenin komutanının kendisine gönderdiği bir ulağı kabul etti. Türk Komutan haberci vasıtasıyla Portekizlilerle dost olduklarını, isterlerse gemilerin ihtiyaçlarını kaleden temin edebileceklerini bildirmekteydi. Ama Portekizli kaptan bunun bir tuzak olabileceğini düşünerek kaleye gitmekten çekindi. Parayla tuttuğu bir Arap vasıtasıyla Arkiko’ya mektup gönderdikten sonra hem su almak, hem de Sefer Reis hakkında bilgi edinmek amacıyla Kamerân Adası’na doğru hareket etti. Yolculuk sırasında filosu yirmi dört saat süren büyük bir fırtınaya yakalandı. Dev dalgalar yüzünden gemilere dolan suyu kovayla boşaltmak için sık sık durmak zorunda kaldı. İkinci gün şafakla birlikte havanın düzelmesinden kısa bir süre sonra ufukta Malfadadas Adaları (Zübeyir Adaları) göründü. Cristovão Pereira, mürettebatın dinlenebilmesi için oraya gitmeye karar verdi. Öğleye doğru ufukta güneydoğudan gelmekte olan bir gemi göründü. Bunun bir Müslüman ticaret gemisi olabileceğini tahmin eden Portekizliler yüklüce bir ganimet elde etmeyi umarak geminin yolunu kesmek için salya kürek ettiler. Bir süre geçtikten sonra geminin ardından üç yelkenlinin de gelmekte olduğunu görünce sevinçleri bir kat daha arttı. Fakat onlara yaklaştıklarında bu yelkenlilerin zengin ticaret

22 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. VII, Cap. VI, s. 102; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 206. 23 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. VII, Cap. VI, s. 103; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 206-207. 24 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. VIII, Cap. VIII, s. 223-225; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 223. PORTEKİZ KAYNAKLARINA GÖRE SEFER REİS’İN FAALİYETLERİ 221 (OTAM, 25 / Bahar 2009) gemileri olmayıp, aksine ticaret gemisi görüntüsü verilmiş savaş gemileri olduklarını korku ve şaşkınlık içinde gördüler. Bunlar Sefer Reis’in savaş gemileriydi. Moha kaptanı, Portekizlilerin Massava yakınlarında olduğunu haber alır almaz onları bulmak için bir kadırga ve üç kalite ile denize açılmıştı. Düşman kendisini uzaktan görüp de kaçmasın diye gemilerinin bordalarını hasırlarla yükseltmiş, grandi direğine sahte yelkenler ve serenler yerleştirmişti. Başvurduğu bu savaş hilesi işe yaramış ve Portekizliler, ancak gemileri epeyce yaklaştığında gerçeği anlamışlardı.25 Oyuna geldiklerini anlayan Portekizliler derhal yelkenleri fora ederek Habeşistan istikametinde rüzgâra karşı kaçmaya başladılar. Sefer Reis de hasırları, sahte yelkenleri ve serenleri attıktan sonra büyük yelkeni açarak peşlerine düştü. Portekiz fusta’larının orsa ederek (geminin pruvasını rüzgâra doğru çevirmek) rüzgâra karşı kadırgalara nazaran daha hızlı ve kolayca yol almaları mümkündü, ama fusta’lardan bir tanesi pek hızlı değildi ve üstelik biraz rüzgâr üstünde kalmıştı, yani baş tarafı rüzgârın geldiği yöne dönmüştü. Bu durumda kadırga tarafından yakalanması an meselesiydi. Bunun üzerine Portekizli kumandan diğer iki fusta’nın geriye dönerek kadırgayla savaşıyormuş gibi yapması için emir verdi, bu şekilde onlar Türkleri oyalarken diğeri de arayı açabilecekti. Portekizlilerin bu manevrasından dolayı şaşıran Türkler göğüs göğse geçecek bir savaş için hazırlanmaya başladılar. Ama gerçekte dövüşmek niyetinde olmayan Portekizliler top menziline girer girmez bütün falcão26 ve berço27 toplarını ateşledikten sonra tiremola ederek (gemiyi ters istikamete çevirerek) kaçmaya başladılar. Fusta’lar kadırgaya göre rüzgârüstünde olduklarından güvendeydiler, yani kadırganın baş topunun ateşine maruz kalamazlardı. Bu arada diğer fusta da kadırganın diğerleriyle oyalanmasından yararlanarak pupa yelken rüzgâraltına (rüzgârın geldiği yönün tersi) doğru kaçmayı, yani geminin başı rüzgârın gittiği yöne dönmeyi başarmıştı. Sefer Reis istese onun peşinden gidebilir ve onu kolayca yakalayabilirdi, ama diğer iki fusta’nın bu cüretkârca hareketine çok kızmıştı, onlara hadlerini bildirmek için peşlerine düştü. Fakat gece karalığında fusta’ların izini kaybetmesi üzerine arkadan gelen kalitelerle birleşmek için takibi bırakarak geri döndü.28 Üç Portekiz fusta’sının o anda yapmaları gereken tek şey bütün gece Afrika kıyılarına yakın olarak yelkenle seyretmek ve daha sonra kürek marifetiyle Bâbü’l-Mendeb’e doğru yol almaktı. Nitekim onlar da öyle yaptılar. Bu şekilde

25 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. VIII, Cap. VIII; s. 226-227; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 223. 26 “Falkon” olarak okunur. Namlunun dip tarafından doldurulan ve soğutulması gerekmeden yüzlerce atış yapabilen küçük çaplı bir top. 27 “Berso” şeklinde okunur. Portekizlilerin fusta’lara monte ettikleri, dipten doldurulan küçük çaplı bir top. 28 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. VIII, Cap. VIII; s.227-228; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 225. 222 ERTUĞRUL ÖNALP

Kızıldeniz’den çıkmayı hiçbir güçlükle karşılaşmaksızın başaran iki gemi, gece yarısını geçtikten sonra mürettebatın güven içinde uyuması için açık denizde demir attı. Ertesi gün güneş tepeye doğru yükselirken, çanaklıktaki gözcüler Kızıldeniz yönünden bir geminin ufukta göründüğünü haber verdiler. Bunun diğer Portekiz fusta’sı olduğunu gördüler ve önceki gece yaşanan badireyi onun da atlatmış olmasına çok sevindiler.29 Görünüşe bakılırsa üç gemi de güvendeydi, artık rahatça Hindistan’a dönebilirlerdi. Güneybatıdan esen rüzgârdan yararlanmak amacıyla rotayı güney Arabistan sahillerine çevirdiler. Ama Portekizliler Sefer Reis’i iyi tanımadıklarından onun kolayca pes etmeyeceğini bilmiyorlardı. Gerçekten de Sefer Reis, kadırgasının çüsmesine (kürekçi taifesi) bir dakika bile dinlenme fırsatı vermemiş, bütün gece kürek çektirerek Aden Körfezi’ne Portekizlilerden önce gelmişti. Portekiz gemilerinin fazla uzakta olamayacaklarını tahmin ettiğinden o sırada Arabistan kıyılarına yakın olarak seyrediyordu. Nitekim öğle vakti, Portekiz gemilerini ufukta gördü. Hiç telaş etmeden yelkenleri fora ederek pruvayı onlara doğru hafifçe kırdı. Sefer Reis’ten kurtulduklarını düşündükleri bir sırada onu yeniden karşılarında bulan Portekizlilerin neredeyse korkudan yürekleri ağızlarına geliyordu. Onunla karşılaşmayı göze alamadıkları için yelkenleri indirip kürekleri salya ettikten sonra telaşla Hindistan istikametinde kaçmaya başladılar. Kadırga da aynı şekilde yelkenleri indirmiş, kürekle ilerliyordu. Ama Portekiz gemilerinin kürekçileri dinlenmiş olduklarından avantajlıydılar. Nitekim bir süre sonra fusta’larla kadırga arasındaki mesafe giderek açılmaya başladı. Görünüşe bakılırsa kadırgayı bir kez daha atlatmayı başaracaklardı, tek yapmaları gereken şey gece oluncaya kadar dişlerini sıkmaktı, ondan sonrası selametti. Fakat o sırada Portekizli kumandan Cristovão Pereira’nın gemisi diğerlerine göre daha ağır olduğundan biraz geride kalmıştı. Emrindeki Portekiz askerleri itaatsizlik ediyorlardı, bir kısmı ağırlığı dengelemek için önde giden ve oldukça hafif olan fusta’ya geçmekte ısrar ediyorlardı. Bunun üzerine Cristovão Pereira öndeki fusta’ya beklemesi için işaret göndermek zorunda kaldı. Bu işaret üzerine duran fusta’ya yaklaşınca her üçünün de ağırlığını eşitlemek düşüncesiyle sekiz askeri ona bindirdi. Bu çok yerinde bir karardı, fakat Cristovão Pereira, gemisinde kalacağı yerde öteki fusta’ya geçmekle büyük bir hata işlemiş oldu. Kumandanlarının bu şekilde hareket ettiğini gören askerler onun can derdine düştüğünü sanarak kendilerini güvende hissetmediler. Böylece içlerinden bir düzine asker apar topar öteki gemiye geçti. Cristovão Pereira otoritesini kullanarak bunu önlemeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Kadırganın da giderek

29 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. VIII, Cap. VIII, s. 228; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 226. PORTEKİZ KAYNAKLARINA GÖRE SEFER REİS’İN FAALİYETLERİ 223 (OTAM, 25 / Bahar 2009) yaklaşmakta olduğunu görünce askerlerinin disiplinsizliğini sineye çekerek küreklere asılmalarını emretti. 30 Artık üç fusta da birlikte kürek çekerek kadırgayla aralarını açmaya başlamışlardı, her şey yolunda gidiyordu, kurtulmak üzereydiler. Ama o sırada Cristovão Pereira’nın bulunduğu fusta’daki askerlerden biri yüksek sesle “onlardan nasıl da kolayca kaçmayı başardık!” deyince bu sözü kendisine karşı yapılmış bir hakaret olarak kabul eden Cristovão Pereira, korkak damgasını yememek için Türklerle savaşmak üzere geriye dönülmesini emretti. Kumandanın bu ani emri karşısında gemideki tüm soylular ve askerler dona kaldılar. Daha sonra gemilerden birinin geriye dönerek üzerlerine doğru geldiğini gören Türklerin şaşkınlığı onlardan daha az değildi, bunun yeni bir strateji olduğunu düşündüklerinden dövüşmeye tam olarak hazırlanmamışlardı. Bu arada birbirine iyice yaklaşmış olan iki gemi arasında ne top ve tüfek salvosu oldu ne de birbirlerine humbara31 fırlatıldı; her iki rakip de göğüs göğüse dövüşmekte kararlıydı. Gemiler borda bordaya gelince Cristovão Pereira yalın kılıç kadırgaya atladı, askerlerinin bir kısmı onu izledi, bir kısmı da ölümü göze alamayıp fusta’da kalmayı tercih etti. Coşkuyla saldıran bir birlik önüne çıkanı sürükleyen bir seli andırdığından genellikle rakibine baskın çıkardı, burada da öyle oldu. İlk anda neye uğradıklarını şaşıran Türkler zayiat vererek geri çekildiler, ama daha sonra Sefer Reis’in çabasıyla çabucak toparlanarak düşmanlarının hakkından gelmeyi başardılar. Portekiz askerlerinin tamamı, komutanları dâhil çarpışmada öldüler. Sefer Reis fusta’da bulunan bir din adamını, diğer askerleri ve marinelleri (gemiciler) esir ettikten sonra gemiyi yedeğine alarak diğer kalitelere katılmak için yola koyuldu. Olup biteni şaşkınlık içinde uzaktan izlemekle yetinen diğer iki fusta’da bulunanlar arkadaşlarının yardımına koşmak cesaretini gösteremediler. Daha sonra dümeni Hindistan’a çevirerek Mayıs ayı başlarında birbirlerinden ayrı olarak Hindistan kıyılarına vardılar. Olup biteni öğrenen genel vali Constantino de Bragança her iki geminin kaptanını korkaklıkla suçlayarak tutuklattı. Ama kaptanlar yargılama sonunda beraat ettiler. Sefer Reis’in esir aldığı din adamı ile gemi mürettebatına gelince, onlar da bir süre sonra fidyelerini ödeyerek hürriyetlerine kavuştular.32 Constantino de Bragança’nın 1561 yılının Eylül ayında genel valilik görevini Francisco Cotinho’ya devretmesinden sonra, Ekim ayında Hürmüz’den Goa’ya gelen gemiler Sefer Reis’in üç kadırgayla Hürmüz’den Goa’ya gidecek olan gemilere saldırmak amacıyla Kızıldeniz’den ayrıldığı haberini ulaştırdılar.

30 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. VIII, Cap. VIII, s. 229-230; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 226-227. 31 Humbara/kumbara: İçinde barut, kükürt, güherçile, pamuk ve neft gibi yanıcı maddeler bulunan ve bir fitille ateşlenen kap. 32 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. VIII, Cap. VIII, s. 230-231; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 227; Eduardo do Couto Lupi, a. g. e., s. 368-369. 224 ERTUĞRUL ÖNALP

Bu haber üzerine yeni genel vali Sefer Reis’i bulup filosunu yok etmesi için 650 asker taşıyan 25 parça gemiden oluşan güçlü bir donanma (2 kalyon, 23 kalite, fusta ve catur) hazırlatarak kaptanlığını Francisco Mascarenhas’a verdi. O da 15 Kasım’da Goa’dan hareket ederek Bassein’e uğradı ve orada donanmanın bazı fusta’larını en iyi durumda olanlarla değiştirdikten sonra Diu’ya gitti. Daha sonra Kathiawar Yarımadası boyunca kuzeye doğru ilerledi ve su ikmali yapmak için Kuş Körfezi’ndeki İnekler Adası’na uğradı.33 Sefer Reis de o sırada Kuş Körfezi’nin kuzey kıyısında bulunuyordu. Su almak için İnekler Adası’na gitmek amacıyla karşı kıyıya geçme hazırlığı yaparken o adadan gelmekte olan bazı küçük teknelere rastladı. Teknedekilerin, Portekiz donanmasının kendisini aradığını ve şu anda adada olduğunu söylemeleri üzerine, bir an evvel Kızıldeniz’e dönmeye karar verdi. Salpa yaparak (demir almak) vakit harcamayı gereksiz gördüğünden demirlerin halatını baltayla kesti. Belki telaşla hareket etmekten, belki de gece karanlığından ötürü yolda gemilerinden biri karaya oturarak parçalandı. Geminin mürettebatını ve kürekçileri diğer gemilere aldıktan sonra yoluna devam etti ve sağ salim Moha’ya ulaştı.34 Sonuç Bu olaydan sonra ne Couto ne de çağdaşı bir başka Portekizli tarihçi Sefer Reis hakkında herhangi bir bilgi vermez. Her ne kadar Monteiro, Sefer Reis’in gemilerinin bir hayli yıpranmış ve eski olduğunu vurgulayarak uzun deniz yolculukları yapmaya elverişli olmadıklarını ifade etmekteyse de, Sefer Reis’in bu tarihten sonra Mısır’a dönmüş olması muhtemeldir. Sonuç olarak, diyebiliriz ki, Süveyş donanmasının bertaraf edildiği bir sırada, Sefer Reis’in dört köhne gemiyle Kızıldeniz’de, Basra Körfezi’nde ve hattâ Portekizlilerin hâkimiyeti altındaki bölgelerde korsanlık faaliyetinde bulunması büyük bir cesaret örneğidir. 1550 ila 1565 yılları arasında sürdürdüğü gaza faaliyetiyle Portekizlilere epeyce zarar veren Sefer Reis’i, düşmanları da “un valente e experimentado cosario turco” (gözüpek ve becerikli bir Türk korsanı) diyerek takdir etmekten geri kalmamışlardır.

33 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. X, Cap. II, s. 447-450; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 230. 34 Couto, a. g. e, Déc. VII, Parte II, Liv. X, Cap. II; Saturnino Monteiro, a. g. e, cilt III, s. 230; Eduardo do Couto Lupi, a. g. e., s. 369. PORTEKİZ KAYNAKLARINA GÖRE SEFER REİS’İN FAALİYETLERİ 225 (OTAM, 25 / Bahar 2009)

Kaynakça Carım, Fuad, Türklerin Denizciliği, Kanaat Matbaası, İstanbul, 1965. Casale, Giancarlo L., “Sefer Reis: An Innovator in Otoman Oceanic Warfare”, Uluslararası Türk Deniz Gücü Tarihi Sempozyumu, 16’ıncı ve 17’nci Yüzyıllarda Hint Okyanusu’nda Osmanlı Deniz Varlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Yayını, Aralık 2008, İstanbul. Couto, Diogo do, Décadas da Asia, Déc. VII, Parte II, Livraria Sam Carlos, Lisboa, 1974. Couto Lupi, Eduardo do, A Emprêsa Portuguesa do Oriente, Agéncia Geral Das Colónias, Lisboa, 1943. Işıksal, Turgut, “Arşivlerimizde Osmanlıların Süveyş Tersanesi ve Güney Denizleri Politikasına İlişkin En Eski Belgeler”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Cilt: 13-18, Sayı:18, İstanbul, 1969. Monteiro, Saturnino, Batalhas e Combates da Marinha Portuguesa, cilt III, Livraria Sá da Costa Editora, Lisboa, 1992. Özbaran, Salih, Yemen’den Basra’ya Sınırdaki Osmanlı, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004. Tuchscherer, Michel , “Otoman Maritime Activities in the Red Sea/Gulf of Aden Area(16th-early 17th Centuries)”, Uluslararası Türk Deniz Gücü Tarihi Sempozyumu, 16’ıncı ve 17’nci Yüzyıllarda Hint Okyanusu’nda Osmanlı Deniz Varlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Yayını, Aralık 2008, İstanbul.

226 ERTUĞRUL ÖNALP

OTAM YAZIM KURALLARI 1. Gönderilecek yazılar özgün araştırma-inceleme, derleme ve çeviri (yazarın/yazarların onayı alınması şartıyla), belge yayını, haber, kitap tanıtımı şeklinde olabilir. Gönderilen yazıların hakem değerlendirmesine sunulmadan önce aşağıdaki biçimsel özellikleri yerine getirmiş olması gerekmektedir. Dergimizde yer alacak yazılar başka bir yerde yayımlanmamış olmalıdır. Yazılar Türkçe veya yabancı dilde olabilir. 2. Yazıların başında, toplam 300 kelimeyi geçmeyen özetler, Türkçe ve İngilizce “Özet/Abstract” başlıkları altında verilmelidir. 3. Başlıklar: Ana başlık yazının içeriğine uygun ve onu tam olarak ifade eden bir başlık olmalıdır. Başlıklar ve paragrafların arasında daima 6nk aralık bırakılmalıdır. 4. Yazar ad ve soyadları, adresleri, görev yaptığı kurum, telefon ve e-posta adresleri belirtilmelidir. (Ad-Soyad yukarıda Özet başlığının üstünde sağ üst köşeye gelecek şekilde 11 punto yazılmalı ve (*) işareti ile sayfa altına unvan, adres ve e-posta bilgileri 10 punto ve italik olarak verilmelidir.) 5. Metin: 11 punto, Garamond yazı karakterinde, iki yana yaslı. Üstten: 5,6 cm, Alt:tan 5,6 cm, Sağdan: 4,5 cm, Soldan: 4,5 cm boşluk bırakılmalıdır. -Alıntılar: İki satırdan uzun alıntılar ayrı bir paragraf olarak, tırnak içinde, 10 punto, Garamond ve her iki yandan 1cm içerlek olmalıdır. İki satıra kadar olan alıntılar metin içinde italik ve tırnak içinde verilmelidir. -Paragraflar: Metnin tamamında paragraf girintisi 0,75 cm olmalıdır. Her paragraf arasında 6 nk aralık bırakılmalıdır. 6. Şekiller ve Resimler: Şekiller ve resimler metin içine yerleştirilmiş veya ayrı dosya olarak kaydedilmiş olmalıdır. Şekiller ve resimler numaralandırılmalı ve altına gerekli açıklama yapılmalıdır. Özel koşullarda renkli resim baskısı da yapılabilir. 7. Dipnotlar: Metin içindeki atıflar sayfa altı dipnot şeklinde 1’den başlayarak devam eden dipnot olarak numaralanmalı, 10 punto Garamond yazı karakteriyle yazılmalıdır. Metinde dipnot sisteminin dışında, metin içi atıf veya başka bir sistem kullanılmamalıdır. Dipnotlarda kitap ve ansiklopedi adları italik olarak, makale adı tırnak içinde düz yazı ile gösterilmelidir. Dipnotlarda, ilk geçtiği yerde kaynakların tam künyesi verilmeli, daha sonra yazarın belirlediği kısaltmalarla yazılmalıdır. Çok yazarlı kaynakların ilk geçtiği yerde

227

yazarların hepsi yazılmalı, daha sonra kısaltarak verilmelidir. Dipnotların hizalaması da iki yana yaslı olmalı ve girinti kullanılmamalıdır. 8. Kaynakça ve Dipnotlar: Kaynakça ayrı başlık altında makalenin sonunda yeni bir sayfadan başlamalı ve yazar soyadına göre alfabetik olmalıdır. Kaynakçada sadece metin içinde atıfta bulunulan eserler yer almalı ve 10 punto Garamond yazı kullanılmalıdır Örnek Dipnot (Kitap): Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300–1600), Çev. Ruşen Sezer, YKY, İstanbul 2003, s. 12. Örnek Kaynakça (Kitap): İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300–1600), Çev. Ruşen Sezer, YKY, İstanbul 2003. Örnek Dipnot (Makale, Ansiklopedi maddesi vs.): Halil İnalcık, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Problemi”, Doğu-Batı, Sayı 7, Ankara 1999, s. 16. Örnek Kaynakça (Makale, Ansiklopedi maddesi vs.): İnalcık, Halil, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Problemi”, Doğu-Batı, Sayı 7, Ankara 1999, s. 9–22. 9. Yazıların Gönderilmesi; Yukarıdaki ilkelere uygun olarak hazırlanmış makaleler 1 nüsha olarak posta ile ve ayrıca e-posta olarak OTAM yazışma adresine gönderilmelidir. Yayın Kurulu, yazılarda esasa yönelik olmayan küçük düzeltmeler yapabilir.

228