T.C.

İSTANBUL TİCARET ÜNİVERSİTESİ

KÜLTÜR VE DERSİ

ON ŞAİR VE ON İSTANBUL

HAZIRLAYAN: DOÇ.DR. DÜNDAR MURAT DEMİRÖZ

İSTANBUL – ARALIK 2014

ON ŞAİR VE ON İSTANBUL

İstanbul farklı kültürlerden gelen birçok farklı insan için büyüleyici özellikleri olan, belli bir kutsallık atfedilen dünyanın en eski ve en güzel şehirlerinden biridir. Bu derste amacımız bu şehrin sakinleri olan ve farklı toplumsal katmanlardan gelip, farklı zamanlarda yaşayan şairlerin gözünden İstanbul’u anlayabilmektir. Bunu yaparken, İstanbul’un farklı yüzlerini de göreceğiz. Kimi içinde bulunduğu toplumsal grubun gözünden İstanbul’a bakarken, kimisi kendi öznel macerasını İstanbul’da görmekte, hatta bazısı da hayatının farklı anlarında farklı İstanbullar tahayyül etmektedir. Hepsini topladığımızda, neden bu şehrimizin böyle etkileyici olduğunu da anlayacağız.

NEDİM, ÇÖKMEYE YÜZ TUTMUŞ BİR CEMİYET VE LALE DEVRİ İSTANBUL’U

17. Asır sonu ve 18. Asır başında yaşamış olan Nedîm, Türkçe’nin en büyük şairlerinden biridir. Asıl adı Ahmet olan şairimiz, Sultan İbrahim zamanında Kazaskerliğe kadar yükselmiş ulemadan bir zattır. Eğitimli ve itibarlı bir insan olarak yaşadığı dönem boyunca Padişah ve Sadrazamlar’ın yakınında bulunmuştur. Özellikle Lale Devri’nde Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın himayesinde bulunan Nedîm, o devrin iktidarının yandaşları gözünden İstanbul’u anlatmaktadır. Buraya aldığımız İstanbul Kasidesi, Lale Devrini bitiren halk ayaklanması olan Patrona Halil İsyanı’nın tertipleyicileri gözünden bakıldığında hiç tanınmayacak bir İstanbul’dur. Nedim İstanbul’u zenginliğe ve lükse boğulmuş bir avuç elitin gözünden anlatırken aynı zamanda himayesinde olduğu devrin Sadrazam’ı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya da övgü düzmektedir.

İmparatorluk 1699 Karlofça antlaşmasıyla ilk defa büyük toprak kayıplarına uğramıştı. Yine Amerika’dan gelen altının (yani karşılığı olmayan paranın) Avrupa bazında yarattığı enflasyon 18. Asır başında Türkiye’yi etkilemeye başlamıştı. Ticaret yollarının kökten değişmesi, toprak kazanmak şöyle dursun toprak kayıplarının artması, iklim değişikliği sebebiyle artan kuraklık ve savaşların maliyetlerinin çok artması devletin gelirlerini çok azaltmıştı. Tımar sisteminin bozulması ve mültezimliğin gitgide ağırlık kazanması Anadolu ve Rumeli’nde reayanın durumunu daha da içinden çıkılmaz hale getirmişti. Mültezimlerin ağır vergileri ve artan enflasyonla Anadolu ve Rumeli’nde çiftçilerin, esnafın ve küçük tüccarın refahı düşmüş, yaşam standartları bozulmuş ve fakirlik çok yaygınlaşmıştı. Bununla birlikte başta İstanbul olmak üzere, memleketteki iktidar sahibi bir avuç azınlık ve onların etrafındaki yandaşları lüks tüketim, sefahat ve israf içinde yaşamaktaydılar. Toplumun sosyolojik olarak ikiye ayrılmasına yol açan bu devir Lale Devri’dir. Bu devirde sanatta da yeniden bir canlanma sergilenmiştir. Çünkü sanat da, o zaman, bir lüks maldı. İşte Nedîm, dilde ve şiirde yaptığı yeniliklerle bu devrin şiir sanatının temsilcisidir.

Aşağıda Nedîm’in İstanbul Kasidesi’nden seçme beyitler göreceksiniz:

1

NEDİM

Kaside der vasf-ı İstanbul ve sitayiş-i Sadrazam İbrahim Paşa

Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.

Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır.

Altında mı üstünde midir cennet-i âlâ Elhâk bu ne halet bu ne hoş ab u hevâdır.

Her bağçesi bir çemenistan-ı letafet Her gûşesi bir meclis-i pür-feyz ü âlâdır.

İnsaf değidir anı dünyaya değişmek Gülzarların cennete teşbih hatâdır. … … İstanbul'un evsafını mümkün mü beyan hiç Maksûd hemen Sadr-ı kerem-kâre senadır.

Ey Sadrı cihan-bân ede Hak devletin efzûn Kim devletin erbab-ı dile lûtf-ı Hudâdır.

Ezcümle Nedîmâ kulun ey âsâf-ı devrân Müstağrek-i lûtf u kerem ü cûd u atadır.

SULTAN II. ABDÜLHAMİT DEVRİ, SERVET-İ FÜNUN ŞİİRİ VE FİKRET’İN SİS’İ

1876 yılında Türkiye’nin modern tarihindeki ilk askerî darbe gerçekleşmişti. Yerel ticari burjuvaziyi oluşturan Eşrafın temsilcisi Dahiliye Nazırı / İçişleri Bakanı Mithat Paşa, sivil bürokrasiyi temsilen Sadrazam / Başbakan Mütercim Rüşdî Paşa ve Serasker / Başkomutan Hüseyin Avnî Paşa Sultan Abdülaziz’i tahttan indirip üç gün sonra da şehit olmasına yol açmışlardı. Yerine esrar ve alkol müptelâsı olduğu söylenen ve dengesiz davranışları ile bilinen yeğeni Sultan V. Murat’ı çıkarmışlardı. Sultan V. Murat’ın saltanatı bu yüzden çok uzun sürmedi ve tahttan indirilerek yerine kardeşi Sultan II. Abdülhamit çıkartıldı.

Sultan II. Abdülhamit, ağabeyi Sultan V. Murat’ın kısa hükümranlığından sonra tahta çıktığında karşısında bir toplumsal koalisyon bulmuştu. İlk yapması gereken bu ittifakı dağıtıp askeri darbenin hesabını sormaktı. Bu yüzden, hem eşraf temsilcileriyle ilişkilerini güçlendirdi hem de çiftçi ve kentlerdeki küçük zanaatkâr ve esnaftan oluşan genişi halk kitlelerini kucaklayan bir politika geliştirdi. Bu ittifakın gücünü arkasına alıp, 93 Harbi (1877-78) felaketinin yarattığı ortamdan da istifade ederek askeri darbenin mümessillerini görevden alarak Yıldız Mahkemeleri’nde yargılattı. Meclis-i Mebûsan’ı da tatil ederek yeniden kendi mutlak yönetimini tesis etti. 30 yol süren bu dönem (1878 – 1908) İstibdat Devri olarak adlandırılır; yani despotluk devri. Geniş halk kitleleri ve taşradaki eşrafın esasen Sultan II. Abdülhamit döneminde sıkıntı çektiklerini söylemek çok zordur. Buna karşın gerek iktidarının sınırlandırılması, gerekse sıkı bir denetim altına alınması sebebiyle Bürokrasinin bu durumu Despotluk Devri olarak görmesi normaldir. Nitekim bu bürokrasi içinde yayılan ve her geçen gün taraftar bulan bir siyasi hareket Rumeli’ndeki – bugünkü Makedonya, Batı Bulgaristan, Kuzey Yunanistan ve kısmen Arnavutluk – karışıklıkları ve terör olaylarını da kullanarak 1908 Devrimini gerçekleştirmiştir: İttihat ve Terakki.

2

Sultan Abdülhamit döneminin en önemli iktisadi kazançları şunlar olmuştur:

(i) Eğitim ve sağlık sisteminde köklü bir yenilik ile birlikte merkezî ulusal eğitimin temellerinin atılması (ii) Ulaştırma ve haberleşme altyapısının önemli bir kısmının tamamlanması (iii) Düyûn-u Umûmiyye idaresine rağmen Türk sanayi, küçük imalatçısı ve çiftçisini korumaya yönelik politikaların uygulanması (iv) Petrol ve enerji sektöründe strateji değişikliği

Bununla birlikte Sultan Abdülhamit döneminin hataları da şu şekilde tanımlanabilir:

(i) Özellikle hükümet bütçesinin artık dikiş tutmaması (ii) Finans ve ticaret sektörlerinin yabancı firmalar güdümünde olması (iii) Memur maaşları, özellikle ordu mensuplarının maaşlarının ödenememesi (iv) Devletin bütün karar alma mekanizmasının Yıldız Sarayı’na bağlanması (v) Donanmanın zayıflaması ve savaş gücünü kaybetmesi

Sultan II. Abdülhamit elbette ki büyük bir siyaset ve devlet adamıydı. Onu ve politikalarını değerlendirirken ülkenin o zamanda içinde bulunduğu siyasi ve iktisadi şartları mutlaka dikkate almalıyız. O şartlar içinde, Sultan II. Abdülhamit Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde önemli üstyapı değişimini tamamlayan politikalar uygulamıştır.

Sultan II. Abdülhamit devrinde özellikle Meclis-i Mecbusan’ın kapanması ve Kanun-ı Esasi’ye rağmen yönetimin Padişah’ın inhisarında bulunması devrin aydınlarının muhalefetini de beraberinde getirmişti. Bu devirde Servet-i Fünun adlı derginin etrafında toplanan muhalif sanatçılar aynı zamanda yeni bir edebiyat tarzı da geliştirmişlerdi. Bu bağlamda Edebiyat-ı Cedide veya bilinen diğer ismiyle Servet-i Fünun Edebiyatı, Sultan II. Abdülhamit döneminde, Servet-i Fünun dergisinin çevresinde toplanan sanatçıların Batı etkisinde geliştirdikleri bir edebiyat hareketidir. Bu hareket 1896’dan 1901’e kadar etkili olmuştur. 16 Ekim 1901 tarihinde Hüseyin Cahit Yalçın’ın Fransızca’dan çevirdiği "Edebiyat ve Hukuk" başlıklı makalenin dergide yayınlanması üzerine dergi kapatılmış, dolayısıyla Servet-i Fünun topluluğunun faaliyetleri de son bulmuştur.

Tevfik Fikret Servet – i Fünun şairlerinin en ünlüsüdür. Felsefî olarak pozitivist, psikolojik açıdan içe kapalı ve çekingen, siyasi olarak bireyci ve özgürlükçü biri olarak göze batan Fikret, şiirde mana ve şekil olarak çağdaşı Batılılardan daha ileri ölçüde serbestleşme yanlısı olarak görülürken kullandığı dil itibarıyla Divan şiirinden bile daha ağır bir Osmanlı Türkçesi kullanmıştır. Bu özellikleri şiirinin birinci evresini tanımlar. İkinci evresinde ise ki, Sis şiiriyle başlar, gitgide daha yalın bir Türkçe ile toplumsal sorunlara eğilme temelinde bir şiir anlayışına sahip olmuştur. Kişisel hayatında bu kadar çekingen ve içe kapalı bir adamın, şiirinde gösterdiği sert muhalefet ve cesaret hayrete şayandır. Babasının II. Abdülhamit’in emriyle sürgün edilmesi ve sürgünde ölmesi kişisel olarak hükümdara kininin temel sebebi olarak tanımlanırken ideolojik duruş olarak da II. Abdülhamit’in tam zıddı bir yerde bulunmaktaydı. İşte bu duygu ve düşünceler içinde Sis şiirinde İstanbul’u II. Abdülhamit rejiminin cisimlenmiş bir ifadesi olarak göstermiştir.

3

Aşağıda Sis şiirinin bu günkü Türkçe anlamını vereceğiz:

SİS Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan ağırlığının altında her şey silinmiş gibi, bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık; lâyık bu örtünüş sana, ey zulümler sâhası! Ey zulümler sâhası… Evet, ey parlak alan, ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha! Ey parlaklığın ve ihtişamın beşiği ve mezarı olan, Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kraliçesi! Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden sefahate susamış bağrında yaşatan. Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın. Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak, ey bin kocadan artakalan dul kız; güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli, sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor. Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün iki lâcivert gözünle ne kadar cana yakın görünüyorsun! Cana yakın, hem de en kirli kadınlar gibi; içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden. Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken, lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi! Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır, İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın. Hep riyânın çirkefi; hasedin, kâr gütmenin çirkeflikleri; Yalnız işte bu… Ve sanki hep bunlarla yükselecek. Milyonla barındırdığın insan kılıklarından Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar? Örtün, evet ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir; örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi! Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; Kaatil kuleler, kaleli ve zindanlı saraylar. Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler; ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki, geçmişleri geleceklere anlatmaya memurdur; ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi. Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri; ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler. Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler; ey servilerin kara gölgelerinde birer yer edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu; “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları. Ey türbeler, ey her biri velvele koparan bir hâtıra canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler! Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar; ey her açılan gediği bir vak’a sayıklayan vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer. Ey kapkara damlarıyla ayağa kalkmış birer mâtemi sembole eden harap ve sessiz evler; ey her biri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan

4 kederli ocaklar ki, bütün acılıklarıyla somutmuş, ve yıllardır tütmek ne… çoktan unutulmuş! Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü her aşağılığı yiyip yutan köhne ağızlar! Ey tabiatın gürlükleri ve nimetleriyle dolu bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp her nimeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini gökten dilenen tevekkül zilleti ki sahtedir! Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât! Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler; ey eksiklik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar! Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus; ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu. Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür! Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı! Ey tutulmayan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan, ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”! Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek vicdanlara uzatılan gizli kulaklar; ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar. Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret! Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm; ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre! Ey korku ağırlığından iki büklüm gelmeye alışmış zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet! Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç; ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç! Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca; ey kimsesiz; âvâre çocuklar… Hele sizler, hele sizler… Örtün, evet, ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir; Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!

18 Şubat 1317/3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)

“BOZGUNDA FETİH DÜŞÜ” – YAHYA KEMAL:

CUMHURİYET DEVRİNDE SON OSMANLI ŞAİRİ VE ONUN İDEALİZE İSTANBUL’U

İstanbul’u en güzel şiirleştiren şair ve belki de bütün şiirlerinde gizli ve açık İstanbul’u anlatan şair hiç kuşkusuz Yahya Kemal Beyatlı’dır. Yahya Kemal Beyatlı, Milli Edebiyat akımının hakim olduğu, İmparatorluk kültüründen kaynaklanan her olgunun göz ardı edildiği, romantik bir milliyetçilikle birlikte Batı’ya karşı – özellikle aydınlar arasında - bir mağlubiyet duygusuna dayalı aşağılık kompleksinin hakim olduğu erken dönem Cumhuriyet atmosferinde farklı bir duruş sergileyen şairdir. Yahya Kemal, Doğu’lu olmanın Batı’lı olmaya engel olmadığını; bizim büyük bir uygarlığın mirasçısı olduğumuzu; şiirimiz, musikimiz, mimarimiz ve hayata bakış açımızın en zarif ve en gelişmiş örneklerinin genelde imparatorluk kültüründe özelde ise İstanbul’da kristalleştiğini söylemektedir. O uzun asırlar sonra, hiçbir kompleks duymadan Batılı’yla aynı düzeyde ve aynı frekansta konuşan fakat Batılı olmayan insandır.

Yahya Kemal, hem Osmanlı döneminde, hem Cumhuriyet döneminde hep el üstünde olmuştur. Önemli mevkilerde devlet hizmeti yapmış, hep bir hayranlar çevresinde bulunmuş, kendi taklitçilerini

5 yaratmış, hem Osmanlı hem de Cumhuriyet insanı olabilmiş mutlu bir insandır. Kişisel hikayesi ise biraz daha farklıdır. Evlenememiştir. Hep yabancı bir şehirde – o kadar sevdiği İstanbul’da! - yaşayan bir sürgün hüznüyle yalnızdır. Para, şöhret ve mevki sahibi olmasına rağmen, yalnızlık ve gurbet duygusudur onu belki de tarihe ve idealize bir İstanbul’da yarattığı fildişi kuleye mahkum eden. Hemen hemen bütün şiirlerinde gizli ve açık İstanbul’u ve onda cisimlendiğine inandığı Osmanlı Türk medeniyetini anlatan bu şair, aslında –tıpkı gibi fakat ters yönden – kendisinin idealize ettiği bir tarih ve İstanbul’u anlatır. Belki de, her milletin ihtiyaç duyduğu, biraz da Yahya Kemal’in yaptığı gibi bir idealizasyondur.

Aşağıda iki şiirini vereceğiz büyük şairimizin. İlki Fikret’e ve Sis şiirine cevap olan “Siste Söyleniş” adlı şiirdir. İkincisi ise Türk medeniyetini İstanbul’da, İstanbul’u Süleymaniye Camii’nde idealize eden “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiridir.

SİSTE SÖYLENİŞ

Birden kapandı birbiri ardınca perdeler... Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?

Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden Firuze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?

Benzetmek olmasın sana dünyâda bir yeri; Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.

Bir devri lânetiyle boğan şairin Sis'i. Vicdan ve rûh elemlerinin en zehirlisi.

Hülyama bir eza gibi aksetti bir daha; -Örtün! Müebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua...

Hayır bu hâl uzun süremez, sen yakındasın; Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın.

Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl.

Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın, Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın.

6

SÜLEYMANİYE`DE BAYRAM SABAHI

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye`de Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan, Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan. Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir, Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir. Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!.. Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu... Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; O seferlerle açılmış nice yerlerdendir. Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık; Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya. Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor, Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.

Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı Adamış sevdiği Allah`ına bir böyle yapı. En güzel mâbedi olsun diye en son dînin Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin. Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi, Seçmiş İstanbul`un ufkunda bu kudsî tepeyi; Taşımış harcını gâzîleri, serdârıyle, Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmâriyle. Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne, Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne, Taa ki geçsin ezelî rahmete ruh orduları.. Bir neferdir, bu zafer mâbedinin mîmârı.

Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum; Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum; Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi; Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi, Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan yığını Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Büyük Allah`ı anarken bir ağızdan herkes Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses; Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi, Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!

Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr`i Ne kadar saf idi sîmâsı bu mü`min neferin! Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin?

7

Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu, Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli, Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli; Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz; Vatanın hem yaşayan vârisi hem sâhibi o, Görünür halka bu günlerde teselli gibi o, Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde, Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.

Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri, Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri. Gökte top sesleri var, belli, derinden derine; Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine. Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı? Üsküdar`dan mı? Hisar`dan mı? Kavaklar`dan mı? `dan, Konya`dan, İzmir`den, uzaktan uzağa, Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa; Şimdi her merhaleden, taa Bâyezîd`den, Van`dan, Aynı top sesleri bir bir geliyor her yandan. Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher! Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer, Dinliyor hepsi büyük hâtırâlar rüzgârını, Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.

Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor? Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor: Kosova`dan, Niğbolu`dan, Varna`dan, İstanbul`dan.. Anıyor her biri bir vak`ayı heybetle bu an; Belgrad`dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar`dan mı? Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı?

Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor? Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!.. Adalar`dan mı? Tunus`dan m, Cezayir`den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi Yeni doğmus aya baktıkları yerden geliyor; O mübârek gemiler hangi seherden geliyor?

Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine. Çok şükür Allaha, gördüm, bu saatlerde yine Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı.

Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.

8

CUMHURİYET DEVRİNİN EN BÜYÜK İKİ ŞAİRİ – NECİP FAZIL VE NAZIM HİKMET:

ŞEHİRLİ VE SINIFLI TOPLUMA BİREYSEL VE SINIFSAL BAKIŞ

Erken dönem Cumhuriyet Devri’nde yetişmiş en büyük iki şair hiç kuşkusuz Necip Fazıl Kısakürek ve Nazım Hikmet Ran’dır. Her iki şair de Milli Edebiyat akımının hâkim olduğu bir dönemde hece ölçüsü ile ve mazbut formlarda şiir yazmaya başladılar. Gençlik dönemi şiirleri Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın benzer ideallere sahip romantik milliyetçi ve vatanperver gençler olduklarını bize göstermektedir. Her ikisi de Osmanlı döneminin elit ailelerinde yetişmiş, Bahriye Mektebi’nde okumuş beyzadelerdi. Lakin Nazım Hikmet genç yaşta Vala Nurettin ile birlikte Rusya’ya gitmiş ve Moskova Üniversitesi’nde ekonomi politik eğitimi almıştı. Burada yaşamı ve düşünceleri kökünden değişmiş ve Bolşevİk olmuştu. Necip Fazıl ise, tamamlayamadığı üniversite eğitimini almak üzere Fransa’ya gitmiş ve Felsefe bölümüne devam etmeye başlamıştı. Nazım Hikmet Rusya’dan döndüğünde sıkı bir Sosyalist iken, Necip Fazıl çok derin bir Bohem hayatı yaşadığı Fransa’dan döndüğünde bireyci ve sembolizm temsilcisi bir şair olmuştu. Necip Fazıl 1934’ten sonra bohem hayatını bırakarak İslami bir hayatı seçmiş ve tasavvufa yönelmişti. Bu şiirinin muhtevasını da değiştirerek, bireyci Necip Fazıl bir siyasi dava ve mistik izlenimler şairi haline gelmiştir.

Nazım Hikmet ve Necip Fazıl, her ikisi de dönemin laik ve milliyetçi hükümetine muhalefet sebebiyle hapsedilmişler, Nazım Hikmet 1950’deki aftan yararlanarak çıkmış ve daha sonra Rusya’ya kaçmıştı. Ömrünü sürgünde tamamladı. Necip Fazıl ise siyasi kavgasına ölene kadar Türkiye’de devam etti. Sayısız defa hapse girdi. Öldüğünde bile rejime muhalefetten yargılanmaktaydı.

Necip Fazıl, tekke şiiri ile Fransız şiirinin bir bileşimini sunarken, Nazım Hikmet’in olgunluk devri şiiri Rus inşacılarının (konstrüktivizm) ve özellikle Mayakovski’nin izlerini taşımaktaydı. Bu da, çoğunlukla hece ve aruz kalıplarıyla birlikte kuvvetli kafiyeleri de barındıran bir serbest müstezatı andıran bir tarz doğurmuştu. Necip Fazıl ilk dönem şiirlerinde kapitalist toplumda insan tekinin yalnızlığını ve kendi özelindeki bohem hayatı izlenimlerini yansıtır. İkinci döneminde ise, dini duyarlılıkların ağır bastığı bir vatan ve millet mefhumu etrafında siyasi davası için şiir yazmaya başlar.

Aşağıda Nazım Hikmet’in İngiliz işgali günlerindeki gençlik döneminde yazdığı bir İstanbul şiiri, sonra hapis günlerinde yazdığı bir şiir ve sürgünde yazdığı iki şiir bulunmaktadır. Necip Fazıl’ın ilk döneminden iki şiir İstanbul’u bohem hayatının gecesindeki sokak kaldırımları ve boş otel odalarında anlatır. İkinci dönem de ise, hem batılılaşma ve çarpık kapitalizme reddiye hem de dini duyarlılığın ağır bastığı bir milliyetçiliğin sembol şehri olarak İstanbul tanımlanır.

9

NECİP FAZIL KISAKÜREK

OTEL ODALARINDA

Bir merhamettir yanan, daracık odaların İsli lambalarında, isli lambalarında.

Gelip geçen her yüzden gizli bir akis kalmış, Küflü aynalarında, küflü aynalarında.

Atılan elbiseler, boğazlanmış bir adam, Kırık masalarında, kırık masalarında.

Bir sırrı sürüklüyor terlikler tıpır tıpır, İzbe sofralarında, izbe sofralarında.

Atıyor sızıların çıplak duvarda nabzı, Çivi yaralarında, çivi yaralarında.

Duyuluyor zamanın tahtayı kemirdiği Tavan aralarında, tavan aralarında.

Ağlayın, aşinasız, sessiz can verenlere, Otel odalarında, otel odalarında.

KALDIRIMLAR 1

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. Yolumun karanlığa saplanan noktasında, Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık; Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar. İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık; Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor; Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler... Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor; Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi; Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır. Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi; Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta; Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum! Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta; Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;

10

İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler. Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin; Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim; Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları! Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim; Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya; Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi. Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya, Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi.

CANIM İSTANBUL

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim; O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim. Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale, Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım; Vatanım da vatanım... İstanbul, İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik; Servi, endamlı servi, ahirete perdelik... Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at; Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat... Şahadet parmağıdır göğe doğru minare; Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare? .. Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet; Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O manayı bul da bul! İlle İstanbul'da bul! İstanbul, İstanbul…

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği; Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği. Oynak sular yalının alt katına misafir; Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir. Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar, Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar... Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi? Cumbalı odalarda inletir ' Katibim'i...

Kadını keskin bıçak, Taze kan gibi sıcak.

11

İstanbul, İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler... Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu, Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu. Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından. Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan Türkçesi bülbül kokan, İstanbul, İstanbul...

NAZIM HİKMET RAN

AĞA CAMİİ

Havsalam almıyordu bu hazin hali önce Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce

Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım; Allahımın ismini daha çok candan andım.

Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen! Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,

Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var... Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,

En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini, Üstünde orospular yükseltiyor sesini.

Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor, Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu, Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu

Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!

Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla, Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!

12

İSTANBUL`DA

İstanbul’da, Tevkifane avlusunda, güneşli bir kış günü, yağmurdan sonra, bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve benim yüzüm yerde su birikintilerinde kımıldanırken, ben, nefsimin ne kadar cesur, ne kadar alçak, ne kadar kuvvetli, ne kadar zayıf şeyi varsa hepsini taşıyarak; dünyayı, memleketimi ve seni düşündüm...

1939 Şubat İstanbul Tevkifanesi

… (İSİMSİZ)

Sırma gibi kızlar bu Avrupa şehrinde bizim şıpıtık terliklerle geziyor.

Hava açtı içimdeki İstanbulun üzerinde. Bir selvi, bir çeşme, Üsküdar. Koştumsa da yetişemedim iskeleden kalktı vapur.

30 Haziran 1959, Laypzig (Leipzig)

GECELEYİN BAKÜ

Geceleyin yıldızsız ağır denize kadar geceleyin zifiri karanlıkta güneşli buğday tarlasıdır Bakü şehri. Tepedeyim, avuç avuç çarpar yüzüme ışık taneleri havada rast peşrevi Boğaziçi suları gibi akar. Tepedeyim, uzaklaşır uçsuz bucaksız ayrılıkta bir sal gibi yüreğim gider anıların ötesine yıldızsız ağır denize kadar zifiri karanlıkta

Şubat 1960, Bakü

GARİP ŞİİRİ – ORHAN VELİ VE OKTAY RIFAT

Türk şiirinde belki de iki üç kuşakta gerçekleşecek değişimi birkaç yıl içinde tamamlayan çok önemli bir kuşaktır Garipçiler. Orahan Veli Kanık, Oktay Rıfat ve ’ın ortak kitabı Garip şekilde kafiye, ölçü ve benzeri ses sanatlarını, dörtlük, beyit gibi şekil unsurlarını reddeden bir yöntem getirmişti. Kullandıkları dil sokaktaki sıradan halkın gündelik dili idi. Ele aldıkları konular da, bir sınıfın, milletin veya uygarlığın savunusu veya şairlerin idealize edilmiş aşk hikâyeleri değil ama sokaktaki sıradan adamın öyküsüydü. Bu yolla belki de tek parti döneminin ağır baskısına karşı çok daha gerçekçi bir muhalefet rolü üstlenmekte idiler. Aşağıda Orhan Veli’nin çok bilinen ve belki de Türk şiirindeki İstanbul için yazılmış en güzel dizelerden oluşan iki şiiri ve Oktay Rıfat’ın da bir şiiri yer almaktadır:

13

ORHAN VELİ KANIK

İSTANBUL’U DİNLİYORUM

İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı Önce hafiften bir rüzgar esiyor; Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı; Kuşlar geçiyor, derken; Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık. Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları; İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa Güvercin dolu avlular Çekiç sesleri geliyor doklardan Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları; İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı; Başımda eski alemlerin sarhoşluğu Loş kayıkhaneleriyle bir yalı; Dinmiş lodosların uğultusu içinde İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir yosma geçiyor kaldırımdan; Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar. Birşey düşüyor elinden yere; Bir gül olmalı; İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde; Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum; Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum; Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum; İstanbul`u dinliyorum.

14

İSTANBUL TÜRKÜSÜ

İstanbul’da Boğaziçi’nde, Bir fakir Orhan Veli’yim Veli’nin oğluyum Tarifsiz kederler içinde.

O Rumelihisarı’na oturmuşum; Oturmuş da, bir türkü tutturmuşum: “İstanbul’un mermer taşları; Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları; Gözlerimden boşanır hicran yaşları; Edalı’m, Senin yüzünden bu hâlim.”

“İstanbul’un orta yeri sinema; Garipliğim mahzunluğum duyurmayın anama; El konuşur, sevişirmiş, bana ne? Sevdalı’m, Boynuna vebalim!”

İstanbul’da Boğaziçi’ndeyim; Bir fakir Orhan Veli; Velinin oğlu; Tarifsiz kederler içindeyim.

OKTAY RIFAT

HATIRLAMA

Her dakikasını ayrı hatırlarım Erenköy’de geçen zamanın Rüyama girer bir arada İstanbul, bahar ve Türkan’ım. Bir odamız vardı etrafı sarmaşık Bostanlara bakan penceremiz O güller kadar taze Ben ona deli gibi aşık. Aynı yatakta dinlenir başlarımız Saçlarım saçlarına karışırdı O ince bir kızdı,ince alımlı Ne giyse yakışırdı. Yeter ki gönüller şen olsun Şarkılar söylerdik yolda Hep karşıma otururdu ellerini tutardım Akşamları eve dönerken Baraşol’da. Ağaçlar çiçekteydi Türkan sağ beraberimde İstanbul bahar içindeydi Kalbim sevda içinde.

15

DEVRİMCİ, ROMANTİK VE MİLLİYETÇİ – ATTİLA İLHAN

Attila İlhan ele aldığımız şairler içinde Cumhuriyet Dönemi’nde doğmuş ilk şairdir. Çok farklı alanlarda (şiir, gazete yazıları, eleştiriler, politika ve tarih kitapları, senaryo, röportaj ve TV sohbetleri) eser vermiş Attila İlhan yeni tarz Türk şiirinde Osmanlı şiiri musikisine yeniden dönüşü de temsil eder. Bazen en serbest şiirlerinde bile aruz kalıplarının ritmi ile karşılaşırsınız. Gençliğinden bu yana sosyalist olduğunu söyleyen Attila İlhan, zamanla yakın Türk tarihine ilgi duyarak Cumhuriyet devrimleri çerçevesinde bir vatanseverliğe ve milliyetçiliğe de sahip çıkmıştır. Şiirlerinde kişisel aşk hikâyeleri ve şehirdeki insanın yalnızlığı olduğu kadar İttihatçılar ve kuvvacılardan oluşan kahramanları ağzından ulusçu bir çizgide de şiirler yazmıştır. Aşağıda aldığımız şiiri Attila İlhan’ın alışık olunan tarzından farklı olarak, sanayileşmenin ve köyden kente göçün sonunda İstanbul’da oluşmuş yeni alt sınıfların ağzı ile yazılmış ve İstanbul’u bu boyutta ele alan, sanayileşmenin ve kapitalizmin cisimleşmiş bir sembolü olarak tanımlayın bir şiirini aldık:

ATTİLA İLHAN

İSTANBUL AĞRISI kanatları parça parça bu ağustos geceleri yıldızlar kayarken şangur şungur ayaklarımın dibine dökülen sen eğer yine İstanbulsan yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim pançak pançak şiirler tüküreceğim demek yine ben limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler Yahudi sokaklarını aydınlatan Telaviv şarkıları mavi asfaltlara çökmüş diz bağlıyor eğer sen yine İstanbulsan kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan Sirkeci Garında tren çığlıklarıyla bıçaklanıp intihar dumanları içindeki Haydarpaşadan Anadolu üstlerine bakıp bakıp ağlıyan sen eğer yine İstanbulsan aldanmıyorsam yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar yine senin emrindeyim utanmasam gözlerimi damla damla kadehime damlatarak kendimi yani şu bildiğin Attila İlhanı zehirleyebilirim sonbahar karanlıkları tuttu tutacak Tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor imtihan çığlıkları yükseliyor üniversiteden Tophane İskelesinde diesel kamyonları sarhoş direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler uykusuz dalgalanıyor

16 ulan İstanbul sen misin senin ellerin mi bu eller ulan bu gemiler senin gemilerin mi minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında liman liman götüren ulan bu mazut tüküren bu dövmeli gemiler senin mi akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor antenlerinden neden peki İstanbul ya ben ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu Abbas ya benim kahrım ya senin ağrın ağır kabaranlarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi burgu burgu içime boşalttığın o senin ağrın o senin eğer sen yine İstanbulsan yanılmıyorsam koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim Sicilyalı balıkçılara Marsilyalı dok işçilerine satır satır okumak istediğim sen eğer yine İstanbulsan eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim ulan yine sen kazandın İstanbul sen kazandın ben yenildim kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar yine emrindeyim ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam hiçbir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa yanılmıyorsam sen eğer yine İstanbulsan senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir ulan bunu sen de bilirsin İstanbul kaç kere yazdım kimbilir kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken 1949 Eylülünde birader mırç ve ben sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktık sana taptık ulan unuttun mu sana taptık

17

MODERN ÇAĞDA YENİ DİLLE DİVAN ŞİİRİ ELİTİZMİ:

İKİNCİ YENİNİN SOYUT ŞİİRİ – VE SEZAİ KARAKOÇ

İkinci Yeni, 1950’li yıllarda , İlhan Berk, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Ece Ayhan ve Ülkü Tamer gibi şairlerin oluşturduğu bir topluluktur.

Garipçiler ve 1940 Toplumcu Gerçekçi Kuşağı’nın etkilerinin yoğun olarak hissedildiği bir dönemde ortaya çıkmıştır. Akımın öncü şairi Ece Ayhan’a göre ise az kullanılan adıyla “Sivil Şiir”dir. İkinci Yeni'nin doğuşunu sağlayan kitap ise Cemal Süreya'nın Üvercinka’sıdır. İkinci Yeni Şiir’inin ilk örnekleri 1951-1959 tarihleri arasında Pazar Postası gazetesinde yayımlanmıştır. Gazete aynı zamanda İkinci Yeni şiirine beşiklik de etmiştir.

İkinci Yeni akımı Türk Şiiri’nde değişik imge, çağrışım ve soyutlamalarla yeni bir söyleyiş bulma amacında olan bir akımdır. Genel olarak bakıldığında, soyutlama düzeyi kimi zaman Şeyh Galip şiirinin ötesine ulaşmakta, kullandıkları kelimelerle ve tamlamalarla sıradan halkın dilinden koparak elit – aydın azınlığa hitap etmektedir. Temaları farklı olmakla, kullandıkları dil tamamen zıt olmakla birlikte, ikinci yeni Servet-i Fünûn şiirinin 20. Asır’daki yansıması olarak tasvîr edilebilir. Ortak özellikleri; dilin alışılmış kalıplarını yıkmak, sözdizimini zorlamak, değiştirmek ya da bozmak oldu.

İkinci Yeni şairleri şiirde hayal gücüne ve duyguya ağırlık verdiler. Bireyin yalnızlığı, sıkıntıları, çevreye uyumsuzlukları gibi temaları sıklıkla işlediler. Söylemek istediklerini soyut bir dille anlatmaya çabaladılar. Amaçları verilmek istenilen duyguyu anlatmaktan ziyade hissettirmekti.

İkinci Yeni’nin temsilcisi olarak buraya İstanbul için şiir örneklerini aldığımız iki şairden ilki olan Turgut Uyar, İstanbul’daki ilköğreniminden sonra, Konya Askeri Okulu, Işıklar Askeri Lisesi ve Askeri Memurlar Okulu'nu bitirip Posof, Terme ve 'da personel subayı olarak görev yaptı. İlk evliliği annesinin isteği ile oldu. 18 yaşında baba olan Uyar ilk eşinden olan 3 çocuğunu memurluk yaptığı yerlerde büyüttü. 1958'de askerlikten ayrılarak Türkiye Selüloz ve Kâğıt Sanayisi'nin Ankara şubesinde çalışmaya başladı. 1966 yılında eşinden ayrılıp İstanbul’a yerleşti sonra ile 1968 yılında evlendi.

İkinci Yeni akımının öncüleri arasında sayılan Uyar'ın ilk şiiri 1947'de Yenigün dergisinde yayımlanmıştır Hece ölçüsüyle yazdığı ve toplumsal konuları işleyen ilk iki kitabı Arz-ı Hal (1949) ve Türkiyem (1952)'den sonra, Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959)'yla bireyin iç dünyasına ve birey- toplum ilişkisine yönelmiştir. Tütünler Islak (1962) ve Her Pazartesi (1968)'de de koruduğu bu çizgi yerini Divan (1970) ile geleneksel şiirin kalıplarına, Toplandılar (1974) ve Kayayı Delen İncir (1982) ile söz konusu dönemde yaşanan sınıfsal mücadelenin yansımalarına bırakmıştır.

Aşağıdaki şiirinde Turgut Uyar gençliğindeki İstanbul’u Edirnekapı’lı bir delikanlının gözünden, günlük hayatın getirdikleri ve kişisel sevda hikâyesi çerçevesinden anlatmıştır:

18

TURGUT UYAR

EDİRNEKAPI ÜSTÜNE ŞİİR

İstanbul dediler mi benim aklıma, Vaiz sokağı gelir hemen. Edirnekapı gelir, evimiz gelir Köşebaşında duran bir güzel kız gelir. Biletçi zili çeker, tramvay durur Bir manav, bir meyhane, iki akasya Kumrular geçer kilisenin çan kulesinden Beyaz bulutlar geçer... Burası Hasan Efendinin kahvesi Edirnekapıda, Bu taşçı Kemal, çocukluk arkadaşım. Bulutu Haliçten, rüzgarı Boğaz’dan Bir baygın gün içindeyiz, yazdan. “Dört cıhar, sebayidü, pencüse Akşam olur, güneş batar nerdeyse.” Pırıl pırıl aşk içinde Mihrimah Sultan Camii Eyüpten vapur düdüğü, Yenikapıdan tren sesi. Kalkarız ağır ağır kahveden Ben, Kemal, Kemalin eniştesi... Vaiz sokağına gelir eve varırım Kapıya iki üç defa vururum Karım kapıyı açar, çocuklar koşuşur Ekmeğimiz var, yemeğimiz var Yemeğe iştahımız var. Oturur yemek yeriz cümbür cemaat Alnımızın terinden, elimizin emeğinden Etrafa yayılınca makarnanın buğusu, Bize ne elalemin on türlü yemeğinden... Alır karımı gezmeğe götürürüm Bir dolmuşa bineriz Edirnekapıdan. Sultanahmette atkestanelerinin en güzeli Elli kuruş verir, cambaza gireriz. İstanbul bizim memleket, yaşımız yirmibeş

Basmayı da, ipeği de aşkla giyeriz. Yenicami önünden güvercinler uçan Mavnalar, takalar, koca koca gemiler, Köprüden günde kimbilir kaç insan geçer Denizde balıklar güzel, havada kuşlar Bir gülüşü karımın, sevdamı yeniler. Denizlerin kumuyum, balıkların puluyum Adım Turgut, kendim İstanbulluyum Ben Allahın bir sevdalı kuluyum Üsküdara geçerken bir yağmur almadı ama Bir güzel yaz günü Kadıköy vapurunda Japone kollu bir kız aklımı aldı. Bakıştık, gülüştük, hoşlandık

19

Derken o yoluna gitti, ben evime... Bizim ev iki oda, bir sofa Evsahibi ayda yetmiş lira alır. Kapıda atnalından, sarmısaktan bir nazarlık Önümüzde kaleler, arkası mezarlık. Gün olur çoluk çocuğunla bir bakarsınız Güzelim vaiz sokağında benim de Ferah, aydınlık bir evim olur. Bir büyük radyo da alır, yerleşirim Geçerim pencereye akşamüstleri. Boy boy sardunyalar, fesleğenler, Boy boy bulutlar karşımda. Saçağımızda bir kırlangıç yuva yapmış. Ahmet efendi geçer, selam veririm Bakkal İbrahim selam verir, alırım. Fesleğenler kokar, sardunyalar kızarır İstanbul sereserpe önümde geceye karşı Gemilerden, fabrikalardan düdükler Şimdi bir tren kalkar Sirkeciden bilirim. Alacakaranlıkta kıpır kıpır gölgeler Sesler gelir yakın sinema bahçesinden Bir hoş olurum.

İkinci Yeni’den alacağımız ikinci ve bu çalışmanın son şairi Sezai Karakoç’tur. Bugün itibariyle, çalışmamızda adı geçen ve halen yaşayan da tek şairdir. Sezai Karakoç, sadece bir şair değil, bir fikir adamı, siyasetçi ve eleştirmendir.

Karakoç şiirde kullandığı dil itibarıyla son derece yeni bir şairdir. İkinci Yeni’nin bütün şairlerinden daha fazla soyutlamaya önem verir, adeta onda kelimeler günlük yaşamdaki anlamlarından sıyrılır, şairin kendisinin yarattığı yeni bir âlemde yeni bir anlam edinirler. Şiir şairin bu idealize âleminin yeni anlamlar kazandırılmış kelimeleri ile yazılır.

Sezai Karakoç, muhteva olarak Büyük Doğu ekolünden gelmekle birlikle, Necip Fazıl’ın dini duyarlığın ağır bastığı milliyetçiliği yerine, Türkiye’de ilk defa anti milliyetçi değil ama milliyetçilik üstü bir dini duyarlılığın ve bu duyarlılığa dayanan İslamcı bir siyasetin temsilcisi olmuştur.

Aşağıdaki şiirinde, Karakoç, bütün bir İslam Birliği ülküsünü, Kur’an’ın mesajını ve peygamberin pratiğini, bütün peygamberlerin mesajları ile Orta Doğu halklarının ezilmişlikten kurtulmasının müjdecisi, temsilcisi ve sembolü olarak idealize edilmiş bir İstanbul’u bize sunmaktadır. Bu açıdan ise, farklı şekillerde olsa bile, Nedim, Tevfik Fikret ve Yahya Kemal’le paralellik arz etmektedir.

SEZAİ KARAKOÇ

ALINYAZISI SAATİ (İSTANBUL)

Yeryüzüne ayı indir o bir şehir olsun Yaklaştıkça büyüyen Ayrıntıları setleri bahçeleri Yumuşak çizgileriyle ortaya çıkan İşte ben o şehri yaşadım yıllarca İstanbulda parça parça

20

Çeşmelerinde ayı yaşadım Servilerinde ayla birlik bölündüm Ayla birlik yaralandım İstanbul mezarlıklarını aydınlatan ayla Soludum bölük bölük ahiretin Keskin çizgili özgürlüğünü Kanlı canlı özgürlüğünü ay kesmesi İçtim sıcak bir yaz günü içilen buz gibi bir vişne şurubu benzeri Kutsallığın ballı biberli çilekli çile kevserini İstanbuldur bu otuz yıl kana kana yaşadığım Taşlarına adeta resmim işledi Ben İstanbulda dağıldım zerre zerre İstanbul damla damla içimde birikti Mermer tozu gelip gelip içimde oluştu bir şehir Bu yeryüzünden ve gökyüzünden ötedeki şehirdir O bir kılıçtır Doğudan Batıya uzanıp Çin ipeğinden örülmüş şeytan kozasını bölen Darbeleriyle Batı çeliğini lime lime eden O Tanrının kılıç halindeki hilali İslam ruhunun kristalleşmiş heykeli İçimin sesi rüyamın öfkesi merhametimin şehri İstanbula gel oruç günleri gez gör ve dinle derinden Taştaki oymalarını incele bir er gözüyle Semerkanttan kalkıp gelmiş erlerin gözüyle gör her yeri Camileri mezarlıkları çeşmeleri ve sebilleri Git Sümbülefendiye servilerden sor olan biteni Merkezefendide tüket maddeyi yırt maddeciliğin kefenini Bağdatta ebedi bağı ruhun ve ilahi hikmetlerin Şamda son sınırı manevi medeniyetlerin Kozmik bakış metafizik sezgi Bağdattan dal, Şamdan yaprak Diyarbekirden çizgi Hep İstanbulda kırık dökük Parçalanmış silinmiş sönmüş Hayaletler gibi kaçmış gizliliklere Loş boşluklara sığınmış kan rengi bir huzur arzusu Sabah Karacaahmette öten şafak kırmızısında savaş borusu Sökün eder her sabah ufkun bir ucundan yeniçeriler Su şırıltısından gök gürültüsüne değin Bütün seslere düzen vermiş ebedi mehter Yok olduysa bu şehir ruhu ruhuma sindi Ben yaşadıkça o yaşayacak bende Kimbilir belki o da dirilecek benimle İslam Milletinin dirilişinde O yeniden güneşin güneş ayın ay ve dünyanın dünya İnsanın insan olduğu o günde Ölümün biliyorum ey İstanbul diriliş içindir Öyleyse indir ruhunun teslim bayraklarını indir göm toprağa Doğrul ve kalk ayağa Kemiklerinle etin arasında Sonsuz güç topla korku ve muştuyla Mucize muştusuyla

21

Yüreğim yırtılıyor çınlıyor ağlıyor yüreğim Fırtına yaprak yaprak dökülüyor Gecenin tüyleri savruluyor havaya Ölümümü kutlayan Arz oğullarıyla Mübarek toprağın anlamından bile yoksun Taşın demirin mermerin ve tozun metafizik kadrine bile düşman Kabus ruhumu çalmak isteyen hırsız Madde dönüşür binbir şeye ama ruh kaybolmaz Altın madeni gibi pırıl pırıl kalır ve solmaz

Ve ben kardan geldim ama denizi üstlendim Denizi yüklendim adeta denizle evlendim Denizle yaşadım denizle öldüm Öldükten sonra denizin gözlerini gördüm Denizden denize yükseldim Birliğin şarkısını işittim dinledim derinliklerinde Sedeflerinden yapılmış İstanbul camilerinin taşları Beyaz güvercin kanadı köpüklerinde kubbelerini gördüm camilerin -Ama gizleyerek saklayarak itiraf etmeyerek- Bursadan gelen yeşil bu denizi boyadı gökten sonra Ve trenler şifreli düdükleriyle trajedileri perdelerken Dönüp bir köşeden ötede kaybolurken Ben kayalarını denizin ahenkleştirdiği kıyılarda Gerçeği koğaladım hayal meyal görünen kelimeler arkasında Ve derken birden karaya sıçradım Ayasofya Padişah türbeleriyle örtülmüş maskelenmiş şehzade mezarlarıyla Kayboldu o deniz o kentle birlikte Rabbim bildir bana olup biteni O yeşil ötesi ışığı o güneşi tahlil eden su çizgisini Ve sen ey Avrupa yerin dibine batacaksın bitmez tükenmez suçlarına karşılık Ve derken Ayasofya yüzüme çarpan karanlık Serin ve kilim nakışlı kızıl gözlü dev bir cam gibi Ve kılıcımın ucunda Ayasofya küçük bir bilya gibi Uçuyorum göklerin kubbesine bir ikram gibi Gök sofrasında bir çeşni bir garnitür gibi Kalk ve kavra ruhum bir kadavra gibi solan bu göksel yapıyı Bir kartal taşırken yere düşmüş Ve kalakalmış kaldığı yerde Sonra karanlıklardan çıkan kartallar tünemiş üstüne Yemişler ötesini berisini Ey kozmiğin kemirdiği bir kent gibi yükselen yapı Ey Allaha açılan ve kapanan ulu kapı Bir at gibi soluyorsun kulelerinle Deniz öfkenin köpükleriyle benekli Gel barışın köprüsü ol içimizde dışımızda Yeniden sularından içelim kana kana Savaşabilirim bugün bütün dünyayla Gerekirse Ruhumuzun susadığı hakikat olan Evrensel İslam Barışının zaferi için Aşk için Tanrı hakikati aşkı için

22

Göğe çıkan İsa yere insin diye -Fazla çıkardılar göğe- Gel ey Muhammed ve İsa hakikati Burada sizi bekleyen bütün bir insanlık var Bulutlar yaralı insanlar zehir saçan fırtınalar Kara-düşünce fırtınalarıyla yüklü kurşun levha havaları Savaşırım doğudan daha doğu Doğrudan daha doğru olanı bulmak için Zulme karşı savaşabilirim İnsan başı yalnız Tanrı önünde eğilecektir Ebedi hakikat budur Bunun için savaşırım ben Bunun için kanım helal olsun Şehrimin altına özgür Tanrı aşkını yazmak İstanbulu yeniden Tanrı şehri yapmak Bunun için savaşırım ben Servi için savaşırım çınar için savaşırım Tozlanmamış gün doğuşu için Yıldızlar geceleri yeniden görünsün diye Tuz deniz damlasında gülsün Çam denizle gülüşsün Su tenimizle barışsın Ruhumuzla ışısın diye Savaşçıyım ben atalarım gibi İstanbul için savaşırım Bağdatın dervişlik ortağı Şamın kılıç kardeşi Olan İstanbul için Benim güneşimden öteye kimse gidemez Benim güneşimin üstüne doğmadığı yaşam yaşam değil "Benim duvarımdan yüksek duvar haraptır" Gerçek özgürlüktür kölelik değil Tanrıya kulluk İstanbul olacak yine gerçek özgürlüğün türküsü Kıyamete kadar söylenecek türkü

23

EK: NEDİM VE TEVFİK FİKRET’İN ESERLERİNİN ORİJİNAL HALLERİ

NEDİM

Kaside der vasf-ı İstanbul ve sitayiş-i Sadrazam İbrahim Paşa

Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.

Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezadır.

Altında mı üstünde midir cennet-i âlâ Elhâk bu ne halet bu ne hoş ab u hevâdır.

Her bağçesi bir çemenistan-ı letafet Her gûşesi bir meclis-i pür-feyz ü âlâdır.

İnsaf değidir anı dünyaya değişmek Gülzarların cennete teşbih hatâdır.

Herkes irüşür anda muradına anınçün Dergâhları melce-i erbab-ı recâdır.

Kâlây-ı maarif satılur sûklarında Bazar-ı hüner mâden-i ilm ü ulemadır.

Camilerinin her biri bir kûh-i tecelli Ebrû-yı melek anlara mihrâb-ı duadır.

Mescidlerinin her biri bir lücce-i envâr Kandilleri meh gibi lebriz-i ziyadır.

Hep halkının etvârı pesendîde vü makbul Derler ki biraz dilber-i bî-mihr ü vefadır.

Şimdi yapılan âlem-i nev-resm-i safanın Evsafı hele başka kitap olsa sezadır.

Nâmı gibi olmuşdur o hem sâ'd,hem âbâd İstanbul'a sermâye-i fahr olsa revadır.

Kühsârları, bağları kasrları hep Güya ki bütün şevk u tarab zevk u safadır.

İstanbul'un evsafını mümkün mü beyan hiç Maksûd hemen Sadr-ı kerem-kâre senadır.

Ey Sadrı cihan-bân ede Hak devletin efzûn Kim devletin erbab-ı dile lûtf-ı Hudâdır.

Ezcümle Nedîmâ kulun ey âsâf-ı devrân Müstağrek-i lûtf u kerem ü cûd u atadır.

24

TEVFİK FİKRET

SİS Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid, Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid. Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh, Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh; Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar! Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim, Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim! Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ, Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ! Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı; Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet; Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde; Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir, Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir; Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ, Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ. Hâriçten, uzaktan açılan gözlere süzgün Çeşmân-ı kebûdunla ne mûnis görünürsün! Mûnis, fakat en kirli kadınlar gibi mûnis; Üstünde coşan giryelerin hepsine bî-his. Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet! Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde, Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde. Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu'; Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'. Milyonla barındırdığın ecsâd arasından Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..

Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; Kaatil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar; Ey dahme-i mersûs-i havâtır, ulu ma'bed; Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyed, Mâzîleri âtîlere nakletmeye me'mûr; Ey dişleri düşmüş, sırıtan kaafile-i sûr; Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât; Ey doğruluğun mahmil-i ezkârı minârat; Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler; Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer Te'mîn edebilmiş nice bin sâil-i sâbir; "Geçmişlere rahmet!" diyen elvâh-ı mekaabir; Ey türbeler, ey herbiri pür-velvele bir yâd İykâz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd; Ey ma'reke-i tîn ü gubâr eski sokaklar; Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar Vîrâneler, ey mekmen-i pür-hâb-ı eşirrâ;

25

Ey kapkara damlarla birer mâtem-i ber-pâ Temsîl eden âsûde ve fersûde mesâkin; Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın Gam-dîde ocaklar ki merâretle somurtmuş, Yıllarca zamandan beri, tütmek ne…unutmuş; Ey mi'delerin zehr-i tekâzâsı önünde Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadîde; Ey fazl-ı tabîatle en âmâde ve mün'im Bir fıtrata makrûn iken aç, âtıl ü âkim; Her ni'meti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı Gökten dilenen züll-i tevekkül ki.. mürâyi! Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtâz İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz; Ey girye-i bî-fâide, ey hande-i zehrîn; Ey nâtıka-ı acz ü elem, nazra-i nefrîn; Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra: nâmus; Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâ-bûs; Ey havf-i müsellâh, ki hasârâtına râci' Öksüz, dul ağızlardaki her şevke-i tâli'; Ey şahsa masûniyyet ü hürriyyete makrûn Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kaanûn; Ey va'd-i muhâl, ey ebedî kizb-i muhakkak, Ey mahkemelerden mütemâdî sürülen hak; Ey savlet-i evhâm ile bî-tâb-ı tahassüs Vicdanlara temdîd edilen gûş-ı tecessüs; Ey bîm-i tecessüsle kilitlenmiş ağızlar; Ey gayret-i milliye ki mebgûz u muhakkar; Ey seyf ü kalem, ey iki mahkûm-ı siyâsî; Ey behre-i fazl ü edeb, ey çehre-i mensî; Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeye me'lûf; Eşrâf ü tevâbi', koca bir unsûr-ı ma'rûf; Ey re's-i fürûberde, ki akpak, fakat iğrenç; Ey taze kadın, ey onu ta'kîbe koşan genç; Ey mâder-i hicranzede, ey hemser-i muğber; Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… hele sizler, Hele sizler…

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!...

18 Şubat 1317/3 Mart 1902 (Tanin, 1324/1908, sayı 1)

26