ismet PARMAKSIZOĞLU Yaşar ÇAĞLAYAN

GENEL TARİH I Eski Çağlar ve Türk Tarihinin İlk Dönemleri

Ankara, 1976

FUNDA YAYINLARI, Sanlı Han 105/311 Kızılay/ANKARA

Birinci Basım

Kapak : Sadri Pekak

Dizgi, Basl<ı, Kapak Baskısı, C iit: TİSA l\/latbaaoılık Ltd. Şti. Mitinatpaşd Cad. 62 İÇİNDEKİLER Sayfa No. ÖNSÖZ XI

ESKİÇAĞ TARİHİ

BİRİNCİ BÖLÜM : G İ R İ Ş 1. Eskiçağ Tarihine Başlarken ...... 3 1.1. Eskiçağ Tarihinin Sınırları ...... 3 1.2. Tarihöncesi ...... 5 1.2.1. Tarihöncesi Kültür Anlaşmaları ...... 7 1.2.2. Ön Asya Uygarlık Alanlarının Tarihöncesi ... 10 1.3. Yazı 17 2. Çin ...... 19 2.1. Çin Tarihinin Özellikleri ve Önemi ...... 20 2.2. Çinin Siyasal Tarihi ...... 21 2.3. Çin Düşüncesinin Temelleri ...... 27 2.4. Çinin Türk Tarihince Değeri ...... 30 3. Hint ...... ,...... 31 3.1. Hint Tarihinin Özellikleri ...... 31 3.2. Siyasal Tarih ...... 34 3.3. Hint Düşüncesi ...... 36

İKİNCİ BÖLÜM : ESKİ DOĞU UYGARLIKLARI ...... 43 1. Mezopotamya Tarihi ...... 43 1.1. Coğrafi Ortam ...... ,...... 43 1.2. Mezopotamya Tarihinin Kaynakları ...... 47 1.3. Mezopotamya Tarihinin Kaynakları ...... 48 1.3.1. Sümer Siteleri...... 49 1.3.2. Mezopotamyanın Tarihi Devirlere Girişi ...... 55 1.3.3. Sümer Arkaik Devri ...... 58 1.3.4. Akad İmparatorluğu ...... 60 1.3.5. Sümer Klasik Ç ağı...... 62

III Sayfa No.' 1.3.6. Üçüncü Ur Soyundan Sonra Mezopotamya ... 65 1.3.7. Birinci Babil Devleti ...... 66 1.3.8. Kassitler ...... 68 1.3.9. Asur İmparatorluğu ...... 69 1.3.10. İkinci Babil Devleti ...... 74 1.4. Mezopotamya Uygarlık Tarihi ...... 76 1.4.1. Siyasal Yapı ...... 76 1.4.2. Sosyal Yapı ...... 78 1.4.3. Ekonomik Yapı ...... 82 2. Mısır Tarihi ...... 83 2.1. Coğrafi Ortam ...... 84 2.2. Mısır Tarihinin Kaynakları ...... 86 2.3. Siyasal Tarih ...... 88 2.3.1. Tarihi Devirlere Giriş ...... 89 2.3.2. Eski İmparatorluk Devri ...... 90 2.3.3. Orta İmparatorluk Devri ...... 94 2.3.4. Yeni İmparatorluk Devri ...... 96 2.3.5. Eski Mısır Tarihinin Son Devirleri ...... 100 2.4. Mısırın Uygarlık Verileri ...... 103 2.4.1. Siyasal Yapı ...... 104 2.4.2. Sosyal Yapı ...... 105 2.4.3. Ekonomik Yapı ...... 108 3. Suriye ve Filistin Tarihi,...... 110 3.1. Fenikeliler ...... 110 3.2. İbraniler 112 4. Anadolu Tarihi ...... 116 4.1. Coğrafi Ortam ...... 117 4.2. Anadolunun Tarihi Devirlere Girişi ...... 118 4.3. Hititler ...... 120 4.3.1. Hitit Siyasal Tarihine Toplu Bakış ...... 121 4.3.2. Uygarlık Verileri ...... 130

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : HELLEN TARİHİ ...... 135 1. «Antikçağıı Anlayışı ...... 135

IV Sayfa No. 1.1. Antik Dönem Tarihinin Bölümleri ...... 138 1.2. Hallen Tarihinin Kaynakları ...... 139 2. Ege Bölgesi ve Hellas ...... 140 2.1. Coğrafi Ortam ...... 140 2.2. Tarihöncesi ...... 142 2.2.1. Girit Kültürü ...... 143 2.2.2. Akalar ve Miken K ültürü...... 146 2.2.3. M.Ö. 1200 Göçleri ve Sonuçları ...... 148 3. Hellen Tarihinin Karanlık Dönemi ...... 151 3.1. Karanlık Dönemin Özellikleri ...... 151 3.2. Karanlık Dönemin Getirdikleri ...... 152 3.2.1. Siyasal Oluşum (Polis) ...... 152 3.2.2. Epos ...... 156 3.2.3. Hellen Dininin Özellikleri ...... 158 3.3. Ekonomik Gelişim ve Kolonileştirme ...... 161 4. İsparta ve Atina Devletleri...... 167 4.1. İsparta 167 4.2. Atina 170 5. Beşinci Yüzyılın Siyasal Gelişimi ...... 179 5.1. Pers İmparatorluğunun Oluşumu ...... 179 5.2. Hititlerden Perslere Dek Anadolu ...... ,.. 182 5.2.1. Urartular ...... 182 5.2.2. Frigler ...... 183 5.2.3. Lidyalılar ...... 185 5.2.4. İonya Şehirleri ...... 188 5.3. Pers Savaşları ...... 189 5.4. Peleponnesos Savaşları ...... 196

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM : HELLENÎSTİK DÖNEM ...... 203 1. Büyük İskender İmparatorluğu...... 206 1.1. Makedonya Krallığı ve Hellas ...... 206 1.2. Büyük İskenderin Kişiliği ...... 208 1.3. İskender İmparatorluğunun Kuruluşu ...... 210 1.4. İskender İmparatorluğunun Özellikleri ...... 211 Sayfa No. 2. Hellenistik Krallıklar ...... 213 2.1. İskender İmparatorluğunun Parçalanması ve Sonuçları ...... 213 2.2. Hellenistik Krallıklar Döneminin Özellikleri ...... 214 BEŞİNCİ BÖLÜM : ROMA TARİHİ ...... 217 1. İtalya ve Roma ...... 220 1.1. Coğrafi Ortam ...... 220 1.2. Tarihöncesi ...... 221 1.2.1. Etrüskler ...... 222 1.2.2. Komada Krallık Dönemi ...... 224 1.2.3. Romanın Siyasal ve Sosyal Yapısı ...... 226 2. Roma İmparatorluğunun Oluşumu ve İtalya Egemenliği 231 2.1. Patrici-Pleb Mücadelesi ...... 231 2.2. Roma İtalyaya Egemen Oluyor ...... 236 2.2.1. Romanın Genişlemesini Sağlayan Ortam ve Koşullar ...... 238 2.2.2. İtalyanın Ele Geçirilmesi ...... 240 2.3. Cumhuriyetin Yapısı ve Niteliği ...... 242 3. Romanın Genişlemesi ve Cumhuriyetin Bunalımı 244 3.1. Kartaca Savaşları ve Batı Akdenizin Ele Geçirilmesi 245 3.1.1. Birinci Kartaca Savaşı ...... 245 3.1.2. İkinci Kartaca Savaşı ...... 247 3.1.3. Batı Akdenizde Roma Sömürgeciliği ...... 250 3.2. Hellenistik Krallıkların Romaya Bağlanması ...... 251 3.2.1. M. Ö. III. yy. Sonlarında Hellenistik Krallıklar 251 3.2.2. Doğu Akdenizde Roma Sömürgeciliği ...... 255 3.3. Romada Bunalım Cumhuriyetin Sonu Oluyor ...... 260 3.3.1. Bunalımın Ekonomik ve Sosyal Boyutları..... 260 3.3.2. Bunalımın Siyasal Boyutları ...... 268 4. İmparatorluk Dönemi ...... 274 4.1. Tek Kişi Yönetiminin Kurulması ...... 275 4.2. Roma Kültürünün Gelişmesi ve Yayılması ...... 278 4.3. İmparatorluk Dönemi Siyasal Tarihine Toplu Bakış 280 5. Eskiçağın Son Bulması ...... 283

VI Sayfa No. TÜRK TARİHİ

BİRİNCİ BÖLÜM: İSLAMİYETTEN ÖNCE TÜRKLER ... 287 1. Giriş ...... 287 1.1. Türk Tarihi ve Kaynakları ...... 2S7 1.2. Geçmişte Türk Kavimleri Tarihi Üzerinde Yapılan Çalışmalar ...... 289 2. Orta Asyada İlk Uygarlıklar 294 2.1. Türklerin Anayurdu ...... 297 2.2. Türk - Hun İmparatorluğu ...... 305 2.3. Batı Hunları ve Avrupaya Akınları 311 3. Göktürkler ...... 316 3.1. Göktürklerin Siyasal Varlığı ...... 318 3.1.1. Dağılma Dönemi ve Yeniden Canlanış ...... 319 3.1.2, Göktürklerin Genel Türk Tarihindeki Yeri ... 321 3.2. Göktürklerde Gelişen Uygarlık ...... 322 4. Uygur Devleti ...... 324 4.1. Uygur Topluluğuna Giren Kavimler 324 4.2. Uygurların Yayılma Alanı ...... 325 4.3. Uygurların Siyasal Tarihi ...... 325 4.4. Uygur Kültürü ve Uygarlıkta Kendini Gösteren Gelişme ...... 329 5. Türklerin Batıya Göçleri 340 5.1. Avarlar ...... 341 5.2. Onogurlar ...... 343 5.3. Hazarlar ...... 345 5.4. Macarlar ...... 346 5.5. Peçenekler ve Uzlar ...... 347

İKİNCİ BÖLÜM ; TÜRKLERİN İSLÂM DİNİNE GİRİŞLERİ ...... 349 1. Türkler ve İslâmlık ...... 349 1.1. îslâmiyete Toplu Bakış ...... 348

VII Sayfa No. 1.1.1. Müslümanlığın Temel İlkeleri ...... 349 1.1.2. Hz. Muhammedin Yaşamı ...... 351 1.1.3. İlk Dört Halife Devri, Müslümanlığın Orta Asyaya Girişi ...... 355 1.2. Türklerin Müslüman Olmaları Olayı ...... 357 1.2.1. Maveraünnehirde Müslümanlık ...... 357 1.2.2. Emevilerin Türklere Karşı Tutumları ...... 358 1.2.3. Talaş Savaşı ve Bu Savaşın Dinler Tarihi Bakımından Önemi ...... 359 1.2.4. Abbasilerin Türklere Karşı Tutumu 360 1.3. Müslümanlığın Türkler Arasında Yayılışı 361 1.3.1. Kentlerin İslâmlaşması ...... 361 1.3.2. Ahmet Yesevî ve İslâmlaşma ...... 363 1.3.3. Türklerin İslâm Kültür ve Uygarlığına Giriş­ leri, Hizmetleri ...... 364 2. İç Asyada İslâm Çağının Yükseliş Devri ...... 366 2.1. Tarihi Çevre ...... 366 2.2. Toplulukların Yer Değiştirmeleri ...... 367 2.3. Siyasal Gelişmeler 369 2.3.1. Samanoğulları 369 2.3.2. Gazneliler ...... 371 2.3.3. Karahanlılar ...... 377 2.3.4. Karahanlılar ve Gaznelilerde Düşünce Ala­ nında Atılımlar ...... 387 2.4. IX. yy. dan XI. yy. a dek İç Asyada Parlayan Uy­ garlık ...... 390 3. Oğuz Göçü ...... 394 3.1. Oğuz Boylarının Oluşumu ...... 394 3.1.1. Oğuzların İlk Yurtları ve İlk Faaliyetleri ... 398 3.1.2. Oğuzlarda Dinsel ve Sosyal Değişmeler ...... 400 3.2. Oğuzların Genel Türk ve İslâm Tarihine Girişleri 402 3.2.1. İlk Selçuklu Beyleri ve Faaliyetleri ...... 403 3.2.2. Selçuklu İmparatorluğunun Doğuşu 406 3.2.3. Oğuzların Büyük Göçü 407 3.2.4. Selçuklu İmparatorluğu ...... 408

VIII Sayfa No. 3.2.5. Selçuklu İmparatorluğunun Dağılması 413 3.2.6. Selçuklu Sultanlıkları ...... 414 3.3. Türk - İslâm Uygarlığında Selçuklular Döneminde Görülen Atılımlar ...... 420 3.4. Oğuz Göçü İle Türk - İslâm Uygarlığının Taşıdığı ve Kapsadığı Değer ...... 422 4. Moğollar ...... 431 4.1. Moğollarla İlgUi Genel Bilgiler ...... j...... 431 4.1.1. Moğolların Etnik Yapıları ...... 431 4.1.2. Moğollarda Toplum Yapısı ...... 432 4.1.3. Moğol Tarihinin Başlangıcı ...... 433 4.2. Moğol İmparatorluğu ...... 435 4.2.1. Çağatay İmparatorluğu 439 4.2.2. İlhanlI İmparatorluğu ...... 440 4.2.3. Altan - Ordu İmparatorluğu 444 KAYNACA 451

IX

ÖNSÖZ

Tarih biliminin dinamik bir l

XI Eğer bir ülkede ırkçı kayramlara dönük bir tarih öğretimi yapılı­ yorsa ya da böyle bir tarih yazılması tasarlanıyorsa o ülkede bilim­ sel bir tarih kesinlikle yoktur diyebiliriz. Bilim, birtakım çıkar grup­ larının hizmetine sunulamıyacak denli saygıdeğer bir uğraştır. Bunu yapan ne bilimsel düşünceye ulaşmıştır, ne de bilim adamı sanı ta- şısa bile bilim adamıdır. Aslında tarih, insana toplum içinde kişilik sahibi olmasını sağ­ layacak doğrultuda bir bilimdir. Tarih öğrenmekle kazanılan bunlardan da önemli diğer bir yön­ se öncelikle sağlanacak bireysel kazançtır. Diğer bilimlerin tümün­ den daha çok «tüme vanmcı», bilimsel akıl yürütme yeteneği sağla­ yan bir bilimdir tarih. Tarih öğrenmekle tutucu, bilime aykırı bir kafa yerini, ileriye dönük, güncel olayları geniş bir bakış açısından değer­ lendirme olanağı kazanmış bir kafaya bırakır. Toplumun diyalektiğini anlayan kişi güncel olayların dar kalıpları içinde, kendi kişisel dün­ yasının çıkar çerçevesinin dışında, çağın değişen koşullarını anlaya­ rak mutlu bir uyum sağlar. Kararlı, bilinçli, geleceği gören kişi hem iyi bir yurttaş, hem iyi bir insan olarak ne iş yaparsa yapsın çağından, toplumundan ve daha geniş biçimde insanlığından sorumluluk duyar. Çünkü onda artık gerçek bir insan sevgisi ve bu insana saygı yer­ leşmiştir. İşte bu kitabın konularına bakış açısı, her şeyden önce, tarih bi­ liminin bu amaçlarına dönük olarak okuyucuya insanlığın, ulusunun geçmişini olayların ezberlenmesiyle değil, tarihsel akıl yürütmeyle kavratmaya dönüktür. Kitapta Eskiçağın geliştiği Akdeniz uygarlık alanıyla Hint ve Cin uygarlıklarının Eskiçağlardaki sosyo - ekonomik ve siyasal gelişimi ele alınmış, sonra da Türk tarihinin Orta Asyadaki gelişim süreci bir bütün olarak işlenmiştir. Okuyucuda bir tarih gö­ rüşü uyandırılması amaçlandığından ayrıntılardan çok genellemelere ve karşılaştırmalara yer verilmiştir. Böylece konu olarak ele alman sürenin tümden kavranması öngörülmüştür. Bu kitap başta yüksek okul öğrencileri olmak üzere tarih ve sos­ yal bilgiler öğretmenlerinin ve genel tarih üzerinde bir görüş edin­ mek isteyenlerin gereksinmeleri dikkate alınarak hazırlanmış her ne. denli özgün bir araştırma olmasa bile özgün bir terkib olarak değer­ lendirileceği umudundayız. Okuyucudan göreceğimiz destek ise Or­ taçağlar, Yeni ve Yakınçağlar tarihlerini de bu kitabın devamı ola­ rak sunma olanağına kavuşmamıza yardım edecektir. Başta öğretmen arkadaşlarımız olmak üzere okuyucularımıza bir katkıda bulunmak mutluluğumuz olacaktır.

İsmet PARMAKSIZOĞLU Yaşar ÇAĞLAYAN

XII BİRİNCİ B Ö L Ü M

GİRİŞ

Tanzimaîtan bu yana ülkemizde «tarih-i umumî» adıyla okutulan, öğretilen «Genel Tarih» sırosıyla «eskiçağ», «ortaçağ», «yeni ve ya- km çağlar» adıyla bölümlenmiş bulunmaktadır. Bu tip bir çağ ayırı­ mının Avrupa tarihinin sosyo - ekonomik gelişim sürecine uygun ol­ masına karşın batı uygarlığı çevresine giren bizim gibi tüm ülkelerde de kabullenilmesi ilk bakışta tarihsel gelişimimizle çelişik görülürse de, bu çağ ayırımı genel bir çerçeve olduğundan fazla bir sakıncası yoktur. Bir bakıma geniş bir alana yayıldığından bu sıraya uymak pratik yarar bile sağlamaktadır.

Elinizdeki bu kitapta kronolojik bir sıra izlenmesi zorunluluğunun nedenlerini açıklamaya gerek bile yok. Ancak öncelikle belirtilmesi gereken bir nokta ise Eskiçağ içinde Akdeniz, Hin ve Çin kültür alan­ larının uygarlık gelişiminin 4000 yıllık bîr dönemi, okuyucuyu ayrın­ tılar, görece tarihlemeler içine sokmadan verilmek istenmesidir. Buna ulaşabilmek için Hint ve Çin kültür alanındaki gelişim sürecini giriş bölümünde işledikten sonra, «uygarlık aşamasına» ulaşmış bulunan Akdenizin Doğu (Mezopotamya, Mısır Anadolu, Suriye, Fi­ listin) ve Batı (Ege, Hellen, Roma) kesimlerinin, bugüne bıraktıkları mirası aydınlatacak biçimde, bir üst yapı olan siyasal ilişkilerini sı­ ralamak yerine ekonomik ilişkilerin doğurduğu sonuçları, toplumun diyalektik gelişimine uygun olarak ele almaktayız. Böylece ortaçağ­ dan bu yana olan tarihsel süreci de diğer ciltlerde sunduğumuz za­ man çağımız dünya uygarlığı ve bu uygarlık içinde yerimizi nesnel bir biçimde çizebileceğimize inanmaktayız.

1. ESKİÇAĞ TARİHİNE BAŞLARKEN

Tarih yazılı belgelerin ortaya çıkışından bu yana geçen süre­ yi konu edinir. Yazılı belgelerin bulunmadığızaman ise «tarihön­ cesi» olarak adlandırılır. İnsanlığın tarihi ile doğanın tarihi as­ lında iç içe gelişmiştir. Önce dünyanın oluşumu, sonra canlıların oluşumu ve insanın oluşumu. İnsanın hem biyolojik, hem de top­ lumsal oluşumu uzun bir süreyi içerir. Bu oluşumun en son aşa­ ması tarihin konusu olmaktadır. Bu «uygarlık» aşamasıdır. Ge­ nel olarak yazıyla başlatılan devredir. Ancak insanoğlu tarih çağ­ larına birdenbire gelmemiştir. Zamanın herhangi bir anında bir­ den bire uygarlaşma sözkonusu olmamıştır. Bu aşamaya ulaşa­ bilmek için uzun süre doğayla mücadele eden insanoğlu büyük bir kültürel birikim sahibi olmuştur. Bu birikim uzun gözlemle­ rin, denemelerin kuşaklar boyu süren bir sonucudur, özüdür. Tarih çağlarına başlarken insanoğlunun geçirdiği kültür aşa­ malarını, geçirdiği evrimi ve geçireceği yaşantısını kanıtlayabil­ mek için ele almanın yararı vardır. Bunu kavramak, «tarih ön­ cesi» kültür aşamalarını tanımakla sağlanabilecektir. Demek ki aslında «Eskiçağ»ın içinde olmamakla birlikte Eskiçağa bir «giriş» olarak tarihöncesi (Prehistorya) gelişimini öğrenme zorunluluğu vardır. Prehistoryanın tarih devirlerine oranla uzunluğu dikkate alınırsa başlıbaşına bir öğrenim konusu olmasının gerekliliği or­ taya çıkar. Çünkü, bireyin doğa ve toplum içinde evrimleşme sü­ recinin, onun sosyo - ekonomik yaşantısının devinimini tam an­ lamak, Eskiçağa giriş olarak ele alınamayacak derecede önemlidir. Kaldı ki elde bulunan belgelerle bu gelişim evreleri bugün tam anlamıyla aydınlatılabilmiş de değildir. Eskiçağda bilinen uygarlık alanlarının tarihine başlarken de­ ğindiğimiz bu Prehistorya gelişimi ile yazılı belgeler hakkında top­ lu bir bilgi gereksinmesine işaret etmenin yararlı olduğu düşün­ cesindeyiz. Önce «Eskiçağ» denilince nasıl bir sınırlandırma yapıl­ dığının üzerinde duralım.

1.1 ESKİÇAĞ TARİHİNİN SINIRLARI Eskiçağ tarihi denilince nereler ve ne zaman aklımıza gelir ? Kuşkusuz burada «çağ» kavramı üzerinde ayrıca durmayacağız. 3 Eskiçağ, Ortaçağ, Yeni ve Yakınçağ ayırımı Akdeniz Kültür ala­ nına dayalı, Avrupa tarihine göre yapılmıştır. «Genel tarih» bu ayrıma göre işlenmektedir. Öyleyse uygulamada yerleşen biçime göre Eskiçağı sınırlandırmakla yetinmek yerinde olacaktır. Zaman bakımından Eskiçağ tarihi yazılı belgelerin en eski olarak Akdeniz Kültür bölgesinde görülmesinden, Roma İmpara­ torluğunun M. S. 476 da batı kesiminin yıkılmasına dek sürer. Başlangıç noktası bakımından araştırmacıların bir karşı görüşü olmamakla birlikte. Eskiçağın Ortaçağa dönüşmesi için önerilen tarihler değişiktir. Eskiçağın bitim tarihi olarak M. S. 395, M. S. 476, M. S. 800 gibi tarihleri önerenler bulunmaktadır. İlerde gö­ rüleceği gibi Eskiçağın sosyal, siyasal ve ekonomik yapısını karak- terize eden özellikler M. S. V. yy. larda değişmiştir. Artık tüm Ak- denizi içeren bir Roma İmp. u yoktur. Eskiçağın köle emeğine dayanan ekonomik yapısı, yerini serf emeğine bırakmıştır. İm­ paratorluklar yerine feodal yönetim egemen olmuştur. Bu an­ lamda Eskiçağı 476 tarihine göre sonuçlandırmak, yani zaman sı­ nırı koymak daha doğru olacaktır. Bugün var olan ulusların ken­ di özel tarihlerini incelerken yazıyla birlikte tarih devirlerini baş­ latıp, özel yapılarına göre tarihlerini bölümlemeleri ayrı bir ko­ nudur. Biz programlarımıza uygun olarak Eskiçağın zaman sınır­ landırmasını yazıyla başlatıp 476 tarihiyle noktalayacağız. Bu kronolojik dilim içinde Eskiçağ tarihi sınırlandırılacaktır. I Ortam olarak bu zaman sınırlamasında hangi bölgelerin tarihi ele alınmalıdır ? Başka bir deyişle coğrafî ortam olarak sınırlar nerelere dek uzanmaktadır ? Bunu saptamak için yazılı belgelerin bulunduğu bölgelere bakmaktayız. Bu tarihler arasında kendine özgü yazılı belgelerin bulunduğu alanlar, Eskiçağ tarihinin sınır­ larını içermektedir. En eski yazılı belgeler Akdenizin doğusunda görülmektedir. Asya, Avrupa, Afrika gibi kıta ayrımına bakmak­ sızın Mısır, Mezopotamya, Anadolu, Suriye - Filistin ve da yazı beliriyor M. Ö. 3500 lerden sonra. Öte yandan Çin ve Hint böl­ gelerinde de yazılı belgeler görülüyor. Genel olarak «Yengeç Dö­ nencesi »nin kuzeyinde 40° paralele dek olan ılıman iklim bölgesi yazıya öncelikle kavuşan alanları içermektedir. Eskiçağı coğrafî ortam olarak bu bölgelerde izleme olanağı vardır. Uzak doğudan batıya doğru sıralarsak bu alanlar ; Çin, Hint, İran, Mezopotamya, Suriye, Mısır, Anadolu, Ege ve Yunan, Roma’dır. Asıl genel tarihin oluştuğu ortam Akdeniz uygarlık alanıdır. Akdeniz:in doğusu - ki eski Ön Asya diye adlandırılır - yazıyı daha erken tammış, yani tarih çağlarına daha erken girmiştir. Akdeni­ zin diğer kesimleri - ki Batı uygarlık alanıdır - Doğuya oranla ya­ zıya geç ulaşmalarına karşın çağdaş uygarlığın gelişmesinde etkin rol oynamıştır. Eskiçağ tarihinin ağırlık noktası bu alan olacak­ tır. Ama Çin ve Hint bölgelerinin de Eskiçağda kendi iç dinamik­ leriyle gelişen, uygarlık aşamasına ulaşmaları da söz konusu ol­ duğuna göre bunlardan da söz etmek, hele Türk Tarihi açısından, gereklidir. Böylece Eskiçağ tarihi denilince şu tabloyla karşılaşı­ yoruz : Akdeniz kültür alanına bağlı olarak doğu uygarhkları (Mezopotamya Mısır, Anadolu, Suriye Filistin, îran), yine aynı alana bağlı batı uygarlıkları (Ege ve Yunan, Roma), Çin ve Hint. Eskiçağ uygarlık alanlarının tarih devirlerine girişi, yani ta­ rih öncesindeki kültür gelişmeleri birbirlerinden farklı olmuştur. Yazılı tarih devirlerindeki gelişmede türlü neden ve koşulların et­ kisiyle, farklılıklar gösterir. Ancak tarihin her devrinde ve tarih öncesinde bölgeler arası etkileşimler vardır. Bu etkileşimle ortaya çıkan benzerlikler, ya da ayrılıklar, genel gelişim aşamaları sap­ tanırken gözönünde tutulmalıdır. Örneklere girmeksizin diyebili­ riz ki bugün sahip olduğumuz çağdaş uygarlık tek başına bir kav- min ya da bir bölgenin malı değildir. Türlü kavimlerin ve bölge­ lerin bunda az ya da çok etkinliği vardır. İnsanlığın ortak malıdır. Genel tarih öğrenimi, temelde bu görüşü verecek bir bilgi dalıdır. Bu zaman ve coğrafî ortamla sınırlı olmak üzere yukarda söz- konusu ettiğimiz tarih öncesi kültür gelişimine, Eskiçağa giriş olarak bakmak gerekecektir.

1.2. TARİH ÖNCESİ (PREHİSTORYA) : 50.000 yü öncesinden bu yana insanın yaptığı araçlarla kar­ şılaşırız. İnsanlık tarihi açısından, doğanın 50.000 yıl öncesini içeren gelişimini bir yana bıraksak bile tarih devirlerine ulaşılın- caya dek geçirilen uzun bir gelişim süreciyle karşı karşıya kalırız. Bu uzun süre incelendiğinde insanla dîğer canlılar arasında ben­ zer ya da ayrı özelliklerin de neler olduğunu görebilmekteyiz. Diğer hayvanlar gibi insan da dış çevreyle etkileşim içindedir. Onun tehlikelerinden korunmak, ondan geçimim sağlamak zorun­ luluğu ile karşı karşıyadır. Kendini çevresine uydurmak zorun­ dadır. Bu bakımdan hayvandan farklı değildir. Ancak hayvanlar çevrelerine bedensel olarak uyarlar. Korunmak için dişleri, pençe­ leri gelişir, soğuk bölgede kürkü kalınlaşır, sıcak bölgede tüylerini atar. Kısacası, hayvanlar çevrelerine bedensel olarak uyarlar. İn­ san bu noktada hayvandan farklılaşmıştır. Beden dışı organlar aracılığıyla insan çevresinden yararlanır, ya da kendini çevrenin zararlarından korur. İnsanın beyni hayvanlara oranla gelişmiş, el­ leri bedenini taşımaktan kurtulup araç yapımına yönelmiştir. İn­ sanı fizyolojik olarak diğer hayvanlarla kanşlaştırırsak onlardan çok güçsüz olarak görülür : Yırtıcı hayvanlar gibi pençeleri, yırtıcı dişleri yoktur. Soğuktan korunacak kürkleri de yoktur. Bü­ yümeleri, kendilerini korumaları da uzun bir süre almaktadır. Bunlara karşılık bedenlerinden aj^rı araç kullanma güçleri vardır. İnsanı, hayvandan üstün kılan da organlarından ayrı araç kullanma gücüdür. Hayvanlar çevre değiştirdiğinde doğal bir ay­ rıma uğrayıp, türleri yok olduğu halde insan her türlü çevreye uyabilmektedir. Böylece doğanın tutsağı olmaktan çıkmıştır. Hay­ vansa doğa koşullarına göre gagası, tüyü, pençesi v.b. organları gelişmiş bir canlıdır. Bedeninin çevreye göre gelişim göstermesi nedeniyle yaşayabileceği çevrenin dışına çıktığında yaşama olana­ ğı bulamamaktadır. Bu nedenle de doğa tarihi boyunca birçok hayvan türü yok olmuş ancak fosilleri kalmıştır. İnsansa ar-aç ve gereçlerle uyum sağladığı gibi, bunları geliştirerek doğayı kendi hizmetine sokabilmiştir. Çevreye uyum bakımından insanla hayvanın farklılığına de­ ğinirken bir nokta üzerinde daha durulmalıdır : Hayvan bedensel uyumuyla ilgili kesimlere hemen alıştığı halde insan yaptığı araç­ ları yaparken de, geliştirirken de, kullanılmasını öğrenirken de tür­ lü sınama - yanılmalardan denemelere dek uzunca bir süreyi ge­ reksinmektedir. Bu düşünceyi biraz daha açtığımızda insanın kül­ türel gelişmesiyle ilgili ilk sağlam tabanı saptayabiliriz. Araç yapımı toplumsal bir iştir. İnsanlar kişisel bulgularını toplumun ortak malı durumuna getirirler. Örneğin taş bir baltanın yapımını ilk kez bir birey sağlamıştır. Ama bu baltanın geliştiril­ mesi, kullanılması, ortak bir değer düzeyine getirilmesi toplumsal bir iştir. Bu araçların kullanılmasının öğrenilmesi, hayvanlann bedensel organlarını kullanmasından çok zordur. Uzun bir eğitimi gerektirir. Yeni doğan çocuk en yalınç aracın kullanılmasını bile uzun sürede ancak öğrenir. Kaldı ki insan yavrusu kendi beden­ sel organlarını bile kullanma alışkanlığını zamanla öğrenir. İnsan, gelişebilmek için ana - baba gibi yaşlı kuşağın deneylerinden ya­ rarlanarak olgunlaşır. İnsanın kullandığı araçlar toplumun malıdır. Toplum içinde geliştirihr, toplumda öğretilir. Hayvanlara göre bedensel olarak zayıf olan insanoğlu bu toplumsal kalıtım yoluyla güçlenir. Doğa­ ya karşı uyumunu toplumsal çabasıyla sağlar. Bu toplumsal de­ ğerlerin, bilgilerin yeni kuşağa aktarılmasında dil, hayvanlara oranla insana üstünlük sağlar. İnsanın biyolojik yapısı türlü sesler çıkarmaya elverişli olarak evrimleşmiştir. Bu sesleri toplumda ortak olarak anlamlandıran insan, toplumdaki bilgileri aktarma olanağı kazanmıştır. Dil, top­ lumun oluşumuyla bağıntılı olarak gelişir. Kavramlar soyut ola­

6 rak belirir ve bunlara anlam toplumsal olarak verilir. Böylece söz­ cükler doğar, gelişir. Bu kısa açıklamalardan şöyle bir sonuca ulaşmaktayız : İn­ sanoğlu diğer canlılardan farklı olarak toplumsal bir varlıktır. Onun toplumsal yaşantısının gerekliliği doğayla mücadelesinden çıkmıştır. Yani yaşayabilmek, karnını doyurabilmek için toplum­ sal bir yaşantı zorunluluğu doğmuştur. Onun araç yapması eko­ nomik bir uğraştan başka bir şey değildir. Yaşantısının kalıntılarını saptayabildiğimiz insanı toplum için­ de görmekteyiz. Kuramsal olarak ilkel insanı tek başına ancak düşünebilmekteyiz. Yoksa kalıntılarıyla tanıyabildiğimiz kadarıyla insan toplumsal bir varlık olarak yaşantısını sürdürmektedir. Grup içinde yaşamaktadır. Ancak bölgeler arası farklılıklar göze çarpmaktadır. Arkeolojinin amacı da bu farklılıkları saptayarak insanın maddi kültür gelişimini anlatan buluntuları sergilemek­ tir. Gruplar arasında görülen bu farklılıklar türlü gelişme aşa­ malarıyla tarih devirlerine ulaşmıştır. Demek ki tarih öncesi devirlerin gelişim aşamalarını saptar­ ken topluma bağlı olarak, insanın kullandığı araç kalıntılarının değerlendirilmesi ve zamanlandırılmasıyla kültür aşamalarını ni­ telendirme olanağı vardır. Bu kalıntıların sistemli olarak araştı­ rılması, değerlendirilmesi ve zamanlanması iş bilim olarak arkeo­ lojinin konusudur. Bugün arkeoloji, araştırma tekniklerinde çok ilerlemiş, deniz altı araştırmalarına dek alanını genişletmiştir. Arkeologlar türlü tekniklerle buluntuları gerçeğe yakın zamanlamamak olanağı bul­ muşlardır. Arkeoloji bilimi, tarih devirleri için de yazılı belgeleri doğrulamada ve yazılı belgelerin j^etmediği konularda önemli kat­ kılarda bulunmaktadır. Özellikle Eskiçağ tarihinin arkeolojik ça­ lışmalardan ayrı yürütülmesi'olanağı yoktur. Tarihin tamamla­ yıcı ana öğesi durumundadır. Nitekim tarihi devirlerden söz eder­ ken sık sık arkeolojik verilerin aydınlatıcı bilgilerine başvuracağız. Tarih öncesinin kültür aşamalarını neye göre ve nasıl sap­ tamak gereğini böylece belirttikten sonra, bu aşamaların nasıl ge­ liştiğini gözden geçirelim.

1.2.1. TARİH ÖNCESİ KÜLTÜR AŞAMALARI Doğanın oluşumuyla ilgili bilim dalı jeolojidir. Jeoloji bilimi yeryüzünde canlıya rastlandığından bu yana geçen zamanı dört ana zaman bölümüne ayırır : Birinci zaman (Paleozoik = Eski hayvan devri), İkinci zaman (Mezozoik = Orta hayvan devri). Üçüncü zaman (Neozoik = Yeni hayvan devri) ve Dördüncü za­ man (Atropozoik = İnsan - hayvan devri). Paleozoik devirden bu yana geçen süre aşağı yukarı 500 milyon yıllık bir süredir. Bu jeolojik zamanlarda türlü alt devir ve çağlara bölünürler. İnsanın yerküresinde görülmesi dördüncü jeolojik devirde oluyor. Bu jeolojik devirde «buzul çağı» (Pleistoren çağ) ve «holo­ sen çağ» olmak üzere bölümlenir. Holosen çağ şimdi içinde bu­ lunduğumuz zamanlan içeren jeolojik zamandır. Buzul çağında insan farklılaşmaya başlayarak ortaya çıkıyor. 250.000 yıldan ar­ tık bir süreyi içermektedir. Bu jeolojik devri içine alır biçimde ar- keoloğlar insanın kullandığı araç ve gereçlere bakarak tarih ön­ cesi zamanları bölümlemektedirler. İnsanoğlu önceleri doğada çokça bulduğu taştan araçlar yap­ mıştır. Zamanla madeni kullanmayı başarmıştır. Aşağıda karşı­ laştırmalı olarak baktığımızda daha açık görüleceği üzere maden kullanırken bir yandan da alfabeyi ve yazıyı bulmuştur. Böylece arkeologların maden devri bölümlemelerine paralel olarak tarih çağları da başlamış olacaktır. Demek ki tarih ile tarih öncesi için kültür aşamalarına göre değil yazılı belgelerin bulunmasına göre bir sınır koymaktayız. Kültür gelişimi süreklilik gösterecektir. Ni­ tekim tarih çağları için de aynı özelliği görmekteyiz. Arkeologlar tarih öncesini iki aşamada ele alırlar : Taş devri, Maden devri. Amerikalı Etnograf Lewis Henry Morgan (1818 - 1881) kültür gelişiminin vahşet, barbarlık ve uygarhk aşamalarını ayırt eder. Burada arkeolog Gordon Childe’in bu aşamaları bir­ leştirerek adlandırmasına dayalı olarak tarih öncesine göz atar­ sak şu aşamaları gözleyebiliriz.

a) Paleolotik Vahşet Duruıtiıiı Jeologların buzul çağı (Pleistoren) dedikleri yerin zamanla­ ması içine giren bu devre M. Ö. 12.000 - 10.000 yıllarına dek sürer. Paleolotikum (eski taş) devri arkeologların, insanın kullandı­ ğı taş aletleri henüz ustalaşmadan, kabaca kullandıkları devirdir. İnsanın kültür gelişiminin en uzun süren devresidir. Morgan, bu devreyi üç aşamada ele alır. Aşağı aşama olarak adlandırdığı ilk devreyi insan türünün çocukluğu olarak adlandırır. Kabuklu ya da kabuksuz yemişler ve köklerle beslenen insan ağaçlarda yaşayıp yok olmaktan kurtulmuş, tek heceli bir dille konuşmaktadır. Gerçi bu durumda yaşayan insanla ilgili bilimsel kanıtlara rastlanma­ mıştır ama orta aşamada görülen gelişmenin böyle bir geçmişe dayanması düşünce olarak ortaya atılmaktadır. Vahşet durumunun orta aşamasında paleolotik taş araçlara rastlanmaktadır. İnsanoğlu ateşi kullanmakta, deniz hayvanları avlayabilmekte ve bunlar yardımıyla da ırmaklar boyunca yayıla-

8 bilmektedirler. İnsanlar salt avla geçinemediklerinden yamyamlı­ ğın bu aşamada ortaya çıktığı sanılmaktadır. Paleolotik vahşet düzeyinin üçüncü aşaması (yukarı aşama) ok ve yayın bulunmasıyla başlar. Artık avcılık normal bir besin maddesi elde etmenin yoludur. Ok ve yayla doğaya karşı daha ile­ ri korunma durumunda olan insanoğlu doğal barınakların yanın­ da oturabilecek yerler yapmakta, dokumacılık, sepetçilik gibi us­ talık isteyen işleri başarmış bulunmaktadır. Avcılık ve toplayıcı­ lık, doğanın asalağı olan insanın en uzun gelişme süresidir. Üre­ tim söz konusu değildir. Doğada hazır bulunan gıdalar avlanarak ya da toplanarak yaşam sağlanmaktadır. Paleolotik vahşet devrinden neolotik barbarlık devrine geç­ meden arkeologlar mezolotikıım (orta taş) devri denilen bir aşa­ ma daha ayırt ederler. Bu aşamayı mikrolit denilen küçük çak­ mak taşı araçlarm varlığıyla değerlendirirler.

b) Neolotik Barbarhk Durumu M. Ö. 12.000 - 10.000 lerde insanlar öncelikle Ön Asya’da Paleo- lotikum devrinden çıkmışlardır. Bu aşamadan öncesi için bölge­ ler ve toplumlar arası bir ayrım yapmaya gerek yokken vahşet durumundan çıkıp barbarlık düzeyine ulaşma ayrı zamanlarda ve ayrı gelişim süreci içinde olmuştur. Önce Asya’nın uygun bölge­ lerinde bu gelişme izlenmektedir. Barbarlığın aşağı aşamasına kilin bulunup kullanılmasıyla geçilir. Gerçi taş araçlar daha düzgün biçime kavuşturulduğun- dan arkeologlar neolotikum (yeni taş) devri diye bu aşamayı ad­ landırırlarsa da asıl ayırt edici gelişme öğeleri kil, hayvanların ev­ cilleştirilmesi ve doğanın asalağı olmaktan çıkan insanın tarımsal .üretim yapmasıdır. Bugün arkeologlar neolotik devri zamanla sı- nırlamamaktadırlar. Yani maden devriyle birlikte sona erdirme- mektedirler. Çünkü, taş araçlar kullanüırken maden devrine ge­ çildiği gibi, madenleri kullanmaya başladıkları halde neolotik kül­ tür özelliklerini sürdüren kimi bölge halklarına da bugün bile rast- lanmaktadır. Bu devrin orta aşamasında özellikle Asya’da evcil hayvanlar yetiştirilirken, sulama aracılığıyla yenilebilen bitkiler ekilmekte, kerpiç ve taş yardımıyla evler yapılmaktadır. Sürüler biçiminde yetiştirilen hayvanların et ve sütlerinden yararlanma sonucu As­ yalIlar diğer bölgelere oranla daha hızlı gelişme göstermişlerdir. Etnograflar bu proteinli gıdaların beyin gelişiminde, bitkiyle bes­ lenen toplumlara oranla üstünlük sağlandığı sonucuna varmak­ tadırlar. Neolotik devrin bu gelişimi, yeni bir aşamaya ulaşacaktır.

9 c) Maden Devri Nil, Dicle - Fırat, İndus gibi ırmakların verimli kıyılarında in­ sanoğlu M. Ö. 5.000 yıllarına doğru madenlerden yararlanma, araç olarak kullanma düzeyine ulaştı. Uygarlık devrinin haber­ cisi olan bu aşama şehirleşmeyi gerektiren bir ekonomik gelişme­ dir. Morgan, barbarlığın üst aşamasında madenlerin kullanıldığını belirtir. Arkeologlar madenlerin tam kullanılmaya başlamasından önce bir devre ayırt ederler ve kalkolotikum adını verirler. Kalko- lotikum devrinde artık maden vardır ama çok olmadığından kul­ lanılma alanı yaygın değildir. Araçlar yine neolotik kültür ö’zel- liğiyle yapılmakta, taş araçlar asıl olmaktadır. Kalkolotik devirden giderek madenlerin çokça kullanıldığı devirlere girilmektedir. Ancak maden devrini yazılı tarih devirle­ rinin, tarih çağlarının önüne koymamak gerekir. Çünkü şehirleş­ meyle birlikte, şehrin gereksinmelerine uygun bir biçimde yazı bulunmuştur. însanlık böylece yazılı tarih devrine, tarih çağları­ na girmiş bulunmaktadır. Morgan’ın uygarlık aşaması dediği in­ sanın doğal ürünleri hammadde olarak kullanıp üretimi genişlet­ tiği, diğer aşamalardan ustalık ve sanayiye ulaşmasıyla ayırt et­ tiği düzey maden devirleriyle birlikte gelişmiştir. Nitekim tarihi devirlere paralel olarak arkeologlar madenlerin çokça kullanılma­ sının gerçekleştiği sıraya uygun bir biçimde uygarlığın ilk iki bin yıllık dönemini Ön Asyada tunç çağı olarak ayırt ederler. Sıra­ sıyla bakır, tunç ve demir uygarlık hizmetine girmiştir. Burada Eskiçağ toplunılarını ele alırken, toplumun ev gerek­ sinmesinden fazla «artı - ürün» üretip bunun şehirlerde toplandı­ ğı ve şehirleşmeyle birlikte bir kahramanlık çağı olarak sonraki devir yazılı belgelerinde adlandırılan devreyi «tarihî devirlere gi­ riş» olarak ele alacağız. Bu devre tarihçilerin ayrımında ise, tari­ hin hemen öncesi (protohistorya) devri olmaktadır. Tarih öncesi (prehistorya) aşamalarıysa bu devrenin gerisinde kalan çok uzun bir gelişim sürecidir.

1.2.2.ÖN ASYA UYGARLIK ALANLARININ TARİHÖNCESİ Önceki bölümde değinildiği gibi Eskiçağ sınırları içine giren uygarlık alanlarının tarihi devirlere girişlerinden. Eskiçağ tarihi­ nin zaman sınırlaması sonuna dek olan tarihlerini bir bütün ola­ rak ele almadan önce bu bölgelerin tarihöncesine (prehistorya) bakmak, tarihi devirlerdeki gelişime ışık tutması açısından gerek­ li olmaktadır. Prehistoryanın zaman olarak uzunluğuna ve arkeo­ lojik çalışmaların son yüzyıllardaki gelişmesi sonucu yüzbinlerce buluntunun kültür gelişimi içinde değerlendirilmesine bakılırsa böyle bir kitabın sınırlarını ne denli aşan bir iş olduğu anlaşılır.

10 Bu kitapta ele alınan uygarlık alanlarının yalnızca Mezopotamya, Mısır ve Anadolunun kısa bir prehistoryasına değinmekle yetine­ ceğiz. Akdenizin batı uygarlık alanlarının prehistoryası ise yeri gelince söz konusu edilecektir. Ancak tüm kültür özelliklerinin ay­ rıntılarına girmeden, gelişmenin ana buluntu yerlerini belirtmek­ le yetinilecektir.

Mezepotamya Mezopotamya’da Paleolotik ve Mezolotik uygarlık aşamaları saptanamamıştır. Bunda, bölgenin iklimiyle ilgili olarak kalıntı­ ların yok olduğu görüşü olmakla birlikte, neolotik devreden öncesi için aydınlatıcı buluntuların elde edilmemesi de söz konusu edil­ mektedir. Buna karşın son zamanlarda yapılan araştırmalarda Musul çevresinde mezolotik devreye değgin mağaralar saptanmış­ tır. Genel olarak Kuzeydoğu Mezopotamya’nın neolotik devreden önce de bir yerleşme alanı olduğu böylece ortaya çıkmış bulun­ maktadır. Mezopotamyanın, neolotik devrede artık yerleşme alanı oldu­ ğunu görmekteyiz. Önemli yerleşmeler Jermo, Hassuna, Teli el-Asvam, Ninova, Teli Halaf ve El Ubeyd’de olmaktadır. Ayrıca Musul çevresinde Tepe Gavra da daha önceki araştırmalarda neolotik kültür aşaması görülmüştü. Genel olarak neolotik devir Mezopotamyasında coğrafî ortamın sonuçlandırdığı karmşın üze­ rine çamur sıvanarak kulübeler yapılacak, tarım ortaya çıkacak­ tır. Avcılık ve toplayıcılık ise yine de tarımdan daha önemli yer tutmaktadır. Aşağı Mezopotamya’nın asıl tarihöncesi gelişimi kalkolotik' devirde olacaktır. Kalkolotik kültürün Yukarı Mezopotamya’da Tel Halaf buluntularının tarihlenmesine göre M. Ö. IV. binlerde başlamasına ve Aşağı Mezopotamyanın daha sonra kalkolotik de­ vire girdiği görülmesine karşın, gelişme daha hızlı olacaktır. Mezopotamyanın bu ilk yaygın kültürünü 1911 -13 yıllarında Al­ man arkeologlarının kazısıyla tanımış olduk. Tel Halaf ta üç kül­ tür katı saptanmıştır. Üstteki iki kültür katı yazılı tarih devirle­ rine girmektedir. Tel Halaf’ın en alttaki kültür tarihöncesi gelişi­ mi göstermesi bakımından önemlidir. Seramik buluntularının özelliklerine göre, yayılma alanın saptandığı tarihöncesi kültürle­ rinden Tel Halaf seramiği de Asur ülkesinden Akdenize dek uzan­ maktadır. Tel Halaf seramiğinin demek ki yayıldığı bu alanlarda Kalkolotik devir söz konusudur. (Tel Halaf’a paralel olarak Tepe Gavra, Hassuna, Ninova, Samarra’da aynı kültür görülüyor). Buluntulardan çıkan sonuçlara göre M. Ö. IV. bin başlarında sosyal yaşantı başlamıştır. Sosyal yaşantının önemli bir bölümü

11 olan din kurumlaşmış, ilk tapmaklar yapılmıştır. Kişisel mülki­ yeti gösteren mühürler görülmektedir. Basit işbölümü ortaya çık­ mıştır. Bu bir köy kültürüdür. Şimdi asıl hızlı gelişmenin görüldüğü aşağı Mezopotamya’ya gelirsek tarihöncesi gelişimin kültür katlarını daha kolay izleye­ biliriz. Yukarı Mezopotamya’nın köy kültürüne benzer bir gelişme El-Ubeyd’de saptanmaktadır. Prof. B. Landsberger, bu kültürün başlangıcını Tel Halaf’tan sonra olarak tarihler. El-Ubeyd kültü­ rünün kısa sürede yukarı Mezopotamya’dan ileri bir düzeye ulaş­ tığı görülmektedir. El Ubeyd’de çıkarılan seramik eşya üzerinde geometrik motifler ve hayvan figürleri görülmekte, yapılması uzun emek ve sabır isteyen taş vazolara rastlanmaktadır. El Ubeyd, Erudu, Uruk, Cemdet Nasr buluntularıyla Sümer’li- ler öncesi Mezopotamyanın prehistoryası aydınlanıyor. B. Lands- berger’e göre bu gelişmenin en iyi izlenme olanağı Uruk kültür katlarında bulunmaktadır. Uruk kültür katlarının dördüncüsün­ de Sümer’lerin Mezopotamyaya geldiği görülüyor. Landsberger M. Ö. 3.300 lerin ilerisine El Ubeyd çağı, El Ubeyd çağından M. Ö. 3.1000 lere doğru olan devreye Uruk çağı. Uruk çağından Mezopotamya sitelerinin siyasal yaşantıya geçtikleri devreye de Cemdet Nasr Çağı adını vermektedir. . Bu kalkolotik devrin Uruk sitesinin dördüncü kültür katın­ dan sonra El Ubeyd çağının elle yapılan seramiğin yerini aşağı Mezopotamyada çarkla yapılmış seramik almaktadır. Burada re­ sim yazı da ortaya çıkmıştır. Urukla birlikte tarihî devirlerde gö­ rülecek olan gelişmelerin başladığı da ayrıca saptanmaktadır. Cemdet Nasr (M. Ö. 3000-2800) devrinde Sami’lerin de Mezopo- tanıyaya geldiği anlaşılmaktadır. Böylece Mezopotamya’da artık bir şehir uygarlığı,belirmiş, ya­ zı gelişmiştir. Sümerlerden önceki kültürü yaratanların hangi ırk­ tan oldukları anlaşümamaktadır. B. Landsberger’in adlandırma­ sına uygun olarak bunlara «Proto - Fırathlar» denmektedir.

Mısır Mısır’ın tarihöncesine ilişkin taş devri ve maden devri aşama­ larını gösteren kalıntılar ele geçtiği için, bu ülkenin de aynı kül­ tür devrelerini yaşadığı söylenebilir. Ancak tarihöncesini iyice ay­ dınlatacak belgeler kalmadığından bu konuda tam aydınlama ola­ nağı bulunmamaktadır. Tarihöncesinin paleolotik ve mezolotik aşamalar Mısır’da or­ talama M. Ö. 4.800 yıllarına dek gelir. Buzul devrinin ■ sonlarına doğru Kuzey Afrika’da sular çekilip te göl ve ırmak boylarına in­ sanlar geldiği sıralarda, Mısır’ın Nil vadisinde de suların çekildiği

12 yerlerde göçebe bir yaşantı süren insanların bıraktığı araçlara rastlanmasına dayanarak paleolotik devirde Mısır’da insanların var olduğu ileri sürülebilmektedir. Nil’in aktığı vadi sular içinde olduğundan bu dönemde kıyılarda, insanlar göçebelikle uğraşıyor­ lardı. Nil yatağına çekildikçe de bunu izleyerek aşağıya doğru ine­ ceklerdir. Polaolitik araçlar böyle bir sıra göstermektedir. Bu araçları tam tarihlemek olanağı bulunamamışsa da paleolotik bu­ luntular olduğu kesindir. Mezolotik devrin yaşanmadığı, dışardan gelen göçlerle neolo- tik uygarlık aşamasına geçildiği sanılıyordu. Ancak mezolotik dev­ ri karekterize eden mikrolit çakmaktaşı araçlar da bulunmuştur. Bu araçların önce Tunus’ta Kapsa’da bulunması nedeniyle, Mı­ sır’la paralelliği kurulmaktadır. Bu devri karakterize eden araç­ ların Nil’in yatağına daha yakın yerlerde bulunması, insanların Nil’in çekilmesini izleyerek yaşadıklarını göstermektedir. Delta bölgesinin henüz oluşumunun tamamlanmadığı bu dev­ relerde yaşantı yoktur. İklim nedeniyle de mağaralara rastlan- mamaktadır. Mısır’ın bu ilk kültür kalıntıları Kuzey Afrika kı­ yıları ve Avrupanın batı ülkelerinde bulunan verilere benzemek­ tedir. Nitekim mezolotik «Kapsa Kültürü» Sicilya, Aşağı İtalya, İspanya, Mısır, Filistin ve Süreye’ye dek yaygınlık gösterir. Neolotik devirlerde Mısır iklimi aşağı yukarı bugünkü biçimi­ ne ulaşmıştır. Nil bugünkü sınırlarına çekildiği gibi artık Delta bölgesinde de yaşam ortaya çıkmıştır. Neolotik kültür verilerine Delta bölgesinde Fayyum gölü çevresinde ve Merimde’de, Yukarı Mısır’da ise Tasa ve Badari’de rastlanmıştır. Bu devirde artık top­ rağa yerleşildiği, seramik yapımının gerçekleştiği görülmektedir. Seramik işçiliği bakımından Delta bölgesinin daha gelişkin olduğu anlaşılıyor. Mısır kalkolotik devir buluntularının ise kültür farklılaşması ve tarihî devirlere girişin anlaşılması bakımından önemli yerleri vardır. Araştırıcılar bu kültür aşamasını Vâdi’de Negade’deki bu­ luntulara göre karakterize ederler. Gerçi başka buluntu yerleri de vardır ama, en önemlileri Negade’dedir. Negade I. diye adlandırı­ lan kültürde insanların örgütlendiğini gösteren büyük mezarlar ortaya çıkarılmıştır. Geniş bir köy kültürüyle karşılaşıyoruz. Bakır henüz az olarak kullanılmaktadır. Seramik buluntularındaki süs­ ler Mezopotamya’nın Uruk kültürü, Orta Asyanın Anau buluntula­ rının ikinci katı ve Nubya ile benzerlikler gösterir. Delta bölgesinin kalkolotik buluntu yerleri Meadi merkez ol­ maz üzere Abusir el-Melek, Gerze ve Harage’dir. Delta’da birinci kültür diye adlandırılan aşamaya oranla gelişmiş bir kültür behr- miştir, bu maden devrinin başlarında. Mısır’da şehir devletleri

13 oluşmaktadır. Bu şehir devletleri, Mısır birleşik devleti kurulduk­ tan sonra da varlıklarını sürdürecekler, baştaki yöneticiniri- otori­ tesi zayıfladığı sıralarda başkaldırıp bağımsızlıklarını ortaya ko­ yacaklardır. Bu ikinci kültür denilen aşamayı gerçekleştirenlerin AsyalI kavimler olduğu, önce Delta bölgesine geldikleri, sonra da Vadiyi ele geçirip Mısır’ın yerli halkıyla kaynaştıkları olasılığı ile­ ri sürülmektedir. Bedensel özellikleri (brakisefal), arkeolojik bu­ luntular ve mitolojik belgelere dayanılarak bu kültürü yaratan­ ları Asya kaynağına bağlarlar. Mısır mitolojisindeki Deltanın bü­ yük tanrısı Horus ile Vâdi’nin büyük tanrısı Set arasındaki mü­ cadele bu kültürün yayılışını göstermektedir. AsyalIlar zamanla yerli (otokton) Hamî ırkla kaynaşmışlardır. Böylece Mısır’ın tarihî devirlerine gelmekteyiz. Çünkü «ikinci kültür» İri birlikte ilk Mısır yazısı da belirmiştir. Mısır’da maden kullanılması ve işlenmesi olanakların kıtlığı nedeniyle, tarihî bo­ yunca, sınırh kalmıştır.

Anadolu Anadolu’nun tarih öncesi kültür gelişimi ve arkeolojik bu­ luntuları üzerinde diğer bölgelere oranla çok fazla durulması ge­ rekir. Çünkü yurdumuz kültür verilerini tanımak ve tanıtmak her­ kesten çok bize düşen bir görevdir. Anadolunun prehistorya kültür aşamalarının son kazıları da içeren toplu bir anlatımının yazılma­ mış olması eksikliktir. Burada izlediğimiz yola uygun olarak Ana- dolunun tarihöncesi gelişim aşamalarını kazı yerlerini belirterek göstereceğiz. Anadolu’da paleolotik yaşantının varlığı bilinmektedir. Bu devrede Anadolu’nun güney ve güney - doğu yörelerinde insan ya­ şamaktadır. Buluntu yerleri, Hatay bölgesinde Mağaracık Köyü çevresinde araştırıcılarca «Birinci Mağara» olarak adlandırılan yer ile aynı bölgede Tıkalı Mağara ve Antalya’da «Karain» ma­ ğaralarıdır. Buralarda paleolotik taş araçlar bulunduğu gibi Ka­ rain mağarasında ayrıca Neanderthal tipinde bir insanın dişfosili de ele geçmiştir. Özellikle Karain mağarası taş devri kültürleri için önemli yerdir. Mezolotik devire değgin Samsun çevresinde Tekeköy ve İspar­ ta bölgesinde Baradiz buluntuları kuşkuyla karşılanmıştır. Ama Antalya Beldibin’de Anadolunun mezolotik devrini aydınlatan bu­ luntular bu devrin yaşandığında kuşkuya yer bırakmaz. Beldibi’n- de kayaların üzerine çizilmiş dağ keçisi resmi ise çok önemlidir. Beldibi kültürü, Karain’de paleotik devirle neolotik devir arasın­ daki boşluğu tamamlayacak niteliktedir.

14 Neolotik devirde Anadolu’da buluntu yerleri genişlemektedir. Karain’den başka, Mersin Yünıektepe, Tarsus Gözlükule, Burdur Hacılar, Gaziantep Sakçagözü ve Konya Çatalhöyük kazı yerle­ rinde neolotik kültür gelişimi incelenebilmektedir. Son olarak bu­ lunan Konya’nın Çumra ilçesinin yakınındaki Çatalhöyük neolo­ tik aşamanm aydınlatılmasında önemli bir yer tutmuştur. Neolo­ tik devirde yerleşmenin gerçekleştiğini, seramiğin taşıdığı önemi biliyoruz. Kalkolotîk devir Anadoluda uzun sürmüştür. Anadolunun kalkolotik kültür aşaması Doğu, Batı, Orta ve Güney Anadoluda ayrılıklar göstermektedir. Mersin Yümektepe kazılarından çıkan sonuca göre .dört aşama geçiren kalkolotik devir kültürünün Su­ riye ve Mezopotamya kalkolotik kültürleriyle ilişkili olduğu anla­ şılmıştır, Çukurova ile kuzey Suriye arasındaki ekonomik ilişkile­ rin bu devirden başladığı ortaya çıkmıştır. Nitekim Tarsus Göz­ lükule kalkolotik katının da Mezopotamya Tel Halaf etkisiyle ge­ liştiğinin saptanması bu ilişkinin varlığını destekleyen başka bîr kanıttır. Batı Anadolu kalkolotik kültürlerinden, Çanakkale Truva’da birinci kültür katında «megaron» ev tipinin görülmesinin, Ana­ dolu Hellen etkileşimine kanıttır. Batı Anadolu kalkolotiği ayrıca Kumtepe, Termi, Kusura ve Aşağı Menderes vadisindeki Beyce- sultan ile Burdur Hacılar’da yapılan kazılarda izlenmiştir. İç Ana­ doluda Alişar, Alaca Höyük, Horoztepe, Polatlı, Büyük Göllücek, Pazarlı, Samsun Dündartepe buluntuları Anadolunun artık geniş bir yerleşme alanı olduğunu gösteriyor. Doğu Anadolu’da ise Er­ zurum Karaz ve Van Tilkitepe buluntuları kalkolotik devrin yay­ gınlığını göstermektedir. Kalkolotik devirde köy yaşantısı sürmektedir. Doğu, Batı ve Orta Anadolu bölgelerinde bu yaşamın neolotik devrin Güney ve Güney - Doğu Anadolu bölgelerine ek olarak gerçekleştiğini; özel­ likle Orta Anadolunun sulak bölgelerinde gelişmeye başladığını görmekteyiz. Henüz çömlekçi çarkı Anadoluda yoktur ve seramik elle yapılmaktadır. Kalkolotik devirden sonra özellikle bakır ve kalayın karıştı­ rılması sonucu elde edilen tunca (bronz) göre maden de devri bö­ lümlenir. Eski bronz devri, Orta bronz devri ve Yeni bronz devri olarak adlandırılan bölümlerin son ikisi Anadolunun tarihi devir­ lerine denk düşer. Eski bronz çağı (M. Ö. 3000 - 2000) Anadolunun tarih öncesi gelişiminin son aşamasıdır. Bu devre de araştıncılarca üç ara bölüme, aşamaya ayrılır. Eski Anadolu tarihi araştırmacısı Prof. Firuzan Kınal’ın bölümlemesine uygun olarak, son araştırma

15 ve değerlendirmeleri kapsayan tablosunu burada aynen gözden geçirmek, bu devri tanımamrza yardımcı olacaktır.

BULUNTU YERLERİ

Batı Orta Doğu Güney Anadolu Anadolu Anadolu Anadolu

Eski Bronz Truva Alaca Höyük Karaz Tarsus Devri Yortan Kara Höyük Pulur Mersin I. Aşama Beycesultan M.Ö. 3000 - 2500

Eski Bronz Truva Alaca Höyük Karaz Mersin Devri Yortan kral mezar­ Pulur Tarsus II. Aşama Dorak lığı M. Ö. Beycesultan Kara Höyük 2500 - 2300

Eski Bronz Truva Kültepe Malatya Tarsus Devri Beycesultan Alişar Mersin III. Aşama Alaca Höyük Gedikli M. Ö. Kara Höyük 2300 - 2000

(Prof. Firuzan Kınal, Eski Anadolu Tarihinde Bazı Değişmeler, Ankara 1974, DTCF’nin Cumhuriyetin 50. Yıid'önömii Anma kitabındaki makalesinden).

Eski Bronz devrinin bü tipik buluntu yerlerinden başka bu­ luntu yerlerinin de var olduğunu belirttikten sonra, tüm buluntu­ ların ayrıntılarını ayrı ayrı açıklamak burada olanaksızdır. Toplu bir değerlendirmesi Firuzan Kınalın Kaynakçada adı geçeri kita­ bından izlenebilir. Bu dönemin sonunda artık Anadoluda bir şehir kültürü var­ dır. Sınırları surla çevrili «şehir devletleri» kurulmuştur. Bu şehir devletleri, tıpkı Mezopotamya ve Mısır’da olduğu gibi birlik dü­ zeyine yükselmemiştir. Ancak Akad kralının Anadoluya saldırısın­ da görüldüğü gibi birlik kurup dış düşmanla savaşabilmektedirler. Öte yandam seramik yapımında çömlekçi çarkının genelleştiği ve boya ile nakışlandığını, mimaride «megaron» plânh tapınakların yapıldığını, dış ülkelerle ticaretin geliştiğini izlemekteyiz.

16 Anadolunun bu tarih öncesi uygarlıklarını yaratanların kesin olarak hangi ırktan oldukları saptanamamıştır. Yazılı belgeler ol­ madığı için kültür özelliklerine göre bazı gruplamalar yapılabil­ mektedir. M. Ö. 2000 yıllarından sonra Anadolu’da yazılı belgeler ortaya çıkacaktır. Yani tarihi devirlere girecektir.

1.3. YAZI Tarihte yazının değeri üzerinde uzun uzun durmaya gerek yok. Tarih yazılı belgelerin bulunduğu zamanlardan söz ettiğine göre, yazı ile tarih yakından ilişkilidir. Tarih çağlarını tarihönce- sinden yazıyla ayırt ettiğimize göre, tarih çağlarına başlarken ilk yazı biçimlerinin ve gelişiminin nasıl olduğuna bakmak yararlı olacaktır. İlk yazılı belgeler Mısır, Mezopotamya, Elam da ortaya çıkıyor. Daha sonra Anadolu’da, Çin ve Hint’te de yazı kendine özgü bir gelişim gösteriyor. Asıl yazının «fonetik» nitelik kazanma­ sıyla tüm Akdeniz çevresinde yayılması süreci gerçekleşiyor. İşte bu gelişmeyi tanıyabilmek için yazıya gereksinmenin hangi ne­ denler ve koşullarla ortaya çıktığını bilmek gerekir. Yazının doğuşu ekonomik nedenlere dayanır. İnsanoğlu daha iyi av bulabilmek, av yerlerini belirten simgeler bırakmak, hangi hayvanların bulunduğunu göstermek için resimler çizmeye başla­ mışlardır. Bu resimler daha paleolotik devirde ortaya çıkmıştır. Gördüğümüz yazıların kaynağı resimdir. Buna bakarak bir kısım araştırıcılar mağara duvarlarına ya da taşlara çizilmiş olan resim­ leri yazı olarak nitelemektedirler. Bu duvar resimlerinin binlerce yıl sonra geçirdiği evrim sonucu yazıya dönüştüğünü görüyoruz. Sözün çizgilerle gösterilmesi anlamında yazının ilk kez Ön Asya uygarlıklarında ortaya çıktığı ve M. Ö. IV. binin ötesine götürü- lemiyeceği bir gerçektir. Yazının gelişebilmesi ya da bir gereksinme olarak ortaya çı­ kabilmesi için iyice gelişmiş bir topluma ulaşılmalıdır. Nitekim ilk yazının bulunması işi Mezopotamyanın gelişmiş şehir yaşantı­ sıyla bağıntılıdır. Uruk Sitesi kazılarında dördüncü kültür katın­ da üzerlerinde bir takım resim ve rakkamlar bulunan kil tablet­ lere rastlanıyor. Bunların ekonomik uğraşılarla ilgili belgeler ol­ duğu anlaşılmıştır. Site yaşantısı içinde ağırlığı olan tapınak ve tapınağa bakan din adamlarıdır. Tüm topraklar ve insanlar tan­ rının malıdır. Tanrı sitedeki tapınakta simgelenmiştir. Tüm eko­ nomik uğraşılar topluca yapılmakta ve tapmakta toplanmaktadır. Tapınağın bakıcıları gelen malları saymak, saptamak durumun­ dadırlar. Bu gelişmeyi dikkate alırsak Prof. Firuzan Kmal’ın Sü­ mer sitelerinde «teokratik devlet sosyalizmi»nin olduğu görüşüne

17 haklı olarak katılmak gerekir. İşte bu sosyo - ekonomik yapı için­ de din adamları tapınağa gelen mallan resim - yazı (pictographi) ile saptamak durumunda kalmışlardır. Tüm bölgelerde gördüğü­ müz yazının evrimine resim - yazı ile başlanıldığını ve site ekono­ misiyle ilgili olduğunu görmekteyiz. Mezopotamyada ilk resim - yazi'lı belgelerin ortaya çıkışı bu­ günkü tarihlemeye göre M. Ö. 3200 lerde olmaktadır. Bu resim - yazıdan, çivi yazısı diye adlandırılan yazı tipi gelişecektir. Çivi ya­ zısı Cemdet Nasr kültür aşamasında tüm Sümer sitelerinde genel- leşmiştir. Piktografik yazı Mısır hiyeroglif yazısında yalnız eşyayı de­ ğil, düşünceleri de anlatır biçimde sürecektir. Ön Asyaya yayılan yazı düzeni Sümer - Akad çivi yazısı olacaktır. Eski Batı uygar­ lıklarında da piktografik nitelikte bir yazı ikinci binlerde ortaya çıkmışsa da ancak M. Ö. 1200 lerden sonra bu yazının ortadan kalktığı saptanmıştır. Ancak, M. Ö. 600 lerde fonetik yazı biçimini yaratanların dil özelliklerine göre bu yazının okunup - okunama- dığı ise kuşkuludur. Bu bakımdan yazının evriminde asıl gelişim fonetik alfabeyi bulmakla son aşamaya ulaşmış olacaktır. Gerçi Mezopotamya ve Mısır yazılarında birçok kolaylıklar sağlayacak buluşlar olmuştur ama, bu evrim Fenikelilerce gerçekleştirilecek­ tir. Alfebenin bulunması Fenikeli’lere mal edilmektedir. Alfabenin bulucusu olmasalar bile Akdeniz kültür çevresinde yayıcıları Fe- nîkeli’lerdir. M. Ö. 1500 lerden sonra fonetik yazı (alfabe) bulun­ muştur. Giderek yaygınlaşmış, çivi ve hiyeroglif yazıların Milat yıl­ larına dek sürmesine karşın uygarlığın iletişimini sağlamıştır. Fe­ nikelilerin alfabeyi Mısır yazısından çıkardıkları sanılmaktadır. Mısır’da piktografik nitelikdeki hiyeroglif yazının daha sadeleşti­ rilmiş biçimi vardır ki hiyeratik yazı deniyor. Onun da sadeleşti­ rilmiş biçiminden esinlenerek ve devrin bilginlerinin araştırmala­ rı sonucu alfabe ortaya çıkmıştır. Bu görüşün ya da alfabeye baş­ ka kaynak aramanın tartışma yeri burası değildir. Fonetik yazı­ nın bulunmasından önce yaygın olarak gördüğümüz iki yazı ti­ pine topluca bakarak konumuzu sonuçlandıralım. Çivi yazısı adı Mezopotamyalıların kullandığı simgelerin çivi­ ye benzemesi nedeniyle verilmiştir. Yukarıda da değindiğimiz gibi bu yazı resim yazıdan çıkmıştır. Mezopotamyadan başka Akad’lar- la birlikte Ön Asyada yaygınlaşmıştır. Anadoluda M. Ö. 2000 lerde Asur’lu tüccarlarca kullanılan çivi yazısı daha sonra Hititlerce de benimsenmiştir. Ancak M. Ö. 1800 lerde eski Asur çivi yazısı or­ tadan kalkıyor ve yerini eski Babil biçiminde yeni bir çivi yazısı alıyor. Bu yazının hangi yolla ve nasıl geldiği bugün aydınlatıla-

18 bilmiş değildir. Hitit resmi belgeleri çoğunlukla bu yazıyla yazıl­ mıştır. İlk kez XVII. yy. da Engelbert tarafından çivi yazısı olarak adlandırılan bu yazı biçimi, bilginlerin uzun ve sabırlı araştırma­ ları sonucu XIX. yy. m sonlarına doğru çözülebilmiştir. Ses değer­ lerinin tam okunduğu kuşkulu olmakla birlikte bugün artık Ön Asya uygarlıklarının bu yazıyla yazılmış tablet denilen belgeleri okunup Eskiçağ tarihi aydınlatılabilmektedir. Hiyeroglif yazı ise önce yalnizca Mısır’da var sanılıyordu. Daha sonra Anadolu’da da Mısır hiyeroglif yazılarından ayrı, ken­ di özelliklerine göre ortaya çıkmış bir hiyeroglif yazının varlığı an­ laşılmıştır. Hitit hiyeroglifinin çivi yazısının yanında kullanıldığı görülmektedir. Hititler resmî belgelerinde çivi yazısı, halka duyu­ ru olarak hazırlanan anıtlardaki yazıtları ise hiyeroglif ile yaz­ mışlardır. Hitit hiyerogliflerinin çözümü 1930 lardan sonra hızlan­ mışsa da tam anlamıyla açıklanmış değildir. Araştırıcıların M. Ö. XV. yy. dan sonra bu yazıların ortaya çıktığını ileri sürme­ lerine karşılık, Sedat Alp ve Firuzan Kınal Anadoluda hiyeroglif yazının M. Ö. 2000 lerden önce varlığını bulmuşlardır. Hiyeroglif yazının yaygın olarak kullanıldığı ve tanındığı alansa Mısır olmuştur. M. Ö. IV, binlerden beri kullanılan bu ya­ zınım, alfabenin bulunmasından sonra da dinsel nitelikte, amtsal olarak kullanılmasının sürdüğünü görmekteyiz. 1822 de bu yazı­ ların Champollion tarafından okunmasıyla Mısır’ın yazılı tarih devirleri aydınlatılmış olmaktadır. Bir sonuç çıkarırsak prehistoryadan tarihe girerken Ön As- yada çivi ve hiyeroglif yazılar ortaya çıkmış bunlar şehir devleti (site) ekonomisiyle ilişkili olarak belirmiş ve gelişmiştir. Devrin bilginlerinin uğraşmaları sonucu gittikçe soyutlanarak alfabeye dönüşmüştür. Uygarlığın yaygınlaşması da kanalla olmuştur. Çün­ kü, Mezopotamyada okul tabletlerinden aıüaşıldığı gibi önceleri yazı bazı sınıfların (özellikle dinsel sınıfın) elinde gizemli bir güç­ ken, alfabeyle birlikte onların tekelinden çıkıp kitlelere yayılma­ ya başlamıştır. Bu yaygınlığın da ticaretle ilişkisi açıktır. Devlet bürokrasisinin yazı bilenlerce oluşturulması da kaçınılmaz ol­ muştur. Yazılı belgelerin ortaya çıkmasıyla tarih devirlerine geliyoruz. Eskiçağ genel tarihinin oluştuğu Akdeniz kültür çevresine geçme­ den önce Çin ve Hint uygarhklarıını genel olarak gözden geçirelim.

2. ÇtN TARİHİ Eskiçağ kültür gelişiminin izlendiği alan Akdeniz kültür çev­ residir. Bu alanda oluşan Eskiçağ kültür aşaması bir zaman bo­

19 yutundan geçerek çağdaş uygarlığın ortaya çıkmasını sağlamış­ tır. Ancak yazılı belgelerin ortaya çıkışından Roma İmparatorlu­ ğunun niteliğini yitirdiği M. S. V. yy. a dek Akdeniz kültür çevre­ sinin dışında da yazılı tarih oluşumu söz konusudur. Bu çevreler­ den biri Çin, diğeri Hint’tir. Bu iki kültür çevresini hem bu açıdan, hem de ulusal tarihimizle ilişkileri açısından ana çizgileriyle göz­ den geçirmemiz gerekmektedir. Çin, 1514’te Portekiz’lilerin Çin’e gelip ticarî nitelikte kurum­ lar kurmaya başlamalarından sonra, Cizvit papazı Matteo Rici’nin 1582 de misyonerlik çalışmalarına girişmesi sonunda Avrupalı’lar- ca gittikçe daha yakından tanınmış ve bundan sonra da Batı tari­ hi içinde yer almıştır. Emperyalist ülkelerin Avrupa dışında bir bölgeye girdiklerinde amaçlarına ulaşabilmek için bölge halkının tüm kültür özelliklerini tanımak istediklerini görmekteyiz. Böy- lece yeni araştırma ve bilim dalları ortaya çıkmıştır. Sömürgeleş­ tirilecek ülkenin gelenek ve görenek özelliklerinin, din ve inanış­ larının, toplumsal değerlerinin, dillerinin tanınması, kısaca tarih­ sel gelişim süreçlerinin araştırılması zorunluluğu doğacaktır. Sinoloji (Çin’e değgin bilim) de böylece doğan bir araştırma ala­ nıdır. Diğer bölgelere değgin bilimsel araştırmaların doğuşunda da aynı nedenler yatmaktadır. Böylece Çin’in geçmişi, tarihi ay­ dınlanmış olmaktadır. Hint’e değgin araştırmalarında ortaya çı­ kışı böyle olacaktır. Biz burada Çin tarihinin tüm gelişimini ele alacak değiliz. Son devirleri değil, tarihinin ilk devirleri ve bazı kültür özellikleri üzerinde duracağız.

2.1. ÇİN TAEİHİNİN ÖZELLİKLERİ VE ÖNEMİ Çin denilince tarih boyunca sınırları çok değişen bir coğrafî ortamdan söz edilir. Zaman zaman bugünkü Türkistan ve Moğolis­ tan bölgelerini içine alan bir genişliğe ulaştığı gibi, zaman zaman­ da Sarı ırmak bölgesinde küçük bir devlet durumunda bir Çin’le karşılaşırız. Bu bakımdan asıl Çin uygarlığının oluştuğu bölgeyi Sarı ırmak dolaylarındaki alanda gözleyebiliriz. Çin, tek bir kavim ve tek bir dilden ortaya çıkmamıştır. Bu­ günkü anlamıyla Çin’liler M. Ö. İkinci binlerden sonra oluşacaktır. Çin’deki bir çok kavim ve boy kaynaşarak Çin uygarlığını oluştu­ racaktır. Çin’h ya da dışardan gelen soylar tarih boyunca Çin’de ege­ menlik kurmuşlardır. Bu soyların iktidarı ele geçirmeleri kanlı ça­ tışmalar sonunda olmuştur. Ancak Çin tarihi boyunca dışardan gelip iktidarı ele geçiren soyların zamanla Çin uygarlığına uyduk­ ları, yani Çinlileştikleri görülmektedir. Özellikle Çin’in kuzeyinde-

20 Kİ göçebe boyların Çin’e yerleştiklerinde bu Çinlileşme sürecini da­ ha belirgin bir biçimde görmekteyiz. Çin, yazısı, toplumsal gele­ nekleriyle kendine özgü bir gelişim gösterdiği ve bu uygarlığı üs­ tün gördüğü için binlerce yıl boyunca ülkede değişim çok zor ol­ muştur. Nitekim kültürel özelliklerinden söz ederken bu noktaya yeniden değineceğiz. Çinliler kendi kültür geleneklerinin çok eski ve bir çok top­ lumsal değerlerin dörtbin yıllık bir yazüı geçmişi olduğunu belirtmektedirler. Tarih araştırmaları bunun doğru olmadığını, ar­ keolojik kanıtlara dayalı olarak gerçek Çin uygarlığının M. Ö. 1000 yıllarından başlatılabileceğini ortaya koymuştur. Ancak bu Çinli- lik anlayışı, kendi uygarlık verilerinin üstünlüğünü benimseme­ leri ve kapalı kültür çevresi özellikleri göstermelerini anlatması bakımından önemlidir. Böylece Çin uygarlığının bir özelliğinin de kapalı kültür bölgesi olmasıdır diyebiliriz. Burada kesin sınırlarla dışa kapalılık anlaşılmamahdır. Çin tarihi dünya tarihinde yeni buluşlar, ekonomik ilişkiler açısından önemlidir. Ulusal tarihimiz açısından daha önemli bir yeri vardır.

2.2. ÇİN’İN SİYASAL TARİHİ Çin’in yazılı tarih devri aşağı yukarı M. Ö. 1450 - 1050 tarih­ leri arasında iktidar olan Şang soyuyla başlar. Çin tarihi bilgin­ lerinden W. Eberhart, Şang Soyu kültürünün büyük bir kültür ol­ masına karşın Çin kültürüne değgin birçok eksiklerini belirterek bu kültürü Çin kültüründen önce kültür olarak adlandırmaktandır. Ancak Çin yazısının ortaya çıkışına bakarak Şang’ların kültürüne ilk aşama diyebiliriz. Bu devletin merkezi Kuzey - Doğu Honan’da, Şansi dağının yanındaydı. Şehirler ortaya çıkmış, tarım geliştirilmeye başlamış­ tı. Çin yazısının ilk biçimini belirten, okunabilen Şang devri ya­ zısı kemikler üzerinde fal amacıyla kullanılmıştır. Fal yazıtları de­ nen kemikler ve kaplumbağa kabuklarına yazılan bu buluntular­ dan binlercesi ele geçmiştir. Şang devrinin çok tanrılı, insan kur­ ban edilmesi geleneğine dayah, baş tanrıları insan biçiminde gös­ terilen bir dinleri vardı. Bu küçük devletin imparatoru başrahip durumundaydı. Şang devri kültürünün, özellikle orta devirlerinden sonra ku­ zey göçebe budunlardan etkilendiği görülmektedir. Ancak Türk ya da Moğol budunlarının kültürleri bu eski devirlerde birbirlerin­ den tam ayrılmadığı için hangisinin etkilediğini tam anlama ola­ nağı yoktur. At besleme, harb arabası gibi tekniklerin Türklerden

21 geldiğine ve ilk kez Çin kültüründe Şang devrinde görüldüğüne bakarak Türk etkisinin yerini görebiliriz. Şang devri tam merkezi bir Çin İmparatorluğunu gerçekleş­ tirmiş değildir. Çin’in yazılı tarih devrinden önceki «Kahramanlık Çağlanın yerel devlet özelliğini korumaktadır. Nitekim Şang dev­ rinden önceki kültürlerde siyasal yaşantının bir çok eskiçağ dev­ letinde görüldüğü gibi site (şehir devleti) görünümü saptan­ makta, araştırıcılar buna feodal yönetim (derebeylik) adını ver­ mektedirler. Çin’in siyasal tarihine toplu bir bakış yaparken Şang’- lardan eski devrelerinin ayrıntısına girmeden şu denli bir anım­ satmayla yetinelim ; Çin yazılı belgelerinin kahraman imparator­ lardan söz ettikleri bu devrelerde (ki ayırımımıza göre tarih ön­ cesidir) Türk, Tunguz, Moğol boylarının Çin’in türlü yerlerinde etkin olduklarını, onların kültür anlayışlarının coğrafî ortamın tarıma elverişli olması nedeniyle yerleşik bir kültür aşamasına ulaştığını ve giderek, Şang devrinde gördüğümüz gibi, yazılı dev­ reye geçildiğini, böylece de Çinlileşme sürecinin tamamlandığını görmekteyiz. Şangların siyasal etkinliğine son vererek kendi soylarını ikti­ dara getirmeyi başaran Çou soyu devresinde (M. Ö. 1050 - 247) Çinlileşme süreci tamamlanarak, tam bir Çin kültürüne ulaşılmış­ tır. Çou’lar Şang devrinde Çin’in batısında küçük bir feodal dev­ let durumundaydılar. W. Eberhart bu soyun' Türkler ve Tibetliler- ce oluşturulduğunu, daha sonra göçebe Türk boylarının etkisiyle Doğu. Şensi bölgesine ilerleyerek Şang’larla ilişki kurduklarını ve onların kültürlerinin etkisinde kaldıklarını belirtmektedir. Şang’- ların vasalı durumundaki Çou’lar giderek kuvvetlenecekler, M. Ö. 1050 lerde Wu - v/ang, Çou’ların yöneticisi olarak ayaklanıp Şang’- ları yenerek Çin’de egemenliği ele geçirecek, böylece de gerçek bir Çin soyu iktidarı oluşacaktır. Çin kültürü açısından gerçekten Çin tarihinin başlangıcı Çou soyuyla birlikte ortaya çıkmaktadır. Çou iktidariyla birlikte Şang, Türk ve Tibetlilerin kültürü kaynaşarak gerçek Çin kültürünü oluşturacaktır. Çou’lar jeopoli­ tik yapıya uygun olarak feodal yönetim biçimini gerçekleştir­ mişlerdi. Çou’lar Türk dininden çıkma bir dini benimsemişlerdir. Şang’- ların, tutsakları kurban etme geleneğini ortadan kaldırarak köle emeğinin oluşturulmasına olanak hazırlayacaklardır,, bu din için­ de. Bu yönetimi ve ekonomik yapıya uygun olarak da soylular ve halk farklılaşması tam oluşacaktır. Öyle, ki soyluların oturdukları yer, dinleri ile halkın (ki kara saçlılar adı veriliyordu) yer ve din­ leri bile farklılaşmıştır. Dünyanın merkezi olarak adlandırılan

22 imparatorun oturduğu Lo - yang da soyluların ve kara saçlılaruı oturma yerleri ayrı ayrıdır. Çou’ların stepten (bozkırdan) getirdikleri kültür özellikleri kent kültürü düzeyindeki Şang’dan ayrıdır. Şanglar uzun süre Çou’ları içlerinden etkileyecekler, Şanglann din adamları yazı işiyle (genel olarak bürokratik görevlerle) uğraşacaklar, zamanla saygın bir yer elde edeceklerdir. Bu yazıyla uğraşanlar gittikçe Çin tarihinde önemli yer kazanacaklardır. Çou’ların merkezi olmayan yönetimleri bazı siyasal sorunları içermektedir. Derebeyleri kendi yönetim alanlarının genişletilme­ siyle uğraştıklarından göçebe saldırılarını Çou’lar, yasallarının yardımı olmaksızın karşılamaktaydılar. Bu nedenle iktidarlarının ilk yü^ıllarında savaşlarda gittikçe zayıflamaktaydılar. Göçebele­ rin, yerleşik uygarlık alanlarına saldırısında vahşet, barbarlık, yağ­ ma gibi değerlendirmeler yapmadan önce göçebe - yerleşik halklar arasındaki ekonomik ve giderek sosyal çelişkinin varlığını gözönü- ne almak gerekir. Step iklimine uygun göçebe bir yaşantı gelişti­ renler, önceleri az da olsa tarımla uğraşmaktayken, 'zamanla ta­ rımla uğraşmayı tümden bırakacaklar. Çünkü ekonomik verimli­ lik taşımayan bu uğraş yerine, yerleşik halktan gerekli tarım ürün­ lerini satınalma yolunu tutacaklar, yerleşik halk olumsuz tutum gösterince de savaşla sonuç alma yoluna gideceklerdir. Yerleşik - göçebe çelişkisi ve bu çelişkiye bağlı olarak mücadele etmeleri ırka bağlı olmayıp, doğrudan doğruya ekonomik yapıya dayalı bir gö­ rünümdür. Özellikle ulusal tarihimizin her devresini ilgilendiren bu durumun iyice kavranması gerekir. İşte Çin’de göçebelerin yer­ leşik halkla bu çelişkiden doğan çatışmasında, Çin’de Türk asıllı soylar egemen olsalar bile Çin’in asıl kültürünün sürmesinin ne­ deni budur. Göçebe - yerleşik mücadelesinin, güzel bir analizini jeopolitik ortama bağlı olarak R. Grousset, L’Empire des Stepis (Paris, 1939) adlı yapıtında belirtmiştir. Türk tarihini daha çok ilgilendiren bu konunun ayrıntılarına girmeden yeniden Çou so­ yuna dönersek M. Ö. 770 lerde yeni bir gelişmeyle karşılaşırız. M. Ö. 771 de Çou’lara bağlı derebeyliklerden beri göçebe Ti­ betli ve Türk boylarının da yardımıyla Çou’lara saldıracak bu so­ yun ilel-i gelenlerini yenecektir. Kurtarılabilen bir Çou prensi Lo - yang’a gelip soyunu sürdürecektir. Bu tarihten sonra Çin’in önemli bir devresi başlar. Bu tam bir derebeylik yönetimidir. Mer­ kezde Gök’ün oğlu imparator vardır ama onun egemenliği dışa doğru gittikçe zayıflamakta, dolayısıyla imparatorluk sözde kal­ maktadır. Derebeylerinin birbirleriyle savaşlarında imparatorun asıl görevi arabuluculuktan öte bir anlam taşımamaktadır. Dere­ beylerinin başka boylarla birleşerek güçlendikleri bu devrede dev­

23 letin sınırları da belirgin değildir. Bu arada bir takım derebeyleri güçlerini artırarak bazı bölgelerde kuvvetli devletler durumuna yükseleceklerdir. Böylece bazı soylar belirecektir ki bu soylardan bugünkü Nankin çe\Tesindeki Vu derebeyi 704’te kendisini impa­ rator (Vanğ) ilân edecek ölçüde güçlenmiştir. Çou’ların yanında böyle kendini imparator ilân edenlerin çıkmasıyla eski Gök dininin birleştiriciliğinden uzaklaşıldığını anlamaktayız. Bu arada M. Ö. VI. yy. da doğuda bulunan Çi derebeyliği de büyümüştü. Buralarda diktatörlükler oluşturan derebeylikleridir. Öte yandan bu yüzyılda göçebelerin (M. Ö. 660) Vey derebeyliğine saldıracak derecede güç­ lendiklerini de görmekteyiz. «Egemenler devri» diye adlandırılan bu diktatörlük kurmuş derebeyliklerin durumu M. Ö. V. yy. da de­ ğişmiştir. Bu derebeyliklerinin göçebe saldırısı dışında pek kan­ lı olmayan mücadelelerinin yerini «Savaşçı Krallıklar Devri» (480' 356) almıştır. Bundan sonraki bölümde üzerinde duracağı- mış Konfiçyüs ve Lao - çe düşünceleri Çou’ların feodal yönetim devrinde doğmuştur. «Savaşçı Krallık Devri» Çin düşünce ve siyasal anlayışının iki bin yıl sürecek bir devrinin temel özelliklerini oluşturmuş bulun­ makla Çin tarihi açısından üzerinde durulması gereken önemli bir devredir. 100 derebeyi olarak devrin başında görülen devletler, bir- birleriyle savaşırken sayıları gittikçe azalarak 14’e inecek, daha sonraki devredeyse güneyde ve kuzeyde birer Çin soyu kalacak (M. Ö. 300 lerde), sonunda tek devlet durumuna gelecektir. Savaş­ ların çok ve yoğun olduğu bu devrenin artık Gök’ün oğluna bağlı olmaksızın kendilerini bağımsız krallık olarak gören devletler yeni güç ve düşüncelerle durmadan genişleyecekler herbiri gittikçe başına buyruk egemenlikler halini alacaklardır. Bu savaşlarda yeni savaş teknikleri gelişecek, soyluların ya­ nında yaya köylü savaşçılar da belirecek, atın savaşta kullanılma­ sı da gerçekleşecektir. Çou’lar zamanında soyluların malı olan top­ raklar, daha çok savaşçıya gereksinme gösterdiği için alınıp-sa­ tılan mal durumuna gelecek, buna bağlı olarak da ekonomide para ve ticaret ortaya çıkacaktır. Demirin işlenmesi, geliştirilmesi de yine bu siyasal yapıyla ilişkili olarak belirecektir. Öte yandan gez­ ginci bilginler ve politikacılar savaşan prenslerin yanına gidip hizmet sunacaklardır. Tüm bunlar Çin politika ve düşüncesinin binlerce yıllık temel prensiplerinin oluşmasını sağlayacaktır. Bu gelişmenin ayrıntılarına girmeden siyasal gelişimin sonu­ na bakınca artık Çou soyunun simgesel Vang sanının bir anlam taşımadığını görmekteyiz. Nitekim Çin’in Kuzey-Batı yöresinde diğer derebeylikleri yutarak gelişmiş olan Çin soyu bu simgesel sanı da alacaktır. (M. Ö. 250 lerde).

24 Artık M. Ö. 300 lerden beri Çin kaynaklarında Hiung-nu (Hun) boylarının adı geçmekte, Çin’in kendi dışındaki devletler­ le de savaşları söz konusu olmaktadır. Gerçi daha önce türlü ad­ larla göçebe boylar saldırmıştır ama bunlar bir devlet değil, de­ rebeyliklerin sınırlarındaki boylardır. Hiung-nu boylarının saldı­ rısına karşı sınırlara yerleştirilen köylüler böylece Çin Seddi’nin yerini belirlemiş oldular. Başka bir deyişle Çin’in kuzey sınırı be­ lirginleşti. Bu sınırda alış-veriş yerleri kuruluyor, kuzeyli göçe­ beler de gelip mallarını satıyor ya da kendi gereksinmelerini kar­ şılıyorlardı. Çin soyunun M. Ö. 250 lerde İmparator sanını almalarından sonra diğer gelişmiş soyu da (Çou’lar) yenip, M. Ö. 221 lerde eski feodal ilişkileri de yıkmasıyla Çin prensi kendisini ilk imparator ilân edecektir. Araştırıcılar Çin Soyunun başlangıç tarihini M. Ö. 256, 249 hatta 221 tarihleri olarak gösterirler ve bitişiniyse M. Ö. 206 larda Han' Soyunun başa gelmesi olayıyla tarihlerler. Çin soyunun oluşturduğu imparatorluk yalnız derebeylik düzenini kaldırmak açısından değil dış ilişkiler, özellikle Ulusal Tarihimi­ zin ilk devrelerini aydınlatan savaşlar bakımından da önemli bir devredir. Bu soyun imparator olmadan adı Çeng olan Şi-Huang-Di adındaki imparatoru Hun saldırılarım önlemek için Çin Seddi’nin yapılmasını başlatacak, Kanton bölgeisine dek devletin sınırlarını genişletecektir. Devlet yöneticisi olan Li-Sı’nın da yardımıyla eski derebeylik kalıntılarını ortadan kaldırıp merkezî bürokratik örgüt­ lemeyi gerçekleştirmesi bu imparatorun en önemli işlerindendir. Gerçi Konfiçyüs düşüncesine bağlı tarihçiler Şi-Huang-Di’den, Konfiçyüs düşüncesine bağlı olmadığından, yapıtlarında söz et­ mezlerse de gerçekleştirdiği bürokratik örgüt Çin tarihi açısından çok önemli bir yer tutar. Öte yandan Çin kültürü açısından değer taşıyan, yazının birleştirilmesi de bu imparatorca gerçekleştirilmiş­ tir. Çin’in birliği sağlanmıştır. İmparator, güneyde geri boylar­ la kolayca savaşabilirken kuzeyde Ordos bölgesinden kuzeye itil­ miş olan göçebelerden oluşan Hun İmparatorluğuna karşı, Çin Şeddini yaptırmış olmakla birlikte zorluk çekmekteydi. M. Ö. 210’da Şî-Huang-Di ölecek, oğulları 'zamanında, orta­ dan kaldırdığı soylular yeniden eski durumlarını kazanabilmek için mücadeleye başlayacaklar, isyanlar, iç savaşlar sonunda Liu- Bang’ın imparatorluğu ele geçirmesiyle (M. Ö. 206 larda) de Çin soyu son bulmuş olacaktır. Yeni iktidar olan Han soyu M. Ö. 206’dan M. S. 220 yıllarına dek sürecektir. Liu-Bang imparator ol­ duktan sonra Kao-tsu adını alacaktır. Han soyunun M. Ö. 206’dan M. S. 8 yılına dek başkentleri Şensi’deki Çang-an olacaktır. M. S. 8 yılından 25 yılına dek Vang

25 Mang imparatorluğu ele geçirecek, 25 yılından 220 yılına dek Han soyu egemenliğini yeniden kuracaktır. Bu devrede başkent Lo-yang olacaktır. Han soyunun buna göre ilk Hanlar, son Hanlar olarak iki egemenlik dönemleri vardır. İlk Hanlar, Şl-Huang-Di’nin topraklarını yeniden ele geçir­ meyi başararak ve Çin soyunun sürdürücüsü olacaklardır. An­ cak Hunların Mete yönetimindeki saldırılarıyla, içte yeniden de­ rebeylik yönetimine dönme çabalararıyla uğraşan Kao-tsu, Kon- fiçyüs düşüncesine karşı tutumu sürdürecektir. Devlet yönetimin­ de gentry adı verilen yeni bir sınıf doğacaktır. Bunlar eski soylu­ lardan sayılmazlar. Hem toprak satın alarak zenginleşen, hem de memurluk görevim sürdürmekte olan ve bilgin olarak tanınan bir sınıftır. İmparator, derebeyliklerini yok edemeyince de bu toprak­ larda egemen olanlar kral sanı alsalar bile onların başına kendi akrabalarından birini getirerek bu kuruluşları merkeze bağlı bir yapıya kavuşturmaktaydı. İlk Hanlardan Ven-ti (M. Ö. 179-159) zamanında gentry sınıfının okumaya ayıracakları çokça zaman bulmaları nedeniyle Konfiçyüs düşüncesini içeren kitapların okunup yayılması, dola­ yısıyla bu öğretinin önem kazanması olanağı doğdu. İlk Han. imparatorlarından Vu-ti (M. Ö. 141 - 87) zamanı Çin­ lilerin Hunlara karşı politikalarında etkin oldukları bir devirdir. Vu-ti zamanında artık Çin sarayı alabildiğine zenginleşmişti. Bu zenginleşmede Orta Asya yoluyla Ön Asya ticaretinin önemli bir yeri vardır. Ticaret yolu Batı Şensi ve Kansu’dan Batı Türkistan’a gitmekteydi. Bu ticaret yollarına Hunlar egemendiler ve Çin’in bu zenginlik damarını kesebilirlerdi. Üstelik Çinliler kuvvet kazanmış olmalarına karşın henüz daha Hunlara armağanlar, prensesler göndererek onların emrinde olduklarını belirtmek 'zorundaydılar. Vu-ti bu nedenlerle Hunlara karşı seferlere girecek ve onları daha kuzeye çekilmek zorunda bırakacaktır. (M. Ö. 119 larda). Giderek bu ticaret yolunun kontrolünü ele geçirmek için uzun savaş giri­ şimleri olacaktır. Çin’in Han soyundan sonraki devrelerini burada söz konusu etmiyeceğimizden Tarım havzasından geçen bu yol üs­ tünde tüm ekonomik çıkarlara dayalı Çin - Türk ve. diğer budun­ ların savaştıklarına dikkat edilmesi gereğine değinnıekle yetinelim. Vu-ti zamanında yalnız Hunlara karşı değü, ticaret yolu bo­ yunca, güneye doğru ilerlemeler olacaktır. Kore de ele geçirile­ cektir. Bu sıralarda Hun konfederasyonunun zayıflamaya başla­ dığını, iç kargaşalıkların ortaya çıktığını, bunda da Çin’in savaş­ tan başka girişimlerinin etkilerinin • olduğunu bilmekteyiz. Hun- ların parçalandığı sıralarda Vu-ti’den sonra Çin’de de iktidar mücadelelerinin ortaya çıktığını görüyoruz. İktidarı ele geçirmeye

26 çalışan klikler arasındaki çatışmalarda imparatoriçe, Çıng-ti (M. Ö. 32 - 7) adındaki oğlu zamanımda kendi ailesinden yeğeni Vang-Mang’ın M. S. 8 yılında iktidarı ele geçirmesine ortam hazır­ layacaktır. Vang-Mang kendi ailesinin güvenliği için her yola baş­ vurmuş, birçok çatışmalar, komplolar Çin sarayında karışıklıklara yol açmıştı. Zenginlikleri devletin, bir bakıma kendi ailesinin elin­ de toplayacak biçimde «sosyalist yasalar» öneren bu imparator, Konfiçyüs metinlei'ini bozarak kendisini efsanevi dönemlerin im­ paratoru durumunda göstermekteydi. Ancak toplumun çıkarından çok kendi kliğine çıkar sağlamaya dönük çabaları içte kargaşalığı artıracaktır. Bu sırada Hunlara karşı da kesin darbe vurabilmek için hazırlıklar yapacaktır. Ancak tüm bu girişimler iç isyanlar nedeniyle bir sonuca ulaşamıyacaktır. Sonunda M. S. 25’te Han soyu yeniden İktidarı ele geçirecektir. Son Han’lar denilen bu devrede başkent Lo-yang’a taşındı. Saray entrikalarıyla artık Hunlar tümden parçalanmış ve Çin için bir tehlike olmaktan çıkmıştı. M. S. I. yy. da Turfandan Kaşgar’a dek uzanan topraklarda Çin’in genişlediği ve ticaret yo­ lu, üzerinde egemenliğini sağlamlaştırdığı bu devrede ülke birçok bakımdan gelişme gösterecektir. Çin düşüncesi alış - veriş yardı-' mıyla göçebelere tanıtıldı. Buna karşılık da göçebeler Budha di­ nini Çin’e aktardılar. Bu dönemde kâğıt bulunacak ve bu olanak­ tan yararlanarak Çin düşüncesi gelişip yayılacaktır. M. S. I. yy. dan sonra Çin sarayının zenginleşmesiyle ilk kez «harem ağalan» be­ lirecek ve iktidar darbelerinde rol oynayacaklardır. M. Ö. II. yy. ın sonlarına doğru Çin sarayı yeni entrikalarla ve isyanlarla sarsılacak, savaşlarda başarı gösterenler ayrı ayrı devletler kuracaklar. Kuzey Bölgesinde de Çin-Türk ve Moğol boyları yerleşmeye başlayacaklardır. Çin’in Han soyundan sonraki devrini Çin’in parçalanma dev­ ri olarak adlandırırlar. (M. S. 220 - 589). Dış etkiler ve Çin’in ken­ di sosyal yapısı nedeniyle ortaya çıkan bu parçalanma devrinden sonraki siyasal oluşumu Eskiçağ tarihi sınırları dışındadır.

2.3. ÇİN DÜŞÜNCESİNİN TEMELLERİ

2.3.1. KONFİÇYÜSÇÜLÜK Çin’in bu çok etkin düşünürü Konfiçyüs, M. Ö. 551 yılında Şantung bölgesinde, Lu derebeyliğinde doğm-uştur. Soyu Şangların din adamlarına dayanır. Din adamı olarak bilginlerin bilmesi ge­ reken bilgileri edindikten sonra soyluların çocuklarına ders ver­ meye başladı. Lu’da yüksek görevlere ulaşmak için uğraşmış an- cak başarı gösterememişti. Bunun üzerine Yu denilen «bilginler» '

27 den birkaç gençle birlikte türlü derebeylerinin topraklarında do­ laşıp durdu. Bu dolaşmaları onun karşısındakiler, makam hırsıyla derebeylik savaşlarını kışkırtmak için yaptığı görüşündedirler. Bu dolaşmalardan beklediğini elde edememiş olacak ki doğduğu yer Lu’ya dönüp M. Ö. 479 da ölünceye dek öğrencilerine ders vere­ cektir. Bu yaşam öyküsü içinde gördüğümüz Konfiçyüs düşüncele­ rini yazmış, bir öğreti kurmuş değildir. Öğrencilerine amlattığı düşünceleri önceleri bir etki yaratmamışken sonradan yazılmış ve Çin’in yüzyıllar boyunca siyasal yaşantısında ve ahlâkında etkili olmuştur. Ancak saf olarak kendisinin olmayan düşünceler de ek­ lenerek bir «Konfüçyüs Öğretisi)) oluşturulmuştur. Öyle ki dinsel bir yapı kazanmıştır. Konfüçyüs’ün düşünceleriyle yaşadığı ortamın, sosyal sınıf­ ların ilişkisi vardır. Feodal ilişkiler, beyler arası savaşların olduğu bir sosyal ortamda derebey ile bilginler (Yu) arasında kopmaz bir ilişki vardır. Eğer derebeylik ortadan kalkacak olursa Konfiçyüs’ün içinde bulunduğu bilginler sınıfına da gerek kalmayacak ve onla­ rın kaderine bağlı olarak yok olacaklardır. Öyleyse yaşayabilme­ leri birlikte olanak bulabilirdi. Onun ahlâk anlayışı işte bu ta­ rihî tabloya uygun olarak belirmiştir. Soylular sınıfını yaşata­ cak bir ahlâk anlayışı. O’na göre doğanın düzeni ile toplu­ mun düzeni aynılık gösterir. Temelde daha önce Çin’e Kuzey’- den girmiş olan «Gök Dini)> ile ilgili bir düşünce sistemi oluştur­ muştur. Gök kendiliğinden devinmez. Tao (okunuşu Dav) deni­ len dünya yasasına göre bir düzen içinde devinir. Kişioğlu- nun da dünyada eylemleri tıpkı buna benzemelidir. Bir düzen İçinde ilişkiler sürmelidir. Sosyal yasalara aykırı davranışta bu- lunulmamalıdır. Yönetici günlük politikaya karışmamalı, dinsel ey­ lemlerle başkanlık etmelidir. Evrende ve toplumda ortak olan düzen düşüncesine uygun olarak işler yürümeli, yönetici zora başvurmamalıdır. Önce kendisi davranışlarında örnek olmalı ki onun kişiliğinde ortaya çıkan erdem önce çevresine, ordandan pro­ tokolüne göre teb’asına dek yayılabilsin. Bu iş eğitimle gerçekle­ şir. Eğitim ise tüm bireylerin evrende var olan dinsel uyumu top­ lumda da var olarak kavramalarıyla,kazanılır. Toplum baba egemenliğine dayanan bir aile düzenidir. Ailede baba - oğul, koca - kadın ilişkilerinde İkincilerin hiç bir haklan yoktur. İmparator ile uyruk arasındaki ilişkiler de bunun gibidir. Yani devlet, büyük bir ailedir. Başta baba işlevi yapan yönetici yer almaktadır. İnsanı ^ olgunluğa ulaştıran Konfiçyüs’çü erdemler vardır : Bunlar, bireylerin birbirlerine yardım etmeleri, başkalarının mül­

28 kiyetindeki mallara dokunulmaması ve herkese sosyal düzeyine uygun davranış sağlayan hakseverliktir. Bu düşüncelere dikkat edilirse ya,şadığı feodal toplum değerleriyle nasıl uyuştuğu çok iyi anlaşılır. Konfüçyüs’ten kalan kuru dille anlatılmış bir «vakayiname» vardır. Burada bazı tarihsel gerçekleri saptırarak yazma ya da mecazi anlamlar yükleme yoluyla siyasal eleştirilerde bulunduğu ve ihtilâlci düşünceler taşıdığı araştırıcılar tarafından ileri sürül­ mektedir. Sözgelimi olmayan bir güneş tutulması tümcesiyle yö­ neticinin yönetimini eleştirmektedir. Buna benzer örneklerden, Konfiçyüs’ün yönetici soyun iktidarsızlığını eleştirerek yeni bir soyun iktidara getirilmesinin gereğine dikkati çekmiştir. Batı filozoflarının uğraştığı konularla hiç ilgili olmayan Konfüçyüs yalnızca toplumun ahlâkı ve siyasal yaşantısıyla ilgi­ lidir. Ona bir din kurucusu gözüyle de bakılamaz. Yaşadığı süre­ ce değil ama ölümünden sonra gittikçe etkin olacak ve ikinci ku­ şaktan sonra düşünceleri yazılacaktır. Gök dinini ilk kez genişçe sistemleştirmiş olmaktadır. Ölümünden sonra öğrencileri dağılıp dersler verecekler, dü­ şünceleri birbirlerinden farklı olarak geliştirilecektir. Hanlar devrinde başlangıçtaki saf biçimini yitiren Konfiçyüs’- çülük bir devlet öğretisi düzeyine getirilecek, diğer Çin dinleriyle çatışacak ve zamanla geniş bir alanda ahlâk dini biçimi kazana­ caktır. Bugüne dek süren etkin bir yeri vardır.

2.3.2. LAO - TSE VE TAOCULUK Lao-tse (Okunuşu Lav-dzı)’nın yaşam öyküsü efsaneleşmiş­ tir. Konfüçyüs’le aynı yüzyılda yaşadığı, imparatorun sarayında sihir tekniklerini öğrenmesini sağlayacak bir memurluk yaptığı belirtilmektedir. Öyle ki onun yaşam öyküsü Hindistana ya da Soğd bölgesine gittiği, Budha ve Maninin onun soyundan geldiği gfibi tarihsel gerçeklerle ilgisi olmayan efsanevî bir biçim kazan­ mıştır. Taoculuk olarak belirecek felsefî düşüncenin dayanaklarından biri Lao-tse’nin görüşlerini topladığı kitaptır. Bundan başka Taocu okulun iki kitabı daha vardır. M. S. II. yy. da sosyal ve siyasal or­ tamla ilişkili olarak belirecek olan bu öğreti de Lao-tse’nin düşün­ celeri Konficyüs’ten pek ayrı değildir. Yüksek soylu sınıflara ses­ lenen O’nun düşünceleri, yaşamda aradığını bulamayanların yaz­ gısına uygun bir köşeye çekilmelerini önerir. Çekildiği bu köşede artık sosyal yaşantının hiç bir izi yoktur. Böylece birey bedenini tıpkı evrenin ritmine uydurmuş olur. Aslında ne ölüm, ne de ya­

29 sam vardır. Bunlar, geceyle gündüz gibi ardarda gelişlerdir. Bir köşeye çekilmekle birey saf olarak, doğa biçimine yeniden ulaş­ mış olacaktır. Topluma, yaşantıya karışmak yanlıştır. «Ermiş» düzeyine eren gerçek bilge hiç bir şeye dokunmadan sevgiyi dile getirir. Tao'nasıl hiç bir şeye görünmeden etki ediyorsa, ermiş kişi de, hiç duyurmadan, eylemsiz kalarak, hiç bir şeye dokunmadan, tedirginlik yaratmadan varlıkların yaşamına olanak sağlar. Ey­ lemsiz kalarak Tao denilen doğanın gücüne ulaşılır. Taocu’luğa gerçek bir din denilemez. Bir toplum ve bireysel yaşantıyla ilgili düşüncedir. Aslında bir eylemsizlik biçimine eriş­ me geçim sıkıntısı olmayanların işi olduğundan, kitleler arasında yayılmamış, yalnızca üst sınıfların felsefî düşünceleri olmuştur. Çin’de Konfiçyüs düşüncesiyle, Taoculuk, Budha’cılık zaman zaman çatışmıştır. Ancak Konfiçyüs düşüncesi karşısında diğerle­ ri gerilemiştir. Önceleri (18. yy.) Batılılar Konfiçyüs düşüncesini çok ilginç görmüşler, ona eğilmişlerdi. Daha sonra Taoizme eğil­ diklerini görmekteyiz. Aslında bu düşünceler dinlerle çatışmamakta, birey bunlara toptan inanabilmekteydi. Çin’in halkta yaygın inançları arasınday­ sa bunların bir karışımını görmekteyiz. Çin’in eski devirlerinde ortaya çıkan bu felsefeler siyasal, sos­ yal yaşantılarına, kültürlerine damgasını vurmuştur. Örneğin Çin edebiyatının bu iki düşünceye bağlı iki eğilimi vardır. Bazen biri, bazen diğeri daha önem kazanmış ve ileri geçmiştir. Konfiçyüs’çü edebiyat ahlâkı siyasal, demokratik, anlatımda yalmçlığı öngö­ ren bir yapıdayken Tao’cu edebiyat estetiği önde tutan, daha aristokratik bir kaçış ve duygusal nitelik taşımaktadır.

2.4. ÇİN’İN TÜRK TARİHİNCE ÖNEMİ Konunun ayrıntıları Türk tarihi konularını ilgilendirmekle birlikte birkaç noktaya bu açıdan değinmek yararlı olur : a) Türklerin Çin’le sosyal, siyasal ve ekonomik ilişkileri çok eskidir. Tarihî devirler boyunca da sürmüştür. Bu ilişkiler kültür alışverişi biçiminde olduğu gibi, dostça ya da düşmanca siyasal ilişkilerdir. b) Türklerin kendi yazılı belgeleri M.S. VI. yy. da ortaya çık­ mıştır. Bundan önceki devreler çoğunlukla Çin yazılı belgeleriyle aydınlatıldığı gibi, bu tarihten sonrası için de önemli yerleri vardır. c) Orta Asya Türk tarihinin gelişim yönünde Çin’in özel bir yeri vardır. Nomad devletlerin kurulması ve yıkılmasında, dola­ yısıyla Orta Asya dışına yayılmada Çin politikası etkin olmuştur.

30 Ana çizgileriyle bu noktalara dikkat edilirse Türk tarihinin bin­ lerce yıllık gelişim sürecinde Çin’in yeri anlaşılabilir.

3 — HİNT TARİHİ

3.1. HİNT TARİHİNİN ÖZELLİKLERİ

Hindistan uygarlığının gelişimi bakımından bugünkü anlam­ da bir coğrafî bütünlük göstermemektedir. Bir kıta büyüklüğün­ de olan bu yörenin tarihî özellikleri jeopolitik yapısıyla ilgilidir. Eskiçağ tarihinin geliştiği alan yarımadanın kuzey kesimindeki İndüs ırmağı boylarıdır. Hint tarihine bakarken jeopolitiğinden gelen kültür aşamalarının farklılıklarını gözden ırak tutamayız. Bu geliri yüksek olan bölge, tarih boyunca dışardan gelenlerin saldırısına uğramış, Batı kapitalistlerince eo sonunda tam anla­ mıyla sömürgeleştirilmiştir. Bu saldırılar sonucu Hindistan’da tür­ lü diller, dinler, yaşama biçimleri ortaya çıkmıştır. Tarihöncesi devirlerden beri süren bu saldırıların ortaya koyduğu tablodan bugünkü Hindistan ve Pakistan toplumları doğacaktır. Kuşkusuz dışardan gelenlerin Hindistan’ın coğrafî ortamına uygun mayalan­ maları binlerce yıllık bir oluşumla gerçekleşecektir. M. Ö. 2500 lerden önce Mezopotamya ve Mısır’a paralel bir uygarlık Hindistan’ın İndüs ırmağı boyunda ortaya çıkmıştı. Tıp­ kı Ön Asya uygarlıkları gibi bu tarihte İndüs boyu uygarlıkları­ nın da plktografik nitelikle bir yazıları vardır. Bu, şehir kültü­ rünü içeren bir uygarlıktı. Çok nüfuslu kentleri besleyecek eko­ nomik uğraşı belirmişti. Pazar için üretim vardı. Arkeologlar bir­ çok ayrıntısını saptadıkları bu uygarlık gelişimini Mohenjo-daro ve Harappa kalıntılarını inceleyerek aydınlatmaktadırlar. Bu uy­ garlık (yazı olduğu için uygarlık olarak adlandırabiliriz) Gordon Childe’în anlatımına göre Mezopotamyayla ticarî ilişkide, dolayı­ sıyla kültür alış verişinde bulunmaktadır ve yönü de Mezopotam­ ya’dan Hindistan’a doğru yayılma biçimindedir. Ancak genel kanı bu uygarlık verileriyle Türkistan’daki «Anau» kültürü arasında birçok benzer noktalar vardır ve Anau kültürü bu Hint uygarlı­ ğından daha eskidir. Anau kültürünü yaratanların Hint uygar­ lığım da yaratmış olacakları görüşü ağır basmaktadır. Bu görüşü destekleyen arkelojik kanıtlar daha fazladır. Gelişmenin yönü As- yadan Ön Asya’ya doğrudur. M. Ö. 2500 lerden önceki bu gelişmiş şehir uygarlığı kuzeyden gelen göçler sonucu yok edilecektir. Öyle ki 1920’lerde arkeologla­ rın araştırmalarıyla bu uygarlık henüz tanınmıştır. Ancak bu uy­ garlık verileri Mezopotamyayı etkilemiştir. Hint dinlerinin, tanrı-

31 larmın Mezopotamyada yer ettikleri ve tapınıldıkları dikkate alı­ nırsa Mezopotamya kanalıyla bu uygarlık çağdaş uygarlığımıza etki etmiştir. Hînt’in bu eski gelişmesi dolaylı olarak yaşatılmış ol­ maktadır. Ayrıca yerel etkileri de daha sonra Hint kültürleri için­ de sürmüştür. İşte Hint tarihinin özelliklerini öğrenirken bu açı­ dan uygarlığının önemini gözden ırak tutamayız. Hint tarihinin bir başka özelliği ise dinsel temele dayandın- lan bir düşünce yapısının tarihöncesi devirlerde oluşup, tüm As- yada yayılmış olmasıdır. Yazılı belgeler genellikle dinsel metinleri içermektedir. Bunları tarihlemek çok zor olmakla birlikte siyasal oluşumunu saptadığımız devirlerden önceye değgin belgeler olduğu anlaşılmaktadır. Bu belgelerin tüm dinsel düşüncelerde etkisi ol­ muştur. Hint tarihinin bu özelliğine bakarak, düşüncesini tanımak zorunluluğu vardır. Öte yandan Hint tarihi, dışardan gelen siyasal etkinliklerin izlendiği bir süreçtir. Yerel oluşum ise jeojolitik yapısına bağlı ola­ rak çok ayrıcalıklar gösterir. Hindistanı siyasal bir bütünlük ola­ rak inceleme durumu sözkonusu değildir. Böylece siyasal tarihine topluca bakarken tüm Hindistanı değil, bölgelerinin siyasal olu­ şumunu inceleme olanağı vardır. Buna bir de «kast örgütü» için­ deki sınıfsal ayrımı eklersek Hint tarihinin özelliklerini topluca tanımış oluruz. Hindistan’ın tarihi devirlerde izleme olanağı bulduğumuz ya­ zılı olaylarına geçmeden yukarıda sözünü ettiğimiz eski İndüs uy­ garlığının bitirilmesi olayıyla ilişkili olan yapıdan söz etmek ya­ rarlı olacaktır. Öyle ki M. Ö. 1200 lerde sona erdirilmeden önce bu uygarlık bugünkü Avrupa büyüklüğünde bir yöreye yayılmış­ tı. Bu uygarlığı sona erdiren «Ari» 1er ülkenin ne ilk halkıdır, ne de ilk uygarlığının yaratıcılarıdır. Ariler ilk kent uygarlığını yok ederken, kendi kavimlerine değgin değerleri yaşatabilmek için yeni bir sosyal yapıyı ve diğer bölümde değineceğimiz düşünce ya­ pısını oluşturacaklardır. Bu sosyal yapı «kast örgütü» olarak ad­ landırılır.

Kast Örgütü Portekiz dilinden gelen bu sözcük ırk anlamı taşımaktadır. Kast yapısını anlatan yerli dillerinde başka sözcükler vardır. Ari ırk Hindistanı ele geçirince, sayıca a'^ olduklarından egemenliği yitirmemek için böyle bir sosyal yapı oluşturmayı zorunlu göre­ ceklerdir. Binlerce yıllık Hint tarihinde bu sosyal yapının etkileri tüm alanlarda önde gelecektir. Hint düşüncesinde sözkonusu edi­ lecek olan «veda»larla birlikte düşünülürse çağdaş Hint toplumu- nun geri kalmışlığının tarihsel boyutları anlaşılmış olur.

32 Kast örgütü tarihte gördüğümüz sınıf ayrımlarıyla karşılaş- tırılamıyacak denli ağır koşullar taşıyan bir ayrımı içerir. Önce­ likle kast dereceleri arasında oluşturulan sınır aşılamaz bir düzey­ dedir. Soyluluk bakımından tam bir hiyerarşik düzenleme vardır. Öyle ki feodal toplumlarda görülenden nitelik bakımından ayrı­ lan bu düzenleme evlenme bağlarıyla öyle bir düzen içine alınmış­ tır ki, kolay kolay bu örgüt dağıtılamaz. Dışardan evlenmeyi ya­ saklayan bu düzen binlerce yıllık süreklilik kazanmıştır. Evlenme­ de erkeklere kolaylık sağlanmasına karşın kadınlar açısından çok zor koşulları içermektedir. Öyle ki dul kalan bir kadının evlenme yerine kendini öldürmesi kutsal bir görevi yerine getirmek olarak nitelenmekte ve çok değerli bir iş olarak adlandırılmaktadır. Daha sonra Hindistan’da egemen olacak Türk devletleri ve sömürgeci İngilizler bu geleneği ortadan kaldırmak için çok uğraşmalarına karşın olumlu bir sonuç alamıyacaklardır. Yemek yeme düzenleri, görevlerin sürekliliği gibi gelenekler kast örgütünün yaşatılması açısından ortaya konmuş önemli dü­ zenlemelerdir. Her kastta kurallara aykırı davranışları cezalandı­ ran kurullar vardır. Bugün bu kurullar gerçi cezalandıramıyorlar- sa da. Ortaçağ hıristiyan toplumunda görülen afaroza benzer, kasttan çıkarma gibi ağır bir ceza verebilmektedirler. Bireyin top­ lum dışı kalması yaşantısını sürdürmesi açısından bir çok zorluk­ lar içermektedir. Ka,st örgütü toplumun yaşamda birliğe ulaşmasını, ekonomik ve siyasal üstünlüğe yükselmesini önlemektedir. Öyle ki «inek» gibi bir hayvanın kutsal sayılması da buna eklenince tarihöncesi çağlardan bugüne dek süren beslenme yetersizliği nedeniyle dışar­ dan gelenlerin sömürgesi olmadan kurtulamayan bir toplumla kar­ şılaşmaktayız. Kuramsal olarak dört ana kast vardır : a — Brahmanlar : Din adamları sınıfı. Tanrı gözüyle bakılan bu sınıf toplumun önderliğini etmekte kendi aralarında da ayrı­ lıklı zümreler oluşturmaktadır. Buda diniyle uzun çatışmalarda bulunan bu sınıftır. b — Kşatriyalar : Yönetici, komutan, asker çıkaran sınıftır. c — Vaysiyalar : Zenaatçı, tüccar, çiftçi, çoban gibi üretici­ lerin çıktığı sınıftır. d — Südrelar : Dinsel kitapları okuma hakları bile olmayan bu sınıf diğer sınıflara hizmet etmekle görevlidirler. Yeni sınıflar oluşmuş ve oluşabilmektedir. Bunun ana nede­ niyle bütün sıkı kuramlara karşın kast dışı evlenmelerin olabil­ mesidir. i

33 işte M. Ö. 600 yıllarına doğru kesin ve donmuş olarak karşı­ mıza çıkan bu toplumsal yapı, Hint tarihinin sosyal düzenini, gi­ derek siyasal gelişmesini açıklayan bir özelliktir. Bu sınıfsal ay­ rılık tarihi devirlerde Hindistan’ın dışardan gelenlerce ele geçiri­ lip, siyasal egemenlik kurmalarına elverişli ortam yaratacaktır.

3.2. SİYASAL TARİH Hindistan’ın siyasal tarihiyle jeopolitik yapısının ilişkisini gözden ırak tutmamak gerekir. Kuzeyden gelen saldırıcılar Hin­ distan’da yerleştikten sonra yeni saldırıları karşılayamıyacak de­ recede, iklimin etkisiyle gevşemiş olmaktadırlar. Bu bakımdan Hindistan’da türlü ırklar görülmektedir. Kuşkusuz gelir kaynak­ ları yüksek olan bu ülke başkalarının ilgisini her zaman çekecek­ tir. Ele geçirilmesi de kolay olunca tarih boyunca akınlar kaçınıl­ maz olmuştur. Sonunda her ırktan insanlar bugüne dek kendi kültür özellikleri içinde yaşayıp gelmişlerdir. Hindistan’ın ilk halkı «munda»lardır. Daha sonra birçok ırk­ lar gelmiştir. Dravitler diye adlandırılan bir başka ırk ise dil ba­ kımından, Türk dillerinin etkisinde kalıp benzerlik göstermesine karşın Türk’lükten uzaktır. Hint tarihinden söz eden yazılı bel­ geler hemen hemen yoktur. Kutsal kitaplardan bilgiler çıkarıla- bilmektedir. Bu bakımdan M. Ö. 1500 lerden sonra Ari ırkın Hin­ distan’a kuzeyden gelip eski İndus kültürünü yok ettikten sonra­ ki tarihlerini izlemek zor olmaktadır. Ari’ler kast örgütünü yara­ tıp kendilerine özgü bir feodal devlet yapısı oluşturmuşlardır. «Raca» adı verilen devlet başkanları (batının senyörleri gibi) kü­ çük devletlerin yöneticileri olarak birbirleriyle sürekli savaş düze­ ni içinde bulunmaktadırlar. Nitekim M. Ö. 500 yıllarında Kuzey Hindistan’daki üç büyük devletle öteki orta büyüklükteki devlet­ lerin sayıları 16’yı bulmaktadır. Bunlar arasında savaşlar sürüp gitmektedir. Racalar arası çatışmalar sırasında İran’da kurulan Pers dev­ leti M. Ö. V. yy. a değin Pencap ve Sint yöresine egemen olmuş­ . Bu sıralarda Budizm ve Cayna dinleri ortaya çıkacaktır. Persleri yenen Büyük İskender de Hindistan’ı ele geçirme sa­ vaşına girişecektir. Racalar arasındaki çatışmalar İskender’e fır­ sat yaratmıştır. Kendisini çağıranların yardımına gitmek amacıy­ la Hindistan’a girer. Racaların birçoğunu kendisine bağlar, karşı koyanları cezalandırır. Ancak iklime uyamadığı için bu seferden geri döner (M. Ö. 326 - 325 lerde). Bu sefer sırasında kültürel alış­ verişler açısından etkileşimlerin olması yanında Magda devleti ge­ lişme olanağı bulacaktır.

34 Magda devletinin racasına karşı İskenderle anlaşıp egemenliği ele geçirmek isteyen Çandragupta, İskenderle birlikte başarama­ dığı işi ondan sonra başararak, bu devletin yönetimini ele geçirip »Morya» adıyla tanınan kendi soyuna bağlı devleti kurtaracaktır. Çandragupta, İskenderin ölümünden sonra komutanlarınca ku­ rulan Helenizm devletlerinden Seleukos’la çatışır. Kendi adıy­ la anılan devleti oluşturan I. Seleukos, Çandragupta’nın Morya devletine saldırır. Ancak Çandragupta bir takım armağanlarla barışı sağlamayı başarır. Bu devletin dalıa sonra da Morya dev­ letine saldırıları olacaktır. Daha önce Magda racalığının kur­ duğu Pataliputra şehrini başkent edinen Çandragupta’mn Mörya devleti arkeolojik kazıların gösterdiği gibi zenginleşmiş, gelişmiş daha sonraki çok bilinen Ramayana gibi Hint destanın öyküleri sözlü olarak o devirde oluşmuştur, Çandragupta M, Ö. 289’da ölür. Morya devletinin gelişmesinde önemli yeri olan bir başka yö­ netici Asoka’dır (M. Ö. 264 - 226). Bir taht mücadelesinden sonra yönetimi ele geçiren Asoka Hint racalarıyla kanlı savaşlara giri­ şip Hindistan’ın büyük bir kesimini egemenliği altına almayı ba­ şarır. Hindistan’da ilk kez büyük bir devlet oluşturan Asoka’dır. Ancak bu savaşlarda o denli kan dökmüştür ki kendisi bile savaş­ mayı bırakıp Budacılığın yayıcısı durumuna girer. Yönetici olma­ sına karşın Budist bir din adamı kişiliğiyle kendisini tanıtır. Asoka ilk kez Hindistan’ın hemen hemen tamamını içeren bir devlet gerçekleştirmekle kalmıyacak, bu devletin âdilce yönetimi için kurallar ortaya koyacak ve bu kuralları taş anıtlar üzerinde yazıtlar biçiminde halkına duyuracaktır. Bu yazıtları kanalıyla O’nun devrinin gelişim özelliklerini ve tarihini öğrenme olanağı bulmaktayız. Kayalara oyulmuş tapınaklar yaptıran Asoka, bu- dacılıktaki hizipleşmeleri önleyip, onun yaygın bir din durumuna gelmesini sağlayacaktır. Budacılık sözü edilen çabalar sonunda Uzak Doğunun bugün bile yaygın dini durumuna gelecektir. Asoka, Hindistan’da ilk birliği gerçekleştirirken sert bir yöne­ tim kurmamıştır. Yerel yöneticileri kendisine bağlamış, bir kısım yöreleriyle kendi gönderdiği görevlilerle yönetmiştir. Onun dev­ rinde güneyde Çola, Pandya, Kera, Satya adlarıyla birlik dışı dev­ letler de kalmıştı. Bunlar üzerinde Asoka’nın siyasal egemenliği olmamakla birlikte tinsel etkisi söz konusudur. Öyle ki bu etki Seylan adasına dek uzanır. Asoka’nm ölümünden sonra bu ilk birleşik Hint devleti önce onun soyu arasında paylaşılır ve parçalanır. Son Morya soyunu ortadan kaldıran Pisyamitre M. Ö. 185 lere doğru Sungga soyu­ nu kurar. Hindistan’da ikinci bir devlet de Kanua soyunca kuru­ lur. Bu sıralarda Seleukoslann yerini alan ve Bakria bölgesinde

35 bir egemenlik kurmuş bulunan Yunanlılar Hindistan’a doğru sal- dırılarda bulunacaklar, Demetrios Kâbil, Pencep ve Sind yörele­ rini ele geçirmeyi başaracaktır (M. S. 190). Büyük Hun devletinin parçalanması sonunda dağılan boyların batıya doğru akmları so­ nunda Yüeçilerin sözü edilen Yunan kalıntılarını ortadan kaldır­ maları ve Miladın üçüncü yüzyılında Hindistan’ın kuzeyinde ve Afganistan’ı da içine alacak biçimde «Kuşan» imparatorluğunu kurmaları gerçekleşecektir. Bu soyu oluşturanların Türk olmaları olasılığı birçok belge­ de görülmektedir. Kuşana soyunun egemenliği sırasmda Hindis­ tan ekonomik bakımdan büyük gelişme gösterir. Özellikle ticaret yolları, kültür alış - verişi Hindistan’ı dışa açık bir düzeye çıkarır. II. yy. da yaşamış olan imparator Kanişka devrinde Hindistan ile­ ri bir kültür gelişimi gösterecektir. Dinler arasındaki çatışmalar giderilerek, Sanskritce yeniden gelişecektir. Bu refah devri III. yy. da gerileyecektir. İranlIlara yenileceklerdir. Gerçi bundan sonra yerli bir soy olan Guptalar zafnanmda Hindistan, Asyada kültür etkinliği bakımından üstün bir devre geçirecektir ama, V. yy. dan sonra yine kuzeyden saldıracak olan dış soylar Hindistan’da ege­ menlik kuracaklardır. Hindistan’ın yerel yönetimleri ise bölgesel etkinliklerini dıştan gelenlerin egemenliklerine karşın, zaman zaman sürdüreceklerdir. Avrupanm sömürgesi durumuna gelince­ ye dek genellikle Hindistan Türklerin yönetiminde bir ülke ola­ caktır. Hele VIII. yy. dan sonra islâm dininin yayılması sonunda Türk soyları Hindistan’da birçok devletler oluşturacaklardır.

3.3. HİNT DÜŞÜNCESİ Hint düşüncesi denilince tüm felsefi gelişim özelliklerini bu­ rada söz konusu etmemize olanak yoktur. Kapsamı, gelişim süre­ ci bizim burada giriş olarak baktığımız Hint tarihi içinde ele alı­ namayacak denli geniştir. Hint düşüncesinin mistik yanına örnek olması bakımından ana çizgileriyle Brahmancılık ve Budacıhk üzerinde durmak yararlı olacaktır.

3.3.1. BRAHMANCILIK Hindistan’da gerçeği .kavrayan bir düşüncenin çok eski za­ manlardan beri bilindiği, bunu ozanların ((veda» denilen «îlâhi»le- rinden dile getirdikleri kabullenilmektedir. Bu İlâhilerden gelen bir din ve dünya görüşü binlerce yıllık bir oluşum geçirmiştir. Batıhlar «Hinduizm» diye bu düşüncenin sonraki devirlerini ayırt ederlerse de aslında bu düşünceleri «Brahmancılık» içinde topla­ mak daha doğru olur.

36 Brahmancılık yalnız bir din değildir. Hindistan’ın sosyal ya­ pısıyla sıkı sıkıya ilişkili bir dünya görüşüdür. Brahmancılık «vedâcılık»tan doğmuştur. Hindistanın Arilerce ele geçirilmesin­ den sonra gelişmiştir. Kast örgütü ile yakın ilişkisi vardır. Çünkü iki yapıda Arilerin sosyal üstünlüklerini sürdürebilmek için geliş­ tirdikleri düzendir. Bu bakımdan siyasal yapıdan yahtlayarak düşünmemek gerekir. Brahmancılığı anlamak için önce vedâcılığa değgin bazı nok­ talara değinmek gerekir. Tanrı Brahma’ca ilham edilmiş ve Brahmanlarca peygamber­ lik derecesine ermiş ozanlarca (rişi’ler) duyulmuş ve görülmüş ka­ bul edilen, yüzlerce yıl sözlü gelenekle yaşadıktan sonra yazılmış kitaplara «vedâ» denir. Anlamı «bilgi» demektir ve sayıları dört­ tür : Rig Veda (dua bilgisi), Yajüs Veda (büyü bilgisi), Saman Veda (dini törenler bilgisi), Athervan Veda (tıp ve büyü bilgisi). Bunlar gibi daha sonrada ortaya çıkan ilham kaynağı kutsal ki- tiplar da vardır. Bu kitapların ortaya çıkış tarihi tartışmalı ol­ makla birlikte bu gelişmenin M. Ö. 1000 yılları civarında olduğu ileri sürülür. Çoğunlukla dinsel yapıyla ilgili olmakla birlikte devrin sosyal yaşantısını yansıtan niteliktedirler. Veda’lar da eski Mohenjo - daro ve Harappa uygarlıklarına değgin bilgi olmadığı­ na göre, bunların söz konusu uygarlıktan sonra ortaya çıktıkları ve bu uygarlığı yıkanlarla ilgili olduğu kabul edilebilir. Vedalara göre iki biçimde tapınma vardır ; Adak ve dua. Ön­ celeri bu tapınma yalınçken giderek çapraşık ve karışık bir biçim almış ve artık yerleşmeye başlayan kast örgütünün brahman sı- nıfınca yapılan bir eylem durumuna gelmiştir. M. Ö. 800 lerden sonra kast kavramı ağırlığını duyuracak ve duanın ağır bastığı vedacılıkta rastlanmayan metafizik düşünceler önce geçmeye baş­ layacaktır. Milâttan sonraki devirlerdeyse Vedacılık Brahmancıh- ğın içinde eriyip tükendi ve onunla bütünleşti. Bu gelişmeyi daha iyi anlamak için yukarda adı geçen dört vedanın yanında yine il­ ham sonucu sayılan üç grup kutsal eserden daha haberimiz olma­ lıdır. Bunlar Vedalardan sonra ortaya çıkmış ve onlarla birlikte Hint düşüncesini oluşturmuştur : 1. Brahmanlar (Vedalara bağlı yorumlama ve dinsel törenlerle ilgili düşünceler), 2. Aranyakalar (adak yapacak gücü olmayanlarca ortaya konan düşünceler. Bu düşüncede olanlar adak yapma kadar onu düşünmenin de sevap olacağı görüşündedirler.) 3. Upanişatlar (gerçeğe ermenin yollarını gösteren düşünceler). İşte Brahmancılık olarak topluca baktığımız düzen, bu düşünceler içinde durmadan «gerçeğe» ulaşabilmenin yolları üzerinde bir tartışmadır. Bunların yanı sıra felsefe sis­ temleri (darçanalar) de doğacaktır. Adları bilinmeyen ya da bili­

37 nen birçok kişi, temel kabul edilen bu ilhamları, felsefeleri yo­ rumlamışlar, sayısız eserler yaratmışlardır. Brahmanalara bağlı olarak ortaya çıkan Upanişatların batı felsefesinde. (Schopenhauer ve bireycilikte) etkileri olacaktır. Bu kitaplarda ortaya konan düşünceler üstün düşüncelere değgin olup, insanı esenliğe erdirir. Vedalarda dua ve adak yoluyla bir şeyler dilenilir, buyruk ve yasakları kapsardı. Upanişatlarda bu yoktur. Çünkü bu dereceyi aşmış kişilere salt mutlak gerçeği bil­ dirirler. Erip «Nirvana» ya yükselme5â amaçlar. Bu duruma ge­ linmesinde M. Ö. 500 yıllarının sosyo - ekonomik ve siyasal yapı­ sının etkisi vardır. Brahman ve Kşatriya kastlarının işbirliği al­ tında ezilen, birçok savaş ve saldın altında kalan halkın gizemci bir yaşantıya sürüklenmesi doğaldır. Bu üst kastların diğerlerine mistik bir dünyanın anahtarını sunmaları da beklenmesi gereken bir sonuçtur. Ancak aralarından bazılarının bu sınıflardan ayrı­ larak mutsuzluklarını gidermek için gizemci bir yaşantıya girme­ leri de bu düşüncelerin gelişmesini sağlamıştır. Bu yüksek zekâlı bireyler düşüncelerini toplümun sorunları açısından kullanmaya­ caklar ya da kullanamayacaklar ve sonsuz yokluğu aramak için yoksulluk ve sefalet içinde yaşamlarını tamamlayacaklardır. Brahmancılık yalnızca bir din düşüncesi olmadığından, «tüm varlığın temeli olan kaynak» olarak nitelendirilen «Brahman»a varmak için yapılan işlerin ayrıntılarına girmeden birkaç nokta­ ya değinelim; Brahman tüm evrenin asıl cevheri, tözüdür. Herşeyin üstünde zihinsel olarak kavranın bu salt kudreti tanımak olanaksızdır. Çünkü insanın tanıma özelliği aslında Brahmandan gelen cevher­ dir. Bir şey hem tanılınan, hem tanıyan olamaz. O ö'zelliksizdir. Duygularından çıkıp tüm gücünü kendi iç özüne çevirirse mutlu­ luğa kavuşabilir. Yani ulu Brahmanı sezer kendi özüyle aynı şey olduğunu anlar. Bunu sağlayan birey «erme» düzeyine ulaşmıştır ve yeniden ruhunun ceza görmesi için yeryüzüne bitki, hayvan ya da insan olarak dönme olanağı ortadan kalkmıştır. Her birey bu «erme» derecesine ulaşamaz. Üstün insanlar ulaşabilir. Herkes ere- mediğine göre bazı işler yapılarak bu yolda ilerlenir ve sonunda «erme» durumuna ulaşılabilir. Yani «nirvana»ya erer. Bu işlerin başlıcaları: a — Vedalarm okunması, vedalardaki bazı cümlelerin dur­ madan yenilenmesi, b — Sonsuz ve sonlu şeyleri bir birinden ayırt edecek yete­ neğin elde edilmesi,

38 c — Bu dünyada ve öte dünyada zevk ve ödüllendirilmeden vazgeçilmesi, d — Şu altı aracm elde edilmesi : Huzurun ve rahatlık, ihti­ ras ve isteklerin denetlenmesi, herşeyden ayrılmış olmak, sabır ve tahammül elde edilmesi, dış dünyadan düşüncelerini ayırıp ken­ dine çevirmesi, inan kazanması, e — Sürekli kurtuluşun istenmesi. Vedacılıktaki dinsel eylemlerin önce bir işlevi varsa da, eriş­ tikten sonra yapılmasına gerek kalmaz. İşte bu yollardan geçerek eren kişi nirvanaya ulaşır, yani yok­ lukta söner. Eğer başaramazsa yeniden azap çekecek biçimde yer­ yüzüne döner. Bu düşüncelere dayalı olarak Hindistanm sosyo - ekonomik ya­ pısına bağlı gelişen felsefesi ayrıntılarda çokça yorumlara yol aça­ rak sürüp gitmiştir. Bir takım felsefe ve dinleri de etkilemiştir. Özellikle «ruh göçü» kavramının birçok düşüncede etkisi görül­ müştür.

3.3.2. BUDHACILIK Buda (Budha), her türlü arzuyu yok ederek yetkin bir bilgi dü­ zeyine ermiş kişiye denir. Böylece ilhama eren bu bilge ruh gö­ çünden sonsuza dek kurtulmuş olacaktır. Bu sözcükten alınarak Sakyamuni adında bir Hint’linin oluşturduğu felsefeye bu ad ve­ rilmiştir. M. Ö. VI. yy. da Hindistanm içinde bulunduğu sosyal yapıya bir tepki olarak doğan bu düşüncenin bir din düzeyine yükselmesi daha sonraki zamanlarda olacaktır. Bugün Güney ve Doğu As­ ya ulusları arasında yaygın bir din olan Budacılık Vietnam da gö­ rüldüğü gibi kendini yenilemektedir. Demek ki Budanın kendisine değgin düşüncelerle eklenenler bir din durumuna ulaşmakla kal­ mayacak, türlü yorumlanma biçimleri ve yeni katkılarla gelişen dinamik bir niteliğe kavuşturulacaktır. Buda’nın gerçek bir kişi olmadığı düşüncesi araştırıcılar ara­ sında yaygındı. Bugün Budacılığa kaynak olan kişinin M. Ö. 6. yy. ın ikinci yarısında yaşamış Gautama ya da Sakyamuni (Sakala­ rın Bilgesi) adında bir kişi olduğu gerçek olarak kabul edilmiştir. Bu kişinin yaşantısının Buda olmadan önce bir racanın oğlu ol­ duğu görüşü tartışmalı olsa bile «Kşatriya» kastından olduğu ka-' bul edilir. Bu üst kastın bir üyesi iken zevk ve eğlence içinde sa-. rayında yaşayan bir genç olan Sakyamuni evlendikten ve bir ço-

39 cuğu dünyaya geldikten sonra, alt kastların Brahmancılık düşün­ cesi içinde sefalete göğüs germelerine, yani gerçek dünyadan ka­ çışlarına bakıp böyle bir yaşantıya kendisi de girecektir. Ermek için tutulan yolda o da bedenine işkence yaparak, aç durarak iler­ lemeye çalışacaktır. Yanındaki beş arkadaşının onu ermek üzere gördükleri sırada perhizini bozması tepkiyle karşılanacaktır. Sakyamuni böyle erilemiyeceği sonucuna vararak gerçek dünya­ ya döner. Yedi yıl sonra «bilgi ağacı»mn altında erer. Yani ışık­ lanır, «buda» olur. Tanrı Brahma ilhamla ışıklanan Huda’nın ger­ çeği yaymasını ister ve artık Buda düşüncelerini yaymaya başlar. Bu öykünün Budacılıktaki uzun anlatımlarının ne derece ger­ çek olduğunu tartışmadan şunu belirtmek yararlı olur ; Halk, tep­ kisini onun kişiliğinde göstermektedir. Yoksa Buda bir din öner­ mediği gibi, Brahmancılıktaki kutsallık anlayışını da değiştirme­ miştir. Onun düşünceleri tüm dinlerin birer uzantısı olarak be- nimsenebilir. Yaygınlığının ve kısa sürede etkinlik kazanmasının nedeniy­ se, Brahmancılık gibi yalnız üst kastların dili Sanskritçe ile değil, halkın diliyle yazılıp anlatılmış olm.asında aranmalıdır. Brahman- cılık gibi kaçışı değil, yaşarken ermeyi, nirvanaya ulaşmayı öğütle­ mektedir. Brahman kastına karşı düşünceler taşıdığı için Kşatriya kastının işine geldiğinden, yani devleti yönetenler tarafından be­ nimsenip tutulacaktır. Racalar Brahmanlann üstün yerlerine kar­ şı Budacılığı tutacak ve yayacaklardır. M.Ö. 3. yy. da yaşayan Aso- ka’nm, ilk kez Budacılığın yayılmasında ve Hindistan dışına taşma­ sında etkisi büyük olmuştur. Yayılma öyküsünü uzun uzun burada anlatamayacağız. Ancak Ak Hun devletinin egemenlik sınırları Hindistana ulaştığında Budacılık Hindistanda yaygınlığını yitire­ cektir. Buna karşın Hindistan dışında çok geniş yayılma alanı bu­ lacaktır. Bu yayılmada Buda’nm müritlerinin rolü büyüktür. Bu- distlerin Doğu Akdenizde bile düşüncelerini yaydıkları, Hıristi­ yanlıkla ilişkili benzer yönleri üzerinde çokça durulmuştur. İsa’nın efsanevî yaşamı ile Budacı düşünce arasında ki benzer yönlere bakarak, Buda’nm yaşadığı sosyal ortamla, İsa’nın ortaya çıktığı zamandaki sosyal ortamın aynılığına dikkat etmek gerekir. Konumuzu fazla dağıtmadan Budacılığın düşüncelerine de kısaca bakmak yararlı olur. Buda’ya göre ne saraylarda olduğu gibi, ne de dünyadan elini eteğini çekip «eza ve cefa, içinde yaşanılmamalıdır. Bu iki aşırı uç da insanı ışıklantnaya, «nirvanaya» ulaştıramaz. Bunun için kutsal yol sekiz dallıdır : Saf inan, saf dilek, saf söz, saf iş, saf gayret, saf bellek, saf düşünce.

40 Bu sekiz yolu sürdürmekle cefadan kurtulunur. Cefa çekme­ mek için kişi, dileklerini, aşu'i isteklerini söndürmelidir. Çünkü yeryüzü zevklerinin aşırılığını istemek insanı cefaya sürükler. Ar­ zularım söndürmelidir. Bunun yolu saf ve doğru olmaktan geçer. Onun ahlâk felsefesi olarak önerdiği düşünceleri doğruluk, saflık, düşünme, bilgelik ve durmadan nefsini İslah etmektir. Doğruluk her zaman iyilik etmeyi ve sadaka vermeyi gerekti­ rir. Doğruluğun beş yolu vardır : Canlıları öldürmemek (giderek et yememeye dek varmıştır. Aslında böyle bir yasaklama yok), baş­ kasının karısına ve malına saygı göstermek, yalan söylememek, sarhoş eden şeylerden sakınmak. Tıpkı İsa’nın öğretisinde olduğu gibi sana kötülük edene bile iyilik edeceksin. Buda, kastı kaldırmak, adak vermeyi yasaklamak gibi sosyal devrimler önermiş değildir. Ancak kast örgütünün ortaya koydu­ ğu sınıf ayrımını kabullenmemiş kendisine katılanlarm hangi sı­ nıftan olursa olsun eşit olduğunu belirtmiştir. Bu yönüyle ve Brahmanların adaktan gelirlerine etki edecek düşünceleriyle Brahman kastıyla çatışmıştır. Kşatriyalar bu yönüyle onun dü­ şüncelerini tutmuşlardır. Kendisi devrimci bir tutuma girmemiş­ tir. Brahmanların etkinliğinden gelen bir durum olsa gerek. Nite­ kim kendisi de tam bir keşiş yaşantısı sürdürmüştür. Ancak siya­ sal etkisi ve yeri üstün olacaktır. Bu bakımdan da siyasal müca­ deleler sırasında yayılma olanağı bulmuştur. Buda’mn M. Ö. 480 lerde öldüğü, cesedinin yakılarak devrin racaları arasında paylaşıldığı yazılmaktadır. Buda’nın yaşadığı devirde, Brahmancılığm belirlediği sosyal düzene başka düşünürlerin de karşı çıktıklarını görüyoruz. Ör­ neğin, Vardamana’nın önerdiği düşünceler «Cena» dini diye bir dinin doğmasına yol açmıştır. Bunun üzerinde ayrıca durmaya­ cağız.

41

ÎKİNCİ BÖLÜM

ESKİ DOĞU UYGARLIKLARI

1. MEZOPOTAMYA TARİHİ

Mezopotamya’nın yazılı tarih devresine (yani eskiçağa) giri­ şinden, İran egemenliğine dek süren tarihi, dünya uygarlığına bı­ raktığı veriler bakımından, üzerinde durulması gereken önemli bîr tarih devresidir. Tarih öncesi kültür bölümlerinden yukarıda bilgi verildiği için, burada yalnızca «eskiçağ» tarihi içerisinde siyasal ve uygarlık yapısını bilebildiğimiz kadarıyla lâözkonusu edeceğiz. Çünkü «kaynaklar» bölümündede belirteceğimiz gibi, yazılı belge­ ler sınırlı olarak aydınlatmada, daha çok arkeolojik belgelerden yararlanılmaktadır. Böyle olunca siyasal tarihinin oluşumunu tüm boyutlarıyla aydınlatma olanağı henüz yoktur. Eski Yunanlılar Dicle ve Fırat ırmaklarının suladığı alana «Mezopotamya» adını vermişlerdi. «İki ırmak arası» anlamına ge­ len bu deyimin sınırlarıda böylece belirmiş olmaktadır. Gerçi Av­ rupalI araştırıcılar bu bölgenin güney kesimine «Babylonya», ku­ zey kesimine de «Asur ülkesi» adını vermektedirler ama bölgenin uygarlık bütünlüğü dikkate alınınca Mezopotamya tarihini bir­ likte ele almak daha doğru olmaktadır. Hatta Güney-Batı İran bölgesi olan Elam’ın da Mezopotamya tarihi içerisinde ele alınma­ sı zorunluluğu vardır.

1.1. COĞRAFÎ ORTAM Mezopotamya coğrafî yapı bakımından iki bölüme ayrılır ; Aşağı Mezopotamya ve Yukarı Mezopotamya. Aşağı Mezopotamya’ya Kaide denir. Babylonya da denen (Akadca «Tanrı Kapısı» anlamına gelir) bu bölgenin daha güney kesimi Sümer ülkesidir. Sümer’ler kendi oturdukları bu bölgeyi Sümer ülkesi olarak adlandırmaktadırlar. Tevrat’ta ((Sinear» den­ mektedir. Sinear’ın kuzeyinde ise «Agade» sitesinden adını alan Akat ülkesi yer almaktadır,

43 Yukarı Mezopotamya ise »Asur ülkesi» olarak adlandırılır. Güney Batı İran’ın eskiçağlarda tarihi Mezopotamyayla içiçe olduğu için, »Elam» denilen bu bölgenin tarihini de Mezopotam­ yayla birlikte ele almak gereklidir. Mezopotamya, doğal dağ sınırlarıyla çevreden ayrılmamıştır. Özellikle Aşağı Mezopotamya düz ova görünümündedir ve dışar­ dan gelen akınlara açıktır. Bu görünümünün iki önemli sonucu olmuştur : Dışardan gelen kavimlerin bölgeyi ele geçirmeleri ko­ lay olmuştur. Başka bir deyişle istilâya açıktır. Buna karşılık Me­ zopotamya’da oluşan uygarlığın dışarıya yayılması da kolay ol­ muştur. Yani Ön Asya’yı etkilemesinde bu jeopolitik yapısı etkin rol oynayacaktır. M. Ö. 5. ve 4. binlerde Dicle ve Fırat ırmakları ayrı ayrı Basra körfezine dökülmekteydiler. Zamanla getirdikleri alüvyonlarla Basra körfezin’den yer kazanacaklar, iki ırmak birleşerek denize ulaşacaktır. Bu ırmaklar olmasa bölge çöl görünümü kazanacak denli bir sıcak iklime sahiptir. Bu bakımdan Mezopotamya’da eski bir uygarlığın oluşumunda bu iki ırmak önemli yer tutar. Böl­ ge madence ve taşça fakirdir. Böyle olunca ırmakların suladığı alandan yararlanan insanların temel uğraş alanı tarım olacaktır. Irmakların getirdiği verimli topraklar tarıma elverişli bir ortam oluşturmuştur. Coğrafî yapının bu özelliğinden yararlanmasını bilen insanlarda tarıma dayalı bir uygarlık oluşturmayı başa­ racaklardır. Taş, az olduğundan, değerli bir madde görünümü kazanacak, yalnızca tapmak yapımında kullanılacak, buna karşılık bol bulu­ nan çamurdan yararlanılarak kerpiç ve bunun pişirilmesiyle tuğ­ la üretilip çokça kullanılacaktır. Ancak kerpicin zamana daya­ nıklılığı az olduğundan yapıtlarının bir çoğu uzun süre kalma­ mıştır. Yazıh belgeler için de kullanılan kil tabletlerin durumu da aynı niteliği taşımaktadır. Mezopotamyanın jeopolitik durumu nedeniyle tarih öncesi devirlerde ya da tarihî devirlerde türlü yönlerden başka kavimler gelip, yerleşmişlerdir. Bu kavimler kafa yapılarına, dillerine göre sınıflandırırlar. Hemen belirtelim ki bu ırkların tam ve kesin sı­ nıflandırılması yapüamamıştır. Belgeler bir takım yorumlamalar yapma olanağı verdiği halde kesin çözüm sağlayacak sonuçlar vermemektedir. Mezopotamyanın tarihî devirlerini daha kolay iz­ leyebilmek için, Mezopotamyaya dışardan göç edip gelen bu kavim­ ler hakkında kısa bir ön bilgi edinmeliyiz.

44 Mezopotamyaya Gelen Kavimler

A — Sümıerler Sümerler Mezopotamya’nın otokton (yerli) halklarından de­ ğildir. Mezopotamyaya dışardan gelmişlerdir. Sümerlerin dil özel­ liklerini gösteren çokça çivi yazılı belge zamanımıza kalmıştır. Bunlardan yararlanarak Sümer dili incelenmiştir. Sümerlerin dil özelliklerini inceleyen araştırıcılar Türk dille­ riyle benzerlik kurmaktadırlar. Örneğin Sümerlerdeki «dingir» sözcüğü ile Türkçedeki ((Tengri» sözcükleri aynı anlama gelmek­ tedir. Dingir tanrı anlamı taşıyor. Buna benzer daha birçok söz­ cük arasında karşılaştırmalı filoloji sonuçlarına dayanarak Sü­ merler ile Türkler arasındaki akrabalık ya da aynı ırktan oluşları üzerinde bilimsel kuramlar ileri sürülebilmektedir. Kaldıki bunu destekleyen başka arkeolojik verilerde bulunmaktadır. Sözgelimi : Sümerlerin seramik yapma tekniği Mezopotamya’nın olanaklarına göre değildir. Yakacak maddesi az olan Mezopotamya gibi bir böl­ gede Sümerler seramiği çok fazla pişirmektedirler. Sonra Mezopo­ tamya madence fakir olduğu halde, Sümerler burada bulunmayan madenleri işlemiş ve kullanmışlardır. Ayrıca Mezopotamya iklimi­ ne uymayan yünlü giysiler giymeleri de onların bu giysilere uy­ gun bir bölge yaşantısından geldiklerini kanıtlar. Öte yandan Sü­ mer tapınaklarını (Zigguratlar) da yorumlayan araştırıcılar, Sü­ merlerin dağlık bir bölgeden geldikleri oranın kutsal anlayışına uygun yüksek tapınaklar yaptıklarını ileri sürmekte, ölü gömme geleneklerini de değerlendirerek Orta Asya’dan geldikleri sonu­ cuna ulanmaktadırlar. Türkmenistan’da Aşkabad yakınındaki Anau kazılarının so­ nuçları (Anau M. Ö. 4500- 4000 yıllarına dek gider) ile Ön As­ ya’nın bu Sümer (ve Elâm-Sus) uygarlığı arasında paralellik­ ten yola çıkan araştırıcıların uygarlık verileri bakımından Sümer - Orta Asya ilişkisini kanıtlamaktadırlar. Gerçi Anau uygarlığını yaratan brakisefal kafa yapılı insanların kesin Türk olarak dam­ galanması olasılığı tartışılabilirse de bu uygarlık Aryen’lerin de­ ğildir. Orta Asya uygarlıklarını Hint ve Ön Asya’nın doğurduğunu ileri süren arkeologlar varsa da bunun tersi daha egemen görüş olarak savunulabilmektedir. Öteyandan Sümer’lerin Hindistandan, Basra körfezi yoluyla geldiği görüşünü ileri sürenler de vardır. Bu görüşte olanlar Sint ve Pencap boylarındaki arkeolojik kalıntılar ile Sümer kalıntıları arasındaki yakınlığı değerlendirerek, Sümer Mitolojisindeki «de­ nizden gelme» efsanesiyle birleştirip bu sonuca varmaktadırlar.

45 Bu görüşü eleştiren Ş. Günaltay, Sümerlerin geliş yolu böyle olsa bile Hindistan’dan Elâm’a, Elamdan Basra körfezi yoluyla Sümer ülkesine doğru bir yol çizmektedir. Kuşkusuz Hint uygarlığı ile de Anau arasındaki ilişkiyi dikkate almak gerektiğini belirtmektedir. Bu tartışmalardan ne sonuç çıkarsa çıksın burada belli olan durum, Sümerlerin Mezopotamyaya Doğudan, büyük bir olasılık­ la Orta Asyadan gelmiş olmaları gerekmektedir. B. Landsberger’in tarihlemesine göre IV. Uruk tabakasında or­ taya çıkan yazı Sümerlere aittir. Ancak Sümerlerin yazıyı başka bir ülkeden bilerek mi getirdikleri, yoksa Mezopotamyada mı ge­ liştirdikleri sorunu ortaya çıkmaktadır. Çünkü Sümer yazısı orta­ ya çıktığı bu devrelerde binlerce simgeye ulaşmış, gelişmiş bir yazı durumundadır. Böylece Sümerlerin üstün bir uygarlık düzeyinde Mezopotamyaya göçtükleri sonucuna ulaşılmaktadır.

B — Samîler Mezopotamya uygarlığında önemli rol oynayş.n bir grup da Samîlerdir. Samîler yalnız Mezopotamyada değil, Ön Asya uygar­ lıklarının Suriye, Filistin bölgelerinde de etkin olmuşlardır. Doli­ kosefal kafa yapısına sahip olan Samîlerin asıl yurtlarının neresi olduğu önceleri tartışma konusuyken, bugün Arabistan yarımada­ sından çıktıkları, zaman zaman büyük göç dalgaları biçiminde bu çölden Ön Asya’nın uygarlığa elverişli bölgelerine geldikleri artık bilinmektedir.

Samîler iki gruba ayrılmaktadır : Samîler

Doğu Samîleri Batı Samîleri Akadlılar Kuzey Samîleri Güney Samîleri I Kenanîler Aramîler Araplar (Uzun süre göçebe) Fenikeliler Amurrular İbranîler

(Sonradan Süryani dilini kullananlar)

Bizi burada ilgilendiren bu Samî grupların tümü değildir. Mezopotamyaya tarih öncesi devirlerde M. Ö. 4000’lerde göç eden

46 Akadlar, Akad sitesini M.Ö. üçüncü binin ilk yarısında kuracak­ lar ve Aşağı Mezopotamya’nın siyasal egemenliğini ele geçirecek­ lerdir. Aynı tarihlerde Sina yarımadasına doğru da göçleri ola­ caktır. Daha sonra Amurrular Fırat boylarına göç edecekler ve Babil sitesini kurarak tüm Mezopotamya’yı ele geçireceklerdir.

C — Gutiler M. Ö. 3000’in ortalarına doğru Mezopotamya’nın kuzey doğu­ sundaki dağlık bölgeden Aşağı Mezopotamyaya inmiş olan Gutiler bir yüzyıldan fazla burada kalacaklardır. Kişi adları bu kavmin Asya kaynaklı olduklarını, dillerinin Ural - Altay dil grubuna da­ hil olduğunu göstermektedir. Bundan başka bu kavime değgin bir şey bilinememektedir.

D — Kasitler M. Ö. 1700’lere doğru Zagros dağlarından Aşağı Mezopotam­ yaya inen Kasitler, bölgenin siyasal tarihimde önemli rol oyna­ mıştır. AsyalI olan bu kavimlerin hangi ırktan oldukları tam aydınlatılamamıştır. Atlı ve savaşçı oldukları görülmektedir. Mezopotamya’nın jeopolitik yapısı tüm bu kavimlerin zaman zaman bu bölgeye gelmelerine, bölgede karışıp kaynaşmalarına yol açacaktır. Mezopotamya’nın verimli toprakları geçim koşullarını kolaylaştırdığından başka kavimlerin bu bölgeden yararlanmaları açısından çekici olacaktır. Ancak ana çizgileriyle Mezopotamya uygarlığının yaratıcılarının Sümer 1er, yayıcılarının da Samîler ol­ duğunu söyleyebiliriz.

1.2. MEZOPOTAMYA TARİHİNİN KAYNAKLARI Mezopotamya tarihini aydınlatan kaynakları iki ana grupta toplayabiliriz. Birincisi yazılı kaynaklar, İkincisi yazısız kaynaklar. Yazılı kaynaklar denilince türlü arkeolojik kazılar sonucu or­ taya çıkan, yukarıda niteliklerini belirttiğimiz, çivi yazısıyla ya­ zılmış belgeler akla gelmektedir. Türlü sosyal, ekonomik ve siya­ sal konuları içeren bu belgeler binlerce yıllık devreyi tam anla­ mıyla aydınlatacak durumda değildir. Bunun iki nedeni var: Ya­ zılı belge sayısının azlığı ve bir çok belgenin ise ele geçmemiş ola­ bileceği olasılığı. Yeni kazılarda yeni yazılı belgeler bulunabilir ve şimdilik aydmlatılamayan konular çözüme kavuşturulabilir. Bu tip doğrudan doğruya Mezopotamya uygarlığını yaratanların or­ taya koydukları yazılı belgelerin dışında daha sonraki devirlerde yazılmış kitaplardan da Mezopotamya tarihiyle ilgili bilgiler elde edilebilmektedir.

47 Bunların başında Tevrat gelir. Tevrat temelde Îbranî yöneti­ cisi Peygamber Musa’ya Yahova’dan gelen <(On Emir »e dayanan kutsal kitap olmasına karşın, îbranilerin ilişkide bulundukları tüm Ön Asya uygarlıklarından efsanevî olarak öyküler içerir. Ni­ tekim Ön Asya Uygarlıklarının tanınıp araştırma konusu olmasın­ da Tavrat’ın önemli yeri vardır. Tevrat’taki öykülerin abartılmış, binlerce yıllık efsanelere dayanması, temelde gerçek olan olayla­ rın gerçek dışı bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Bu bakımdan araştırıcılar,.yalnız yazılı belgelerle değil, arkeolojik buluntularla da Tevrat’ın verdiği haberleri doğrulamak zorundadırlar. Ön Asya tarihinden, bu arada Mezopotamya’dan söz eden önemli yazılı belgelerden birisi de Herodot tarihidir. Herodot M. Ö. V. yy. da yaşamış Eski Yunan tarihçilerindendir. Herodot yapıtını Ön Asyada gezip gördüğü yerlerin gelenek ve görenekle­ rini de içeren biçimde yazmıştır. Pers Savaşlarını yazarken yalnız bu savaşların öyküsüyle yetinmemiş, devrinin bilinen öyküsünü de anlatmıştır. Ön Asya tarihi için söz konusu olan değeri yanında Mezopotamya tarihi açısından da kaynaklık değerini bilmemiz ge­ rekir. M.Ö. IV. yy. sonlarıyla M.Ö. III. yy. başlarında Babil’li din ada­ mı olarak yaşamış olan Berose Aşağı Mezopotamya’nın tarihini yazmış, M. Ö. 280 yıllarında eserini Seleukos kralına sunmuştur. Berose’nin bu değerli yapıtı orijinal arşiv belgelerine dayanan bir yapıtken, aslı ele geçmemiştir. Ancak M. Ö. I. yy. da yahudi tarih­ çisi Josef ile-Kayseri Piskoposu tarafından kendi yapıtlarına ak­ tarılan biçimiyle söz konusu yapıt günümüze dek gelebilmiştir. Mezopotamya’dan söz eden önemh kaynak niteliği taşımaktadır aktarılan bu bilgiler. Eski Yunan’da eser vermiş olan bir çok düşünür coğrafyacı Strabon, Ksenephon’da Mezopotamya tarihiyle ilgili bilgiler bulun­ maktadır. Tüm bunlar yazılı kaynaklardır. Yazısız arkeolojik belgeler ise bu yazılı bilgilere birlikte yo­ rumlanıp, değerlendirilerek Mezopotamya tarihi aydınlatılmakta­ dır. Unutulmaması gereken nokta henüz tam anlamıyla tüm ko­ nuların aydınlatılamadığı gerçeğidir. Mezopotamya için söyledik­ lerimiz diğer Ön Asya uygarlıkları için de geçerli bir yargıdır.

1.3. MEZOPOTAMYA’NIN SİYASAL TARİHİ Siyasal tarih hakkındaki bilgilerimizi kronolojik bir sırayla vermeden önce iki noktaya değinmek gerekecek : a — Aslında tarih bir bütünlük gösterir. Toplumun siyasal yapısıyla sosyo - ekonomik yapısı ayrı ayrı düşünülemez. Siyasal

48 yapı toplumun bir üst kurumu olarak, ekonomik ilişkilerce belir­ lenirse de, daha sonra toplumun alt kurumlarma etki yapar. Bu bakımdan daha somut bir görünüm kazandığı için devletin geli­ şimini izlemek daha kolay olmaktadır. Ancak siyasal tarih izlenir­ ken de soyut bir savaş öyküsü yerine sosyo - ekonomik ortamla iliş­ kili bir gelişme çizgisi saptanmalıdır. Biz de burada olanaklar öl­ çüsünde böyle bir yol tutacağız. b — Yukarıda Ön Asya’nın tarih Öncesi kültürlerinden söz etmiştik. Burada yazılı belgelerin ortaya çıkmasından sonraki dev­ re söz konusu edilecektir. Ancak Sümer’lerin efsanevî kahraman­ lık çağını da tarihî devirlerinin içerisinde ele almaktayız. Diğer uygarlık alanlarında da aynı yolu izlemenin zorunluluğu vardır. Gerçi çağdaş yazılı belgelerden daha çok, sonra yazılanlarla ay­ dınlatılan bu protohistorya devresi tarih devresinde söz konusu edilmemeliyse de araştırıcıların yorumlarıyla bu devre tarih sü­ resi olarak ele alınacak duruma kavuşturulmuştur. Mezopotamyanm yazılı tarih devrine girişi Sümer siteleriyle olacaktır. Sümer sitelerinin siyasal üstünlük kazanmaları gerçek­ leşecek, ancak bu üstünlüğü bir süre sonra Akadlara kaptıracak­ lar, daha sonraysa bu üstünlük Babil ve Asurun eline geçecektir. Bu arada Elâm’ın ve diğer bazı kavimlerin zaman zaman Mezopo- tamyada söz sahibi olmalarını izledikten sonra, en sonunda Pers egemenliğine girecektir. Bu gelişmenin temelinde izlenen kültür özelliklerine damgasını vuranlar ise Sümerlerdir.

1.3.1. SÜMER SİTELERİ Sümer, Akadlılarca Aşağı Mezopotamyanm güneyine verilen addır. Bunum karşılığı Tevrat’ta Sinear’dır. Bu bakımdan Sümer- liler demek daha doğruysa da ülkemizde çağun alışıldığı biçimde Sümer’ler demeyi yeğlemekteyiz. Doğunun prehistoryasından söz ederken Mezopotamya’nın ((tarih öncesi» kültür gelişimine değgin kısa açıklamalarda bulu­ nulmuştu. Burada yazılı belgelerin ortaya çıkmasından sonraki devreleri ele alacağız. Ancak tüm ayrıntılarından çok toplu bir bilgi, gerektiği denli bir bilgi sunacağız. Sümer ülkesindeki kro­ nolojik oluşumun başlangıcından beri izlediği süreci ana çizgile­ riyle tanımaya çalışırken, efnasevî bilgilerle, kesinleşmemiş, tar­ tışılan yorumlarla sık sık karşüaşmamız doğaldır. Çünkü tüm ay­ rıntıları belirten belgeler - özellikle yazılı belgeler - coğrafî yapı nedeniyle günümüze ulaşma olanağı bulamamıştır. Bu bakımdan tüm ((eskiçağ» uygarlık ortamlarında olduğu gibi kesin bir tarih- lemede de bulunma olanağı yoktur. Bu bakımdan eskiçağın uzun

49 bir zaman dilimi için «görece kronoloji» ileri sürülmesi zorunlulu- ğu vardır. Görece kronoloji saptarken yazılı belgelerde adı geçen kral listelerine dayalı oranlamalar, karbon ondört yönteminden çıkarılan arkeolojik yaklaşımlar gibi tekniklerden yararlanılmak­ tadır. Kuşküsuz matematiksel bilimlerden alabildiğine yarar­ lanılarak salt kronolojiye doğru gidilmektedir. Görünen odur ki salt kronoloji ile eskiçağ tarihinin bu eski devrelerinin aydınlatıl­ ması çok zor, belki de olanaksızdır.

Site (Şehir Devleti) : Sümer tarihinin bu ilk devrelerine değgin toplu bilgilere ge­ çerken site üzerinde kısa bir açıklama gerekli olacaktır. Site, şehir devleti olarak açıklanabilir. Yalnız Mezopotamyada değil, tüm Es­ kiçağ toplumlarında tarihî devirlere girerken yeni yeni oluşmuş bu tip devletlerle karşılaşmaktayız. Gerçi süre bakımından arala­ rında binlerce yıla varan farklar olmasına karşın bazı ortak ge­ lişim noktalarını saptama olanağı vardır. Mısır’da, Anadolu’da, hatta Ege ve Yunanda, aynı başlangıç noktasıyla karşılaşmakta­ yız. Doğu ve Batı uygarlıklarının bu şehir devletleri (site) arasın­ daki nicel farkları belirtmeden önce Mezopotamya’dakilerin genel görünümünü gözden geçirelim. Mezopotamyada kurulan Sümer şehirleri bir sur ve bir hen­ dekle çevrilmiş, dış doğanın baskılarından oldukça güvene kavuş­ muş olarak ilk kez kendine özgü bir yapıyla ortaya çıkmıştır. Ar­ tık bu yeni yerleşme biçimi eski köy yerleşmelerinden nitelik ola­ rak farklılaşmıştır. Şehrin çevresinde bahçeler tarlalar ve otlaklar yer almakta, boyutları oldukça gelişmiş bu yerleşme alanları din­ sel bir karakter taşıyan ekonomik dürtüyle ortaya çıkmaktadır. Dinsel görünümleri açıkça göze çarpmaktadır ; Ortada yüksek bir tapınak (ziggurat) yer almaktadır. Ancak bu tapmak salt bir ta­ pınma yeri olmaktan daha çok ekonomik işlem merkezi durumun­ dadır. İçinde tahıl ambarlan, depoları, alış - veriş yerleri bulunan bu tanrının evlerinde salt bir dinsel işlev sözkonusu olmamakta­ dır. Şehrin tanrısı kabilenin ve toprağın tüm sahibiydiysede tarım topraklarında bireysel mülkiyet de artık açıkça ortaya çıkmış du­ rumdadır. Mezopotamya sitelerinde tanrı toprağın çoğuna sahip­ tir. Ama bu sahiplik tanrı adına dinsel sınıf tarafından yürütül- nıektedir. Genel olarak bu durumu bazı araştırıcılar «teokratik devlet sosyalizmi» olarak adlandırmaktadırlar. İmece yoluyla bu topraklar işletilmekte, kuşkusuz köle emeğinden de yararlanıl­ maktadır. Bunun dışında kalan topraklar ise kişisel mülk konu­ sudur.

50 Tapmak aynı zamanda üretim araçlannm da sahibi duru­ mundadır. Öyleki ekin ekmeye yarayan tüm araçlar, hatta damız- Uk hayvanlar bile tapınağın emrinde bulunmaktadır. Öte yandan el hünerleri gelişmiş olan dokuyucu, maden işleyici gibi el sana­ tıyla uğraşanlar ve tapmağın girdi-çıktı hesaplarını tutan yazı­ cılar da tapınağın kazandığı «artı - ürün» den pay alarak geçin­ mektedirler. Bunlar, gerçi asalak değillerdir. Belli bîr alanda üre­ time katılmamaktadırlar ancak asıl geçim yolu topraktan gelen ürünlere dayalı olduğundan tapınak çevresinde bulunan bu za­ naatçılar, doğrudan doğruya üretime katılmadan artı - üründen yararlanmaktadırlar. Bu zanaatçılar geçimlerini sağlayan tapmak üyeleriyle uyuşacaklar, giderek onlarla bütünleşeceklerdir. Tapmağın çevresinde daha başka sınıflar da belirecektir. Söz­ gelimi ticaretle uğraşanlar gibi. Sümer ülkesinin jeopolitik yapısı dışardan bazı maddelerin alınımını zorunlu kılmaktaydı. Örneğin madenler, taş, kereste gibi gerekli olan maddeler bu bölgede yok­ tu. İster istemez bunlar dışardan getirilmeliydi. Gordon Childe’in varsayımına göre bu işle uğraşanlar türlü toplumlardan, çevre halklardan olmalıdırlar. Hatta aynı arkeolog bu ticaretin boyut­ larını Hîndistan’m İndus boylarına dek, türlü maddelerin alım- satımıyla ilgili olarak, uzatmaktadır. Daha çok ayrıntılarına gir­ meden diyebiliriz ki siteler yaşayabilmek için gereksindikleri ge­ reçleri getirmek zorundaydılar ve bu işle uğraşan türlü tip ve sı­ nıftan insanlar uzmanlaşmışlardı. Öte yandan bir site ticaretini sürdürebilmek için alış-veriş yaptığı bölgelerde koloni (sömür­ ge) 1er oluşturmak zorunluluğunu duyacaklardır. Nitekim tarihî devirlerde bu tip kolonilerin bir çok örneğiyle karşılaşacağız. Az sonra Yunan Polisleriyle karşılaştırma açısından söz ederken söy­ leyeceğimiz gibi, şehir devletleri ister Doğu toplumlarında, ister Batı toplumlarında olsun ekonomik gereksinmelerle bu yola gide­ ceklerdir. Mezopotamyanın ikinci binlerinde Anadolu da bu tip kolonileri çok belirgin biçimde görebilmekteyiz. Demek ki site (şehir devleti) 1er yaşamlarını sürdürebilmek için ticaret yapmak zorundaydılar. Ancak bunun getirdiği sosyal so­ runlar olacaktır. Bir kez dış kültürler site içine girecektir. Bu du­ rum tepki yaratmış olsa bile uygarlığın yayılması açısından çok yararlı sonuçlar doğuracaktır. Ticaret eskiçağın kültür yayılırmnı, giderek gelişmesini hızlandıracaktır. Mezopotamya’nın jeopolitik yapısı bu yayılmaya elverişliydi. Temelde bugünkü çağdaş uy­ garlığa Mezopotamya (ki aslında Sümerlerin) uygarlık verilerinin katılması bu yolla olmuştur. Öte yandan her sitenin kendi tanrısı yanında başka tanrıların belirmesinde de bu alış - veriş’in önemli bir yeri vardır. Tüccarlar, kendi din anlayışlarını da kolonilere getirecekler giderek siteler politeist (çok tanrılı) din anlayışına

51 ulaşacaklardır. Ancak çok tanrılı din anlayışına geçişin daha baş­ ka sosyo - ekonomik, hatta siyasal nedenleri olduğunu da unutma­ mak gerekir. Bu söylediklerimizi toplarsak şöyle bir görünümle karşılaşırız : Tapmağın yöneticileri çevresinde çalışan ve toprakta üretimde bulunanlarla tüccarlar sitenin halkını oluşturmaktadırlar. Ürünün biriktiği, en çok payın alındığı yer tapınaktır. Tapmak tanrıyı simgelemektedir. Herşey onundur. Ancak nüfus artışı, kuraklık, toprağın verimsizleşmesi gibi etkenler şiddetli çatışmalara yol aç­ maktadır. Çözüm ne olacaktır ? İşte burada sitenin bir tanrısal güce dayanan kralı ve onun çevresinde devleti oluşmaktadır. Bu tanrısal «şef» yeni geçim yol­ ları bulmak için yayılmak zorundadır. Yani başka topraklan, baş­ ka üretim güçlerini ele geçirmek zorundadır. Sümer efsanelerine göre krallık bir siteye tanrıca verilmiştir. Aslında bu uydurma anlayış (ya da tam anlamıyla uyarlama) daha sonraki yazılı bel­ gelerde ortaya konacaktır. Kral, tanrısal bir güç taşımaktadır. Belki önceleri kendisi de tanrıyı dinsel törenlerde simgeleştiren bireydir. Onun yöneticilik otoritesi öte yandan savaşçılığına dayanmaktadır. Sitenin ekono­ mik gereksinmesini karşılamak için savaşacak, savaşın baş komu­ tanlığını yapacaktır. Onun bu kahramanlığı daha sonraları yazılı metinlerde efsaneleştirildiği gibi sanat yapıtlarının da baş konu­ su olacaktır. Kral elde ettiği zenginliği tapınak ve benzeri işlerde harcayacaktır. Zanaatçıların koruyucusu olacaktır. Her sitemin kralı kendi sitesini, dolayısıyla kendisini, daha zenginleştirmek için diğer siteleri egemenliği altına almaya çalışacak, savaşacaktır. Böylece siteler arası korkunç bir mücadele sürüp gidecektir. Bazen biri, diğerine üstünlük sağlayacak, ancak tam anlamıyla bir birlik uzun süre sağlanamayacaktır. Toprak ve köle emeği elde etmek amacına dönük olan tüm girişimler Akadlarm Mezopotamyaya egemen olmalarına dek sürecektir. Sümer sitelerinin bu Akad devleti egemenliğine düşmeden önceki tarihlerine değinmeden önce, Eskiçağ tarihinin siyasal yapısını aydınlatmada yararlı olacak kısa bir karşılaştırma ya­ palım : Mezopotamyadaki tarihî devirlere girerken gördüğümüz bu oluşum Ön Asya’om diğer yerlerinde de benzer biçimde ortaya çı­ kacaktır. Mısır’da «nom» adı verilen bu şehir devletleri uzun bir mücadele sonucu «tanrı - krallar)) yönetiminde birleşmeye doğru gideceklerdir. Aynı durum Hitltlerden önce Anadolu için de söz konusudur. Anadolunun (cAsur Ticaret Kolonileri Çağı» olarak ad­ landırılan devresinde, Kızılırmak yayı içerisinde Hattuş, Kuşşara,

52 Zalpa, Kaniş vb. bir çok şehir devleti bulunmakta ve bunlar, bir- birleriyle yukarıda değindiğimiz nedenlerle, mücadele etmektedir­ ler. Bu şehir devletlerini yenip bir devlet bünyesinde toplama gi­ rişimleri ancak uzun bir mücadeleden sonra olanak bulacaktır. Bu oluşum gerçi Mezopotamyadan bin yıl sonradır, ama nitelik bakı­ mından aynıdır. Bu oluşumu Suriye ve Filistinde de görebilmek­ teyiz. Genel olarak eski Doğu uygarlıklarındaki şehir devletleri­ nin, aralarında bazı nicel farklar olmasına karşın, yapısı ve geliş­ mesi birbirine benzemektedir. Nicel farklılıklara örnek vermek ge­ rekirse, yönetici bazı bölgelerde rahip yetkisinde, bazı bölgelerde peygamber görünümünde, bazı bölgelerde ise «tanrı - kral» duru­ mundadır. Ancak bunlar birer derece farkıdır. Diğer bölümlerde bu siyasal oluşumun ayrıntılarına yeniden girmemek için eski Yunan şehir devletleriyle, Doğu’nun sitelerini ana çizgileriyle karşılaştırmak yerinde olacaktır. Böylece şehir devletinden imparatorluğa doğru — kuşkusuz temelde yukarda belirttiğimiz ekonomik nedenlerle — giden siyasal gelişim çizgisini daha iyi tanımış olacağız. Yunan tarihinin «kolonizasyon devri» nin (M. Ö. 600 - 600) sonlarında, artık belirmiş olan şehir devletlerine «polis» adı veril­ mektedir. Bir kabile devleti olmayan polisler Hellas (Hellen ül­ kesi)’m jeopolitik yapısından çıkmıştır. Polis toprağa bağlı, bir sur içerisinde kendine yeterli mutlak surette bağımsızlığı olan ve polites denen vatandaş (ya da hemşehri) lardan oluşan bir şehir devletidir. Bu şehir devleti yapı olarak Doğu sitelerine benzemek­ le birlikte (kuşkusuz bazı ayrıntılarda değişiklikler sözkonusudur) şu noktalarda farklıdırlar ; a — Doğu siteleri genellikle su kıyılarında kurulmuşlar ve yukarıda belirttiğimiz ekonomik nedenlerle genişleme arzusu gös­ termişlerdir. Dolayısıyla zamanla büyük imparatorlukların oluş­ ması olanağı doğmuştur. Bu gelişmeye yardımcı olan ama koşul ise ırmaklar olacaktır.. Bu ırmaklardan yararlanan site genişlemeyi, büyümeyi başararak diğer siteleri egemenlikleri altına alacak­ tır. Demek ki jeopolitik yapı buna elverişlidir. Oysaki polisler böyle bir gelişim gösteremiyeceklerdir. Bunun temel nedeni de yi­ ne Hellas’m jeopolitik durumudur. Hellas dağlıktır ve dağlar bir­ birlerini kestiği için her polis bir kanton durumunda yaşamını sürdürmek zorunda kalacaktır. Gerçi polisler arasında birlik ku­ rulacaktır, ama her polis bağımsızlığını sürdürecektir. Bu nedenle de Hellas’ta bir birlik gerçekleşemiyecektir. Mezopotamyada Mı­ sır’da ve Anadolu’da göreceğiz ki, uzun mücadeleler sonunda bile olsa, birlik gerçekleşecek ve büyük uygarlıklar geliştirilecektir.

53 b — Doğudaki siteler de, giderek kurulan imparatorluklarda, kral ile uyruğu vardır. Yani yöneticiler ile yönetilenler farklılaş­ mıştır. Gerçi poliste de yöneticiler vardır, ama yönetilenler «va­ tandaş = polites» durumundadırlar. Onların siyasal özgürlükleri vardır ve yönetime katılmaktadırlar. Poliste bireyin yaşantısı ile şehrin yaşantısı siyasi anlamda birleşmiş durumdadır. Doğuda bu yoktur. Bunun sonucu olarak da tam insan ortaya çıkamamıştır. Kendinden sorumlu, yaptığına damgasını vuran insan yoktur. Bü­ yük yapıtlar (örneğin Mısır piramitleri gibi) yapan sanatçı, yapı­ tına adını, damgasını vuramamıştır. Kralın adı üste çıkmıştır. Her türlü sanat yapıtında insanları sosyal yerine göre irili ufaklı gö­ rebilmekteyiz. Örneğin bir kabartmada kral ve yönetimde yanın­ da görev alan sınıflar hiçbir perspektife bakılmaksızın yüzeyde protokolüne göre büyüklü - küçüklü resmedilmiş ya da kabartıl- mıştır. Bunun önemli sonucu olarak da insan düşüncesi güdük kalacaktır. Eski Doğu Devletinde amaç kral ve sarayının mutluluğudur. Her türlü sosyal, ekonomik ve siyasal girişimler bu amaca hizmet etmeğe dönüktür. Polis’de ise amaç polisin tümüyle kendisi, gide­ rek vatandaşıdır. Hizmet, onlara dönüktür. Çünkü siyasal anlam­ da hesap vermek söz konusudur. Doğu devletlerinde hesap verile­ cek orun saray ve çevresidir. Teb’a (sürü) ise haklarını değil, gö­ revlerini bilmeli ve yerine getirmelidir. Ancak hemen anımsatalım ki ister sitelerde, isterse poliste ol­ sun geniş bir köle sınıfı vardır. Yani poliste vatandaş olarak siya­ sal etkinliğe katılanların sayısı en iyimser varsayımla kölelerin beşte biridir. Eskiçağ toplumlarmın asıl ekonomik üstünlüğünü sağlayan temel öğe, bu köle emeğidir. İlerde sözünü edeceğimiz eski Yunan demokrasisi köle sınıfının dışında kalan özgür insan­ lar topluluğunun ortaya koyduğu gerçektir. Toplumlar köleleri, sa­ vaşarak ya da koloni (sömürge) lerinden, türlü yollarla satın ala­ rak elde ediyorlardı. Bununla birlikte Doğuda insana verilen yer ile Batıda verilen yer birbirlerinden yine de farklı idî. Bu toplum yapısı ilerde Yunan polislerinin birlik kuramama- ları, onlara göre uygarlıkta geri olan başka devletlerin egemenlik­ lerine kolayca düşmelerinde önemli rol oynayacaktır. c — Sitelerle polis arasında önemli bir fark da, devlet yöne­ timinin dinsel temele dayalı olup olmamasındadır. Doğudaki şe­ hir devletleri yukarıda değindiğimiz gibi dinsel temele dayalı bir yönetim içindeydiler. Sitenin oluşumunda dinsel etken söz konu­ suydu. Gerçi dinin oynadığı rol salt bir etken değilse de din, yö­ netimin ayrılmaz bir parçasıydı. Sitenin ve daha sonra kurulacak olan imparatorluğun yöneticisi gücünü tanrısal değerlerden ol­

54 maktaydı. Böylece onun dinsel otoritesi teb’asının yönetiminde kendisine geniş olanaklar sağlamaktaydı. Öyle ki toplumsal yaşan­ tının önemli bir öğesi olan kutsal kavramlar, kralın kişiliğinde simgeleşince ona karşı çıkmak tanrıya karşı çıkmak durumuna dö­ nüşmekte, dolayısıyla otoritesi kuvvet kazanmaktaydı. (Burada kısa bir noktaya değinmek yararlı olacaktır : Her ne kadar kralın dinsel temele dayalı otoritesi sözkonusu ise de, özellikle Mezopo­ tamya’da izleyeceğimiz gibi dinsel sınıflar onun otoritesine karşı isyan edebilmekte, zaman zaman yönetimi yeniden ele almakta­ dırlar. Yani çağdaş diktatörlerle karşılaştırırsak otoriteleri onlar kadar mutlak ve örgütlenmiş değildir. Aynı durumu Mısır ve Ana­ dolu’da da göreceğiz. Sık sık isyanlar, yalnız dinsel sınıflarca ya- pılmıyacaktır. İktidar soylar elinde el değiştirebilecektir.) Doğudaki bu dinsel devlet anlayışına karşılık polisin yöneti­ mi bugünkü anlamda laik bir karakter gösterir. Yönetici gücünü din dışı etmenlerden almaktadır. Yasalar oluşturulmuştur ve se­ çilerek başa geçer. İktidarı zorla alanlara ise kötü gözle bakıl­ makta, daha sonraları ise sert bir biçimde eleştirilmektedirler. Gerçi ilk yazılı yasa metinleri Eski Doğu uygarlıklarında görüle­ cektir ama, bu yasalar yöneticinin dinsel bir gelenekle yukarıdan eınrettiği yasalardır. Polisteki gibi mücadeleyle oluşmamıştır. Bu karşılaştırmayı daha fazla uzatmadan ve ayrıntılarına gir­ meden sonuçlandırırsak, aralarında yalnız nicel değil, nitel farklar da görürüz. Gerçi eski Yunan uygarlığı Doğudan türlü alanlarda çok şey almıştır ve bu uygarlıklardan binlerce yıl sonra oluşmuş­ tur ama, aldıklarını çağdaş uygarlığımıza kendi katkılarıyla yeni bir biçimde ulaştırmıştır. Ancak uygarlığa beşiklik görevinin Me- zopotamyada, Sümer sitelerinde olduğunu da akıldan çıkarma­ mak gerekir. Böylece sitelerin genel yapısı ve gelişme yönüne de­ ğindikten sonra, bu özelliklere dayanan Mezopotamya tarihî de­ virlerinin siyasal oluşumunu izleyebiliriz.

1.3.2. MEZOPOTAMYA’NIN TARİHÎ DEVİRLERE GİRİŞİ (M.Ö. 2800-2600) Mezopotamya’nın tarihî devirlere girişini «Cemdet Nasr» kül­ tür tabakasının üst kısmında görülen daha gelişmiş kültürden Ur sitesinin birinci soyuna dek uzayan devre olarak ele alacağız. Yu­ karıda tarihöncesi kültür gelişiminin son aşaması olarak gördü­ ğümüz «Cemdet Nasr» kültür tabakasının üzerinde, Cemdet Nasr kültürüne oranla daha gelişmiş bir kültür tabakası izlenmektedir. Bu yeni gelişme artık oluşmaya başlamış olan Aşağı Mezopotam­ ya sitelerinin hepsinde (örneğin Ur, Kiş, Uruk siteleri) görülmek­ tedir. Bu kültürde yazıh belgeler çoğalmaktadır. Kral listelerine

55 rastlanmakta, siyasal oluşuma ışık tutan bilgiler elde edilebilmek­ tedir. Böylece tarihî devirlere girilmektedir. Bu gelişme M. Ö. 3000 yıllarından sonra olmaktadır. Ancak bu ilk zamanları aydınlatacak ölçüde yazılı belge yok­ tur. Gerçi arkeolojik buluntuların da yardımına başvurulmakta­ dır ama gerçek bir tarihî aydınlanma henüz söz konusu değildir. Bu devrin olaylarının uzun süre dilden dile aktarılarak daha son­ raki devirlerde yazıya geçirildiği söylenebilir. Bu uzun süre sözlü anlatım, temelinde gerçek olan birçok olayın olağa/nüstü bir nite­ lik kazanmasına, efsaneleşmesine yol açmıştır. Böyle destanî bil­ gilere dayalı, her ulusun ilk devreleriyle ilgili anlatımlar zamanla yazılı biçime kavuşturulmuş olarak karşımıza çıkmaktadır. O de­ virden kalma yeterince yazılı belge ve arkeolojik buluntu ile bu ef­ sanevî bilgiler eleştirilemediği zaman, temeldeki gerçek olaylarda saptanamamaktadır. Nitekim Sümer, tarihî de böyle destanî öğeler taşıyan bir devreyle başlatılmaktadır. Öyleki Mezopotamya tarihiyle ilgili metinlerde bir «Tufan» olayından söz edilmekte, Sümer Krallığının oluşumu bu efsanevî tufan olayıyla birlikte anlatılmaktadır. Bu efsanelere göre Sümer Krallığı Tufandan Önce ve sonra olarak iki bölümde ele alın­ maktadır. Tufan olayı gerçek midir ? Araştırıcılar kutsal kitaplara Tevrat yoluyla giren Tufan olayının Mezopotamya’daki yerel bir gelişmeyle ilgili olabileceğini düşünerek, olayın bilimsel kanıtlarını bulmak için arkeolojik kazılar yapmışlardır. Kalkolotik devrelerde Ur sitesinde üç metre kalınlığında kum tabakası görülünce, Tufan efsanesinin bu olaya dayalı olarak ortaya çıktığı ileri sürülmüştü. Ancak Mezopotampa’nm tamamını kapsamayan bu görüntüyle Tufanı açıklama olanağı yoktur. Bu gün genellikle daha önceki paleolotik devirlerden kalma abartılmış bir anının kalıntısı olarak tufan olayının yaşatıldığına ve «cGılgamış Destanı» gibi yazılı me­ tinlere girdiğine inanılmaktadır. Sümer efsanelerine göre Tufandan sonra ilk krallık baş tanrı Enlil tarafından Kiş sitesine verilmişti. Kral listelerinde 1500 yıl gibi uzun ömürlü olarak anlatılan Kiş krallarının tarihî gerçeklik taşıyıp taşımadıklarını kanıtlayacak belgeler bulunamamıştır. Bu bakımdan bu kralları mitolojik, yarı efsanevî kişiler olarak görü­ rüz. Gerçi temelde bunların gerçek kişiler olması olanağı söz ko­ nusu olabilir. Ama başka belgelerle doğruluklarının ve etkinlikle­ rinin kanıtlanması gerekir. Ancak siteler için yukarıda değindiği­ miz siyasal gelişmenin, bu efsanevî bilgilere göre, Kiş’te başladı­ ğını varsayabiliriz.

56 Bu zamanlarda siteler arasında sürekli çatışmalar vardır. İs­ ter bu zaman yazılan metinlerde olsun, isterse daha sonra yazılan efsanevî ve çoğunlukla yanıltıcı bir kronoloji veren belgelerde olsun Kiş, Ur, Uruk sitelerinin bu mücadelelerde 'zaman zaman birbir­ lerine üstün geldiklerini görmekteyiz. Her site diğerlerini egemen­ liği altına alarak görünüşte kendi sitesinin tanrısını üstün duru­ ma getirme savaşındadır. Ama temelde ekonomik yapıları gereği genişleme arzusu göstermelerinden, bu mücadele doğmaktadır. Ni­ tekim Uruk sitesi Kiş’e karşı destanlarda anlatıldığına göre, ayak­ lanacak ve Uruk Kralı Gılgamış Kiş sitesine karşı savaşacaktır. Sümer destanlarıyla anlatılan bu devreden sonra arkeolojik belgelerle iUî karşımıza çıkan gerçek bir kral ise Kiş sitesinin kralı MESİLİM’dir. Mesilim’in gerçekten yaşadığını hem kendi belgele­ ri, hem de Lagaş sitesine değgin belgelerden birî göstermektedir. Bu belge Lagaş ile Umma sitesi arasındaki toprak mücadelesi sı­ rasında bu iki site arasındaki sınırı Kiş Kralı Mesilim’in saptadı­ ğını belirtmektedir. Bu, ilk kez aydınlanmış olan devreye araştı­ rıcılar Kiş kralının adından dolayı «Mesilim devri» demektedirler. Mesilim devrinde Kiş’ten başka ABAD, LAGAŞ, URUK ve UR gibi daha bir çok Sümer sitesinin varlığı anlaşılmaktadır. Bu si­ teler yukarıda değindiğimiz ekonomik gelişme istekleri nedeniyle sürekli bir birleriyle savaşmaktadırlar. Mesilim devrinde mimarîde değişiklik ortaya çıkmıştır. Bu da tapınağın yanında sarayın belirnlesidir. Sitelerin oluşumunda gördüğümüz, ilk sıralarda tapınağın çewesinde beliren şehir dev­ letinde, ekonomik isteklerin ortaya koyduğu siyasal «şef» bu sa­ rayla simgeleşmektedir. Saray ve tapmak çevresinde her iki kuru­ ma değgin özel evler yer almaktadır. Böylece sitenin yöneticisi krala karşı dinsel sınıf farklılaşacak ve site içinde iktidar çatış­ ması sarayla tapınarak arasında sürecektir. Daha sonra bu çatış­ manın şiddeti giderek artacak hangisi kuvvetlenirse diğeri üze­ rinde egemenliğini kuracaktır. Daha açık bir deyişle, sitenin yö­ netimi sarayla tapınak mücadelesinde belirecektir. Dinsel sınıf kuvvetlendikçe iktidarı ele geçirecektir. Mesilim devrinde mimarîde, süslemecilikte, tapınak yapımın­ da yeni anlayışlarla karşılaşılmaktadır. Öte yandan bu devirde DUMUZİ (Temmuz) — İNANNA (İştar) efsanesine dayalı din an­ layışı sürmektedir. Çoğalma, bereket, verim, doğanın canlanması ve ölümünü içeren bu «kült» daha sonra Samîlerde ve Hititler’de de, kaynağı Sümerler olmakla birlikte, yaşayacaktır. Yalnızca do­ ğal olarak tanrıların adları değişmiştir.

57 Kiş kralmm adına bağlı olarak tanıdığımız bu devreyi, UR si­ tesinin üstünlük sağladığı ve Sümer sitelerinin gelişimlerini daha iyi tanıma olanağı bulduğumuz bir devre izlemektedir.

1.3.3. SÜMER ARKAİK DEVRİ (M.Ö. 2600 - 2350) Sümer sitelerinin «I. Ur Soyu» olarak adlandırılan, üçbin yıl­ larının ortalarında UR sitesinin gelişmiş olarak tanındığı devre­ den, Akadlann Mezopotamya’yı ele geçirmelerine dek süren ikiyüz yıldan fazla bir devir Mezopotamyanm arkaik (eski) devri (ya da daha doğru olarak Sümer’in Arkaik Devri) olarak adlandırılır. Mesilim devrinden sonra Mezopotamya’da bulunan KİŞ, UR, URUK, LAGAŞ, UMMA, ADAB ve LARSA başta olmak üzere Sü­ mer siteleri birbirleriyle sürekli mücadele halindeydiler. Kiş site­ si diğerlerine oranla daha kuvvetli görünmekteydi. Ancak diğer si­ telerinde başlarında ensî (patesi) adı verilen krallar bulunmakta, bunların bir çoğunun adlan o devirden kalan yazılı belgelerde yer almaktaydı. (Örneğin ADAB stiesinde Bismaya, UR’da Mesanni- padda, LAGAŞ’ta Ur-Nanşe adlı ensiler yaşam aktaydı). Araştırıcılar UR sitesindeki buluntulara göre Mesilim’den son­ raki devreyi «I. UR SOYU» devresi olarak adlandırırlar. Ancak ay­ nı tarihlerde LAGAŞ sitesinin de önemli gelişme gösterdiği dikka­ te alınırsa bu devreyi aydınlatan buluntular birbirleriin tamamla­ yacak biçimde bu iki siteye değgin olduğunu görürüz. Ur’da 1928’de İngiliz arkeolog’larınca yapılan kazılar sonucu kral mezarları bulundu. Tuğla kemer ya da kubbe ile örtülü dört­ gen oda biçiminde olan bu mezarlardaki kalıntılar UR sitesinin gönencini, siyasal üstünlüğünü göstermektedir. Kral ve kraliçe birlikte gömülmüştür. Maden işçiliğinde gelişmeyi gösteren birçok buluntu ele geçmiştir. Ölümden sonra yaşamın sürdüğü inancının varlığını anlamaktayız. Bu mezarlardaki buluntular tanrıların henüz insan biçiminde simgeleştirilmediğini göstermektedir. Bu mezar buluntularından çıkarılan önemli sonuçlardan biri de Ur si­ tesinin zenginleştiğini, sitenin elinde artı - ürünün yığıldığını gör­ memizdir. Mezopotamya’da bu zamana dek görülmeyen bir -zen­ ginlikle karşılaşmaktayız. Öte yandan saray - tapmak mücadele­ sinde, sarayın (yâni kralm) başarı kazandığı anlaşılmaktadır. Bu mezarlardan alman sonuca göre az sonra iktidarı Mesani- padda adlı kral ele geçirilmiştir. Ur buluntuları Sümer’lerin sanat ve din anlayışını da aydınlatacak önemli belgeler durumundadır. Devrin sosyal ve siyasal yönünü ise Lagaş buluntuları aydınlat­ maktadır.

58 Lagaş krallığını Ur-Nanşe adlı bir kral kurmuştur. Şimdiye değin yalnızca patesi (ya da ensi) sanıyla adlandırılan site yöne­ ticisi Lagaşla birlikte Lugal (kral) sanı almaya başlamıştır. Ur - Nanşe, sitenin güvenliğini sağlamak için sitenin çevresini surla çevirtecek, içinde de mimarî yapıtlar yaptıracaktır, Lagaş krallığının komşu sitelerle egemenlik mücadelesi yap­ tığını görmekteyiz. Özellikle UMMA sitesi ile sınır sorunları var­ dır. Umma - Lagaş savaşlarında sınırı belirleyen taş da dikilmiş idi. Ur - Nanşe’nin oğlu Kral Eaonatum zamanında da savaşlar sürecek, bu Lagaş kralının Umma zaferini gösteren «Akbabalar Dikili Taşı» nda savaş öyküsü kabartma olarak işlenecektir. (Ye- nilenler üzerine, kabartmada, akbabalar saldırdığı için böyle ad­ landırılmaktadır). Ancak bu kabartmanın yazıtında savaştan söz edilmemektedir. Bir yandan Umma Savaşları sürerken, bir yandan da rahipler içte iktidarı ele geçirme uğraşındadır 1ar. Sonunda bu ruhban sınıfı bir darbe yapmayı başararak Lagaşın yönetimini ele geçirecektir. Yazılı belgelerde, bu din adamlarının halkı soyduğu, tüm gelirle­ ri tapınağa topladıkları anlatılmaktadır. Böylece saray - tapınak mücadelesinde tapınak taraftarları başarı sağlamış olmaktadır­ lar. Ancak, buna karşı bîr darbe yapılarak saray yeniden üstünlü­ ğünü ele geçirecektir. Bu darbeyi yapan, yaptıklarını yazılı olarak anlatmış olan kral URUKAGİNA’dır. URUKAGİNA, Sümer’de tanıdığımız ilk sosyal devrimcidir. Yazıtında rahiplere karşı giriştiği eylemi ve yaptıklarını uzunca anlatmıştır. Halka özgürlüklerini geri verdi­ ğini anlatmaktadır. İlk kez özgürlük (amargi) sözcüğüyle karşı­ laşmaktayız. Urukagina’nm açıkladığına göre giriştiği eylemin kaynağı dinsel biçimde bir eylemdir. Lagaşın tanrısı kendisini görevlendir­ diği için rahiplerle mücadele etmiş ve onları yenmiştir. Urukagi- na rahipleri yendikten sonra sosyal ve ekonomik reformlar yap­ mıştır. Rahiplerin ve bürokratların halkı saymasını önlemiş, sert kurallar koymuştur. Kişisel mülkiyeti garanti altına almıştır. An­ cak Urukagina sınıf farklarını ortadan kaldırmamıştır. Ayrıca onun reformları diğer Sümer sitelerine taşmamıştır. Köle sınıfının durumunda da bir değişiklik söz konusu değildir. Lagaşta bu ilginç gelişme olurken, Lagaşın diğer siteler üze­ rindeki egemenliğinin yaygın olmaması nedeniyle. Umma sitesi ensisi LUGALZAGİZİ, Urukagina’nın krallığının 25. yılında saldı­ rıya geçerek, Lagaşı ele geçirecek ve Urukagina’yı da tutsak ala­ caktır. Lagaş tahribedilecek, böylece Umma - Lagaş mücadelesin­ de bu kez Umma üstünlük sağlamış olacaktır,

59 Umma patesisi LUGALZAGİZİ, Uruk sitesinde oturduğu için Umma ve Uruk kralı olarak karşımrza çıkmaktadır. Bu kral tüm Mezopotamya’ja birleştirmek için mücadeleye atılacaktır. Yukarı­ da sitelerim gelişimini anlatırken değindiğimiz aşamaya ulaşıl­ mıştır. Lugalzagizi Sümer sitelerinin bellibaşlılarına egemenliğini tanıtmış, yazıtların da «ülkeler kralı» sanını almış, «aşağı deniz­ den yukarı denize dek» egem.enliğini yaydığını yazdırtmıştir. Böy- lece bir birlik girişimiyle karşılaşmaktayız. Ancak Uruk’u başkent edinen bu kralın yazıtına karşın egemenliğini merkezî bir devlet biçimine ulaştıramadığını söylemeliyiz. Nitekim Sümer sitelerinin, site (şehir devleti) yaşantısı henüz değişmemiştir ve böyle bir merl^ezî yönetime karşı da 'zaman zaman tepki doğmaktadır. Sü- merlerin tam gerçekleştiremediği birliği, Samî asılh Akadlar ger­ çekleştirecektir.

1.3.4. AKAD İMPARATORLUĞU (M.Ö. 2350 - 2150) Aşağı Mezopotamya’nın yukarı kesiminde Sami’lerin kurdu­ ğu AKAD (Agade) sitesini başkent edinerek, başarı gösterip tüm Mezopotamya’yı ele geçiren kral Sargon ve soyunun gerçekleştir­ diği devlet, bir site devleti değildir. Artık Mezopotamya’da siteden imparatorluğa doğru gelişmiş bir devletle karşılaşmaktayız. Böyle bir gelişmeyi sağlayan kral SARGON (Şarrukin) dur. Akad devletinin Sargon’a değin nasıl geliştiği aydınlatılamı- yor. Sargon’un başarılarının da gerçekçi bir görüşle açıklanama­ yan bir görünümü vardır. Bu da ona Eskiçağ toplumlarının bir çoğunda görülen aynı efsanevî motiflerle, olağanüstü bir kişilik kazanmasına neden olmuştur. Tıpkı Musa, Kirus, Romulus efsa­ nelerinde bulunan motifler Sargon’un kişiliğini tanıtan belgelerde de kullanılmıştır. Bu efsanelerden birine göre bilinmeyen bir ba­ badan dünyaya gelen Sargon’u annesi bir sepete koyarak ırmağa bırakmış, sepeti bulan bir saka, tanrının kendisine gönderdiğine inandığı bu erkek çocuğu büyütmüştür. Daha sonra Akad sitesi­ nin tanrıçası İştar, büyüyen bu çocuğa aşık olup, onun egemenlik kurmasını sağlayacaktır. Başka bir efsanedeyse Kiş kralının nedi­ minin bahçıvanı olarak karşımıza çıkan Sargon’un soylu sınıflar­ dan olmadığını belirten haber onun gerçek kişiliğini anlamamızı sağlamaktadır. Her nasıl olursa olsun bilindiği kadarıyla Sargon Kiş sitesinde eyleme geçerek bu siteyi aldıktan sonra da Lugalza- gizi’ye karşı olanların başına geçip bu kralı yenecek ve kendisini tutsak alacaktır. Böylece Sümer sitelerini birlik haline getiren Sargon, Akad sitesini başkent edinecektir. Bu bakımdan işbaşına

60 gelen Samî soyunun yönetimi, Akad İmparatorluğu olarak adlan­ dırılıyor. Sargon, yalnız Aşağı Mezopotamya’nın egemenliğini ele ge- çiirmekle yetinmemiş Suriye, Anadolu ve Elam ülkelerine de sefer yaparak tam bir İmparatorluk gerçekleştirmiştir. Onun bu. sefer­ lerini anlatan yazılı belgeler 3000’in bu ikinci yarısında Ön Asya tarihini anlamakta önemlidirler. Sargon’un Basra Körfezindeki adalara karşı da sefer yaptığı kayıtlıdır ki, kara ordusundan baş­ ka denizde de savaş yapacak güçte olduğunu anlamaktayız. Sargon’un gerçekleştirdiği bu imparatorluğun yönetiminin tam merkezî karakter kazanmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü site­ lerin ensileri yine vardır. Sargon bu siteleri egemenliği altına al­ mış, onlara bağlı beylik (vassal devlet )statüsü uygulamış olmalı­ dır. Devrin jeöpolitik yapısı ve arkeolojik araştırmalarda ele geçen kalıntılara bakıldığında, Elam’dan Akdeniz’e dek uzanan böyle bir imparatorluğu tam merkezî bir devlet yönetimiyle elde tutma olanağı henüz yoktur. Sami’ler dışında, Sümerler gibi kültür ge­ lişimleri üstün olan tüm ırkları merkezî bir yönetimde tutmanın zor olması doğaldır. Sargon uzun iktidar döneminin sonlarında is­ yanlarla karşılaşacaktır. Çünkü yerel yönetimler sürmekteydi ve isyan fırsatı çıktığında yararlanacak güçler bulunabilmekteydi. Akad’larda gördüğümüz bu özelliğin tüm Ön Asya’da bazı nicel farklara karşın aynı nitelikte olduğunu da söyleyebiliriz. Yerel yöneticiler (örneğin patesiler ya da başka bölgelerde başka adlar­ la anlatılan şefler) fırsat buldukça baş kaldırabileceklerdir. Nitekim Sargon’un son yıllarında böyle isyanlar çıkacak, Sar­ gon bunları bastırma başarısı göstermesine karşın kendi soyun­ dan yerine geçenler zamanında da isyanların sürdüğünü göre­ ceğiz, Sargon’un yerine, kurşundan yapılmış bir heykeli günümüze değin kalan, oğlu URUMUŞ geçecektir. İç karışıklıkları bastıran bu kralın yerini ise kardeşi alacaktır. Ama Sargon’un kurduğu Akad İmparatorluğunu yeniden ilerletecek olansa onun torunu NARAM - SİN dir. Naram - Sin, yeniden Sargon devrinin sınırlarına ulaştığı gi­ bi Yukarı Mezopotamya’nın dağlık yörelerine sefer yapacak, Bas­ ra Körfezi adalarını yeniden ele geçirecektir. Yazılı belgelerde Anadolu’daki 17 kralla savaş yapmıştır. Bu 17 krallık birliğine gi­ renler arasında Kaniş, Puruşhanda gibi şehir devletlerinin adı geçmektedir. Naram - Sin’in bu seferi Anadolu’nun ikinci binlere doğru gelişen tarih açısından da önemlidir. Öte yandan Naram- Sin devrine değgin belgelerin Akdeniz kıyılarında, hatta Kıbrıs Adasında görülmesi egemenlik alanının Kıbrıs’a dek uzandığının

61 ileri sürülmesine yol açmıştır. Kıbrıs’ta bir kadın heykeli bu sa­ vın kanıtı olarak ileri sürülmektedir. Naram - Sin devrinde Akad egemenliğinin Kıbrıs’a dek uza­ nıp uzanmadığı tartışmakla birlikte onun o zamanki dünya tanı­ tımına göre dört iklimin kralı olduğu yazılı belgelerde ve sanat ya­ pıtlarında anlatılmaktadır. Naram - Sin’in zaferleriin anlatan di- , kili taş Mezopotamya sanatının özgün yapıtlarındandır. Bu dört iklim ülkesi Akad, Sümer, Subartu ve Batıda Amurru ülkesidir. Naram - Sin yalnız «dört iklim kralı (Şar Kibratum Arabim)» sa­ nını almakla kalmayacak, kendisini tanrılaştıracaktır. Nitekim sö'zügeçen dikili taşta tanrı olarak simgeleştirilmiştir .Böylece Me­ zopotamya’da krala «tanrı» niteliği verilmesi ilk kez ortaya çık­ maktadır. Naram - Sin’den sonra Akad İmparatorluğu bu gücünü sür- düremiyecektir. Bunun iki nedeni vardır : a — İçte Sümer sitelerinin ensileri tarafından girişilen is­ yan eylemleri. b — Elamlıların da isyan edip Mezopotamya’ya zaman za- dan saldırmaları. Gerçi Naram - Sin’den sonra birçok Akad kralının adı liste­ lerde görülmektedir ama kargaşalık gittikçe artacaktır. Elam’ın saldırıları güçlükle önlenecektir. Yazılı belgelerde kralların ikti­ dar güçlerini kaybettiklerini gösteren anlatımlarla karşılaşılmak­ ta, Naram - Sin’in kullandığı sanlar artık kullanılmamaktadır. Aşağı yukarı iki yüz yıl kadar süren bu imparatorluk M.Ö. 2150 lerde parçalanacaktır. Akad birliğine dahil olan Sümer siteleri ye­ niden siyasal etkinlikte öne geçtikleri gibi uygarlık alanında da en üstün düzeylerine ulaşacaklardır.

1.3.5. SÜMER KLASİK ÇAĞI (M.Ö. 2150 -1960) Akad İmparatorluğunun çökmesinden, Babil sitesinin üstün­ lük kurmasına dek geçen aşama, Sümer sitelerinin en gelişmiş devreleri olacaktır. Bu bakımdan Sümer’in klasik devri ya da «Rö­ nesans devri» adı verilebilir. Bu arada Guti’lerin bir yüzyıl kadar Mezopotamya’ya egemen olduklarını da görmekteyiz.

A — Uruk Soyu (M.Ö. 2150 - 2120) Akad devletinin yönetimi sarsıntı geçirince Sümer siteleri du­ rumdan yararlanıp şehir devletlerini yeniden canlandıracaklar­ dır. M.Ö. 2150 lerde Uruk kralları bağımsızlıklarını kazanacaklar ve Mezopotamya’nın yönetimini ele geçirmeye çalışacaklardır. Bu Uruk üstünlüğünü kuran soyu tarihçiler IV. Uruk soyu olarak ad-

62 landırırlar. Ancak bu IV. Uruk soyu değil Mezopotamya’ya ege­ men olmak, kendi sitelerindeki egemenliklerini bile otuz yildan daha fazla sürdürmek gücünü gösterememiştir. Yani Akad devle­ tinin yıkümasnıdan sonraki karışıklıklar bu dönemde de sürüp gitmektedir. Aşağı ve Yukarı Mezopotamya’da karışıklıklar sürerken Me­ zopotamya dışındaki kavimler, Mezopotamya’nın verimliliğinden yararlanma yollarını arıyacaklardır. Jeopolitik durumdan söz ederken, anımsayacağımız gibi Mezopotamya istilâya açıktır ve birçok kavmin isteğini çekecek zenginliğe sahiptir.

B — Guti’lerin İstilâsı (M.Ö. 2120 - 2030) Zagros dağlarının arkasından gelen, Sümerlere göre uygarlık­ ça geri olmalarına karşın savaşçılıkları daha üstün olan GUTİ’- 1er ikibin yıllarına doğru Mezopotamya’nın siyasal çatışmaların­ dan yararlanarak ülkeyi istilâ edecekler, bir yüzyıla yakın ege­ menliğini ellerinde tutacaklardır. Bu istilâyla gelen Guti’ler uy­ garlık verilerini yakıp yıkacaklar, ülkeyi yağmalayacaklardır. Mezopotamya’nın bu devresini Guti’lerden kalan yazılı bel­ geler olmadığı için Sümer belgelerindeki haberlere dayanarak öğrenmekteyiz. Kendi belgeleri olmadığı bir yana onları istilâcı olarak tanıtan Sümer sitelerinin de Guti’lere değgin nesnel bilgi vermiyecekleri bîr gerçektir. Nitekim Gutilerden vahşi - barbar olarak söz edilmektedir. Lagaş kralı Gudea’nın daha sonraki bel­ gelerinden anlaşıldığına göre bir yüzyıl süren Guti istilâsı devri, hakkında gerçek durumu açıklayan birşey bilinmemektedir. Sı­ cak iklime uyacak olan bu savaşçı kavim böylece Sümer ve Sami ırkları arasında eriyip gidecektir. Guti’Ierin zamanla savaşçılıklarını kaybetmeleri üzerine, fır­ sat bekleyen Sümer sitelerinin yöneticileri isyan edeceklerdir. Gi­ derek Guti egemenliğini yıkacaklardır.

C — Guti’lerden Sonra Süm,er Siteleri (M. Ö. 2030 -1960) Guti egemenliğinin yıkılmasından sonra siyasal egemenlikte UR sitesinin önemli bir gelişimi olacaktır. Bunu ele almadan önce Guti istilâsının sonlarına doğru uygarlık alanında önemli bir ge­ lişme göstermiş olan Lagaş sitesine bakmak yararlı olur. M. Ö. II. bin yılları başlarında Guti egemenliği sarsıldığı sı­ ralarda Lagaş sitesinin başında GUDEA adlı bir kral bulunmak­ tadır. Kral GUDEA’dan o denli çok sanat yapıtı ve yazılı belge kalmıştır ki, yalnız bu kral devrine bağlı olarak LAGAŞ sitesi hak­ kında geniş bilgimiz vardır. Gudea’nm Lagaş’tan başka Ur ve

63 Nippur sitelerinde de egemenliğini yürüttüğü sanılmaktadır. Bu üstünlüğü araştırmacılar Elam’ın bazı bölgelerine dek geniş­ çe yorumlarlarsa da Gudea’nın devrinden kalan yazılı belgelerde savaşlardan hiçte söz edilmez. Gudea devri uygarlık alanında ilerlemenin olduğu bir zaman­ dır. Bir çok belge ve zenginlik belirtisi sanat yapıtı kalmıştır bu devreden. Bu sanat yapıtlarının bulunduğu alanda Lagaş’ın ege­ menliğinin genişlediğini kanıtlayan yazılı bilgiler yoktur. Bu ba­ kımdan siyasal açıdan daha çok Lagaş Gudea devrinde uygarlık alanında ilerleme göstermiştir. Heykeller, tapınaklar yapılmış, yazılı belgelerde de bu sanat yapıtlarına değgin bilgi verilmiştir. Mezopotamya’da eksik olan yapı araçlarının ülkeye dışardan ge­ tirildiği de bu yazılı belgelerde kaydedilmiştir. Dolayısıyla ticaret yaşantısının da canlılığı dikkatimizi çekmektedir. Tüm bu uygar­ lık çalışmalarının yapılmasını sağlayan zenginliğin Lagaş’ta var olması gerekir. Gudea’nm Lagaş’ta geliştirdiği bu üstünlüğü bir tarafa bıra­ karak yeniden siyasal mücadeleye dönersek, Guti’lere karşı Sümer ve Akad’ların aralarında anlaşarak bir birlik oluşturduklarına tanık oluyoruz. Bu birliğin URUK kralı UTUHEGAL yönetiminde gerçekleştiğini ve GUTİ’leri böylece yendiklerini anlıyoruz. URUK sitesinin UTUHEGAL yönetiminde Guti’leri kovduk­ tan sonra Mezopotamya birliğini kurmaya yeniden çalıştığı, an­ cak başarısız olduğu görülüyor. Bu sırada UR sitesi durumdan ya­ rarlanarak gelişecektir.

III. UR Soyu Guti’lerden sonra üstünlüğü ele geçiren UR sitesinin yeni yöneticileri araştırüarca IH. Ur soyu olarak adlandırılmaktadır. Sümer’liliğin yeniden canlandığı, Mezopotamya uygarlığı içinde Sümerlerin «rönesans» devri yaşadıkları bu devrin ilk kralı, yani bu soyun kurucusu UR — NAMMU’dur. Ur-Nammu’nun kurduğu devlet, Sargon’un gerçekleştirdiği devletin sınırlarına dek yeniden genişlemiş, kendisi de Sümer ve Akad’ların Kralı sanını almıştır. Devrinden kalan yazılı belgeler­ deki yer adlan tam anlaşılmadığı için gerçek sınırları çizme ola­ nağı yoksa da genel çizgileriyle eski Akad sınırlarına ulaşılmış ol­ duğu söylenebilir. Ur - Nammu yalnız siyasal açıdan değil, uygarlık bakımından da önemli bir gelişmeyi gerçekleştirmiştir. Devrinde birçok sanat yapıtı yapılmıştır. Asıl önemlisi ilk yazılı hukuk metinini oluştu­ ran kral olmasıdır. 1952 yılına dek ilk yazılı kanun metninin

64 Babil Kralı Hamurabi’ye ait olduğu sanılıyordu. İstanbul Eski Doğu Müzesindeki çivi yazılı tabletin Ur - Nammu tarafından yaz­ dırılmış kanun metni olduğu ve bunun ilk yazılı yasa metni oldu­ ğu anlaşılmıştır. Bu metin o zamana dek sözlü gelenek ve göre­ neklerin yazılı biçime getirilmesidir. Aşağıda hukuk anlayışın­ dan söz ederken ayrıca üzerinde duracağız. Şu kadarını belirt­ mekte yarar var ki bu kanun metni Sami kanunlarından değişik bir nitelik taşımaktadır. Ur - Nammu’dan sonra oğlu SULGİ de III. Ur soyunun önem­ li krallarındandır. Babasının merkeziyetçi devlet yönetimini ba­ şarıyla yürütecektir. Şulgi devrini aydınlatan yazılı belge sayısı çoktur. Sosyal yapıyla ilgili birçok bilgiler öğrendiğimiz bu bel­ gelerden ve verdiği sonuçlardan ilerde söz edeceğiz. Bu devirde ele geçen maddî uygarlık kalıntıları da, devrin zenginliği, refahı hakkında bizi aydmlatmaktadır. Şulgi devri barış ve refah devri olarak Sümer’lerin gelişme gösterdikleri bir zaman olacaktır. Şulgi kanunları toplamış, yapıtlar yaptırmıştır. Akad geleneğine uy­ gun olarak dâ yine kralın tanrılaştırdığını görmekteyiz. Sümer- lerde bu anlayış yoktur. Samilerden alınmıştır. Şulgi’den sonra kral olan Bur - Sin, Gimil - Sin zamanlarında da gelişme durmamıştır. Egemenlik sınırı kuzeye doğru genişle­ miş, Subartu bölgesini de içine almıştır. Ancak bu devirde batı­ dan bir tehlike gelmeye başlamıştır. Dicle ve Fırat ırmaklarının çok yaklaştığı yerde «Amurru Duvarı» denen set yapılmıştır. Mari ve çevresine yerleşen Sami ırkından Amurru’ların Mezopotamya’­ yı tehdit etmesi bu zamanda başlamış bulımmaktadır. Zaten bu krallar ve III. Ur Soyunun tanınan son kralı İbi - Sin’in taşıdığı adlara bakıldığında Sami geleneklere bağlı oldukları anlaşılır. Bu adlar samiliğin nasıl yayıldığını göstermektedir. İbi - Sin’in Anadolu’da etkinliğini gösteren belgeler olmasına karşın Sami’ler batıdan, Elâm’lılar doğudan Ur sitesi yönetimin­ deki Mezopotamyaya saldıracaklar, kral, isyanlarla uğraşacak ve sonunda Elâm’hlarla yaptığı bir savaşta yenilip tutsak düşecek­ tir. Böylece M. Ö. 1900 lere doğru Sümerlerin siyasal egemenliği sona erecektir. Ancak Sümer dilinin tapınak dili olarak yaşadığı­ nı, uygarlıktaki öğretmenliklerini sürdürdüklerini söyleyebiliriz.

1.3.6. UR SOYUNDAN SONRA MEZOPOTAMYA (M.Ö. 1960 -1800) M. Ö. II. binyıl başlarında tüm Mezepotamya’ya egemenliğini kabul ettiren III. Ur Soyu’nun Amurru ve Elâm’lıların etkisiyle yıkılması üzerine (aşağı yukarı M. Ö. 1960 larda) Sümer ülkesi­ nin siyasal birliği bozuldu. Mezopotamya tarihinde İSİN — LARSA

65 devri adı verilen bir tür şehir devletleri ortaya çıktı. Bunlar ara­ sında başta İsin ve Larsa olmak üzere Eşnunna, Mari, Terga, Babil ve Asur gibi birçok site bağımsız duruma geldi. Bu sitelerin çoğu Sami’lerin batı kolu tarafından kurulduğu halde aralarında sü­ rekli bir çatışma olmaktaydı. Bu çekişme M. Ö. XVIII. yy. orta­ larına dek sürecektir. Bu karışıklıklardan, siteler arası iktidar çatışmasından Elâm’- lılar yararlanacak ve Aşağı Mezopotamyayı istilâ edeceklerdir. Elâm’lıların gerçekleştirdiği devlet, sürekli gözüyle bakılacak de­ recede kuvvetli idi. Ancak yerel kralların sitelerini yönettiklerini de unutmamak gerekir. Elâm kralı Rim - Sin’in başarıları yazılı belgelerde öğülmektedir. Bu karışıklığa ve Elâm’lıların istilâlarına sonunda Babil si­ tesi son verecektir. Kuzeyde ise Asur’un geliştiğini görmekteyiz.

1.3.7. BİRİNCİ BABİL DEVLETİ (M. Ö. 1800 - 1600) Babil sitesini Sami’lerin Amurru kolundan gelenler kurmuş­ lardır. Amurru’ların M. Ö. ikinci bin yılın başlarında Mezopotam­ ya’ya sızdıkları, son Sümer Devletini (III. Ur Soyu) yıktıkları an­ laşılmaktadır. Böyle bir dönem de yani Mezopotamya’nın siyasal otoriteden yoksun ve dış istilâlara açık jeopolitik yapısının ge­ tirdiği bir sonuç olarak da Babil sitesi kurulup gelişecektir. İkin­ ci binlerde Akdeniz kültür havzasının hemen her tarafında dışar­ dan göçler olduğunu, siyasal tarihinin değişikliklere uğradığını görmekteyiz. Özellikle Mezopotamya, Suriye ve Anadolu yeni olu­ şumlar içine girmiştir. Anadolu tarihini konu edinirken daha geniş olarak üzerinde duracağımız Kuzey Suriye bölgesinin bu tarihteki ekonomik ve jeopolitik yapısı siyasal trafiği bu bölgede sıklaştırmaktadır. Babil sitesinin ilk yöneticileri Elâm’lılara bağlanmak zorunda kalmışlardı. Bunlar birer yerel site yöneticisi durumundaydılar. Babil krallarının dördüncüsü olan Hammurabi kral olduktan son­ ra (aşağı yukarı M. Ö. 1790 larda) durum değişecektir. Babil si­ tesinin bir Ön Asya devleti olarak değer kazanması sonucu ortaya çıkan devlete Birinci Babil Devleti denir. Hammurabi kişiliği ba­ kımından üzerinde durulması gereken büyük krallardan biridir. Çünkü siyasal ve sosyo - ekonomik ortamdan yararlanarak Eski­ çağın ilginç devletlerinden birini ortaya çıkarmıştır. Bu kralın eylemlerini birbirine bağlı olarak siyasal ve sosyal alanda, yazılı belgelerin çokluğu nedeniyle, genişçe bilmekteyiz. Hammurabi, Elâm kralı Rim - Sin’i yenip Mezopotamya’dan çıkarmış, hatta Elâm’a dek kendisini izleyerek tutsak almıştır.

66 Sümer ve Akad ülkesinin kurtarıcısı durumuna yükselen Hammu- rabi devletin sınırlarını genişletecek, Âsur’u egemenliğine alacak, Fırat boylarındaki yine Samilerin kurduğu Mari sitesiyle sınır­ daş olacaktır. Daha sonra Mari’yi de ele geçirecektir. Hammurabi Naram - Sin’in Akad İmparatorluğu sınırlarına dek ulaşma ola­ nağı bulmamışsa da Ön Asya’da kuvvetli bir devlet oluşturmuştur. Babil devletinin Mezopotamya birliğini gerçekleştirmesinin yanında Hammurabi’nin yaptığı sosyal ve yönetim düzenlemeleri de önemli yer tutar. İlk kez tam anlamıyla merkezileşmiş bir dev­ let yönetimi oluşturdu. Şimdiye dek Sümer sitelerinin birlik ha­ line getirilseler bile merkezî yönetime uymadıklarını, bu nedenle de sık sık karışıklıklar çıkararak dış istilâlara uğradıklarını gör­ müştük. Hammurabi yerel yöneticileri şehirlerin başlarından ala­ rak, kendisine bağlı valiler atadı. Merkez Babil ve taşradaki yö­ netimin yürüyebilmesi için de «bürokrat» kadrolar oluşturdu. Devletin başında kral olarak kendisi yönetimi tek elden — monar- şik tarzda — yönetmeye başladı. Bu yönetimi destekleyecek bi­ çimde ordu oluşturdu. Merkeze bağlı, geçimini kendilerine öde­ nek olarak verilen topraklardan sağlayan yeni tip ordu tam bir askerî sınıf oluşturmaktadır. Bu yönetimin kendi soyunun elinde toplandığını da belirtmek yararlı olur. Sümer’ler artık gittikçe dağümış, erimişlerdir. Dünyada ilk kez tanındığı için ilk yazılı kanun dergisi olarak nitelendirdikleri (yukarıda belirttiğimiz gibi Sümer’lerde daha önce yapılmıştı) yasa metinlerinin nitelikleri üzerinde ilerde du­ racağız. Babil, Hammurabi devletinin merkezi olarak kültür ve sanat verilerinin, ekonomik zenginliklerin getirildiği, toplandığı merkez oldu. Kurduğu yönetim örgütü ekonomik geliri Babil’e taşıyor ve sosyal refahın artmasını sağlıyordu. Uygar bir devlet olarak Sü­ mer’in ve Akad’ın mirasını özümlemiş olan Babil monarşisi, yeni savaş tekniklerini örneğin Sümer’lerden aldıkları savaş arabala­ rını geliştirmek, ulaşımda hız sağlayan atı kullanmak gibi giri­ şimlerine ve ordu sınıfını oluşturmalarına karşın Hammurabiden sonra uzun ömürlü olamıyacaktır. Hammurabi’den sonra Babil sınırları içerisinde isyanlar çık­ tı. Dıştan da saldırılara uğradı. Güneyde kıyı bölgeleri Babil’den ayrıldı. Dış saldırıların çokluğu Babil’in uzun ömürlü olmasını önledi. Bu tarihlerde Anadolu’da kuvvetli bir devlet düzeyine ulaşmış olan Hititler, ekonomik bakımdan gelirli gördükleri için Mezopo­ tamya'ya saldıracaklardır. Bu Hitit saldırısına durum elverişlidir.

67 Çünkü Hammurabi devrinin Babü’i artık yoktur. Asur bağımsız olmuştur. Halep dolaylarında Sami asıllı Yamhad krallığı bulun­ maktadır. Fırat boylarında da Mari krallığı egemendir. Babil dev­ letinin Güney sınırlarında da eski İsin soyu bağımsız duruma gel­ miştir. Böylece Kuzey Suriye ve Mezopotamya’da siyasal birlik parçalanmıştır. Bu durumdan Hitit Kralı I. Mursilis yararlana­ cak ve Babil seferini yapacaktır. Gerçi Hitit’ler Babil’i yağmala­ dıktan sonra geri döneceklerdir ama Şamsu - Ditana yönetimin­ deki Babil devleti bir daha kendini toplayamayacaktır. (Ortalama M. Ö. 1650 lerden sonra). M. Ö. 1600 lere doğru Babil bu karışıklık içindeyken doğudan yeni bir kavmin istilâsına uğradı. Böylece Birinci Babil devleti or­ tadan kalktı. Ancak bu istilâcı Kassit’ler Hammurabi’nin yönetim düzenini ve Sümer - Akad uygarlığının tüm araçlarını alıp benim­ sediklerinden, Babil krallığını yaşatmışlardır. Gerçi bu dönemde Babil, Elâm, Asur ve Suriye’de kurulan yeni devletlerce zaman zaman çiğnenmek ya da bu devletlere bağlanmak zorunda kal­ mışsa da yine de uygar bir devlet olarak varlığını sürdürmüştür. Siyasal ağırlık yukarı Mezopotamya’ya (Asur ülkesi) kayar­ ken, Asur’un siyasal gelişimi ve etkinliklerine geçmeden Kassit’ler üzerinde durmak gerekir. Babil’in ikinci kez Ön Asya uygarlığın­ da siyasal rolü Asur Devletimden sonra ele alacağız.

1.3.8. KASSİT’LER (1680- 1160) Kassit’ler, daha Babil devletinden önce de Aşağı Mezopotam­ ya sitelerine inip alışverişte bulunmakta, özellikle yetiştirdikleri atları satmaktaydılar. Bu arada da Babilonya’ya (Sümer-Akad ülkesi) sızmaktaydılar. Babil Devletinin zenginliği onların bu bölgeyi ele geçirme isteklerini kabartmış olmalıdır. Aslında M. Ö. XVII. yy. Ön Asya’nın dışardan gelen kavimlerce istilâ edildiği bir devredir. Hurri’lerin eylemi, Mısır’a doğru Hiksos’ların istilâsın­ da etkin olmuş, aynı zamanlarda da Aşağı Mezopotamya’ya Kas­ sit’ler inmiştir. Kassitler, M. Ö. 1600 lere doğru Babil’in zayıflamasından, Hititlerin saldırılarından yararlanarak Aşağı Mezopotamya’yı is­ tilâ edeceklerdir. Kassit’ler Babil’i başkent edinmişlerdir. Zaman­ la Mezopotamya uygarlığını benimseyip, kendilerini Mezopotam- yalı sayacaklardır. Kassit’lerin bu bölgedeki egemenlikleri M.Ö. XII. yy. a dek sürecektir. Mısır firavunlarıyla yazışmalarından anlaşıldığına göre Suri­ ye politikasına karışmamış, burasını Mısır’a bırakmışlar, buna karşılık da Asur ve Elâm’ı kendilerine bağlı saymışlardır. Ancak

68 Mısır’lılar, Asuru gizli gizli desteklemekten vazgeçmiyeceklerdir. Zamanla Asur’la olan mücadelelerinde yenilen Kassit’ler Mezopo­ tamya egemenliğinden silineceklerdir. (M. Ö. XII. yy.). Kassit’ler, Sümer dil ve uygarlığmm ortadan kalkmamasında etkili olmuşlardır. Babil baştanrısı Marduk’a tapmmışlarsa da kendi tanrılarını da koruyan Kassit’ler Sümer dilini canlandır­ mışlardır. Ayrıca Aşağı Mezopotamyayı sanat eserleriyle süsle­ mişlerdir.

1.3.9. ASUR İMPARATORLUĞU (M. Ö. 2000 - 626) Yukarı Mezopotamya Samilerle birlikte birçok başka Asyalı kavim tarafından işgal edilmiştir. Bunlardan Asyalı Subari’lerle ArabistanlI Samilerin kaynaşmasından doğacak olan Asur’lular ilerde Ön Asyanın büyük bir imparatorluğunu oluşturacaklardır. Asur, tanrı adına kurulmuş bir sitedir. Bu sitenin halkı da sitelerinden adını almışlardır. Asur sitesinin kuruluş zamanı tam bilinmemekle birlikte III. Ur Soyu sırasında bu sitenin var oldu­ ğu anlaşılmaktadır. Buna göre bu sitenin kuruluşu bu Sümer soyuna oranla M. Ö. ikinci binlerden öncedir. Asur sitesi kralla­ rının Sami adlar taşımasına karşın Asur’un ilk zamanlarda kay­ naşmış bir alanda oluştuğu söylenebilir. Asur sitesi üçüncü Ur Soyu nun üstün olduğu sıralarda Aşa­ ğı Mezopotamyaya bağlıyken, Ur soyundan sonra ortaya çıkan karışıklık devrinde kısa bir bağımsızlık devri geçirecek sonra da Birinci Babil Devletine bağlı duruma girecektir. Bu sıralarda yani M. Ö. ikinci bin başlarındaki kavimler hareketinden de etki­ lenecektir. Anadolu tarihinde daha genişçe üzerinde duracağımız gibi Asur’lular bu sıralarda ticaretle uğraşmaktadırlar. Öyle ki Kızılırmak boyundaki Anadolu şehir devletleri yanında ticaret kolonileri kuracaklardı. Önceleri Anadoluda (Kültepe’de) ,bulu­ nan Asur çivi yazısıyla yazılı tabletlere bakarak, Asur’un siyasal egemenliğinin bu bölgeye dek yayıldığı ileri sürülmüştü. Ancak araştırmalar ilerledikçe anlaşıldı ki bu belgeler salt ticaretle bağlantılı olup Asur’un siyasal egemenliğiyle ilgili değildir. Eğer öyle olsaydı Dicle ve Fırat boylarında da Asur’un egemenliği­ nin söz konusu olması gerekecekti. Böyle bir durum görülmediği gibi Hurri göçleri sırasında Anadoluyla olan ilişkileri kesilecek ve Kuzey Süriye’de oluşan Mitanni devleti Asur ülkesini de ele geçirecektir. Asur’un kısa süreli bağımsızlıklarla komşularının egemenlik sınırları içinde kaldığı bu devrelerine değgin bilgiler üzerinde durmanın burada planladığımız gelişim açısından bir değeri olmayacaktır. Asıl Asur’un değeri, Hititler tarafından Mi­ tanni devletinin zayıflatılması üzerine ortaya çıkmaktadır. Hitit

69 kralı M. Ö. 1400 lerde giriştiği Kuzey Suriye seferlerinde Mitanni devletinin başkenti Vaşşugani’yi ele geçirerek, Mitanni kralım Babil’e sığınma zorunda bırakınca Asur sitesi bağımsız ve kuvvet­ li bir devlet durumuna yükselecektir. Nitekim bu tarihlerdeki Asur krallarından II. Asur-uballit artık kendisini büyük bir kral olarak görecek ve Mısır Firavununa, o devrin büyük devlet yöne­ ticilerine uygun olarak, «kardeşim» diye mektup gönderecektir. Aslında M.Ö. 1400 lerde Ön Asya siyasal gelişimi devletler arasında büyüklü - küçüklü ilişkilerin belirdiği, «Akad» dilinin uluslarara­ sı ilişkilerin diploması dili düzeyine ulaştığı tarihlerdir. Mısır ve Anadolu’da bu devri aydınlatan çokça yazılı belge vardır. Bu belgelerin birçoğu Mısır’da Amarna’da bulunduğu için araştırma­ cıların «Amarna çağı» diye özel bir ad verdikleri bu dönemde Mitanni’nin yerinde parlayan büyük devlet, Asur’dur. Öyle ki Asur’un kuvvetlenmesi Hitit’leri endişelendirecektir. Hitit’ler bu büyük devletle doğrudan doğruya sınırdaş olmanın sakıncalarını görerek araya tampon bir. devlet yerleştireceklerdir. Bu iş için de yendikleri Mitanni kralının oğlu Mattivaza’ya, kendilerine bağlı olarak Mitanni devletini kurmak olanağı sağlayarak yeniden do­ ğan, bu tampon devletin başına getireceklerdir. Kuzey Suriye bölgesinde henüz Mısır’ın etkin olmadığı bu tarihlerde Hitit’lere karşın Asur yine de yükselme olanağı bulmuştur. M. Ö. XII. yy. da Asur kralı olan I. Salmanassar, bağımsızlı­ ğını sağlamadan başka genişleme olanakları da arayacaktır. Ye­ ni güç durumuna yükselmiş olan Asur’un verimli bölgelere doğ­ ru, ekonomik üstünlük sağlayabilmek için genişleme arzusu gös­ termesi doğaldır. Kuşkusuz önce göz dikecekleri alan Aşağı Me- zopotamyadır. Kassit’ler artık uygarlaşmış, savaşçılıklarını yitir­ mişlerdir. Böyle olunca da Asur’luların bu fırsatı değerlendirme­ leri kaçınılmaz olacaktır. Bu yüzyılın sonları ise Asur için gelişme sağlayacağı olanakların doğduğu bir çağ olairak belirmektedir. M. Ö. 1200 lere yaklaşırken Asur uygun bir siyasal ortam ele geçirecektir. Bu tarihler. Ön Asya uygarlıklarını derinden etkile­ yen, siyasal yaşantının değişmesine yol açan Ege göçlerinin ol­ duğu tarihlerdir. Mısır’lıların Deniz kavimleri dedikleri kavimler. Balkanlardan Boğazlar yoluyla Anadoluya girecekler, Anadolunun kuvvetli devleti Hitit İmparatorluğunun yıkılmasına yol açacak­ lar, Hitit’ler devletin yıkılması üzerine Doğuya çekilecekler ve ye­ niden şehir devletleri biçiminde yaşantılarını sürdüreceklerdir. Bu göç dalgaları bir yandan da Suriye ve Mısırı da etkileyecektir. Böylece M. Ö. 1200 lerde Amarna çağının büyük devletleri artık ortadan kalkmış olacaktır. Asur ise bu siyasal ortamdan en çok yararlanan devlet olmuştur. Hititler göçlerle uğraşıp parçalanır­ ken, Asur’lular verimli topraklarına göz diktikleri uygarlık böl­

70 gesi Aşağı Mezopotamya’yı Kassit’lerin- elinden alma girişiminde bulunacaklardır. Asur’un siyasal gelişimini gözden geçirirken bu göçlerin yanında sızma biçiminde gelişen ve Arabistan içlerinden Kuzey Suriye ve Mezopotaınya bölgesine doğru yayılan ikinci bir göç dalgasının varlığını da bilmeliyiz. Bu göç dalgasını yaratan­ larsa Sami kökenli Arami’lerdir. Asur’u bu göçler de etkileyecek­ tir. Bu ortamda Mezopotamya egemenliğini ele geçiren Asurun asıl imparatorluk düzeyine yükselmesi ise I. Tiglatpileser (M. Ö. 1116 - 1090)’ın krallığı sırasında olacaktır. I. Tiglatpileser (M. Ö. 1116 - 1090) yukarı Mezopotamya’daki tüm boyları egemenliği altına alacaktır. Bu kralın yaptıklarını belirten belgelerden anlaşıldığına göre Geç Hitit şehir devletleriy­ le de mücadele etmekte ve egemenliğini. Güney Doğu Anadoluya dek genişletmektedir. Hitit şehirlerinden haraç almaktadır. An­ cak I. Tiglatpileser’in ölümünden sonra Asur’un genişlemesi dur­ duğu gibi birçok kent üzerindeki egemenliğini de yitirmiştir. Bu gerileyişten yararlanan Ön Asya’daki küçük şehir devletleri ken­ di başlarına ekonomik ve sosyal ilerlemelerini yapabileceklerdir. Bu sırada Arami’ler Suriye’de kuvvetli bir devlet kurarlarken, Fenikeliler ve İbraniler de gelişme olanağı bulacaklar, Urartu dev­ letinin de Doğu Anadolu’da kuvvetlenmesi için elverişli ortam be­ lirecektir. M. Ö. X. yy. da Asur’un yeniden güçlenmesi ve Ön Asya siya­ sal yaşantısında görülmesi Kral II. Adad-Nirari (M. Ö. 911 -891) zamanında olacaktır. Muşki’lerle (Frig’lerin bu adla adlandırıldı- ğı olasılığını ileri sürerler). Kuzey Suriye ve Geç Hitit şehir dev­ letleriyle bu kralın mücadele ettiğini, oğlu II. Tubulti (M. Ö. 890 - 884) zamanında ise artık önemli bir gelişme göstermiş olan Urartu’larla (Asur’lular Nairi ülkesi diyorlar) savaştığını gör­ mekteyiz. Asur’un bir Ön Asya imparatorluğu düzeyine yükselmesiyse II. Asurnasirpal (M. Ö. 883 - 859) zamanında olacaktır. Bu kral Kuzey Suriye ve Anadolunun küçük şehir devletleriyle savaşacak birçoğunu mahvedip devletin yeni başkenti olan Kalah (Nemrud) şehrine, elde ettiği zenginlikleri taşıyacaktır. Onun savaşlarının asıl ağırlığını, Arami’lerin kurduğu şehir devletleri üzerinde görü­ yoruz. Çünkü bu devletler Asur’un Batıya doğru ilerlemesini en­ gellemekteydi. Asurnasirpal’ın oğlu III. Salmanassar (M. Ö. 858 - 824) kral olduğunda Arami’lerle savaşlarını sürdürürken, bir yan­ dan da gittikçe kuvvetlenmiş olan Urartu’larla savaşacaktır. Asur bu tarihlerde ele geçirdiği yerlerin tüm zenginliklerini başkentine taşımaktadır. Asur egemenliği Doğu Anadolu, Mezopotamya, Gü­ ney Doğu Anadolu’dan Suriye ve Filistin’e dek genişlemiştir.

71 M. Ö. IX. yy. da büyük bir Asur imparatorluğuyla karşılaşmak­ tayız. III. Salmanassar devrinde başarıya ulaşan Asur’u bir süre sonra yeniden zayıflamış olarak görmekteyiz. Bu duraklama dev­ rinde özellikle Urartu’ların gelişip Yukarı Mezopotamya’ya sark­ tıklarını, Asur’un ise gittikçe asıl bölgesine çekilmek zorunda kaldığını, Suriye ve Güney Doğu Anadolu’daki şehir devletlerinin yeniden canlandığını, sanat ve kültür verileri yarattıklarını izle­ mekteyiz. Bu ara devirden sonra III. Tiglatpileser (M. Ö. 745 - 727) Asur kralı olunca durum yeniden değişecektir. Gerçek şudur ki Ye­ rel yönetimlere son verip tam merkezî yönetimin gerçekleşmediği her devletin durumu, yönetime gelen güçlü kişiye bağlı kal­ maktadır. Asur’da da III. Salmanassar’dan sonra görülen durum budur. Bu gerçeği Eskiçağ toplumlarımn hemen hepsinde imlemek­ teyiz. Yerel yönetimlerin kaldırılmasıyla kişilerin, siyasal gelişim­ deki yerleri de değişmektedir. III. Tiglatpileser (M. Ö. 745 - 727) kral olduğunda uzun sü­ reden beri görülen. Asur egemenliğinden ayrılma eylemlerine son verecektir. Daha önce Urartular Asur’un Akdenizle olan ilişkisini kesmiş bulunuyorlardı. Yeni Asur kralı Urartu’Iarı Kuzey Suriye- den çıkarıp yeniden Doğu Anadoluya sürmekle kalmayacak, Su­ riye ve Güney Doğu Anadulu’daki tüm şehir devletlerini yeniden egemenliği altına alacaktır. Gerçi Urartu 'devletini tümden orta­ dan kaldıramadıysa da bir ölçüde onların etkinliğini önlemiş oldu. Aşağı Mezopotamya’da Aramilerce kurulan Deniz Eli Krallığı­ nı ortadan ka.ldıran III. Tiglatpileser böylece Babilonya’yı ele ge­ çirerek, bu uygarlık kentinin değerini dikkate alıp kendisini Babil kralı olarak adlandıracaktır. Asur’lular Babil şehrine yıkıcı olmamakla birlikte zaman zaman başkaldıran bu şehri yeniden egemenliklerine alacaktır. Suriye’yi de bütünüyle imparatorluğuna katan III. Tlglat- pileser öldüğü zaman İran’dan Akdenize dek uzanan büyük bir Asur İmparatorluğu gerçekleştirmiş oldu. Yönetim için getirdiği yeni sistem, kısa zamanda etkisini göstererek ö^llikle II. Sargon’- la birlikte merkezî bir imparatorluk biçiminde gerçekleşecektir. III. Tiglatpileser’in yerine geçen V. Salmanassarın kısa sü­ ren krallığından sonra M. Ö. 722 de II. Sargon kral olacaktır. Sargonit’ler devri diye adlandırılan bu devrede Asur, en kuvvetli düzeye yükseldi. II. Sargon (M. Ö. 722 - 705) bu yeni devrede iktidar değişik­ liği nedeniyle ortaya çıkan başkaldırmaları bastırdıktan sonra Asur İmparatorluğunu yeni boyutlara ulaştıracaktır. Bu tarih­

72 lerde Mısır firavunlarından Bocharis ise Suriye’ye doğru genişle­ me isteği göstermekteydi. Öte yandan Aramilerin Babilonya’da kurdukları Deniz Eli Krallığı da Babil krallığının yerini almış bu­ lunuyordu. Bu Sümer - Akad ülkesindeki gelişmelerin arkasında Elâm’lıların parmağını gören II. Sargon önce Elâm kralını yene­ cek, sonra da Aramileri yenip yeniden kendisini Babil kralı ilân edecek, Babil’in yönetimini kendi merkezine bağlayıp, yerel yö­ neticileri ortadan kaldırarak vali atayacaktır. Asur’a karşı bağımsızlıklarını kazanma gayretinde olan yal­ nız Babil değildir. Anadolu’daki şehir devletleri ve Urartu’lar da aynı davranış içindedirler. II. Sargon bu şehirleri yendikten son­ ra Urartu’ların başkenti Tuşpa (Van) şehrini ele geçirip yakıp - yıkacaktır. Doğu Anadolu’nun tüm zenginliklerini II. Sargon Asur’a taşıyacaktır. Öte yandan İbrani ülkesine dek ilerleyen II. Sargon yahudi- lerin Samiriye kentini aldıktan sonra şehir halkını Asur’a aktara­ caktır. Yahudilerin bu tutsaklıkları, bir kavme karşı tarihte ilk kez uygulanan bir olaydır. Böylece Asur, Fenike ve İbrani ülkelerini de ele geçirerek Öın Asya’nın en büyük imparatorluğunu gerçek] eştirmişdir. Daha sonra Anadolu tarihine bağıntılı olarak göreceğimiz Kimmer ve İskitlerin Kafkasya üzerinden gelen saldırıları Asur’a dek etkisini göstermişse de bu kavimler sürekli oturmadıklarından etkileri geçici olmuştur. II. Sargondan sonra Sanherib (M. Ö. 705-681), Babil’in giri­ şimiyle Asur’a karşı gelişen birliği yenerek, Aşağı Mezopotamya’­ nın tamamını Elâm’lıların karşı koymalarına karşın eli altından tutmuştur. Öte yandansa Fenikelilerin Tir şehir devletini de ele geçirdi. Yahudileri yeniden buyruk altına aldı. Bir kısım Yahudiye de yine yer değiştirtti. Mısır sınırlarına dek ilerlemiş oldu. Görüldüğü gibi Asur İmparatorluğu sürekli savaşla ayakta tutunmakta, ele geçirdiği bölgeleri de sömürmektedir. Öyle ki karşı koyan şehirler yerle bir edilmektedir. Nitekim Asarhaddon (M.Ö. 681 - 66’9) kral olduğunda bu saldırıyı Mısır’a dek genişlete­ cektir. Mısır’ın Delta bölgesini ele geçirecektir. Babasının tahribet- tiği Babil’i de yeniden yaptıran Asarhaddon’a değgin yazılı bel­ gelerde Asur’un ele geçirdiği yerlerde onların nasıl bir ekonomik sömürüde bulunduklarını anlayabiliriz. Asur’un son kuvvetli kralı Asurbanipal (M. Ö. 668 - 626) za­ manında Mısır’a yeniden sefer yapılacağı gibi, İmparatorluk sı­ nırlarına alınamayan Elâm üzerine de sefere çıkılacak ve Elâm krallığı yenilecektir. Babil yeniden tahribedilecektir. Elâm’ın uy^

73 garlık kenti Sus’ta bu sonuçtan kurtulamıyacaktır. Suriye dolay­ larında çıkan isyanları da kanla bastıran Asurbanipal zamanında Sargonlann başkent edindikleri Ninova tüm zenginliklerin yağ­ malanarak toplandığı bir kent olacaktır. Asurbanipal devrinde artık Asur’un karşısında direnecek hiç bir güç kalmamıştır. Ticaret ve buna bağlı olarak da uygarlık ve­ rileri kolayca bölgede dolaşmakta ve yayılmaktadır. Asurlular ge­ nellikle Aşağı Mezopotamya uygarlığını tuttukları için Sümer- lerin yaratmış olduğu uygarlık verileri böylece tüm Ön Asya ül­ kelerinde yayılıp benimsenecektir. Asur’un kuvvetli devleti aslında kavimler arasında Asur’a kar­ şı tepki yaratmıştı. Askerî güçle ayakta tutulan birlik Asurbanipal’ den sonra zayıflayacak ve yıkılacaktır. M. Ö. 625’te Nabupalassar yönetiminde Babil, bağımsızlığını ilân edecek ve Asur’lular birşey yaparmyacaklardır. M.Ö. VII. yy. a doğru İran’da gelişmeye başla­ yan Med’lerle işbirliği yapan Babil’liler M.Ö. 614 de Asur’u, M.Ö. 612 de de Ninova’yı ele geçirecekler. Böylece baskıyla yaşatılan Asur soyu ortadan kalkacak ve Asur’un kuvvetli ve zengin kentle­ ri tahribedilecektir. Bu gelişmenin Ön Asya kavimlerince sevinç içinde karşılandığını görmekteyiz. ivîed’lerle Babil’liler Asur ülkesini paylaştılar. Med’ler yukarı Mezopotamya (Asur ülkesi) ve Anadolu’nun bazı kesimlerini aldı­ lar. Babil’e Suriye, Filistin, Dicle ırmağının doğu bölgeleri ve Elâm kaldı. Asur İmparatorluğunun parçalanması Ön Asya’da yeni bir si­ yasal karışıklık ortamının belirmesine yol açacaktır ki bu durum^ dan öncelikle Babil’in yararlandığını görüyoruz. Mezopotamya’nın son devleti Babil tarafından kurulmuştur.

1.3.10. İKİNCİ BABİL DEVLETİ (M.Ö. 626 - 539) İkinci Babil Devletini kuracak olan Nabupalassar önceleri Asur’a bağlı bir yönetici iken M.Ö. 626 da Asurbanipal’ın ölümün­ den sonraki Asur krallarının güçsüzlüğünden yararlanarak ba­ ğımsızlığını ilân edecek ama Asur’a karşı hemen bir eyleme giri- şemiyecektir. M.Ö. 615 lerden sonra siyasal ortam buna elverişli ol­ duğu için Medlerle' anlaşıp Asur İmparatorluğunun ortadan kalk­ masını sağlayacaktır. Asur egemenliğindeki bir kısım ülkelerin de Babil’in eline geçmesiyle birlikte artık bir Babil devleti ortaya çık­ mış olmaktadır. Ama Asur yönetici soyunun tamamen yenilmesi, sığındıkları dağlık bölgelerde yok edilmeleri bir süre sonra ancak gerçekleşecektir. Bu karışık durumdan yararlanan Mısır’hlar da Suriye ve Fi­ listin’e saldırmış, hatta Fırat boylarına dek ilerlemişlerdi. Babil

74 kralı bunları da yenip, bu bölgelerin egemenliğimi eline geçirmiş­ tir. Bu seferle görevlendirdiği oğlu Nabukadnezar Mısır kapılarına ilerlemişken babası Nabupalassar’m ölümü üzerine geri dönmüş­ tür. Bu kral samanında Babil’in yeniden Mezopotamya’nın en kudretli devleti haline yükselişine tanık olmaktayız. Gerçi uygar­ lık bakımından Babil her devirde değerli yer tutmuştu ama si­ yasal anlamda bin yıllık bir gerileyişten sonra yeniden doğ­ muştur. Mısır - Mezopotamya arasında süren Suriye üzerindeki ege­ menlik mücadelesinde bu kez Asur’un yerini Babil almıştır. Yahu­ di kralı kendisini Mısır’a bağlı sayıyor ve Babil’e değer vermiyor­ du. Bu durumda Babil kralı Yahudi’leri kendisine karşı isyan et­ miş olarak değerlendirecek ve bir sefere çıkacaktır. Bu savaşlar sonucu İsrailpğullarını yenecek ve Tevrat’ta da öyküsü anlatılan Babil tutsaklığına götürecektir. M.Ö. 580 lerden sonra da Mısır’ın Filistin’e doğru genişleme arzusu sürecek ve Babil kralı yeniden isyan halinde bulunan Yahudi’leri yenecek, Kudüs yerle bir edile­ cek, kaçamayan Yahudilerin tümü ikinci kez Babil’e sürgün edi­ lecektir. Nabukadnezar’ın Yahudi’lere karşı bu amansız davranışı, yazılı Yahudi edebiyatında büyük bir din olayı olarak yaşatılacak­ tır. Yahudi Peygamberleri bu olayı Yahova’nın bir cezalandırma­ sı olarak sunacakla-rdır. Gerçi bu kralın savaşçı kişiliği ve Babil’in saldırganlığı üzeri­ ne kaynaklarda bilgi çoktur ama biz asıl Babil belgelerinde bu kralı bir savaşçıdan çok yapıcı, uygarlıkçı bir kişi olarak görmek­ teyiz. Babil’in, Asur’lularca yıkılan eski tapınakları onarılmış, ye­ ni büyük tapınaklar yapılmış. Ön Asya’nın en güzel ve zengin kenti yaratılmıştır. Sanat yapıtlarıyla süslü bir uygarlık beldesi olarak Babil, bu kraldan sonra da sürecek, Ön Asya yazılı belgele­ rinde dillerden düşmeyecektir. Bu sırada yeni bir gelişme ortaya çıkacaktır. İran’da Med so­ yunun yerine yönetimi ele geçiren Pers’li yeni bir soy eski doğuya egemen olma uğraşına girmişlerdi. Anadolu’nun kuvvetli devleti Lidya’yı yendikten sonra Babil üzerine yürüyecekler ve M.Ö. 539 da Babil, Pers’lerin egemenliğine girecektir. M. Ö. VI. yy. m sonla­ rına doğru bu gelişme tüm doğuda tamamlanıp bir Pers İmpara­ torluğu oluşacaktır. Böylece Sümer sitelerinde başlayan siyasal oluşum dışardan birçok girişimlerle el değiştire değiştire Samî’lerce en yüksek dü­ zeyine ulaştırılıp, Mezopotamya dışına taşırılmış, aşağı yukarı 2500 yıl süren bir devre boyunca Mezopotamya’da siyasal etkinli­

75 ği görülmüştür. Pers egemenliğinden sonra bu bölge uygarlığm beşiği olma rolünü yitirecek, ancak diğer uygarlıklar kanalıyla çağımız uygarlığına dolaylı olarak birçok katkılarda bulunacaktır.

1.4. MEZOPOTAMYA UYGARLIK VERİLERİ Siyasal yapıdan, sanat ve bilim anlayışına dek maddi ve tinsel (manevî) tüm kültür verileri uygarlık içindedir. Bir bölgenin uy­ garlık tarihi aslında tüm gelişimini içerir. Biz burada Eskiçağ toplumlarım ele alırken uygarlıklarını her yönüyle inceleme ola­ nağı bulamıyoruz. Genel amaç ve zaman sınırlarını dikkate ala­ rak bazı yönlerine değinmekle yetinmekteyiz. Hele sanat ve bilim­ sel gelişme çizgisini tümden dışta bırakmak 'zorunda kalıyoruz. Di­ ğer alanlarda olduğu g'ibi Mezopotamya’nın da uygarlık verilerini siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını topluca tanıyacak biçimde ele almaktayız. Siyasal yapı denilince başta devlete bakmaktayız. Devlet ve devlet örgütünün niteliğinin nasıl bir gelişim gösterdiği­ ni anlayabilmek için sosyal yapıyı tanımanın zorunluluğu ortada­ dır. Sosyal yapının tanmm.ası, halk ve özellikle Eskiçağ toplumla- n için önemli olan din ve inançların kavranmasıyla olanak bulur. Kuşkusuz bu yaşantının, ekanomik davranışla ilişkisi söz konusu­ dur. Tersinden söylersek ekonomi, sosyal yapı tanınarak toplu­ mun üst kurumu olan siyasal yapı kavranılabilir. İşte Mezopo­ tamya uygarlığı için böyle bir yol izleyeceğiz. Mezopotamya uygarlık verilerine geçmeden bir noktanın bi­ linmesinde yarar vardır. Mezopotamya uygarlığını yaratan Sü­ mer’lerdir. Sümer’lerin uygarlık anlayışına yeni katkılar, Mezopo­ tamya’nın yukarıda gördüğümüz tarihi boyunca, olmuştur. Bir Asur devlet anlayışının Sümer - Akad devlet anlayışından farklı yönlerinin olması doğaldır. Bunları ayrı ayrı ele alıp ayrıntılarına inme bsiki daha kolay olur. Ancak Sümer’lerden beri gelişmenin yönlerini anlamak bakımından tüm bir Mezopotamya uygarlık anlayışını ele almanın yararları tartışılmayacak denli çoktur. Böy- lece temel gelişim çizgisi belirmiş olacaktır.

1.4.1. SİYASAL YAPI Mezopotamya uygarlığının siyasal yapısı Sümer sitelerinde doğmuş, Sami’lerin kurdukları devletleri etkileyerek yaygınlık ka­ zanmıştır. Bu, Sümer sitelerinin siyasal yaşantısının hiç bir evrim­ leşme geçirmediği demek değildir. Tarihî oluşum içinde sosyo-eko- nomik yapıyla bağımlı olarak değişim gösterecektir. Ancak ku- rumlarm doğuş yeri Sümer siteleri olmuştur. Siyasal yapıyı »devlet» olgusunda izleriz. Önce şu soru karşı­ mıza çıkar : ((Mezopotamya’da devlet neden ve nasıl ortaya çıktı?»

76 Devlet kendi başına, soyut bir kavram olarak ortaya çıkma- mıştu’. Toplumsal yaşantıyla ilgili olarak var olmuştur. Sümer ya­ zıcıları devletin ortaya çıkışını kutsal dayanaklarla açıklarlar ; Bunlara göre devlet (krallık) Tufandan binlerce yıl önce gökler­ den inmiştir. Kuşkusuz bu, krallığın kutsal yanlarını belirtmek için uydurulmuştur. Oysa arkeolojik kazılardan aldığımız sonuç­ lara göre tarih öncesi kültür katlarında devleti simgeleştiren kra­ lın ve sarayının, tapnaklarm yanındaki yerleri hiç de önemli de­ ğildir. Yani tarih çağlarında gördüğümüz nitelikte bir kral yok­ tur. Devlet, tarih çağlarının başlarında ortaya çıkmıştır. Kralın belirmesi ve güçlenmesi devrin sosyo - ekonomik yapısıyla ilgilidir., Yoksa daha sonra uydurulan biçimiyle krallık kavramını daha es­ kiye götürememekteyiz. Tarih çağlarından önce klanların neolitik devirde yerleşik ya­ şama geçtiklerini biliyoruz. Mezopotamya’da köy kültürü aşıl­ mış, tapınak çevresinde yerleşmeler gerçekleşmişti. Bu yerleşme alanlarında üretim fazlası ortaya çıkmış ve tapınak tanrı adına zenginlikleri toplayan, çalışanlara ücret veren kurum biçimi ka­ zanmıştı. Buna bağlı olarak da bir dinsel sınıf oluşmuştu. Bu kent­ ler köle elde etmek, zenginliklerini artırmak için birbirlerine sal­ dırmaktaydılar. Öte yandan henüz çöçebe kültür aşamasında olan olan savaşçı kavimler de bu kentlerde yığılan 'zenginlikleri ele ge­ çirmek için saldırıyorlardı. İşte kentler arası çatışmaları önlemek, dış saldırıları savaşla karşılamak gereksinmesi yeni bir kurumu doğuracaktır. Bu kurum devlettir. Ancak bu aşamada devlet ken­ tin yöneticisi olan tek kişi de somutlaşmıştır. Artık site (şehir devleti) doğmuştur. Mezopotamya kent yöneticilerinin, tanrının adına onun top­ raklarını işleten, koruyan nitelikte bir güç olduğu görülmektedir. Yani kendisi tanrı düzeyinde değildir. Bu yönüyle Mısır’dan farklı bir gelişmeyle karşılaşmaktayız. Öyleki «Lugal» sanını bile sonra alacaktır. Ancak yine de kentin baş tanrısı ile özdeş bir nitelik ta­ şımaktadır. Gücünü kutsal bir dayanaktan almaktadır. Sami’ler devrinde (Akad’larla birlikte) büyük işler başaran kralların tan- rılaştınldığını görmekteyiz. Sümer geleneğinde olmayan bu yeni­ lik Mezopotamya uygarlığına Samî’lerce sokulmuş olmaktadır. Ayrıca Sümer site yöneticileri (patesi ya da ensi deniliyor) siteler iarası çatışmalardan yararlanarak egemenliklerini tüm ülkeye yay­ ma çabasında da başarılı olamamışlar, bu işi de Sami’ler Mezopo­ tamya’da gerçekleştirmişlerdir. Mezopotamya’da kral saltçı bir yönetim gerçekleştirmiştir. Kral yönettiği insanların tüm davranışlarına egemen olmuştur. Dinsel sınıfın kralın egemenliğiyle zaman zaman çatışması eski tapınak

77 gelirlerinin kral sarayına akmasının doğurduğu bir sonuçtur. Sü­ mer yöneticileri sitelerinin dışında saltçı bir yönetim gerçekleştire­ memişlerdir. Mezopotamya’yı kapsayan böyle yönetimi yine Samî’ 1er gerçekleştirecektir. Mezopotamya’da ırmak boyunca gelişen dünyaya egemen im­ paratorluk oluşturmak düşünceleri Asur’la birlikte yeni boyutlar kazanmıştır. Asur İmparatorluğu Ön Asya’da ilk kez tam merkezi­ leştirilmiş bir devlet oluşturmuştur. Bunu sağlamak için de iyi bir ordu kuracaklar ve ele geçirdikleri yerleri valilerle yöneteceklerdir. Yani kendilerine bağlı görevliler atayacaklar, zorla aldıkları yerler­ de türlü toplu işkence, öldürmeler gibi zorbalıklarla örgütledikleri imparatorluğu uzun ömürlü bir devlet haline koymuş olacaklardır. Devlet kurumuna bağlı olarak bir bürokratik sınıfın oluştuğu­ nu görüyoruz. Bu sınıfın ayrıcalığı yalnız kendilerinin bildiği, göre­ vi babadan oğula geçirmeye yarayan j^azıyı bilmeleridir. Siteden İmparatorluğa doğru gelişen siyasal yaşantıda devlet yapısı da aynı gelişmeyi göstermiştir.

1.4.2. SOSYAL YAPI Siyasal yapıdan daha karmaşık olan sosyal yapıyı tanımak için burada üç olguya değineceğiz.

a) Sınıflar: İnsanlar Eskiçağ toplumunda iki ana sınıfa ayrılmaktadır ; Köleler ve köle olmayanlar. Köle olmayanların da kendi araların­ da sınıf ve zümrelere ayrıldığını görüyoruz. Köleliğin doğuşuyla ilgili kuramsal görüşler vardır. Bunlara göre insanlar yamyamlık aşaması geçirirken yendikleri diğer in­ sanları yemişlerdir. Zamanla çok köle ele geçince onları yeme yeri­ ne çalıştırmışlar ve emeklerinden yararlanmışlardır. Böylece, kö­ lelik verimli bir üretim kaynağı olmuştur. Kölelik nasıl ortaya çı­ karsa çıksın tarih çağlarında, tüm toplumlarda olduğu gibi Mezo­ potamya’da da vardır ve fazla üretimde onların emeğinden ala­ bildiğine yararlanılmaktadır. Köleleri bir tarafa bırakırsak daha başka sınıflarla da karşılaşıyoruz. Mezopotamya’da kişisel mülkiyetin erkenden belirmesi sonu­ cu birçok sınıf oluşacaktır. Üst sınıfların alt sınıflara baskı yap­ tıkları, onların haklarını gasbettikleri, reformcu krallarca belirtil­ mesine ve bu kralların haksızlıkları önlediklerini yazmalarına kar­ şın bu duruma sürekli olarak rastlamaktayız. Yasalardaki cezalar ve suç nitelikleri de bu sınıflara göre değişmektedir,

78 Sırasıyla şu sınıflara rastlanıyor : Büyük çiftlik sahipleri, tüc­ carlar, rahipler, küçük toprak sahipleri, kralın izniyle kendilerine verilen topraklardan yararlanan askerler, devlet topraklarını kira karşılığı işleten kesenekçiler, köylüler ve zenaatçılar. Önceleri üst sınıflarda olanların bazı siyasal hakları varken, merkezî devlet gerçekleştirilince bu hakları ortadan kaldırılmıştır. Rahiplerinse birçok ayrıcalıkları sürüp gitmiştir.

b) H ukuk: Mezopotamya’da kişisel mülkiyet düşüncesinin erken ortaya çıkması yazılı hukuk kavramının da erken doğmasına yol açmış­ tır. Çok önceden yazıyla birlikte ekonomik ilişküeri düzenleyen ti­ cari belgeler, sözleşmeler ortaya çıkmıştır. Bunlar giderek bireysel üişkilerin daha genel yasalarla düzenlenmesi sonucunu doğura­ caktır. Kralların , tüm ekonomik ilişkileri düzenleyen güç olarak yasa buyurmaları geleneği Sümer’lerde doğacak, daha sonraki Mezopotamya devletlerinde sürdüğü gibi diğer Ön Asya devletle­ rini de etkileyecektir. Önce sözlü geleneklere dayanan ilişkiler yazılı biçim kazana­ caktır. Bu yazılı metinler zamanla geniş yasa dergüeri düzeyinde kral tarafından, dinsel bir temele dayalı olarak halka duyurula­ caktır. Alış - veriş, kölelerin davranışları, cezalar v.b. türlü birey­ sel ilişkileri kapsayan bu dergiler kutsal bir nitelikte taş anıtlar üzerine yazılıp korunacaktır. Yasa buyuran krallar ise yaptıkları­ nı anlattıktan sonra, tanrısal bir gücün buyruğu olarak emirleri­ ni bildireceklerdir. Hammurabi yasası bugüne değin ilk toplanan yasa sanılıyordu. Bugünse Sümer sitelerinde bu geleneğin daha eski dönemlerden beri var olduğu anlaşılmıştır. Urukagina, Ur - Nammu, İsin sitesi yasası, Lipit - İştar yasaları bu görüşü ispat­ layan yasalardır. Şimdiye değin tam metin olarak tanınan Ham­ murabi yasası, daha önceki yasa koyma geleneğini en geniş ve sonrasını etkileyecek biçimde sürdüren bir yasadır. Daha sonra Asur ve II. Babil devleti yasaları da bu yasalardan etkilenerek buyrulacaktır. Bunların ayrı ayrı içerikleri burada konumu'Z de­ ğildir. Bir kısım özelliklerini şöyle sıralayabiliriz : 1. Bu yasalar «medenî yasa» denilen yasaların konularnıı içerir. 2. Dinsel hukuk anlayışına dayanır. 3. Ticareti ve mülkiyeti koruyan emirler çoktur. 4. Sınıf ayrılıklarına uygun düzenlenmişlerdir. 5. Cezalar çok ağırdır. ((Kısasa kısas» anlayışının doğmasına yol açmışlardır.

79 c) Din : İlkel toplumlardaki ölçüde olmasa bile, Eskiçağ toplumların- da dinin özel bir yeri vardır. Din ve inançlar sosyal yapının açık­ lanabileceği temel olgu olarak görülür. Tüm uğraşlar kutsal kav­ ramlar içinde düşünülmektedir. Mezopotamya siteleri, siteye adını veren bir tanrı için yapılan tapınak çevresinde oluşmuştur. Üretim dinsel bir uğraş olarak ör­ gütlenmiştir. Her şey tapınak için, yani tanrı için üretilmektedir. Her sitenin tanrısı siyasal büyümeye oranlı olarak Mezopotamya’­ da yaygınlık kazanmıştır. Dinsel uğraşta bulunan rahipler, za­ manla bu tanrılar arasında ilişkiler oluşturup, tanrı aileleri yarat­ mışlardır. Mezopotamya dini doğa güçlerinin tanrılaştırılmasıyla karşı­ mıza çıkmaktadır. İyiliğini istedikleri ya da kötülüğünden çekin­ dikleri doğa güçlerini tanrılaştırmışlardır. Kaynağı naturizm inan­ cı taşıyan bu dinin izlerini tarih devirlerinde, hayvanlara verilen kutsallıkta izlemekteyiz. Sümerler Mezopotamya’ya geldiklerinden beri tanrıları insan biçiminde' düşünmeye başlamışlardır. Mezo­ potamya din anlayışına kaynak olan Sümer’lerin İnsan biçimin­ deki tanrıları kendilerinden sonraki toplumlara da aynen geçe­ cek, yalnız adlan değişecektir. Mezopotamya dini antropomorfist (insan biçiminde simlegen- miş) tanrı anlayışında, politeist (çok tanrılı) bir dindir. Bu tan­ rıları Sümerler yüksek yerlerde (gökte) düşündükleri için yüksek boyutlu tapınaklar yapmışlardır. Ziggurat denen bu çok katlı yük­ sek tapınaklarla tanıralara ulaşacaklarını sanmaktadırlar. Tanrı­ nın simgesini (put - fetiş) tapınakta korumakla, tapınağın ürün fazlasının toplandığı merkez olmasını sağlamışlardır. Üretim bu bakımdan dinsel bir eyleme dönüştürülmektedir. Nitekim krallar­ da devlet adına ürün fazlasını alırken tanrı temsilcisi olduklarını belirtmişlerdir. Yani kral kutsal bir dayanağa gereksinme duy­ muştur. Sümer’lerin tanrılarla ilgili tüm Ön Asya uygarlıklarını etki­ leyen mitolojileri vardır. Dünyanın ve insanın yaradılışı Sümer edebiyatının destansal bir anlatımını oluşturmuştur. Tanrılar çevresinde oluşturulan bu edebiyat yazılı biçimde günümüze dek gelmiştir. Mezopotamya tanrıları kuvvet ve kudretin, adalet, düzen ve ve ahlâkın simgeleri olarak düşünülmüş ve dinsel şiirlerle anlatıl­ mıştır. Sümer’lerde, diğer Ön Asya uygarlıklarına da etki edecek üçlü bir tanrı anlayışıyla karşılaşıyoruz. Birçok site tanrısının üzerindeki bu üç tanrı çevresinde bir mitoloji oluşturulmuştur.

80 Sümer üçlü tanrı anlayışındaki tanrıların başında Gök Tanrı ANU gelmektedir. Sümer’lerin diğer büyük tanrıları «ülkeler kralı» «bü­ yük dağda oturan tanrı» gibi sanlarla anlattıkları ENLİL dir. Bu üçlemin diğer tanrısı ENKİ (Sami’lerde EA) ise önceleri yer altı tanrısıyken, sonraları su tanrısı olarak düşünülmektedir. Bu üç- lem Sami’lerde, SÎN (Ay tanrısı), ŞAMAŞ (Güneş tanrısı) ve ADAD (fırtına ve kasırga tanrısı) adlarıyla adlandırılan tanrı­ lardan oluşuyor. Sami’lerde bu üçlemin yanında Sin’in kızı tan­ rıça İŞTAR da önemli bir yer almaktadır. İştar, tüm Ön As­ ya’da görülen doğum ve çoğalma tanrıçasının Sami’ler ara­ sındaki adıdır. İştar sonraları cinsi yaşantı ve savaş tanrı­ çası olacaktır. Sümer’lerin doğa tanrısı olan Tammuz, İştar’ın sevgilisidir. İştar, Sümer’lerin İnanna adlı tanrıçasının Samîler’ deki adı olmaktadır. Bu üçlem çevresinde evren, doğa ve insamn oluşumunun mitolojik öyküsü anlatılmıştır. Hammurabi zamanında, Babil, Aşağı Mezopotamya’nın birli­ ğini gerçekleştirince, bu siyasal üstünlüğe bağlı olarak Babil site­ sinin baş tanrısı MARDUK Mezopotamya’nın en büyük tanrısı dü­ zeyine getirilmiştir. Diğer tanrılarla ilgili rahipler, kendi tanrıla­ rını zamanla Marduk’la akrabalık bağları kurarak açıklamak yo­ lunu tutmuşlardır. Görülüyor ki siyasal yaşantıyla dinsel anlayış arasında kuvvetli bir bağ vardır. Marduk’un çevresinde üçlü bir tanrı anlayışı oluşturulmuştur. Buna göre EA (Sümer’lerin En- ki’si) Mardukun babası, NABU ise oğludur. EA kültür tanrısıdır. Nabu ise bilim, yazıcılar ve zenaatçılerin koruyucu tanrısıdır. Asur sitesine adını veren tanrı ASUR da kanatlı bir güneş kursuy­ la simgelenmiş olarak tüm dünyanın baş tanrısı kişiliğinde sunul­ muştur. Demek ki her sitenin bir tanrısı varsa da siyasal egemen­ liği ele geçirenlerin tanrıları üstün bir yer kazanmaktadır. Kral­ ların tanrılaştırtması işi Sami’lerle birlikte ortaya çıkıyor. Bura­ da yüzlerce tanrı adını ayrıca söz konusu etmeye gerek yoktur. Sümer’ler ölümden sonraki yaşama inanmaktaydılar. Bunu destanlarında görmekteyiz. Akreolojik mezar kazılan da bu görü­ şü doğrular. Ancak Sami’lerin Mezopotamya’ya gelmelerinden son­ ra ölümden sonraki yaşantıya değgin görüşleri sarsılacaktır. Ölümden sonrası için karamsar düşünceler taşıyacaklar, bunun sonucu olarak da dünya işlerine ağırlık vereceklerdir. Aslında Mı­ sır’ın sosyo - ekonomik yapısıyla Mezopotamya’nınki ayrı olduğun­ dan, Mısır’daki gibi üretim fazlasını mezar yapılarına değil, tapı­ nak ve saray yapımında yoğaltacaklardır. Mezopotamya’lılar dün­ ya işlerini iyi yürütebilmek için de büyücülük, falcılık ve astroloji gibi uğraşlarda bulunacaklardır. Eskiçağ toplumlarmın tümünde bu uğraş alanları olmakla birlikte, binlerce yıl sonrasına etki ede­ cek biçimde sistemleştirilmesi Mezopotamya’da olacaktır. İyi ve

81 kötü ruhların yaşantılarındaki etkilerini giderebilmek için bu uğ­ raş alanı alabildiğine genişleyecektir. Öbür dünyadaki yaşamın yeterli bir anlayışla düşünülmemesi mezar yapılarına değer ver­ memeleri sonucunu doğurur. Yazı yazmak, öğrenmek, savaş, barış, üretim v.b. akla gelen her şey kutsal kavramlar içinde düşünüldüğü için tüm sosyal ya­ şantı dinle bağımlıdır. Çünkü bilimin yerini kutsal açıklamalar doldurmaktadır bu toplumlarda. Sümer tapınakları o denli bireylerin zamanını doldururdu ki, bireylerin tek tek dindarlık gösterisinde bulunmalarına ne zaman kalırdı, ne de gerek vardı. Tapınma topluca olan bir iştir. Her bi­ rey topluluğun içinde, onun bir parçası olarak dinsel eylemde bu­ lunurdu. Bireylerin tek tek tapınmaları Batail devrinden sonra or­ taya çıkacaktır. Mezopotamya’da bireylerin büyük tanrılardan birini kendile­ rine kişisel tanrı seçtiklerini görmekteyiz. Ancak bu serbest bir seçme olmayıp, sınıf ayrılıklarına göre yapılan bir iştir. Ayrıca bi­ rer de koruyucu melekleri vardır. Günah işleyeni bu kişisel tanrı­ sı ve meleği bırakırdı. Bu gibi örnekleri çoğaltmadan sonuç ola- tak diyebiliriz ki, bireyin tüm yaşantısı dinle doludur. Sümer çok tanrılı dini tüm Mezopotamya’yı etkilediği gibi Mezopotamya dı­ şına da taşacaktır. Sümer dilinin, bir tapınak dili olarak yaşama­ sının nedeni budur.

1.4.3. EKONOMİK YAPI Sümer sitelerinin ortaya çıktığı zamandan Mezopotamya tari­ hinin sonuna dek bir ekonomi tarihi yapmak burada olanaksızdır. Mezopotamya uygarlığım belirtecek biçimde birkaç ana konuya değinmekle yetineceğiz. Sümer sitelerinin oluştuğu sıralarda tapınak çevresinde ge­ nişleyen bir ekonomik yapıyla karşılaşıyoruz. Araştırıcıların «te­ okratik devlet sosyalizmi» diye adlandırdıkları bu devrede kişisel mülkiyet yoktur. Üretim tapınak, dolayısıyla tanrı için yapılmak­ tadır. Üretim fa'zlası tapınakta yığılmaktadır. Bu anıtsal tapınak­ ların yapılabilmesi büyük bir işgücüne gereksinme doğuruyordu. Mezopotamya’da olmayan maddelerin getirilmesi işi de ayrı bir gelişmeye yol açıyordu. Kişisel mülkiyet bu ilk devrede olmadığı için zenaatçılar, işçiler dinsel bir heyecanla gönüllü olarak üre­ timde bulunuyorlardı. Zamanla siyasal farklılaşma ve sınıflar be­ lirecek, kişisel mülkiyet ve devlet doğacaktır. Tanrının topraklarını işleten kral üretimi artırma yolları arayacak, kanallar, sulama yolları yaptıracak ve ekonomik yaşan­

82 tıyı düzenleyecektir. Mezopotamya’nın asıl ekonomik uğraşı çift­ çiliğe dayanmaktadır. Bu bakımdan tarım topraklarında Önce ki­ şisel mülkiyet belirecektir. İş bölümü ve uzmanlaşma ortaya çıka­ caktır. Uzman zanaatçılar, tarımsal üretime katılmadan tapmak­ tan ya da saraydan besleneceklerdir. Mezopotamya’nın Jeopolitik yapısıyla ilgili olarak ticaret ve tüccar sınıfı çok erkenden ortaya çıkacaktır. Alış - verişi düzenle­ mek için para ekonomisinin öncesi olan bu dönemde kıymetli ma­ denler değişim ölçüsü olarak kullanılacaktır. Ticaret kavramları­ nın uzun süre Ön Asya uygarlıklarına Mezopotamya’dan geçtiğini görmekteyiz. Ticaretle bağımlı olarak faizciliğin ortaya çıktığını, bunun da alt sınıfları, küçük mülkiyet sahiplerini sarstığım yasa metinlerinden çıkarmaktayız. Yasa metinlerinin ekonomik ilişki­ lerle ilgili yaşantıyı dü’zenlemek için çokça kural koyması da eko­ nominin canlılılğımı belirten, verilerdendir. Öyle ki bu metinlerde yarıcılık, kiracıılk, haciz v.b. ekonomik ilişkileri düzenleyen kural­ ları dikkati çekecek derecededir. Öte yandan ekonominin belirleyici öğesinin köle emeği oldu­ ğunu görüyoruz. Yasa metinlerinde kölelerle ilgili çokça kural vardır. Devrine göre üretim tekniklerinin ilerlediği, öküz, eşek v.b. güçlerden ve madenî araçlardan yararlanıldığı görülüyor. Yalnız hububat üretmekle kalmıyorlar, bunun yanında hur­ ma, incir yetiştirdiklerini arıcılık gibi uğraşılarda bulunduklarını, bira ürettiklerini gördüğümüz Mezipotamya ekonomisi kralca ör­ gütlenmiştir.

83 2. MISIR TARİHİ

Mısır, coğrafî yer olarak Afrika kıtasına giren ülkelerdendir. Eskiçağ uygarlık alanları içinde Afrika’nın gelişip yer alması söz konusu olmadığı halde Mısır, bağlı olduğu kıtadan ayrı bir geliş­ me göstermiştir. Eskiçağ Mısır toplumunun Ön Asya uygarlıkları arasında yer almasını Nil Irmağına ve Mısır’ın Ön Asya uygarlık­ larıyla etkileşimine dayanarak açıklarlar. Gerçekten de Mısır’ı Nil ırmağı gibi besleyen bir su damarı olmasaydı ülkenin diğer Afrika çöllerinden ayrı yönü kalmazdı. Öte yandan Doğudan gelen etki­ lere açık olan Mısır’da en eski yazılı tarih devrinin oluşması ola­ nağı doğmuştur. Eskiçağ Mısır toplumunun oluşumunu incelediğimizde eski batı uygarlıklarının yaratılmasında etkin olduğunu, dolayısıyla çağdaş uygarlığımızın yaratılmasında önemli bir yer tuttuğunu görürüz. Mısır’ın kendine özgü yazılı belgelerinin okunmasının sağlanmasıyla eski Hellen uygarlığının doğmasındaki yeri daha iyi anlaşılmıştır. Eski doğu toplumlarının yarttığı üç büyük uy­ garlık alanlarından biri olan Mısır tarihin, bu özelliğini gözönüri- de tutarak incelemenin gerekliliğini bilmeliyiz. Eskiçağ tarihinin oluştuğu temel bölgelerden biri olan Mısır tarihini bir Ön Asya uygarlık alanı olarak, Akdeniz kültür çevresi içinde ele almak gereklidir. Nitekim siyasal ilişkilerini gördüğü­ müzde daha iyi anlaşılacağı gibi. Ön Asya’da oluşan siyasal güçler Mısır’ı ele geçirip ekonomik üstünlüğünden yararlanmak istedik­ leri gibi, içte birliğini sağlayan Mısır’lılar da özellikle Ön Asya’da ekonomik değer taşıyan Suriye’de rol oynayacaklardır.

2.1. COĞRAFÎ ORTAM Mısır, deniz ve çöllerle çevrili doğal sınırları olan bir bölge ol­ ması bakımından Mezopotamya’dan ayrı bir jeopolitik özellik gös­ terir. Bu doğal sınırlar bir dereceye dek Mısır’a karşı saldırıları en­ geller gözüküyorsa da aşılmayacak güçte değildir. Nitekim saldırı­ lar olacak ve Mısır’a yabancılar gelip yerleşebileceklerdir. Mısır adı Samî kökenli bir sözcükten çıkmıştır. Mazor, Mizra- im. Musri gibi adlarla adlandıran Eskiçağ Samî toplumlarının Mı­ sır’ına Eski Yunanlılar «Eigyptos» derlerdi. Mısırlılarsa kendi ül­ kelerini Doşrit ve Kemit sözcükleriyle anlatırlardı. Doşrit kızıl top-

84 rak anlamı taşır ve Mısırhlarca çöllerin kırmızı rengine göre ülke topraklarının bir kesiminin adıydı. Kemit’se kara toprak anlamı­ na geliyor ve Mısırlılar, bir kesim topraklarına bu adı veriyorlardı. Mısır iki bölgeye ayrılır : Vadi ve Delta. Nil ırmağının aktığı vadi ile bu ırmağın Akdenize ulaşmasından önce kollara ayrılarak suladığı Delta bölgelerinin tarihî oluşumda jeopolitik yapılarıyla oranlı etkinlikleri ayrı olacaktır. (Delta adını Eski Yunanlıları vermişlerdir. Bu bölge Grek alfabesindeki delta harfine benzedi­ ğinden bu adla adlandırılmıştır). Vadi bölgesinde Nil dik ve yük­ sek yamaçların arasından akmaktadır. Bu kurak yamaçlardan ır­ mağın suladığı alana ulaşılınca yeşil bir örtüyle karşılaşılır. Bu yeşil alan Nil boyunca sürer gider. Tarihî Memfis şehrinden sonra başlayan Delta bölgesi ise tarihî devirlerde de sürekli oluşum için­ dedir. Irmağın, getirdiği verimli topraklar geniş ve düz bir alan oluşturmuştur. Mısır’ın jeopolitik yapısına bakılınca Nil ırmağının özel ye­ rine dikkat etmek gerekir. Eski Yunan hikâyeci tarihçisi Herodot’- tan beri Eski Mısır uygarlığının Nil’le ilişkisi insanların gözünden kaçmamıştır. Herodot, Mısır’ı Nil’in eseri olarak nitelendirmiştir. Uygarlık gelişimiyle coğrafî ortamın ilişkisini belirtmek için Nil örneğinin kullanılışı çok yaygındır. Gerçekten de Nil’siz Mısır dü- şünülemiyecek denli içiçedir. Bir uygarlığın jeopolitik yapıyla uyumlu olarak gelişmesi doğaldır. Ancak bu yapıdan yararlanan insan unsurunun diğer canlılar gibi doğa üzerinde etkin olmak­ sızın, ona yalnızca uyan varlıklar olarak düşünülmesi yanlıştır. Jeopolitik ortamın insana sağlayabileceği olanaklardan insan, kendine özgü bir üstünlükle yararlanabilmektedir. Yani jeopolitik yapı değil, daha başka unsurlar bir uygarlığın temel öğelerinden olmaktadır. Jeopolitik ortamdan yararlanmak insanın düşünce ve kültürüne bağlı daha başka sosyo - ekonomik güçlerin etkisiyle olur. Jeopolitik ortam uygarlığın gelişme nedeni değil ancak baş koşuludur. İşte Nil için de böyle düşünmek zorunluluğu vardır. Nil, Mısır’da uygarlık oluşumuna yarayacak koşulların başında geliyor. Yeter ki insanlar Nil’den yararlanmasını bilecek kültürel ortamı kursunlar. Nitekim Nil’in Mısır için taşıdığı değeri burada yaşayan insanlar çok önceden anlayacaklar ve Nil’den yararlan­ mayı başaracaklardır. Nil adına ilk ke^ Eski Yunan yazarlarında rastlıyoruz. Mı- sır’lılar Nil’in kendi yaşamları için önem derecesini anlamışlar ve tanrılaştırmışlardır. Ona Hapi adını vermişler, insan biçiminde çizmişlerdir. İlkel insanın sevdiği ya da korktuğu doğa güçlerini kutsal kavramlarla açıklamaları doğaldır. Böylece bilimsel açık­ lamasını yapamadıkları doğa güçlerini bilim dışı yollarla anlat­ mışlardır. Nil, Habeşistan dağlarından doğmakta, mevsimine gö­

85 re bol yağmur olunca suları yükselmekte ya da azalmaktadır. Bu olay yıl boyunca peşpeşe sürüp gitmektedir. Çoştuğu zaman bol verimli toprak getirip kıyılarına, Delta bölgesine yaymakta, çe­ kildiğinde de insanlar bu topraklardan yararlanmaktadırlar. Do­ ğal olarak Nil’in getirdiği topraklardan yararlanılabilmesi için gü­ neşe gereksinme vardır. Çünkü bu toprakları kullanıma hazırla­ mak güneş yardımıyla olabilmektedir. Bu bakımdan Mısırlının yaşamında Nil’le birlikte güneşin de özel bir yeri vardır. Böyle olunca güneşin de kutsallaştırılması kaçınılmaz olmaktadır. Mı­ sır’ın yaşam damarlarından İkincisi olan güneş de Nil’le birlikte Mısırın mitolojik anlatımlarında, dinsel yaşantılarında baş köşeyi alacaktır. Bu iki öge üzerinde, dinsel yaşantılarını söz konusu ederken yeniden duracağız. Mısır tarıma elverişli bir coğrafî ortama sahiptir. Ama şehir uygarlığı belirince daha başka gereçlere gereksinme duyacaktır. Özellikle madence yeterli olmayan Mısır, bu eksiğini Sina yarım­ adasından sağlamak zorunluluğunu duyacak ve zaman zaman si­ yasal uğraşını, bu ekonomik nedenle, adı geçen bölgeye yönelte­ cektir. Öte yandan gerekli olan keresteyi elde edebilmek için Lübnan dağlarına dek uzanmak gereğini duyacaktır. Mısır’ın bu gereksinmeleri çok eski zamanlardan beri canlı bir ticaret yaşan­ tısına girmesi sonucunu doğuracaktır. Bu alışverişlerinin yönü içinde bulunduğu Afrika kıtasına değil, diğer Ön Asya bölgeleri­ ne dönük olacaktır. Doğal olarak kültür etkileşimi de bu bölgeye yönelmiştir.

2.2. MISIR TARİHİNİN KAYNAKLARI Mısır tarihinin incelenmesini sağlayan kaynakların çok ve geniş olduğunu görmekteyiz. Bunları gruplandırarak üzerinde durursak daha kolay tanımış oluruz ; a — Yazılı Kaynaklar : Mısır tarihiyle ilgili yazılı haberler birkaç kaynaktan sağlan­ maktadır. Önce Mısır’ın kendi yazısıyla (hiyerogfil yazı) ya­ zılmış belgeleri vardır. Bunların daha önceki bölümde açıkla­ dığımız gibi okunması sağlanınca, sonradan ortaya çıkmış olan yazılı belgelerin verdiği bilgileri doğrulama olanağı bulunmuş ol­ maktadır. Mısır’ın kendi yazılı belgeleri iklimin kuraklığı nede­ niyle günümüze dek çok sayıda ulaşabilmiştir. 1822 de Champol- lion’un hiyeroglif yazısını çözmesiyle Mısır tarihinin kendi belge­ leriyle incelenmesi olanağı doğmuş oldu. Mısır’ın kendi yazılı belgeleri ya bir devrin olaylarını anlat­ makta, ya da geçmişten bilgi vermektedir. Mısır’ın Eski -Yu­ nan ve Roma’da olduğu gibi kronik tarih yazıcıları olmamıştır.

86 Buna karşılık kral listeleri biçiminde taş anıtlar üzerindeki yazıt­ lar, araştırıcılara yardımcı olmaktadır. Ancak bazı zamanlarda Mısır’a yabancı soylar egemen olunca, karışıklık ve kargaşalık devirleri belirince, olayların tam aydınlanması sağlanamamak­ tadır. Mısır’ın kendi yazılı belgeleri ele geçip okunmadan önce Eski Mısır tarihiyle ilgili bilgiler Tevrat ve Eski Yunan tarihçilerinin gerçek ve efsanevî anlatımları ayırt etmeksizin sıraladıkları bil­ gilerden elde edilmekteydi. Perslerin Mısır’ı ele geçirmelerinden (M. Ö. 525) sonraki yıllara dek hiyeroglif yazı her ne kadar sü­ recekse de ancak bir tapınak yazısı niteliğini geçmeyecektir. İşte bu nedenle M. Ö, V. yy. den sonra Mısır’a gelen yabancılar (özel­ likle eski Yunanlılar) Mısır’ın geçmişini, duyduklarına ve gözlem­ lerine göre yazacaklardır. Başta Herodot olmak ü'zere, İskender seferi ve Ptoleme Helenistik devleti zamanında bu tip eserler ço­ ğalacaktır. Bunlardan, kitabını Yahudi tarihçisi Josef kanahyla tanıdığımız Maneton (M. Ö. III. yy.) başta gelen Mısır tarihçisi­ dir. Hepsini tanıtmaya gerek olmayan bu tarihçilerin anlattıkları ve gözlemleri pek değerlidir. Ama binlerce yıl öncesine değgin, özellikle Mısır din adamlarının efsanevî anlatımlarına dayanan bilgiler de gerçekle efsaneler karmakarışıktır. Bunları, ancak özgün Mısır yazılı belgeleri kanalıyla düzene koyma olanağı bu­ lunmuştur. Bir başka yazılı belge türü de yeniçağlarda Mısır’ı gezmiş olanların gördükleri tarihî kalıntıları anlatan eserleridir. Bu eski kalıntıların bir kısmı günümüze ulaşmamıştır ve ancak bu gez­ ginlerin tanıtımıyla onları bilmekteyiz.

b — Arkeolojik Kalıntılar, Sanat Yapıtları: Yazılı belgelerin aydınlatamadığı birçok konularda da türlü sanat eserleri ve arkeolojik kalıntılar yardımcı olmaktadır. Özel­ likle dinsel anıtların taştan yapüması nedeniyle ömürleri uzun olmuştur. Ölümden sonraki yaşama inanıldığından mezar yapıla­ rında düşünce ve kültürlerini yorumlayarak anlayabileceğimiz, çokça eser ele geçmiştir. Her ne kadar bu mezarlar uzun süre so­ yulmuşsa da bugün yine de Mısır tarihini aydınlatmada kullanı­ lacak bolca veri müzelerde toplanmış bulunmaktadır. Görüldüğü gibi eski Mısır tarihinin incelenmesine yarıyacak belge sayısı çok ve türlüdür. Buna karşın tüm tarihî gelişim bu­ gün tam olarak aydınlatılabilmiş değildir. Özellikle diğer eskiçağ toplumlarında olduğu gibi kesin bir kronoloji verme olanağı yok­ tur. Görece bir kronoloji yapma zorunluluğu V3.rdır. Mısır tari­ hine değgin daha geniş bilgi almak isteyenlere yardımcı olabil­

67 mek için Prof. Afet İnan’ın «Eski Mısır Tarih ve Medeniyeti» ad­ lı kitabındaki kronolojiyi burada kullanmaktayız. Verilen tarihle­ rin kesin olmadığını, yeni araştırmalarla sürekli değişime uğradı­ ğını bilmenin yararı vardır. 2.3. SİYASAL TARİH Mısır tarihini eskiden beri iktidarı ele geçiren soylara göre bö­ lümleyip incelemek gelenek haline gelmiştir. Mısır’ın eskiçağları boyunca saptanan otuzbir soy vardır. Bu soyların da bir yandan Eski, Orta, Yeni İmparatorluklar içinde sınıflandırılması biçimiy­ le bölümleme yapılmaktadır. Üçbin yılı aşkın bir tarihin sosyo - ekonomik ve siyasal gelişimini bölümlemeden öğrenme olanağı yoktur. Görece kronolojiye göre düzenlediğimiz aşağıdaki tabloyu gözden geçirdikten sonra bölümleri ayrı ayrı inceleyelim.

Kronoloji Devrin Adı Açıklamalar M.Ö.

Tarihî Devir­ Tinit şehrinin bilinen lere Giriş soylarmı kurmadan ön­ ceki efsanevî devir. — Tann krallar devri.

Eski İmpara­ A) 1. ve 2. soy 3315 — 2778 Menesle başlayan ilk torluk Devri Tinit'ler devri soy (M. Ö. 3315 ola­ B) 3. 4. 5. soy 2778 — 2413 rak tarihlerler. Bu ta­ C) 6. 7. 8. 9. 10. soy 2413 — 2065 rihi ikiyüz yıl beriye alanlar vardır. Burada Birinci Ara devir bu tarihlerin kesin de­ ğil, görece saptandığı- m belirtmekte yarar var.

Orta İmpara­ A) 11. — 12. soy 2065 — 1788 torluk Devri B) 13. 14. 15. 16. 17. 1788 — 1580 soy İkinci Ara de­ vir ve Hiksoslar

Yeni İm para - 18. — 19. — 20. soy 1580— 1085 torluk Devri

Eski Mısır 21. soy 1085 — 950 Tarihinin 22. — 29. soy 950— 730 Son Devirleri 24. soy 730— 715 25. soy 715— 663 26. soy 663— 525 27. soy 525 — 403 Pers egemenliği Diğer soylar 405— 333 Pers egemenliğinden Büyük İskender’in is- tilâsma dek.

88 2.3.1. TARİHÎ DEVİRLERE GİRİŞ

Mısır’ın tarihî devirlere girişinde Yunanlıların «nom» dedik­ leri şehir devletlerinin birleşmeye başladığını görmekteyiz. Eski- çağ tarihindeki her toplumun bir kahramanlık çağı vardır. Bu devir efsanevî anlatımlarla tanınmaktadır. Devrinin yazılı belge­ lerinden çok sonra insanlar üzerinde kalan izleriyle tanıdığımız bu devirleri tarihî devirlere giriş olarak adlandırmaktayız. Bu de­ vir siyasal oluşumun hızlanarak birliğin kurulmaya başladığı de­ vir olmaktadır. Mısır’ın bu kahramanlık devri «Tanrı Krallar Devri» ya da «Horüse Tapanlar Devri)) olarak adlandırılmaktadır. Çünkü bu ilk krallar tanrısal gücü kendilerinde toplayan kişilerdir. Yeryüzün­ de tanrı Horüs’ü simgeleştirmektedirler. Bu nedenle de tanrı adı taşıınakta, Şahin simgesiyle anlatılan tanrı, aynı zamanda bu kralların da simgesi olmaktadır. Siyasal birliğin kurulması uzun çatışmalar, savaşlar sonucu gerçekleşecektir. Her nom bîr devlet durumundadır. Tıpkı Mezo­ potamya sitelerinde gördüğümüz özellikleri taşımakta, yine o bö­ lümde değindiğimiz nedenlerle, ırmağın birleştiriciliğinden yarar­ lanıp egemenlik sınırlarını genişletmek istemektedirler. Diğer nomlar üzerinde egemenliklerini kurma uğraşısı kanlı savaşlara yol açacaktır. Bu çatışmalar kutsal simgelerin de yardımıyla za- , manla birliğin gerçekleşmesini sağlamıştır. Önce Delta’daki yirmi nom iki siyasal birlik durumuna gele­ cek, sonra bu ikisi de birleşerek tek bir Delta devleti oluşacaktır. Güney sınırı Memfis şehri olan bu devlet birlik düzeyine yükselir­ ken Vadi’deki yirmi iki nom da aynı biçimde birlik kuracaktır. Bu devirden kalma resim yazılı belgelerden anlaşıldığı üzere çatışma­ lar, savaşlar olmaktadır. Öte yandan Mezopotamya’yla ilişkilerini gösteren belgeler de vardır. Vadi bölgesinin akreple simgeleştirilen kralı Mısır’ı birleştir­ meye çalışmışsa da başarı kazanamamıştır. Ancak onun soyundan geldiği sanılan ((Narmer» adlı bir kral Aşağı Mısır’ı da ele geçir­ meyi başararak, ilk birleşik Mısır kralı olmuştur. Eski yazılı bel­ geler Mısır’ın birleştirici kralı olarak Menes’ten söz ederler ve ilk Mısır soyunu O’nunla başlatırlar. Ancak Mısır’ın Menes’ten önce birliğini sağlayan tanrı - kralın Narmer olduğunu arkeolojik araş­ tırmalar ortaya koymuş bulunmaktadır. Böylece Mısır’ın tarihî

89 devirleri başlarken Vadi bölgesi, Delta’yı da egemenliğine alarak Mısır birliğini gerçekleştirmiş olmaktadır. Bu gelişme M. Ö. 3000 yıllarından önce olmuştur. Yukarıdaki tabloda görece saptanan kronolojide verilen tarihlerin ayrıntıları bir fikir vermek bakımın­ dan konulmuştur.

2.3.2. ESKİ İMPARATORLUK DEVRİ Bu devrin siyasal gelişiminin özelliklerini üç bölümde ele al­ makla daha iyi anlama olanağı vardır. Yukarıdaki bölüm gibi çokça efsanevî bilgilere dayanan bir devir değilse de yazılı bel­ gelerin yetersizliği, sonradan yazılanların ise sözlü geleneklere da­ yanan gerçek dışı bilgiler içermesi nedeniyle tüm ayrıntılarını bi­ lemediğimiz bu deviri yine de genel gelişimiyle tanımaktayız. A) Tinitler Devri (1. ve 2. soy) ; İlk Mısır soyunu kuranın Menes olduğuna değgin daha sonra­ dan yazılan Mısır ve Eski Yunan belgeleri az da olsa bilgi vermek­ tedir. M. Ö. 3000 lerden önceki belgelerde de Menese rastlanmak- tadır. Demek ki Mısır birliğinin ilk kurucusu elmasa bile bu bir­ liğin kurulmasında çok önemli görev yapmış olan bu kral, Mısır’- lıların geleneklerinde yaşamış, sonunda ilk birleştirici kral duru­ munda sunulmuştur. Menesle başlayan Mısır tarihi artık tanrı - krallar devrinin olağanüstü düzeyinde değildir. İlk insan krallar devri başlamış olmaktadır. Bu ilk iki soy Tinit Sitesini başkent edindikleri ve bu şehirli oldukları için Tinit’ler devri diye adlandırılan bu devri araştırıcılar, eski imparatorluğun önüne koyarlar. Son araştır­ malarla bir dereceye kadar aydınlatılan bu devrin eski impara­ torluktan önceki devir olarak adlandırılması olanağı vardır. Tinitler devrinde Mısır’ın ana sorununun birliğin gerçekleş­ tirilmesi işi olduğu görülmektedir. Memfis şehri de bu devirde kurulacaktır. Delta bölgesini sürekli elde tutabilmek için bu şehir stratejik bir üs olarak kullanılacaktır. Daha sonra bu zamandan başlayan Sina yarımadası seferleri bakır elde etmek amacıyla Mısır tarihi boyunca sürecektir. Me- nes’ten sonra bunda başarı kazanıldığı anlaşılıyor. İkinci soyun da Tinit’li olmakla birlikte Memfise yerleştikleri mezar kalıntılarından anlaşılmaktadır. Duyulmamış derecede ser­ vet birikimi, bir uzman zanaatçılar kalabalığı ortaya çıkmış, ge­ niş bir ticaretin varlığı belirmiştir. Hiyeroglif yazı artık bulun­ muştur. Burada Mezopotamya’dan farklı bir olguya dikkat etmek ge­ rek, Mezopotamya’da zenginlik tapınakta toplanmaktaydı. Mısır’-

90 daysa fazla üretim Firavun’un kendi sarayında toplanmaktadır. Bu birikimin simgesi olarak da anıtsal mezar yapılarının yapıldı­ ğını göreceğiz. Mezopotamya’daki tapınak, zenginliğin yansıma­ sıydı. Mısır’da tapınak Firavun’un bağışıyla yapılan anıttır. Ziggu- rat’ın karşısında piramit vardır. Demek ki Tinitler devri diye adlandırılan bu ilk devrin Tinit’- li soyları ülke birliğini gerçekleştirmeyi ve ticareti geliştirmeyi başarmışlardır.

B) Tinit’lerden Sonra, Eski İmparatorluk (M. Ö. 2778 - 2413) : Araştırmacılarca Eski İmparatorluk deyimi Tinit soyu ayrı­ mından önce kullanılmıştı. Bugün Eski İmparatorluk deyirhini daha geriye almak gerekir. Ancak Tinit’ler devri bir imparator­ luk kavramına ulaşamamıştır. Bu bakımdan Mısır’ın asıl impara­ torluk niteliğine ulaşması 3. soyla başlayan devrede olacaktır. Bu soyla birlikte Memfis şehri, Mezopotamya’da Babil’in oy­ nadığı rolü oynayacak ve ülkeyi istenen yere yükseltecektir. 3. ve 4. soyların maddî kalıntılarını korumak ve böylece ülkesi, yararına sihir etkisinin sürekliliğini sağlamak için büyük anıtsal mezarlar yaptırdıklarını görmekteyiz. 3. soydan Coser’in Sakka- ra’da yaptırdığı basamaklı piramid tipi 4. soy Firavunlarınca da­ ha geliştirilecek ve büyütülecektir. Ülkenin nüfus ve serveti art­ tıkça mimarlık alanında en büyük anıt mezar yapısına ulaşıla­ caktır. Öte yandan bu muazzam serveti toplayıp Firavunların çıkar­ ları açısından kullanılmasını sağlayan yazıbilir bir bürokrat sı­ nıf oluşacaktır. Gelirlerini artı- üründen sağlayan bu'yazıcılar, yazıyı bir sır olarak saklayacak ve efendilerinin hizmetinde kul­ lanacaklardır. Coser’in başyardımcısı durumunda olan İmhotep’- in şöhreti binlerce yıl sürecek ve giderek tanrılaştırılacaktır. 4. soy zamanında firavunların mezar yapıları yanında bu memur­ ların da zengin mezarlarına rastlanmıştır. Çünkü Firavunun sa­ rayında toplanan zenginliğin bir kesiminden bu yönetici zümre yararlanmaktadır. Eski İmparatorluğun bu zenginliği nereden kaynaklanmakta­ dır ? Bunun tüm ayrıntılarını bilmemekle birlikte bu servet ka­ bartmalardan anlaşıldığı kadariyle, diyebiliriz ki Mısır İmpara­ torluğunun Nübya’ya, Sina yarımadasına yaptığı seferlerden ve içte gerçekleştirdiği herkesin Firavun için çalışmasından sağla­ maktadır. 4. Soyun kurucusu Snefru’nun seferlere çıktığı, devri­ nin zengin bir dekorla süslü olduğu görülmektedir. Keops, Kefren,

91 Mikerinos adlı eski imparatorluk Firavunlarının gerçekleştirdik­ leri büyük piramitler ise zenginliğ:in en üst derecesine ulaşıldığı- m göstermektedir. Bu Firavunları Eski Yunan’lıların birer des­ pot olarak anlatmalarında gerçek payını gözden uzak tutmamak gerekir. Bu son üç Firavundan Mısır memurlarının mezarların­ daki yazılar saygılı bir dille söz ederler. Bu da doğaldır. Keops, Snefru’dan sonra kral olmuş, tam bir saltçı (mutlak) yönetimi gerçekleştirmiştir. Keops, bu saltçı yönetimi destekle­ yen bir değişikliği dinde de gerçekleştirerek «Ra» yı üstün tanrı durumuna getirmiş, kendisi de yeryüzü tanrısı düzeyine yüksel­ miştir. Onun tanrılaştırılmış kişiliği Mısır tarihi boyunca süre­ cektir. Demek ki geliştirilen ekonomik yapıyla paralel olarak si­ yasal düzen de gerçekleştirilmiştir. Mikerinos’tan sonra dinsel sınıfın giderek güçlendiği ve si­ yasal düzende yerlerini almak için girişimlere başladıkları görül­ mektedir. Sonunda bu sınıf Ra’nın oğulları adıyla siyasal iktida­ rı ele geçirir. Delta’nın dinsel merkezlerinden Heliopolis’li olan Ra’nın taraftarlarının ortaya koyduğu yeni iktidarı yeni bir soy olarak adlandırırlar. Gerçekten de bu 5. soy zamanında ar­ tık Horüs önemini yitirmiş, güneşi simgeleyen «Ra» önem kazan­ mıştır. Bu devirde eski, anıtsal mezar yapılarının yerini yeni tîp tapınaklar almıştır. Memurları da din adamları sınıfı çıkarmak­ tadır. Tanrı heykelleri yapılmaktadır. Çünkü Güneş Tanrısı Ra her yerdedir. Ra’nın bu değeri kazanması Firavun’un ekono­ mik merkez olma niteliğinde bir gerileme olduğunu da gösterir. 5. soy kralları Libya ve Sudan dolaylarından ülkeye girmek isteyenlerle savaşmışlar, Filistin dolaylarından gelen göçebelerin de sızmalarını önlemişlerdir. Denizde üstünlük kurma gereğini du­ yan bu soy zamanında filo oluşturulacaktır. Mısır’ın iç zenginli­ ğinin alabildiğine arttığı bu devirde yapüan anıtlarm sanat değe­ ri de yükselmiştir. Bu soydan sonra Mısır’ın sosyal yapısında ve siyasal yöneti­ minde değişiklikler ortaya çıkmıştır. Eski İmparatorluk devrinin özelliklerinden çok ayrı bîr nitelik taşıyan bu devreyi «Birinci Ara Devir» olarak adlandırırlar. Burada, bu ayrıma uyarak 6. soydan 11. soya dek, aşağı yukarı M. Ö. 2400 lerden 2050 lere uzanan üçyüz yıllık devresini ayrı ele alacağız.

C) Eski İm paratorluğun Sonu (M. Ö. 2413 - 2065) ; Heliopolis’li soyun yerini Memfis’li yeni bir soy almıştır ki 6. soy olarak adlandırılır. Bu soyun ilk kralı Teti kısa süren yö­ netiminde önceki soyca geliştirilen Mısır kültürünü sürdürmeyi

92 başaracaktır. Oğlu I. Pepi’nin ise uzun süren hükümdarlığında donanmayı geliştirdiği, düzenli ordularla doğuya, göçebeler üze­ rine seferler yaptığı görülmektedir. Kardeşinin zamanı da aynı biçimde geçmiştir. (II. Pepi). Tüm bu gelişmelere karşın soylulara, din adamlarına ve yük­ sek bürokrartlara geniş topraklar ve ayrıcalıklar verilmeye baş­ landığını görmekteyiz. Mısır birliği içinde bulunan eski şehir dev­ letleri ya da bölgeler daha önce bağımsız yaşadıkları devirlerin ge-. leneklerini sürdürmekteydi. Bu durumdan yararlanan yerel de­ rebeyleri türemeye başladı. Eski imparatorluk devrinin mekezî yönetimine karşı ayaklanmalar görüldü. Giderek bağımsız dere­ beylikler ortaya çıktı. Bu devrede eski Mısır’ın yazılı belgeleri de azalmakta, karışıkhklar birbirini izlemekte, merkezde 6. soyun varlığını sürdürmesi ise bir anlam taşımamaktadır. Bu durumdan yararlanarak Asya’hla,rın, Libyalı ve Zencile­ rin Mısır topraklarına sızmaları, bu devir Firavunlarının yönetim ve kişiliklerine bağlı olarak devletin zayıflamasıyla açıklanamı- yacak ölçüde geniş kapsamlı bir olaydır. Firavun’un büyük sara­ yına Mısır’da olmayan madenler ve kullanılan gereçler savaş yo­ luyla sağlanmaktaydı. Ama soyluların babadan oğula geçen bir sınıf olarak oluşmasıyla artık Firavun, elindeki zenginliklerle bu savaşları yürütemiyecek duruma geldi. Çünkü Firavun sarayı gi­ bi ürün fazlasıyla yaşıyan yerel beylerin, din adamlarının ve yazıcılar (bürokratlar) sınıfının sarayları da ortaya çıkmıştı. Bunlar, Firavuna akan zenginlikleri kendi saraylarına kanalize ettikçe eski imparatorluğun güçlü Firavunlarının merkezî yöne­ timinin yerini yerel devletler alacaktır. Bu küçük devletler Fira­ vuna sözde vergi bağıyla bağlıdırlar. Demek ki Mısır, eski impa­ ratorluk devrinin güçlü devletini, yalnız iç zenginlikleriyle de­ ğil, dışardan sağladıklarıyla yaşatmaktaydı. Savaş gücünü yiti­ rince M. Ö. 2300 lerde eski imparatorluk da çöktü. 6. soy Delta bölgesinde yaşarken Heraklepolis’liler ve Teb’li- 1er başka soylar oluşturmuşlar ve Mısırı parçalamışlardır. Bu soylara araştırıcılar inceleme kolaylığı bakımından numaralar vermektedirler. Sonuç olarak baktığımızda Ön Asya’da M. Ö. 3000 lerden ön­ ce Mısır birliğini oluşturan Firavunlar üretim fazlasını bir elde toplayarak bir imparatorluk gerçekleştirmişler, çevreleriyle ticarî ilişkiler ve savaşlar sonucu zenginleşmişlerse de M. Ö. 2000 lerden önce devlet sisteminden gelen koşullarla bu düzen, siyasal anlam­ da bir derebeylik yönetimine dönüşmüştür.

93 2.3.3. ORTA İMPARATORLUK DEVRİ Mısır’ın feodal bir yönetim içinde bulunduğu sıralarda Teb şehrinin yöneticileri yeniden birliği kurmayı başarmışlardır. Bu işin M. Ö. 2000 yıllarına doğru olduğu sanılmaktadır. Kesin bir tarihleme yapılmamakla birlikte Teb’lilerin yeniden iktidarı ele geçirmeleriyle başlayan soya 11. soy denir. 11. ve 12. soylar za­ manında Mısır’ın yeniden birliğe kavuştuğunu görüyoruz ki bu dönem Orta İmparatorluk adı verilmektedir. Orta İmparatorluk devrinin sonunu Hiksos’lar getirecektir. Yukarıdaki bölümleme­ mize uygun olarak bu devri de iki bölümde ele almak doğru olacaktır.

A) 11. ve 12. soylar : Gerçi Teb’li prensler Eski İmparatorluk devrindeki gibi tam saltçı bir yönetim gerçekleştiremedilerse de diploması ve savaş yoluyla Mısır’ın birliğini yeniden kurmayı başardılar. Tam saltçı bir yönetim oluşturamamalarının ana nedeniyse «Orta sınıf»m kuvvetlenmesidir. Yerel yöneticileri kendilerine bağlayacaklar, karşı gelenleri ise işten alacaklardır. Böylece ortaya çıkan soya 11. soy denir. Mentuhotep adındaki kral, derebeylerin çatışmala­ rından doğan başı bozukluğu gidermeyi başaracaktır. Amon yerli bir tanrıyken ileri geçecek ve onun çevresinde toplanılacaktır. 11. soyun son krallığı sırasında yöneticilerden Amenemhat da önemli görevler yapacak, saygıyla anılacaktır. Mısır’ın en çok tanınan devirlerinden biri 12. soy devridir. Daha sonraki devirlerde bu soyu anlatan yazılar abartılmış biçim­ de onların başarılarından söz eder. Amenemhat ve Sesostris adlı krallar birbirlerini izleyerek başa geçmiştir. Bunlar arasında I. Amenemhat, III. Sesostris ve III. Amenemhat çok ünlü fira­ vunlardandır. Bu soyun nasıl iktidarı ele geçirdiği bilinmemekle birlikte I. Amenemhat Teb’li bir kişi olarak yönetimi ele aldığı halde Teb’i bırakarak Memfis yakınlarında yeni bir savaş kenti oluşturmuştur. Göçeberi Mısır’dan kovarak dönmelerini engelle­ mek için Delta’nın doğusunda duvar (set) yaptırmıştır. Ayrıca Libya’ya karşı seferlere de çıkmıştır. M. Ö. 185'0 lere doğru başta bulunmuş olan III. Sesostris fetih- çi bir kral olarak tanrılaştırılmıştır. Güneye seferler yaparak zen­ cilerin Mısır’a girmelerini engelleyen bu kral, deniz seferlerine de çıkmıştır. Kızıldeniz ve Akdenizdeki bu seferlerinin izleri sapta- nabilmektedir.

94 III. Amenemhat ise Fayyum’da baraj yapmayı başaracaktır. İşte bu üç kral başta olmak üzere 12. soy Mısır’ı yeniden canlı bir ticaret ve zenginlik ülkesi düzeyine yükseltmiştir. 200 yıl­ lık bir devreden sonra durum değişecektir. 12. soydan sonra 13. ve 14. soylar sırasında Mısır’da yeniden parçalanmalar, karışıklıklar baş gösterecektir. Aslında M. Ö. 1500 lerden önceki ikiyüz yıllık devre, tüm Ön Asya uygarlık alanla­ rında göçlerin, saldırıların, yeni kavimlerin istilâlarının olduğu devredir. Bu gelenler genellikle yazıyı tanımadıklarından, onlara ilişkin yazılı belgeler de yeterli değildir. İşte Mısır’ın da içinde bu­ lunduğu bu devrede. Mısırlıların »Hiksos» 1ar dedikleri kavimler Delta bölgesine gelecekler ve yönetimi ele geçireceklerdir.

B) Hiksos’la r ; Hiksos’ların kendileri yazılı belge bırakmadığından, onları daha sonra yazılan yazılı belgelerden tanımaktayız. Mısır’lılar bu kavimleri kültürce geri görmekte ve kınamaktadırlar. Mısır’lılar Hiksos’ları düşman olarak görmüşler haklarında olumsuz bilgiler vermişlerdir. Bu bakımdan söz konusu belgelere tam anlamıyla güvenmek olanağı yoktur. Hiksos, çoban kral demektir. Kim olduklarına değgin bilgi­ ler tartışmalıdır. Yeni imparatorluk belgelerinde «Sami» ırkından gösterilmektedirler. Tarihçilerce Ön Asya’nın Kassit, Hitit, Hurri göçlerine bağlı olarak Hurri’lerin bir kolunun da Mısır’a geldik­ leri, yolda Sami’lerle de kaynaştıkları ileri sürülmektedir. Bu tar­ tışmalardan ne sonuç çıkarılabileceği bir yana bırakarak diyebi­ liriz ki Hiksos’lar doğudan gelmiş ve bir yüzyıla yakın süre Mı­ sır’da egemen olmuşlardır. Hiksoslar Delta’nın doğusunda «Avaris» şehrini başkent edin­ mişlerdi. Asya’da egemenlik alanlarının geniş olduğu üzerinde tartışılmaktadır. Mısır dinine ve kültürüne tepki göstermişlerdir. Tüm Mısır’a egemen olup vergi almışlardır. Ancak onlar bir yö­ netici grup durumunda kaldılar. Zamanla Mısır kültüründen et­ kilendiler. Öte yandan Mısır’lı yerli soylarla sürekli savaşlarda bulundular. Sonundaysa Mısırlılar Teb’ll bir prensin başkanlığın­ da (Ahmosis) Hiksoslan yenmeyi başaracaklar ve Filistine süre­ ceklerdir. (M. Ö. 1580 lerde). Gerçi Mısır’lılar Hiksoslan çok küçümserlerse de atı, atlı ara­ bayı, demiri Mısır’a onlar getirmişlerdir. Bundan sonra başlaya­ cak olan büyük fetihlerde bu savaş tekniklerinin ve maddelerin önemli yerleri vardır. Bu açıdan Mısır’ın yeni imparatorluk dev­ rini yaratan teknikleri Hiksos’lara borçlu olduklarını kesinlikle söyleyebiliriz. Tekerleğin uygarlık gelişimindeki önemini belirt­

95 meye gerek bile yoktur. İşte Mısır’lılar bunları Hiksoslar’dan öğ­ renecek ve benimseyeceklerdir. Onların yardımıyla da bir Ön As­ ya İmparatorluğu düzeyine yükseleceklerdir.

2.3.4. YENİ İMPARATORLUK DEVRİ (M. Ö. 1580 - 1085) : Bu devir, Mısır siyasal yaşantısının değiştiği, Mısır’ın bir Ön Asya İmparatorluğu düzeyline yükseldiği devirdir. Ayrıntılarına dek bilinen bu devreye değgin kaynak sayısı da çoktur. 18. soyla, başlayan bu gelişme, İS. soy devrinde de sürecek, 20. soy 'zama­ nında ise dış etkiler nedeniyle Mısır İmparatorluğunda bir geri­ leme ortaya çıkacaktır. Tüm kralların ayrı ayrı öykülerini göz­ den geçirme yerine önce iç gelişme, sonra da bunun dışa yansı­ yan yönünü gözden geçireceğiz. Hiksos’lara karşı Tebll prenslerin giriştiği mücadele sonucu başarı kazanılıp, Hiksos’lar Mısır’dan uzaklaştırılınca yeni bir si­ yasal düzen yaratma gereği duyulmuştur. Hiksoslardan öğrenilen savaş teknikleri de yeni düzenin gerçekleştirilmesini sağlayacak koşulları vermekteydi. Bu durumda, güçlenen kral tam saltçı yö­ netimini gerçekleştirebilecektir. Ülke merkezden atanan bir me­ murlar smıfınca yönetilecektir. Bu merkeziyetçi yönetimi tam yürütebilmek için de örgütlü ve barış zamanlarında da hazır bu­ lundurulan bir ordu düzenlenecektir. Ayrıcalıklı bir sınıf niteliği kazanan bu ordu yardımıyla merkezî yönetim gerçekleştirildikten başka Mısır’ın, Asya’ya doğru sömürgeci bir imparatorluk politi­ kası ugulaması olanağı elde edilecektir. Bu ordu yalnız Mısır’lı- lardan oluşturulmamış, komşuları arasından ücretli askerler de alınmıştı. Bu askerî sınıf üretim fazlasından, yağmalardan pay aldıkları gibi kendilerine toprak da verilerek soylu bir sınıf düze­ yine yükseltilmişlerdi. Bunun sonucu olarak da zaman zaman iktidar gücünü ele geçirme uğraşına girdikleri, arada sırada hükü­ met darbesi gerçekleştirerek iktidarı aldıkları görülecektir. Merkezî yönetimin Asya’da ele geçirilen yörelerde yürütüle- mediği, yerel yöneticilerin etkin oldukları görülür. Bunlar bağlı devlet durumunda kalacaklardır. Mısır siyasal yapısında askerî sınıftan başka yeni bir sınıf or­ taya çıkacaktır ; Ruhban sınıfı. Mezopotamya’da önce bu sınıf güçlüyken, giderek yerlerini krallık almıştı. Mısır’da bu devreye dek gelişim bunun tersiydi. Firavun tanrı-kral niteliğinden gel­ diği için dinsel güç önceden onun kişiliğinde birleşmişti. Kendi adına dinsel hizmetleri yapmak üzere rahipleri kendi atamaktay­ dı. Fakat bu devirde Amon başrahiplerinin giderek güçlendikle­ rini ve siyasal etkinliğe katıldıklarını görmekteyiz. Yeni gelişen kurumlarıyla Mısır, Hiksos’lardan sonra Ön Asya siyasal yaşantısında yeni bir siyasal uğraşta bulunacaktır. Mısır’­ ın sosyo - ekonomik gelişimiyle elde biriken zenginlikler yoğaltılır- ken ortaya çıkan yeni gereksinmelerle saldırgan bir politika uy­ gulanması gereği doğacaktır. Hiksos’lar devrinde vergi vererek bağlılıklarını sürdüren Teb’- 11 prensler elverişli ortam bulunca Hiksos’larla mücadele edecekler ve Ahmosis sonunda Hiksos’ları kovmayı başaracaktır. Ahmosisle başlayan yeni döneme 18. soy denir. Ahmosis, Hiksos’ları Filistin topraklarına dek kovalamıştır. Bu mücadelenin kayıplarını gide­ recek uğraşlarda bulunmuştur. Ahmosis’in ölümüyle başa geçen I. Amenofis babasının başladığı işleri tamamlayacaktır. Artık Mı­ sır iç düzenini saldırıya göre ayarlamıştır. Nitekim M. Ö. 1530 larda başa geçen I. Tutmosis Fırat boy­ larına dek sefer yaparak buralarda sınır taşları diktirdikten son­ ra çokça ganimetle ülkesine dönmüş, güney sınırlarında da Su­ dan ve Nübya’yı birleştirip Mısır-topraklarına katmıştır. Bu, artık Mısır için yeni bir devrin açılışıdır. M. Ö. ikinci binin ortaların­ da Suriye hem zenginliği, hem de stratejik değeri bakımından önemli bir bölgedir. Devrin büyük devletleri Suriye politikasında etkin rol oynamak zorundadırlar. Anadolu tarihi bölümünde da­ ha geniş bir biçimde Suriye’nin üzerinde durulacağından, burada yalnız Mısır’ın gelişimini belirtmekle yetineceğiz. I. Tutmosis’in ölümünden sonra kız kardeşi Haçepsut ile ev­ lenen oğlu II. Tutmosis kral olacaksa da başlanan genişleme po­ litikasını sürdüremiyecektir. Kraliçe Haçepsut kocasının değil, kendisinin taht izleyicisi olduğunu yaymaktaydı. Kral, küçük yaş­ taki oğlunu da iktidara ortak etmişti. Kendisinin ölümü üzerine bu küçük yaştaki kral III. Tutmosis adıyla tahta geçtiyse de, Haçepsut soylularla birleşerek krallığı ele geçirmiş, III. Tutmosis, gölgede kalmıştır. M. Ö. 1505 - 1483 yıllarında tahtta kaldığı tarihlenen Kraliçe Haçepsut zamanında savaşlar olmamışsa da iç zenginliklerin anıt­ sal yapılarda kullanıldığını görüyoruz. Amon rahiplerinin ve me­ murların yönetimde önem kazandıkları bu devirden kalma sanat yapıtları Mısır uygarlığının gelişme çizgisini göstermektedir. Onun ölümünden sonra III. Tutmosis yeniden başa geçerek genişleme ve savaş politikasını başlatacaktır. Kuzey - Doğuya sürekli sefer­ ler yaparak, Mısır’a elde ettiği bölgelerin zenginliklerini taşıyacak, bu yağmalarla yığılan zenginliği de büyük anıtlar yaptırarak değerlendirecektir. Mısır’dan uzak yerlerde zaman zaman isyan­ lar çıkacaksa da yeni seferler düzenliyerek bunları bastırmayı ba­

97 şaran Mısır Firavunları Mısır’ın zenginliğini gittikçe artırmışlar­ dır. Öyle ki III. Amenofis (M. Ö. 1405 -1370 olarak tarihlenir) za­ manında Mısır artık refah topluluğu olarak zârveye erişmiştir. Devrin çok büyük anıtı olan Lüksor tapınağı da bunu belgelemek­ tedir. M. Ö. XIV. yy. ın ilk yarısında artık sömürgeci Mısır impa­ ratorluğu zenginliğinin zirvesine ermiştir. Ele geçirdikleri yerler­ den getirdikleri mallar ve köle emeğine dayanan anıtlar yalnız Teb şehrini değil, Mısır’ın her yerini süslemekteydi. III. Ameno- fis’in ölümünden sonra Mısır’da iktidarı etkileyen değişmeler ola­ caktır. M. Ö. 1370 - 1352 yıllarında başta bulunduğu tarihlenen IV. Amenofis (Ahnaton), Mitanni asıllı olan karısı Kraliçe Ne- fertiti’nin de yardımıyla yeni «tek tanrılı» bir din reformu gerçek­ leştirecektir. Bu aslında salt bir dindarlık açısından yapılmış re­ form değildir, Bunun iki ana nedeni vardır : 1) Mısır bir Ön Asya imparatorluğu düzeyine yükselmiş, de­ ğişik etnik grupları, başka başka din ve kültürde halkları içermiş durumdadır. Bunları bir bağla araya getirmek, isyanları önlemek gerekmektedir. Eskiçağ toplumları için birleştirici öğenin din ol­ duğuna değinmiştik. Bu bakımdan birleştirici, yerel tanrıların üzerine çıkan evrensel bir din gerçekleştirmek gereğine inanıl­ mıştır. Bu evrensel din. Ön Asya uygarlıklarının hepsinde önemli yeri olan «güneş tanrısı» ile simgelenebilir. Güneşin işlevine uygun olarak aldığı tanrısal yerinden, bu açıdan yararlanılma yoluna gidilecektir. İşte IV. Amenofis’in din reformunun ana nedenlerin­ den biri budur. 2) Amon rahiplerinin gücü gittikçe artmış ve firavunların iktidarlarına ortak olacak düzeye erişmişti. Firavunlar, elde ettik­ leri zenginlikleri, Amon tanrısına bağlı dinsel anıtlarda kullan­ mışlardı. Amon rahiplerinin iktidar üzerindeki etkinlikleri tarihin birçok devirlerinde gördüğümüz siyasal iktidarla din adamları arasındaki mücadeleye benzemektedir. (Buna benzer örnekleri Mezopotamya’da gördüğümüz ölçüde Ortaçağ toplumlarında da görürüz. Örneğin Papayla İmparatorlar mücadelesi, İslâm topi lumlarında ise halife - sultanla ulema mücadeleleri gibi). İşte Firavun da şimdi bu mücadelede Amon rahiplerinin gücünü kır­ mak için yeni bir kült yaratma gereğini duymuştur. IV. Amenofis, Mısır’da var olan Aton (güneş tanrı) tanrı an­ layışını öne geçirecektir. Aton çevresinde simgesiz, tapınaksız tek tanrılı bir din yaratacaktır. Orta Mısır’da Ahet - Aton (şimdiki adı Tel el - Amarna) kentini kurarak başkent edinecek, böylece Teb’de kuvvetli olan Amon rahiplerinin etkisinden kurtulma yo­ lunu tutacaktır. Adını da değiştirip Ahnaton adını alacaktır. İlk

98 tek tanrılı, fetişi olmayan, açık hava tapınaklarında yalınç tapın­ ma kurallarını içeren bu yeni dine karşı, çıkarları bozulan sınıf­ lardan özellikle Amon rahiplerinden sert tepkiler gelecektir. Ahna- ton’un bu tepkiler sonucu ödünler verdiği görülmektedir. Kraliçe Nefertiti’nin bu yüzden Ahnaton’la arasının açıldığı ve ayrı ya­ şayarak Aton’a bağlılığını sürdürdüğünü görüyoruz. Aton dininin bu denli kolaylıkla gerçekleştirilmesinden tanrı «Ra» taraftarlarının bu dini desteklemelerinin önemli bir yeri var­ dır. Ancak Ahnaton ve yerine geçen damatlarımn ölümünden, ya da kısa süreli iktidarlardan sonra bu din yaşıyamayacaktır. Horemheb adındaki bir subayın iktidarı ele geçirmesi sonucu du­ rum değişecektir. Horemheb askerî seferlerle tanınmış ve Ahnaton’dan sonra gelenler zamanında iktidarı ele geçirmeyi başarmıştı. Aton dini­ ni ortadan kaldırarak yeniden Amon’un baş tanrılık yerini sağ­ lamlaştıracaktır. Horemheb’le birlikte 18. soy olarak ayırt edilen devre de sona ermiş sayılır. Kimileri Horemheb’i bu soyun son kralı olarak da anarlar. M. Ö. 1320 lerde tarihlenerek başlatılan yeni soy (19. soy) zamanı Hitit-Mısır mücadelesinin olduğu devirdir. Bu soyun ilk kralı I. Ramses yönetimi yeniden düzenlemiş, oğlu I. Setos (M. Ö. 1318 -1299 olarak tarihlenir) güney ve batı sınırlarını güven al­ tına aldıktan sonra Hitit İmparatorluğu sınırlarına dek yeniden Mısır egemenliğini kurmuştur. (Devrin öyküsü abartılmış biçim­ de yapımına başlanan Karnak tapınağı duvarlarına işlenmiştir.) I. Setos’tan sonra tahta geçen II. Ramses (M. Ö. 1298 - 1232 olarak tarihlenir) uzun iktidar döneminde çok tanınmış bir Fira­ vundur. Bu tanınmayı Hitit’lerle yapılan savaş ve barış yanında yaptırdığı yeni yapıtlara ya da eskiden yapılanlara kendi adım kazdırmakla, sağlamıştır. Hitit - Mısır mücadelesini Eski Anadolu tarihinde söz konusu edeceğimizden burada üzerinde durmayaca­ ğız. Sürekli savaşlarla geçen bu kralın son yıllarında dış ülkeler üzerindeki egemenliğinin sarsılmaya başladığını görmekteyiz. Bu sarsıntı II. Ramses’ten sonra başa geçen Mineptah zamanında da sürecektir. Mineptah zamanında merkezî yönetim zayıflayacaktır. Giderek askerî soylu sınıfın, eski Nom beyliklerinin yeniden can­ lanmaya başladığını yönetimde tam bir iktidar mücadelesi orta­ mına düşüldüğünü görmekteyiz. Bu kraldan sonrakilerin aynı soydan olmadıklarına, M. Ö. 1200 lere dek tam bir kargaşa orta­ mının sürdüğüne tanık olmaktayız. Soylu sınıflar diğer sımflarm da yardımıyla tapınaklarda biriken serveti ele geçirdikleri, tapı­ nakları yağmaladıkları bu devri M. Ö. 1200 lerde Setnaht adında

99 bir kra] sona erdirecek, yeniden düzeni kuracaktır. Araştırıcılar 20. soyu bu kralla başlatırlar. Sethant’ın oğlu III. Ramses (M. Ö, 1198 - 1166 olarak tarih- lenir) devrinde Mısır dış saldırılar altında çok kötü duruma düş­ müştür. Llbya’lılar ve başka etnik gruplar batıdan Mısır’a saldı- kırken, Doğudan da «Deniz Kavimleri» olarak adlandırılan kavim- (ki bunlardan yalnız Filist’ler adlarını Filistine verip unutul­ maktan kurtulmuşlardır) saldırm-işlardır. M. Ö. 1200 lerdeki de­ niz kavimlerinin göçü tüm Ön Asya’yı etkilerken Mısır bunun dı­ şında kalamamıştır. Hitit devletinin yıkılması üzerine bu ka­ vimler Mısır sınırına varıp, hatta sınırı da aşıp Delta bölgesine sızmaya başlamışlardır. Gerçi III. Ramses mezar anıtında zafer­ ler kazandığından, yeni ülkeler ele geçirdiğinden söz ederse de, bu kral ancak doğudan ve batıdan gelen saldırıları Mısır’da dur­ durmayı başarmıştır. Mısır’ın henü^ gücünü yitirmediğini,, ya­ pılan yeni anıtların varlığından anlamaktayız. Ondan sonra ge­ len krallar hep Ramses adını taşırlar. Araştırıcılar 80 yıl kadar süren bu yeni devreye Ramses’ler devri derler. 21 Ramses adlı kral gelmiştir bu devrede. Mısır tam bir çöküntü içine yuvarlanmış, eski merkezî devletin yaratıcı gücü olan soylu asker sınıfı bir yandan, din adamları diğer yan­ dan sürekh mücadele içinde bulunmuşlar, 21. Ramses’i alt etme­ yi başaran Herihoi" adındaki Amon baş rahibi iktidarı ele geçir­ miştir. (M. Ö. 1085 lerde). Artık Ön Asya’nın sömürgeci, kuvvetli imparatorluğu orta­ dan kalkmıştır. Ön Asya’da beliren yeni güçlerin istilâsına açık bir Mısır’la karşı karşıyayız.

2.3.5. ESKt MISIR TARİHİNİN SON DEVİRLERİ (M. Ö. 1085 - 333) : Mısır tarihinin bu devresi, uzun mücadeleler sonunda yaban­ cıların Mısır’ı ele geçirmeleriyle sonuçlanan uzun- bir süredir. Yeni imparatorluk devrinde başlayan buhran giderek artan biçim­ de sürecek, Mısır birliği parçalanacaktır. Ortalama 500 yıl süren Ön Asya’nın bu büyük imparatorluğunun bu duruma düşmesinin nedenlerini, yine bu imparatorluk devrinde aramak gerekir. Ta­ rihte bu tip çöküntü devrelerini ele alırken birçok tarihçi baştaki kişilerin güçsüzlüğüyle açıklamak isterler. Yöneticilerin güçsüz kişiler olması nedeniyle birliğin bozulduğunu söylerler. Kuşkusuz yüzeyden bakılınca bu yargılar doğru gibi gözükür. «Yeterli bir önder başta olsaydı buhran olmazdı» görüşü aslında bir tarih so­ rununu açıklamaktan çok uzaktır.

100 Mısır’ın bu son buhranlı devresini ele alırken önce çöküntü­ nün temel nedenlerine değinmek yararlı olur. Bu nedenleri Ön Asya’nın diğer imparatorlukları içinde düşünmeliyiz. Çünkü M. Ö. 1200 1erden sonra gelişen yeni durum Akdeniz kültür çevresinin yeni bir aşamasını yaratan oluşumun başlangıcıdır. Arkeologla­ rın, bu tarihlerden sonraki aşamayı «fdemir çağı» olarak adlandır­ maları nedensiz değildir. Öyleyse Mısır için değineceğimiz yapı­ nın, diğer bu devir uygarlıklarının imparatorluk düzeyine ulaşan­ lar açısından da aşağı yukarı aynı niteliği taşıdığını gözden uzak tutamayız. M. Ö. 1500 lerden sonra ortaya çıkan merkezî imparatorluk­ lar (Mısır, Hitit, Mitanni) küçük çatışmalara son verdilerse de bu kez çatışma kendi aralarında başladı. Yeni bir üretim biçimi ge­ liştirilmiş değildi. Bu imparatorluklar üretim yoluyla değil, sa­ vaşlar sonucu ele geçirdikleri bölgeleri sömürerek zenginliklerini artırma yolunu tutmak zorundaydılar. Bu yeni bir servet üretimi değil, üretilen servetin yağmalanmasıdır. Bu servet durmadan artan nüfusu besleyecek durumda olamazdı. Servet gereksinmesi savaşı zorladıkça, savaş için yeni insan kaynakları bulunması zo­ runluluğu doğuyordu. Bu uygar imparatorluklar ücretli olarak komşu savaşçı boylardan asker toplamak zorunda, kaldılar. Mısır İmparatorluğu özellikle Libya’dan ücretli asker toplamıştır. Bu ücretli askerlerin ilerde silâhlarını firavunlara çevirmeleri ve ik­ tidarı ele geçirmeleri olanağı doğacaktır. Öte yandan bu merkezî imparatorluk devrinde genişleyen dev­ lette tüm zenginlikler firavunun sarayında toplanamıyacaktır. Yönetimde görev alan memur zümresi de servet toplayan ikinci merkezler düzeyine ulaşacaktır. Bir yandan da dinsel sınıf eko­ nomik üstünlük kazanacak düzeyde servet birikimine girişme ola­ nağı bulacaktır. Bu yeni sınıfların tümü de mülk edinme hakkına kavuşmuşlardır. Firavun, savaş ekonomisini sürdürecek kaynak­ larını giderek yitirmektedir. Kaldı ki para ekonomisi doğmadıysa da, değerli maden çubuklar para yerine değişimde kullanılmakta ve 'zenginliğin simgesi düzeyine yükselmiş bulunmaktadır. İşte büyük imparatorluklar (ki bu tarihlerde Hitit ve Mısır’­ dır) M. Ö. 1'200 lerde böyle bir gelişim içindeyken Balkanlar ve Bo­ ğazlar üzerinden gelen, yazıyı tanımayan, buna karşılık demir si­ lâhları olan kavimler Ön Asya’nın siyasal biçimini değiştirecek­ lerdir. Bu kavimler Hitit İmparatorluğunu j^ıktıktan'sonra Suri­ ye üzerinden Mısır’a saldırdüar. Önceki bölümde gördüğümüz gibi Mısır İmparatorları bu kavimleri ve Batı’dan saldıranları Ön­ lemeyi bir dereceye dek başardı] arsa da savaş ekonomisine daya­ nan Mısır İmparatorluğunu çökmekten kurtaramadılar. Hazine

101 boşaldı. Düzen bozuldu. Ramses’ler devrinde firavunların mezar­ ları soyulmaya başlandı. Son Ramses’in de tarih sahnesinden çe­ kilmesinden sonra Amon rahiplerinin iktidarı ele aldıklarını yu­ karıda görmüştük. Artık savaşın beslediği Mısır birliğini yitirmiştir. Amon baş rahibi Herihor’un kral sanını almasıyla «rahip - krallar» iktidarı başlar. Ancak bunlann egemenlik sınırları Vadi ve Orta Mısır bölgesinden öte geçmemektedir. Delta bölgesinde yeni yöneticiler türemiştir. Bu sıralarda Suriye ve Filistin’de ise egemenlik tüm­ den yitirilmiştir. Mısır’ın bu birliğinin bozulduğu, dış ülkelerdeki egemenliği­ nin yitirildiği sıralarda ücretli Libya askerlerinin iktidar müca­ delesine girişip M. Ö. 950 lerde başarı gösterdikleri görülmektedir. Mısır’da hizmetlerine karşılık verilen topraklarda "oturan bu as­ kerler, kendi boy düzenlerini bozmamışlar ancak Mısır kültürü­ ne uygun davranışları da benimsemişlerdi. Bunlardan Şosenk adlı bir önder Mısır tahtına oturmayı başardı. Şosenk, Delta böl­ gesindeki egemenliğini Vâdi bölgesinin rahip - kralları üzerine de genişletmeyi başardıktan başka, Peygamber Süleyman’dan sonra İbraniler arasında başgösteren çatışmadan yararlanarak Filistin’e sefer de yapıp, Kudüs’ü yağmaladı. Görünüşte Libya’lılar Mısır birliğini kurmuşlardır ama, Mısır dışındaki davranışları genişle­ mek, yerleşmek isteyen bîr devlet anlayışından uzaktır. 22. ve 23. soy olarak adlandırılan Libya’lılann iki yüzyıl süren egemenlik devrelerinin yazılı belgeleri yeterli değildir. Aslında bu tarihler de tüm Ön Asya’nın yazı bakımından bir ((karanlık devre» si söz konusudur. M. Ö. VIII. yy. m ortalarına doğru (M. Ö. 730 larda) Mısır’a bağlı biçime getirilmiş olan güneydeki Nübya’nın Napata kenti rahipleri (daha önce sözü geçen Amon başrahibi Herihor’un so­ yundan olmaları olasılığı var) güçlenecekler ve bir devlet kurma­ yı başaracaklardır. Bu Napata rahip kralları Vadi bölgesini ele geçirdikten sonra Delta’ya karşı seferler düzenleyeceklerse de tam bir birliği sağlayamayacaklardır. Bu sırada Habeş’liler de Mısır’a saldırdıklarından, 24. soy olarak adlandırılan yöneticilerin Asur İmparatorlarıyla anlaşmak istediklerini görmekteyiz. Bu soyu Habeş’liler ortadan kaldıracaklardır. Habeşliler Mısır yönetimini ele geçirdikleri bu tarihlerde (M. Ö. 715 lerden sonra tarihlenir) Asur Ön Asya’nın güçlü dev­ leti düzeyine yükselmiştir. Habeş asıllı 25. soy zamanında Asur’lu- lann Suriye ve Filistini ele geçirdikten sonra Mısır’a saldırıya geç­ tiklerini, ancak geri döndüklerini, M. Ö. 671 lerdeyse Mısır’ı yenip ele geçirdiklerini görmüştük. Önce Delta bölgesi Asur egemenli­

102 ğini tanımıştır. M. Ö. 666 da büyük bir ordu gönderen Asurbani- pal tüm Mısır’ı kendisine bağlamıştır. Artık Mısır Asur’a bağlı bir ülke durumundadır. Ancak bu durum fazla süremeyecektir. Çünkü, Mısır, Asur ülkesine uzaktır. Bilindiği üzere Asur’lular egemenliklerini silâh 'zoruyla sürdürmekte olduklarından fırsat bulan bölgeler ayaklanmaktaydılar. İşte böyle bir girişim Mısır topraklarında da görülecektir. Asur’luların yönetimine bağlı olarak davranan Psammetik Sais bölgesinin yöneticisi olacaktır. Psammetik Lldya kralından asker yardımı da alarak ücretli Hellen ve Anadolulu askerlerden oluşan bir ordu kurmayı başararak, bu ordu ile Asur’luları Mı­ sır’dan çıkaracaktır. Sais kralları devri olarak adlandırılan 26. soy devrinde (M.Ö. 663 - 525) Mısır’ı eski gücüne kavuşturmak için birçok girişimlerde bulunulacaktır. Sais devrinde Mısır’ı, eski düzenine kavuşturacak dış siyasal girişimlerde bulunulmuştur. Sais kralları Suriye ve Filistin’de ye­ niden geç Hitit şehir devletleri sınırına dek genişleyecekler, an­ cak burada II. Babil devletince yenilip geri döneceklerdir (M. Ö. 608 - 604 lerde). Bu çapta bir seferde bulunma gücünü kendilerin­ de göremedikleri sıralardaysa Suriye ve Filistin’deki küçük dev­ letleri Babil’e karşı kışkırtacaklarsa da Nabukadnezar’ın Filistin seferi bu siyasal girişimi de sonuçsuz bırakacaktır. Güneyde ege­ menliklerini sürdürecek, Mısır birliğini de gerçekleştireceklerdir. Bu devirde Mısır, eski Hellen uygarlığının etkisinde kalmaya da başlamıştır. Mısır dinini yabancı tanrılardan arındırma ve İm­ paratorluk devrini yeniden sanat ve kültürde canlandırma, sos­ yal sınıfları yeni biçimiyle düzenleme girişimleri olacaktır. 26. soyun yeniden canlandırmaya çalıştığı Mısır’Iılık artık, M. Ö. VI. yy. ın Ön Asya siyasal yapısında bir anlam taşımamak­ tadır. Çünkü İran’da doğan Pers devleti Ön Asya’yı birleştiren bir siyasal uğraş içindedir. Nitekim, M. Ö. 525 te Mısır kralı II. Psammetik, Pers İmparatoruna yenilecektir. Artık Mısır’da di­ ğer Ön Asya ülkelerindeki gibi bir Pers egemenliği söz konusu­ dur. Gerçi Pers egemenliğine karşı direnme, yeni yönetici soylar oluşturma girişimleri olacak, Pers egemenliğinden kurtulunacak- tır ama, İskender İmparatorluğuna dek süren bu mücadele, ba­ ğımsız bir Mısır devletini gerçekleştirmekten çok bir Pers Satrap- lığındaki iç isyanlar niteliğindedir. İskender ise Mısır’ı M. Ö. 333 te Pers’lerden almayı başaracaktır.

2.4. MISIR’IN UYGARLIK VERİLERİ Eski Mısır tarihinin Dünya uygarlıklarına katkısı burada de­ ğineceğimiz açının çok üstünde durulması gereken bir konudur.

103 yalnızca bilim tarihi açısından katkılarını bile ele alsak bu bö­ lümde ayırdığımız yerin çok üstüne çıkar. Kaldı ki sanat ve kül­ tür verilerini değerlendirmek daha geniş bir bakış açısını zorlar. Burada yalnızca siyasal, sosyal ve ekonomik yapının niteliklerini belirtmekle yetineceğiz.

2.4.1. SİYASAL YAPI Mısır’da siyasal yaşantı nomlarm oluşumuyla başlar. Mezopo­ tamya’da tapınak çevresinde oluşan kentleşme, Mısır’da doğrudan doğruya nom şefi çevresinde oluşacaktır. Bu ayrı gelişimin iki uy­ garlık arasında ayrılıklar ortaya koyması sonucu doğaldır. Mezopotamya’da üretim fazlası tapmakta toplanır ve farklı­ laşma ortaya çıkarken, Mısır’da başından beri kralın «büyük ev» inde (Mısır’lılar büyük eve, yani kralın sarayına «Pero» de- mekteler. Firavun sözcüğü bundan oluşur.) toplanmaktadır. Nom’lar klan’larm totemlerine göre ortaya çıkmıştı. Zamanla Şahin (Horüs) totemiyle simgelenen klan üstünlük sağlayacaktır. Firavun soylarından önceki devirler bu gelişme izlendiğinde me­ zar kalıntıları önemli kanıtlar getirmektedir. Önce mezar kalın­ tılarının zengin ve fakir biçiminde farklılaştığı görülmektedir. He­ nüz şefler ortaya çıkmamışken bu biçimdeki zengin - fakir zıtlaş­ ması artmakta, sınıflar oluşmaktadır. Giderek kralların belirdiği görülmektedir. Bu devrede bir servet birikiminin sağlandığını, uzman zanaatçıların geniş bir dış ticaretle '2enginleştiğini görmek­ teyiz. Nom şefleri tanrı - krallar düzeyine böj^elikle ulaşacaktır. Horüs’le simgelenen klanın şefi, klanın kutsal totemi (tanrı­ sıyla) özdeşleşmiş olarak Vadi ve Delta’nın birliğ’ini gerçekleşti­ recek ve tüm Mısır’ı kendi egemenliği altına alacaktır. Artık bu kral Mezopotamya kralları gibi tanrının topraklarım işleyen ki­ racısı değil, doğrudan kendisi ölümsüzleştirilmiş bir «tanrı» dır. Bu tanrı-kral yerel totemleri kendinde birleştirecektir. Mezopo­ tamya’da tanrının tapmağına alınan üretim fazlası burada tan- ri - kralın kendi hâzinesinde toplanmaktadır. Bu üretim fazlasının simgesi Mısır’da anıtsal mezar yapıları olacaktır. Zenginliğin ar­ tışına uygun olarak anıtsal mezar yapıları da daha görkemli bi­ çimler kazanacaktır. Bu mezarlar, tanrı - kralın maddî kalıntıları­ nı sonsuzluğa dek korurken, kitleler üzerinde etkinliğinin sürme­ sini sağlayan araç durumundadırlar. Böylece Mısır kralının kaynağı anlaşılmış olmaktadır. Birliği simgelendiren bu tanrı - krallar buna uygun törenler düzenleye­ cekler, öte yandan Ön Asya’nın hiç bir uygarlığıyla karşılaştı- rılamıyacak derecede büyük evde toplanan servetin sayım ve top­

104 lanmasıyla ilgili bürokratik görevler ile yazı ortaya çıkacaktır. Sümer’de ruhban sınıfının önceleri gördüğü görevi burada bir ya- zıcüar sınıfı gerçekleştirecektir. Ayrıcalıklı olan bu sınıf görevi­ nin karşılığını hâzineden alacaktır. Eski nom şeflikleri korun­ makla birlikte «kanalların açılmasına memur» (Ac - mer) sanıyla anılacaklardır. Eski imparatorluk devrinde merkezî yönetim da­ ha belirgenleşirken bürokratik sınıflar da gittikçe güçlenmekte- dirler. Öyle ki yürütmenin başı durumunda bir görevli oluşmuş, bu görevli de kral adına hazine, adalet ve belgelerin sorumlulu­ ğunu yüklenmiştir. Giderek üretim fazlasından pay alan görev­ liler bu arada nom şefleri de, kendilerine Firavun’unki gibi mezar yapıları yaptıracaklardır. (Mastaba denilen bu mezarlar kral me­ zarlarının küçük kopyalarıdır). Baştaki sâltçı otorite güçlenmek- le birlikte bu aristokratik sınıfın da zenginliği arttıkça kendi aev)) lerinde biriken servet ve mülkiyetlerindeki toprakla etkin­ likleri de artmaktadır. Yeni imparatorluk devrine dek bu toprak Aristokrasinin zaman zaman merkezi yönetimden ayrılmaları, si­ yasal karışıklığa yol açmış idi. Kurulan düzenin iç çelişkisi doğal olarak bu çatışmalara neden olmaktadır. Yeni İmparatorluk devrinin sij^asal yapısı değişecektir. Gerçi yine saltçı bir merkezî yönetim söz konusudur ama devlet hizmet­ lerini yürüten bürokratlar yanında askerî sınıf ve Amon rahipleri de güçlenecektir. Firavun genişleyen hizmetleri yürütmek için bü­ rokratik sınıflardan yararlanırken savaş yağmacığılıyla ele geçen serveti onlarla paylaşacaktır. Giderek savaş gereksinmesinin isteri olan askerî sınıflar devlet yönetiminde ön alacakları gibi Bü­ yük Ev’in diğer bir rakibi olarak dinsel sınıflar da ortaya çı­ kacaktır. Rahipler imparatorluğun birleştirici simgesi olan Amon’- un kendilerine sağladığı durumun farkına varacaklar ve za­ manla siyasal etkinlikler kazanacaklardır. Her ne denli Amon başrahibini firavun atarsa da, firavunun meşruluğunu yine de din adamları belirlemektedirler. Savaş gelirlerinin aktığı tapınaklar bu sınıfın gücünü artırarak, yukarıda görüldüğü gibi, siyasal yö­ netime yön vermelerine yol açacaktır. Bu siyasal yapıya uygun olarak orduda da gerekli düzenle­ meler yapılacaktır. Yeni imparatorluk devrine dek düzenli bir or­ du sınıfı yokken bu devrin gereksinmeleri sürekli bir ordu düzeni­ nin oluşturulması sonucunu doğuracaktır.

2.4.2. SOSYAL YAPI A) Halk ve Hukuk ; Mısır’ın sosyal yaşantısında halkın yeri sınırlıdır. Üretimde çalışan halkın sosyal statüsünün nasıl bir gelişim izlediğini Mısır

105 belgelerinde görme olanağı yoktur. Önce hiç bir mülkiyet söz ko­ nusu değildi. Tüm üretim tanrı-kral’m elinde toplanmaktaydı. Zamanla yazıcılar, görevliler, zanaatçılar yaptıkları işin karşılı­ ğında büyük evden beslenirken kendi servetleri de birikmeye baş­ lamıştı. Mısır tarihi boyunca saltçı yönetimi sürdüren firavun, or­ ta sınıflara ba'zı hakları bir bağış olarak vermiştir. Ancak firavu­ nun bunu isteyerek bağışlamadığını, genişleyen devlet örgütünün gerekli kıldığı sonuçlar olduğunu söyleyebiliriz. Böylece bir bürok­ rat zümre yanında toprak soyluları, askerî sınıflar ortaya çıka­ caktır. Tüm üretimin geniş bir köle kitlesince gerçekleştiğini ileri sürebiliriz. Mısır’ın son zamanlarında yükselen başka sınıflar da olacaktır. Mezopotamya’da gördüğümüz gibi hukuk gelişimi Mısır’da yoktur. Bunun ekonomik yapıyla sıkı bir ilişkisi vardır. Tapınak duvarlarına işlenen metinler de topluma verilen mumya yaptıra­ bilmek gibi o güne dek firavuna değgin olan bir hakkın gerçekte halkla ilgisi yoktur. Ancak servet edinebilenler mezar yaptırır, bedenin mumyalatabilir. Bunun gibi tapınma özgürlüğü verilmesi ise ancak orta sınıfların işine yaramıştır.

B) D in : Mısır dini totemizm inancından doğı^uştur. Her klanın bir hayvan totemi vardır. Bu klanlar nomları oluştururken totem ad­ larıyla anılmışlardır. Totemler zamanla nomun taaırılan düzeyi­ ne yükselmişlerdir. Daha sonra bu tanrılar aileler biçiminde bir­ leştirilmiştir. Hayvan totemlerse, tanrılar insan biçiminde düşü­ nülünce bazıları insan vücuduna eklenmiş, bazıları da kutsallık­ larını korumuşlardır. Siyasal üstünlüğü kuran nomun tanrısı di­ ğer nom tanrılarının üstünde bir yere yerleştirilmiştir. Mısır tanrıları konularını gökten, toprak ve sudan, bitkiler­ den, hayvan ve insanlardan alır. Jeopolitik yapılarıyla ilgili ola­ rak Gök ve Nil tanrıları her devirde önemli yer tutmuşlardır. Gök tanrıları değişik adlar almakla birlikte her devirde önde gelmiş­ lerdir. Yeryüzü tanrıları onları izler. Hayvanlar kalabalık tanrı türlerindendir. Mısır’da aynı kutsal anlayışı anlatan başka başka adlarla anılan tanrılar vardır. Örneğin Hor, Ra, Aton adlı tanrıların hep­ si güneş tanrılarıdır. Siyasal merkezlerin değişmesine göre bu ad­ ları almaktadırlar. Her yeni siyasal merkezde o kentin tanrısı öne geçmektedir. İnsanların yaşantılarıyla tanrılar yakından ilişkili olarak dü­ şünülmüş, onların da insan gibi evlerde yaşadıkları, aile oluştur­

106 dukları varsayımına göre hareket edilmiştir. Yer, Gök ve Güneş tanrılarmdan oluşan üçlü tanrı anlayışını Heliopolis rahipleri ge­ liştirerek, yeni tanrılar katarak zenginleştirdiler. Buna göre tan­ rı Aton, Ra ile bir tutuldu. Sıvı kaostan doğan güneş tanrısı Ra, kendi özünden hava tanrısı Şu ile onun karısı Tefnut’u yarattı. Bunlar Geb (Yer) ile Nut’a (Gök) yaşam verdiler. Yer ve gök’ün birleşmesinden Osiris (ölüler tanrısı), İsis (kadınlık, analık, be­ reket tanrıçası), Set (kuraklık ve kötülük tanrısı), Neptis doğdu. Heliopolis rahiplerinin bu sistemi onlara üstünlük sağlayınca, başka şehirlerin rahipleri karşı çıkacaklar ve başka sistemler dü­ şüneceklerdir. Üstünlük elde eden soyun kent tanrılarının nasıl değer ka­ zandığını siyasal olayları açıklarken görmüştük. Örneğin Memfis’- in üstünlüğü sırasında Ptah öncelik kazanacaktır. (Ptah sanat­ çıların ve madencilerin koruyucu tanrısı olarak düşünülecektir). Onun yanında Aton yaratıcılığını koruyacaktır. Teb soyları za­ manında tanrı Amon’un gücü gittikçe artacak, güneş île birleşti­ rilecek ve Amon-Ra kültü ortaya çıkacaktır. Tapmağa yapılan bağışlarla gittikçe güçlenen Amon - Ra rahipleri siyasal iktidarı zorlayınca IV. Amenofis’in tek tanrılı din girişimi olacaktır. Bu firavun Amarna’da geliştirdiği bu yeni Güneş kültüyle daha son­ ra Peygamber Musa’da göreceğimiz tek tanrı anlayışını ortaya ko­ yacaktır. Ancak bu kült uzun ömürlü olmayacaktır. Çıkarları bo­ zulan Amon-Ra taraftarları onun ölümüyle bu din reformunu ortadan kaldırmâyı başaracaklardır. Bu tanrıların efsanevî bir açıklamayla yaratılan ilişkilerine girmiyeceğiz. Ancak değinmediğimiz ba'zı önemli tanrılara yükle­ nen güçleri belirtmekle yetinelim : Thot’a yazıcıların tanrılığı, Anubis’e mumyacılık görevi, Hathor’a (inekle simgelenir) aşk ye sevinç tanrıçası görevi yüklen­ mişti. (Dini efsaneler içinde en önemlisi Oziris efsanesidir. Ölüm­ le yaşam arasındaki zıtlığın, mücadelenin öyküsü olan bu efsane türlü anlatım biçimleri kazanmıştır). Mısır’da kutsallık anlayışı özetle yöresel tanrı anlayışından siyasal egemenliğin gücüne göre değişerek biçimlenmiştir. Din, si­ yasal egemenliğin ana desteği olduğundan tapınma, tapınak ve yaşamla ilgili geniş bir kült gelişmiştir. Eski Mısır’da insanlar, doğaüstü bir yaşama inanmaktaydı­ lar. Tanrılarmkine benzeyen bu doğa üstü yaşamlarını üç ilke üs­ tüne oturtmuşlardı : AH (tanrısal güç),"BA (ölenin gün ışığına çıkmasına izin veren güç, bir kuşla simgelenir), KA (sonsuz ya­ şam bağışlayan tanrısal güçlerin tümü). Ölümden sonra in­

107 sanların yaşadıklarına kesin olarak inanılırdı. Bu inanışa yukarı­ dan aşağıya doğru varıldığını mezar yapılarının gelişimine göre, söyleyebiliriz. Ölüniünden sonra yalnızca ruh olarak değil, beden olarak da yaşam sürdürüldüğünden bedenin mumyalanarak ko­ runması gerekmiştir. Herkesin mumyalanma hakkı ise firavunca sonradan tanınmıştır. Tanrısal niteliklerin tümü olan KA’nın ya­ şantısını sürdürmek için mezar yapılarına konan gerekli eşya bo­ zuldukça resimlfer, kabartm alar yapılacaktır. Mısır sanatıyla bu düşünce arasındaki bağı gözönünde tutmalıyız. Ölünün cennete gidebilmesi ancak zorlu bir hesap verdikten sonra olabilirdi. Tan­ rı Osiris huzurunda ölü kendisine yüklenen suçlardan aklanma- lıydı. Yalan söylerse kalbi tanrı Thot ve yardımcısı Horus ile Anu- bis tarafından tartıldığında gerçek ortaya çıkardı. Ölüinden sonra iyi bir yaşama kavuşabilmek için bu dünyadaki dinsel yaşantı çok önemliydi. Rubban sınıfı ölümden sonraki yaşama insanları hazırlamak, cennete kavuşmalarını sağlamak gibi önemli görevlerle giderek artan bir güç düzeyine erişmiştir. Kralların tapınaktaki elçileri rahipler idi. Çünkü Tanrı olan kral tüm tapınaklarda bulunama­ maktadır. Toprakları ve dokuma atelyelerini elde tutan rahiple­ rin bir yandan da bağışlarla giderek zenginleştiklerini görüj^oruz. Sonradan tıpkı hıristiyanlıkta gördüğümüz gibi, cennete gidiş yol­ larını öğretmekle kalmayacaklar, af araçları da satacaklardır. Do^ ğal olarak cennete gitmek isteyenler, eskiden ölenler için bile bunlardan satın alabilirlerdi. Rahipler sosyal yapı bakımından önemli oldukları kadar kut­ sal metinlerin koruyuculuğu, astronomi ve geometri bilginliği, rüya yorumculuğu, büyücülük ve hekimlik gibi görevleri de yük­ lenmişlerdi. Böylece tüm sosyo - ekonomik yapıda dinse] kavram­ ların önemli yeri vardı. Ruhban sınıfının elde ettiği güçlü yerini siyasal egemenlik alanına taşırdığını da görmüştük.

2.4.3. EKONOMİK YAPI Mısır’da toprağa yerleşmeyle başlayan tarım yaşantısı fazla bir üretimin gerçekleşmesini sağlamakla birlikte «avcılık - topla­ yıcılık» devrinin ekonomik uğraşları da bununla birlikte sürecek­ tir. Firavun’un evi için yapüan fazla üretim Mısır’ın kısa sürede büyük servet birikimini gerçekleştirdi. Bu birikimin simgelendiği mezarları yapmak için Mısır’da bulunmayan maddelerin (başta kereste ve maden) elde edilebilmesi amacıyla canlı bir ticaret yaşantısı gelişti. Mısır, tarım dışındaki uğraş alanları bakımından dışa bağımhdır. Çünkü gerekli maddeler dışardan getirilmektedir. Fenikeli tüccarlar Ön Asya malları ve özellikle kereste verip,

108 karşılığında tarım ürünleri ve işlenmiş maddeler alıyorlardı. Bir yandan da mezarlar yapan, el tezgâhlarını çalıştıran bir zenaatçı sınıfı gelişiyordu. Emek sahibi bu gruplar firavuna bağımlıydılar. Hizmetlerini ona verrnek zorundaydılar. Öte yandan mülkün tek sahibi olan firavun, üretim fazlasıyla ekonomik yaşantıyı canlı bir biçimde sürdürürken, tam bir «köleci toplum» anlayışını ortaya koyan ekonomik ilişkiler egemendi. Sermaye ve üretim araçları­ nın tek sahibi firavunun sarayı köle emeğiyle üretilen malın top­ landığı merkez durumundaydı. Tarımı ilerletecek tedbirler almak durumunda olan firavun sulama ve tarım araçlarını geliiştiriyordu. Ön Asya’da görülme­ yen gelir artışı sağlamaktaydı. Sina yarımadasında var olan ma­ denleri (özellikle bakır madeni) ele geçirerek bu ekonomik uğra­ şını daha da büyütecektir. Mısır’ın en eski dönemlerinden beri Sina’ya doğru seferler düzenlemesinin nedeni budur. Bu ekonomik yapı Yeni İmparatorluk devrinde yalnızca ti­ caretle yürütülemezdi. Gereksinen maddelerin kaynağını ele ge­ çirerek ortaya çıkan yeni sınıfları (memurları) beslemek gereki­ yordu. Yeni İmparatorluk devrinde emperyalist bir politika uy­ gulanacak, artan nüfus ve gelişen sınıflara yeni kaynaklar böy- lece bulunacaktır. Ancak yeni bir üretim tekniğiyle değilde, yağ­ macılıkla elde edilen bu zenginlikler M.Ö. 1200 lerde, saldırgan po­ litika iflas edince bir işe yaramadı ve Mısır ekonomisi giderek çök­ tü. Bundan sonra yabancıların yağma alanı durumuna düşen Mısır’da artık bağımsız siyasal yaşantıdan söz edilemez. Bir tablo içinde sıralarsak Mısır ekonomisinin baş dinamiği tarımdır. Ondan sonra diğer uğraş alanları gelmektedir : Hay­ vancılık, dokumacılık, dericilik, madencilik, seramikçilik v.b. Ti­ caretin de ülkede özel bir yeri vardır. Önceleri yabancıların elinde olan ticarette Mısırlılar giderek rol alacaklardır. Ancak deniz ti­ caretinin geliştiği M. Ö. birinci binlerde artık yabancılar etkin olacaklardır, Mısır’ın zenginliğinin yağma dışında asıl ülkede dayandığı güç köle emeği idî. Serbest emek sahiplerinin de var olduğu Mı­ sır’da emekçi sınıflarının durumlarını tam bilmemekle birliktfe ağır yaşam koşulları için de bulundukları görülmektedir. Bunların zaman zaman işleri bıraktıkları (grev gibi), efendilerine karşı geldikleri, görevlilerle çatıştıkları yazılı belgelerden anlaşılmak­ tadır.

109 3. SURİYE ve FİLİSTİN TARİHİ

Eski Doğu uygarlıkları içinde Suriye bölgesinin özel bir yeri vardır. Ön Asya’daki kavimlerin göç yolu bu bölgeden geçmekte- dir. Zamanla büyük devletler, ticaret geçitleri ve stratejik üstün­ lüğü olan bu bölgede egemenliklerini kurma savaşına girecekler­ dir. Suriye ve Filistin bölgesi Mezopotamya, Mısır ve Anadolu ta­ rihinin oluşumuyla bağıntılı bir tarih süreci yaşamakla birlikte, M. Ö. 1200 lerde gerçekleşen Ege göçlerinin Hitit imparatorluğu­ nu yıkması ve Anadoluda Friğler ile Urartular gibi bu bölgeye ka- rışamayan devletlerin kurulması, Asur’un henüz imparatorluğa ulaşmaması ve Mısırın da iç buhrana düşmesi sıralarında önmeli gelişmeler geçirecektir. Özellikle Fenike ve İbrani’lerin bağımsız devletler oluşturdukları bu devirler Eskiçağ tarihinde ayrı bir yer ahr. Bölge bir kavimler geçit alanı olduğundan kaynaşmalara yol açmıştır. Bu kaynaşan karmaşık kavimlerden Fenike ve İbrani’le­ rin oluşturdukları devletlerin özelliklerine ve genel dünya uygar­ lığına katkılarına kısaca bakmak yararlı olacaktır.

3.1. FENİKELİLER Fenikeli’ler Lübnan dağlarıyla Akdeniz arasında kalan dağ­ lık kıyı şeridinde, deniz kıyısında kentler kurmuşlar ve buradan Akdeniz ticaretinde yer almışlardır. Bu kıyı bölgesine Kenan ül­ kesi adı verilmekteydi. Fenike kentlerini oluşturanların kim ol­ dukları tartışmalıdır. Kenani’ler denen, ülkeye adlarını veren ka- vimlerin M. Ö. 3000 lerde bölgede yaşadıkları tarih öncesi uygar­ lıklarını geliştirdikleri görülmektedir. Kenan ülkesine M. Ö. 2000 başlarında Samî ırkından kavimler gelerek bu siteleri oluştura­ caklardır. Yerli halkla karışan bu yeni gelenler kıyıda siteler oluş­ turmuşlardır. Karmal dağından Ugarit’e (şimdiki adı Ras Şamra) dek uzanan kıyıda Azvad, Samiriye, Trablus, Biblos, Beritos, Sayda, Sur, Akka gibi şehir devletlerinin ticaret alanında gittik­ çe önem kazandıklarını göreceğiz. Bu sitelerden Biblos’un Mısır ticaretinde yer aldığını Mısır belgeleri ve Biblos kazıları doğrular. Mısır belgelerinde kereste ti­ caretiyle ilgili olarak çokça adı geçer.

110 Sitelerin ikinci bindeki tarihleri Mısır’la sıkı sıkıya bağlıdır. Birbirleriyle rekabetleri ortaya çıkarken. Mısır etkisine girmişler­ dir. Önceleri kültür etkisi söz konusu iken yeni imparatorluk dev­ rinde Mısır’ın siyasal egemenliğine düştüler. Hitit, Mısır mücade­ lesinden sonraysa Mısır’ın yönetimine girmişlerdir. Bu tarihlerde sitelerin bir yandan da Girit ve Miken tüccarlarıyla ilişkileri ol­ muştu. Giritlilerin üstün oldukları zamanlarda, Giritli tüccarlar Fenike liman şehirlerine geliyorlardı. Kültür etkileşimi oluyordu. Daha sonra (M. Ö. 1400 lerde) ise Miken’li tüccarlarla ayni ilişki­ leri sürdürdüler. Nitekim, daha sonra Borların yıktığı bu, ticarete dayalı uygarlığı Fenikeliler Akdeniz kıyılarında canlandırmış­ lardır. M. Ö. 1200 göçleri Fenike sitelerini de etkiler. Savunması da­ ha kolay olan Sur sitesi dışında kalan sitelerden özellikle önceki dönemde etkili olan Saydanın da önemini yitirirken Sur şehri bir ti­ caret merkezi olarak gelişti. Bu göçler Fenike sitelerine bağımsız­ lık olanağı sağlayınca Sur sitesinin başkanlığında canlı bir tica­ ret yaşantısını gerçekleştirdiler. Siyasal ortam da buna uygun idi. Fenikeliler, doğudan kervanlarla aldıkları malı Akdeniz kıyıların­ da gemilerle taşıyarak satmaya başladılar. Kıyılarda ticari iliş­ kilerini yürütebilmek için de antrepolar kurdular. Fenike koloni­ leri bu antrepolardan doğacaktır. (Eski Hellen Kolonileriyle ayrı nitelikler taşıyan bu kolonilere değgin karşılaştırmalı bilgiyi Hel­ len tarihinin karanlık çağı sonunda genişçe ele alacağız). Feni­ keliler, önceleri doğu Akdeniz, Kıbrıs, Anadolu kıyılarında ti­ caret yaparken (M.Ö. X. yy.) eski Hellen’lerle çatışacaklar ve Ku­ zey Afrika’ Batı Akdeniz bölgesinde ticaret üsleri (koloniler) oluş­ turmak zorunda kalacaklardır. (M.Ö. IX. yy.). Doğu - Batı mal­ larını alıp satan tüccar Fenikeliler, özgün (orijinal) bir mal üret­ mekten çok piyasa malları yapıyorlardı. Boyalı, lüks mallar taşı­ yorlardı. Kendilerinin özgün mallarından çok aldıkları malları bo­ yayarak piyasaya sürüyorlardı. Bu ticaretin gelişmesinde alfabe­ nin önemli yeri olacaktır. Alfabeyi bulanların Fenikeliler olduğu­ nu Hellenler yazmaktadırlar. Alfabetik yazıyı onlar bulmamışsa bile yayanlardan olmuşlardır. Fenikeli tüccarların Akdeniz bölge­ sinde girmedikleri yöre kalmamıştır. Koloni kurmadıkları yerlere ise tüccarları gidip gelmişlerdir. Bu parlak gelişim Asur’un İmparatorluk düzeyine yükselmesi ve Akdenize bir çıkış kapısı araması sonucu bir sarsıntı geçirecek­ tir. Sur ve Sayda siteleri arasındaki rekabet bu baskı sıralarında kaldırılıp, birlikte Asura karşı mücadele edilmesine karşın (M. Ö. VII. yy.) önceleri Asur’lular bu siteleri yendiler, yakıp yıktılar. Ancak Asur’un üstünlüğünün yıkılması üzerine Fenike siteleri bu

111 sefer yeniden canlanan Mısır’ın etkisine düşeceklerdir. İkinci Babil devleti kurulunca da Mısır’ın Fenike üzerindeki kısa ege­ menliği sona erecek, yerini Babil alacaktır. Babil’in de çöküp Pers’lerin Ön Asyada egemen olmaları üzerine Sur sitesinin üstün­ lüğü sona erecek, Pers’lerle işbirliği yapan Sayda önem kazana­ caktır. (M. Ö. VI. yy.). Fenike siteleri Sayda’mn üstünlüğü sıralarında Pers’lerin hiz­ metinde olacaklar, Pers savaşlarında da donanmayla yardım ede­ ceklerdir. Bu sitelerin bundan sonraki tarihleri Persler ve Büyük İskender İmparatorluğu ile bağımlı olarak sürecektir. Roma İm­ paratorluğu zamanına dek Fenikeli olarak süren bu sitelerin ya­ şantısı bundan sonra »SuriyelİM likle birleşip kaynaşacaktır. Feni­ kelilerin kurduğu kolonilerden Kartacanın özel bir gelişimi ola­ caktır ki Roma tarihine bağlı olarak ayrıca üzerinde duracağız. Fenikeliler kozmopolit bir ırk olarak ortaya çıktıkları gibi uy­ garlık verilerinin de aynı özellikleri gösterdiklerini görmekteyiz. Ön Asya dinlerinin karmaşığı bir din anlayışı oluşturmuşlardır. Sanat verilerinin de aynı niteliği gösterdiğini, kendi yaratıcılılık- larından çok Ön Asyada gelişen verilen taşıdıklarını, zevk yapıt­ larından çok, acele boyanmış piyasa malları ürettiklerini söyleye­ biliriz. Siyasal yapıları site anlayışı olarak sürmüştür. Bu sitelerin kendi aralarındaki birlik kurmalarına karşın tek bir devlet düze­ yine ulaşamamaları her sitenin ticaret burjuvası topluluğunun özel gelişimiyle ilgilidir. Ön Asya yazınında Saydalı ya da Surlu diye adlandırılmalarının nedeni de budur. Dünya uygarlığına katkılarına gelince, bu alanda önemli bir yer tuttuklarını görüyoruz. Eski Doğu ile Eski Batı uygarlıkları­ nın verilerini taşımakla, Akdenizde uygarlık mayalanmalarına hizmet etmişlerdir. Bunu pekiştiren alfabenin de uygarlığın ya­ yılmasında önemli yeri vardır. Yazı, böylece ayrıcalıklı sınıfların malı olmaktan çıkıp kitleye yayılacaktır. Cam gibi bazı uygarlık buluşları Fenikelilere mal edilirse de, bunların Ön Asyanın diğer bölgelerinde geliştirildiğini biliyoruz. (Örneğin cam Mısır’da bu­ lunmuştur). Ancak bu buluşları yaygınlaştıran Fenikeliler ola­ caktır. Bu açüardan Fenike tarihine bakınca Dünya tarihi için de önemli bir yere yerleştirilmesi gerektiği sonucunu çıkarabiliriz.

3.2. İBRANİLER İbrani tarihi Tevrat ve diğer kutsal kitaplarda uzunca anla­ tılmıştır. Gerçek bir tarihten yola çıkılmakla birlikte, içeriği ola­ ğanüstü bir anlatn-n kazanmıştır. Tek tanrılı, soyut bir din anla­

112 yışını yayan bu kavmin Eskiçağlardaki tarihinin olağanüstü öy­ küsünü tümüyle anlatmadan önce Peygamber Davud’a (M, Ö. 1025 - 974) dek olan gelişimle, bundan sonraki gelişimin ayırt edil­ mesi gerekir. Davud’dan öncesi mitolojik nitelikte bir tarihtir. Davud’dan sonrasmı ise Ön Asya yazılı belgeleriyle doğrulama ola­ nağı bulunmaktadır. İbrani, ırmağı aşan anlamına gelmektedir. Bu ad onlara Ke- nanilerce verilmiştir. (M. Ö. 1200) göçleriyle gelip Kenani ülkesi­ nin bir kesimine adlarını- veren Fiiist’Ierden gelen Filistin ülkesi İbranilerle ilgili ülkedir. Sami ırkından olan İbranilerin ArabiSr tan çöllerinden göçebe kabileler olarak bu bölgeye nasıl ve ne za­ man geldikleri karanlıklar içindedir. Mısır belgelerinde «Habiri» olarak gösterilen kavimlerin İbrani kavimleri olduğu anlaşılıyor. Tevratın «Bilgeler» kitabı bölümünde verilen bilgilerin bir kesimi tarihsal bir gerçek olarak kabullenilir. Buna göre peygamberler başkanlığında yaşayan İbrani boylarına, İbrahim zamanında tan­ rı Yahova bir ülke bağışlamıştır. Adanan bu ülkeye (Arz-ı Mevud, vaad edilmiş ülke) gitmek için çölü bırakan göçebe boylar buraya yerleştiler. Kenanilerin ülkesi (daha sonraki adıyla Filistin) olan bu yörede sürülerini otlattılar, Kenanilerle çatıştılar. Yüzyıllarca Mezopotamya - Mısır arasındaki çöllerde göçebelik eden bu kavim­ lerin başında bilge - peygamberler bulunuyordu. Öyküleri uzunca işlenen bu peygamberlerden İbrahim’den sonra İshak ve Yakub çok tanınanlardaındır. Yakub, Yahova île güreşe tutuşup onu yen­ diğinden, güreşte yenen anlamına «İsrail» adını taşıyacaktır ki bu kavmin «İsrailoğulları» adı buradan gelmektedir. Çölde kıtlık­ lar nedeniyle zorluk içinde yaşarlarken İsrail oğlu Yusuf Mısır’a gider. Orada önemli bir görev elde eder. (Yusuf ile Züleyha öy­ küsünde bu olay uzunca anlatılır). İbranilerin Mısır maceraları Yusuf’la başlar. Yusuf çöldeki bu kavmi Mısır’a toplar ve orada gittikçe zenginleşir 1er. Mısırlılar bunlara tepki gösterirler. Doğan çocuklarının çoğalmaması için öldürülmesini buyurur firavun. İbraniler Mısır’da baskı altına alındıkları sırada Musa öyküsü ortaya çıkar. Musa’nın doğumu, ırmağa bırakılması, sarayda yetişmesi, Firavunla mücadele ve kavmini Mısır’dan kurtarması uzun bir öykü olarak işlenir. (Bu­ rada özellikle Musa’nın dünyaya gelişi ve ırmak öyküsünün Hin­ distan’da, Roma’da, Sümer’lerde de aşağı yukarı aynı biçimlerde var olduğunu unutmamak gerekir). Bu öykünün tamamı doğru olmasa bile M. Ö. II. binin ilk yarısında Mısır’ın doğudan gelen göçebelerle ilişkileri olduğu bir gerçektir. Musa, kavmini Mısır tutsaklığından kurtardıktan sonra Sina yarımadasına getirip Yahovaca kendisine verilen emirleri açıkla­ yacaktır. «On Emir» den oluşan bu kutsal buyruklar şunlardır :

113 1 — İsrailoğullarını tutsaklıktan kurtaran Yahova’dan baş­ kasına tapılmayacak, ■ 2 — Put yapılmayacak ve putlara tapılmayacak, 3 — Cumartesi günü dinlenme günü olacak, 4 — Anaya, babaya saygı gösterilecek, 5 — însan öldürülmeyecek, 6 •— Zina edilmeyecek, 7 — Hırsızlık yapılmayacak, 8 — Kimse aleyhine yalancı tanıklık yapılmayacak, 9 — Kötülük yapılmayacak, 10 — Kimsenin evine, karısına, köle ve cariyelerine, öküzleri­ ne, eşeklerine, kısaca hiç bir şeylerine göz dikilmeye­ cek. İşte Musevilik dinini oluşturan «vahiy»e dayandırılan kutsal kitap bu buyrukları içerir. İbraniler kendilerine bundan sonra «Musevi» adını verecekler daha çok dinsel bir topluluk olarak bu ada bağlı kalacaklardır. Musa, Arz-ı Mevudu kavmine yeniden gösterecektir. Böylece ikinci kez tanrı Yahova’nın kendilerine bağışladığı ülkeye gelen İbraniler, Yakub (İsrai) un on iki oğluna göre on iki boy olarak birer bilgenin başkanlığında örgütleneceklerdir. Aslında göçebe anlayışa uygun olarak boy beyleri niteliğinde olan bu bilgeler din­ sel önder özelliği taşımaktadırlar. Bu göçebe boylar Lut gölü çev­ resinde mücadele ederek yerleşeceklerse de aralarında birliği kur­ ma olanağı çok zor gerçekleşmiştir. Göçebe yaşantıdan gelen bu özellik, boylar arasındaki çatışmaların, İsrail devletinin sonuna dek sürmesine yol açacaktır. Boyların başındaki yöneticiler (ki bilge - peygamber niteliği taşıyorlar) den Câlût önceleri başarı gösterecekse de asıl boyları birleştirip bir İbrani devleti oluşturan Davud’dur. Davud’la birlikte İbranilerin tarihinde yeni bir aşama başla­ mıştır. Saltçı tek kişi yönetimine bağlı İbrani devleti. Ön Asyanın büyük devletlerinin ortadan kalkmasından yararlanarak kurulma yoluna girdi. Davud (M. Ö. 1025 - 974) ülkenin sınırlarını genişle­ tip, düzenli bir sosyal yaşantı kuracaktır. Kudüs’ü îbramilerin baş­ kenti yapacaktır. Musa’nın düşüncelerine ek yapan Davud da peygamber özelliği taşımaktadır. Davud’un krallık yönetimini destekleyen düşünceleri çevresinde gelişen düşünceler kutsal bir kitap olacak ve Zebur adı verilecektir. Davud’un kurduğu bu krallık altın çağını Süleyman (M. Ö. '974-931) devrinde yaşaya­ caktır. Ön Asyanın bu tarihlerdeki siyasal yaşantısı İbrani krallı­ ğının güçlenmesine uygun bir ortamdır. Süleyman devrinde ilk kez refah toplumunu gerçekleştiren İbraniler onun devrini unu-

114 tamıyacaklar, destanlaştıracaklardır. O’nunla ilgili anlatılan öy­ küler sürüp gidecektir. Daha önceki devirlerin Mısır ve Hîtitleri gi­ bi bir yolla zenginleşen İbranilerin bu gelişmesi uzun sürmez, ka­ bileler arasındaki ayrılıklar Süleymanın ölümünden sonra birliği parçalayacak ve iki devlet oluşmasına yol açacaktır. İbranilerin parçalanması, aslında M.Ö. VİII yy. da beliren ye­ ni siyasal ortama bağlı olarak düşünülürse gerçekçi bir yorum ya­ pılmış olur. Ön Asyada beliren yeni güç Asur’dur. Asur’lular İbra­ nilerin zenginlik kaynaklarım kesmeye başlamışlardır. Kabileler Süleymandan sonra ikiye ayrılarak bir kesimi kuzeyde merkezî Sa- miriye olan İsrail devletini oluştururken, bir kesimi de Kudüs merkez olmak üzere Yahudi devletini kuracaklardır. Bu iki kral­ lık kendi aralarında sürekli bir mücadeleye gireceklerdir. M. Ö. 721 de bu durumdan yararlanan Asür’lular İsrail devle­ tini ortadan kaldırdılar. Filistine girip Kudüs’ü yakıp yıktılar, İb- ranileri kılıçtan geçirdiler. İkinci Babil devleti kralı Nabukadnezar İbranilerden geride kalanları zincire vurup Babile götürecektir (M.Ö. 587). 70 yıUık bu Babil tutsaklığını İbraniler uzunca işleye­ cekler, Musa’nın buyrukları çevresinde ulusal tanrıları Yahova’ya bağlı bir tarüı oluşturacaklardır. Bu kutsal tarihlerine göre onları Babil tutsaklığından Pers kralı Keyhusrev kurtaracak ve yeniden yurtlarına döneceklerdir. (M.Ö. 539). Hellenistik devirde ve Ro­ malıların ilk zamanlarında bu bölgelerdeki yaşantıları sürerken, hıristiyanlık ortaya çıkacaktır. O devrelerinin tarihini Roma ta­ rihi içinde ele alacağız. İbranileri Roma devrinde dünyanın her tarafına dağılmaları­ na karşın eriyip gitmekten koruyan temel unsur ilk kez ortaya koydukları tek tanrılı dîn anlayışıdır. Bu din çevresindeki mito­ lojik tarihleri onları birleştiren unsur olacak ve İkinci Dünya Sa­ vaşından sonra bugünkü İsrail devletinin yaratılmasını sağlaya­ caktır. Yahova her ne kadar İbranileri öncelikle düşünen tanrı ise de soyuttur, tektir ve biçimsizdir. İbraniler tarihlerinin iyi geliş­ mesini onun sağlığına, başlarına gelen felâketleri de ona ihanet etmek sonucuna bağlayarak evrensel tanrı anlayışı kazanmış ilk ulustur. Ön Asyadaki kavimlerin tarih boyunca amansız darbeleriyle karşılaşan, Hellenleştirilmek istenen, Romalılarca en sonunda yok edilmekten kurtulan İbranilerin binlerce yıllık bir dağılmaya kar­ şın bugün devlet olarak var olmaları ya da başka ülkelerde «ya- hudi» azınlık olarak yaşıyabilmeleri eskiçağlardaki bu dinsel ruh­ la oluşmuştur. Tüm baskılara karşın onları canlı tutan bu tarihîn daha ayrıntılı öğrenilmesinin, eğitsel sonuçları olduğuna işaret ederek konumuzu bitirelim.

115 4. ANADOLU TARİHİ

Eskiçağlarda Anadolu denilince bugün anladığımız sınırları içermemektedir. Anadolunun bugün anladığımız coğrafî sınırları anlatması Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte olmuştur. Demek ki Anadolu adının içeriği tarih boyunca değişmiştir. Anadolunun yazılı tarih devirlerine girdiği sıralarda kurulan devletlerden îlk kez birliği kuran Hitit’ler daha çok Orta Anadolu bölgesini kendi ülkeleri olarak görmüşler ve çağdaş metinlerde Hatti ülkesi adıyla anmıştırlar. Bu gün hangi yöreleri tam içerdi­ ğini bilmediğimiz Hatti ülkesinin komşu ülke adları belgelerde geç­ mektedir. Uzun süre büyük - küçük devlet kuran kavimlerin adla­ rıyla Anadolu’nun türlü yerleri adlandırılmıştır. Eski Hellen’ler doğu ile ilişkileri artınca, ülkelerinin doğusuna Asya adını vermişlerdir. (Örneğin ilk kez Strabonda Tarsus çayın­ dan Samsun’a çekilen bir çizginin batısında kalan kesime Asya Yarımadası deniyor). Hellen’lerin doğusunda anlamına gelen Asya deyimi zamanla tüm doğuyu içeren bir ad olacaktır. Bundan batılı- larca ((Küçük Asya» deyimi çıkarılacaktır ki bugün bile Anadolu için kullanılan deyimlerden biridir. Romalılar da Anadolu için As­ ya adını kullanırlar. Bizans devrinde Tem’lerden doğuda kalan anlamında «Thema Anatolica» (Anadolia, güneşin doğduğu yer demektir) deyimi kul­ lanılır. Türklerin Anadolu’yu ele geçirmelerinde tüm bölgeleri içer­ meyen adlandırılmalar yapılır. Asıl Selçuklu bölgesine Vilayet-i Rum» (Konya ve çevresi), Selçuklulara da «Rum Selçukiyye Dev­ letî» gibi adlar verilmiştir. (XI. yy. dan sonra AvrupalIların yazılı kaynaklarında buraya Türk ülkesi denildiğini anımsayahm). Ana­ dolu deyimi OsmanlIlarda kullanılmaya başlar. Bu sözcüğün köke­ nini Bizansın tem adında ararlar. Bu kökten çıkmadığını ileri sü­ renler de vardır. Bu kısa açıklamayı asıl Eskiçağda Anadolu tarihinin içeriğini belirtebilmek için yapma zorunluluğunu duymaktayız. Demek ki Anadolu tarihine bağlı olarak bugün verdiğimiz içeriğine göre es­ kiçağlarda Anadolu tarihini öğrenmek istemekteyiz. Orta Anadolu- dan genişleyen Hititlerin bugünkü Anadolunun nerelerine dek ya-

116 yıldıklarını bilemiyoruz. Buna karşılık Suriye ve Mezopotamya’ya doğru uzandıklarını izlemekteyiz. M.Ö. İkinci bin tarihini Hitit’ler çevresinde, birinci bin tarihini ise doğu ve batı bölgeleriinn gelişi­ mini ayrı ayrı izleyebilmekteyiz. Doğuda şehir devletleri, Asur sal­ dırısı, Urartu devleti, Batıda Frigler ve Lidyahlar gibi devletler görüyoruz. Öyleyse Eskiçağlarda Anadolu tarihi demek salt Hitit tarihi demek değildir. İkinci bin Anadolu tarihi Hititler çevresinde yoğun olarak geçerken, birinci bin de durum değişiktir. Eskiçağda Anadolu’nun «uygarlıkd gelişiminde özel bir yeri vardır. Eski doğu uygarlıklarıyla batı uygarlıkları arasında köprü görevi görmüştür. Jeopolitik yapısı da buna elverişlidir. Bu yönüy­ le çağımız uygarlığının yaratılmasında önemli bir işlevi olmuştur. Bu yönüyle Dünya tarihinin gdişim sürecinde bir yeri olduğu kuş­ kusuzdur. Ayrıca ikinci bin uygarlık gelişiminin önemli bîr bölgesi olarak karşımıza çıkan Anadolu uygarlıklarının genel tarih çizgisi içinde özel yeri vardır. Bu açılardan önemle incelenmesi ve öğrenil­ mesi gerektir. Anadolu tarihinin Türkiye tarihi açısından da özel bir yeri vardır. Bu gün bu uygarlıkların kalıtımcısı bu ülkenin sa­ hibi olan bizleriz. Öyleyse genel tarih gelişimi açısından olduğu denli, ulusal tarih öğrenmemiz açısından da gerektiği biçimde ele alınmalıdır. Burada Eskiçağ Anadolu tarihini siyasal ve uygarlık gelişimi açısından topluca ele alırken Pers birliğine girinceye dek ortaya çıkan uygarlıkları gözden geçireceğiz. Genel gelişim çizgisini be­ lirtmeye çalışacağız.

4.1. COĞRAFÎ ORTAM Bir yarımada olan Anadolu, Asya’nın batıya uzantısı biçimin­ dedir. Yüksek dağ sıraları doğu - batı yönünde uzanır ve denizden yüksek bir plato kesimi ayırır. Tarih öncesi kültür aşamaları Ak- denize bakan mağaralarda başlamasına karşın neolotik devirden sonra toprağa yerleşme bu yüksek yaj^^la kesiminde gerçekleşecek­ tir. Nitekim tarihî devirler de bu alanda başlayacaktır. Malatya, Kayseri, Konya üçgeni içinde çokça yerleşme alanı gerçekleşecek­ tir. Bunun jeopolitik yapıyla sıkı ilişkisi vardır. Deniz kıyısı uygar­ lıkları ise birinci bin yıllarında gelişme olanağı bulacaklardır. Ana- dolunun jeopolitik yapısının sonuçlarını şu noktalarda toplaya­ biliriz : a — Orta kesimlerdeki ırmak boylarında uygarlık aşamasına geçilebilmiştir. Bu yüksek bir köy kültürü aşamasıdır. Giderek kentleşme oluşacaktır. Anadolu ırmakları Mezopotamya ve Mısır’­ dan ayrı özellikler gösterdiği için Anadolu ile bu bölgeler arasında da uygarlık özelliklerinde ayrılıklar olacaktır. Mezopotamya ve Mı­

117 sır ırmakları, tarıma elverişli ortam oluşturmaktadırlar. Anadolu ırmaklarıysa bu düzeni göstermemektedir. Bu bakımdan «step» ik­ limine uygun bir tarımla karşılaşmaktayız. Tarım geliri fazla ol­ madığından, burada kurulan devletler ya hayvancılığı geliştirecek­ ler (Urartu'larda gördüğümüz gibi) ya da emperyalist bir politika izleyerek Kuzey Suriye’nin zenginliklerini yağmalama yolunu tu­ tacaklardır. (Hitit’lerde gördüğümüz gibi). b — Dağlarla çevrili olan Orta Anadolu’nun savunması kolay olacaktır. Nitekim Hitit’lerin başkenti daha sonra surla çevrile­ cektir. c — Denize dayalı uygarlıkların zamanla gelişmesi olanağına da elverişlidir. d — Anadolu eski dünyanın karasal geçit alanıdır. Denizler geçit vermediği tarihlerde kavimlerin yararlandığı bu köprü do­ ğudan batıya, sonra da batıdan doğuya göçlere olanak verecektir. Bu durum, Anadolu’j^a değişik kavimlerin gelmelerine, uygarlık oluşumuna yol açacaktır. Eskiçağ Anadolu tarihi bu kavimlerin mayalandığı bir deviri konu edinmektedir. Bu kavimlerin tarihi devirlerinin Anadolu’da ele alınması bölgenin jeopolitik yapısıyla bağımlıdır. Anadolu’nun Hellenistik devirlerden önceki yer adları bugün çözümlenememiştir. Hellenistik devirlerden sonrası içinse yer ad­ larında tartışmalı konu yoktur.

4.2. ANADOLU’NUN TARİHÎ DEVİRLERE GİRİŞİ Anadolu’nun yazılı tarih devirleri M.Ö. 2000 yıllarında başla­ tılmaktadır. Başlangıç yüzyıllarının yazılı belgeleri önceleri Asur’- lu tüccarlara değgin belgelerdi. Son yılların araştırmaları, özellik­ le Konya Kara Höyük damga mühürlerindeki resim ve şekiller Hi­ tit hiyegrolif yazılarının varlığını ortaya koymaktadır. Ancak ye­ terli araştırmalar tamamlanmadığından şimdilik kesin bir şey söy­ lenemez. Anadolu’nun tarihî devirlere girişi «Orta Bronz Devri» (M.Ö. 2000 -1500) diye adlandırılan kültür aşamasında gerçekleşiyor. Bu devrin ilk iki yüz yılı tarihî devirlere giriş devri oluyor. Siyasal ta­ rih gelişimi açısından bakarsak şehir devletlerinden (site) merke­ zî devlete doğru gelişim bu iki yüzyılda gerçekleşecek ve Hitit dev­ letiyle karşılaşacağız. Şehir devletlerinin gelişim ve özelliklerini öğrendiğimiz yazılı belgeler Kayseri’nin Kültepe (eski adı Kaniş) köyünde bulunan bugün 20.000 in üzerindeki kil tabletlerdir. Aym yazılı belgelerden Hattuş (Boğazköy) ve eski adı henüz daha bilin­ meyen Alişar’da da bulunmuştur.

118 Asur’lu tüccarlara değgin Anadolu’daki bu ilk çivi yazılı bel­ geler Kapadokya adı verilen yörede bulunduğundan bunlara Batılı araştırmacılarca »Kapadokya Tabletleri» adı verilmiştir. 1920 1er- de bu yazılı belgeler görülünce Çek Bilgini Hrozny sözü edilen tab­ letleri toplamış, bunları okumuştu. Düzenli arkeolojik kazılarıysa Türk Tarih Kurumu yapacaktır. Yazılı belgelerdeki bilgilerin ar­ keolojik verilerle doğrulanmasıyla ortaya konan sonuçlar bilimsel değer taşır. Bilim çevrelerimiz bunu gerçekleştirmiştir. Kültepe’de bulunan bu yazılı belgelerin nitelikleri, verilen bilgilerin değerlen­ dirilmesi kazıyı yöneten Prof. Tahsin Özgüç ve bilim adamlarımız- ca bugün aydınlatılmış bulunmaktadır. Önceleri Asur’luların siyasal egemenliklerinin bu bölgeye dek yayıldığı sanılmıştır. Ancak yazılı belgelerden böyle bir siyasal ya­ yılmanın söz konusu olmadığı, Asur’lu tüccarların Orta Anadolu’­ daki şehir devletlerinin yanında «Karum» adı verilen alış - veriş yerleri kurup anayurtlarıyla Anadolu şehir devletleri arasında salt ticaret ilişkileri geliştirdiği anlaşılmıştır. Bu çivi yazılı tabletlerse ticarete değgin belgelerdir. Bu belgeler de Anadolu’daki şehir dev­ letlerinin adları geçmekte, sosyo-ekonomik yapıya değgin bilgile­ rin yanında dolaylı olarak siyasal yaşantıyı da bir dereceye dek ay­ dınlatacak bilgiler yer almaktadır. Asur çivi yazılı ticaret belgelerine göre Anadolu’da bulunan şehir devlerinden biri, belki de önceleri en önemlilerinden biri, Ka­ niş Krallığı’dır. Bu krallığın Kuşşara kralları metinlerinde adı geç­ miyordu. Buna dayanarak Hitit’lerden söz ederken belirteceğimiz birlik kurma savaşında durumu aydınlatılamamıştı. Bu krallığın Anitta’nın babası, ilk Hitit soyunun bilinen başı Pithana tarafın­ dan alınan «Neşa» şehir devleti olduğu görüşü bugün araştırmacı- larca kabul edilmiştir. Bu diğer şehir devleti Zalpa Krallığı’dır. Zalpa krallığının yeri belli değildir. Zalpa kralının birlik kuruldu­ ğu sıralarda «Neşa» sitesine saldırdığı ve ganimet olarak da tanrı heykelini götürdüğü belgelerde yazılıdır. İşte Anitta bu davranışı cezalandırmış, Zalpa Krallığını ortadan kaldırmıştır. Üçüncü önemli şehir devleti ise Pruşhanda Kralhğı’dır. Bu sitenin de yeri belli değildir. Bu site Akad’lardan beri yazılı belgelerde bilinmekte Asur’lu tüccarların gelirken ilk konak yeri olarak metinlerde geç­ mektedir. Buna dayanarak Malatya dolaylarında aranmaktadır. Bir diğer şehir devleti Hattuş Krallığı’dır. Asurlu tüccarların bura­ sıyla da alışverişleri vardır. Hattuş Krallığını da Anitta yakmış, buyruğuna almış, şehrin bir daha kurulmaması için de lânetlemiş- ti. Nitekim arkeolojik kazılarda bu yangın izleri Boğazköy (Hattu- şaş) de bulunmuştur. Bunlardan başka da adları geçen şehir dev­ letleri vardır.

119 Demek ki Asur’lu tüccarların Anadolu’da koloniler kurup ti­ caretle uğraştıkları sıralarda Orta Anadoluda şehir devletleri var­ dır. Surla Çevrili bu devletler birbirleriyle kanlı savaşlarda bulun­ maktadır. Tıpkı Mezopotamya ve Mısır’ın tarihî devirlere girişinde olduğu gibi bir durumla karşılaşmaktayız. Ancak aralarında bin yıllık bir gecikme söz konusudur. M.Ö. 1800 lere doğru bu şehir devletlerinin birleştirilmesi olanağını Kuşşara kralları bulacak­ lardır. Böylece kendi çivi yazılı belgeleriyle Anadolu tarihini izle­ yebileceğiz.

4.3. HİTİT’LER Eski Anadolu tarihinde ilk birleştirilmiş devletini Hitit’ler gerçekleştirecektir. Hitit adı Tevrat’ta geçen «Hat oğulları» söz­ cüğünden, batılı araştırmacılar tarafından çıkarılmıştır. Hitit’lerin kim oldukları ve nereden geldikleri araştırmacılar- ca türlü varsayımlar ileri sürülerek çözümlenmek istenmiştir. Hind-Avrupa kavimlerinden olan Hititlerin, Batıdan Boğazlar üzerinden Anadoluya geldikleri görüşü, daha sonra M.Ö. 1200 lerde gelen kavimlerin gelişine benzetilerek, ileri sürülmüştü. Bu görü­ şü destekleyen bu benzetmeden başka kanıt yoktur. İkinci görüş doğudan geldikleri varsayımına dayanıyor. Bunlar da Hititlerin Sümer III. Ur soyu yazısıyla ilişkileri dikkate alınarak Mezopo­ tamya üzerinden geldikleri ya da Kafkasya’dan indikleri görüşle­ ridir. Tüm bu görüşler bugün için aydınlatılabilmiş değildir. Bu­ gün Hitit’lerin doğudan geldikleri görüşü ağır basmakla birlikte nereden ve ne yolla geldikleri kanıtlanamamaktadır. Hititlerin kaynağı aydmlatılamadığı gibi geliş tarihleri de kesinliğe kavuşturulamamıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz Asur ticaret kolonileri devrinden sonra Hititler ortaya çıkacaktır. On­ ların Anadoluya gelip Orta Anadolu bölgesine yerleşmelerinin bu devir içinde olması gerekmektedir. Hititlerin siyasal tarihini M.Ö. 1800lerden başlatabilmekte­ yiz. Eski devlet, aşağı yukarı arada tahtı gasbedenleri de içererek M.Ö. 1400 lere dek sürer. M.Ö. 1400 lerden M.Ö. 1200 lere dek bir imparatorlukla karşılaşıyoruz. M. Ö. 1200 göçleriyle yıkılan bu im­ paratorluktan arta kalanlar Fırat boylarına çekilip yeniden «şe­ hir devletleri» oluşturacaklardır ki bu konu Hitit tarihinin diğer bir bölümü olarak ele alınmalıdır. Hititlerin her devrinde de bir­ kaç soy yönetimi sürdürecektir. Şimdi topluca bu devirleri göz- den geçireceğiz.

120 4.3.1. HİTİTLERİN SİYASAL TARİHÎNE TOPLU BAKIŞ

A)' Eski Devlet (Ortalama M. Ö. 1800 - 1400), Hitit birliğini kuran Kuşşara krallarıdır. Önceleri bu Kuşşara soyunun durumu aydınlatılamadığından bunlar Hitit tarihine ka­ tılmamaktaydı. Oysa karşılaştırmalı dil araştırmaları, Kuşşara krallarından kalan yazılı belgeler Hitit devletinin kurucusu ola­ rak bu kralları kanıtlamış bulunmaktadır. Kuşşara krallığının adı bilinen şehirlerden hangisi olduğu aydınlatılamamıştır. Alişar tabletlerinde bu soyun bilinen krallarının adı geçtiğinden bu şeh­ rin Kuşşara olması olasılığını ileri sürenler varsa da kesinlik ka­ zanmış bir görüş değildir. Alişardaki bir tablet üzerinde «Pithana oğlu Anita, Büyük Kral (Rubaum Rabum)» damgası bulun­ maktadır. Boğazköy arşivinde bulunan Anitta’ya değgin tablette ken­ disi ve babasının şehir devletlerini birleştirmek için yaptıkları savaşlar anlatılmaktadır. Buna göre Ullama (Ulma ya da Valma), Teşma, Mama, Zalpa, Hattuş gibi adları bilinen ama bazılarının bugün yerleri saptanamayan Asur ticaret bölgelerinde adları ge­ çen şehir devletlerini birleştirerek bir Orta Anadolu devletî oluş­ turdukları anlatılıyor. Bu yazılı belgeleri destekleyen arkeolojik kalıntılar da böyle bir birliğin gerçekleştirilmesini sağlayacak kanlı savaşların olduğunu kanıtlamaktadır. Bu yer adlarını yorumla­ yan araştırıcılar Kuşşara soyunun Yozgat, Kayseri, Konya ve An­ talya’yı içine alan bir devlet oluşturdukları sonucunu çıkarmak­ tadırlar. Kuşşara krallarından sonra gelen diğer Hitit krallarına değ­ gin yazılı belgelerde kendilerinin Kuşşara soyundan geldiklerini gösteren anlatımlar olmasına karşın Anitta’dan sonra Hitit dev­ letinin ne durumda ne olduğu anlaşılamıyor. Anitta’nın çağdaşı Mezopotamya krallarıyla karşılaştırması yapılarak görece bir kro­ nolojiyle zamanı saptanırsa M. Ö. 17501er olarak karşımıza çık­ maktadır. Anitta’nm oğlu Peruva’ya değgin bilgilerimiz de yok­ tur. Yalnızca adı bilinmektedir. Bundan sonra 50 yıllık bir devre aydınlatılamamaktadır. Bu soyun niçin çöktüğü de bilinmemek­ tedir. Bu Anitta tabletinden sonra Eski Devlet devrini aydınlatan en önemli belge I. Hattuşili’nin vasiyetnamesidir. Bu belgeden I. Hattuşuli’den iki kuşak önceki siyasal olayları öğrenebilmekte­ yiz. Kurban listeleri, I. Hattuşili devrinden kalan belgeler ile Telepinus fermanı' diye adlandırılan belgelerden yeni bir soyun oluştuğunu, bunlardan bazı kralların yaptıklarını izleyerek Eski Devlet devrinin siyasal gelişimini saptayabilmekteyiz.

121 Bu belgelerden çıkan sonuca göre Hitit devletinin Anitta’dan sonra yeniden kurulmasını sağlayan Labarna’dır. Aşağı yukarı M. Ö. XVII. yy. m ilk yarısında yaşayan Labarna’dan önce babası Puşarumma ve ondan önce de I. Tuthalya’nın adları bilinmektey­ se de yaptıkları bilinmemektedir. Eski Anadolu tarihi araştırma­ cısı Prof. Firuzan Kınal Hititlerin bu yeni yöneticilerini «Puşa- mınma soyu» na bağlı olarak ele almaktadır. Hitit devletinin gerçek kurucusu olarak Labarna gösterilir. Labarna’nm kendi devrinden kalma yazılı belge yoktur. Daha son­ raki Hitit belgelerinde bu kralın adı ilk kral olarak geçmektedir. Buna dayanılarak yukarıda değindiğimiz Kuşşara soyu Hititler- den ayrı tutulmuştu son yıllara dek. Ancak Labarna’nın soyun­ dan gelen krallara değgin belgelerde böyle bir anlatım söz konu­ sudur. Labarna’nın Kızılırmak yayı içindeki krallıkları Anitta’­ dan sonra yeniden birleştirdiği görülmektedir. Hitit devletini ge­ liştiren diğer büyük kral I. Hattuşili ile Labarna’nın aynı kişi ol­ duğu görüşünü de ileri süren tarihçiler vardır. (Alman bilgini H. Otten). Labarna’dan sonra yerine geçen I. Hattuşili (M. Ö. 16501er- den sonra olarak tarihlenir) devrini anlatan yazılı belgeler bırak­ mıştır. Buna göre bu tarihlerde Anadolu Hurri kavimlerinin sal­ dırısına uğramıştır. Buna karşın I. Hattuşili’nin, ilk kez Anadolu birliğini sağlamaktan öte devrin ekonomik önemi olan Kuzey Su­ riye ve Yukarı Mezopotamya politikasına katıldığını görmekte­ yiz. Arzava ülkesine sefer yaparak Valma (Bugünkü Elmalı) yı, Suriyeye sefer yaparak Halep krallığını ele geçirerek devrin tica­ ret yaşantısına Hitit devletini de sokmuştur. Bu gelişme Hitit devletinin bundan sonraki siyasal davranışlarının da yönünü çi­ zecektir. Askerî nitelikte bir devlet oluşturup devrin ekonomik zenginliklerinin yığıldığı Suriye bölgesini ele geçirerek ekonomik çıkar sağlama yolunun Hitit tarihi boyunca izlendiğini göreceğiz. I. Hattuşili’ye değgin diğer bir belge de oğlu Hüziya’yı ken­ dinden sonra tahtın izleyicisi olmaktan uzaklaştırıp diğer oğlu I. Murşil’in yerine geçmesini meclislere vasiyet ettiği belgesidir. Bu eylemi üzerine kraliçe Haştoyar ile saray ileri gelenlerinin di­ retmelerine ve bazı karışıklıklar yaratılmasına karşın, düzenin yeniden kurulduğu ve vasiyetin gerçekleştiği görülmektedir. Hitit’­ lerde kral değişimi olduğu sıralarda karışıklıklarla karşılaşılması Ueride devlet yapısını belirtirken değineceğimiz, Hitit devletinin niteliğinden gelmektedir. Bu vasiyetname Kuşşara’da yazılmıştır. Hattuşaş’ın henüz ele geçirilip yeniden kurulmadığı devreye değ­ gin olmalıdır. I. Hattuşili Hattuşaş’ı aldıktan sonra bu adı kullan­ dığı ileri sürülmektedir. Hattuşaş Anitta tarafından lânetlenmiş

122 bir şehirken savunmaya elverişli olduğu için başkent edinilmiş­ tir. Bu kentin I. Murşil zamanında kesin başkent olduğunu ve Hitit tarihinin sonuna dek başkent kaldığmı görmekteyiz. Ancak önceleri suru yoktur. Daha sonra ortaya çıkan Gaşka’lıların sal­ dırısı üzerine surları yapılacaktır. İşte I. Hattuşili’den sonra kral­ lığa geçen oğlu I. Murşil başkentini surla korumaya gerek görmi- yecek derecede kuvvetli bir devlet oluşturmuştur. I. Murşil devri (M. Ö. XVII. yy’ m sonlarına doğru) Hititlerin Babil’e dek genişledikleri devir olacaktır. Babasının kendisine bı­ raktığı büyük Anadolu devletini, önce isyan eden Halpa (Halep) kralığını yıkarak Mezopotamya sınırlarına götürecek, sonra da Babil seferine çıkacaktır. Babili ele geçirecektir ama yerleşmek niyetiyle çıkmadığı bu seferden yağmaladığı zenginlikleri alıp Hattuşaş’a dönecektir. Bu seferin ayrıntıları bilinmemektedir. Ancak çağın en ileri uygarlığından etkilendiği, Anadolu’da orta­ ya çıkan Mezopotamya uygarlığının izlerinden anlaşılmaktadır. Babil saldırısmıtı kısa sürmesine karşın Babil devletini sarstığını ve Kassit saldırısına olanak hazırladığını biliyoruz. I. Murşil böylece devleti Eski Doğu uygarlıklarının gelişimine uyarak bir imparatorluk düzeyine çıkarma girişimindedir. Bilin­ diği gibi askerî devlete gerekli olan üretim fazlası, köle gereksin­ mesi gibi nedenler saldırgan bir politika izlenmesi sonucunu do­ ğurmaktaydı. I. Murşil bu gereksinmelerini karşılayacağı geliri fazla olan bölgeyi ayırt etmiş ve girişimini yapmıştı. Ancak çok acele başkente döndüğünü ve bir saray entrikasında öldürüldüğü­ nü görmekteyiz. Prof. Firuzan Kınal O’nun öldürülmesiyle' Puşa- rumma soyunu sona erdirir ve «Gasıp Krallar Dewi» diye yeni bir devreyi başlatır. Gerçekten de I. Murşil’in öldürülmesiyle tahta geçen Hantlli (M. Ö. XVI. yy. m ilk yansı olarak tarihlenir) Onun kızkardeşiy- le evlidir. Hantili, Zidanta, Ammuna, Huzziya adlı kralların bu yü^ıldaki siyasal çabalarını yüzyılın sonlarına doğru tahta ge­ çen Telepinuş bıraktığı belgede anlatmaktadır. Buna göre sürekli taht mücadelesi vardır. Bu durumdan dış düşmanlar yararlan­ mışlardır. Bir yandan Hurri’ler saldırıya geçmişken, diğer yandan Anadoluya yeni göç eden bir kavim olan Gaşka’lılar kuzey doğu­ dan saldırmaktadırlar. Kuzey Suriye’deki yerleri Hurri’ler ele ge­ çirmiştir. Hantili, başkent Hattuşaş’ı koruyabilmek için surla çe­ virme gereği duymuştur. Daha sonra Çukurova’da Hurri’ler Kizzuvatna krallığını kurmuşlardır. Yü'2yılın sonlarına doğru Telepinuş kayınbiraderi Huzziya’yı öldürerek tahta geçecektir. Tüm bu devri aydınlatan belgenin sahiib Telepinuş da görüldüğü gibi, saray entrikalarıyla başa geçmiştir. Onun devri de saldırılar­

123 la geçecektir. Pankuş meclisinin yetkilerini artıran, krallıkla ilgili yasal yollar öneren Telepinuşla birlikte bu karışıklık devri daha bir süre için karanlığa gömülmektedir. (M. Ö. 15001er) . Telepinuş’tan sonra Anadolunun bir karanlık çağa girdiği, diğer Ön Asya uygarlıklarında olduğu gibi, Doğudan gelen Hind - AvrupalI kavimlerin saldırılarına uğradığını, yazısı olmayan bu kavimlerin savaşçı olduklarını ve bunlara bağlı olarak Ön Asya- nın karanlık çağı diye bir devrin ayrıldığını görmekteyiz. Bu dev­ rede Kuzey Suriye’de bu kavimler Mitanni devletini oluşturacak­ lar, Hititleri ilgilendiren Kizzuvatna krallığını kurmaya başara­ caklardır. Bu yazısız devre bugün yeni belgelerle daha kısaltılmış durumdadır. Hitit kurban listelerinde de ne yaptıkları bilinme­ yen kral adlarına rastlanmaktadır. Mısır’ın bu devirdeki Hiksos saldırı ve egemenliğinden çıktıktan sonra kurduğu büyük impa­ ratorluk oluşumunun tıpkısı Anadolu’da Hitit’lerce gerçekleştiri­ lecektir. Bu devrenin sonunda bir Hitit İmparatorluğu oluşturu­ lacaktır.

B) Hitit İmparatorluğu (Ortalama M.Ö. 1400 -1200) Hitit’lerin bir imparatorluk düzeyine yükselmeleri I. Şuppi- luliuma (a.y. M. Ö. 1380 -1340) devrinde gerçekleşecektir. I. Şuppi- luliuma’nın ataları önceleri şu sırayla tahta geçen krallar olarak gösterilirdi; II. Tuthalya (M.Ö. 1460 - 1440) I. Arnuvanda (M. Ö. 1440 - 1420) II. Hattuşili (M.Ö. 1420-1400) III. Tuthalya (M.Ö. 1420- 1380) I. ŞUPPİLULİUMA (M. Ö. 1380 - 1340) Son yapılan araştırmalar bu sıralaranın' değişmesine yol aç­ mıştır. Prof. Firuzan Kınal II. Tuthalya’nm yeni bir soy oluştur­ duğunu ve Hitit İmparatorluğunu bu soyun gerçekleştirdiğini or­ taya koymaktadır, II. Tuthalya önceleri karanlık devirlerde yaşa­ mış ve yaptıkları pek bilinmeyen bir kral durumundaydı. M. Ö. 1250 lerde yaşayan başka bir Tuthalya adlı kral (ki IV. Tuthalya’- dır) devrinde Hurri’lerle yapılan savaşlardan söz edilmekteydi. Bunun yanlış olacağı görüşünü araştırıcılar ortaya koyacaklardır. Öte yandan Yunanistan’daki Aka’ların da ilk kez Batı Anadoluya saldırıları IV. Tuthalya devrinde değil, bu devirde olmaktadır. Bu­ nu destekleyen arkeolojik buluntular da vardır. Öte yandan bu sıranın ortaya konmasında önemli bir belge olan Boğazkale’deki Nişantaş üzerinde bulunan Hitit hiyeroglifiy­ le yazılı yazıtın yanlış okunduğu ve Hititlerin son kralı II. Şup-

124 piluliuma’ya değgin olduğu, burada gösterilen ataların I, Şup- piluliuma’ya mal edilmesiyle ortaya çıkan sıranın (Hattuşili- Tuthalya - Şuppiluliuma) yanlış yorumlandığı belirtildi. Bu sıra­ nın doğrulanmasını sağlayan başka belge de olmadığına göre bu yanılma şu biçimde düzeltildi : II. Tuthalya - I. Arnuvanda - I. Şuppiluliuma. Böylece yukarıdaki biçimde verilen soyağacı sırala­ masından II. Hattuşili ve III. Tuthalya yaşamamış kişilerdir. (Bkz. Firuzan Kınal, Eski Anadolu Tarihinde Bazı Değişmeler, Cumhu­ riyetin 50. Yılını Anma Kitabı, Ankara 1974. DTCF Yayını). Bu kısa açıklamaya göre M. Ö. XII. yy. da Hitit tarihi için önemli krallar olan Hattuşili’nin III. değil, II. Hattuşili ile ondan sonra kral olan Tuthalyanm da IV. değil, III. Tuthalya oldukla­ rına dikkat ederken. Eskiçağ tarihi öğreniminde kronoloji ve ke­ sin bilgi sıralamalarının önemi anlaşılmıştır sanırım. Araştırma­ lar ilerledikçe eski Anadolu tarihinin aydınlanamayan ya da ya­ nılman sorunlarının da kısa zamanda çözümleneceği inanıyla Hitit imparatorluğunun gelişim sürecine ana çizgileriyle bakalım. M. Ö. XV. yy. m sonlarında Hitit kralı olan II. Tuthalya’nm tahtı zorla ele geçiren krallarla ilişkisi yoktur. Yeniden Hitit bir­ liğini gerçekleştirecektir. Güney batı Anadoluda Arzava ülkesini aldığı, Halpayı da ele geçirip Mitannilerle savaştığı kayıtlara geç­ miştir. Yerine geçen oğlu I. Arnuvanda Mısır firavunu III. Ame- nofis (M. Ö. 1405 - 1370 olarak tarihlenir) ile çağdaştır. I. Arnu- vaoda Hitit devletine saldıran düşmanlarla, özellikle Gaşka’hlar- la ömrünün sonuna dek başarıyla savaşacaktır. Ancak II. Hattu­ şili devrine değgin bir belgede Hititlerin zor durumda olduğu an­ latılır ki bu kralın son zamanlarında olsa gerek. Arnuvanda’dan sonra tahta geçmesi gereken veliaht Tuthalya’yı öldüren I. Şup­ piluliuma M. Ö. 1380 lere doğru Hitit kralı olur. Eskiçağın M. Ö. XIV. yy. m yarısını aydınlatan belgelerin Amarna’da bulunması nedeniyle (o zamanın diplomasi dili Akad- ça belgeler) »Amama çağı» diye adlandırılan bu devrin büyük kralı Şuppiluliuma’nın başarılı devrini öte yandan Boğazköy bel­ geleri de kanıtlamaktadır. Devrin büyük devletleri Hitit, Mısır, Babil ve Mitanni devletleriydi. Babil ve Mitanni’nin ekonomik kriz içinde oldukları, Asur’un da güçlenmeye başladığı bu devirde dev­ letlerin çıkarları Suriye bölgesinde birleşmekteydi. Devrin Lideri III. Amenofis idi. Onun ölümünden sonra IV. Amenofisin din re­ formuyla uğraşması Ön Asya’da Hitit’lerin ilerlemelerine ortam hazırlamıştır. I. Şuppiluliuma devrini aydınlatan pek çok belge vardır. Bun­ lara göre önce Anadolu birliğini kurma yolunda savaşmıştır. Kas­ tamonu (Paflagonya) yörelerinde oturdukları sanılan Gaşkalılar-

125 la savaşacaktır. Hitit birliğini yeniden sağladıktan sonra sınırları Kuzey Suriye’ye dek genişletecek ve Suriye içlerine dek seferler yapacaktır. Amurru’larla, Hurri ve Kizzuvatna krallıklarıyla an­ laşmalar yaptıktan sonra Mitannilerle savaştı. Önceleri yenildiy- se de seferlerini sürdürdü ve Mitanni kralı Tuşratta’yı öldürtme başarısını göstererek Ugarit’e (Ras Şamra) dek sınırlarını iler­ letmeyi başardı. Anadoluda karışıklıklar çıkması üzerine geri dö-' nüp birliği yeniden sağladığı gibi Kizzuvatna krallığını kendisine bağlayıp, yönetimine oğlunu gönderdi. Asur’un güçlenmesine kar­ şı öldürülen Mitanni kralının oğlu yönetiminde Hititlere bağlı olarak yeniden tampon devlet niteliğinde Mitanni devletini oluş­ turdu. Yeni Mitanni kralını damat edindi. Kargamış’ı alıp oğlunu kral olarak gönderdiği gibi diğer bir oğlunu da Halpa (Halep) krallığına getirdi. Bu sıralarda Mısır kraliçesinin isteği üzerine de oğullarından birini oraya gönderdiyse de bu prensin Mısır’a var­ madan öldürüldüğü görülmektedir. Artık Hitit devleti Ön Asya’nın en kuvvetli imparatorluğu dü­ zeyine ulaşmıştır. Savaşlar, büyük servet yığılımına neden olmak­ tadır. Hitit devlet yapısına uygun olarak da sürekli seferler ya­ pılmaktadır. Kuzey Suriye’nin ekonomik yeri çok iyi değerlendi­ rilmektedir. Öte yandan Hitit kralı akıllı bir diplomasî uygulama­ yı da becermekte, akrabalık yollarıyla merkezî nitelik taşımayan devletini sağlam bağlarla ayakta tutmaktadır. Ama veba gibi bir takım salgın hastalıkların önü alınamamaktadır. I. Şuppilulîuma’nm Gaşka seferinde ya da vebadan ölümü üzerine yerine geçen oğullarından II. Arnuvanda’nın bir yıl gibi kısa bir süre içinde ölmesi sonunda diğer oğlu II. Murşil çok kü­ çük yaşta Hitit kralı oldu. (Bu kral devri M. Ö. 1339 - 1306 olarak tarihlenir). Küçük yaşta bir kralın başa geçmesi Hitit devletine bağlı ((bağlı krallıkların» ayaklanmalarına yol açacaktır. Devrini yaz­ dırdığı yıllıklardan öğrendiğimiz II. Murşil kendisine karşı kuru­ lan Arzava ülkeleri kralları birliğiyle savaşarak ve onları yenmeyi başararak Güney - Batı Anadolu bölgesinde yeniden düzeni sağ­ layacaktır. Aynı başarıyı ise Hitit tarihinin her devrinde isyan eden Gaşka’lılara karşı tam anlamıyla sağlayamıyacaktır. Kuzey - Doğuda Hayaşa’lıların isyanını bastırırken de Kuzey Suriye’de ayaklanma baş gösterince komutanlarını bu ülkeye karşı bırakıp Kargamış üzerine yürüyecek ve isyanı bastıracaktır. Eniştesi Mira beyine de egemenliğini kabul ettiren II. Murşil Kuzey - Doğu Ana­ dolu’daki Hayaşa’lar üzerine yeniden dönecek ve onları yenme başarısı gösterecektir. Onun bu denli ayaklanmalarla karşılaşma­ sı her ne kadar devlet yapısıyla ilgiliyse de Mısır’ın Kuzey Surîye’-

126 de oynamaya başladığı yeni aktif politikayla da ilgisi vardır. Ni­ tekim, I. Setos’un Kadeş yakınlarında bunu açıklayan bir zafer anıtı vardır, bu devirden kalma. Tam aydınlatılamamakla birlikte artık Mısır İmparatorluğu da Suriye politikasında etkin rol oy­ namaktadır. II. Murşil’d'en sonra bu iki imparatorluğun çatışma­ sı kaçınılmaz olacaktır. Mısır İmparatorluğunun niteliğini Hitit’lerde de görmekteyiz. Askerî güce dayanan, üretim tekniklerini geliştirmeden, savaşlar­ la zenginlik elde eden emparyalist bir imparatorluk politikası, Ön Asya’nın bu iki büyük devletinin de temel politikasıdır. II. Murşil’- in oğullarından Muvatalli kral olurken, daha sonra önemli işle­ rini göreceğimiz diğer oğlu Hattuşili de yukarı ülkenin valisi ol­ muştur. Hitit devlet yapısından doğan isyanlar yeniden başlaya­ cak, öyle ki geçici süre için de olsa başkenti aşağı ülkede yeri saptanamayan Dattaşa kentine taşımak zorunda kalan Muvatalli (M. Ö. 1306 -1282 olarak tarihlenir) Hattuşili’nin de yardımıyla bu ayaklanmaları bastıracaktır. Hattuşili’nin anlattığı karışılıkların uzun sürmediği sanılabi- lir. Çünkü Suriye karışmıştır ve devrin iki büyük devleti de bu böl­ gede kesin egemenlik kurma çabasındadırlar. Asur’lular Mitannileri sıkıştırmaya başladıkları bu tarihlerde Muvattali bir ordu gönde­ rerek Asur’u zararsız biçime getirdi. Mitanni devletinden sonra ortaya çıkan Suriye’de bir çok küçük krallık bulunmaktadır ki bunlardan biri olan Amurru krallığı Hitit’lere bağlıyken bir taht değişikliğinde Mısır’dan yana geçti. Aslında bölgenin küçük dev­ letleri kuvvetli devletten yana bir politika gütmek zorundaydılar. Mısır firavunu II. Ramses Amurru’ların Hitit’lere karşı yardım isteğim yerine getirmek için ordusunun başında sefere çıktı. Hititler de Suriye’ye yürüdüler. Mısır ve Hitit İmparatorluklarının Eskiçağın bilinen bu en büyük meydan savaşını 'yapmalarının görünen nedeni Amurru’- larsa da, asıl nedeni uygulanan ekonomik yapıda aranmalıdır. İki büyük devlet de kesin olarak bölgenin ekonomik üstünlüğünü ele geçirmek istediklerine göre savaş kaçınılmazdı. M. Ö. 1292’de Kadeş’te yapılan meydan savaşının sonunda iki taraf da zaferi kesin olarak kazanamadı. Bu tarihten M. Ö. 1278’de barış yapılana dek her iki taraf da Suriye’de üstünlük sağlamak için seferler yapacaklarsa da böyle bir meydan savaşı bir daha ol­ mayacaktır. Bu savaştan sonra Muvatalli’nin ne olduğunu kesin olarak bil­ miyoruz. Ölümü üzerine Urhi-Teşup adlı oğlu dedesi Murşil’in mü- hürünü kulanarak tahta geçecektir. II. Murşil’in diğer oğlu Hat­ tuşili onun devrini de anlatmaktadır, bıraktığı savunmasında.

127 Urhi - Teşup’a karşı isyan eden Hattuşili tahta geçecektir. M. Ö. 1250’lere dek tahtta kalan Hattuşili (yukarıda değindiğimiz gibi II. Hattuşili) bir çok isyanı bastıracak ve Mısır’ın Hititlerdeki taht mücadelesinden yararlanmasına set çekecek, Şuppiluliuma’- dan beri süren saldırı politikasının meyvelerini toplayacaktır, İç politikada valilik devrinden kalma gözlemlerinden yararla­ nıp başarı sağlayan II. Hattuşili, dış politikada da becerikli bir diplomasi uygulamıştır. Örneğin Mısır’la savaş sürerken Babil ile dost olmuştur. Onun dış politikada en önemli başarısı Mısır’la olan anlaşmadır. Karnak tapınağı duvarında Akadça metinden çevrilerek hiyeroglif yazıyla yazılan anlaşma metninin yanında Boğazköyde de Mısır’dan gelen metin ele geçmiştir. Eskiçağ siya­ sal tarihinin uluslararası ilişkiler bakımından eşit koşullara da­ yalı savunma ve saldırı anlaşması olan bu belge tarihte önemli bir yer alır. Birbirlerinin büyük devlet niteliklerini tanıyan ve yar­ dımlaşmayı öngören bu anlaşmayı eşi Kraliçe Puda - Hepa ile bir­ likte imzalayan II. Hs.ttuşili Ramses’le dostluğunu akrabalık bağı da kurarak sağlamlaştıracaktır. Son zamanlarında Asur’un geliş­ mesiyle doğan sorunları bir yana bırakırsak Hitit İmparatorluğu için çok önemli bir devir olan II. Hattuşili devrinde bir başrahibin kızı olan eşi Puda-Hepa’nın da önemli rolü vardır. Böylece M. Ö. XIII. yy. m ortalarına doğru Hitit imparatorlu­ ğu en üst düzeyine ulaşmıştır. II. Hattuşilinin ölümünden sonra yerine geçen oğlu III. Tut- halya (M. Ö. 1250 - 1220) devrinde Puda - Hepa’nın oğlunun ya­ nında siyasal etkinlikte bulunduğu görülmektedir. İlk zamanla­ rında kurulu düzeni yürütmeyi başarırsa da, sonradan Hitit fe­ deratif devletinden kopmalar başlayacaktır. Yukarıda değindiği­ miz gibi Hürri ve Aka’larla ilgili bu kral devrine mal edilen bazı olayların artık II. Tuthalya devrine değgin olduğu anlaşılmışsa da, bir yandan Asur, bir yandan da Anadolunun batısındaki şehir devletleri güçlenmeye başlamıştır. Asur’la yapılan savaşı yitiren bu kraldan sonra Hitit tahtına geçen oğlu III. Arnuvanda devrin­ de Batıdan Deniz kavimlerinin göçü başlayacaktır. Nitekim Ar- nuvanda’dan sonra kral olan II. Şuppiluliuma devrinde artık Boğazköy belgeleri sona ermektedir. (M. Ö. XII, yy. başları). De­ niz kavimleri Hitit İmparatorluğunu yıkmış, bu kavimlerden adını bildiğimiz Frig’ler Hitit başkentini ele geçirip yakmışlardır. Bo- ğa'zköy ve diğer Hitit kentlerinde bir yangın katıyla karşılaş­ maktayız. Böylece Hitit devleti sona ermektedir. Ancak Hitit yöneticile­ rinden ve halkından kaçabilenler Doğuya çekilerek yeniden şehir devleti yaşantısını oluşturacaklardır. İmparatorluğun parçalan­

128 masından sonra ortaya çıktığı için «Geç Hitit Şehir Devletleri» adı verilen bu yeni devre Hitit kültürü özelliği taşıyan yeni devir ola­ rak ayrılabilir. M. Ö. 1200 göçlerinin tüm Ön Asya’dan yarattıkları yıkıcı et­ kiden en çok zarar gören Hitit İmparatorluğu olmuştur. Nitekim İmparatorluk fazlaca yıpranmadığı halde bu dış göçler sonucu yı­ kılmıştır. Böylece, Anadolunun ilk kez birliğini gerçekleştiren Hitit imparatorluğu ortalama 600 yıllık bîr ömürden sonra an­ cak şehir devleti olarak bir süre daha yaşamını sürdürebilmiştir.

C) Geç Hitit Şehir Devletleri (M. Ö. 1200 - 700) : Ege göçlerinin M. Ö. 1200 lerden önce başladığı, 1200 lerde hızlandığı ve Hitit devletinin yıkılmasına yol açtığı görülmekte­ dir. Ön Asya’da yalnız Hitit’ler değil, M. Ö, H. binin büyük devletleri ortadan kalkacaktır. Mısır tarihinde gördüğümüz gibi, bu ülke bile göçlerden etkilenecekti. Aynı etkilenmeyi Batıda Mi- ken uygarlığında da göreceğiz. Ege göçlerinden sonra Anadoluda Hitit devletinin yerini Doğuda Urartu’lar, Batıda Frig’ler alacak­ tır. Mezopotamya’daki Kassit egemenliğinin yerini de Asur dev­ leti ile bu karışıklıktan yararlanarak Ön Asya’ya sızan Samî gö­ çebe Aramı kabileleri alacaktır. Bu yeni tablo içinde M. Ö. I. bin tarihi oluşacaktır. Urartu ve Frig devletlerinin egemenlik sınırları dışında ka­ lan ara bölgede (Kayseri ve Malatya arasındaki bölge) Hitit dev­ letinin kalıntısı bir takım küçük şehir devletleri ortaya çıkacak­ tır. Bunlara ek olarak Hitit egemenliğinde bulunmuş olan Halpa ve Kargannş gibi büyükçe kentler de devlet düzeyine ulaşmışlar­ dır. Kuzey Suriye’deki Hitit şehir devletleri Arami göçlerinden ko- runabilmek için Asur’un buyruğunu kabul ederlerken, Anadolu’­ daki Hitit şehir devletleriyse duruma göre Frig ya da Urartu devletlerinin egemenliklerine giriyorlardı. Yani bu şehirler devrin kuvvetli devletlerine bağlanarak varlıklarını sürdürmeye çalış­ maktaydılar. Şu şehir devletlerinin tek bir ırktan oluşmadıkları, Hitit ve Hurri kavimlerinin kalıntılarıyla Ege göçleriyle gelen kavimler ve Arami’lerin karışmalarından meydana geldikleri anlaşılmakta­ dır. Kaynak bakımından ayrı olan tüm şehir devletlerinin kul­ landıkları yazı Hitit hiyeroglif yazısı olduğundan bu devletlerin halklarına «Hiyeroglif Hitîtleri) diyenler de vardır. Bu şehir devletlerinin bir kesimi yeni kurulmuştu. Hitit bel­ gelerinde adları geçmemekteydi. Bir kesimi ise eski kentlerden oluşuyordu. Bir çok eski devrin önemli kentiyse yerle bir olmuştu.

129 Bu şehir devletlerinin tarihlerini aydınlatan asıl belgeler Asur belgeleridir. Asur’lular Hatti ülkesi, Hatti’li gibi deyimlerle bun­ ların Hitit devletiyle bağlarına değinmektedirler. Öyle ki salt Arami’lerin kurduğu kentlere bile Hitit’lere değgin ad vermekte­ dirler. Ancak Hitit adlarıyla Asur belgelerindeki yer adlan birbi­ rine tam benzemediğinden yazılı belgelerdeki yer adlarının bu­ gün nereleri içerdiğini tam kavramıyla anlayamamaktayız. Burada bu devletlerin hangi savaşlardan sonra Asur’un buy­ ruğuna girdiklerini ayrı ayrı ele almaya, tek tek adlarını belle­ meye yarar yoktur. M. Ö. VIII. yy. sonlarına doğru bu şehir dev­ letleri ortadan kaldırılıp Asur’a bağlandı. Daha sonra da Pers egemenliği Anadolu üzerinde gerçekleşince Anadolu tümüyle Pers egemenliğine girmiş oldu.

4.3.2. UYGARLIK VERİLERİ Hitit uygarlık verilerinin, tarih öncesi kültür gelişimiyle bir­ likte genişçe bilinmesinin gereği vardır. Biz bu kitabın sınırı içinde diğer bölgelere baktığımız gibi siyasal, sosyal ve ekonomik yapıyla ilgili genel bir açıklamayla yetinmek zorundayız. Bu ba­ kımdan kaynakçada adı geçen araştırmalar ilgililere yararlı olur.

A) Siyasal Y ap ı; Hitit devletinin siyasal yapısı Ön Asya uygarlıklarından ayrı­ lıklar gösterir. Hitit’ler merkezî bir devlet yapısı gerçekleştire­ memişlerdir. Orta Anadolu bölgesindeki Hitit birliğine bağlanan kentler dışında ele geçirilen bölgelerdeki devletler başlarına geti­ rilen «küçük krallarla» merkeze bağlanmıştı. Bu bağlı yörelerin devlete bağlılıklarını sürdürebilmek için ya yerel yöneticilerle akrabalık bağları kurulmuş, ya da ele geçirilen bu yörelere Hitit kralı kendi soyundan bir yönetici atamıştır. Bu özelliğiyle «kon­ federasyon» biçiminde bir devlettir. Bu konfederasyona girmiş olan bölgelerde fırsat bulundukça isyanların çıkması devletin tüm tarihi boyunca uğraştığı ana sorun olmuştur. Hitit hukukunun da bu devlet yapısına göre belirdiğini görmekteyiz. Hitit devletinin başında Hattuşaş’tâ oturan «büyük kral« İmpa­ ratorluk devrindeki gibi tanrı olmak durumunda değildir. Onların ancak öldükten sonra tanrılaştığına inanılmaktadır. Baş komu­ tan, başrahip ve başyargıç olarak yetkileri elinde toplayan kralın Eski Devlet zamanında belgelerde geçen «Pankuş» adlı bir danış­ ma meclisi varken imparatorluk devrinde böyle bir meclise de rastlanmamaktadır. Soyluların önce güçleri olduğu, giderek kra­ lın «mühür evi» denilen üretim fazlasının toplandığı saray ya­ nında siyasal güçlerinin kalmadığı anlaşılmaktadır. Kralların

130 dinsel güçlerini, Labarna soyundan geldiklerini ve askerî şef ola­ rak kendilerini tanıtan uzun sanları vardır. Hitit sarayında kraliçelerin de zaman zaman önemli yer elde ettikleri görülmektedir. Telepinuş zamanında tahta geçecek kişiyi düzenleyen buyruklar ortaya konmuştur ki daha sonra bunlara uyulduğunu görmekteyiz. Buna karşın meşru veliahda karşı sa­ ray darbeleri yapılmaktadır. Devlet hizmetinde görevli bir bürokrat sınıfın varlığı belge­ lerden anlaşılmaktadır. Bu bürokratik hizmetler soydan geç­ mektedir. Hitit konfederasyonundaki devletlerin bağlılık koşulları bir­ birinden ayrı özellikler taşımaktaydı. Her bağlanan yerel yönetim yeminle belgelendirilen bir anlaşma sonucu Hitit konfederasyonu­ na girmişti. Asıl Hitit ülkesi orta Anadolu’daki bölge ise, aşağı ve yukarı ülke olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu bölgelerin yöne­ timi kral soyundan bir kişiye veriliyordu. Askerî bir devlet olan Hitit’lerde krala bağlı sürekli bir ordu olmamakla birlikte, her erkek her yıl sefere katılmak zorundaydı. Hitit devletinin ekonomik yapısıyla bağıntılı olan sürekli savaş, bu yağma politikasına dayanan imparatorluğun yıllık işlerinin başında gelmekteydi. Giderek savaş araç ve gereçlerinin gelişti­ rilmesi, yeni savaş teknikleri bulunması doğal olmaktadır.

B) Sosyal Yapı: a — Sınıflar: Diğer Ön Asya uygarlıklarında olduğu gibi hak iki ana sınıfa ayrılmaktadır : Köleler ve köle olmayanlar. Hitit’lerde köle, sınıfının yaygın bir biçimde varlığını görmek­ teyiz. Eskiçağ ekonomisinin böyle bir sınıfın emeğine dayalı ola­ rak yürütüldüğünü biliyoruz. Hitit hukuk metinlerinde kölelere verilen cezalarda, birtakım haklarda, daha inisanî değerlerin oldu­ ğunu görüyoruz. Örneğin köleler yarım insan gözüyle görüldü­ ğünden cezalar da hürlere oranla yan yarıya uygulanmaktadır. Yeni mülk edinip köleliğini satınalacak hür olma haklan verilmiş­ tir. Ancak köle sınıfının genel yapısı tüm Eskiçağ uygarlıklarında olduğundan nitelik farkı göstermez. Köle olmayanlara baktığımızda üstte kral soyunu içeren soy­ lular yer almaktadır. Ayncahklı bu sınıfın birtakım devlet hizmet­ lerini tekellerinde tuttuklarını (sözgelimi başkâtiplik gibi) gör­ mekteyiz. Rahipler smıfınmsa diğer hürler sınıfından pek fazla bir ay­ rıcalıkları olmadığı sanılmaktadır. Diğer Doğu uygarlıklarındaki

131 denli güçlü bir rahip sınıfı oluşmamakla birlikte saygın bir sınıf olduğu, sakat prenslerin rahipliğe getirilmesinden de anlaşılmak­ tadır. Rahipler arasındaysa birçok gruplara da rastlanmaktadır. Hür şehir halkı da birtakım zümreler biçiminde yaşamaktay-. dı. Hürler gibi davranılan savaş tutsakları (ki nam-ra’lar olarak adlandırılıyor) ve daha başka sınıf adları da bulunmakla birlik­ te işlevleri, haklan kesin olarak henüz aydmlanmamıştır.

b — Hukuk : Hitit’lerin güneş tanrıçası Arinna’nın koruyuculuğu altında Hitit’lerde «dinsel hukuk» mülkiyetle birlikte, diğer Ön Asya uy­ garlıklarındaki nitelikte ortaya çıkmıştır. Mezopotamya’nın yasa koyma anlayışından ayrı noktalar taşımakla birlikte Hitit hukuku da genel olarak Ön Asya hukuk anlayışından nitelik farkı göster­ mez. Yazıtlar biçiminde yasa koyma geleneği yoktur. Buna kar­ şılık tabletler biçiminde yazılmış yasalar vardır. Hitit hukukunda mülkiyete dayalı yargılar hür ve köleler açısından başta gelmektedir. Bu yasalara hangi kral tarafından yazılı biçim ka'zandırıldığı bugün tam aydınlatılamamıştır. An­ cak eski devletten beri gereksinme görüldükçe ekler yapıldığı an­ laşılıyor. Hitit yasalarının önemli bir özelliği varsayımlar biçiminde suç­ lar düşünülmüş ve cezalar takdir edilmiş olmasıdır. Ele geçen yasa metinleri Hitit yasalarınm tamamı değildir. Bulunan belgelerde veraset, ticaret, madenî ve ceza hukuku gibi bölümleri içeren yargı­ lar bulunmaktadır. Yüzer maddelik iki seri biçiminde ele geçen bu yasalar «Eğer bir adam» ve «Eğer bağlar» ile başladığından bu adlarla anılmaktadır. Aile hukukunun «Pederşahi» bir aile ti­ pine dayandığı, verasetin tanındığı, cezaların kısasa kısastan çok bedelinin ödenmesi biçiminde olduğu bu yasalarda kamu huku­ kuyla ilgili maddeler de bulunmaktadır. Hitit hukuk metinlerinin devletler arası ilişkileri de Hitit konfederasyonunun dostu olan büyük devletler, bağlı küçük krallıklar ve düşman ülkelere göre ayrı ayrı maddelerle düzenlemişlerdir. Hitit hukuk anlayışının birçok noktalarda Mezopotamya hu­ kuk anlayışından etkilendiği görülmektedir.

c — Din : Eskiçağ toplumlarında dinin toplum yaşantısı açısından özel bir yeri vardır. Sosyal kurumlar, ekonomi, siyasal yaşantı dinle doludur. Hititlerin burada tüm tanrı, kutsallık anlayışları ve ta-

132 pınma biçimlerinin ayrıntılarına girmeden genel çok tanrılı din­ ler içinde özelliklerine değinmekle yetinelim. Hitit dini çok tanrılı (politeist) bir dindir. Hitit’ler kendi tanrılarından başka tüm Anadolu ve Ön Asya tanrılarını kutsal tanımışlar, bunlara değgin kültlerin yaşamasına, tapınılmasına olanak sağladıkları gibi kendileri de tapırimışlardır. Böylece bin­ lerce tanrılık kozmopolit bir kutsallık anlayışı ortaya çıkmıştır. Ekonomik gereksinmeler ve buna bağlı olarak gerçekleştirdikleri devlet anlayışının böyle bir dinsel yaşantı sonucunu doğurması doğaldır. Hitit ülkesinin eski kültürlerinde (Proto - Hatti ve Hurri) var olan tanrıları almışlar, Proto - Hatti devresinin fırtına tanrısını benimsemişlerdir. Huri’lerin Dattaşa kenti tanrısı olan fırtına tanrısı Dattaşa’ya da tapınmışlardı.Sümer’lerin kutsal üçlüsünü (Anu - Enlil - Ea) aldıkları gibi, Samiler’de beliren Sin-Şamaş- îştar üçlüsünü de kutsal tanıyan Hititler Hurri ve Mitanni tan­ rılarını da tanımışlardır. Böylece ekonomik ve siyasal ilişkileri olan tüm çevrenin kutsallık anlayışı Hitit dininde yerini almıştır. Hitit’lerin atalar kültüne bağlı kendi tanrılarının yanında ateş ve güneş tanrıları da vardır. Hitit’lerde güneş tanrısının özel bir yeri vardır. Zamanla, Fırtına tanrısının önem kazandığı gö­ rülmektedir. Her şehrin bir fırtına tanrısı vardı. (Boğayla birlik­ te simgelenen bu tanrı bir aile oluşturur). Sümer’lerde olduğu gibi tüm bu tanrıların üzerinde üçlü bir tanrı anlayışı oluşturulmuştur. Proto-Hatti devrinden kalan bu ünlü üçlü tanrı anlayışı, Hitit’lerde sürecektir. Hattuşaş şehrinin hemen yakınındaki Yazılıkaya açık hava tapınağında Hitit tanrılarının 80 kadarı kabartılmıştır. Bunlar­ dan adları saptanabilen ve işlevleri anlaşılanların büyüklü kü­ çüklü bir aile oluşturdukları görülmektedir. (Başta fırtına tan­ rısı, eşi tanrıça Hepat, arkada Teşup ve Hepatın oğullarıyla to­ runları yer alıyor.) Tanrıları insan biçiminde düşünen Hitit’ler insanların gerek­ sinme duydukları herşeyi tanrılar için de gerekli görmekteydiler. Efsanevî edebiyatlarının konusu da buradan doğmaktadır. Ölüm­ süz olan tanrılık düzeyine krallar öldükten sonra erişmektedir. Bu bakımdan bir kralın ölümü »tanrılaştı» diye anlatılmaktadır. Mezopotamya kültünün etkisinde kalan Hitit’lerde ölümden son­ raki yaşama inanılmamaktadır. Bu bakımdan da mezar yapıları­ na önem vermedikleri gibi-, zengin gereçler konan mezarlar da yoktur. Mısırdaysa bilindiği gibi bunun tersi bir anlayış söz ko­

133 nusuydu. Aslında Mezopotamya ve Anadolu siyasal oluşumu bu sonucu doğurmuştur. Hitit krallarmm tapmmasıyla ilgili yazılı belgeler çokça ol­ makla birlikte halkın davranışlarını anlatan yazılı belgeleri do­ laylı yorumlamalarla ortaya konmuştur. Temizliğe dikkat edilen Hitit dinsel anlayışında Kurban geleneği vardır. İnsan kurban etme geleneğinin de varlığı görülmektedir. Büyücülük gibi batıl inanışlara ise tüm Eskiçağ dinsel yaşantısında olduğu biçimde raslanmaktadır.

C) Ekonomik Y ap ı: Hitit ekonomisinin köy kültürü aşamasında olduğunu gör­ mekteyiz. Bu bakımdan coğrafî koşullara dayalı bir tarım söz konusudur. Hitit’lerde diğer ekonomik uğraş alanları olmasına karşın sosyal ve siyasal yapısını bu köy ekonomisi belirlemekte­ dir. Zenginlikler ele geçirmek için sürekli savaş yapma nedenleri burada aranmalıdır. Tarımı koruyan yasal sınırlamalar vardır. Arpa, çavdar ve az da olsa buğday üreten Hitit’lerin geçimlerini daha çok savaş eko­ nomisine bağlamaları doğaldır. Çevrenin kent kültürü aşamasın­ da olan -zengin bölgelerini (özellikle devrin Avrupası sayılan Ku­ zey Suriye’yi) ele geçirip sömürmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü ordu ve savaş gereçleri bakımından çevrelerinden üstün durumdadırlar. Gerçi demir işlenmesi M.Ö. XII. yy. a dek lüks durumundaysa da bakır ve kalay üretimini eski devirlerden beri çok iyi başarmaktaydılar. Bu madenler silâh üstünlüğü kurma­ larına yardımcı olmuştur. Tarım yalnızca bir tarla kültürü olarak değil, bağcılık, bah­ çecilik olarak da önem kazanmıştır. Öte yandan ikinci ana uğraş alanı hayvancılıktır. Ehlileştirilen küçük ve büyük baş hayvan­ lar aynı zamanda tarımda da kullanılmaktaydı. Hitit’ler ticaret yaşantısını koruyan yasalar oluşturmalarına karşın Ön Asya’nın tüccar toplumu olamamışlardır. Halkın bü­ yük bir kesimi tarımla uğraşırken, pek az bir kesimi ticaretle uğ­ raşmaktadır. Ticaret yollarının korunmasına ise özel bîr önem göstereceklerdir. Böylece Anadolu’da bir kültür alışverişi ortamı belirmiş olacaktır. Anadolunun sanat ve kültür verileriyle yazılı edebiyatları bu­ rada üzerinde duramıyacağımız denli Türk tarihiyle ilgili kişiler için önemlidir. Başlı başına incelenmeye değer.

134 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

HELLEN TARİHİ

1. «ANTİKÇAĞ» ANLAYIŞI

Antikçağ, genel olarak «Eskiçağ» demektir. Batılıların kul­ landığına göre biçimlenerek yalnızca eski Hellen ve Roma uygar­ lıklarına verilen ad durumuna gelmiştir. Bu anlamda antikçağ anlayışının ortaya çıkışı Rönesansla başlar. Rönesans, sözcük olarak «yeniden uyanış» demektir; antik dünyanın yeniden uyanışı. XIX. yy. tarihçileri (Özellikle Jakob Burkhart) Rönesans sözcüğünün içeriğini Ortaçağda bulmuşlar­ dır. Ortaçağdaki gelişim önce gerçekçi (realist) giderek doğacı (natüralist) bir anlayış kazanacak, XV. yy. dan sonra ise idealist klasisizme ulaşacaktır. İşte bu ikinci aşamada «antik dünya» nm Avrupa düşünce ve sanatında saygın bir yer alması gerçekleşe­ cektir. Antik dünyanın yazılı belgeleri hayranlıkla okunacak, Rönesansm bireyci (endüvüdüalist) anlayışının doğmasında et­ kin olacaktır. AvrupalIlar antik kültürün Ortaçağın hıristiyanlık sözgecinden geçmiş biçimini tanıyorlarken, XV. yy. larda artık doğrudan doğruya tanıyarak «Yeniçağ» kültürü içinde, yeniden yaratacaklardır. Antik dünyanın yazın eserlerini, düşünce ve fel­ sefesini doğrudan doğruya tanımalarında İslâmların özel bir yeri vardır. İslâm dünyasının Abbasiler döneminde ulaştığı kültür du­ rumu Hellen filozoflarının çevirilerinin yapılması, bunlara şerh (açıklama) ya da reddiye yazılması sonucunu doğurmuştur. Ge­ nellikle Hellen felsefesinin mitoslar dışındaki eserlerinin ve dü­ şüncesinin tanınması (Thales, Pythagoras, Plutarkhos, Sokrates, Platon, Aristoteles), antik kültürün tam anlaşılması anlamı taşı­ mıyorsa da Sicilya ve Endülüs medreselerinden AvrupalIlar îslâ- mın Arapçaya aktardığı bu eserleri Lâtinceye çevirerek yararla­ nacaklardır. Hümanizma diye adlandırılan antik çağın eserlerini çevirme ve öğrenme çabalarına böylece müslümanlarm etkisiyle başlamışlardır. Bu tanıma hemen olmuş değildir. İki yüzyılık bîr gelişim süreci geçirmiştir.

135 1500’lerde artık antik dünyaya bakış açısı Hıristiyan Ortaça­ ğının bakış" açısından ayrı bîr nitelik kazanmıştır. Avrupalı ilk kez kendi din dışı insanlık anlayışının ölçülerini eski Kellende, top­ lum ve devlet anlayışını da Roma’da bulmuştur. Böylece antik kültürü, Fransızların Hellen toplumuna verdiği «Gerek» ve Roma kültürüne verilen «Lâtin» kökenlerine göre ayırmışlardır. Avru­ palıya göre antikçağ, biri Grek diğeri Lâtin kökenli iki gelişim aşamasını içerir. Batı uygarlığının vardığı aşama açıklanırken bu iki kökenden geldiği görüşü ağırlık kazanır. Aydınlanma dönemi diye adlandırılan XVIII. yy. Avrupa dü­ şüncesinde antik kültüre hayranlık çok artacaktır. Çünkü, dü­ şünürler, araştırmacılar akıllarına gelen tüm konularda antik dünyanın da kendine özgü bir düşün ileri sürmüş olduğunu gö­ rürler. Yazılı eserlere karşı gösterilen hayranlık duyguları, hey­ kel, resim gibi sanat eserlerine karşı da sürer. Giderek toprak al­ tından çıkarılan birçok eserin ve Hellen düşüncesinin verilerinin kaynaklarını açıklayacak bilimsel araştırmalarda yeterli olunama- dığından «mucize» gözüyle bakılır ve açıklanır. Demek ki hayran­ lık derecesine varan antik kültürün kaynağı mucize ile açıklan- maktadır. Henüz arkeolojik araştırmalar sistemli bir biçim ka­ zanmadığından, Akdeniz uygarlık alanının doğal gelişim süreci anlaşılamamış, antik kültürün verilerinin nereden kaynaklandığı açıklanamamıştır. Hellen mitosu ya da eposu, bilim ve felsefesi gerçekten de Ortaçağ cenderesinden geçmiş Avrupalı için mucize­ den başka nasıl açıklanabilirdi ? Antik uygarlığın yaratıldığı topraklarda yaşayan «Yunanlı­ lar» (ki OsmanlIların uyruğundaydılar ve Rum diye adlandırılır­ lardı) AvrupalIların gözünde, antik kültürü yaratanların torun­ ları olarak görülüyorlardı. Oysaki Hellen uygarlığında İonyamn üstün etkisinden doğan Yunanlılar ile Yeniçağ Yunanlıları ara­ sında ilişki kalmamıştı. Öyle ki Hıristiyanlaşma ile birlikte antik dünya sona ermişti Balkanlarda. M. S. IV. yy. dan beri birçok yeni ırklar gelip yerleşmişlerdi. Özellikle IX. yy. daki Slavlaşma- dan Yunanistan da payını almıştı. Ama AvrupalIlar Osmanlı devletine karşı uyguladıkları politika için de bu «mucizevî» uy­ garlığı yaratanların torunları olarak gördükleri Yunanlıları alet olarak kullanacaklardı. Avrupa kamuoyu bu mazlumları, Osman­ lInın zulmünden kurtarabilmek için örgütleyecekler ve XIX. yy. ın ilk yarısındaki «Yunan isyanı» ortaya çıkacak, 1815 Viyana kongresinde Avusturya Başbakanı Meternihin önerisiyle kararlaş­ tırılan, saltçı yönetimler yanında isyanlara karşı olma kararına karşın isyan desteklenecek, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın doğ­ rudan savaşa katılmalarıyla bağımsız bir Yunan devleti kurula­ caktır. Avrupa emperyalizminin ileri karakolu olarak kullanılan

136 bu devlete Birinci Dünya Savaşı sonunda Anadoluyu işgal etme­ leri görevi verildiği gibi, Türkiye karşısında her zaman destek­ lenecektir. Politikacıların Rumlardan yana davranabilmeleri için, kuşkusuz .kendi çıkarlarına uygun olarak, kendi kamuoylarını kazanabilmek için XVIII. yy. dan bugüne dek «Yunan Mucizesini» yaratanların torunları imajından yararlandıkları bir gerçektir. Bu imaj aslında bilime aykırıdır. Öte yandan bugünkü Rumlar ile es­ ki Hellenler aynı soydan ve kültürden değillerdir. Antik dünyanın tarihini nasıl ele alacağımıza geçmeden bu konuya kısaca değin­ mek yararlı olacaktır. Bir kere «mucize» bilim dışı bir yaklaşımdır. Hiç bir kültü­ rün bir gelişim sürecinden geçmeden gerçekleştiğini tarih doğru- lamamıştır. Eski Hellen kültürünün oluştuğu ortamı bugün bilim­ sel olarak tanımaktayız : Bu Akdeniz uygarlık ortamıdır. Akdeni- ,zin doğusunda (Mezopotamya, Mısır, Suriye - Filistin ve Anadolu) çok eskiden beri bir uygarlık ortamı oluşmuştur. Bu uygarlıkların kendi sosyo - ekonomik yapısından gelen bir siyasal örgütlenme­ leri ve siyasal yaşantıları vardır. Bu toplumların büyük ajnıtlar ya- parlak ve büyük imparatorluklar örgütleyecek düzeyde bir uygar­ lık gelişimidir. Akdenizde ticareti başlatmışlardır. Bölgeler arası ırklar, kültürler, ticaret malları taşınmakta kültür etkileşimi sağlanmaktadır. Özellikle Anadolu bu etkileşimde köprü görevi görmektedir. Doğu uygarlıklarının vardığı dorukta devlet yapı­ sında kendini gösteren çöküntü üzerine sözünü ettiğimiz uygar düzen M. Ö. X. yy. dan önce gerileme safhasına girecektir. Ama uygarlık verileri tüccar topluluklarca Akdeniz yöresinde taşınıp duracaktır. İşte bu uygarlıkların sonuçlarından Ege bölgesi (Batı Anadolu kıyıları ve Adalar) ile Hellas (bugünkü adıyla Yu­ nanistan) yararlanacaktır. Hellen uygarlığının temelinde gör-" düğümüz destanlarda izlenen mitostaki tanrılar Doğudan Batıya geçmiştir. Hellenler Batı Anadolu kıyılarında, öncelikle gelişen uygarlık ürünlerini özellikle Perslerden sonra mucize diye ad- adlandırılan verileri Hellas’ta ortaya koyacaklardır. Burada Hel- lenlerin ortaya koyduğu uygarlığı küçümsediğimiz sonucu çı­ karılmasın. Gerçekten de «tam însan» anlayışına dayalı, çağdaş bo­ yutları olan bir uygarlık gelişimiyle karşı karşıyayız. Ancak bu­ nun kendiliğinden, içlerine doğduğundan olmuş bir gelişme olma­ dığının kavranması gereği üzerinde durmaktayız. Hellen uygar­ lığı, Eski Doğu Uygarlıkları fonu üzerinde, onlardan etkilene­ rek ortaya çıkmıştır. Yine etkileşim sonucu gelişmiştir. Mucize değil, başı sonu belli bir gelişimin verileridir. İnsanliğın vardığı ortak uygarlık aşamasıdır. Eskiçağ dünyasının ortaklaşa vardığı doruktur ve bugün de kimsenin özel malı değildir. Çağdaş uygar­ lığımızın yaratılmasında fon görevi görmüştür. Anadolunun ger­

137 çek sahibi olarak bizim de bu «antik uygarlıktan» serbestçe, bi­ linçli olarak yararlanmamız, modern Atatürkçü Türkiyenin kültü­ rel gelişimini sağlamamız ye Atatürk’ün «çağdaş uygarlık düzeyi­ nin üzerine» çıkmamızda gösterdiği yol olarak kullanmamız ge­ reklidir. Antik dönemin ikinci boyutu Roma ise, İtalya’daki bir şeh­ rin tarihi değildir. Akdeniz uygarlık alanında üç kez birliği kur­ ma girişimi olmuş Eskiçağda. Önce Persler, Eski Doğu Uygarlık alanını ele geçirmişler, Hellasa girmişler, ancak Pers savaşları di­ ye adlandırılan çatışma sonucu tam bir birlik greçekleştirememiş- lerdir. İkinci olarak Büyük İskender Hindistana dek uzanan bir imparatorluk kurmuş ancak ölümüyle birlikte parçalanmıştır. Üçüncü olarak da Romalılar Akdenizi birleştirmeyi (siyasal an­ lamda) başarmışlardır. Bu bakımdan Ro'ma tarihi bir şehrin de­ ğil, Akdeniz Uygarlık alanının, ortak tarihidir. Roma bu büyük siyasal başarısını devlet ve hukuk anlayışıyla sağlamış, ama kül­ türü genellikle Hellen kültürünün bir kopyası olmuştur. Siyasal kurumlarıyla Romanın çağdaş uygarlık içinde tanınması gereği açıktır.

1.1. ANTİK DÖNEM TARİHİNİN BÖLÜMLERİ Yukarıda kısaca değindiğimiz antikçağ kavramından anlaşı­ lacağı gibi Eski Batı Uygarlığının tarihine iki ana bölümde bak­ mak gereği vardır ; a — Ege ve Hellasin Tarihi, b — Roma Tarihi. Ege ve Hellasın tarihini, jeopolitik yapısıyla açıklama olana­ ğı bulduğumuz kendine özgü şehir devletlerinin ayrı ayrı tarihi olarak ele alınırsa, bizim bugün bu ajnrıntılardan kazanacağımız bir değeri olamaz. Öte yandan kültürel etkileşiminde tarihsel sü­ reci anlaşılamaz. Bu bakımdan ayrıntılara değil, tipik bir takım oluşumlara bakarak antik dönem uygarlığının insanlığa kazan­ dırdıklarını kavrayabiliriz. Bunun içinde ; a — Ege bölgesi ve Hellasın jeopolitik yapısı ile prehistorya- smı gözden geçirmek; b — Hellen uygarlığının oluştuğu «karanlık dönem» deki si­ yasal, sosyal ve ekonomik gelişimi kavramak; c — Değişik birer gelişim gösteren İsparta ve Atina şehir devletlerinin tarihlerini öğrenmek; d — M. Ö. V. yüzyıl Ön Asya ve Eğenin siyasal yaşantısını, Hititlerden sonra Anadoluda kurulan devletlerin tarihlerini de içe­ recek biçimde, Pers - Hellen savaşlarına bağlı olarak anlamak;

138 e — Mekedonyalı İskenderin gerçekleştirdiği imparatorlu­ ğun gelişim sürecini izleyerek, Hellenizm kültürünün özelliklerini öğrenmek gerekecektir. Hellen tarihi araştırmacıları, Hellen tarihini şu bölümlerde ele alırlar : Hellen öncesi dönem, Hellen karanlık dönemi ya da Ortaçağı (M. Ö. XII. — VIII. yy.), Arkaik dönem (M. Ö. VIII. yy.— V. yy.). Klasik dönem (M. Ö. V. yy.). Geçiş dönemi (M. Ö. IV. yy.), İskender İmparatorluğu ve Hellenizm dönemi (M. Ö. IV. yy. — I. yy.). Biz burada bu sıraya aynı biçimde ele almayacağız. Ana çizgileriyle Roma İmparatorluğunun tüm Akdeniz’i siyasal ege­ menliğine almadan önceki gelişimi kavramak açısından eski batı uygarlıklarına bakmak gereğini duymaktayız.

1.2. HELLEN TARİHİNİN KAYNAKLARI

Hellen tarihinin kaynaklarını tümüyle ele alıp burada ta- nıtamayacağıımz denli türlü ve çok olduğunu belirtelim. Hüma- nizma anlayışından bu yana tüm yazılı belgeler ele alınmış, ince­ lenmiş ve değerlendirilerek yayınlanmıştır. 1940 larda başlanan klasikler serisi içindeki çevirilerle birlikte bu eserler dilimize ka­ zandırılmıştır. Bu klasik çevirilerin yanında Millî Eğitim Bakan­ lığınca çıkarılan Tercüme Dergisinin 29. 30. ,31. 32. sayılarından oluşan «Yunan Özel Sayısı» nda hem Hellen kültürüne değgin kaynakların çevirileri, hem de Batıhların Hellenlere değgin yazı ve şiirlerinin çevirileri yayınlanmıştır. Homeros’un İlyada ve Odyseia destanları, Hesiodos’un şiirleri, Herodotos ve Tukydides’in tarihleri, Ksenephon’un Anabasisi, Roma döneminden kalma Plutarkhosun biyografileri gibi, Hellen tarihinin yazılı kaynakla­ rı dilimize de çevrilmiştir. Bu yazılı kaynaklardan başka arkeolojik buluntuların da önemli bir yeri vardır. Önceleri sanat eseri toplayıp, Avrupa mü­ zelerine kaçırma amacı taşıyan bilim dışı bu çalışmalar zamanla sistemli arkeolojik araştırmalar düzeyine kavuşmuştur. Bu sis­ temli araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlar yazılı belgelerle tamamlanınca ya da yazılı belgelerdeki bilgiler bu buluntularla doğrulanınca yüzyılımızın başından beri Hellen tarihinin ayrın­ tılarına dek aydınlatılması sağlanmıştır. (Batı dillerinde yazılan antik dönem tarihlerinin yanında A. Müfit Mansel’in TTK. ca ya­ yınlanan Ege ve Yunan Tarihi adlı eseri dilimizde, konunun öğ­ renilmesi açısından başvurulması gereken ilk elden bir kitaptır. Kaynakların da sözü geçen bu eserde tanıtıldığını belirtelim).

139 2. EGE BÖLGESİ ve HELLAS

2.1. COĞRAFÎ ORTAM Hellen tarihioin oluştuğu coğrafî ortamı ele alırken yalnız­ ca sınırları belirli bugünkü Yunanistanla karşılaşmamaktayız. Anadolunun batı kıyıları, Ege adaları ve Hellas (Hellen ülkesi) bu tarihin oluştuğu coğrafî ortamdır. Hellenler bu ortamın jeo­ politik özelliklerinden yararlanarak uygarlıklarını geliştirmiş­ lerdir. İnsan yaşadığı doğal çevre ile ilişkili bir kültür geliştirir. Bu doğal çevre ele alınırken siyasal yaşantılarına ne denli etki ettiği­ ne dikkat etmek gerekir. Ancak, tüm sosyal ve siyasal gelişme coğrafî ortamla açıklanamaz. Çünkü, insanoğlu doğaya etki etme yeteneğine sahiptir. Bu ortamı kendi gelişmesine göre kullanabil­ mektedir. Yani diğer canlılar gibi doğal çevreye uymaz, bu çev­ renin kendisine sağladığı olanakları kullanmayı başarır. Bu nok­ tayı gözönünde tutarak Hellenlerin yaşadığı ortamı gözden geçi­ receğiz. Asıl Hellen ülkesi (ki kendileri Hellas adını veriyorlar) üç bölgeye ayrılır : 1° — Aşağı (Güney) Hellas Bölgesi: Bugün Mora yarımada­ sı denen Pelloponnesos yarımadası asıl kıta bölgesinden bir geçit­ le ayrılmaktadır. Bu geçide, Korinthos kentinden dolayı Korint- hos geçidi (isthmosu) adı verilir. Bu yarımadada Hellen tarihin­ de önemli yer alan bölgeler vardır ; Güneyde Lakonike, orta ke­ simde Arkadia, kuzey doğusunda Argolis gibi. Aşağıda üzerinde duracağımız prehistorik devir için önemli olan kent Mykenia Argolis bölgesinde, Sparta ise Lakonike’de yer alır. 2° — Orta Hellas Bölgesi; Asıl kıta bölgesinin güney kesi­ mine Orta Hellas denir. Atina polisinin yer aldığı Attik yarımada­ sı, Thebai polisinin bulunduğu Boiotia bölgeleri bu kısımdadır. Daha başka bölgelerin de bulunduğu bu kesim Hellen tarihinde özel bir yer tutacaktır. 3° — Yukarı (Kuzey) Hellas Bölgesi : Bu bölgenin en önemli yeri Teselyadır. Teselyanm kuzey kesimindfe Hellen mitologyasında özel yeri olan Oiympos dağı bulunur. Hellen tanrıları mitologyaya

14ü göre burada oturmaktadırlar. Kuzeyden gelen akınların yol bul­ duğu bir geçit bu dağ ile deniz arasında yer alır. Tümüyle Hellas, bir yarımadadır. Doğusunda Ege denizi, gü­ neyinde Akdeniz, batısında İon denizi bulunur. îlk bakışta Hellasın kendi kaderini tek başına yaşaması olasılığı düşünülür­ se de Ege adaları, özellikle doğu batı arasında bir köprü görevi gören Girit adası, kültür etkileşiminde önemli yer alarak değişik olanaklar yaratmışlardır. Hellen kültürü ve siyasal gelişimi bu ortamda oluşacaktır. Bu coğrafî ortamın, jeopolitik etkilerine bakınca, daha başka özelliklerle karşılaşıyoruz. Hellas denilen ülke dar ve küçüktür. Sınırları kuzeyden kesin değildir. Diğer yönlerden ise, denizle ke­ silmiş gözükmesine karşın doğudan adalar yardımıyla Anadoluya geçit olanakları kazanmıştır. Anadoluda gelişen kültürden bu yol kanalıyla yararlanacak, etkilenecektir. Bölgenin yerleşim yönü doğuya dönüktür. Kaldı ki kuzey-güney doğrultusunda uzanan dağlar da, güneyde doğuya doğru kıvrılarak son bulurlar. Böyle- ce yerleşmeyi doğuya 'doğru yönlendirirler. Bu jeopolitik etki Hellenlerin yerleşme biçimini çizecektir. Kuzey - güney doğrultusunda uzanan dağları, doğu - batı doğ­ rultusundaki dağlar kesince, küçük yerleşme alanları oluşur. Bu yerleşme alanları «polis» tipi şehir devletlerinin doğmasında etkin olacaktır. Doğal dağ sınırlarıyla birbirlerinden ayrılan bu küçük şehir devletleri birbirlerinden ayrı üniteler olarak siyasal oluşum­ larını sürdüreceklerdir. Başka etkilerin de işe karışması sonucu ulusal birlik Hellen tarihi boyunca oluşamayacak, birbirlerine düşman şehir devletleri tarih boyunca sürüp gidecektir. İşte bu noktada Doğu uygarlıklarından farklı bir yapı karşımıza çık­ maktadır. Doğuda da siyasal yaşantı şehir devletleri biçiminde başlamıştı. Irmak boylarında kurulan bu şehir devletleri, ırmağın sağladığı jeopolitik olanaktan yararlanarak birleşik devletler dü­ zeyine erişmişlerdi. Ama; Hellasta bu tip ırmak boyu devletleri ku- rulamıyacaktır. Çünkü birleştirici ırmaklar yoktur. Orta kesimde bulunan, mevsimine göre kuruyan çaylar vardır. Demek kî Hellen birliğinin kurulamamasında bu jeopolitik yapı nedenlerden biri olmaktadır. Kuşkusuz daha başka sosyo - ekonomik nedenler var­ dır kî yeri gelince üzerinde duracağız. Bu nedenlerden bîr diğeri de yine jeopolitik yapıya dayalı olarak ekonomik zorluklardır. Hellasın orta kesimi birbirinden dağlarla sınırlanmış küçük bölgeler biçiminde ve tarıma yetlîk soyu olmayan yerler idi. Bu­ na bağlı olarak bitki örtüsü, iklimin de etkisiyle insanların Mı­ sır’da, Mezopotamya’da olduğu gibi kolayca tarım yapıp geçinme­ lerine elverişli değildir. Geçim koşulları zordur. Bunun önemli

141 sonuçlarından biri küçük şehir devletlerinin birbirlerine sürekli düşmanlık duymaları olmuştur. Diğeri ise ister istemez deniz kı­ yısında yerleşmeye zorlamıştır insanları. Denizden geçim sağlamak zordur. Sürekli mücadeleyi gerek­ tirir. Yaz-kış denizin verdiği gıdaları elde etme savaşı insanları erken olgunlaştırır. Bağımsız davranışta bulunmaya iter. Mısır ve Mezopotamyadaki tarımdan geçimini sağlayanların zıddına, on­ lar sürekli uğraş içinde olurlar. Deniz ayırıcı olduğu denli, birleş­ tiricidir de. Adaların sağladığı olanaklardan yararlanarak Hellen- 1er Doğuya doğru deniz yolundan yararlanıp ticarette bulunur­ lar. Demek ki deniz hem yol olarak, hem de özünde barındırdığı besinleri vererek yararlananlara olanak hazırlar. Yeter ki denizin bu jeopolitik özelliğinden insanlar yararlanmasını bilsinler. İşte Hellenler bunu başaracaklar, denizin olanaklarını kullanmayı öğ­ reneceklerdir. Sonuç olarak Hellenlerin, ülkelerinin jeopolitik özelliklerini iyi değerlendirdikleri, uygarlıklarını bu ortamdan yararlanarak kurup geliştirdiklerini söyleyebiliriz. Ülkenin fakir olanaklarını çevrenin koşullarından yararlanarak zenginleştirmeyi bilecek­ lerdir.

2.2. TARİHÖNCESİ (PREHİSTORYA) Ege adaları ve Hellasın tarihöncesi, yenitaş (neolotik) devre­ ye dek (M. Ö. 5000) çıkarılmaktadır. Kuzeyde Teselya bölgesi en eski kültürün başladığı alan olarak görülmektedir. Arkeolojik araş­ tırmalar M. Ö. 2000 lerden önce bu bölgenin tarihöncesine değgin bir takım bulgular ortaya koymuştur. Hellen tarihi açısından kül­ tür gelişimi Girit ve Akaların oluşturduğu aşamaya bağlı olmak­ la birlikte daha önce iki kültür katı vardır. Gerçi Hellenler ken­ dilerinin en eski yerliler olduklarından söz ederlerse de sürekli göçler bu alanda kültür katlarını oluşturmuştur. Hellasta ilk yerleşmeyi gerçekleştirenlerin Tuna boylarından geldikleri sanısını destekleyen arkeolojik belgeler vardır. Bu kültü­ re değgin belgeler Teselya bölgesinde Sesko yöresinde bulunmak­ ta ve I. Teselya kültürü olarak adlandırılmaktadır. Bu bir köy kültürüdür. M. Ö. 3000 lerin ortalarına doğru II. Teselya adı da verilen, buluntu yerine göre Dimini kültürü diye adlandırılan, güneye de etkisi olan aşamayı gerçekleştirenlerin kimler olduğu da tam aydmlatılamamıştır. Aynı tarihlerde Orta Hellas bölge­ sinde de Teselyadan daha değişik bir kültür gelişimiyle karşıla­ şıyoruz. Arkeolojik buluntular bir maden kültürü aşamasına ula­ şıldığını göstermektedir. Bunun kaynağı Anadoluda aranmakta­

142 dır. Yazılı belgelerdeki yer adları, arkeolojik buluntular M. ö. 3000 içlerinde Anadoluluların geldiğini kanıtlamaktadır. Kahramanlık devirlerini anlatan yazılı belgelerdeki Pelasg, Leleg ve Kar’lar adıyla anılan Anadoluluların gelmesiyle Teselya- da gelişen uygarlık duracak, yeni bir aşamayı Teselyaya dek bu yeni gelenler yayacaklardır. Bunların uzun süre sızma biçimin­ deki göçleri Kiklad adalarından Hellasın doğu kesimini, giderek diğer bölgelerini etkileyecektir. Jeopolitik yapı da böyle bir so­ nuca elverişlidir. Helen uygarlığının yaratıcı unsurları bu kültür aşamaların­ dan sonra ortaya çıkıyor. M. Ö. 2000 lerde gelenlerin oluşturduğu ortam da gözden geçireceğimiz tarihî gelişim oluşuyor. Bu bakım­ dan özellikle bu son gelenlere bakmak gerekecek. Bunlar AKA’- lardır. Ancak araştırmacılar, Hellen uygarlığının tarihsel kökle­ rini gözden geçirirken Akalardan önce Girit adasında oluşan bir kültürle karşılaşmışlardır. Eski Doğu kültürlerinin Kiklad adaları (özelikle Melos buluntuları bunu doğrular) ve Girit kanalıyla Hellen kültürüne geçtiğini görmekteyiz. Demek ki gelişim süre­ cine Giritten başlamanın bu geçişi kavramak açısından da önemi vardır.

2.2.1. GİRİT KÜLTÜRÜ Yüzyılımızın başlarında Giritte arkeolojik kazılar yapılmadan önce Hellen uygarlığının M. Ö. 2000 lerin ötesine çıkmadığı, Proto - Hellenler denen Akalarla birlikte bu uygarlığın başlatılması ge­ rektiği sanılmaktaydı.. Ancak Hellenlerde görülen birçok gelişimin açıklaması yapılamadığından bir

148 Giritte M. Ö. 4000 lere dek çıkan bir yerleşme vardır. Neolotik köy kültürü özelliği gösteren bu dönemin buluntuları Anadolu yoluyla Girite göçlerin olduğunu göstermektedir. Girit adası jeo­ politik yapısı bakımından Doğudan böyle bir geçişe elverişlidir. Bu köy kültürü her ne denli doğudan etkilenmişse de Mezopotam­ ya, Mısır ve Anadolu düzeyine ulaşamamaktadır. Ancak bu kül­ türlerde gördüğümüz gibi siyasal yaşantıyı gösteren site tipi yer­ leşme alanları M. Ö. 3000 lerden sonra göze çarpmaktadır. Bun­ dan da Doğuda gelişen büyük imparatorlukların Giriti ele geçi- remediği anlaşılmaktadır. Hellen mitoslarında sözü edilen Girit kralı Minosun M. Ö. 2000 lerdeki gelişme içinde yerinin varlığı arkeolojik belgelerle kanıtlanmıştır. Bu adı geçen kral nedeniyle Minos kültürü olarak da adlandırılan bu döneme değgin bilgilerin yalnızca destansal öyküler olmadığını bilim doğrulamaktadır. Bu tarihlerde Giritin ulaştığı kültür aşamasının parlaklığı Hellen destanlarında iz bı­ rakacak niteliktedir. Kaldı ki şimdilik okunamayan bir yazıları varsa da bu kültür yinede yazılı bir kültürdür. Yani yukarıda değindiğimiz gibi bir uygarlık aşamasıdır. Peloponnes savaşlarını yazan Tükidites, kral Minosun büyük bir deniz gücü olduğunu, Ege adalarında egemenlik kurduğunu anlatmaktadır. Arkeolojik kazılarda incelenen kentlerin surları­ nın olmaması bu bilgiyi doğrular. Çünkü güçlü bir deniz gücü sur yapımına gerek bırakmaz. Öte yandan Kiklad adalarında da Girit kültürünün etkisi görülmektedir. Demek ki Tükiditesin aktardığı bilgiler doğrulanır niteliktedir. Akdeniz kültür çevresinde M. Ö. 2000 lerde görülen siyasal ge­ lişmeye paralel Girit adasında da şehir devletleri ortaya çıkmış ve bunlar kuzey ve güneyde birleşmişlerdir. Özellikle bugünkü Kandiye yakınlarında tarihsel kent olan Knasos kentindeki araş­ tırma ve buluntular deniz gücüne dayalı zengin bir devletle karşı karşıya: olduğumuzu göstermektedir. Büyük saraylar yapılmakta, korsanık yoluyla zenginlikler adaya taşınmaktadır. Knasos sara­ yının görkemi, Girit’te şehir devletlerini birleştiren kralın bu kenti başkent edindiğini kanıtlar. Deniz gücünün ileri olduğunu M. Ö. 1900 lerde kentler yıkılıp, yeniden yapılmak durumunda ka­ lındığı bir sırada bile bunların yine de sursuz yapılmalarından an­ lamaktayız. Ticaret ve korsanlığa dayalı bir ekonominin yazıya gereksinmesi açıktır. Okunamayan bu yazı biçim bakımından Mezopotamya kökenlidir. Giritlilerin bu tarihlerde Hellen denizine egemen oldukları, Hellasa da akınlar yaptıkları, Mısır’la ticarî ilişkilerde bulunduk­ ları anlaşılmaktadır. Saraylarda oturan efendilerin zenginlik kay­

144 nağı ticaret ve korsanlık olmakla birlikte halkın denizcilik, ba­ lıkçılık yanında tarımla da uğraştığı görülmektedir. Giritte bu kültürün gelişimi üçüncü binlerden beri sürmek­ tedir. M. Ö. 1600 lerde deprem sonucu saraylar yıkılmış, bu du­ rumdan komşuları yararlanmıştır. Özellikle Miken kültürünü ya­ ratanlar Giriti yağmalamışlardır. Giritliler yeniden kendilerini toplamayı başaracaklarsa da M. Ö. 1400 lerde Mikenli Akalar artık yalnızca yağlamayıp geri dönmeyecekler, adayı ele geçirecekler­ dir. M. Ö. 1400 lerden sonra Akalar üzerinde daha derin bir kültür etkisi gösterecek olan Girit uygarlığının M. Ö. 1200 lerdeki Dor göçlerine dek önemi ortadan kalkmayacaktır. Borlardan sonra Gi­ rit uygarlığı yok edilecektir. M. Ö. X. yy. da adaya geçen Dorlar Giritlileri köleleştirecekler, Eskiçağın bu gelişme alanı başka yö­ relerin egemenliğine girecektir. Akalar dönemine dek Girit kül­ türüne bakıldığında Hellen uygarlığının kökenini açıklayan bir takım verilerin varlığı görülmektedir. Bu etkileri Miken dönemin­ de Hellenlere geçmişse de bugün tüm boyutlarıyla anlaşılabilmiş değüdir. Girit toplumu sanat eserlerinden anlaşıldığı gibi özgürdür. Eskiçağın şimdiye dek en gelişmiş halkıyla karşılaşıyoruz. Gerçi ekonomik üstünlük sarayda oturan kralın elindeyse de adanın verdiği olanaklar özgür bir halk topluluğunun belirmesini sağla­ mıştır. Tıpkı Mısır’daki gibi ekonomik fazlalığın toplandığı saray­ lar çevresinde mezar yapıları önem kazanıyor. Zenginliklerin sak­ lanması, ve korunması açısından bu mezarların nasıl doğduğunu biliyoruz. Ev biçiminde yapılan bu mezarlar ölümden sonra ya­ şantıya inanıldığı görüşünü de ortaya koymaktadır. Girit dininde ana tanrıçanın üstün düzeyde olduğunu, tanrı anlayışınm Ana- doludan geçtiğini görmekteyiz. Doğaya inanılan bir dinle karşı­ laştığımız Giritte ailenin ana soyuna ağırlık vererek sürdüğünü söyleyebiliriz. Tapınaklar yanında açık yerlerde tapınma eylemi­ nin olduğu anlaşılmaktadır. Toprağın bereketini artıran bu ta­ pınma yanında daha sonra Hellenlerde izleyeceğimiz spor oyunla­ rı da 4insel temele dayalı olarak Gritte beliriyor. Knosos sarayı başta olmak üzere Giritte ele geçen seramik üzerindeki renkli resimlerle duvar freskleri doğacı (naturalist) bir sanat anlayışının giderek stilize edildiğini göstermektedir. Doğu uygarlıklarında görmediğimiz perspektif anlayışının belirdiği iz­ lenmektedir. Bu verilerle Hellenlerde göreceğimiz bu anlayışın birdenbire ortaya çıkmadığını, Giritten aktarılmış olduğunu an­ lamaktayız. Demek ki Giritliler Doğudan gelmiş, Doğu uygarlık verilerini kendi jeopolitik olanakları içinde geliştirerek Hellen uygarlığına

145 katkıda bulunmuşlardır. Böylece Eski Doğu ve Eski Batı uygar­ lıkları arasında Anadolu ve Ege adaları köprü görevi görmüştür.

2.2.2. AKALAR ve MİKEN KÜLTÜRÜ Hellasa M. Ö. 1800 lerde Hint - AvrupalI bir ırk kuzeyden ge­ lecektir. Bunlara Aka adı verilmektedir. Akaların saf bir ırk ol­ mayıp Anadolulularla da ilişkisi olduğu ileri sürülmektedir. Hint - AvrupalI ırkların kaynağı sorunu bugün için çözülemediğinden Akaların da Hellasa kuzeyden girmiş olmalarına karşın tam ola­ rak nereden geldikleri sorunu aydırüatılamamaktadır. Bu yeni gelenler Hellasın yukarıda sözü geçen yerli çiftçileri­ ni egemenlikleri altına alacaklardır. Yerli halkın geleneklerini yık- maksızın bu kültürle bütünleşecekler, kasabaları yeniden kuracak­ lar ve geliştirmeye başlayacaklardır. Önceleri fazlaca bir gelişim göze çarpmıyorsa da M. Ö. 1600 lerde ilerleme kendini göstermeğe başlamıştır. Akalar doğuda gördüğümüz tipte şehir devletleri oluşturmuş­ lardır. Bu devletlerin en güçlülerinden biri Peloponnes yarımada­ sında Argolis bölgesindeki Mykene olmuştur. Aka kültürüyle ilgili buluntuların çoğunlukla burada ele geçmesi nedeniyle bu kültüre ((Mykene Kültürü» adı verilir. Aka kültürü ya da Mykene kültürü silâhları tekelinde tutan savaşçı kralların oluşturduğu, askerî bir devlet niteliği taşımaktadır. Bu kültürde yazı vardır ve Giritten alınmıştır. Ancak yalnızca şatolarda pek küçük bir sınıfın elinde araç olan bu yazı yeni yeni okunmuştur. Hellen dilini kullandık­ ları, ilk Hellen uygarlığı olduğu artık anlaşılan bu dönem top- lumlarmın niteliğini daha çok M. Ö. 800 lerde yazılan Homeros destanlarının verdiği bilgileri, arkeolojik kalıntılarla doğrulaya­ rak anlamaktayız. M. Ö. 1600 lerden sonra Girit malları ve teknikleri Hellasa gir­ meye başladı. Giderek savaşçı şefler ellerinde biriken üretim^ faz­ lasıyla anıtsal nitelik taşıyan stratejik yörelerde şatolar yaptırıp oturmaktalar halk da bu şatoların çevresine yerleştirilmektedir. Şatolarda yaşayan savaşçı krallar arasında akrabalık bağlarına dayalı ilişkiler kurulmaktadır. Öyle ki bu akrabalıklarda Anadolu krallarının da yerleri olmaktadır. Girit etkisiyle giderek uygarlık verileri geliştiren bu şehir devletlerinin güçlendiklerini ve sonun­ da Akdenizde Girit’in olanaklarını ele geçirdiklerini görüyoruz. Önceleri alış - veriş yoluyla ilişkileri olan Girit’e M. Ö. 1400 lerde artık egemen olacaklardır. Ancak unutulmaması gereken çok önemli bir nokta tüm 'zenginleşme ve güçlenmelerine karşın bu şehir devletlerinin Doğuda gördüğümüz tipte bir merkezî devlet oluşturamadıklarıdır. Bunun en önemli nedeniyse yukanda de­

146 ğindiğimiz Hellasın jeopolitik yapısıdır. Öte yandan aşağıda üze­ rinde duracağımız tipte şehir devleti (polis) de sayılmazlar. Polis­ lerin ilkel tipleridir. Mykene şatosu Argolisin stratejik, önemli bir tepesinde ku­ rulmuştur. Bu bakımdan diğer Hellas şehir devletlerinden daha ayrıcalıklı yanı vardır. Öyle ki her şehir devleti yöneticisinin kendi tekelinde savaş arabaları, tunç kılıçları ve kalkanları olduğundan Mykene kralıyla birlikte savaşa gittiklerinde bile yarı bağımlı dav­ ranışta bulunmaktadırlar. Nitekim Homerosun destanında bunu açıkça görme olanağı vardır. Mykene’nin ayrıcalıklı yanı zengin­ leşmesine yol açmıştır. M. Ö. 1400 lerden sonra Akdenizin tüm doğu kıyılarından Sicilya ve Güney İtalya’ya dek varan bir alış - veriş ortamı oluşturulmuştur. Girit’ten sonra Akdeniz’de güçlü bir ticaret örgütlenmesini gerçekleştiren bu savaşçı devletçiklerin ba­ şı, en çok zenginliği toplayan Mykene’deki kral mezarları yağ­ malanmış olmalarıyla birlikte sahip oldukları değerlere değgin bilgi verebilecek niteliktedirler. Önceleri kuyu biçiminde yapılan mezarlar, sonradan soy değişikliğiyle açıklanabilecek kubbeli me­ zarlara dönüşmüştür. Bu şehir devletinden başka Trins ve Orhomenos gibi sitelerin de gelişmiş, bu tip zenginliğe erişmiş olduğunu belirtelim. Akaların seramiklerinde, sanat eserlerinde görülen özellikler ile kültür verilerinin Giritin etkisinde kaldığı gözlerimektedir. Gi- ritten geri olduklarına göre ilişki kurdukları zaman böyle bir etki­ nin olması doğaldır. Bu arada zenginliği destanlara konu olacak derecede artan gelirlerin lüks alanlarda yoğaltıldığını, bunun için­ de zenaatçılara çokça gereksinmenin belirdiğini görüyoruz. Do­ ğal olarak başta Girit olmak üzere, Anadolu ve diğer Ön Asya zenaatçıları Argolise akın akın gelip şatoların artı ürününden pay alarak eser yaratacaklardır. Bu durum kültür etkileşimi açısın­ dan da ayrı bir önem taşır. Yukarıda niteliğine değindiğimiz kaynakların verdiği bilgile­ re göre kralın yanında soylulardan (toprak aristokratlan genel­ likle) oluşan bir danışma meclisi vardır. Krallık gittikçe aristok­ ratik bir yönetime dönüşecektir. Ticaret ve korsanlık zenginli­ ğin kaynağı olmakla birlikte ekonomide egemen olan uğraş yine de tarımdır. Bu nedenle de soyluluğun simgesi olarak toprak sa­ hipliğini görmekteyiz. Toprak sahibi olmak bilinci vardır. Top­ rağı olmayana iyi gözle bakılmazdı. İş bölümünün yaygın olma­ dığı bir ev ekonomisiyle karşılaşıyoruz. Henüz ticarette para belir­ memiştir. Üretimde köle emeği geçerlidir. Gelenek ve göreneklere dayalı sözlü yasalar geçerlidir. Babasoyuna bağlı bir aile düzeni vardır. Soylular üretimle değil, av ve savaş işleriyle uğraşmakta­

147 dırlar. Kadırüarm haklarıysa daha sonraki Hellen toplumunda göreceğimiz düzeyden üstündür. Aka kültürünün bu özelliklerini gördüğümüz Homeros destan­ larında anlatılan, aşağıda kısa bir özetlemesini aktaracağımız Tru- va (Troia) savaşı aslında bir kız kaçırma olayına dayanan saldırı değildir. Truva, Akaların boğazlardan geçip ticaret ve korsanlıkla­ rını yürütmelerine engel olan bir şehirdir. Denizci Akalar sosyo - ekonomik yapıları gereği bu engeli kaldırmak için saldıracaklar- dir. Nitekim bu saldırının yalnızca bir destan konusu olmadığını Truva kazılarındaki yangın izleri göstermektedir. Bu saldırının işlendiği mitos aslında yazıldığı çağın izlerini de taşıdığından «karanlık dönem» de ele alınacağından burada üzerinde durma­ yacağız. Ancak burada şu denli değinelim ki Akaların kültür özellikleri salt Hellası içermez. Tüm Ege bölgesini kapsar. Öte , yandan Aka - Hitit ilişkilerine değgin birtakım belirtilerin, konuy­ la ilişkili Hitit metinlerimin varlığı da üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Aka seramiğinin geniş bir ticarî alana yayıldığını görüyoruz. Bunun daha büyük gemiler yapımıyla gerçekleştiği anlaşılmakta­ dır. Ticaret için gittikleri tüm Akdeniz kıyılarından en. çok Peloponnes yarımadası olmak üzere ülkelerine zenginlik taşıyan bu kültürün yaratıcılarını M. Ö. 1500 lerden sonra doğuda oluşan Hitit ve Mısır İmparatorluklarıyla karşılaştırabiliriz. Aralarında­ ki tek ayrıcalık Mısır ve Hîtitin birleşik bir imparatorluk oluştur­ malarına karşın Akaların şehir devleti niteliğini sürdürmeleridir. Tıpkı onlar gibi yeni üretim teknikleriyle değil, üretim fazlasını yağmalayıp ülkelerine taşıyarak zenginleşen Aka saraylarında da bir çok çatışmalar olacaktır. Bu zenginlik ve refah dönemi anı­ larda yer edecek sonra destanlarda tanrısal kahramanların öykü­ leri olarak anlatılacaktır. Bu efsaneleştirilen döneme, tüm Ön As­ ya uygarlıklarında olduğu gibi M. Ö. 1200 göçleri son verecektir. Yıkılan şatoların altında bu refah toplumu ortadan kalkacaktır. Ancak Hellen uygarlığını yaratanlar olarak Hellenleşme sürecine gireceklerdir.

2.2.3. M. Ö. 1200 GÖÇLERİ ve SONUÇLARI Ön Asyanın tarihî gelişiminde Ege kavimleri denenlerin göç­ leri yepyeni bir aşama olarak yer alır. 1200 göçlerini yaratanlar Balkanlar üzerinden Anadoluya girecek, Suriye’den Mısır’a dek ilerleyeceklerdir. Hitit İmparatorluğu yıkılacak, Mısır ise eski öne­ mini yitirecektir. İşte bu göçlerin Hellasta, Aka uygarlığı üzerin­ de de yıkıcı etkisi olacaktır. Hellasa kuzeyden gelen bu yeni ka­ vimler Dor adıyla tanınırlar.

148 Bu yeni gelen kavimlerin demirden yapılmış silâhlan vardır. Tunç silâhlarla karşı durmaya çalışan tüm Ön Asyada bu silâh­ lara dayanarak başarı göstereceklerdir. Aslında Ön Asyada ilk kez demiri kullanan Hititlerdir. Öyle ki Mısır firavunu Hititlerden demir silâh istemiş, Hititler ise diplomatik bir gösteri olarak yal­ nızca bir hançer armağan etmişlerdir. Demirin tunç silâhlara belli bir üstünlüğü vardır. Ancak Hititlerin demir silâhları sınır­ lıdır. Demir cevherlerini elde etmeyi bir giz olarak saklamaktay­ dılar ama çevreleri yine de öğrenecektir. Demek ki M. Ö. 12001er- den önce Hîtitler demiri kullanan Ön Asyanın tek devleti duru­ mundaysalar da yararlanmaları sınırlı kalmıştır. M. Ö. 1200 lerde türlü adlarla adlandırılan Boğazlar üzerinden gelen kavimler asıl demir dönemini başlatacaklardır. Bu silâh üstünlüğüne dayanan­ lar Ön Asyanın yeni bir uygarlık aşamasına geçişi sağlayacaklar­ dır. Arkeologlar cıDemir Çağı» nı M. Ö. 1200 lerden başlatırlar. Dorlar Hellasa geldiklerinde tıpkı Hitit devletinin sonu gibi, Aka devletlerini yıkarlar. Dor göçleri hemen bir kerede olup bit­ miş değildir. Aşağı yukarı M.Ö. X. yy. a dek dalga dalga sürüp gitmiştir. Akaların şatolarını yıkmışlar bu yıkıntı altında yazı, da ortadan kalkmıştır. Aslında küçük bir azınlığın elinde olan ya­ zının yok edilmesi pek önemli bir şey değildir. Savaşçı kabilelere yazı gerekli olmadığından da Dorlar uzun süre yazıya gereksinme duymayacaklardır. İlerde gerekince Fenikelilerin alfabetik yazısı­ nı alacaklardır. Dor göçlerinin Akalar üzerinde yıkıcı etkisi olur. Birtakım boylar kaçıp Anadoluya geçerek, batı kıyılarında ya yeni kentler kurarlar, ya da eski kentleri ele geçirerek yerleşirler. (Bu geçişe Birinci Kolonileştirme adı da verilir). Kaçamayan boylarsa Dor- larca toprağa bağlı alt bir sınıf durumuna getirileceklerdir. Dor göçlerinin en Önemli sonuçlarından biri Batı Anadolu kıyılarına göçen Aka boylarının Mykene kültürünü yeni boyutlar içinde ge­ liştirmeleri olmuştur. Mykene dönemi su'aszndaki kültürleşmeden çok daha kapsamlı bir etkileşim sonucu Hellen uygarlığının ve­ rileri ortaya çıkmaya başlayacaktır. Nitekim M. Ö. V. yy. lardaki Hellen tarihinin klasik dönemine dek asıl kültür merkezi Batı Anadolu olacaktır. M. Ö. V. yy. lardaki yeni siyasal gelişme sonu­ cu bu kıyı kentlerinin önemi azalacak ve yerlerini Hellas devlet­ leri alacaktır. Destanların, felsefenin, polis tipi siyasal oluşumun geliştiği alan bu bölgedir. Buradan Hellasa geçecek, Hellası etki­ leyecektir. Dorların diğer bir etkisi de yazısız bir döneme neden olmala­ rıdır. «Karanlık Dönem» ya da <'Ortaçağ» (Avrupa Ortaçağına

149 benzer özellikler taşıdığından böyle adlandırılır) diye adlandırı­ lan bu yazısız dönemde Hellenleşme gerçekleşecektir. Siyasal an­ lamda yeni tip devlet anlajnşı bu göçler sonucu doğacağı gibi, Hellenlerin kültür anlayışı da bu dönemde oluşacaktır. Demek ki daha sonra yepyeni bir nitelikte doğacak olan uygarlığın maya­ lanması bu göçlerle başlamaktadır. Dorlar Akaların arkasından Adalara, Anadoluya geçecekler fakat iç yörelere doğru ilerleyeme- yeceklerdir, Yayıldıkları bu alanda ilk kez soyut bir sanat anla­ yışı ortaya çıkacaktır ki bu gelişme önemli bir aşama olacaktır. Böylece Ön Asyada ilk kez soyutlama belirmiş oluyor. Göçlerden sonra ortaya çıkan karanlık dönem üzerinde daha ayrıntılı durmak yararlı olacaktır.

150 s. HELLEN TARİHİNİN «ICARANLIK DÖNEMİ» (M. Ö. XII. yy. - VIII. yy.)

Mısır tarihînde gördüğümüz karanlık dönemlere benzer dö­ nemlerle Hellen tarihinde de karşılaşmaktayız. Daha sonraki bir çok oluşumun bu dönemde tomurcuklandığını gözlemekteyiz. Nasü ki M. Ö. 1500 lerde Ön Asyada yazının sınırlılığıyla gelişimini anlayamadığımız bir dönem geçtikten sonra Mısır ve Hitit impara­ torluklarının kurulmasını sağlayacak ortam oluşmuştu, M. Ö. 1200 Dor göçlerinden sonra başlayan yazısız karanlık dönemde de yepye­ ni oluşumlar gerçekleşecektir. M. Ö. VIII yy. a gelindiğinde yeni bir toplumla karşılaşacağız. Bu dönemin ardından gelen «kolonileş- tirme» olayıyla Akdeniz uygarlık alanı üstün bir niteliğe ulaşa­ caktır.

3.1. KARANLIK DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ Hellen karanlık dönemini Avrupa Ortaçağına benzeterek «Hellen Ortaçağı» diye adlandıranlar olmuştur. Ortaçağın siyasal anlamda belirmesi Germen boylarının Roma’ya saldırısıyla başla­ mış, üstün Roma uygarlığı ((barbar» dedikleri geri savaşçılarca yıkılmıştı. Küçük bölgelerde feodal beyler yönetiminde devletler belirmişti. Nitekim Akalarm gelişmiş uygarlığı da savaşçı Borlar­ ca yıkılmış, bunun sonunda ise toprak soyluları, (aristokratlar) ortaya çıkmıştır. Avrupa Ortaçağını bitiren olay, Avrupanın ya­ yılması (bizim coğrafî keşifler dediğimiz gelişme) idi. Hellen Ortaçağını bitiren olay da polislerin yayılması (kolonileştirme) olayıdır. Bu benzerlikler tarihsel gelişim sürecini çözümlemeden bakıldığında böyle bir adlandırmaya olanak verir. Ancak her iki dönemin içeriğini tam kavradığımızda böyle bir benzetmenin yü­ zeyde kaldığını anlarız. Avrupanın yayılmasıyla kolonileştirme gö­ rünüşte benzer, temelde tümüyle ayrı gelişim süreçleridir. Sonuç­ ları da ayrıdır. Biz burada Hellen Ortaçağı demeyi uygun görme­ diğimizden yalnızca «Karanlık Dönem» diyeceğiz. Dorlar Hellasa gelince ticareti yok edeceklerdir. Mykene şa­ tolarından yönetilen ticaretle zengin bir uygarlık gerçekleşmişti. Bu uygarlığın temel direği kırıldı. Dorlar toprağa yerleşmeye başlayıp tarımla ilgili bir toplum oluşturdukları için yazı da şato-

151 larla birlikte ortadan kalktı. Siyasal düzen yıkıldı. Yeni gelenler kısa sürede çevrenin jeopolitik yapısına uyum sağlayacaklardır. İşte bu yıkıntılar üzerinde yeni bir sosyal ve siyasal yapı doğa­ caktır. Ancak bu doğuş hemen değil, karanlık dönem boyunca oluşacaktır. Dorlar yönetici olarak Hellasta yeni sosyal sınıfların oluşu­ munu gerçekleştirecekler. Bu yeni sosyal yapı, yıkılan siyasal oto­ ritenin yerini alacak polislerin doğmasını sağlayacaktır. Polisler karanlık dönemin sonunda, kolonileştirme sürecinin de tamam­ lanmasıyla kendine özgü niteliğine kavuşacaktır. Karanlık çağın getirdiği ikinci önemli yenilik eposun doğma­ sıdır. Hellen tarihîyle olduğu kadar günümüz yazınında da önem­ li yeri olan bu konu üzerinde ayrıca duracağız. Karanlık dönemin tarımcı toplumu jeopolitik yapının da zor­ lamasıyla yeniden ticarete başlayacaktır. Aslında Dorların yok et­ tikleri Aka şehir devletlerinden kaçanların İonyada oluşturdukla­ rı devletler başta olmak üzere Hellas şehirleri de ticarete girecek­ lerdir. Bu ticarî ilişkiler yazıyı, gereksindirecektir. Bu kez eski Mykene yazısından ayrı, Fenike alfabesine dayalı bir yazı belire­ cektir. Eski yazı aslında Aka soylularının tekelinde olan bir işti. Alfabetik yazı ise kitleye dönük, yaygın bir özellik taşıdığı gibi so­ yut düşünce ve kavramları anlatmaya elverişlidir. Karanlık Dö­ nemin sonlarında artık yazı ortaya çıkmıştır. Hellen düşüncesinin anlatımında değeri olan bu alfabetik yazıyla karanlık dönemi ayırt etmede kullandığımız «yazısızlık» özelliği ortadan kalkmış­ tır. Yani karanlık dönem bitmiştir. Antik dönemin uygarlık verileriin anlayabilmek için iki ko­ nunun kavranması gerekir : V. Polisle simgelenen devlet yapısı­ nın doğuşunu sağlayan siyasal'oluşum. 2°, Hellen mitosu, eposu ve özgün bir din özelliği gösteren Hellen dinî. Bu ikî konuyu «ka­ ranlık dönemin getirdikleri» olarak ele alacağız.

3.2. KARANLIK DÖNEMİN GETİRDİKLERİ

3.2.1. SİYASAL OLUŞUM (POLİS) Karanlık dönemin siyasal oluşumu cpolis» diye adlandıraca­ ğımız şehir devletleri olarak sonuçlanacaktır. Polis şimdiye dek Eskiçağ toplumlarında gördüğümüz şehir devletlerinden ayrı özel­ likler gösterir. Polis tipi bu şehir devletlerinde dış görünüşüyle bir takım öğeler bulunmaktadır. Pazaryeri, tiyatro, kamu yapıla­ rı, okullar, çeşme v.b. Polisi doğu sitelerinden ayırt eden özellik­ ler bu görüntüler değildir. Polis, kendine özgü bir siyasal kuruluş­

152 tur. Hellen uygarlığını, giderek çağdaş boyutlarım anlamak için bu devlet tipini tanımalıyız. Önce polisin oluşum sürecini ele ala­ cak sonra da özellikleri ve özgün yönlerini belirteceğiz. Polis oluşumu belli bir süreçten geçerek sonuçlanmıştır. Bu ((krallık - aristokrasi - tiranlık ve demokrasi» aşamalarım içeren bir süreçtir. Unutmamak gerekir ki bu oluşum önce Batı Anado­ lu’da tamamlanmıştır. Hellasa buradan geçmiştir. Hellenlerde önceleri krallıklar vardı. Dorlarm getirdiği en önemli etki kralın yanında soylu (aristokrat) sınıfının doğması olacaktır. Kralların ayrı bir özelliği dinsel nitelik taşımamaları­ dır. Bunun ekonomik yapıyla sıkı bir ilgisi vardır. Nitekim toprak aristokratlarının güçlü bir sınıf olarak doğması da mülkiyet hak­ kının etkisiyle olacaktır. Aristokratlar giderelc güçlenecek, kralın egemenlik haklarını kısacaklardır. Önce Anadolu’da başlayan bu gelişim sonucunda krallıklar, «aristokratik» yönetimlere dönüşe­ ceklerdir. (Aristokratik yönetimin soysuzlaşması, yani aristokrat­ ların yetkilerinin seçkin bir zümrenin eline geçmesine oligarşi de­ nir) . Aşağı yukarı M.Ö. VIII yy. lara gelindiğinde tüm Hellen ül­ kesinde aristokratik yönetimler ortaya çıkmıştır. Bir kesimi geli­ şim sürecini tamamlayarak polise dönüşürler, krallığın tam orta­ dan kaldırılamadığı İsparta gibi şehir devletleri bu süreci tamam- layamayacaklardır. Kurumlanyla birlikte doğan aristokratik yönetimler, yeni ekonomik gelişim sonucu sarsılacaktır. Aristokrasiyi sarsan iki sı­ nıf vardır : Az toprağı olan köylüler ve orta sınıf. Az toprağı olan köylülerin durumu kötüdür. Özgürlükleri toprak sahibi olmaları­ na bağlıdır. Topraklarını yitirdikleri an özgürlüklerini de yi­ tirirler. Oysa artık para ekonomisi belirmiştir. Küçük köylü 1er, toprak aristokratlarına borçlanmakta, karşılığında toprakla­ rını ve kendi özgürlüklerini yitirmektedirler. Öte yandan «orta sı­ nıf» olarak adlandırdığımız tüccar ve 'zenaatçılar gittikçe geliş­ mektedirler. Toprak sahibi olmayan bu sınıfın elinde para birik­ mektedir. Zenginliğin tek ölçütü artık toprak değildir. Yükselen bu yeni sınıf yönetimde haklar isteyecektir. Kolonileştirme olayı­ nın temel nedeni de burada saklıdır. Demek ki aristokrasiye karşı «orta sınıf» ile ((az topraklılar» mücadele etmek zorundadırlar. Bu sınıf çatışmasının bazı polislerde reformlar yoluyla törpülenmesi­ ne çalışılmış ise de önlenememiştir. Çünkü sosyal gelişim birbiri- >ni sürekli etkileyen dinamikler içerir .Örneğin aristakr atlar kolo­ nileştirme olayıyla devlet içindeki sınıfların çatışmasını azaltmak isterken, kolonileştirme olayı «orta sınıfın» daha da güçlenmesi sonucunu doğuracaktır. Aristokratik yönetim bir takım yasal yol­ larla, ödün vererek düzeni yürütmeye çalışacaktır. Ancak yapılan

153 yasalar da yeterli olmayacaktır. Artık ekonomik gelişim yeni bir aşamayı hazırlamaktadır. Bu yeni aşamaya geçişi ((tiranlar» sağ­ layacaktır. Aristokrasi yönetiminde başlayan sınıf çatışmalarında aris­ tokrat sınıfından olmakla birlikte diğer sınıflar yanında yer alan kişiler iktidarı zorla ele geçireceklerdir. Bunlara ((tiran» deniyor. Tiranlar darbe ile iktidarı ele geçirmişlerdir. Krallık yönetimi gi­ bi iktidar güçlerini bir temele dayamamaktadırlar. Ancak yaptık­ ları işlerle bazı sınıfların desteğini kazanmışlardır. Tiranlar ülke­ lerinin yararına sanat, kültür gibi alanlarda birçok işler yapmış­ lar, sosyal ve siyasal çatışmayı durdurduklarından ekonomik giri­ şimlerde bulunabilmişlerdir. Tiran yönetimi kendine özgü tek kişi yönetimlerindendir. Yasal yolla başa gelmedikleri için tepki gös­ terilmesine karşın aristokrat sınıflara karşı yürütülen sınıf mü­ cadelelerinde halk yararına olmak üzere katkıları olmuştur. Şöyle ki aristokratların ekonomik çıkarlarını sınırlandırmışlardır. Böy- lece bu aşamada aristokratik sınıf gücünü yitirmiştir. Gerçi ya­ salarda çizilen haklarına dokunulmamıştır ama tiranların uygu­ lamaları sonunda ekonomik güçleri a’zalmıştır. Dolayısıyla siya­ sal güçleri de azalacaktır. Tiranlık önceleri halktan yana işler ger­ çekleştirmesine karşın giderek zorba yönetimi biçimine dönüşe­ cektir. Bunun iç ve dış bir çok nedenleri var. Şehri süslemek için gereken kaynaklar daralacak, öte yandan Persler Anadoluyu ele geçirince tiranlar sıkışacaktır. Bu sıkışma zorbaca davranışlarla ör­ tülmek istenecektir. Giderek yönetimdeki etkinliklerini yitiren aris­ tokratlar Tiranlara karşı dönmüş olan halk sınıflarının da deste­ ğiyle bu bu yönetimi yıkmayı başaracaklardır. Hemen her polis oluşum sürecindeyken bu tiranlık cenderesinden geçmiştir. Tiranlığın yıkılmasında aristokrat soylar önde mücadele et­ mişlerdi. Ama tiranlığı yıktıktan sonra eski yönetimlerini sürdüre­ cek gücü bulamayan aristokratlar ister istemez haklarından bü­ yük ölçüde vazgeçeceklerdir. Demosa (halk) dayalı bir yönetim ortaya çıkacaktır. Böylece ((polis» tipi devletin gelişim aşaması tamamlanmış olacaktır. Özelliklerini göreceğimiz bu devletin ya­ pısını bu gelişim sürecinde aramak gerekir. Bu siyasal gelişim ((Karanlık Dönem ve Arkaik Dönem» diye adlandırılan M.Ö. V. yy. dan önceki yıllarda tamamlanmıştır. Polis bir kabile devleti değildir. Kabile devleti kişiler üzerine kuruludur. Bir başkan çevresinde toplanan kabile için yurt önem­ li değildir. Önemli olan geleneklere dayalı kabile birliğidir. Hellas- ta önceleri bu tip kabileler vardı. Zamanla toprağa yerleşen bu ka­ bileler türlü sınıflar biçimine dönüşecektir. Polisin oluşumunun ilk dönemlerinde gelenekler geçerliydi. Zamanla etkinlikleri aza­

154 larak «yasa devleti» oluşacaktır. Polisin temel özelliğini bu nok­ tada görmekteyiz. Polisler toprağa bağlıdır. Tıpkı modern devletteki gibi yurt .kavramı ortaya çıkmıştır. Bu toprak bir surla çevrilmiştir. Çünkü jeopolitik yapı sürekli savaşlara yol açmaktaydı. Yurt içinde eko­ nomik bakımdan kendine yeterlidir. Bu çok zengin oldukları an­ lamında anlaşılmamalıdır. Ekonomik yeterliliğini Mezopotamya ile karşılaştırırsak daha iyi anlaşılır : Mezopotamya sitelerinin ekonomisinde dışa bağımlılık vardı. Gelişen ekonomik yapının istediği taş, maden, kereste gibi gereç­ lerin sitenin dışından satınalınması zorunluluğu vardı. (Aynı şey Mısır nomlan için de söz konusudur). Mezopotamya’nın gerçek­ leştirdiği site aslında polisten daha çok üretim fazlasına sahipken bu özelliği nedeniyle genişleme politikası uygulamıştı. Irmak bo­ yunda kurulu olmasının sağladığı jeopolitik yapıdan yararlana­ rak genişlemeye çalışacaktır. Mısır’da ve Anadolu’da aynı gelişim süreci gerçekleşecektir. Polis de bir şehir devleti olduğu halde eko­ nomik yeterliliği nedeniyle genişleme yoluna gitmeyecektir. Kaldı ki jeopolitik yapısı da elverişli değildir. Bir polisi doğu şehir devlet­ leriyle karşılaştırırsak daha fakir olduğunu görürüz. Ama elinde­ ki olanaklara dayalı bir ekonomik uğraş içindedir. Kolonileştirme- de değineceğimiz gibi besleyemiyeceği nüfusu ise dışa göç etmeye zorlayan bir ekonomdk düzendir bu. Polisin anlaşılabilmesi için bu özelliğin gözönünde tutulması gerekir. Buna bağlı olarak da korku yerine yasalara dayalı bir yö­ netim, sonuna dek bağımsızlığını koruyan bir devlet yapısı ger­ çekleştirilmiştir. Yine bu özelliğine dayalı olarak ilk kez yurttaş (polites) kavramı ortaya çıkmıştır. Böylece doğuda olmayan «tam insan» anlayışı doğacaktır. Kralın yönetiminde, onun uyruğu de­ ğil, yurttaş olan insan. Yönetimin amacı yöneticilerin saray ya da tapınaklarına (ileri sürülen biçimiyle tannnın isteklerini gerçek­ leştirmeye) dönük değildir. Poliste yönetimin amacı politesin mut­ luluğudur. Yönetimde görev almak isteyen kişi onların mutlulu­ ğunu, daha iyi yaşam koşullarmı sağlamak amacında olduğunu söyleyecektir. Yurttaş yönetime katılmakta, damgasını vurmak­ tadır. Tanrı böyle istedi diye yönetilmemekte, yönetimini özgürce eleştirmekte, tartışmaktadır. Bu oluşum düşüncenin, felsefenin, sürekli gelişen bir kültür ve sanat anlayışının doğmasını sağlaya­ caktır. Eserine imzasını atan birey onun iyi ve kötü yanlarını sa­ vunabilecektir. îşte Doğu uygarlıklarında görmediğimiz yepyeni bir anlayışla karşılaştığımız bu devlet yapısı tarihte ilk lâik dev­ let düzenim gerçekleştirmiştir. Eski Hellen uygarlığının çağımı­ zı etkileyen özelliklerinden önemli bir yönü bu noktada aranmalı­

155 dır. Tanrısal bir düzen değil, bireysel bir düzen doğmuştur. Bu küçük devletlerin siyasal oluşumundan insanlık bugün de yarar­ lanabilmektedir. Hellen kültürünün siyasal boyutlarım böylece gördükten son­ ra sosyal boyutlarına geçeceğiz. Karanlık çağda oluşan ikinci bir özellik ise epos (destan) tur.

3.2.2. EPOS Hellen eposunun (destanının) karanlık dönemdeki oluşumu ve epos yazarlarının başında gelen Homerosun eserinin değerine geçmeden önce mitos ve epos kavramları üzerinde, ilişki ve ta­ nımlarını belirterek bilgi veren Behçet Necatigil’in Gerçek Yayın- evi’nce yayınlanan Mitologya adlı eserinin birinci soruya karşı yazdığı açıklamayı aynen aktarmak yararlı olur kanısındayım : «Mitos (mythos), Yunancada söz-öykü anlamına gelir. Mi­ toslar ilkel insan topluluklarının evreni, dünyayı ve tabiat olayla­ rını kişileştirerek yorumlamak, henüz sırrını çözemedikleri haya­ tın ve evrenin çeşitli görüntülerini bir anlam kolaylığına bağla­ mak ihtiyacından doğmuş öykülerdir. Tabiatüstü ve fizikötesi kuvvetler yanısıra, tabiat kuvvetiyle savaşa girmiş onları yenmiş veya yenememiş ilk yiğitlerin kimlik ve kişiliklerini belirtmesiyle de mitoslar eposlara yani destanlara malzeme olur, destanları oluştururlar. En kısa tanımıyla mitoslar; tabiat kuvvetlerinin kişileştiril­ mesi, canlı varlıklar veya ölümsüz tanrılar halinde tasarlanması; eposlar ise tarihten önceki insan topluluklarının ilkel tarihleri ol­ duğuna göre, mitoslarla eposlar arasında yer yer aynı malzemeyi kullanmak, aralarında bağlantılar olan konuları değişik oranlar­ da ve farklı açılardan işlemek bakımından bir kesişme görülür : Destan kahramanları, mitoslardaki tanrılar ve tanrısal kuv­ vetlerle hayattaki insanlar arasında köprüler kuran kişilerdir. ' İlk çağların insanlarında tabiat kuvvetlerinin fizik ve etik et­ kilerini yansıtan mitoslar, dinlerin de başlangıcıdırlar; ilkel insa­ nın fizik atılımlanna ek olarak metafizik ve psikolojik davranış ve yönsemelerini de belgelerler. Taşıdıkları sezgi gücü, yer yer insan yaradılışındaki zaaf ve tutkuları, çağlarüstü bir kesinliğe, çok yönlü bir kullanış imkânına bağlamış olmalarıyla, mitoslar, bu­ gün de sanatın yararlandığı bir ilham ve kültür kaynağıdırlar.» (Hellen ve Roma mitologyasına değgin sistemli bilgiler almak için Behçet Necatigil’in bu Mitologya adlı kitabıyla, Azra Erhat’ın Mitoloji Sözlüğü’nün dilimizde yazılan en son el kitabı niteliğinde vazgeçilmez iki eser olduğuna bu nedenle değinelim).

156 Bilim öncesi tüm uluslarm tarihinde doğayı sistemli açıkla­ yan böyle mitosları ve sosyal düzenin bir açıklaması olan destan­ ları vardır. Ancak bugünkü Batı kültürüne uzantısı olması bakı­ mından Hellenlerin ki (Komayla birlikte) ayrı bir yer tutar. Bu­ nun birbirine bağlı iki nedeni var : Hellen eposunun tümüyle yazılı metin olarak sonraya kalma­ sı ve bugünkü uygarlığın yaratıcısı Batı uluslarının bu kaynaktan çokça yararlanmış olmalarıdır. Bu bakımdan «mitologya» deni­ lince ilk akla gelenin Hellen ve Roma olması doğaldır. (Türk tari­ hinin böyle mitologyası ve destanlarının olduğunu, Cumhuriyet döneminden bu yana araştırılıp, tam olmasa bile bir kesiminin aydınlatıldığını, sanatçılarımızca çok sınırlı da olsa işlendiğini ansıtalım). Burada geniş bir mitos ve epos anlatımı vermemize olanak yok. Yalnızca Homeros ve yazılışı ona maledilen epos üzerinde kı­ saca duracağız. Yaşamına değgin kesin bilgiler olmayan İonyalı, kör olduğu söylenen, Herodotos’a göre M. Ö. 850 lerde yaşadığı belirtilen Ho- merosun ilk kez sözlü anlatımda dolaşan eposları yazan kişi oldu­ ğu söylenir. Bu destan ozanının karanlık dönemin sonlarına doğ­ ru İlyada ve Odyseia adlı eposları (destanları) yazmasından bu­ güne dek kişiliği tartışılmıştır. Azra Erhat, Hommeros’un bu iki destanını şöyle değerlen­ dirir : «İlyada bîr olayın, Odysseia bir kişinin destanıdır. Çağdaş okuyucu destanda demez Odysseia’ya, onu daha çok bir romana, bir filme benzetir. Gerçekten de konusuyla romanı, kuruluşuyla fümi andırır Odysseia.» İlyada’da konu edinilen olay Hellenlerin, İlyon dedikleri Ça­ nakkale’deki saldırıları, Truva savaşıdır. Homeros bu savaşı ba­ şından başlayıp anlatmaz. 24 bölüm ve 16.000 den artık dizeden oluşan bu destanda »kahramanlık döneminin» tanrılarla ilişkisi olan krallarını, tanrıların da katılmasıyla savaş için de anlatırken Homeros, hem yaşadığı dönemin destansal tarihini, hem Dorlarla yıkılmış olan zenginlik döneminin gerçeklerle karışık bir öyküsü­ nü verir. Odysseia da ise Odyseus adlı kahramanın Truva savaşın­ dan dönüş öyküsü destanlaştırılır. Tanrılar, kahramanlar içiçe, severek, kıskanarak, yiğitçe, korkakça tüm insana özgü ruhsal davranışlarla yaşamaktadırlar. Homerostan başka Hellen mitoslarını yazıya geçirenler de var, Örneğin ozan Hesiodos (M. Ö. VIII. j'^y.). Ayrıca mitosları iş­ leyen Hellen şairleri de vardır. Sappho (kadın şair M.Ö. VII - VI.

157 yy.), Pindaros (M.S. 518-446), Kallimakhos (M.Ö. 310-240), The- okritos (M.Ö. III. yy.) gibi. Mitosları işleyip tragedya ve komedya yazan şairlerin de mi­ tos ve eposlarm çağımıza ulaşmasında katkıları çoktur. (Aiskhy- los, Sophiokles, Euripides, Aristophanes gibi). Bu destanların burada bizi ilgilendiren iki yamna değinmeli­ yiz : 1° — Bu destanlar siyasal birlik oluşturamamış olan polisler arasında bir Hellen kültürü ortaklığı kurulmasında önemli olmuş­ lardır. Öğrenim aracı olarak kullanılmaları sonunda dilin ve bu­ na bağlı kültür birliğinin, giderek geliştirilmesine katkıda bulun­ muşlardır. Aynı biçimde Roma kültürünü de etkilemişlerdir. 2° — Hellen kültürü içinde özel bir yeri olan din anlayışının sistemleştirilmesinde katkıları olmuştur. Aslında mitosta anlatı­ lan tanrılar sistemi Ön Asya’da bilinen tanrıların Hellen dilinde aldığı biçimdir. Ancak Hellen sosyal yaşantısıyla birlikte oluşan din anlayışının sistemleşmesine yardım etmişlerdir.

3.2.3. HELLEN DİNİNİN ÖZELLİKLERİ Sosyal yapıyı ve sonraki kültürel gelişimi anlamak bakımın­ dan Hellen dininin özelliklerini bilmek zorunludur. Eskiçağ top- lumlarında din yaşamın bir parçasıdır. Siyasal oluşumu da anla­ yabilmek için dinsel yapıyı bilmek gereklidir. Antik dünyanın din anlayışını «mucize» olarak nitelendirmeden bakmak zorunluluğu vardır. Hellen dini, mitologyasına bağlı olarak kavranabilir. Yukarı­ da değindiğimiz mitos içinde bir tanrılar sistemi oluşturulmuş, doğadan bireye dek davranışlar bunun içinde anlatılmıştır. Geniş aile ilişkileri içinde düşünülen bu tanrıların adlarım, doğuş efsa­ nelerini sıralamanın bir anlamı olmasa da önce mitosta anlatıldı­ ğı biçimiyle evrenin oluşumuyla, Oiympos tanrılarını tanımak ye­ rinde olacaktır. Oiympos tanrılarının başında Zeus vardır. ZeUs’un ortaya çı­ kışı ve yeryüzü tanrılarının başına geçişini anlamak için evrenin, dünyanın yaratılışından yola çıkmak gerekir. ((Önce KHAOS var­ dı. Bu boş ve sonsuz mekândan ilk tanrıça GAİA (yani toprak, yani yeryüzü) ve TARTAROS (yani toprağın altı) ve EROS (ya­ ni aşk) var oldu. Gaianm kocası yoktu; ilk tanrıça Gaia, kendili­ ğinden dağları, denizleri ve URANOS (yani gökyüzü) u doğurdu. Tanrıların atası Uranostur. Gaia ile Uranosun birleşmesinden Ti­ tanlar, yüz kollu devler olan Hekatonheirler ve Kykloplar meyda­ na geldi. Fakat Uranos, bütün bu çocuklarım anneleri Gaia’mn

158 karnında saklıyor, onları gün ışığına çıkartmıyor, göstermiyordu. Buna kızan Gaia, Titanlardan biri olan, oğlu KRONOSU kandır­ dı. Kronos babası TJranosun üretim organını kesti, denize attı. Ev­ renin sahibi şimdi KRONOS olmuştu. Kronosun kız kardeşi RHEİA dan çocukları doğdu : Yani Rheia, Kronosa Oiympos tan­ rılarını doğurdu. Fakat evrenin tek egemeni Kronos da, doğar doğ­ maz yutuyordu kendi çocuklarını. Oğulları HADES ile POSEİDON ve kızları HESTİA, DEMETER ve HERA, bu şekilde yutulmuşlar.)) (Behçet Necatigil, Mitologya, İst. 1973. 15- 16 S.). İşte ZEUS, Kronos ile Rheaia’mn oğullarından biridir. (Hesi- odosa göre Kronos, oğullarından birinin kral olmasından korktu­ ğu için yuttuğunu yazar). Rheia bu altıncı ve son oğlunu gizlice doğurur. Zeus babasını yener, kardeşlerini kusturur. Evrendeki yetkileri paylaşır kardeşleriyle : Kendisi yer ve göğün egemenliği­ ni alır, Poseidona denizi, Hadese de yeraltı ülkelerini verir. Asıl Oiympos tanrıları 6, tanrıçalarda 6 olmak üzere 12 ta­ nedir. ZEÜS baştanrıdır. Tanrıların tanrısı, tanrıların babası, büyü­ ğüdür. POSEİDON Zeus’un kardeşi ve denizlerin egemenidir. Karde­ şiyle boy ölçüşecek güçte korkusuz, güçlü bir tanrıdır. APOLLON; Anadolu kökenli bir doğa tanrısıyken Hellasta ay­ dınlık tanrısı olmuştur. İnsanlara iyilikte bulunmakta, öfkelenir­ se göklerden insanlara oklar yağdırmaktadır. (Azra Erhat’ın Mi­ toloji Sözlüğünde bu tanrıya dolayısıyla Hellen uygarlığının köke­ nine değgin geniş yer verilmektedir). Zeüs’ün oğullarından biri olarak gösterilir. HADES yeraltındaki ölüler ülkesinin tanrısı, korkunç bir tan­ rıdır. Kendi adıyla anılan, Homeros’un tanımıyla (ctanrıların bile tiksindiği çirkef dolu ülke» de kaçırdığı Persephone ile yaşamak­ tadır. (Hades bazen Oiympos tanrısı olarak düşünülmez ve yerini Demeter alır). HEPHAİSTOS Zeüs’le, Heranın oğlu, topal ve çirkin olan bu tanrı Oiympos tanrılarınca horlanırsa da çok beceriklidir. Yere yıldırım biçiminde fırlatılmış, ateşten yaratılmış bu tanrı demir­ cilikle ilgilidir. HERMES te Zeüs’ün oğullarından olup babasının haberciliği­ ni yapan özgün bir tanrıdır. Ölülerin ruhunu Hadese o götürür. Yolcuların da koruyucusudur. ARES savaş tanrısıdır. Mitosta horlanarak anlatılır. Roma’da karşılığı olan Mars’a, çok değer verilirken Hellenlerin Ares’e kötü gözle bakmalarının toplum düzeniyle yakın ilgisi vardır.

159 Tanrıçaların başında HERA gelmektedir. Zeüs’ün kız karde­ şiyken eşi olan Hera, kadını bütün kusurlarıyla canlandırır : Dırdıracı, kıskanç, hırçın, inatçı bir kadındır. Tanrı Zeüs’ün kafasından doğan ATHENA akıl ve erdem tan ­ rıçasıdır. Bu tanrıçayla ilgili efsaneler çoktur. Homeros’un des­ tanlarındaysa yaptıkları yakından izlenir. Toprak ve beraketi simgeleyen Ön Asya’nın tanrıçası Hellen- lerde Apollon’un ikiz kardeşi ARTEMİS olarak adlandırılmıştır. Ok, yay, at ve arabayla ilgili nitelendirilmelerde bulunulan bu tanrı öncelikle savaşla ilgilidir. Anadolu kaynaklıdır. Zeüs’ün kızkardeşlerinden HESTÎA ocağı koruyan, evlenme­ miş, efsanelere karışmayan bir tanrıçadır. Zeüs’ün diğer kızkar- deşi DEMETER toprak ve bereket tanrıçasıdır. Zeüs bu kardeşiyle de birleşecek ve Persephone adlı bir kızı olacaktır. Persephone’yi Hades’in kaçırması olayı ise aslında anne ile kızının bir arada top­ rak - bereketle ilgili efsanelerini canlandırmaktadır. Aşk ve güzellik tanrıçası APHRODİTE deniz köpüğünden ya­ ratılmıştır. İkincil ve yerel bir çok tanrı daha vardır. Ana çizgileriyle gelişimine değindiğimiz evrenin oluşumu ve tanrıların doğuşu çevresinde geniş öyküler oluşturulmuştur. Bu efsanevî öykülerin idealleştirilmiş bireysel yaşantıyla yakın bir ilgisi vardır. İnsandan ayrıldıkları tek nokta ölümsüz oluşlarıdır. Tanrıların yedikleri (ambrosia) ve içtikleri (nektar) onların ölümsüz gıdalarıdır. Zeüs’ten önce tanrılar insanüstü ölçüler için­ deyken, Zeüs’le birlikte insan boyutlarına indirilmişlerdir. Bu da kuşkusuz bir evrimleşmedir. Bu yönüyle de eski doğu din anlayı­ şında insanüstü ölçüler içinde düşünülen kutsallık anlayışından farklı bir yapının doğduğunu söyleyebiliriz. Tanrıların, büyük bir çoğunluğu Doğu uygarlıklarından alınmıştır. Dorların kendine özgü yerli tanrıları çok azdır. Tanrıların böyle tanıtılması, kül­ tür geçişlerinin de yönünü gösterir. Hellen düşüncesinin doğuş sü­ recini buradan hareketle daha iyi anlarız. AvrupalIların «Yunan Mucizesi» dedikleri olgunun nereden doğduğunu artık rahatça açıklayabiliyoruz. Bu fon üzerinde gelişen Hellen dininin özelliklerini şöyle sı­ ralayabiliriz : 1° — Hellen dininde din adamları sınıfı olmamıştır : Din adamları sınıfının, hele babadan oğula geçen biçimde çoğu dinler­ de görülmesi düşüncenin, bu sınıfın çıkarlarına aykırı gelişmeleri önleyebilmek için, baskı altına alınmasına yol açmıştır. (Din adamları sınıfıyla tapınağın temizliğine bakan görevlileri karış­ tırmamak gerekir).

160 2° — Tanrı karşısında alçalma (humiliation) yoktur. Eski Doğu dinlerinde bu özellik vardır. Saygılı davranmak ile alçalma ayrı şeylerdir. Giderek kişiler karşısında da kendilerini aşağılık bir varlık olarak görmeye alışır insan. (Etek öpme, el oğuşturma vb.). 3° — Hellen dininin dogması yoktur : Dogma, dinlerin soru sormaksızın, tartışmaksızın akıl yoluyla değil, iman yoluyla inanı­ lan kısmıdır. Dogmaya karşı çıkılamadığı için düşünce bu nokta­ da sınırlanmaktadır. Dolayısıyla bilim ve felsefe ile din çatışmak­ tadır. Hellenlerde düşüncenin neden din ile (aslında ekonominin belirlediği sosyal yapıyla) çatışmadan geliştiği böylece daha iyi anlaşılır. 4° —• Dinsel propaganda ve din uğruna fedakârlık yoktur : Doğması olmayan bir dini yayma çabası da söz konusu olmaz. 5° — Kutsal kitabı da yoktur : Kutsal kitap denilince yalnız Tevrat, İncil, Kur’an akla gelmemelidir. Burada öteki dinsel me­ tinleri de kutsal kitap niteliği içinde tanımlamaktayız. Mitoslarla süslenen bu dinde kutsal kitap olmadığından hoşgörünün geniş bir yeri olmuştur. Çünkü dinsel yapıya değgin tüm düşüncelere açıktır. 6° — Bugünkü anlamda bir günah kavram da yoktur. Yalnız­ ca kusur işlemek vardır. Dinle ilgili inançlar, kurumlar, oyunlar, festivaller gibi ayrın­ tılara inmeyeceğiz. Hellen toplumunun sosyal boyutlarını anla­ mak açısından üzerinde durduğumuz dinsel özellikler Hellen uy­ garlığının anlaşılmasında bu açılardan kavranmalıdır.

3.3. EKONOMİK GELİŞİM VE KOLONİLEŞTİRME Karanlık dönemi bitiren gelişme (ckolonileştirme» olayıdır. M. Ö. VIII - VI. yy. arasında süren bu olay Akdeniz uygarlığı açı­ sından ele alınması gereken çok önemli bir süreçtir. Bu karanhk dönemi Avrupa Ortaçağına benzetenler, kolonileştirme olayıyla yeniçağları yaratan «Avrupa’nın yayılması» (coğrafî keşifler) ol­ gusu arasında da benzerlikler kurmaktadırlar. Avrupa Ortaçağım bitiren yayılma olayıyla, Hellen Ortaçağını bitiren bu olay gerçek­ ten de benzer ekonomik nedenlere ve benzer gelişim sürecine daya­ nır. Ancak nitelik bakımından ayrılıklar taşıdığını gözden ırak tutmamalıyız. Önce bu olayın nasıl bir dışa taşmaya dönüştüğüne göz atalım. Dorlar göçebe, savaşçı boylardı. Hellasa geldiklerinde ele ge­ çirdikleri yerlere yerleşip köy toplulukları gerçekleştirdiler. Bu köy kültürü aşamasında ekonomik ilişkilerinde işbölümü yoktur. Aile ekonomisi diyebileceğimiz bîr tarım topluluğu oluşturmuşlar­

161 dı. Bir yandan polise dönüşecek siyasal oluşum süreci başlarken, bir yandan da jeopolitik yapının itelemesiyle denize dayalı ekono­ mik uğraş içine gireceklerdir. M.Ö. IX. yy. larda ister istemez za­ naatçılar ortaya çıkacak, iş bölümü gerçekleşecektir. Kaldı ki ka­ palı bîr toplum durumunda değiller ve Fenikeli tüccarların getir­ dikleri malları almakta, onlara kendi ürettiklerini satmaktadır­ lar. Bunun sonunda da kendine yeterli köy ekonomisinin boyut­ ları genişlemeye banlamaktadır. Karanlık dönemin bu oluşumu ticari ilişkilerin ilerlemesi, denizden yararlanma yoluna gidilmesi sonucunu doğuracaktır. Demek ki kendine özgü birtakım nitelik­ ler taşıyan Hellas’ın küçük devletlerinin ekonomik gelişimi M.Ö. VIII. yy. lara doğru yeni boyutlara ulaşmış, çıkış yolu aramakta­ dır. İşte bu gelişme bir takım nedenlerle, koşullar da elverişli oldu­ ğundan, Hellas devletlerinin dışa taşmaları gibi bir sonucu vere­ cektir.

3.3.1. KOLONİLEŞTİRMENtN NEDENLERİ VE KOŞULLARI Kolono anayurdun dışında yaşama yeri kurmaktır. Kimi özel­ liklerini vereceğimiz yerleşme yeri düzeyine ulaşmayan pazar yer­ leri (emperia - ki çağdaş emperyalizm sözcüğü buradan çıkar) de kurulmuştur. Bu emperialar bağımsız yerleşme alanı olmayıp alış­ veriş edilen pazarlardır. Asıl kolonileştirmenin nedenlerini şöyle toplayabiliriz; a — Nüfus ve toprak sorunları : Polisler birbirleriyle sü­ rekli savaşmalarına karşı nüfus artışını yerleştirecek, geçimlerini sağlayacak ortamı kuramamaktadırlar. Sparta devleti tipi geniş­ leyip çevresini egemenliği altına alma olanağı polislerin elinde yoktur. Bu yolu kullanamayınca, yani çevresini egemenliği altına alıp genişleyemeyince, ister istemez anayurdun dışında topraklar arama gereği doğacaktır. Kolonileştirmenin ana nedenlerinin ba­ şında bu Özellik gelmektedir. Artan nüfusu yerleştirecek toprak sıkıntısı Hellas dışına taşılması sonucunu zorlayacaktır. b — Siyasal yapı: Polis içinde yaşayan halk arasında toprak mücadelesi sınıf mücadelesine dönüşecektir. Toprağını yitirip borç yüzünden köle durumuna düşmek tehlikesiyle karşılaşanla­ rın bir kesimi polis dışına çıkıp yeni yurtlar bulma gereğini du­ yacaklardır. Ya köleleşecekler, ya da yurdu bırakıp gideceklerdir. Demek ki siyasal oluşum da kolonileştirmeye doğru zorlayan bir neden olmaktadır. c — Ekonomik nedenler : Hellasın jeopolitik yapısı nedeniyle geçim zorlukları vardır. Yine jeopolitik yapı deniz kıyılarında yer­

162 leşme, geçimlerini denizden sağlama zorunluluğunu doğurmakta­ dır. Deniz yararlanan için iyi bir nimettir. Deniz ticaretine giren Hellenler kolonileştirme eylemine de başlayacaklardır. Aslında onlar için başka yörelere gidip yerleşmek işi yabancı bir olay da değildir. Daha önce de adalar ve Akdeniz kıyılarına küçük çapta da olsa gitmişler, yerleşmişlerdi. Akaların Anadolu kıyılarına göç­ leri ise yukarda değindiğimiz gibi birinci kolonileştirme olarak ad­ landırılıyordu. Ancak bu yeni girişim öncekilerinden daha kap­ samlı ve değişik özellikler göstermektedir. Bu nedenler Hellas dışına çıkmayı gerektiriyor ama koşullar elverişli midir. Tarihsel bir olayın gerçekleşmesinde ortamın elve­ rişli olmasının gereği açıktır. M.Ö. VIII. yy. larda Akdeniz’de ticaret yapan Fenikelilerdir. Fenikelileri Akdeniz’in güney kesimlerine it­ meyi başaran Hellenlerin karşısında ise onları durduracak bir güç bu tarihlerde görülmemektedir. Asur bir kara devletidir. Batıda Etrüskler ve Kartacalılar (ki Fenikelilerin kuzey Afrika kıyıların­ da kurdukları en önemli kolonidir) Helenleri durduramamışlardır. M.Ö. 1200 lerde Ön Asya’nın büyük devletleri yıkılmış olduğundan Hellenleri Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz kıyılarında durdu­ racak güç kalmamıştır. Perslerin güçlenip de Akdeniz kıyılarına egemen olmalarıyla birlikte (M.Ö. VI. yy. ın ortalarına doğru) kolonileştirme olayı da duracaktır. Çünkü Hellen polislerinin kar­ şısına doğuda yeni bir güç çıktığı gibi Kartaca da Batı Akdeniz yörelerinde artık ilerlemeyi durduracak güçe ulaşmıştır. İşte bu ortamın elverişli olduğu dönemde Hellen polislerinin koloni kur­ ma girişimleri yukarıda sözünü ettiğimiz nedenlerle sürebilecektir. Yukarıda Avrupa’nın XV. yy. larda yayıldığından söz ederek Hellen Ortaçağı ile Avrupa Ortaçağının sona erişinin benzerliğine değinmiştik. Avrupa’nın XV. yy. ekonomik gelişimi nedeniyle Av­ rupa dışmâ taşma gereği belirmişti. Ticaret yollarının ortaya koy­ duğu sonuç, para ekonomisinin gereksindiği değerli maden ele geçirme isteği, artan nüfusu besleyecek uğraş yetersizliği, si­ yasal çatışmalar gibi nedenler; pusula, gemicilik sanatının ilerle­ mesi, dünyanın yuvarlaklığına değgin bilgilerin belirmesi gibi ko­ şullarla birleşince gelişen burjuva sınıfınca coğrafî keşifler ger­ çekleşmiştir. Keşifler diye adlandırılan yayılma burjuva sınıfının daha güçlenmesi sonucunu doğuracaktır. Giderek kapitalist üre­ tim aşamasına ulaşılmasında Yeniçağın başlarındaki bu yayılma­ nın önemli yeri vardır. Bu iki olay arasında görünen bu benzerli­ ğe karşın nedenleri ve kolonilerin özellikleri daha yakından ince­ lendiğinde temelde nitelik ayrılığı gösterdiği anlaşılır. Bir kez Hel­ lenler ile AvrupalIlarla aynı nedenlerle yayılmamışlardır. Sonra ay­ nı sınıfların gerçekleştirdiği olgu da değildir. Hellen karanlık dö­

163 nemiyle Avrupa Ortaçağının yüzeydeki benzerliğine bakarak kul­ lanılan Ortaçağ kavramının bu sonuçlar açısından da yetersiz bir genelleme olduğuna dikkat etmeliyiz.

3.3.2. KOLONİLERİN ÖZELLİKLERİ VE YERLERİ Hellen kolonileri kendine özgü özellikler gösterir. Koloni ku­ rulduktan sonra, anayurt olan polise bağlı değildir. Siyasal ve ekonomik yapısı bakımından yeni bir polis durumuna gelmiştir. Öyleki koloni olarak kurulan polislerde yukarıda değindiğimiz ekonomik ve siyasal nedenler ortaya çıktığında onlar da koloni kurmaya başlamışlardır. Demek ki koloni yeni bir yurt olmuştur. Hellenler yeni bir yerleşme bölgesi ele geçirmiş olmaktadırlar. Bu yeni yurda gelip yerleşenler ekonomik etkinlik oluşturuyorlar, do­ layısıyla bağımsız bir polis düzeyine eriyorlar. Geldikleri polisle ilişkileri sömüren - sömürüleri tipi bir ilişki değildir. Bağımsız iki polis arasındaki ilişkidir. Böylece Hellenler, Hellas dışında bağım­ sız şehir devletleri oluşturmuşlardır. Ancak kültürel ilişkiler ba­ kımından (din, dil vb.) birlikleri söz konusudur. Bunun dışında bağımsız devletler durumundadırlar. Hellenlerden önce Akdeniz kültür çevresinde Fenikeliler de koloniler kurmuştu. Fenikeliler ticarette Hellenlerden öncelik al­ dıklarından koloni kurmakta da önce davranmışlardır. Ege ve Anadolu kıyılarından uzaklaştırılan Fenikelilerin koloni yerleri daha çok Kuzey Afrika ve İspanya kıyılanndadır. Fenike koloni­ leri Hellen kolinilerinden nitelik olarak ayrıdır. Onlar birer tica­ ret kentleridir. Fenike kentleriyle kolonileri bitişik gibidir. Öyleki üretimin büyük bir bölümü Fenike’ye taşınır. Demek ki Fenikeli­ ler ticarî çıkarlarına uygun, ana kentten ayrı olmayan yerleşme alanları gerçekleştiriyorlar. Kazançlarını anayurda taşımaktadır­ lar. Fenike şehir devletlerini Asurlular ele geçirdikten sonra Fe­ nike kolonileri bağımsız davranabilmişlerse de, kuruluş yapıları Hellen yerleşmelerine benzemediğinden bu kez de Kartaca’nın buyruğunda toplanacaklardır. Görüldüğü gibi Hellen kolonileri ile Fenike kolonileri temelde ayrı kuruluşlardır. Hellen kolonileri Roma garnizonlarından da ayrı özellikler taşır. Hellen kolonileri kendi başlarına birer polis durumu kazandıkları halde Roma garnizonları, modern bir devletin vatandaşlarının ay­ nı yasalardan yararlanarak yurt dışında yaşaması özelliği göste­ rir. Ayrı bir devlet değil. Hellenler önce Makedonya kıyılarında koloni kurmaya başlar­ lar. Marmara ve Karadeniz kıyılarına geçerler. Karadeniz’in ku­ zey ve kuzey doğu kıyıları Hellas’ın geç-imi açısından önemli bir

164 yerdir. Bu bölge buğday ambarı olarak daha sonraki yüzyıllarda da önemli bir yer tutacaktır. Öte yandan güçlü erkekler ve güzel kadınlar yetişen bu kıyılardan yıllar boyu köle ve cariye sağlama yoluna gidilecektir. Daha sonra Roma, Bizans ve Osmanlı dönem­ lerinde de bu özellikleri sürecektir. Karadeniz kıyılarında en çok koloni kuranlar Miletoslular olacaktır. İkinci önemli koloni alanı Güney İtalya ve Sicilya bölgesidir. Öyle ki M.Ö. VI. yy. ortalarına doğru bu bölgeye »Magna Grekia - Büyük Grek Ülkesi» adı verilecek derecede Hellenler gelip yerleş­ mişlerdi. Spartalılann kurdukları tek koloni (Tarent) de bu böl­ gededir. Hellenler genellikle kıyıda yerleştikleri halde Magna Gre- kia’da iç kesime de girebileceklerdir. Kıyılardan içeri fazlaca gire­ memelerinin nedeni yerel devletlerin karşı çıkmalarıdır. Magna Grekia kolonileri kanalıyla Roma kültüründe Hellen etkisi gerçek­ leşmiştir. Kilikya, Doğu Akdeniz ve Mısır kıyılarında ise koloni kurma­ yı başaramayacaklardır. Buralarda ancak pazar yerleri (emperia) elde edebilecekler. Akdeniz’in diğer kesimindeyse Fenike kolonile­ ri kurulmuştur. Koloni kurma işinde hemen tüm Hellen polisleri rol oynamış­ tır. En çok koloni kuranlar Euboia adasındaki Aka polislerinden Halkis ve Eretria, İsthmos (Pelonones yarımadasının geçit bölge­ si) bölgesindeki Megara ve Korintos, Batı Anadoludan da Miletos ve Phokialılar olmuştur. Örneğin Miletoslular 80 den çok koloni ile önde gelmektedirler. Foça (Phokaia) lılar ise şimdiki Fransa’­ nın Marsilya limanını kurmuşlardır. Burada tüm kolonilerin adlarını, kuruluş efsanelerini aktar­ manın yeri yoktur. Örnek olması bakımından Bizantion koloni­ siyle ilgili bir efsaneye değinelim : İstanbul’un kuruluşuyla ilgili birkaç efsane vardır. Bunlardan biri koloninin Megalılarca nasıl kurulduğuna değgindir. Söylentiye göre Delfoi kâhini Megaralıla- ra der ki : «Gidin, körler ülkesinin karşısında koloni kurun» Me- garalılar Bizas adlı bir yöneticinin buyruğunda gemilere binerler. Çanakkale Boğazını geçerler, İstanbul Boğazına dayanırlar. Kal- kedon’a (Kadıköy) gelip önceden koloni kuranların daha uygun olan İstanbul yöresini görüp yerleşmemelerine bakarak, «Olsa ol­ sa körler ülkesi burasıdır)) düşüncesiyle kolonilerini kurarlar. Yö­ neticilerinin adından 'da bu koloniye Bizantion denir. (Topkapı Sarayının ikinci avlusunda yapılan kazılar M.Ö. 660 - 659 larda böyle bir yerleşmeyi doğrulamaktadır). Bu örnekde olduğu gibi kolonilerin kuruluşunda türlü öykülerin olduğu anlaşılmaktadır.

165 3.3.3. KOLONİLEŞTİRMENİN SONUÇLARI Aşağı yukarı M.Ö. 750 - 550 yılları arasında ikiyüz yıl süren kolonileştirme olayının dünya tarihi açısından birçok kalıcı so­ nuçları olmuştur. Akdeniz kıyılarında yeni yerleşme yerlerinin gerçekleştirilmesi bile önemli bir sonuçtur. Asıl önemli etkisi ise kültür alış - verişinin en geniş anlamda doğmasıdır. Hellenler kendi uygarlık verilerini götürdükleri, yaydıkları gibi gittikleri yerlerden de yeni değerler alacaklardır. Gittikleri yerlerin geçmi­ şiyle, uygarlıklarıyla ilgilenmişler, öğrendiklerini de yazmışlardır. Böylece Ön Asyanın geçmişini tanıma olanağına kavuştuğumuz gibi Hellen uygarlığının ne gibi değerler aldıklarını da öğreniyo­ ruz. Çağımız uygarlığının Eskiçağ kökeninin hangi ortamda oluş­ tuğunu kavrayabiliyoruz. Öte yandan yeni üretim teknikleri, ekonomik uğraş alanları tanınacak, Hellen siyasal tarihinin oluşumunu sağlayan yeni sı­ nıflar doğacak ve güçlenecektir. Eskiçağın gelişimi bu yeni sosyo - ekonomik yapıya dayanacaktır. Kolonileştirmenin kuşkusuz en önemli sonucu «histonen» (araştıran) bir kafanın doğmasına yol açmasıdır. Ticari ilişkiler yanında ayrı kültürel özellikleri gören insanlar bunları karşılaş­ tırma olanağı bulacaklardır. Araştırma, durağan bir durumu kav­ ramak değil, değişimi karşılaştırmak olduğuna göre koloni olayı­ nın önemli bir sonucu olacaktır. Böylece yeni tip değerlendirme olanağı önce Batı Anadolu kıyılarında belirecektir. Araştırma ve düşünme artık felsefik düşüncenin ortaya çıkmasını sağlayacak­ tır. Felsefe Anadoluda başlayacak ancak Terslerden sonra Hellasa geçecektir.

166 4. İSPARTA VE ATİNA DEVLETLERİ

Hellenlerin siyasal anlamda dünya tarihine katkılarını anla­ mak İçin iki devlet üzerinde durulur. Bunlardan İsparta, yukarı­ da ana çizgileriyle gelişini sürecini çizdiğimiz, polis tipi devlet düzeyine ulaşamarmştır. Kendine özgü oligaraşik bir askerî yöne­ tim gerçekleştirmiştir. Atina ise Eskiçağın kendine özgü demok­ rasisini gerçekleştiren tam bir polistir. Hellas, ya da Batı Anadolu- daki tüm polislerin ayrı birer gelişim süreçleri vardır. Bunları ay­ rı ayrı öğrenmenin tarih görüşü kazanmak açısından bir anlamı yoktur. Hellenlerin M.Ö. V. yy. dan sonraki bölgeler arası tarihsel ilişkilerinde bu iki devletin gösterdikleri özellik bu iki sitenin ta­ rihini incelememizi zorunlu kılmaktadır.

4.1. İSPARTA İsparta (Sparte ya da Lakedaimon> Peloponnes yarımadasın­ da, Lakonike bölgesinde, Borların kurduğu bir yerleşme alanıdır. M.Ö. IX. yy. da kurulmuştur. Ispartanın devlet düzeni Borların getirdikleri temel üzerine oturtulmuştur. Bu devlet düzeninin ku­ ruluşunu Likürgos adlı bir kanun koyucuya dayandırırlar. Aslın­ da bir oluşum sonucu ortaya çıkmıştır bu devlet yapısı. likürgos’- un efsanevî adı ise çok sonraki belgelerde görülmektedir. Onun ki­ şiliğine değgin bilgilerin belki bir bölümü gerçek olabilir. Isparta- nın devlet düzeni gelişirken Likürgos adlı bir kişinin bunda rolü olmuş olabilir. İsparta kurulduktan sonra Peloponneste genişlemek için sa­ vaşlara başladı. Ele geçirdiği yörelerdeki Aka ya da Bor boyların­ dan olan halkı savaş tutsağı (Heilotes) durumuna getirdi. Ispar- talılar ele geçirdikleri toprakları paylar biçiminde bölüştüler. Is- partaya uzakta kalan topraklar bölüşülmediğinden serbest çalı­ şanların (perioikos) elinde kalmakla birlikte yine de Ispartaya bağlanmıştı. M.Ö. VIII .yy. daki nüfus artışı Hellasın diğer yöre­ lerinde kolonileştirme olayına yol açarken Ispartalılar toprakla­ rını genişletme gereğini duydular. Çünkü miras babadan büyük oğula geçtiğinden diğer kardeşler kendilerine toprak bulmak mo­ rundaydılar. Birinci Messenia savaşı (VIII. yy.) bu nedenle doğdu. Ancak bu savaş kralların güçlerini aristokrasiye kaptırmaları sonu-

167 cunu doğurdu. Aşağıda üzerinde duracağımız aristokratik gelişim bu yüzyılda ortaya çıktı. Bu arada dışa açılma olanağı bulan İspar­ ta sanatçıları toplayarak, kültür ve sanat gelişiminin merkezi duru­ muna gelecektir. Hellen uygarlık gelişiminin ana bölgesi durumu­ na yükselecektir. Ancak M.Ö. 640 ta Messanialı Heilotların, Ar- kadya ve Elislilerle de anlaşarak isyan etmeleri Ispartanm duru­ munu değiştirecektir. Bu savaş, bir Peloponesliler savaşı biçimini aldı. Uzun bir savaş sonunda Ispartalılar başarı gösterecekler ve isyanları bastırdıktan başka Argolis bölgesinde Kinuriayı da ala­ caklardır. Bu savaş sırasında Messaniayı Ispartalı vatandaşlar eşit olarak bölüştüklerinden, tc eşitler» diye adlandırılacaklardır. Öte yandan her an isyan korkusu nedeniyle de dışa kapanacaklar, Hellen kültür gelişimine ayak uyduramayacaklardır. M. Ö. VI. yy. m ortalarında İsparta kurumlarıyla oluşumunu tamamlamıştır. Eski siyasal davranışı da değişmiş, savaşta ele ge­ çirdiği yerleri bağlama yerine anlaşma yoluyla tutmaya başlamış­ tır. Bu anlaşmalarla Peloponnes birliğini kuracaktır. Argos dışta olmak üzere bütün Peloponnes şehir devletleri bu birliğe girecek­ ler, birliğe giren devletler bağımsızlıklarını koruyacaklar, buna karşılık savaşta ordularını Ispartanm emrine vereceklerdir. Ayrı­ ca birliğin İsparta tarafından gerektiğinde toplantıya çağrılan bir meclisi olacaktır. Bu askeri birlik Pers savaşlarında işe yara­ yacaktır.

Devlet Yapısı: İsparta devletinin oluşumu siyasal gelişimiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Halk üç sınıfa ayrılmaktadır. a — Eşitler (Ispartalılar) : Üretime katılmayan, yalnızca as­ kerlik görevine hazırlanan bu sınıf yönetimi, egemenliği elde tu t­ maktadır. Düzen bunların çıkarma göre oluşturulmuştur. b — Periokoslar : Vatandaşlık hakları bakımından Ispartalı- lara göre kısıtlı hakları olan bu insanlar topraklarınım başında­ dırlar. c — Heilotesler ; Savaş tutsağr olan bu köle sınıfı tüm üreti­ mi gerçekleştirmekte ve efendilerine hizmet etmektedirler. Çalışma yükü bu sınıfta olduğu için Ispartalılar günlerini avlanmakla ge­ çinmekte ve askerlik hizmetiyle uğraşmaktadırlar. Ancak, zorla köleleştirilen Heylotlar fırsat buldukça isyan edeceklerinden Is- partalılar bunlara karşı çok amansız davranacaklardır. İsparta tam bir polis düzenine, polisin oluşmasını sağlayan ekonomik süreçten geçmediği için ulaşamamıştır. Polisin oluşum sürecinde gördüğümüz aristokratik yönetim aşamasına geçmiş,

168 ancak aristokrasiye karşı ortaya çıkan tiran yönetimi gerçekleş­ memiştir. Çünkü tiranlarm doğmasını sağlayan orta sınıfı gelişti­ ren ekonomik süreç Ispartada işlememiştir. Kolonileştirme olayı­ na katılmayan Ispartanm polis olması olanağı ortaya çıkmamış­ tır. Artan nüfusu savaşla ele geçirdiği toprakların sahibi durumu­ na getirmiş, topraklar da eşitçe bölüşüldüğünden Ispartalüar ara­ sında sınıf mücadelesi olmamıştır. Ispartalı diye adlandırılan aris­ tokratlar çıkarlarını diğer sınıflara karşı askerî bir oligraşiyle ko­ ruma durumunda kalmışlardır. Bu gelişme düzeyini aşacak çeliş­ kiyi getiremiyen İsparta düzeni polis olamamıştır. İsparta beş köyden oluşmuş bir şehir devletiydi. Başlarında iki kral vardı. Bunların bir araya gelen iki soylu boyun yöneticile­ rinin devamı olması olasılığı vardır. Bu krallar Doğudaki gibi tan­ rısal bir güce dayanmamaktalarsa da önceleri epeyce geniş olan yetkileri aristokrasinin güçlenmesi sonunda simgesel bir hüviyet kazanacaktır. Kraldan sonra devlet işlerini yürüten beş «eforos» vardır. Bunların birleşme zamanındaki beş köyden çıkmaları olasılığı dü­ şünülebilir. M.Ö. VIII. yy. daki gelişme sırasında bunlar devlet yönetiminin asıl sorumluları derecesine ulaşmışlardır. Aristokratların oluşturduğu, yetki bakımından önemli bir meclis «gerusia» dır. Bu meclise 60 yaşını geçmiş eşitler girebilir. Toplam üye sayısı 28 dir. Yönetimle ilgili işler, kan davaları, icra gibi işlere bakmak görevidir. VIII. yy. da oluşan ve güç kazanan diğer bir meclis ise «apel- la» dır. Eşitlerin katıldığı bu meclis savaş, barış, başkomutan se­ çimi gibi İsparta için en önemli konularda karar verirdi. Öte yan­ dan İsparta için düzeni sürdürecek gençlerin eğitimiyle ilgili ka­ rarlar da bu mecliste alınırdı. Ancak tüm bu yetkilerine karşın Apella meclisinde konular tartışümaz, konuyla ilgili konuşmalar yapüdıktan sonra oylamaya geçilirdi. Savaşçı üyeleri ise evet ya da hayır diyerek tartışmaksızm oylarını bildirirlerdi. Pers savaş­ ları sırasında meclisin bu durumu Atinalılarca eleştirilecektir. Ispartanm güçlü aristokrasinin oligraşik yönetimi bu kurum- lara dayanıyordu. Düzenin sürekliliğini sağlamak açısından eğiti­ me özen gösterilmesi zorunluluğu vardı. Savaş her an söz konusu olduğundan barış dönemleri de savaşa dönük bir eğitim süresiydi. Toplumun düzeni sıkı bir disiplin, beceriklilik ve salt bağlılıktan oluştuğuna göre eğitim de bu amaca dönük olacaktır. Doğan çocukların güçlüleri alıkonuyor, diğerleri ya öldürülü­ yorlar, ya da dağa bırakılıyordu. 7 yaşında ailesinin yanından alı­ nan çocuk devletin ehnde 7- 13, 13-20, 20-30 yaşları arasında üç

169 aşamada uygulanan bir eğitimden geçiriliyordu. Bu eğitim aşama- larımn ayrmtılarma girmeden şunu belirtelim ki yaşamın tüm ■zorluklarına göğüs gerecek bir savaşçının bedence güçlenebilmesi için akla gelen tüm zorluklar uygulanıyordu. Topluca yaşatılan bu gençlere acılara katlanabilmeleri için işkenceler yapılabiliyordu. Okuma - yazma, matematik vb. düşünceye dayalı bilgilerin öğre­ timi ihmal edilmişti. Bu nedenle de Ispartada bilimler ve felsefe gelişmedi. Bu bedensel eğitimin yanında yalnız müzik öğretiliyor­ du. Aslında müzik de estetik bir amaç için değil, savaş marşları bi­ çiminde öğretilmekteydi. Zaman zaman devlete kesin bağlılığı ön­ gören erdem dersleri de veriliyordu. Kız çocuklarının da iyi anne olmaları için bedensel eğitime sokulduklarını görüyoruz. Bu sıkı eğitim sonucu 30 yaşında savaşçı olan Ispartalı 60 ya­ şına dek hizmete hazırdı. Yeryüzünde hiç bir rejim insanı bu denli devlet hizmetinde kullanmamıştır. Bu devlet düzeni bu bakımdan Hellen düşünür­ lerinden başlayarak günümüze dek tartışma konusu olmuştur. Ki­ mi düşünürler ideal devlet düzeni olarak överlerken, kimileri de bu baskılı yönetimin insanlığa aykırı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu baskılı yönetim nüfus kontrolünü sağladığından Isparta- Iıların nüfusu gittikçe azalacaktır. Örneğin 10.000 lerden 3.000 le- re dek düşecektir.

4.2. ATİNA Atina, Attık yarımadasında Akropolis tepesinin yakınında, korsan akınlanndan korunacak bir yerde kurulmuştur. Denize li­ manla bağıntılıdır. Bu liman (Pire) daha sonra bir kanalla Atîna- ya bağlanacaktır. İsparta bir kara devletiyken Atina deniz devleti olacaktır. Kurulduğu yer, denizden yararlanmasına elverişli, sal­ dırılardan korunacak stratejik bir yerdir. Atinanın kuruluşuyla ilgili mitologyada efsanevi bir anlatım vardır. Söylendiğine göre tanrı Poseidon ile tanrıça Athena arasın­ da, yeni bir kent kurucusu olmaları için bir yarışma düzenlenir. Poseidon Atina akrepolünün üstünde tuzlu bir göl yaratırken, Athena ise zeytin ağacı yaratır. Yargıcılık yapan tanrılar Athena- nın yaptığını başarılı görerek kenti kurma yetkisini tanrıça Athe- naya bağışlarlar. Bu efsanenin doğmasında tarımın Atina için de­ ğeri anlaşılır. Atinanın eski dönemleri karanlıktır. Bizi de burada ilgilendi­ ren Atinanın eski dönemlerinden çok «Atina demokrasisi» nin olu­ şumudur. Atinanın demokrasiye giden oluşumunun «Karanlık Dö­ nemi» de pek aydınlık değildir. Aristokratik yönetimin güçlendiği

170 M.Ö. VIII. yy. dan sonraki gelişimini ayrıntılarına dek bildiğimiz tek polis Atinadır. Akalara dayalı, İonyalılann Dor baskısından kaçınca sığındıkları bu şehir devleti (site) reformlarla tam polis düzenini gerçekleştirecektir.

a) Aristokratik Yönetimin Kuruluşu Attik yarımadasındaki 12 yerleşme ünitesini birleştirerek bir şehir devleti kuran krallık yönetimi M.Ö. X. yy. dan önce başla­ maktadır. Önce krallık (basilevs adı verilir) babadan oğula geçer­ ken sonraları yaşamı boyunca seçilmeye başlamıştır. Böylece ya­ şadığı sürece kral seçilmesi işi 12 kral dönemince sürer. Bu arada aristokratlar güçlenir. M.Ö. 752 den sonra kralların seçimi 10 yıl süreyle sınırlandırılmıştır. M.Ö. 682 yılında krallık bir yıllık me­ murluk (arhontluk) durumuna indirildi. Bu oluşum içerisinde aristokrasi yönetimi de tamamlanmış, kurumlan belirmiştir. Bu yönetimde kral 9 arhonttan birisidir. Bir yıllık süreyle yö­ netim için seçilen arhontların ilk üçü asıl üst görevleri yapmak­ tadırlar. Kral, arhontlardan biri olarak yalnızca dinsel işlere bak­ maktadır. Siyasal işlere karışmamaktadır. Aristokratların oluş­ turduğu, toplandığı yerden adını alan bir «areopag» meclisi var­ dır. Bu meclisin üyeleri devlet hizmetinde bulunmuş olan kiviler­ dir ve danışma görevi görmektedir. Ayrıca yönetime katılma hak­ kı olan sınıfın katıldığı «eklesia» meclisi vardır. Bu meclis devlet memurlarını seçmek, yasa yapmak, savaş ve barış gibi konularda söz sahibidir. İlerdeki reformların gerçekleşmesinde bu meclisin yapısı çok önemlidir. îlk kez grup olarak değil, bireysel sorumluluk­ lara dayalı oy verme sistemi bu mecliste ortaya çıkmıştır. Ne Is- partada, ne daha sonra inceleyeceğimiz Romada bu tip meclis yok­ tur. Atinanın gelişiminde çok önemli unsur olarak bu meclise dikkat etmek gerekir. Öyle ki bu meclis ile Atina demokrasisi de­ vamlı reformlarla olgunluğa ulaşmıştır. Böylece kurumlarıyla birlikte köklü, dengeli kurulmuş ola­ rak gözüken aristokratik yönetim güçlü bir yapı kazanmıştır. An­ cak kısa sürede bu düzene karşı davranışlar ortaya çıkacaktır. Bu­ nu anlayabilmek için halk sınıflarını bilmek gerekir. Çünkü dü­ zenin çelişkisi burada saklıdır. Tüm yönetimde egemen olan büyük toprak sahibi aristokrat sınıf yer almaktadır. Öpatritler adı verilen bu sınıf vatandaşlık haklarına bütünüyle sahip, düzenle çıkarlarını bütünleştirmiş bir sınıf olarak gözükmektedir. İkinci sınıf küçük toprak sahibi köy­ lülerdir. Bunlar sözde özgürdürler. Gelirlerinin bir kesimini aris­ tokratlara (soylulara) verdikleri gibi para ekonomisinin getirdiği sonuçtan kurtulamamakta ve küçük topraklarını elden kaptırarak

171 özgürlüklerini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadırlar. Özgürlükleri toprak sahibi olmakla sınırlıdır. Büyük toprak sahibi aristoktarlardan faizle borç para almak zorunda kalan bu küçük toprak sahipleri borç karşılığı sık sık topraklarını yitiriyorlardı. Böylece köle sınıfına düşüyorlardı. Üçüncü sınıf olarak da topra­ ğı olmayan ancak parası olan tüccar ’zenaatçı gibi bir orta smıf vardır. (Burjuva deyimi yerine daha çağdaş bir anlamı olduğun­ dan orta smıf demeyi yeğlemekteyiz). Kolonileştirme olayı sıra­ sında gittikçe güçlenen bu orta sınıf aristokratlardan hak isteye­ cektir. Bu üç ana sınıfın dışında gittikçe çoğalan, yönetimin dı­ şında bir köle sınıfı vardır. Bunlar üretimin asıl gücü olmalarına karşın birer araç durumundadırlar. İşte aristokrasiyi sarsan çelişki küçük toprak sahibi ve orta sınıf ile aristokratlar arasında gelişecektir.

b) Aristokratik Yönetimin Sarsılması M.Ö. VII. yy. içinde yukarıda niteliklerine değindiğimiz sınıf­ lar arası çatışmalar gittikçe hızlanacaktır. Orta sınıf güçlendikçe bu çatışmanın boyutları genişleyecektir. Bu sınıf mücadelesinde tiranlar ortaya çıkıyorlardı. Orta sınıfın ve küçük toprak sahiple­ rinin haklarını koruyacağı savıyla Kilon adında biri tiranlık kur­ mak için girişimde bulundu. Ancak halk onu kuşkuyla karşıladı­ ğından aristoktarlar durumdan yararlandı ve Kilonu öldürdüler. (M.Ö. 630 larda). Atinanın şöhretli bir ailesi olan Alkmaionidler- den arhont Megakles tiranlığın kuruluşunu engellediyse de Atina­ lIlar Megakles’i sürgüne gönderdiler. Çünkü verdiği sözü tutmaya­ rak Kilonu öldürtmüştü. (Bu soy Solon’un af yasasından yararla­ nıp Atinaya dönecek ve Hellen tarihinde önemli bir rol oynacak- tır). Demek ki henüz Atina tiran yönetimine hazır değildir. Bu tiranlık girişimi Atinada yazılı yasaların oluşturulması gereğini doğuracaktır. Yukarıda da değindiğimiz gibi aristokrat­ lar reform yolunu açık tuttuklarından evrimleşme olanağı bulu­ nuyordu. M.Ö. 624 de Drakon adında bir soyluyu yasaları yazmak­ la görevlendirdiler. Yasal gelişimde Drakon birinci aşamadır. (İkinci aşama Solon, üçüncü aşama ise Kleisthenes ' olacaktır). Drakon yasaları, areopag meclisini yani devleti, ceza uygulamala­ rını yerine getiren bir kuruluş biçimine sokmuştur. Kan davala­ rını önleyecek yasalar önermiştir. Drakon yasalarının en önemli yanı gelenek - görenek uygulamalarını yazılı duruma getirmesi­ dir. Aslında aristokrasiyi yasal yoldan koruyan yargılar getirmiş­ tir. Yasaları yazıh hale getirmekle yeni bir gelişime olanak sağla­ dığı için onu biz birinci aşama olarak adlandırmaktayız.

172 Drakonun önlemleri durumu düzeltmeyecektir. Çünkü orta smıf gittikçe güçlenmekte ve haklar istemektedir. Küçük toprak sahiplerinin istekleriyse, bugünkü anlamda bir «toprak reformu» dur. Bu istekleri Drakon karşılayamadığma göre çatışma süre­ cektir.

Solon Yasaları Toprak aristokrasisiyle halkm çatışmasmda M.Ö. VI. yy. ın sonlarma doğru birtakmı reformlar yapılırsa da, Atina ile Mega- ralılar arasında yapılan bir savaş halk sınıflarının durumunu da­ ha kötüleştirecektir. Gerçi savaşı AtinalIlar kazanır ama sınıf ça­ tışmasını da hızlandırır. Fakirleşen halkın ve toprağı olmadığı halde para bakımından zenginleşen orta sınıfın aristokratlara olan tepkisi yeni yasalar konulmasını gerektirecektir. Bu nedenle­ dir ki, kralların geldiği Medontidler soyundan aristokrat bir kişi olmasına karşın gezmiş, görmüş, ozan ruhlu bir kişi olan Solonu M.Ö. 594 te olağanüstü yetkilerle arhontluğa getirdiler. Solon bu olağanüstü yetkileri kullanıp tiran olmayacak denli yasa saygısı olan bir kişidir. Onun yansız davranışını gösteren şu şiiri dikkate değerdir ;

«Halka açıkça sert bir kaç söz söylemek gerekirse : Şimdi ellerine geçen şeyleri gözleriyle rüyalarında bile görmeınişlerdi.y> aBütün ağalara ve güçlülere gelince, beni öğmeliler, beni dost bil­ melilerdi. Bana verilen yetki bir başkasına verilseydi hem halkın diz­ ginlerini tutamazdı hem de sütü çalkalayıp kaymağını almadan durup dinlenmezdi. Bense döğüşen iki düşman dizisinin arasında bir sınır taşı gibi dikildim, durdumy> (Tercüme Dergisi, 27. sayı, 1944 teki Suat Y. Baydar çevirisi). Gerçekten de Solon şiirindeki gibi düzeni bozmadan tüm sı­ nıfları sevindireceğini sandığı bir düzenleme yapacaktır. Onun re­ formla gerçekleştirdiği düzene «timokrasi» adını verirler. Sınıfla­ rı ve eski kurumlan kaldırmadan bir takım reformlar gerçekleş­ tirmiştir. Solon önce borç yüzünden köleleşmiş olanların durumunu dü­ zeltecek, bu konudaki yasayı kaldıracak, borç yüzünden köle olup satılmış olanların borçlarını devlet eliyle ödeyerek geri dönmele­ rini sağlayacaktır. Gelirinin bir kesimini büyük toprak sahipleri­ ne veren köylülerin durumunu düzeltecek, Atinanın ekonomik ya­ pısına yön verecek önlemler alacaktır. Solon’un halkı yeniden sınıflaması ise anayasal bir uygula­ madır. Bu sınıflama gelire dayanarak yapılmıştır. Solon’dan önce varolan askerî düzene dayalı olarak bu sınıflamayı geliştirecektir.

173 Bu düzenleme üç sınıfa dayanıyordu : Birinci sınıf atlılar, ikinci sınıf ağır yayalar, üçüncü sınıf tehtler. Birinci sınıf hem seçiyor hem de seçiliyorken, ikinci sınıf yalnız seçebiliyor, thetler ise seçme hakkından yoksun bulunuyorlardı. Bu askerî sınıflamayı Solon gelire göre 4 sınıf biçimine getirecektir. Birinci sınıf, geliri 500 kile üretimde bulunanlardır. İkinci sınıfa geliri 300 kile olanlar giriyordu. Bu iki sınıf atlı­ ların yerini almıştır. Savaş çıktığında kendi askerleriyle birlik­ te savaşa katılıyorlardı. Üçüncü sınıf, geliri 150 kile olanlardır. (Sonradan 200 kileye çıkarılır). Bunlar savaşlara yaya, silâhlı askerler olarak katılırlar­ dı. Eski yaya sınıfının karşılığıdır. Dördüncü sınıf, geliri 150 kilenin altında olan sınıftır. Eski thetlerin karşılığı bu sınıftır. Bu gelirler toprak üretimine göre ayrümıştı. Buğday ya da zey­ tinyağı vb. ürünler ölçek olarak alınmıştı. Tüccarlar, zenaatçılar gibi toprağı olmayan orta sınıf ise gelirine göre bu sınıflardan bi­ rine sokulmuş idi. Böylece AtinalIların tümünün gelirine göre yer­ leri çizilmişti. (Burada kölelerin tüm bu sınıflamanın dışında ayrı bir sınıf olarak var olduğunu ansıtalım.) Solonun bu sınıf ayırımına göre AtinalIların devlet hizmetle­ rine nasıl katılabileceğini, nasıl vergilendirileceklerini ayırt etti­ ğini görüyoruz. Devlet hizmetine ilk üç sınıftan olanlar girebil­ mektedirler. Arthontluk, Hazine bakanlığı gibi iktidar yetkisini kullanma ise yalnızca birinci sınıfa tanınan bir haktır. Dördüncü sınıf ise yalnızca «ekselia» meclisine girme hakkını kazanabil- miştir. Solon bu düzenin yürümesi için daha önceki soyluların areo- pag meclisi ile halk meclisine dokunmadan yeni bir meclis oluştu­ racaktır : 400 1er meclisi (Bule). Bu yeni meclise her sınıftan yü­ zer kişi girmektedir. Senato tipi bir örgüttür bu meclis. Ayrıca halkın devlete karşı şikâyetlerini değerlendiren, 30 yaşını doldu­ ran tüm sınıflara açık bir mahkeme oluşturuyordu ; (Heliaia). Bu mahkemenin verdiği kararlar kesindi. Solon ayrıca ceza yasalarıyla ilgili düzenlemeler de getirir. Herkesin yurttaşlık hakkını kullanmasını zorunlu kılar. Eğer mecliste bir Atinalı evet ya da red biçiminde oy vermezse yurt dı­ şına kovulma cezasıyla karşılaşmaktaydı. Solon böylece siyasal anlaşmazlıkları kaldırarak kurduğu düzenin yürümesini istemek­ tedir. Ekonomik önlemlerle de bunu sağlamaya çalışmıştır. Sosyal dengeyi kurarak sınıf çatışmasını, tüm sınıfları sevindirecek bi­ çimde çözdüğü inancıyla, kendisine tiranlık yolu açıldığı halde

174 görevden ayrılmıştır. Gerçi onun getirdiği yapı diğer polisleri, Ko­ mayı, Hellenizm devri krallıklarını etkileyecek önemdeyse de tüm sınıfları memnun edemiyecektir. Kendisi de şiirlerinin birinde bu­ nu şöyle anlatacak : «Büyük işlerde kendini herkese beğendirmek güçtür.» Böyle olunca da Atinanın «tiranlık» cenderesinden geç­ mesi kaçınılmaz olmuştur. Hellen polislerinin gelişim süreci tiran- lıktan geçtikten sonra tamamlanmıştır.

c — Tiranlık Solon reformlarının yeterli huzuru sağlayamaması üzerine tiranlık girişimleri olacaksa da asıl bu tip bir yönetimi güçlü kişi­ liği olan Peisistratos kuracaktır. M.Ö. 560 larda köylülere dayana­ rak Atinayı ele geçirecektir. Önceleri aristokratların tüccarlarla birleşerek karşı çıkması üzerine Atinadan çıkmak zorunda kalan Peisistratos özel gelirini kullanarak kurduğu özel ordu yardımıyla yeniden iktidarı zorla ele geçirmeyi başaracaktır. M.Ö. 528 de ölü­ müne dek Atinanın iç ve dış siyasal yaşantısını geliştiren Solon yasalarının yerleşerek Atinaın «demokrasi» aşamasına ulaşması­ nı sağlayan, Atinayı kent olarak zenginleştiren ve süsleyen, kül­ tür gelişimini gerçekleştirerek sanatçıları koruyan bir kişi olacak­ tır. Bu gelişimler sonucu aristokrasinin gücü tümden çökecektir. Kendisi aristokrat bir aileden geldiği halde, dayandığı sınıflar aristokrat sınıfa karşı olduğundan, bu sonuç kaçınılmaz olacak­ tır. Atinanın Hellen polisleri arasında üstün bir yere ulaşmasında başta geliştirilen ekonomisi olmak üzere, gerçekleştirilen bu dö­ nemdeki kültürel yapının önemli yeri olmuştur. Ayrıntılarına gir­ meden diyebiliriz ki Atnayı saygın bir yere bu tiran ulaştırmıştır. Peisistratos bu sonuçlara ulaşabilmek için sınıfların çıkarla­ rına dayalı olarak ortaya çıkan partilerin siyasal yaşantılarını durdurmuştu. Geniş bir halk kitlesi onun yaptıklarından mem­ nun olmuşlardı. Öyleki öldüğünde oğullarından Hipparhos onun yerine tiran olabilecektir. Hipparhos’un tiranlığı dönemi babasının başlattığı gelişimin sürmesini önleyecek olayların belirdiği zamandır. İçte aristokrat­ ların yerlerini yitirmeleri nedeniyle bir takım eylemleri olurken, Perslerin Anadolu tiranlarını yenip Hellasa doğru yönelmeleri ti- ranlığın sarsılmasına yol açacaktır. M.Ö. 544 de iki Atinalı aris­ tokratın bu tiranı öldürmeleri üzerine kardeşi Hippias yerine ge­ çecektir. Her an öldürülme korkusu Hippias’ın sert bir tutum be­ nimsemesine yol açacaktır. Aslında iç ve dış koşullar da artık ti­ ranın yerini sarsmaktadır. Gittikçe sertleşen Hippias’a karşı par­ tiler yeniden seslerini yükseltmeye başlayacaklardır. Hippias’ın Perslerle, kendini kurtarmak açısından mektuplaşması halkın

175 desteğini yitirmesine yol açacaktır. Halkın desteğinden yoksun, temelde gayrimeşru bir yöneticinin devrilmesi kolay olacaktır. Alkmaionidler sojnjndan Kleistenes’in başkanlığında tiranı devir­ me eylemine girişen AtinalIlar önce başarılı olmazsa da, Ispartalı- ların da yardımıyla sonuç almayı başaracaklardır. Yaşamına do­ kunulmamak koşuluyla Hippias bu baskıya boyun eğecek, serbest bırakıldığında ise Perslere sığınacaktır. Pers savaşlarında ondan yeniden söz edeceğiz. Tiran soyu böylece ortadan kaldırılacak ve lanetlenecektir. (M.Ö. 510), Yeniden aristokratlar ile halk sınıfları arasında çatışma baş­ layacaktır. Aristokratların başında bulunan İsagoras İspartalıla- rın da yardımıyla halktan yana davranan Kleistenes arasında iki yıl sürecek olan mücadeleden Kleistenes başarıyla çıkacaktır. Çün­ kü Atinada aristokrasi, yabancı bir gücün desteğine karşın başa­ rı gösteremiyecek derecede güçsüzleşmiştir. Halkın tam desteğini kazanan Kleistenes Solonun başlattığı reformları yeni bir açıdan tamamlayarak «Atina Demokrasisini» gerçekleştirecektir.

d — Atina Demokrasisi Halkın desteğiyle baş arhotluğa getirilen Kleistenes, Solon gibi yapıcı, uzlaştırıcı bir kişi olarak bir takım reformlar gerçek­ leştirerek yasal gelişimin üçüncü aşaması tamamlamış, Atinaya özgü bir demokrasi gerçekleştirmiştir. Buna bugünkü anlamda bir demokrasi olmadığından Atina Demokrasisi demek daha doğru olur. Bu demokrasinin niteliklerini belirtmeden önce Kleistenes’in gerçekleştirdiği düzeni anlamak gereklidir. Kleistenes’in reformları şimdiye dek olanlardan nitelik olarak ayrılmaktadır. Siyasal yapıyı tümüyle değiştirecek bir sınıflama gerçekleştirmiştir. Bunun için de Atinanın Attik yarımadasındaki topraklarını üç temel bölgeye ayırmıştır ; Şehrin merkezi, kıyı ve iç kesim. Bu üç bölgeyi de kendi aralarında «üçtebir» diye adlan­ dırılan kesimlere bölmüştür. Böylece 30 «üçtebir» ortaya çıkacak­ tır. Bu üç bölgeden ayrı ayrı adçekme yoluyla birleştirilen üçte- birlerden 10 «Philai» elde etmiştir. Böylece ülke kan ve gelir birli­ ğine, herhangi bir sınıfa dayanmayan 10 bölüme ayrılmış olmuş­ tur. 10 Philai de coğrafî temele oturtulmuştur; Kleistenes’in kur­ duğu siyasal yapı bu coğrafî birliklere dayandırılmıştır. Philailer de «demos» denen siyasal birlikler oluşturulacaktır. Demogos adı verilen yöneticilerin buyruğundaki <(demos» ların, özerk yönetimleri (muhtar) vardır. Ancak genel yönetim bakı­ mından merkeze bağlı olacaklardır. AtinalIlar demostaki kaydını değiştirmemek koşuluyla ülkenin istediği yöresinde oturabilecek­

176 tir. Böylece eski kan davaları, düşmanlıklar ortadan kaldınlabil- miştir. Gerçi Solon’un sınıfları ad olarak sürmekteyse de yeni dü­ zen içinde işlevlerini artık yitirmişlerdir. Soyluların hakları orta­ dan kalkmış, Solon’un sınıfları sadece bir ad olarak kalmıştır. De- mosa kayıtlı tüm AtinalIlar eşittir. Tüm siyasal etkinliklere de- mos üyeleri eşitçe katılabileceklerdi. îşte bu karışık ör^tlem e sı­ nıfları kaynaştırıp, çatışmaları yok etmek amacı taşımaktadır. Solonun dörtyüzler meclisini değiştiren Kleistenes, her philai- den 50 kişinin seçilerek katıldığı bir «beşyüzler meclisi» oluştur­ du. 9 Arhontun yanında, ellişer kişilik kurullara ayrılan bu meclis sürekli çalışmaktadır. Öyleki her kurul 36 gün süreyle gece gün­ düz yönetim işleriyle uğraşmaktadır. Bu meclise 30 yaşını doldu­ ranlar seçilirdi. Yasama işleriyse, yetkisi artırılan, 20 yaşını dolduran herke­ sin katılabildiği «eklesia» meclisince yürütülmektedir. Areopag meclisi ise kaldırılmamıştır. Öte yandan bu düzeni destekleyen bir kuruluş da ordu oluyor­ du. Her philai bir piyade alayı kuracaktır. Her alayın başında «strategos» adı verilen bir komutan olacaktır. Bu ordu Pers savaş­ larında değerli hizmetler görecektir. Kleistenes, reformlarını koruyan bir yasa yapmıştir : Ostra- kismos (Çanak - çömlek) yasası. Buna göre Atinada istenmeyen kişinin adı çanak - çömlek kırıklarına yazılıp oylama yapılacaktır. Eğer 6000 den çok oy çıkarsa bu kişi on yıl süreyle yurt dışına çı­ karılacaktır. Böylece siyasal eylemde başarısız olan kişiye en ağır ceza verilmiş olmaktadır. Bu yasa sonraları uygulanacak ve siya­ sal çatışmada rakiplerini harcama yolunda politikacılarca kötüye de kullanılacaktır. Örneğin tarih yazarı Thukydidese uygulan­ mıştır. Tümüyle bakıldığında Kleistenes tam bir halk yönetimi (de­ mokrasi) gerçekleştirmiştir. Ya da Atinada reformlar yoluyla de­ mokrasiye ulaşılmıştır. Soya, gelire dayanmayan bir siyasal yapıy­ la karşı karşıyayız. Ancak durum göründüğü denli parlak değildir. Bir kez bu yapının dışında (aşağı yukarı beş katı) geniş bir köle kitlesi vardır. Köle emeğiyle geçinen AtinalIların çokça boş zamanı vardır ve bu zamanı siyasal nutuklara, sanata ve felsefeye ayırmaktadırlar. îlk kez demokrasinin tanımını düşünen Kleîste- nes başta olmak üzere Atinanın tüm düşünürleri köleliği doğal bir yapı olarak benimsemişler, herşeyi eleştirdikleri halde kölelik üzerinde durmamışlardır. Yaşamlarının bu emeğe dayalı olduğu­ nu büyük filozofların düşünmemiş olmaları dikkate değerdir. Öte yandan kadınlar siyasal yaşantının tümüyle dışına itilmiştir.

177 Tam anlamıyla özel haremlerde yaşayan kadmlann da köleler gi­ bi işlevi, AtinalI erkeklere belli hizmetleri vermektir. Kadmlarm toplum yaşantısmda süs düzeyinde yer almaları aile ilişkilerin­ de biyolojik sapıklıklara yol açmıştır. Üretim tümüyle kölelerin sırtında olduğundan, üretime katılmayan kadınların bu duruma düşmeleri kaçınılmaz sonuçtur. (Köy kültürü aşamalarında, My- kene döneminde kadınlar üretime katıldıklarından çok daha öz­ gürdüler ve hakları vardı). Kadınlara göre erkekleri düşünen bir demokrasidir Atina demokrasisi. Kleistenes reformlarıyla gerçekleşen yazılı yasalardaki eşit­ lik de sanıldığı denli kapsamlı değildir. Gerçi geliri ve soyu söz konusu olmaksızın tüm demosa (halka) arhontluğa dek yönetim görevleri açıktır ama pratikte işlerliği kuşkuludur. Çünkü devlet hizmeti gerçekleştiren kişi, devletten aylık almaz. Harcamalarını kendi gerçekleştirirdi. Böyle olunca siyasal söz sahibi olabilmek İçin dolaylı olarak geliri yüksek sınıftan olmak gerekmektedir. Ni­ tekim Kleistenes aristokrat (soylu) ların areopag meclisini kal­ dırmamıştır bile. Bu özelliklerini gözden uzak tutmadan şunu belirtelim ki dünya tarihinin oluşumunda yepyeni, kendine özgü bir süreç ger­ çekleşmiştir, Bunun düşünce ve bilim alanındaki sonuçlarını öğ­ renmek çağımızı kavramak açısından zorunlu bir iştir.

178 5. BEŞİNCİ YÜZYILIN SİYASAL GELİŞİMİ

M.Ö. V. yy. Eski Doğu devletlerini tek bir imparatorluk duru­ muna getiren Persler ile Hellen polialerinin karşılaştıkları, savaş­ tıkları bir dönemdir. Hellenlerin yazılı kaynaklarında Pers savaş­ ları olarak adlandırılan bu çatışmanın nedenleri, oluşumu ve so­ nuçları üzerinde durmadan önce Perslerin bir İran devleti düze­ yinden Ön Asya imparatorluğuna doğru nasıl geliştikleriin anla­ mak gerekir. Bu nedenle Terslerden önce Anadoludaki devletlerin tarihlerini gözden geçireceğiz. Daha önce değindiğimiz gibi, Hitit- lerden sonra Anadoluda kurulan devletlerin tarihlerini de topluca inceleyeceğiz.

5.1. PERS İMPARATORLUĞUNUN OLUŞUMU İranın tarihi, Mezopotamyaya paralel olarak gelişir. Mezopo- tamyaya İran üzerinden göç eden boylar olduğu gibi, Mezopotam- yada egemenliğini geliştiren devletler İrana doğru yayılmışlardır. Eskiçağların uzun bir dönemini içeren bu tarihî süreç, burada bi­ zim konumuş değildir. Perslerin İran egemenliğini ele geçirdikten sonra hangi koşullar altında bir Ön Asya imparatorluğu oluştur­ duklarına ana çizgileriyle bakacağız. Hint - Avrupa soyundan olan Persler, M.Ö. 2000 lerde İrana geldiler. İranın Persia bölgesinde önce Elamlıların, sonra,da kendi soylarıyla akraba olan Medlerin buyruğunda yaşadılar. M.Ö. VII. yy. da Medler Persleri egemenliklerine almışlardı. Bu söizyılm başlarında ise Perslerin yönetimini Ahameniş soyundan gelen krallar alrhışlardı. Med yöneticileri ise Asurla yaptıkları mücadele ve Babil-Med işbirliği sonunda (M.Ö. 612) Asur İmparatorluğu­ nu yıkmayı başarmışlardı. Kyaksares egemenliğini Anadolu’ya da yayacak, Lydia ile yapılan savaş sonunda Kızılırmak iki devlet arasında sınır olarak kabuledilecekti. (M.Ö. 585). Kyaksaresin ölü­ müyle Medlerin başına Astyages geçmişti. İşte bu sıralarda Pers boylarının başına da I. Kambiz, M.Ö. 559 larda ise Büyük Keyhus- rev (Kiros) geçecektir. Perslerin İran egemenliğini ele geçirmele­ ri bu kral zamanında, onun girişimiyle olacaktır. Ahameniş soyundan Pers Kralı II. Keyhusrev (M. Ö. 559 - 530) M. Ö. 553 te Med Kralı Astyages’e karşı ayaklanacak, 550 lerde onu

179 yenerek (Babillilerin yardımıyla) İranın başına geçecektir. Artık İranda Pers asıllı Ahameniş soyu egemenliği ele almıştır, II. Keyhusrev bu İran devletini çok kısa sürede bir Ön Asya imparatorluğu düzeyine yükseltecektir. Bu imparatorluğun doğ­ masını kolaylaştıran etmenlerin başında Ön Asyanm küçük dev­ letlerce paylaşılmış olması, yani siyasal ortamın uygunluğu gel­ mektedir. Babil, Lydia ve Mısır ayrı niteliklerde üç güçtür. Babil, Asuru Medlerin yardımıyla yıkmıştır ama uyguladığı sert politika yüzünden yayıldığı alanlarda ayaklanmalarla karşılaşmaktadır. Yerel uygarlıklara saygı göstermedikleri ve İbrani örneğinde ol­ duğu gibi topluca tutsaklık uygulamasıyla egemenliklerini sür­ dürmek istedikleri için yerel halklarca benimsenmemektedir. Lydia ise, zengin olmasına karşın ücretli askerlerle savunmasını yürütmektedir. Büyük bunalım içinde olan Mısır ancak yeni yeni kendini toplamaktadır. Demek ki parçalı olan Ön Asyadaki dev­ letlerin politikaları da kitleleri birleştirmeye dönük değildir. Bu ortamda Büyük Keyhusrevin uyguladığı politika çok tutar­ lı bir nitelik göstermektedir. Öncelikle sağlam bir orduya dayan­ maktadır. Ön Asya uygarlıklarının çözülmüş askerî birliklerine karşı zafer kazanmasında bu ordunun önemli bir işlevi vardır. An­ cak, bu denli kapsamı geniş bir imparatorluk oluşturulması yalnız ordu gücüne dayanmamaktadır. Persler Ön Asyaya ilk kez hoşgö­ rülü, liberal bir devlet otoritesi getirmişlerdir. Yerel din ve inanç­ lara saygılı davrandıkları gibi daha önceki baskılı yönetimlere karşı daha özgürce yönetime almışlardır. İşte Keyhusreve impa­ ratorluk kurma koşulu sağlayan, bu ortamdır. Persler önce Lydia Kralı Kreusus’u yenmişler (M.Ö. 547), Ba- bilden Suriye ve Filistini aldıktan sonra da M.Ö. 539 da Babili ele geçirmişlerdir. Keyhusrev, İranda da Kuzey ve Doğuda genişleye­ rek İndus boylarından Akdenize dek uzanan, içinde türlü boy ve kavimlerin bulunduğu bir imparatorluk oluşturmuştur. M.Ö. 530 larda. Doğu İranda yaptığı bir savaşta ölümü üzerine yerine ge­ çen oğlu II. Kambi'Z (M.Ö. 530 - 522) Mısırı da imparatorluk sınır­ larına katmıştır. (M.Ö. 525). Bu arada taht mücadeleleri nedeniy­ le imparatorluğa karşı ayaklanmalar olacaksa da I. Dara (M.Ö. 522 - 486) nm yönetimi ele almasından kısa bir süre sonra isyan­ lar sona erecek, devlet otoritesi kurulacaktır. I. Dara, İmparatorluğu yepyeni biçimde örgütlemiştir. İşte Perslerin güçlü ve birleşik bir Ön Asya İmparatorluğu oluşturma­ ları bu örgütlenmeyle gerçekleşmişti. Perslerin asıl güçlü özelliğini oluşturan Zerdüşt dini genellik­ le başkalarının kendim kabullenmelerini istemekteydi. Devletin

160 birliği ile güvenliği, iyi geliştirmiş bir devlet örgütüne dayanmak zorundaydı. Ön Asyada daha önce ortaya çıkan devletler birliği gerçekleştirmek için kendi dinsel yapılarına girilmesini • zorluyor­ lar, böylece imparatorlukları dinsel bir güç çevresinde oluşturu­ yorlardı. Pars kralı da gücünü tanrıdan almasına karşın kimseyi bu dine girmek için zorlamıyordu. I. Dara kendinden önceki devletlerin yapılarını incelemiş, çı­ kardığı sonuçlara göre imparotorluğu 23 satraplığa bölmüştür. Bu satraplıklar da daha küçük yönetim birimlerine bölünmüştü. Her satraphk krallar kralı (Şehinşah) diye adlandırılan Pers kra­ lına yıllık vergi göndermekteydi. Persler yerel din ulularına, küçük beylere dokunmayacaklar, yerlerinde bırakacaklardır. Din ve inançlara, gelenek ve görenekle­ re dokunulmamıştır. Yönetim birimlerine üç memur atamakla, başkentin taşra ile bağı kurulmaktadır. Bu memurlar az bir ver­ gi ve gerektiğinde asker toplamakla görevlidirler. Şaha karşı so­ rumludurlar. Dara önemli satraplıklara kendi soyundan kişiler atamıştır. Şehinşah soyu ile yerel hükümdarlar arasmda, akraba­ lık bağlan kurmayı öngörmüştür. Satraplar kendi sınırlarındaki küçük bölge yöneticilerini atamak, imparatorluğun her alanda tam yetkilerini kullanmakla görevlendirilmişlerdi. Bu geniş yet­ kiler, ileride Pers İmparatorluğunun çökmesine yol açacak neden­ lerden biri olacaktır. Persler, kurdukları bu devlet örgütünü o döneme dek görül­ meyen bir yol ağı ile desteklemişlerdir. Sözgelimi Sardeis ile baş­ kent Sus arasında bir-yol ve çok iyi işleyen posta örgütü kurulmuş­ tur. İlk kez Ön Asyayı bir bayrak altında toplamanın geniş çapta bir kültür etkileşimi doğurduğunu görmekteyiz. Ekonomik ilişki­ ler yeni bir nitelik kazanırken, Akdeniz ticaretinin (Fenike ve Hellenlerce yürütülüyordu) bu uygarlık gelişiminde özel yeri ol­ muştur. Pers yönetimi huzur ortamı kurduğundan, sosyo - ekono­ mik gelişim de hız kazanmıştır. Helas dışında tüm yöreler Perslere uzun süre bağlı kalacak. Ancak I. Dara zamanında göçebelerin saldırılarına karşılık veren Persler, M. Ö. 519da Hazar Denizinin' doğusuna ve M. Ö. 513 de ise boğazlardan geçerek İskitler üzerine yaptıkları seferlerde tam sonuç almamakla birlikte, Makedonya ile Trakya bölgelerini ele geçirmekle egemenliklerini Hellas’a dek uzatmışlardı. Hellenlerle M. Ö. V. yy. da giriştikleri savaşlar ve on­ dan sonra İskenderin saldırısına dek süren çatışmalar ise sos­ yo - ekonomik gelişmenin durmasına ve sonunda yıkılmalarına yol açacaktır.

181 Pers - Hellen savaşı başlamadan önce Perslerin gelişimi son aşamasma varmıştı. Ya Hellası ele geçirip yeni bir içerik kazana­ cak ya da kendi çelişkileri içinde çökecektir.

5.2. HİTİTLERDEN PERSLERE DEK ANADOLU Hitit İmparatorluğunun M. Ö. 1200 göçleri sonucu yıkılması üzerine, Hitit soylularından bir kesimi Fırat boylarına çekilip ye­ niden şehir devletleri kurmuşlardı. Bu şehir devletlerinin, Asur İmparatorluğuyla uzun mücadeleleri olmuştu. Hititler, bugünkü' anlamda Anadolunun tümünü ele geçirmiş değillerse de, yine Ana- dolunun en geniş birleştirici devletini oluşturmuşlardı. Bu devletin yıkılmasından sonra Anadolunun Pers İmparatorluğunca birleşti­ rilmesine dek (ki Persler Anadoluda dört satraplık kurmuşlardır ; r — Merkezî Sardes kenti olan satraplık, 2° — Merkezi Dascylion olan . yazıtında «Canardo» adı verilen satraplık, 3° — Bü­ yük Kapadokya satraplığı, 4° — Kilikya satraplığı ki Tarsus ken­ ti merkez durumundadır.) Anadoluda Hitit şehir devletleri dışın­ da etkin olan üç devlet ise Urartu, Frig ve Lidya devletleridir. Bunlardan başka Batı Anadolu kıyüarında ticaretle uğraşan zen­ gin şehir devletleri (Polis tipi) kurulmuştu. Bu devletlerin bölük- pürçük ya'zılı ve yazısız belgelerinin ortaya koyduğu sonuçları bu­ rada geniş anlamıyla söz konusu etmenin bir gereği yoktur. Ana çizgileriyle bu devletlerin siyasal ve kültürel özelliklerine bakmak yeterli olacaktır.

5.2.1. URARTULAR Ege göçlerinden sonra Anadoluda beliren iki siyasal güç var­ dı : Frigler ve Urartular. Urartülar Doğuda, Frigler de Batıda oluşmuştu. Bu iki devletin egemen olamadığı Kayseri, Malatya do­ laylarında da Hitit şehir devletleri vardır. Bu şehir devletlerini ele geçirmek için Asurlular mücadele ederlerken Urartuların adına Asur kaynaklarında sık sık rastlamaktayız. (M. Ö. IX. — VIII. yy.). Daha önce Doğu Anadoluda Hurriler vardı. Hurriler bir dev­ let oluştururlarsa da (Mitanni) M. Ö. 1200 lerdeki bunalım döne­ minde yıkıldılar. Asurlular, kendilerinin kuzeyindeki yöreye Nai- ri ülkesi adını vermektedirler. Bu ülkedeki boylardan bir bölümü de Uratri adıyla kaynaklarda geçmektedir. (M. Ö. IX. yy. larda). Bu boyların M.Ö. IX. yy. da Tuşpa (Van) başkent olmak üzere bir devlet oluşturdukları anlaşılmaktadır. Bu devletin egemenlik sı­ nırları Hazer denizinden Malatyaya, Erzurum - Erzincandan Mu­ sul ve Halep’e (Halpa) dek uzamaktadır. Asurlular, Urartuların bağımsızlığını tanımak zorunda kalmışlardı. 200 yıl Doğu Anado­ lunun güçlü bir devletini oluşturan bu boylar önce Kafkasyadan

182 gelen Kimmer akınlarıyla, sonra da İskit saldırılarıyla sarsılacak­ lardır. Asuru ortadan kaldıran Med ve Babll işbirliğinden sonra bu yöre Med ordularınca çiğnenecek, M.Ö. 600 lerde Medlerin Anadoluyu ele geçirme savaşlarındaysa Urartu kentleri de tahrip edilecektir. Artık Anadolunun bir bölümü İranlı Medlerin ege­ menliği altına girmiştir. Urartular, çivi ve hiyeroglif yazıları kullanmışlar. Doğu Ana- doluda otuzdan çok kale yapmışlar, seramik ve madeni bir çok sanat yapıtı ortaya koymuşlardır. Bu yapıtların arkeolojik kazı­ larla çıkarılması işinde önce İngilizler (Van - Toprakkale kazıla­ rı 1879 - 80 yıllarında) başlayacaklar, Alman, Rus ve Amerikan arkeologları da çalışacaklardır. 1938 den sonraysa Erzincan do­ laylarında Altıntepe kazılarıyla Türk arkeologları sistemli olarak kazı işlerini sürdürmektedirler. (Altıntepede Tahsin Özgüç, Adil- cevazda Emin Bilgiç, Van Toprakkale ve Çavuştepede Afif Er- zenin kazıları). Urartuların yazılı belgeleri ve arkeolojik buluntuları yeterin­ ce ortaya konup henüz tamamlanmaktan uzak olmasına rağmen mimaride ileri bir düzeye erdikleri, ilgi çekici su kanalları yaptık­ ları, Ön Asya kültürüyle ilgili din anlayışı ve tanrılarmın olduğu, Ural - Altay dilleriyle benzerlik gösteren Ön Asya dil grubuna ko­ nan sabit köklü ve değişen eklerle kullanılan dillerinin olduğu anlaşılmaktadır.

5.2.2. FRİGLER İçbatı Anadoludan Kızılırmağa dek uzayan geniş bir bölgeye Frigya adı verilir. Frig boylarının M.Ö. 1200 göçleriyle mi, yoksa M.Ö. VIII. yy. da Trak boylarının Anadoluya gelişleriyle mi gel­ dikleri bugün tartışılmaktadır. Bu konu aydınlatılabilmiş de de­ ğildir. M.Ö. 1200 lerde geldiklerini kabul edenler Asur belgelerin­ de adı geçen Muşkilerle, Friglerin aynı olduklarını ileri sürerler. Bu görüş, Asur Kralı II. Sargon ile savaşan Muşki Kralı Mita ile Hellen Mitosunda anlatılan Frig Kralı Midasın aynı kişiler oldu­ ğu görüşüne dayandırılır. Midas adının Hititlerdeki Labarna adı gibi bir unvan olduğu, Muşkilerin ise başka boylara verilen bir ad olduğu görüşleri de ileri sürülmektedir. Ön Asya ve Hellen yazılı belgelerine dayanılarak yapılan bu tartışmayı doğrulayacak asıl belgeler arkeolojik buluntulardır. Frigya ülkesinde yapılan arke­ olojik kazılardaysa ancak M. Ö. VIII. yy. dan sonra buluntulara rastlanmaktadır. Bu bakımdan yazılı belgeler üzerindeki tartış­ maların sonuçlanması ancak Hint Avrupah ırkların kaynakları­ nın aydmlatılmasma bağlıdır.

183 Friglerin kültür, ekonomik yapı ve bir dereceye dek de siyasal yaşantısını anlayabilmek için Midas efsanelerine öncelikle bakmak yararlı olacaktır. Frigyanın bu efsanevî kralının adı arkeolojik belgelerde de geçmektedir. Midas çevresinde oluşturulan efsanele­ rin Anadoluya özgü, tarım kültürüne bağlı Ana Tanrıça (Kybele) kültüyle yakın bir ilgisi vardır. Frigyamn birinci kralı olarak gös­ terilen Midas Gordium kentinin de kurucusu Gordias’ın oğludur. Gordias ile ana tanrıça Kybele’nin birleşmesinden doğan Midas, yine Anadolu kaynaklı şarap tanrısı Dionysos ile yakın ilişkiler içindedir ve bu tanrının koruyuculuğundadır. (Bu efsanevî kay­ nak anlatımına dikkat edilirse onun tarım uğraşısıyla yakın ilgi­ si anlaşılır). Midasın, tanrı Dionysosla ilgili efsanesine göre, Dionysosun çevresindeki bir ihtiyar (Silenos) şarapla sarhoş olur ve uyuyaka- lır. Köylüler Silenosu bulup kral Midasa götürürler. Kral, onun Dionysos’un yakını olduğunu anlar, yedirir İçirir ve götürüp tan­ rıya verir. Dionysos bu davranışına çok sevinerek Midastan dile­ ğini sorar. Her dokunduğu şeyin altın olmasını ister ve Tanrı Di­ onysos bu isteğini yerine getirir. Midas sarayma dönerken dokun­ duğu şeyler altın olmaya başlar. İşin acısı içtiği şarap ve ekmek de altın olunca yaptığı hatayı anlayan Kral Midas tanrıya yeni­ den yalvararak dileğinden vazgeçer. Tanrı gidip Sardes deresinde ellerini yıkamasını buyurur. Midas böylece altınlaşmaktan kur­ tulup, normalleşir ama bu su Sardese altın taşımaya başlar. Sar- desin zenginliği de buradan gelmektedir. Şimdi bu efsanede anlatılan insancıl yanlardan başka Lydia Krallığının altınca zenginliğinin ve Kral Midas’ın tarım ülkesinin ise verimliliğinin tarihî bir gerçek olarak tanıtıldığmı, başka bir deyişle, bu tarihsel gerçeklerin efsaneleştirildiğini görmekteyiz. Midasla ilgili diğer efsane ise Anadolunun bu bölgesini anla­ tır niteliktedir. Tanrılardan Pan ve Apollon bir yarışma düzenler­ ler. Hakem olarak da dağ tanrısı Tmolosu seçerler. Apollon lir ça­ lacak, Pansa kaval. Midas bu iki çalgıyı dinleyecek ve hangisinin üstün olduğunu belirtecek. Midas, tanrısal nağmeler çıkaran lire karşın kavalın üstünlüğü sonucuna varır. Azra Erhatın Mitoloji Sözlüğündeki çok güzel yorumunda belirttiği gibi doğa kaval se­ sinin güzelliğini benimsemeye elverişlidir. Burada bir noktaya da­ ha değinelim : doğanın yanında hayvancılığın Frigler arasındaki yerine de bu seçim uygundur. Tanrı Apollon kızar ve Midasın kulaklarını «eşek kulağı» bi­ çimine getirir. Tanrısal nağmeleri anlamayan bu kulaklar için böyle bir ceza düşünülmesinde gerçek bir incelik vardır. Midas,

184 kulaklarını utancından gizlerse de berberi görür ve yayılmasına yol açar. (Bu öyküyü tiyatrolaştıran Güngör Dümen Kalyoncu, efsa­ neyi Midas’uı kulaklarını benimsedikten başka, halkı üzerinde de üstünlük sağlamasına araç olduğu biçiminde yorumlar.) Bu efsanenin de, dikkat edilirse, Frig tarım kültürüyle yakın bir ilgisi vardır. Her iki öykünün güzel bir anlatımı ve değerlen­ dirilmesi için Azra Erhatın Mitoloji Sözlüğünün Midas maddesine bakılmalıdır. Ege göçleri sonunda Hititlerin başkenti Hattuşaş tahrip ol­ duktan sonra, uzun süre bunalım içinde bulunan/Anadolunun ba­ tı kesimlerinde VIII. yy. 1ar Frig krallığı oluşmuştur. Aynı yıllar­ da İon yayılması da söz konusudur ve ikisi arasında bir ilgi vardır. Frig devletinin Asur saldırılarını önlemek için Urartularla iş­ birliği kurduğunu görüyoruz. Frigler, Hititlerin Anadoluda top­ raklarını (Kızılırmak yöresi) almak ve Kilikya yöresinden denize ulaşmak çabasındadırlar. Bu girişimlerinin karşısında Asur var­ dır. Amacına ulaşamayan Frigler, Asur ile barış yapacaklardır. Lydialılarla da akrabalıkları söz konusudur. Ancak Friglerin Hitit kültürü etkisinde kalarak geliştiklerini arkeolojik belgeler doğru­ lamaktadır. M.Ö. 700 lere doğru Kafkasya üzerinden gelen Kimmerler Anadolu tarihini etkileyecektir. Bu savaşçı boylar Frig sınırlarına gelince, savaş kaçınılmaz olacaktır. Arkeolojik belgeler Kimmerle- rin Frig topraklarına girdiğini, Gordionu yaktıklarını göstermek­ tedir. Kimmerler, Lydiadan geçerek İon kentlerini de yakıp - yık­ tılar. Kimmer saldınları sonunda Friglerin siyasal güçlerini yitir­ dikleri anlaşılmaktadır. Kimmerler Kapadokya (Kayseri yörele­ ri) da bir krallık oluşturdukları halde Frig ülkesinde kültür geli­ şimi yine de sürmüştür. M.Ö. 650 lerde Lydialılar Kimmerleri ye­ nip, Anadolunün bu yöresini ele geçirdiler. Friglerin Gordionda bulunan kalıntılarına göre henüz aydın- latılamayan bir yazı sistemleri, Hellence arasında eriyen Hint-Av- rupa kaynaklı dilleri, Anadoluda Hitit kültür ve sanatına bağlı gelişimleri söz konusudur. Köy kültürü aşamasında olan Frigle­ rin bıraktığı kültür mirası tarıma bağlıdır. Din ve inanç yönün­ den daha önceki Anadolu gelişiminin etkisi altında kalmışlardır.

5.2.3. LİBYALILAR Batı Anadolunun kuzeyde Mysia, Güneyde Karia, Doğuda Frigya ve Batıda İonya ile sınırlı, bugünkü Gediz Irmağı boyla­ rında Eskiçağın Ön Asya kültüründe önemli yeri olan bir devlet

185 kurulacaktır. Bu devlete değgin haberler, efsanevî nitelikte olmak üzere eskiyse de, tarihî bilgiler M.Ö. VII. yy. dan sonrası için doğ- rulanmaktadır. Arkeolojik buluntularla, kültür ilişkileri üzerinde­ ki eski bilgilerimiz bugün daha da artmıştır. Lidya Krallığından söz eden Herodotos da Atys, Herakleides ve Mermnad soylarının bu krallığı yönettiği anlatılırsa da ilk iki soy ile ilgili ayrıntılı bilgi yoktur. Herakleides soyunun son kralı Kandoles’i (ki Herodotos’a göre bu soydan 22 kral peşpeşe iktida­ ra geçmiştir) Kraliçe ile işbirliği yaparak Gigesin öldürüp kral ol^ masıyla Mermnadlar soyu Sardes (Sard) başkent olmak üzere Lidya Krallığını ele geçirmişlerdir. Gigesin krallığıyla birlikte devletin sınırları genişlemeye, devlet güçlenmeye başlayacaktır. Giges (M.Ö. 680 lere doğru kral olur) Anadoludaki Kimmer saldırılarını durdurabilmek için Asurlularla anlaşmak ister. Asur kralı Asurbanipalin Kimmerlerle anlaşması üzerine Giges bu kez Mısırdan yardım ister. Beklediği yardım gelmediği için Kimmer- lere yenilir, ülkesi üzerinde Kimmer egemenliği kurulur. Gigesin, Delphoi tapınağına altın armağanlar gönderdiğini yazan Herodo­ tos, bu davranışı «Kral Midastan sonra Delfoiya armağan gönde­ ren ilk yabancıdır» diye anlatır. Giges, Kimmerlerle savaşırken bir yandan da İonyaya saldırır. Herodotosa göre Kolophon’u ele geçirir. Gigesten sonra Anadolu tarihinin birtakım sorunları karan­ lıktır. Sözgelimi Kimmerlerin Anadoludan ayrılmak zorunda ka­ lışlarını Lidyahlarm mücadelesine bağlayanlar olduğu gibi M.Ö. VII. yy. m ikinci yarısında, Trak boylarının Anadoluya gelişleriy­ le açıklayanlar da vardır. Kimmer çekilmesinden sonra Anadolu- da Medlerin ilerlemesi başlamıştı. Böylece iki güçlü devlet (Med- 1er ve Lidyalılar) karşı karşıya kalmıştır. Gigesten sonra Ardys, Sadyettes, Alyattes ve Kresus sırasıyla Lidya. kralları olmuşlardır. Gigesle başlayan İonya saldırısını Ardys sürdürecektir. Bu saldırılar ekinlerin toplanma sıralarında her yıl ya,pılmaktadır. Öte yandan Lidyalılar Anadolunun geniş bir bölümüne de yayılmışlardır. Doğu sınırı Kızılırmak’a dek uza­ yan Lidya topraklarına Frigya da katılmıştır. Miletos dışında İon­ ya kentleri de ele geçirilmiş ve Batı Anadoluda güçlü bir devlet ortaya çıkmıştır. M.Ö. VII. yy. m sonlarına doğru kral olan Alyettes zamanın­ da Lidya devleti siyasal gelişmenin yanında ticaret alanında önemli bir varlık göstermeye başlar. Bu sıralarda paraya dayalı alış - veriş doğar. İlk kez değerli madenlerden «sikke» yapımına başlanır. Bundan önce mala mal değişimi söz konusuydu. Akdeniz

186 ticaretinde para ekonomisinin doğması birtakım sosyal değişimle­ re, toprağı olmadan siyasal hak isteyen sınıfların ortaya çıkması­ na yol açacaktır. Lidya ticaretinin Ön Asya, Akdeniz ve Ege kıyı kentleri ara­ sında önemli bir yeri vardır. Sonunda destanlaştırılan bir zengin­ liğe ulaşacak olan bu krallığın altına dayalı egemenliğini Persler ortadan kaldıracaklardır. Daha Alyettes zamanında Medlerle Anadolu egemenliği için savaş başlamıştı. Asurun yıkılmasından sonra İran, kendi payına düşen Anadoluyu Kızılırmak’a dek ele geçirmişti. Lidya krallığı ise kurduğu ekonomik dü’zenle çok önemli bir güç olma yolunda idi. Beş yıl süren savaşlar en sonunda M.Ö. 28 Mayıs 585 te Kızıl­ ırmak dolaylarında Med Kralı Kyaksar ile Lidyanın Kralı Alyat- tesin karşılaşması sonucunu doğurdu. Bu sırada günfeş tutulması iki devlet açısından da uğursuzluk olarak nitelendirilince tanrıla­ rın istemediği bu savaşı durdurup barış ve dostluk yolunda bir anlaşma yaptılar. Kızılırmak (Halys) iki devlet arasında sınır oldu. M.Ö. 560 larda Alyattes ölünce yerine de oğlu Kresus geçmiş oldu. Kresus dönemi Lydianın zenginliğinin gittikçe arttığı zaman­ dır. Hellenlerle ilişkiler kuran bu kral zamanında Delphoi’ya ar­ mağanlar gönderilecektir. Lydia, Ege ticaretini içe bağlayan, bir güç olmasının yanında Hellen kültürü etkisinin de arttığı bir dev­ let olmuştur. Kresus Lykia ve Kilikya dışında Kızılırmağa dek Batı Anadolunun tümünü ele geçirmiş, Sardes kenti 'zenginliğin simgesi durumuna gelmiştir. Tüm bu altına dayalı zenginliği ko­ rumakta olan ücretli askerleriyle Lydiayı kötü bir son bekle­ mektedir. Med yönetimini yıkıp Pers egemenliğini kuran Keyhusrev (Kiros), Medlerin mirasçısı olarak Doğu Anadoluyu ele geçirmiş­ ti. Kresus Perslere karşı yardımcı güçler bulmak istemektedir. Perslerse denize ulaşabilmek için Lydia kralığını yenmek zorun­ luluğunu duymaktadırlar. Bu bakımdan iki devlet arasında çatış­ ma kaçınılmazdır. Persler asıl büyük İmparatorluk girişimlerine Anadoludan başlamışlardır. Keyhusrev, Kresusün Mısırla anlaşmasını savaş nedeni sayıp saldırıya geçecektir. Orta Anadoludaki savaşta Persler kazanacak­ lar, Krezusü başkent Sardes’a dek izleyip bu kenti kuşatacaklar ve Krezusü tutsak aldıktan sonra da Lydia krallığını yıkacaklardır. (M. Ö. 547 - 546). Böylece Anadolu tek bir devletin egemenliği altına girmiş oluyordu. Kresusle, Keyhusrev arasında geçen konuşmala>rı akta­

187 ran Herodotos (kuşkusuz bu konuşmalar yazarın süslemeleridir) Lydianm zenginliğine karşm neden yenildiğini tanrısal güçlerle, tatlıca anlatır. Lydianm başkenti Anadoluda Pers satraplığmın merkezi olacaktır. Lydia'satraplığı Perslerin en zengin ve verimli topraklarını içerdiğinden birinci derecede değer taşıyordu. Kara ticaretinde bu bölgenin önemi Persler döneminde bu ticareti destekleyen lüks eşya üretiminde önemini kaybetmeyecek ve Lydia krallığı zamanın da olduğu gibi Persler döneminde de sürecektir.

5.2.4. tONYA ŞEHİRLERİ M. Ö. 1200 göçlerinin ortaya koyduğu önemli sonuçlardan bi­ risi de Batı Anadolu kıyılarında özgür bir kültür gelişimini sağla­ yan şehir devletlerinin kurulmasıdır. Hellen kültürünün doğma­ sını sağlayan asıl gelişme de bu devletlerde oluşacaktır. Çünkü Batı Anadolu kıyıları Ön Asya uygarlıklarıyla bağıntılı olduğun­ dan, onlardan uygarlık verilerini alıp geliştirme olanağı bulmuş­ lardır. Perslerin bu bölgeyi M. Ö. VI. yy. ın ortalarında egemenlik­ leri altına almalarından sonra gelişmiş olan bu kültür Hellasa at­ layacaktır. (Özellikle Attik yarımadası dolaylarına). Dor göçlerinden sonra Akaların Batı Anadolu kıyılarına sı­ ğındıklarını görüyoruz. Dorlann yıkıcı etkileri bu sonucu doğuru­ yor. Aslında bu kıyılarda M. Ö. 1200 lerden önce de koloniler ku­ rulduğu gibi bu tarihlerden sonra da gelip yerleşenler olmuştur. İon adının ortaya çıkması ve Hellen kültürü içinde Dor yapısın­ da ayrı bir uslup olarak belirmesi Hellen efsanelerinde anlatıldığı gibi İon adlı bir kahramandan değil, doğrudan doğruya bölgeden çevreye dağılmıştır. İon ve Aiol adlarının kaynağı aydınlatılamı- yor. İonya denen bölge İzmir’den Büyük Menderes’e dek uzanmak­ tadır. (Aiolya bölgesi ise Bakırçay ve Gediz vâdilerini içeren alan­ dır) . İonya da 12 şehir devleti oluşmuştur. Sisam adası, Sakız ada­ sı, Rületos, Efesos, Kolophon, Myus, Priene, Lebedos, Teos, Klazo- menai, Erythrai ve Phokaia. Bu şehir devletleri kendilerine İon- yalı demektedirler. Bu şehir devletleri bağımsızdırlar. Ancak aralarında dinsel ve kültürel bağlar vardır. Kolonileştirme döneminde daha da gelişen ticaretle uğraşmaktadırlar. O dönemin siyasal ortamı serbestçe gelişmelerine olanak hazırlamıştır. Büyük devletler ortadan kalk­ tığı için bu küçük devletler zenginleşme, giderek kültürel üstün­ lük kurma olanağı bulmuşlardı. Anadolunun siyasal gelişiminden de etkilenmişlerdir. Sözgelimi Frig krallığının kurulması ya da Kimmer saldırıları bu şehir devletlerini de etkiler.

188 îonya devletleriaıin tüccar Lydia krallığı egemenliğine girdik­ lerini görüyoruz. Lydialılar kara ticaretiyle uğraşırken bu şehir devletleri de deniz ticaretinde gittikçe etkin olmuşlardı. Özgürce bir gelişim ortamı felsefenin bu kıyılarda doğmasını sağlamıştır. Ege, Marmara, Karadeniz kıyılarında kolonileştirme sonucu ar­ tan zenginliğin, bu düşünce ortamında kültür gelişimini çok olum­ lu yönde etkilediğini, çağdaş uygarlığımıza kalıcı sonuçlar bırak­ tığını görüyoruz. Persler, Lydia Krallığını yıktıktan sonra bu şehir devletlerini (artık polis diyebiliriz) de egemenlikleri altına aldılar. Ancak ön­ celeri bunların iç işlerine karışm^adıkları ve Ön Asyada gerçekleş­ tirdikleri siyasal düzene uygun bağlar kurdukları da bir gerçektir. M. Ö. VI. yy. ın sonlarında Perslerin boğazları ele geçirmeleri bu tüccar şehirlerin ekonomilerini olumsuz yönde etkileyince ve bu­ na bağlı başka nedenler de ortaya çıkınca ve İonya Perslere baş kal­ dırmak zorunda kalmıştır. Bunun sonunda ise M. Ö. VI. yy. da ar­ tık Anadolunun Pers egemenliğin de birleştirildiğini görüyoruz.

5.3. PERS SAVAŞLARI (M. Ö. 490 - 448) M. Ö. V. yy. ın ilk yarısında Perslerle Hellen polisleri arasın­ da geçen savaş, Pers savaşları (ya da Hellenler, Perslerle Medleri ayırmadıklarından Med savaşları) olarak adlandırılır. Aslında bu çatışma İskender İmparatorluğu gerçekleşene dek sürmüştür. Ön­ ce Persler Hellasa saldırmışken sonra saldırı üstünlüğü Hellenlere geçmiş, İskender İmparatorluğunun gerçekleşmesiyle son bulmuş­ tur. Asıl nPers savaşları» olarak adlandırılan savaşlar M. Ö. 448 Kallias barışı ile sona erer. Herodotosun bu savaşları yazarken vaktiyle Hellenlerin Tuva- ya saldırmaları olayını Perslerin onları cezalandırmak için Hellası ele geçirmeye çalıştıkları gibi aktarması, tarihsel gelişime geniş bir açıdan bakanlarca bir Doğu - Batı mücadelesi olarak görül­ mektedir. Perslerin ya da Hellenlerin böyle bir kültür bilinciyle yola çıktıklarını sanmak aşırı zorlamadır. Ancak savaşların nite­ liğinden şu sonucu çıkarma olanağı vardır : Persler gibi büyük dinsel niteliği olan bir şehinşaha bağlı imparatorluğun, küçük ve kendi aralarında sürekli kavga halinde olan şehir devletlerini ye- nememesinden «uyruk» anlayışı ile »bireyci» insan anlajaşınm karşılaştırılması sonunda İkincilerden yana olumlu bir değerlen­ dirme yapılabilir.

5.3.1. SAVAŞIN NEDENLERİ Pers savaşlarının nedenlerini bir dar, biri de geniş anlamda olmak üzere iki noktada görebiliriz. Dar anlamda İonyanm isya-

1Ö9 nı, geniş anlamdaysa Pers İmparatorluğunun doğal gelişim sü­ recidir. Perslerin tüm Ön Asyayı içeren imparatorluklarmm yaşaya­ bilmesi için sürekli genişleme politikasma bağlı bir ekonomik yapı söz konusudur. Pers İmparatorluğunun yaşamasını sağlayacak ekonomik ilişkilerde Akdeniz deniz ticaretinin önemli bir yeri var­ dır. Uyruk durumuna getirilmiş olan Fenikeli tüccarların korun­ ması gereklidir. Bu tüccarların karşısında en önemli engel Hellaslı tüccarlardır. Perslerin kendilerine vergi veren uyruklarına ortam hazırlamak gereği duymaları normaldir. Nitekim savaşta Fenike gemileri kullanılmıştır. Öte yandan Perslerin imparatorluk politikaları yayılmayı ge­ rektirir. Askerî bir devlet sürekli savaş ve genişleme politikası uy­ gular. İskitlerin Pers ülkelerine saldırılarını cezalandırmak için boğazlardan geçen Persler bu yörede genişleme olanağı aramışlar-’ dır. Karşısında iki güç kalmıştır : Biri göçebe boylar ki, onları ye­ nip uyruklaştırması olanağı yoktur. Çünkü, bir saldırı karşısında steplere çekilmektedirler. İkincisi ise ticaretle zenginleşmiş olan Hellas polisleridir. Demek ki Fenikelilere dönük deniz ticareti,ve imparatorluğun doğal yayılma politikası, Perslerin Hellasa saldı­ rılarını zorunlu kümaktadır. Pers savaşlarının başlama nedeni <(İonya isyanı» dır. Bu is­ yan kaçınılmaz olan Pers saldırısının zamanını ve yönünü çizmiş­ tir. Bu bakımdan isyan üzerinde biraz durmak yararlı olur. Persler Batı Anadolu kıyılarını ele geçirince (M. Ö. 546) bir «İonya Satraplığı» kurmuşlardı. Bu kıyı kentleri iç işlerinde ser­ bestçe ticaretlerini yürütüyor yalnızca Perslere vergi veriyorlardı. Tıpkı diğer bölgelerde olduğu gibi bir düzen gerçekleştirmişlerdi. Bu polislerde zaman zaman çıkan iktidar mücadelesine dolaylı ola­ rak katılan Persler, kendilerine bağlı Tiranların yönetimi ele geçir­ melerine yardımcı oluyorlardı. Bu durum, halkın bir kesimini Pers yönetimine karşı getiriyordu. Aslında Lydia zamanında vergi vermeye alışkın olduklarından işin bu yönü değilse de bu tip iç politika olaylarına katılmaları Perslere" karşı kitleler oluşması so­ nucunu doğuruyordu. Ekonomik durumda birtakım zorlukların doğması, İonyada isyana ortam hazırlayacaktır. İon polisleriyle Fenikeliler arasındaki rekabet M. Ö. VI. yy. m ikinci yarısında İonyalıların zararına gelişecektir. Perslerin bo­ ğazları ele geçirmeleri de İonyamn Karadenizdeki ticaretini en­ gellemeye başladı. Böylece polislerde başgösteren ekonomik krize Pers yanlısı tiranların davranışları da eklenince isyan ortamı oluşmuştur.

190 lonyanın en 'zengin polisi Miletosun tiranı Aristagoras’ın, Sardeste Pers satrabını olumsuz bir saldırıya yöneltmesi üzerine, sonuçtan korkan tiran kendisini İonyanın kurtarıcısı olarak ilân edecek ve Perslere karşı isyanı başlatacaktır. (M. Ö. 499). Arista- goras, yalnız îon gücüyle bu işi yürütemiyeceğini anladığı için Hellas polislerinden yardım isteyecek. Hellasta, Perslere karşı ye­ terli bir ortam oluşmadığından yalnızca Atina ve Euboîa adasın­ daki Eritria, Miletosa yardım etmeyi kabul edeceklerdir. Önceleri ayaklanan şehirler başarı gösterecekler, satraplık merkezi Sardes’i ele geçirerek yakacaklarsa da Pers orduları karşı saldırıya geçin­ ce tüm İonya polisleri yenilgiye uğrayıp, yakılıp yıkılacaklardır. (Miletosun düşmesi M. Ö. 494). Persler bu başarı sonunda İonya- yı yağmaladılar. Şimdiye dek uygulamadıkları, eski Asur politi­ kasına başvurarak Miletos halkını Dicle boylarına sürdüler. Trak­ ya ve Makedonyada sarsılan otoritelerini yeniden kurdular. İonya polislerinin bağlılıklarını yeniden düzenlediler. Perslerin İonyaya karşı uyguladıkları bu yeni politika Pers gelişiminden ayrı bir nitelik taşıyor. Şimdiye dek, yukarıda gör­ düğümüz gibi Persler, ele geçirdikleri yöreleri imparatorluğa bağ­ lıyor, bu biçimde yağmalamalara girişmiyorlardı. Bu isyan İonia üzerinde Perslerin yeni (aslında eskiden uygulanan) bir politika uygulamaları sonucunu doğurmuştur. Bununla da yetinmeyip, Hellas’tan onları destekleyen devletleri de cezalandırmayı tasar­ lamışlardır. İşte Perslerin Hellas’a saldırıya geçişlerinin yakın nedenleri bu İonya isyanında bulunmaktadır. Hellas, Perslere bağlı olmadı­ ğına göre her an buna benzer olaylarla karşılaşma olasılığı Pers- leri harekete geçiren başlıca kuşku olmuştur.

5.3.2. SAVAŞIN BÖLÜMLERİ İsyan sırasında en büyük gelişim Atina’da olmaktadır. Yak­ laşan Pers tehlikesini gören AtinalIlar bir takım önlemler almak zorunda kalmışlardır. Bu sıralarda Arhont Temistokles ile Gelibo­ lu yarımadası prensiyken Perslerden kaçıp Atinaya gelen Miltia- des değişik önerilerde bulunacaktır. Temistokles Atinanın savunul­ masını ve Perslere karşı savaşın kazanılmasını güçlü bir deniz gü­ cünde görürken, Miltiades Pers gücünün abartıldığını, iyi bir kara ordusuyla onların yenilebileceğini savunmaktadır. Temistok- les’in görüşü önce uygulama alanına konduysa da, ikinci görüş M. Ö. 491’lerde ağırlık kazandı. Kara ordusu kurulmaya başlandı. Bu sıralarda Persler de Atina tiranlığından kovulunca kendi­ lerine sığınmış olan Hippiasm önerilerine uyarak, Attik yarımada­

191 sından saldırıya geçmek hazırlığındaydılar. Bir yandan da Hellas’a elçiler göndererek polislerin kendilerine bağlanmalarını istemek­ teydiler. İlk savaş M. Ö. 490 da Attik yarımadası kıyısındaki Maraton­ da olduğundan bu adla adlandırılır. Persler gemilerle Euboia ada­ sına geçip Eretriayı aldılar. Maratona çıkarma yaptılar. Atina bu dönemin güçlü devleti Ispartadan batıl inançlar yüzünden bekle­ nen yardımı alamayınca, yalnız kendi ordusuyla savaştı ve Miltia- desin komutasında Persleri yenmeyi başardı. Perslerin ikinci bir çıkarma girişimi de başarısızlıkla sonuçlandı. (Zafer haberini Maratondan Atinaya dek koşarak getiren kişinin koşusuna ve za­ ferin yaşatılması anısına düzenlenen Oiympiad gösterisine bu ad verilir). Maraton savaşı aslında büyük Pers ordusunun bir saldırısı ni­ teliğinde değildir. Satrabın yönetiminde, sınırlı bir birliğin saldı­ rısıdır. Ancak sonuçlan Hellenler açısından çok önemli olmuştur. Atinanm güçlenmesi, Perslerin korkulacak bir düşman olmadığı sonucunu doğurmuştur. Savaşta Atina silâhlarının, Perslerden üs­ tün olduğunu da belirtelim. Asıl Pers saldırısı Maratondan 10 yıl sonra olacaktır. Mara­ tonun öcünü almaya geleceklerini anlayan Hellenlerin hazırlan­ dıkları bu sürede Persler, başka yörelerdeki birtakım isyanları bastırmakla uğraşmışlardır. Bu arada Pers Kralı Dara ölmüş, (M. Ö. 486) yerine kral olan Kserkes savaş hazırlıklarını südür- meye girişmişti. Atina demokrasisinde de önemli gelişmeler ola­ cak, arhontluk yerine «başkomutanlık» görevi önem kazanacak­ tır. Böylece Maratonda Hellen dünyasını kurtaran Atinalılar ara­ sında askerlik ağırlık kazanmıştır. Miltiades de ölmüştür. Aris­ tokratların adamı Aristides’e karşın Temistokles, deniz gücü kur­ ma girişiminde başarılı olmuştur. Atina M. Ö. 481 lerde Hellas’ın en güçlü deniz devleti düzeyine ulaşmıştır. Teselya, Orta Hellasta- ki Thebai ve Argos dışında tüm Hellen Polisleri İsparta ve Atina- nın başkanlığında «Hellen Birliğim ni oluşturacaklar ve Pers sal­ dırısına karşı hazırlıklarım tamamlayacaklardır. Bu birliğin or­ dusuna İsparta komuta edecektir. M. Ö. 460 de Pers Kralı Kserkes büyük bir orduyu Çanakkale Boğazından Fenike donanmasının da yardımıyla geçirip Hellasa doğru ilerledi. Hellen Birliği ordusu Orta Hellasın savunmasını sağlayacak stratejik önemi olan TermopyIai geçidini, İsparta Kralı Leonidas’m komutasında tutmuştu. Persler bu geçide dek hiç bir karşılık görmeden, kıyıdan donanmanın izlemesiyle ilerlediler. Önce denizde Artemision da karşılaşıldı. Birlik donanması bir üs­

192 tünlük sağlayamamakla birlikte Perslerin Termopilai geçidinin arkasına asker çıkarmalarmı engellemeyi başardı. Artemision deniz savaşından sonra Kserkes TermopyIai geçi­ dine saldırdı. İyi korunan bu geçidi bir Hellenlinin gizli yol gös- termesi sonucu geçmeyi başaran Persler arkadan da Leonidasın ordusuna saldırdılar. İsparta geleneklerine uygun olarak sonuna dek savaşan kralın ölümüyle Hellenler tümüyle yenilmiş oldular. Ispartalıların bu kahramanlığı diğer birliklerin geri çekilmesini sağlayacaktır. Ancak Persleri durdurma olanağı kalmamıştır. Pers orduları Kserkesin komutasında Boitiayı ele geçirip Attik yarımadasına girdiler. Attik yarımadasını yakıp - yıkarak ilerleyen ordu karşısında Atinanın savunulması olanaksızdı. Atinayı boşal­ tıp adalara çekildiler. Persler Atinayı Sardese karşılık olmak üze­ re tümüyle yakıp, yıktılar. İşte bu gelişme içinde ileri görüşlü devlet adamı Temistokle- sin donanması işe yaradı. Peloponnes dışında Hellas Perslerin eli­ ne düşmüştü. Hellen Birliği üyeleri Peloponnesin savunması için önlemler alınması görüşündeydiler. Temistokles ise Isthmost’ta (bugünkü Korent boğazı) değil, denizde Persleri yenmenin gerekti­ ğini ileri sürmekteydi. Nitekim Persleri dar bir alanda savaşa zor­ ladı. Salamiste yapılan deniz savaşını Hellenler kazandıkları gibi Pers donanmasını da yok ettiler. Üssünden uzak olan Kserkes do­ nanmasını yitirince yaktığı Attik yarımadasında ordusunu besle­ me olanağını da bulamadı ve Mardonios komutasında bir birlik bı­ rakarak ordusunu alıp Hellastan çekildi. Atinanın demokratik tartışma ortamı sonucu Hellas kurtarıl­ mıştır. Temistokles bu zaferden sonuna dek yararlanmak istemiş­ se de Ispartanın dar görüşü nedeniyle bu gerçekleşemedi. Mardonios kışı Teselya’da geçirdi. Hellen Birliğini parçalamak için yaptığı prapogandadan bir sonuç alamadı. Bunun üzerine M. Ö. 479 da yeniden orta Hellas’a girerek Atinayı bir ke'z daha aldı. İsparta kralı Pavsanios Pers ordusunu Platai’de kiarşıladı. Mardonios’un ölümüyle sonuçlanan bu savaşta Persler tümüyle yenildiler. Birlik ordusu ise Persleri tutan Thebai şehrini de zap­ tetmiş oldu. Aynı sıralarda Hellen Birliği donanması İsparta Kralı Leotihi- dasın komutasında Mikaledeki Pers donanmasını da ateşe verme­ yi başarmış bulunuyordu. Plataî ve Mikale zaferleriyle Pers sal­ dırısı kırıldıktan başka, karşı saldırıya da girişilmiş olunuyordu. Böylece Pers savaşlarında yeni bir aşama başlamış oldu. Persler kendilerini toplayıncaya dek Atina, kıyı kesiminden onları uzaklaştırarak savaşın nedenlerinde değindiğimiz ekonomik

193 ortamı oluşturma yönünden sürekli girişimlere başladı. Bu arada Attik - Delos Deniz birliği oluşturmayı başararak, hem Atinanm ekonomik ve siyasal üstünlüğünü sağladı, hem de güçlenen orta sınıfa dayalı demokratlaşma sürecini tamamladı, pekiştirdi. Bu konuya geçmeden savaşın sonucuna bakalım. Temistoklesin Perslerle ilişkisi olduğuna değgin suçlanmasın­ dan sonra Miltiadesin oğlu Kimon Atinada başkomutan oldu. Perslere saldırının sürdürülmesinden yanaydı. Anadolunun gü­ ney batı yöresine saldıran Kimon Evrimedon da bir deniz zaferi daha kazandı. (M. Ö. 466). Bu yenilgi sonunda Persler ancak Fe­ nike, Suriye, Füistin ve Mısır kıyılarındaki üslerini koruyabildi­ ler. Atina ile Ispartanın çatışması da bu tarihlerde ortaya çıka­ caktır. M. Ö. 4601ardaysa artık Hellen polisleri Atina ve İsparta çevresinde ikiye ayrılmışlar. Atinalılar hem bu cepheyle, hem de Perslerle savaşı sürdürmek zorunda kalmışlardır. Perslerle savaşı sürdürmelerinin tek nedeni Atinanm ekonomik çıkarlarıdır. AtinalIlar Fenikeli tüccarların rekabetini tam olarak kaldıra­ bilmek için M. Ö. 459 da Mısıra saldırdılar. Satraplık başkenti Memfisi kuşattılarsa da uzun yıllar başarı sağlayamadılar. İsyan eden Mısırlıları ve AtinalIları Persler yendiler (M. Ö. 454). Kimonun yeniden iktidarı ele geçirdiği yıllarda Perslere karşı yeni bir saldırı düzenlendi. Kıbrıs ve Mısır üzerindeki bu savaş Atinadan yana gelişirken Kimon ölür ve Perikles yönetimde söz sahibi olur. Perikles, artık Atinaya yük olmaya başlayan savaşa son verip barış imzalamayı düşünecektir. Kallias adlı bir diploma­ tın Pers başkentine gidip imzaladığı barış bu diplomatın adıyla anılır (M. Ö. 448). Kallias barışı görünüşte Atinadan yana gözükmezse, de Ati­ nanm ekonomik çıkarını destekler bir anlaşmadır. Bu barışa göre Ege denizi Perslere kapanıyor, öyle ki kıyılara Pers ordusunun yaklaşımı bile önleniyor, Hellen polislerinin bağımsızlıkları onayla­ nıyordu. Buna karşılık Kıbrıs ve Mısırdaki çıkarlarından da Atina vazgeçiyordu. Bu barış, savaşı bitirecekse de Pers-Hiellen çatış­ ması sürecek, İskenderin doğu saldırısıyla sonuçlanacaktır.

5.3.3. SAVAŞIN SONUÇLARI Pers savaşlarımn ortaya koyduğu en önemli sonuç Atina po­ lisinin gelişimi olmuştur. Atinanm kazandığı yeni aşama ise Hellas devletleri arasında çatışmalara, gruplaşmalara yol açacaktır. Kleistenes reformlarıyla kendine özgü bir gelişim sürecine gi­ ren Atinanm, ekonomik çıkarlarını gözeten bir devlet niteliğine ulaştığını, M. Ö. 500 lerden sonraysa Hellasta giderek üstün bir

194 düzeye kavuştuğunu görmekteyiz. Bu üstünlük savaşla bağıntılı olarak kurulmuştur. Atina ile Ispartanın (bir bakıma İon ve Dor kültürünün) aynı savaştaki ayrı gelişmesi de öğrenilmesi gereken ilginç noktadır. Mikale savaşından sonra Ispartalılar artık savaşın bittiği gö­ rüşüyle geri çekilirler, ülkelerine dönerler. (Gerçekten de heilot- ların isyanı korkusu aristokrat yönetimdeki Ispartayı buna zor­ lamaktadır.) Atina ise savaşı sürdürür. Hellen Birliği kurulduğun­ da önderlik İsparta’nın elindeyken şimdi Atinaya kaymaktadır. Hellen Birliği sürdüğü halde Atinam girişimiyle «Attik-Delos Deniz Birliği» kurulacaktır (M. Ö. 478). Delos adası Hellenlerce kutsal tanınmakta ve Birliğin Merkezliğini yapmaktadır. Perslere karşı yürütülecek savaşta Birliğe giren devletler bağımsızlıklarını koruyarak, belli oranda para ya da gemi yardımında bulunacaklar­ dır. Birliğin , tüm yönetim ve kontrolü Atinaca yürütülecekti. îşte amacı Perslere karşı savaşın ekonomik desteğini sağlamak olan bu Birlik, Atinanın güçlenmesi sonucunu doğuracaktır. Atina bir deniz imparatorluğuna gidiş yolundadır. M. Ö. 464 de Messenia heilotları Ispartaya karşı isyan ettiğin­ de Atina yöneticisi Kimon, Hellen Birliği üyesi olarak Ispartaya, ülkesinin partilerine karşın istenilen yardımı gönderecektir. Bu durumdan yararlanan AtinalIlar areopag meclisini kaldıracaklar­ dır. (M.Ö. 462). Bu da alt sınıfların savaşta gittikçe güçlendikleri­ ne ve aristokrasinin son büyük kalesi areopag meclisini kaldırma­ yı başardıklarına bir kanıttır. Bu arada M. Ö. 461 lerde Kimon da «Ostrokismos» yasasıyla yurt dışı edilecek ve Atinada «başkomu­ tan» seçilen Perikles otuz yıllık üstün bir kültür dönemini başla­ tacaktır. Perikles dönemi yalnız Atinanın değil, Hellen uygarlığmın en geliştiği, doruğa ulaştığı zaman olacaktır. Atinanın bu gelişmesi ekonomik temele dayalıdır. Ancak Atinanın ekonomik çıkarıyla İs­ parta, Korîntos ve Aigina devletlerinin çıkarı çatışmaktadır. Atina­ lIlar Aiginalıları yenip Deniz Birliğine soktular. Korintosun ticare­ tini de engeller girişimlerde bulundular. Bunun üzerine Ispartalı- 1ar Boitioya geçip AtinalIları yendilerse de, geri dönmeleri üzerine Boitla bölgesini AtinalIlar kendi egemenlik alanına soktular. Ger­ çi M. Ö. 451 de Ispartanın Hellen Birliği ile Atinanın Deniz Birli­ ği arasında barış imzalandıysa da aradaki çıkar çatışması ortadan kaldırılamamıştır. Perikles Delos adasından Atinaya taşıdığı birlik hâzinesini ül­ kesinin kalkınmasına harcamıştır. Savaşta yakılmış olan Atina yeniden yapıldı. Pire Limanı ile şehrin bağlantısı kuruldu. Sanat­ çıların, düşünürlerin korunduğu «demokratik» Atina Eskiçağın en

195 büyük kültür merkezi oldu. Siyasal girişimleriyle Perikles bir Hallen birliği oluşturmak istediyse de, daha yukarıda değindiği­ miz nedenlerle bu gerçekleşememiştir. Çünkü demokratik Atina emperyalizmini kendi çıkarlarma aykırı gören devletlerin diren­ mesi, Atin'anın üstesinden gelerniyeceği bir durum yaratmıştır. İşte Pers savaşlarında oluşan sosyo - ekonomik ortam bu ge­ lişimlere yol açan sonuçlar doğurmuştur.

5.4. PELOPONNESOS SAVAŞLARI (M. Ö. 431 -404) Thukydidesin genişçe anlattığı bu savaş, Atina ya da İsparta çevresinde Hellenleri birleştirme savaşıdır. Ayrıntılarına dek bili­ nen bu olayın nedenlerini de Thukydides, çözümlemiştir. Hellen dünyasını tümüyle kapsayan savaşın boyutları içine Persler de girecek, tam bir Ön Asya mücadelesi, Akdenizin ekonomik çıkar­ lara göre kullanımını ele geçirmenin kanlı bir öyküsü olacaktır. Biz burada tüm ayrıntılarına girmeden, nedenlerini, savaşın M. Ö. 404’e dek oluşumunu ana çizgileriyle gözden geçirip, bu çer­ çeve içinde İskender imparatorluğuna dek uzanan sonuçlarına ba­ kacağız.

5.4.1. SAVAŞIN NEDENLERİ Hellası besleyen hububatın iki kaynağı vardı : Karadeniz ile Sicilya ve Güney İtalya. M. Ö. 431 lerden önce Perikles Atinasmın Boğazları ele geçirdiğini, Ege ticaretine egemen olduktan başka Akdenizin Batı kesimine de el atmaya başladığını görüyoruz. Ati­ na’nın «Attik - Delos Deniz Birliği» aslında eşit nitelikte devletle­ rin bir anlaşması olmaktan çıkmış, Atinanm emperyalist politi­ kasının aracı olmuştu. Bunun karşısında M. Ö. VI. yy. sonlarında gerçekleştirilen Peloponnesos Birliği devletlerinden Ispartamn, gerçi tarıma dayalı bir devlet olması nedeniyle fazlaca etkilenmesi söz konusu değilse de, aynı Birlik üyelerinden Megara ve Korin- tos’un ticarete dayalı devletler olması nedeniyle etkilenmeleri ka­ çınılmazdır. Atinanm Batıdaki gelişimi bu devletlerin geçim kay­ naklarını da kurutarak, siyasal egemenliklerini yitirmeleri sonu­ cunu doğurabilirdi. İsparta, Peloponnesos yarımadasının giderek Atinanm siyasal egemenliğine düşmesinden kuşkulanmaktaydı. Hellasın jeopolitik yapısının da doğurduğu en önemli sonuç, küçük devletlerin birleşmelerini, bir Hellen devletî düzeyine ulaş­ masını önlüyordu. Doğal olarak çatışma iki birliğin oluşmasını sonuçlandırmıştır. Demokratik yönetimleri kendi çıkarı doğrultu­ sunda birleştiren Atina ve bunun karşısında oligarşik yönetimle­ rin birleştiği İsparta. Hemen belirtelim ki bu savaş bir demokrasi

196 oligarşi savaşı da değildir. Birleşik devlet düzeyine erme olanağı bulamayan küçük şehir devletlerinin bağımsızlıklarını, dolayısıy­ la ekonomik çıkarlarını koruma savaşıdır. İşte büyük Hellen ta- rikçisi Thukydîdes savaşa neden olarak bu yapıyı ayırt edebil­ mişti. Savaşın başlama nedeniyse (görünen, yakın nedeni) Korintos ile Atina arasında çıkan çatışmalardır. Hellas ile İtalya arasında köprü görevi gören Korkyra (Korfu) ’nın Korintosa karşı ayaklan­ masında Atina Korkyra’ya yardım etti. Korintos böylece başarı­ sızlığa uğradı. Bunun üzerine Korintos da Atinaya karşı başka bir isyanı destekleme yolunu tutunca Perikles, Peloponnesos birliği devletlerinden Megara’ya karşı ekonomik abluka uyguladı. Korin- tos’un adı geçen birliğe başvurması üzerine de İsparta savaş ka­ rarı alarak Atinadan, Attik - Delos Deniz Birliğini dağıtmasını is­ tedi. İşte bu girişimler üzerine iki birlik arasında savaş başladı.

5.4.2. SAVAŞIN OLUŞUMU Atina ve Ispartanın dayandığı güçler ayrı olduğundan, iki yanda kendi stratejisine uygun bir savaş geliştirmek istemiştir. AtinalIlar denizde üstündürler. Onlar savaşı denizde geliştirmek isteyecekler, Ispartalılarsa kara ordusuna dayandıklarından Ati­ naya karadan saldıracaklardır. Perikles sağdır ve savaşı, Pelopon­ nesos yarımadası kıyılarını vurma İsparta saldırısını ise surla­ rın arkasına tüm Atina halkını toplayarak savunma durumunda karşılamayı planlamıştır. Savaşın ilk on yıl: (ki İsparta Kralı Arhidamosun adına gö­ re adlandırılır) Arhidamosun hasat mevsiminde her yıl Atina top­ raklarına saldırması, Atinanın ise Peloponnesos kıyılarına deniz akınları yapması biçiminde geçmişti. Bu arada Atinada başgöste- ren veba salgını halkın büyük bir kesiminin ölümüne yol açtı. Bu hastalık ve Ispartalıların mahsûlleri yakmaları halkın moralini çökertecek. Feriklesin suçlanmasına ve cezalandırılmasına yol aça­ caktır. Ancak Peloponnesos’lularm saldırıları artmca M.Ö. 429 da yeniden göreve çağrılan Perikles de sözü edilen hastalığa tutulup ölecektir. Bu sıralarda Atinada »orta sınıf» ekonomik bakımdan çok güçlenmiştir. Kendi çıkarlarına uygun bir emperyalist politika uy­ gulatmak istemektedir. Tüccar ve sanayici sınıf, Atinanın gü­ cünün böyle bir politikayı sağlayıp sağlayamayacağına bakmak­ sızın, bugünkü deyimiyle «şahinler» davranışında bulunuyorlardı. Güçlü bir lider de çıkaramamaktadırlar. Bir sanayici olan Kleon «şahinleri»n, Nikiasda barış yanlısı «güvercin» lerin önderi duru­ muna geldi. Kleon yanlıları, yani orta sınıf başarı kazandı. Sa­

197 vaş önderliği yapacak güçte olmamakla birlikte Kleon; başlangıç­ ta başarılıysa da Ispartalı komutan Brasidas Halkidike yarımada­ sındaki Amphopolisi ele geçirmekten geri kalmadı. Brasidasla Kleon arasında bu yörede yapılan savaşı Ispartalılar kazandılar. Kleonu öldürdüyseler de Brasidas da çarpışma sonunda öldü (M.Ö. 422). Böyl'ece savaş kışkırtıcılığının iki yan içinde olumlu sonuç vermediği görülmüş oldu. Bu on yıllık savaşı, Atina delegesinin adına göre adlandırılan, Nikias Barışı sona erdirecektir. (M. Ö. 421). Barış koşullarına gö­ re savaşta alman yerler geri verilecektir. Bu barış Atinaya, Ferik­ lesin beklediği sonucu sağlamıştır ; Attik - Delos Deniz Birliğini dağıtmak için yola çıkan İsparta, bu birliği ve Atinanın bu birlik üzerindeki önderliğini kabullenmiştir. Nikias barışı koşulları yürümeyecektir. İsparta, koşulları ye­ rine getiremez. Atinaysa barışın getirdiği ortamdan yararlanarak ekonomisini toparlayacaktır. Bu arada savaş yanlılarının yeniden egemen olmaya başladıkları görülüyor. Feriklesin yeğeni Alkibia- des başkomutan seçilmeyi başardı. Savaş yanlılarıyla birleşen bu yeni lider iyi komutan, iyi diplomattı ama kişisel ihtirası da çok­ tu. Ispartaya karşı Argosluları kışkırtarak barışı bozmayı başaran Alkibiades, Peloponnesosluları yenebilmek için Sicilya yolunu kes­ menin gereğine Atina meclislerini inandırdı. Bir Der polisi olan Sicilyadaki Syrakusai’lilere karşı savaşan Segesta’ya yardım adı altında, güçlü bir donanmayla Sicilya seferine çıktı (M. Ö. 415). Bu, savaşın yeni bir aşamasıdır. Alkibiadesi tanrılara karşı kötü davranmakla suçlayan • siyasal rakipleri, Sicilya saldırısı sırasında Alkibiadesin cezalandırılmasını ve Atinaya geri çağrıl­ masını sağladılar. Alkibiades kaçıp Ispartaya sığındı. Ispartalılara Sicilya saldırısı plânlarını açıkladıktan başka, nasıl davranmaları gerektiğini de önermeye başladı. Onun görüşü, Atinayı yendik­ ten sonra kurtarıcı olarak yeniden Atina’nın başına geçip za­ fer kazanmaktır. Bu gelişme Atinanın savaş kaderini değiştirecek­ tir. M. Ö. 513 te Atina tüm donanmasını, ordusunu Şyrakusai kar­ şısında yitirdi. Ağır bir yenilgiye uğramış oldu. Ekonomik kaynak­ ları da yeniden böyle bir donanma yapmaya elverişli değildi. Sicilya yenilgisinden sonra Atinayı tam anlamıyla çökertmek için Alkibiades Ispartalılara, Ferslerle ilişki kurmalarını, İonya kentlerini Perslere vererek onların yardımını sağlamayı önerecek­ tir. İsparta bu öneriye uyarak Alkibiadesi bu işi başarması için İonyaya gönderecektir. Fer s satrabı Tisarternesle işbirliği yapan Alkibiades, Pers ordusunun İonyaya girmesini, Attik-Delos Bir­ liğinin yıkılmasını sağlayacaktır. Bu kez Atinaya vurulan derbayi yeterli gören Alkibiades, Pers Satrabını Atinadan yana çevirerek,

198 Ispartaya karşı çıkacaktır. Perslere önerisi de ilginçtir ; «(Perslerin çıkan Atinanın yıkılıp Ispartanın güçlenmesinde değil, dengeli olmasındadır.» Bu darbeler Atina demokrasisini yıkacak ve M. Ö. 411 de oligarşi yönetiminin kurulmasını sonuçlandıracaktır. Al- kibiades demokratlardan ayrılmış ve böyle bir yönetimi Atina- ya önermiştir. Dörtyüzler yönetimi olarak adlandırılan bu oligarşi yönetimi kurulduktan sonra Alkibiades demokrasiden yana oldu­ ğunu açıklayarak harekete geçip Peloponnes donanmasını yenip Boğazlan ele geçirecek ve buğday yolunu açacaktır. Demokrasi­ nin kurtarıcısı olarak Atinaya alkışlar arasında dönecektir. (M, Ö. 407). M. Ö. V. yy. ın sonlarına yaklaşırken Akdenizin ilginç bir gö­ rünüm aldığını belirtmeliyiz. Persler yeniden Ege bölgesine gir­ mişlerdir. Pers Kralı II. Dara oğlu Keyhusrevi Ispartalılara yar­ dım etmek amacıyla Anadolu satraplığına göndermiştir. Isparta- nın başına geçen Kral Lysandros, Ispartayı başarıya ulaştırmak için Perslerin altınlarından yararlanan ihtiraslı bir kişidir. Yuka­ rıdan beri kişiliğini belirttiğimiz Alkibiades ise yeniden Atinayı üstün duruma getirme savaşındadır. Artık bu üç devlet Eğenin ekonomik üstünlüğünü kendi ellerine geçirmek için her türlü yol­ dan yararlanacaklardır. Alkibiades, Lysandros mücadelesi Nationda birincinin donan­ masının yenilmesiyle sonuçlandı (M. Ö. 406). Alkibiades başko­ mutanlıktan uzaklaştırılacak, Trakyaya sığınacak ve burada daha sonra öldürülecektir. AtinalIlar Acan adalarında (Arginussai) İsparta Kralı Kallik- ratidas yönetimindeki Peloponnes donanmasını yenmeyi başara­ caklarsa da, fırtınaya tutulan Atina donanması da ağır kayıplar verecektir. (M. Ö. 406). Ispartalıların uygun koşullardaki barış önerisini kabul etmeyen Atina, yeniden krallığa getirilen Lysandrosun komutasındaki İsparta donanmasına yenilecek­ tir. (M. Ö. 405). Atinanın son bir çabayla yarattığı donanma yok olunca, İsparta Kralı Atinanın buğday yolunu kesecek, Atinayı açlıkla başbaşa bırakacaktır. Atina sonuna dek direnmeyi düşü­ nürse de başaramaz ve teslim olur (M. Ö. 404). Tebailüer ve Korintoslular Atinanın yerle bir edilmesini önerirlerse de Isparta- lılar ağır koşullarla bir barış im’zalamayı yeğ tuttular. Böylece Atinanın, hegemonya kurma girişimi, üstünlüğünün çökmesiyle sonuçlandı. Pireden kente dek uzanan surlar yıkıldı. Deniz Birliği dağıtıldı, gemilerini Peloponnesoslulara vermek zorunda bırakıldı. Artık, bağımsız olmasına karşın, Hellen kültürünün yaratılmasın­ da önemli yeri olan Atina siyasal üstünlüğünü yitirmiştir.

199 5.4.3. SAVAŞIN SONUÇLARI Ispartalılar, Hellası Atinanın hegemonyasından kurtardıkla­ rını ileri sürmektedirler. Ancak Pers altınına dayaman bu başarı aslında Ispartanın oligarşik yönetimlere dayanan daha sert bir hegemonya kurmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Lysandros, Atinada oligarşik bir yönetim oluşturmuştu (Otuzlar yönetimi) ve bunu Atinadaki askerî birlikte ayakta tutuyordu. Ancak bu yönetimi AtinalIlar yıkınca İsparta birşey yapamaya­ caktır. Çünkü, Ispartanın malî ve insan-gücü, Hellasta egemen­ lik kurmasına yetmemektedir. Atinaya karşı başarısını ise Pers- 1er sağlamıştır. Persler ile İonya şehirleri arasında çıkan anlaşmazlıkta yar­ dım isteyen İonyalıları desteklemek amacıyla Ispartalılar Anado- luya donanma göndereceklerdir. Ancak Perslere yenilince bu de­ niz gücünü de ellerinden çıkarmış olacaklardır. Öte yandan Ispar- tanın üstünlüğüne karşı Tebaililerle, Perslerden yardım alan Ati­ nalIlar gelişmeye başlamışlardı. Atinalılar Perslere karşı davranı­ şa girince, Persler de yeniden Ispartayı tutacak, Atina Ispartanın Boğazları kapaması üzerine barış isteyecektir. (M. Ö. 386). Öte yandan İsparta devlet adamı Antialkidasın girişimiyle, Perslerle Hellen polisleri arasında, bu kişinin adıyla anılan bir ba­ rış yapılacaktır (M. Ö. 486). Antialkidas Barışı, Perslerin dikte et­ tikleri, Anadolu kentleri ve Kıbrısı kendilerine bağladıktan başka, Hellen devletlerinin de yapılarını çizen bir buyruk niteliğindedir. Böylece Persler, kendi politikalarını kabul ettirmişlerdir. Bu savaş Atinanın üstünlüğünü yitirmesi ve Perslere yeniden Eğede önemli bir yer sağlamasından başka yeni hegemonya mü­ cadelelerine de yol açacaktır. Hellen polisleri bu çapta olmasa bi­ le sürekli savaşlar yapıp, gittikçe yıpranacaklar, Makedonyalıla- rıın egemenliğine dek bu yapı sürüp gidecektir. Ispartanın üstünlüğü ise koşulların yetersizliği nedeniyle faz­ la sürmeyecektir. Thebai ile Atina anlaşacak, Thebaide demokrasi kurulurken, Atina da ikinci kez Attik - Delos Deniz Birliğini yeni koşullarla oluşturacaktır. Bu birlik, önceki gibi Atinaya bir üstün­ lük sağlamamaktadır. Hegemonya girişimlerini Thebai Kralı Epa; meinondas yürütecek ve Biotai’da Ispartalıları yenerek (Leuktra savaşı M. Ö. 371), Thebainin üstünlüğünü kuracaktır. Ancak bu yöneticinin yaşamıyla bağlı olan girişim Hellen polislerini çökün­ tüye sürüklemeden başka bir sonuç vermeyecek. Epameinondas M. Ö. 362 de Peloponhesos’a yaptığı seferde ölünce Thebai hege­ monyası da sonuçsuz kalacaktır.

200 Hellastaki şehir devletlerinin küçük çıkarlara, partizan görüş­ lere dayanan iç savaşları bir sonuç vermemiştir. Hellas birliği bu tip davranışlarla gerçekleşememiştir. Bireyci bir dünya görüşüne göre yetişen insanlar, devletleri için savaşmamaktadırlar. Sımf çatışmaları, yoksulluk ve Plutokrasi (zenginler yönetimi) ücretli askerliğin gelişimine yol açacaktır. Hellen düşünürleri de artık devlet düzenini seçme bir azınlıkça monarşide sağlanacağı görü­ şündeydiler. Sonuç olarak Peloponnesos Savaşlarında Atinanın parlak dönemini yıkan sosyo - ekonomik temele dayalı siyasal ge­ lişim MakedonyalIların Hellasa müdahale etmesine dek (M. Ö. 359) gittikçe çökecektir. Artık Akdeniz uygarlık alanında yeni bir aşa­ ma İskenderle birlikte ortaya çıkacaktır.

201

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

HELLENİSTİK DÖNEM (M. Ö, 330 - 30)

Aslında Hellenistik Dönem, Mekedonya Kralı Büyük İsken- derin Ön Asyada bir imparatorluk kurduktan sonra ölümüyle or­ taya çıkan parçalanmış Ön Asyanın yeniden Romalılarca bir im­ paratorluk içinde birleştirilmesine dek sürer. Burada Hellenistik Dönemi anlayabilmek için önce Hellas polislerinin IV. yy. daki bu­ nalımını öncelikle gözden geçirdikten sonra İskenderin doğduğu ortamı kavrayıp, gerçekleştirdiği imparatorluğun niteliğini göz­ den geçirerek Hellenistik Krallıkların genel özelliklerine bakılacak­ tır. Siyasal oluşum bakımından karışık olan bu dönemin bıraktığı kültürel sonuçlar. Dünya tarihinin ilginç bir gelişim aşamasıdır.

Hellen Devletlerinin Bunalımı Peloponnesos Savaşları sonuçlarına bakarken küçük Hellen devletlerinin birliğe ulaşamama nedenlerini de görmüştük. Polis tipi devletlerin içinde taşıdıkları çelişkiler, bir kültür birliğine ula­ şıldığı halde siyasal birliğin gerçekleşmesini önlemiştir. Polislerin oluşum sürecinde görüldüğü gibi, sınıf kavgaları aristokrasiyi »demos» a dayalı bir yönetim aşamasına getirmişti. Sözgelimi Atinada kendine özgü «demokrasi» nin oluşumu Kleistenes reform­ larıyla tamamlanmış, Pers savaşları sırasında Periklesce pekişti­ rilmişti. Ancak ideal polis yönetimi doruğa ulaştığını sandığı M. Ö. V. yy. larda yeni çelişki boyutlarını da oluşturmuştu. M, Ö. 400 lere doğru siyasal ve ekonomik yapıdaki çelişkiler yıkıcı boyut­ larına ulaşacaktır. Bu tarihlerden sonra da sanat ve düşüncedeki yaratıcılık gittikçe sönecektir. Bu siyasal ve ekonomik çelişkiler artan nüfusun gittikçe top­ raklarını yitirip proleterleşmesi ve onlara iş alanları bulunainadı- ğından işsizliğin artması, öte yandan yiyecek maddelerinin kıtlaş­ masından ortaya çıkmıştır. Polisler arası sürüp giden savaşlar kü­ çük toprak sahiplerini sürekli askerlik hizmetinde tutmakta, düş­ man ordularınca yakılıp yıkılan tarım alanları gelişen para ekono­ misine bağımlılığı yaratmaktadır. Borçlar, toprakların elden çık­

203 ması sonucunu doğurmaktadır. Topraksızlara yeni iş alanı sağla­ yacak endüstriyel alanlar açılamamaktadır. Çünkü artık polisler endüstri malları ihraç etme yerine endüstri teknikleri ihraç etti­ ğinden, Akdenize yayılmış olan koloni yerleşme alanları yeni bi­ rer endüstri merkezi düzeyine yükselmiştir. Artık Hellastaki dev^ letler dışardan getirdikleri buğdayın karşılığı olan parayı ödemek­ te zorluk çekmektedirler. İş alanını poliste bulamayan Hellenli için polisten ayrılma zorunluluğu doğmaktadır. Ancak daha önce­ ki kolonileştirme döneminde görülen ortam ve olanaklar olmadı­ ğından yeni yerleşme alanları kurulamamaktadır. Bu işsiz kitlele­ rin yapabilecekleri tek iş askerlik olmaktadır. Nitekim Hellenler geliştirdikleri beden eğitimi oyunlarıyla as­ kerlik görevine uygun yetişme olanağı bulduklarından, aranı­ lan «ücretli asker» olmuşlardır. Bu kiralık askerler hizmetlerini, Hellen olmayanlara (onların deyişiyle barbarlara) satacaklardır. Öte yandan korsanlık, haydutluk gibi yollar da bu bunalımdan çıkış yolu olacaktır. Öyleki bu gelişme köle ticaretini alabildiğin­ ce artıracaktır. Köle emeğine dayanan polislerin ekonomilerini daha da artan köle sayüarı olumsuz yönde etkileyecek, ekonomik süreç polisi yokedecek biçimde işleyecektir. İlerde kölelerle diğer sınıfların çelişkisi başlayacaktır. Bu uyumsuz gelişme polisi sarsarken, polisler arası savaşlar da gittikçe anlamsız bir düzeyde sürecektir. Çünkü polisin temel ko­ şulu olan «kendine yeter ekonomi» emperyalist bir oluşumda sar- sümış, diğer koşulu olan «bağımsızlık» da hegemonya kurma sa­ vaşları içinde ortadan kalkmıştır. Polis devletlerinin bu bunalımını tam anlayabilmek için Hel­ len düşünürlerinin, bunalımdan çıkabilmek için ortaya attıkları görüşlere bakmak gerekir. Önce «doğabilimcisi» düzeyinde ortaya çıkan düşünürler, siyasal öneriler getirerek daha soyut ve daha mistik bir dogmatik anlayışa, giderek demokratik yönetimden mo­ narşi yönetimine doğru gelişen bir düşünce sistemi işleyeceklerdir. Yozlaşan polis yönetimini komedyen Aristophanes alaya alırken, Ksenophon demokrasinin bölünmelere, disiplinsizliğe yol açtığını, yöneticilerin genellikle yeteneksiz kişiler olduğunu ileri sürüp İs­ parta yönetimini yüceltmektedir. M.Ö. V. yy. m görkemli gelişmesinde Sofistler ilk kez devlet dü­ zenini açıklamaktadırlar. Onlar polis içinde bir sözleşme sonucu ortaya çıkan demokrasiyi, güçlülerin, akıllıların devlet erkini kul­ lanabileceklerini belirtiyorlardı. Eşitlik düşüncesini kölelere de yaymaları hoş karşılanmayan sofistler aslında ilk kez eleştiri bo­ yutlarını genişletip, devlet yönetiminde güzel söz söylemenin ge­ çerliğini, yaşadıkları dönemi belirtir biçimde dile getirmişlerdir.

204 Hellen devletlerinde ortaya çıkan bunalımın etkilediği Eflatun (M. Ö. 428 - 348) Atina demokrasisindeki bireyciliğe, çıkarcılığa ve cehalete karşı tepki göstererek, Ispartanın otoriter yönetimini benimseyecekse de, Ispartalıların Atinada kurdukları Otuzlar Oligarşisine de karşı çıkmaktan kendini alamamıştır. Daha sonra kurulan demokrasi ise onu yine de doyurmamıştır. Bu bunalım onda kuramsal bir devlet görüşü oluşturması sonucunu doğuracak­ tır. Burada Eflatunun kuramsal devletinin ayrıntılarına inmeye­ ceğiz. Şurasını belirtmekte yarar var : İdeler âleminde varsaydığı, henüz kurulmamış bir devleti özlüyor Eflatun. Bu bir erdem dev­ letidir. Erdemli kişilerden oluşan, erdemle eğitilmiş devlet. Bu devletin gerçekleşmiyeceğini kendisi de anladığı için yaşlılığında erdemin yanında yasaları da olan devlet düzenine de yeterli gö­ züyle bakıyor Eflatun. Eflatunun öğrencisi olan Aristoteles (M. Ö. 384 - 322) ise îs- kendere öğretmenlik etmesine karşın yine de bu küçük şehir dev­ letlerinin bunalımına çözüm aramakta, olaylara Atina açısından bakmaktadır.. Onca devletin amacı önce birliği sağlamaktır. O da Eflatun gibi servet farklılığını devlet için olumsuz buluyordu. Ger­ çekten de polisleri bunalıma sürükleyen sınıf kavgası bu servet farklılaşmasından doğduğuna göre iki büyük düşünürün de aynı gerçeğe bakmaları normaldir. «Aristoya göre siyasal bir hayvan olan insan toplum içinde yaşamak için dünyaya gelmiştir. Amaç, toplumca iyi yaşamanın sağlanmasıdır. Bunun sağlanması için iyi vatandaşlara ihtiyaç var. Polisin iyi olması için vatandaşlar iyi olmalı. Yoksa amaç iyi vatandaşlar için iyi bir polisin var olması değil. Bütün parçalardan üstündür; polis bireylerden üstündür. Amaç polistir, bireyler ise iyi bir polisin aracı (Murat Sarıca, 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi, İst. 1973, 29. S.). Burada polislerin ortaya koyduğu tüm bunalımın Hellen fel­ sefesindeki yerini araştırmak konumuz değil. Hellen polisleri kur­ tuluşu arıyorlar; Syrakusaiden Makedonyaya dek çağrıları var. İşte bunalım içinde Makedonya kraUığı işe karışıyor ve İskender İmparatorluğunu hazırlıyor. Biz ayrıntılarına inmeksizin bu siya­ sal oluşumu öncelikle gözden geçireceğiz.

205 1. İSKENDER İMPARATORLUĞU

1.1. MAKEDONYA KRALLIĞI ve HELLAS

Makedonya krallığının gelişimi Hellastan ayrı bir yapı göste­ rir. Hellasın jeopolitik yapısı polis tipi devletlerin kurulmasına el­ verişli iken, Makedonya coğrafî bütünlük gösterdiğinden, birleşik bir krallık oluşmasına elverişlidir. Makedonya krallığını yöneten soy Argeadlar ve halkın Hellen boylarıyla ilgisi varsa da, uzun süre Hellenlerce barbar sayılmışlardı. Kolonileştirme döneminde Halkidike yarımadasında kurulan koloniler kanalıyla bu krallığın gittikçe Hellen kültürüne yaklaştığı, doğal zenginlikleri ve yine bu kolonilerin ticaret olanaklarıyla geliştiklerini görmekteyiz. Makedonya monarşisinin bir özelliği, kralın yanında güçlü bir soylular sınıfının varlığıdır. Kabile yaşantısından gelen bu özel­ lik doğu tipi bir monarşiden farklı yönlerinin ortaya çıkmasın­ da etkin olacaktır. Gerçi kral doğu monarşilerinde olduğu gibi başkomutan, başyargıç, başrahip görevlerini kendinde toplamış­ tır ama, çevresindeki bu soylulara danışarak yönetimi sağlamak­ tadır. Gittikçe Hellen kültürünün etkisinde kalması sonucu M. Ö. IV. yy. da kendine özgü bir monarşi tipi ortaya çıkmıştır. Bu kral­ lık Pers egemenliğini tanımak ya da Hellastaki şehir devletlerinin çatışmalarına çıkarı doğrultusunda girmek gibi siyasal eylemler içindeyken II. Filip (Philippos) Makedonya krallığına gelmiştir. Makedonya krallığı II. Filip (M. Ö. 359 - 336) zamanında güç­ lü bir devlet düzeyine yükseldi. Filipin gerçekleştirmek istediği bir Balkan devleti (ki Hellası da buna katmak istiyor) anlayışını ger­ çekleştirmesine ortam elverişlidir. Hellen devletlerinin eski gücü kalmadığı gibi sürekli olarak birbirleriyle savaşmaktadırlar. Öte yandan Pers devleti de bu bölgede doğrudan doğruya değil, dolay­ lı yollarla (altın göndermek gibi) rol oynamaktadır. Siyasal ortam güçlü bir devletin çıkmasına elverişlidir. Atina yöneticilerinden Demostenes’in Makedonyaya karşı po­ litikasında monarşi - demokrasi çatışması olarak gösterdiği Make- donyanın Hellasa müdahalesine daha dikkatli bakıldığında, Make­ donya Kralı Filipe şans sağlayan durumun Hellastaki kararsız, de-

206 ğişen politikadan doğduğu görülür. Hellas devletlerinin bu karı­ şıklığına karşılık Filipin askeri düzenlemeleri ve yeni savaş usul­ lerini geliştirmesi başarılı bir politika uygulama şansını, artırmış­ tır. Filip, yeni düzenlediği ordusuyla önce Makedonyanın sınırla­ rını denize ulaştırdı. AtinalIlar buna karşı koymak için savaş ilân ettilerse de bir sonuç alamadılar. Öte yandan Filip, Trakyaya doğ­ ru da genişlemektedir. Bundan sonra MakedonyalIların doğrudan doğruya Hellas devletleri işlerine karıştıklarını görüyoruz. Delfoi tapınağının altınlarını çalmakla suçlanan Fokislilerle Tebai arasında ortaya çıkan anlaşmazlık Hellen devletlerini ikiye ayırmıştı. (M. Ö. 356) Fokisliler ücretli askerlerden yararlanarak Teseliaya girmeyi başarmışlardı. Filip bu durumdan yararlanıp önceleri başarı gösteremediyse de, daha sonra Fokislileri Tesellia- dan çıkarıp bu bölgeyi egemenliğine aldı. (M. Ö. 352). Orta Hel- lasa girmedi. Bu sırada Makedonya boyunduruğundan çıkan Halkidike yarımadası şehirlerine saldırdı. Atinâlı Demostenesin savaşa girmesine karşın bu yöreyi de ele geçirerek Atinanın deniz gücünü kırmış oldu (M. Ö. 348). Makedonya bu yarımadadan ya­ rarlanarak deniz gücü geliştirebilmiştir. Atina anlaşma yapmak zorunda kaldıktan sonra Filip Delfoi nedeniyle süren kutsal sava­ şa katılarak, Fokislileri yenip, Delfoi üzerinde koruyuculuk hak­ kını elde etti. (M. Ö. 346). Artık Makedonya krallığı Hellas devletleri arasına girmiştir. Hellen devletlerinde görülen kargaşalık, birtakım düşünürleri Fi­ lipin çevresinde toplanma arzusuna sürüklerken, bir kesimi de karşı çıkmaktadır. Bu karşı çıkanlar ne pahasına olursa olsun ba­ ğımsızlıklarını yitirmemeye çalışmaktadırlar. Makedonyanın giri­ şimini bağımsızlıkları açısından tehlikeli görmektedirler. Filip ise Hellen devletlerini kendi buyruğunda birleştirip Perslere karşı saldırıya geçmek kararındadır. Bu kararı destekleyenler de vardır. Filip Tesalya birliğinin başkanı olmuş (M. Ö. 344), Epeirosu egemenliği altına almış (M. Ö. 343), Trakyanın büyük bir bölü­ münü ele geçirmiştir. (M. Ö. 341). Demostenes bu gelişmenin Ati- naya Boğazları kapamakta olduğunu görerek Perslerden para yar­ dımı sağlayarak Euboia, Megara, Korintos gibi şehir devletle­ rini birlik haline getirmiştir. Fillpe karşı bu birlik mücadeleye başlayacaktır. Bu mücadele Heroneia savaşıyla sonuçlanacaktır. Savaşı kazanan Makedonya kralı (M. Ö. 339 larda) Hellası ele geçirmiş olmaktadır. Thebai’e karşı amansız davranan kral Filip, onları daha kazanmak için Atinayla elverişli koşullar içeren bir barış yapacaktır. Artık kral Filip, Hellenlerin kurtarıcısı durumu­ na gelmiştir.

207 Nitekim Filipin girişimiyle Korintosta bir kongre toplandı. (M. Ö. 338-337). Bu kongrede «Hellen Birliği» kuruldu. Bu birli­ ğe giren devletler bağımsiülıklarını koruyor, buna karşılık birlik meclisi oluşturuluyordu. Bu meclisin kararıyla savaş açılabilirdi. Ayrı bir ordu kuruldu. Kongreye katılmayan Makedonya kralı Hellen soyundan olması nedenine dayanarak birlik üyeleriyle ayrı anlaşmalar yapıyor ve birlik ordusuna başkomutan seçiliyordu. Kendi kişiliğiyle, Hellen Birliğini bağlamış olmaktadır. îsokretes tarafından savunulan büyük Pers saldırısına artık yollar açılmış­ tır. Ancak Filip öldürüldüğünden bu işe başlama şerefi oğluna kal­ dı (M.Ö. 336). Böylece İskenderin krallığından önce babasmca geliştirilmiş bir ordu ve Hellen devletleri üzerinde kurulmuş bir «hegemonya» nın kalıtçısı olduğunu görüyoruz.

1.2. İSKENDERİN KİŞİLİĞİ Hellastan Hindistana dek uzayan, kısa ömürlü de olsa Pers- lerin gerçekleştirdiğinden daha büyük bîr imparatorluğun kuru­ luşunu Eskiçağdan bu yana yazan tarihçiler İskenderin kişiliğiy­ le açıklamak istemişlerdir. İskenderin bu saldırısını Doğu-Batı mü­ cadelesi olarak kutsal bir savaş açısından ele alanlar, onun kişili­ ğini ön plâna çıkarırlar. Onun kişiliğiyle bu büyük imparatorluğu açıklayanlar yalnızca batılı yazar ya da araştırıcılar değil, doğu­ lular da onun kişiliğinde tanrısal güçler görürler. Öyleki yazdık­ ları birçok eserlere diskendemâme» adını vererek övmek istedik­ leri yöneticilere sunarlar. Güçlü bir sanla (Zülkarneyn : çift boy­ nuzlu) adlandırılan İskenderin kişiliği gerçekten de önemlidir. Ancak gerçekleştirilen imparatorluğun açıklamasını yalnız onun kişiliğine bağlamak yanlış bir yoldur. Onun savaşçı kişiliği, ye­ terli olan ortamdan yararlanarak imparatorluğu gerçekleştirecek güçtedir. Önce şurası anlaşılmalıdır ; Olanaklar yeterli olmazsa önder olan kişinin gücü ne olursa olsun sonuç beklenilen düzeye ulaşa­ maz. Bu bölümün başında değindiğimiz Hellen devletlerinin sos- yo - ekonomik yapısı doğuya doğru bir sefere çıkılması zorunlulu­ ğunu doğurmuştur. Sosyo - ekonomik bunalımın, ortaya koyduğu sonuç budür. Öte yandan Perslerin de eski gücü kalmamıştır. İs­ yanlar, saray entrikaları, zenginleşen savaşçıların eski ordu dü­ zenine uyamamalan, güçlü bir Pers ordusu yerine ücretli asker­ lerin yer alması v.b. nedenler iyi organize edilmiş bîr saldırıyla yı­ kılabilecek bir devlet doğurmuştur. Demek ki sorun İskenderin ki­ şiliğiyle değil, Akdeniz ekonomik çevresinin gelişimiyle ilgilidir. İskenderin. kişiliğini bu tablo içinde düşünmeliyiz. Ne kuvvete ta­

208 panlar açısından, ne de tarihi kişilerle açıklayıp gelişim sürecini gözlerden saklayanlar açısından İskenderin kişiliğine bakmakla doğru bir yorum yapılamaz. İskendere değgin Eskiçağın en önemli biyografisini I. yy. da yaşayan Plutarkhos yazmıştır. İskender ile Sezarın yaşam öyküle­ rini paralel olarak yazan Plutarkhos İskenderin gençliğine disip­ linli, iyi yetişmiş, dengeli bir yapı kazanmış olarak eriştiğini ör­ neklerle anlatmaktadır. Öyleki birey olarak babasının ülke ele ge­ çirmesini, «bana yapacak iş bırakmıyor» gerekçesiyle kıskanacak denli ihtiraslı, aşırı zevklere düşkünlüğü olmayan bir yetişme dü­ zeninden geçmiştir. Aristotelesin öğrencisi olan İskender, Home- rosun destanlarını okumuş, Hellen kültürüne göre yetişmiş ve bu kültüre bağlanmıştır. Kendisini bu kültürün bir temsilcisi, Pers- lere karşı saldırgan bir önderi olarak görmektedir. İskender M. Ö. 356 da doğmuş 323 te ölmüştür. Bu 33 yıllık ömrün 13 yılında (M. Ö. 336 - 323) disiplinli, kararlı bir çabayla büyük bir imparatorluk kurmuştur. Bu girişimi başaran bireyin kişisel yapısı kuşkusuz birtakım üstünlükler taşımalıdır. İhtiraslı, taşkın bir kişiliği anası İlliryalı bir prenses olan Oiympiastan al­ dığı savunulur. Anasına gerçek bir bağlılığı olan İskender baba­ sının başka bir hanımla evlenmesi üzerine araları açılmışsa da sonradan barışmışlardı. İskenderin kişiliğine bakarken iki aşama görüyoruz: Öncele­ ri Hellen kültürüyle yetişmiş bir Makedonya kralıdır İskender. Götserişi olmayan başkomutan, arkadaşlarıyla dengeli bir ilişkisi olan bir kral. Pers imparatorluğunu yıktıktan sonra kendinde «tanrısal» özellikler gören doğunun «tanrı - kralı» İskenderle kar­ şılaşıyoruz. Mısırda tanrının oğlu olarak selâmlanması artık yeni bir İskenderin oluşmasıyla ilgilidir. Doğunun gizemli havası onun kişiliğini yeni bir aşamaya getirmiştir. Bu bakımdan doğunun hel- lenleştirilmesini aynı zamanda hellen kültürünün doğululaşması olarak da görmek gerekir. İskenderin kişiliğini tamamlarken bir davranışını daha bil­ mek yararlı olur. Babasının öldürülmesinden sonra Makedonya kralı olunca ortaya çıkan isyanları bastırırken Thebaiyi ağır bi­ çimde cezalandırır, diğer Hellen devletlerine ders olsun diye; Ati- naya iyi davranır, Hellen kültürüne bağını göstermekmek için. Demek ki yerine göre çok sert, başkalarına ders verecek davranış içinde olabilmektedir. Ama ertesi gün savaş yapacakken rahat, kendine güvenli bir insan olarak uyuyabilmektedir. İşte bu nite­ likleri olan bir önder, ortamın elverişliliğinden yararlanarak Hel­ len devletlerinin sosyo - ekonomik bunalımını Doğuya saldırarak çözmek istemektedir.

209 1.3. İSKENDER İMPARATORLUĞUNUN KURULUŞU İskender kral olduktan sonra İsyanları bastırıp Korintosta Hellen Birliği Başkomutanlığına getirilecek ve Persler üzerine se­ fer yapacak olanakları kısa sürede elde edecektir. İskenderi Perslere üstün kılan birçok yönleri vardır. Ordusu bu sefere göre kurulmuş, güçlü ve savaş taktiklerini iyi uygulaya­ cak durumdadır. Bu seferden çok şey bekleyen komutanları vardır. Pers kralının (ki III. Daradır) zengin olmasına karşın ücretli Hellen askerlerinden oluşan bir ordusu vardır. Doğru dü­ rüst bir amacı, savaş plânı yoktur. Perslerin eldeki tek üstün güç­ leri donanmadır. Bu üstünlüğü dikkate alan İskender plânını bu­ na göre yapmıştır. Donanmanın üstlerini ele geçirerek güçsüzleş­ tirme yolunu, tutacaktır. Bu bakımdan doğrudan doğruya Pers başkentine doğru ilerlemiyerek, önce Anadolu kıyılarını, Suriye ve Filistini ele geçirme yolunu tutmuştur. Savaş teknikleri bakımın­ dan üstün olan ordusuyla bu yolda başarılı olmuştur. İskenderin tüm savaş öyküsünün ayrıntılarını burada söz ko­ nusu etmenin anlamı yoktur. İmparatorluğun kurulmasını sağla­ yan gelişmeyi sıralamak yeterli olur. M. Ö. 334 te Çanakkale Boğazından (Hellesponus) Anadoluya geçen Makedonya kralının ordusuyla Persler ilk savaşı ((Gronikos» (Bigaçay) kıyısında yaparlar. Ege kıyılarının ele geçirilmesini sağ­ lar bu savaş. Kışı «Gordion» (Yassıhüyük) da geçiren İskender M. Ö. 333 yılında Torosları aşar, İssos (İskenderun yöresinde) da Pars ordusunu yener. Daranın barış önerisini reddederek Fenike kıyılarını ele geçirmeye başlar. (Yalnız Fenike şehirlerinden Sur bir süre direnirse de ele geçirilir. M. Ö. 332). Artık Mısır yolu açılmıştır. Büyük bir direnme görmeksizin Mısıra giren İskender, kendi adıyla anılan İskenderiye kentini (koloni olarak) kurdurur. (Mısırda Amonun oğlu olarak karşılanmıştır.) Gaugamela (Yukarı Mezopotamyada) da Pers ordusuyla kar­ şılaşır. Dara yenilir ve yalnız başına kaçar (M. Ö. 331). İskender «Asya Kralı» ilân edilir. Artık Pers İmparatorluğu tarihe karışmış­ tır. Pers şehirlerini ele geçirir. Pers savaşları sırasında Perslerin Hellasta yapmış olduğu yakıp - yıkmalara karşılık Persepolis ken­ tindeki sarayları yaktırır. M. Ö. 330 yılında İranı ele geçirmeyi, tamamlar. Hellenli as­ kerleri yurduna gönderir. Artık bu öç seferi son bulmuş, İskender Perslerin ordularını da kendine katarak «Asya Kralı» olarak fe­ tihlere başlamıştır. Bir dünya imparatorluğu oluşturabilmek için M. Ö. 330 - 327 yıllan arasında çetin savaşlarla Soğdian ve Baktrian

210 yörelerini ele geçirdikten sonra M. Ö. 326 da Hint seferine çıkar. Denizden geri döner. Yeni sefer hazırlıkları içindeyken M. Ö. 323 te Babil’de ölür. Böylece Makedonya’dan Hîndistana dek uzayan bir impara­ torluk oluşturmuştur. Bu imparatorluğu yaşatacak aile bağları kurmak içindeyken genç yaşta ölümü yapıtının tamamlanmasını engellemiştir.

1.4. İSKENDER İMPARATOLUĞUNUN ÖZELLİKLERİ Bu imparatorluğun tamamlanmamış olduğunu gözönüne ala­ rak bir takım özelliklerine bakmak yararlı olacaktır : a) Polis devletlerinin bunalımları böyle bir Doğu seferiyle geçici bir süre için giderilmiştir. Öyleki Atinada Likurgos adlı yeni bir yönetici yeniden ekonomik durumu düzeltmeyi başaracak, Atinanın bir süre daha kültür merkezi niteliğini sürdürecektir. Hellen devletlerinin artan nüfusu Doğuya gidecek, ticaret yeni bo­ yutlara ulaşacaktır. Ancak polis tipi devlet anlayışının da yıkıl­ ması sonucunu doğuracaktır. Bir Asya imparatoru davranışına giren İskender kendisini «tanrı - kral» olarak Hellen devletlerince de kabul edilmesini isteyecektir. b) İskender çalışır kurumlarıyla ele geçirdiği Pers impara­ torluğunun doğal mirasçısı durumuna erişecektir. Bir Hellen ol­ maktan çıkarak, Asya kralı davranışına bürünmesi, kuvvet karşı­ sında uyruk (teb’a) anlayışında olan Doğu halklarınca, tanrısal bir nitelikte karşılanacaktır. Yüzyıllar boyu da bu niteliğiyle anı­ lacaktır. Perslerin geliştirmiş olduğu ulaşım olanaklarından yarar­ lanan İskender kültür etkileşiminde önemli bir işlevi gerçekleşti­ recektir. c) İskenderin bu seferi Doğunun Hellenleştirilmesi olarak de­ ğerlendirilir. İskender savaşçıların yanında bilim ve teknik adam­ larını da götürecek, sonradan gelişme olanağı olan yerlerde yeni koloni - kentler kuracaktır. Ele geçirdiği kentlerin yönetimine de Hellenleri atayacaktır. Gerçekten de Maveraünnehir ve Hint iç­ lerine dek Hellen dili ticaretin, kültürün aracı olarak girecektir. İskenderin bastırdığı ortak para birimi ise bu yörelerde ekonomik ilişkileri birlik düzeyine ulaştıracaktır. Bu tip Hellenleşmenin tek yönlü bir açıklama olduğunu gö­ rüyoruz. Bir kez İskender bir Baktrian Prensesi olan Roksane ile evlenerek eski batı kültürünü taşırken, doğulaşma yönünde de ge­ lişmiştir. Komutanlarını da bu yolda davranmaya zorlamıştır. Do­ ğu tanrıları, düşünce yapısı da Hellenler üzerinde etkin olmaya

211 başlamıştır. Bu bakımdan Helİen uygarlığının Doğuluîaşması da söz konusudur. Hellenistik uygarlık anlayışı Hellen uygarlığı ile Eski Doğu uygarlığının karışması sonucu ortaya çıkmıştır. Böyle- ce Eskiçağ dünyası geniş çapta yeni bir karışıma, etkileşime uğ­ ramıştır. Bu karışımın İskender imparatorluğuyla gerçekleştiğini görmekteyiz. İskender imparatorluğu bu özellikleriyle Eskiçağın yepyeni bir oluşumunu hazırlamıştır. Değer yargıları değişmiş, ekonomik ge­ lişme yeni boyutlar kazanmış, siyasal yapı ise «Hellenistik krallık­ ları» diye adlandırılan «monarşilerin» doğmasına yol açmıştır.

212 2. HELLENİSTİK KRALLIKLAR

İskenderin ölümünden, Roma imparatorluğunun Ön Asyaya egemen olmasma dek süren 300 yıllık döneme Hellenistik krallıklar dönemi denir. Bu dönem monarşiler arasında birçok savaşların olduğu, buna karşılık kültür gelişiminin sürdüğü bir zamandır. Birtakım küçük devletlerin yıpranmaları sonucu Romaya karşı Akdeniz çevresi savunulamayacaktır. Bunun öyküsünü ayrıntıla­ rıyla burada söz konusu etmiyeceğiz. Özelliklerini belirtmekle ye­ tineceğiz.

3.1. İSKENDER İMPARATORLUĞUNUN PARÇALANMASI İskenderin erken ölümü üzerine devleti yönetmek üzere başa geçirilen kardeşi Filippos Arrhidaios ve Roksane’den doğan oğlu yetersizdiler. Bu bakımdan asıl yöneticiler güçlü komutanlar ola­ caktır. Bir çekişmeyi önlemek için sivil ve askerî yönetim birbirin­ den ayrılacaktır. Perdikkas Asyanın, Antipetros Avrupanın askerî birliklerinin yönetimine getirildiler. Krateros, kral Filipposa naip atandı. An­ cak asıl güç Perdikkasın eline geçti. Perdikkas yakın arkadaşları­ nı satraplık görevlerine atadı. Mısıra Ptolemaios, Büyük Frigyaya Antigonos, Marmara yöresi Frigyasına Leonnatos, Trakkaya Lisi- mahos. Henüz imparatorluk parçalanmamış, yeni ülkeler ele ge­ çirmeden eldeki korunmaya, birlik içinde bulunmaya çalışılmak­ tadır. Ancak isyanlar patlak vermişti. Atinanın önderliğinde girişi­ len ayaklanmayı Antipatros bastıracaktır. (M. Ö. 322). Atinada oligarşik bir yönetim kurulacak ve demokratlar sürülecektir. Bu sıralarda Perdikkas İskenderin annesiyle evlenerek kral olma yoluna, girmiştir. Bunun üzerine generaller ayaklanırlar. Ptolemaios üzerine sefer yapan Perdikkas öldürülür .(M. Ö. 321). Ordunun bir bölümü Ptolemaiosa katılmıştır. M. Ö. 321 de devlete yeni bir dü'zen verme toplantısı yapan komutanlar aralarında iş bölümü yapacaklardır. Bu iş bölümün­ de general Seleukosa da Babil valiliği verilecektir. Komutanlar arası mücadele kanlı bir biçimde sürecek, Antigonos Anadoluda

I 213 bağımsız bir kral gibi yaşamaya başlayacak ve İskender impara­ torluğunun bütününü ele geçirmeye uğraşacaktır. Ancak karşı­ sında birleşen güçleri yenemiyerek M. Ö. 311 de banş imzalana­ caktı. Buna göre Ptolemaios Mısırda, Lisimahos Trakyada ve Antigonos ■ tüm Asyada egemen olacaktı. Saltanat naibi olan Kasandros ise Roksoneyle oğlu küçük İskenderi öldürünce (M. Ö. 310) İskender imparatorluğunu tümüyle koruma fikri sona ere­ cektir. Savaşlar sonucu beş kral ortaya çıkacaktır : Antigonos, Seleukos, Ptolemaios, Lisimahos ve Kassandros. Antigonos ve oğlu, İskender imparatorluğunu diriltmek için birçok savaşlar yapacaksa da M. Ö. 301 de Frigyada îpsosta yeni­ lecek ve ölecektir. Bunun sonunda Ön Asya şöyle paylaşüacaktır: Lisimahos Trakyadan başka Toroslara dek Anadoluyu, Seleukos doğu ülkelerinden başka Mezopotamya ve Suriyeyi, Kasandros Makedonyayı alacaktır. Ptolemaios savaşa katılmadığından Anti- gonosun mirasından pay alamıyordu. Daha sonra Seleukoslar Anadolu egemenliğini de ellerine ge­ çireceklerdir. Ancak M. Ö. III. yy. m ilk yarısında Anadoluda ye­ rel krallıklar bağımsızlık mücadelesi vererek, yeni krallıklar oluş­ turmayı başaracaklardır. Bitinyada bir krallık kurulacak. Kara­ deniz kıyılarında Pontos, Orta Anadoluda da Kapadokya krallığı oluşturulacak. Bu krallıklardan bir diğeri Bergama krallığı olacaktır.

2.2. HELLENİSTtK KRALLIKLAR DÖNEMİNİN ÖZELLİKLERİ İskenderin fetihleri Asyayı Hellen ticaretine ve koloniciliğine açmıştı. Ekonomik bunalım uzaklaşmıştı. Ölümüyle ortaya çıkan monarşilerin birbirleriyle savaşları kültürel gelişimi, ekonomik refahı bozmamıştır. Ele geçirilen yörelerde kurulan koloni kentleri polisin vazge­ çilmez eğelerini içeriyordu ; Pazar yeri, tiyatro, kamu yapıları, okullar, çeşme v.b. Bu kentler bilimsel olarak, ölçülü bir biçimde kurulmuş ve uygarlık gelişimini sürdürmüşlerdir. Bu kentlere ge­ len Hellenler, eski doğu kent anlayışını yok etmişlerdi ama doğu­ nun kültürel özelliklerini benimsemişlerdi. Öyleki bu, yeni krallar, Eski Doğu kralları tipinde ekonomik ilişkiler geliştireceklerdir. Doğunun tanrılarını benimsedikleri gibi, kendileri de tanrılaştırı- lacaktır. Ekonomik ilişkiler geniş bir alana üretim mallarını suna­ cak düzeye erişecektir. Doğu ve Batı uygarlıkları, birbirlerine ka­ rışarak ticaret ve diplomasi yoluyla kuzejdn ve güneyin eski bar­ bar toplumlarına yayılacaktır.

214 ister istemez bu gelişme yeni göçlere yol açacaktır : Keltler, Galatlar v.b. Astronomi, matematik v.b. bilimlerde bu kaynaşmadan doğan olağanüstü ilerleme olacaktır. Bilimsel bulgular ekonomik teknik­ lerin gelişmesini sağlayacak, plânlı bir üretim gerçekleştirecektir. Kırsal alanlarda ortaya çıkan büyük bunalımlara karşın burjuvazi gittikçe gelişecektir. Bu burjuvazinin içindekiler toprak sahipleri (ki toprakları kiracılar, ücretle tutulmuş işçiler ya da kölelerce işletmektedirler), kiracı çiftçiler (ücretli işçilerin ve kölelerin emeğini kullanmaktadırlar. Atelye sahipleri (özgür ya da köle emeğini kullanmaktadırlar), dükkân, gemi, mağaza sahipleri, te­ feciler ve kölelerini kiraya vererek geçinenlerdir. Köle sayısı gittikçe artmıştır. Üretimde kullanılan bu 'emek örgütlenememekle birlikte birtakım direnişler gerçekleştirilmiştir. Ekonomik bakımdan başarısız bir gidiş, siyasal çalkantıda kendi­ ni bulacaktır. Sürekli parçalanmalar ve savaşlar korsanlık gibi ekonomide olumsuz unsur olarak köleliği giderek artıracak sonun­ da Roma acımasız biçimde bu gidişe son verecektir. (Romanın Akdenizdeki gelişmesini konu edinirken ayrıntıla­ rına yeniden döneceğiz). Son olarak Mısırın M. Ö. 30 larda Roma egemenliğine düşme­ siyle Ön Asyada Hellenistik krallıklar dönemi kapanmış olacaktır ki Romanın Akdenizdeki gelişmesini konu edinirken ayrıntılarına yeniden döneceğiz. Özellikle Bergama krallığı başta olmak üzere Hellenistik Dönem Anadolusutıu ele alacağız.

215

BEŞİNCİ BÖLÜM

ROMA TARİHİ

Eskiçağ tarihi içerisinde Roma’nın tarihsel bir öge olarak ken­ dini göstermesi M.Ö. III. yy. da başlar. Bu yüzyıldan önceki Roma ise Akdeniz kültür çevresi dışında, kendine özgü bir gelişim süre­ ci geçirmiştir. Bu dönemde Hellenistik krallıklar arası siyasal ça­ tışmalar sürüp giderken, bir yandan da Akdeniz kültür ortamı­ nın, yukarıda değindiğimiz nitelikte oluşumu tamamlanmaktay­ dı. Bu arada İtalyada gelişmesini tamamlamış olan Roma bundan sonra Eskiçağın önemli bir işlevini yerine getirecek bir güç olarak kendini göstermiştir. Kuşkusuz Roma bu ortama birdenbire gir­ miş değildir. Kitabımızın başında eski Batı uygarlıklarına bakarken, Ro­ ma tarihinin niteliğine genel olarak değinmiştik. Burada Roma tarihini, Eskiçağ tarihi bütünlüğü içinde ele alırken de yine onun birtakım yanlarına yeniden dönmek gerekir. Avrupa uygarlığının ikinci kaynağı olarak değerlendirilen Roma’nın tarihine değgin araştırmalar çok yapılmış, ana çizgile­ riyle uzun bir süre alan «Roma Dönemi» aydınlatılmıştır. Öyleki Türk araştırmacılarına bu alanda yeniden araştırma gereği kal­ mamıştır. Ancak siyasal tarihten söz açarken daha iyi anlaşılaca­ ğı gibi. Roma dönemi Anadolusunun aydınlatılacak konuları var­ dır ve bunları araştırarak bilim dünyasına sunma işi ise Türk bil­ ginlerine düşen bir görevdir. İnsanhğın bugün ulaştığı uygarlık, tarihsel bir birikimin so­ nucudur. Bu birikimi yok sayarak, başka bir deyişle tarihsel ge­ lişimi yadsıyarak çağımız, günümüz anlaşılamayacağı gibi, engin insanlık deneyiminden yararlanılmadığında yitirilen zaman ve in­ san gücü de azımsanamayacak bir ölçüye varır. Eskiçağ, insanlık deneyimlerinin en uzun sürecidir. Hele Ro­ ma dönemi, siyasal anlamda geniş örneklemeler içerir. Tarihin bo­ şa yaşanmış bir süreç olmadığını, yararlanan toplumlar için gös­ terecek önemli bir dönemdir Roma tarihi. Eskiçağda «tam insan»

217 anlayışını Hellen toplumunda bulurken «tam devleti» ise Roma’- da görmekteyiz. Romalılar kuramsal değil, uygulamalı olarak si­ yasal kurumlar ortaya koymuşlar ve bu kurumlann yasalarını yapmışlardır. Günümüze dek yöneticiler Roma’nın bu verilerin­ den yararlanma yoluna gitmişlerdir. Roma’daki yasal ve siyasal kurumlaşma onların gerçekleştirdikleri tarihsel süreç tanımakla anlaşılabilir. Max Beer’in Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler Tarihi adlı ese­ rinin Roma’ya ayrılan bölümünde; «Romalılar bilgi ve düşünce bakımından az gelişmiş sayılacak bir topluluktu, bunun için de ka­ mu düzenini bozabilecek düşünce ve davranışlar onlara ülkenin geleceği bakımından pek tehlikeli geliyordu. Bütün Roma tarihi boyunca Platon, Aristophanes ya da Sophocles gibi bir tek kim­ seye rastlanmaz. Yahudi peygamberleri gibi kimselerin bu toplu­ luk içinde bulunabileceklerini düşünmek imkânsızdır.», dedikten sonra, «Roma’nın devrimci bir tarihim yazmak çok güçtür.» yar­ gısına varmaktadır. Gerçekten Roma sürekli siyasal eylem içinde olan bir toplum görünümündedir. Yaptıkları eylemin kuramlarıy­ la uğraşmamakta, ele geçirdikleri yörelerin halklarına yukardan bakmaktadırlar. Yaptıklarının tarihini yazmakta da önceleri ye­ terli ölçüde çalışma yapmış sayılmazlar. Roma tarihinin özellikle eski dönemlerine değgin bilgiler hemen hemen yok gibidir. Arşiv belgeleri ise ancak, M. Ö. III. yy. dan sonra ortaya çıkmış, eskile­ ri tahrip olunmuştur. Antik dünyada Roma’nın ortaya çıkışının Hellenistik döneme rastladığına değinmiştik. O zamana dek Roma, İtalya’da, diğer Akdeniz uygarlıklarında gördüğümüz nitelikteki site (şehir dev­ leti) den kendine özgü bir cumhuriyet biçimine ancak ulaşmıştır. Roma Cumhuriyeti Akdeniz çevresinde egemenliğini sürdürebil­ mek için durmadan gelişerek vardığı «dünya barışı» kavramı içe­ risinde M. Ö. I. yy. da en sonunda «imparatorluk»a dönüşecektir. Yeni sosyo - ekonomik ortam ise, bu imparatorluğun IV. yy. da ni­ telik değiştirmesine yol açacaktır. Roma imparatorluğunun çökü­ şüyle birlikte de Eskiçağdaki toplum bütün siyasal, sosyal ve eko­ nomik kurumlariyle son bulacaktır. Bu tarihsel süre, bin yıllık bir süreyi içermektedir. Kısaca niteliğine değindiğimiz bu uzun dönemin tarihini ele alırken, belli bir yaklaşımla yola çıkma zorunluluğu vardır. İtalya yarımadasında ki bir siteden kalkarak Akdeniz çevresinde bütünlüğüne ulaşan siyasal oluşumun gelişimi çizgisini, neden ve koşullarıyla, ayrıntılarına inmeksizin, Eskiçağ kavramı bütünlüğü içinde belirtmek başlıca amaç olmalıdır. Bunu yaparken de Ro- ma’nm iç gelişimini ayrı, yayılmasını sağlayan savaşları ayrı ele

218 almak yerine, tüm olarak gözden geçirmek daha uygun olacaktır. Böylece Eskiçağ tarihini bütünleyen bir Roma tarihini kavraya­ bilmek olanağı vardır. Ayrı bir uygarlık ve sanat bölümü koymak da bu amaca hizmet edecek nitelikte görülmediği için, yeri geldik­ çe aynı bütünlük içerisinde uygarlık verilerine gerektiği ölçüde değinme yolunu tutmanın daha yararlı olacağı kuşkusuzdur. Roma Tarihi İtalya’daki bir kentin tarihi değildir. Belli bîr dö­ nemin uygarlık alanlarının toplu tarihidir. Hellenistik kültürün yayıldığı alanda siyasal birliğin kurulduğu dönemdir. Bu bakım­ dan Roma asıl alınmakla birlikte açıklamalarda Akdeniz uygarlığı­ nın ortak tarihsel gelişimini belirtmeye özen gösterilmelidir.

219 1. İTALYA ve ROMA

1.1. COĞRAFÎ ORTAM

Tarih ile jeopolitik yapının ilişkisine, şimdiye dek verdiğimiz örnekler hatırlanırsa, coğrafî ortamın belirtilmesinin gereği anla­ şılır. Diğer Eskiçağ toplumlarını ele alırken bir kentten, bir halk grubundan çok bîr ülke tarihinden söz edilmesine karşılık Roma’- da durum farklılık göstermektedir. Söz galimi Mısır, Anadolu ya da Mezopotamya bîr ırkın, sitenin adları değil ülkelerin adlandır. Birbirini izleyen budun (kavim) 1ar, soylar siyasal etkinliklerde bulunmuşlar, yıkılmışlar, yenileri onları izlemiştir. Roma ise dün­ yanın tanıdığı en uzun siyasal etkinlikte bulunan bîr sitenin, bel­ li bir ırkın sürekli tarihidir. Bu site İtalya yarımadasında ortaya çıkmakla birlikte geniş anlamda tüm Akdeniz uygarlık alanını içeren bir coğrafî ortama yayılmış, bu ortamda yaşamıştır. Dar anlamıyla Roma’lıların yurtları İtalya’dır ama Roma devletinin tarihi Britanya’dan Tuna ırmağına dek Avrupa’yı, Kuzey Afrika’­ yı da içine alarak Akdenizi ve Ön Asya’yı İran içlerine dek içer­ mektedir. Bu coğrafî ortama yayılan ikinci bir siyasal güçle tarih­ te karşılaşılmayacaktır. Bu duruma göre Roma’nm coğrafî orta­ mı denilince tüm br alan söz konusudur. Bu yörelerin siyasal bir­ liğini sağlamada ct’Âİn olan jeopolitik etmenlerin söz konusu edil­ mesi gerekir. Roma, İtalya’da Tiber ırmağının aşağı yörelerinde, yenitaş (neolotik) döneminden beri yerleşme alanı olmaya elverişli «Latium» aĞx verilen bölgede kurulmuş bîr sitedir. Latium böl­ gesi tarıma uygun toprakları ve Tiber ırmağının sağladığı olanak­ larla gelişmeye elverişlidir. Tümüyle İtalya, Avrupa’dan Afrika’ya doğru uzanan, aradaki adalarla bu iki kıta arasında köprü görü­ nümü kazanan bir yarımadadır. İtalya bu konumuyla Akdenizin doğu ve batı kesimlerinde kontrol etkinliği sağlayabilecek durum­ dadır. İtalya’da egemen olan güçler bu jeopolitik ortamdan ya­ rarlanmayı başarabilirlerse Akdenizin egemenliğini ele geçirebilir­ ler. Yukarı, Orta ve Aşağı İtalya olarak üç ana bölgeye ayrılan bu yarımada, dışardan gelerek yerleşen halkların adlarıyla anılan daha küçük bölgelere ayrılır. Tüm bu irili ufaklı yörelerde kanto-

220 nol nitelikte bir yerleşmeye olanak veren, Yarımadadada kuzey - güney doğrultusunda uzanan, Apenin dağlarıdır. Apeninler İtal­ ya’nın iskeleti görünümündedirler. Birbirlerinden kopuk yerleşme alanlarına ayrılan İtalya’da yerleşmede böyle dağınık bir biçim­ de oluşmuştur. Bu bakımdan kültürün yayılması ve halkların kay­ naşması zamanla olmuştur. Öyle ki günümüze dek hala farklı dil özellikleri gösteren yörelere rastlanabilmektedir. Kantonal yerleşmeyi hazırlayan coğrafî yapısıyla Hellas’a benzemesine karşın İtalya, Hellas gibi doğuya değil, batıya dönük bir görünümdedir. Apeninler doğu kıyılarında denize dik indikle­ rinden düzlükler azdır. Liman olanakları da zayıftır. Buna karşı­ lık batı kıyılarında ise düzlükler ve ovalarla karşılaşılabilmekte- dir. İtalya’nın batı kıyıları denizciliğe elverişlidir. Bu jeopolitik olanaktan yararlanabilen bir toplumun denizci olması kolaydır. Ancak batıya açıklık Eskiçağların doğudan yayılan uygarlıklarına kapalı kalınmsı sonucunu doğurmaktadır. Roma’nm uygarlık or­ tamına girişinde, İtalya’ya göç edip yerleşen Etrüskler bir yana bırakılırsa, Sicilya ve Güney İtalya’ya yerleşen Hellen kolonileri ile Kuzey Afrika’daki Kartaca etkin olmuşlardır. Bu etkilenme­ nin yolu batı kıyılarından geçmiştir. Demek ki Roma’nın doğuya açık olmaması uygarlık ortamına aracılar yardımıyla girmesi so­ nucunu doğurmuştur. Ön Asya’da yazılı bir uygarlık aşaması ger­ çekleştiği tarihlerde Roma henüz taş dönemlerini yaşamakta, Hellen uygarlığının olgun verileriyle karşılaştığımız tarihlerde ise sitenin oluşumu halâ sürmekteydi. Roma’nın jeopolitik yapısı uy­ garlık ortamına girişinde geç kalmasına yol açmıştır. İtalya’nın tüm bölge adlarını, ırmaklarını, ovalarını burada sıralamanın yaran yoktur. Bu yarımadanın iklimi ve toprakları ile yaşamağa elverişli, jeopolitik olanakları değerlendirilirse bü­ yük bir siyasal gelişmeyi gerçekleştirecek ortam da olduğunun bi­ linmesi yeterlidir. Roma devletinin yayıldığı alanın coğrafî özel­ liklerine ise yeri geldiğinde değinilmişti.

1.2. TARİH ÖNCESİ Eskitaş (Paleolotikum) döneminden kalma, kültür kalıntı­ larına İtalya’da her ne kadar rastlanmaktaysa da, asıl izler bu dö­ nemin sonlarına doğru ortaya çıkmaktadır. Bu kültüre ((Grimaldi Kültürü» adı verilmektedir. Yenitaş (neolotikum) dönemine dek kalıntılar azdır. İnsanların yarımadaya gerçekten yerleşme faali­ yetleri yenitaş aşamasında çoğalıyor. Yarımadanın kuzey, orta ve güney kesimlerinde ayrı niteliklerde görülen bu kültür aşama­ sına ulaşmış olan insanların en eski Akdenizli halklardan olduğu

221 ileri sürülmektedir. Neolotik kültür kalıntılarını ise araştırmacılar M. Ö. 3000 yıllarının ilk yarısı olarak tarihlemektedirler. İtalya’ya yerleşen halkları araştırmacılar, ölü gömme biçim­ lerine göre ayırt etmektedirler. Buna göre yenitaş dönemi kültürü­ nü yaratanlar ölülerini çömelmiş bir biçimde gömmektedirler. Bu halk, maden aşamasına geçtiği sırada kuzeyden yeni göçlerle kar­ şılaşmıştır. Ölülerini yakan bir budun M. Ö. 2000 başlarında İtalya’ya gir­ miştir. Uzun süre Po ovasında kaldıktan sonra İtalyanın diğer bölgelerine yayılan bu insanların yarattıkları kültüre araştırma­ cılar «Terramare Kültürü» adını vermektedirler. Latium yöresine de yayılan bu kültürün izlerine, Roma’da da rastlanılmıştır. M. Ö. 1100 lere doğru kuzeyden yeni bir göç dalgası daha İtal- yayı etkilemiştir. Aynı tarihlerde Hellas ve Ön Asya’yı da kapsa­ yan göçleri yapanlarla paralel olarak yürütülen bu göçelerle ge­ lenlerin, demiri tanıdıklarını ve arkeologların ayrımına göre de­ mir dönemini başlattıklarını bilmekteyiz. Yarımadanın dağlık ve batı kesimlerine yerleşen bu halkın meydana getirdikleri kültürü araştırmacılar, buluntu yerlerine göre, ((Villanova Kültürü» ola­ rak adlandırmaktadırlar. Villanova Kültürünü geliştirenler ölüle­ rini gömmektedirler. Araştırmacılar, M. Ö. 2000 yıllarının başlarında ve sonların­ da gelen bu iki gruba ((İtalik» 1er adını vermektedirler. Önce ge^ len İtalik grubu ((Latino - Falisk»,, sonra gelenler de «Umbro -Osk» diye adlandırılmaktadırlar. İşte İtalya’ya etkin olan halk bunlar­ dır. İtaliklerden önce yaşayan halk ise tümüyle yokedilmiş değil­ dir. Yeni gelenler tarafından boyun eğdirilemeyenlerin izlerine çok sonraları bile rastlanacaktır. Yarımada’nın halkını İtalikler oluşturmakla birlikte M. Ö. 1000 yıUarı içinde de zaman zaman gelenler olmuştur. Örneğin ikinci grup İtaliklerin geldikleri tarihlerde, Adriya denizinin doğu ke­ simlerinden de ((İllyr» 1er gelmişlerdir. Bunların fazla bir etkinli­ ğine rastlanmaz. Öte yandan kolonist olarak gelen Hellen ve Kar- tacalıları İtalya halkının oluşumundan ayırt etmek gerekir. Ama bunların yanında İtalüa’da, özellikle Roma’nm şehir yaşantısına geçmesinde, önemli etkisi olan başka bir budun vardır ki, onun üzerinde biraz daha durmak gerekir. Bunlar «Etrüsk» lerdir. Et- rüsklerin yazıları çözümlemediği için onlardan tarih öncesi bö­ lüm içerisinde sözetmek zorunluluğu vardır.

1.2.1. ETRÜSKLER Romalıların uygarlaşmasmda ençok katkıda bulunanlar, Ro­ malıların Etrusc ya da Tusca dedikleri, kendi kendilerini ise

222 «Rasenna» diye adlandıran bir halk olmuştur. Etrüsklerin İtalik gruplarından olmadığı kesindir. Bunların yerli halktan oldukları görüşüyle, dışardan geldikleri tartışılmışsa da bugün daha çok de­ ğer kazanan ikinci görüş olmuştur. İlk kez Hedodotos tarafından açıklanan Anadolu’dan İtalya’ya göçettiklerine değgin bilgileri bugün arkeolojik veriler artık doğrulamaktadır. Büyük bir olası­ lıkla Friglerin yol göstermeleriyle batı Anadolu halkından bir grup böylece M. Ö. X. yy. da, sonra da M. Ö. VIII. yy. da kara ve denizden İtalya’ya göç ederek Tiber ırmağının sağ kesimine, Et- ruria ya da Toscana adı verilen bölgeye yerleşmiş ve henüz köy kültürü aşamasında olan İtalya’da kentler kurmuştur. Etrüskler M. Ö. VII. yy. da önce kuzeye doğru ilerleyip Po ova­ sına girerler. Arkasından Tiber ırmağını geçerek Latium bölgesini ele geçirerek Campania bölgesine yayılırlar. Bu yörelerde kentler kurarlar. Meydana getirdikleri organisyon İtalya’da güçlü bir ka­ ra devleti görünümü kazanırken öte yandan kendi adlarını bir de­ nize verecek denli (l^mhen) denizcilikte de güçlenmiş olarak görmekteyiz. Öyleki Phokaialıları, Kartaca ile birleşip yenerek kendi uygarlık alanlarında onların koloni kurmalarına engel ol­ muşlardır. (M. Ö. 540 Alalia deniz savaşı). M. Ö. VI. yy. da İtal­ ya’da artık güçlü bir Etrüsk siyasal yaşantısından söz edebilmek-, teyiz. Roma kentinin yönetimini de ellerinde tutmaktadırlar. Bu­ na karşın ne kendi aralarında ne de İtalya’da siyasal birliği ger- çekleştiremediler ve Roma ile süregelen mücadeleleri sonucu tüm siyasal etkinliklerini yitirdiler. Etrüsklerin kendi aralarındaki bir­ likleri ancak dinsel ve kültüreldir. Bu bakımdan her Etrüsk kenti ayrı bir siyasal davranışta bulunmakta bîr sakınca görmemiştir. Öte yandan Roma sitesinde de birtakım gelişmeler kendini gös­ termiştir. M. Ö. VI. yy. m sonlarına doğru Romalılar Etrüsk krallarını Romadan kovmayı başardıktan başka güneydeki Etürsk egemen­ liğini de sarsmışlardı. Campania bölgesiyle ilişkisi kesilen Etrüsk­ ler Hellenlere yenilmekle deniz egemenliğini yitirdiler (M. Ö. 447). Roma ile en ünlü Etrüsk kenti olan Veii arasındaki uzun savaş da Roma’dan yana bitince (M. Ö. 396) artık Etrüsklerin etkinlikleri kalmadı. Öte yandan Gal’lerin saldırısı Etrüsk kentlerinin yakılıp yıkılmasıyla sonuçlandı. M. Ö. 321 de Roma’ya karşı başlatılan ayaklanma ise yenilgiyle sonuçlandı. Etrüsk’ler son bir çaba ile Müttefikler Savaşı adı ile anılan savaşı açtılar. Ama, Roma’nm kazandığı Sentinum zaferinden sonra (M. Ö. 295) Etrüsk kentleri İtalya’nın siyasal ortamından iyice silineceklerdir. İtalya’ya uygarlık verilerini ilk kez bu Anadolu halkı getirmiş­ ti. Romalılar ise onların kültür ve uygarlıklarını özümsemişler­ dir. Roma devlet geleneğine yerleşen siyasal kurumlar, zafer alay-

223 lan gibi askerî uygulamalar, savaş arabaları, kubbeli bina yapma, kentleşme gibi sanat ve teknik uygulamaları İtalya’ya Etrüskler taşımışlardır. Etrüsk mirası Roma’nın gelişmesinde önemli bir yer tutar. Öte yandan sosyal kurumlarmın, özellikle din ve tanrı an­ layışının Roma’daki izleri çok sonra bile yaşamış, unutulmamıştır.

1.2.2. ROMA’DA KRALLIK DÖNEMİ

Roma’nın kuruluşu ile ilk dönemleri bu çağdan yazılı belge­ ler kalmadığından ancak efsanelerle açıklanmaktadır. Milat yıl­ larına doğru Romalı tarihçiler söz konusu efsaneleri yazmışlardı. XIX. yy. a dek bütün bu efsanelere gerçek gözü ile bakılmaktay­ ken, arkeoloji biliminin meydana çıkardığı veriler sonunda bun­ ların hepsi de tümden reddedilmiştir. Ancak bugün, sözü edilen efsanelerin az da olsa birtakım gerçekleri içerdiği kabul edilmek­ tedir. Kuşkusuz bir efsanenin oluşmasında tarihsel gerçek bir olay vardır. Roma’da krallık dönemine efsanevî nitelikteki bilgi­ lerin ışığı altında bakılırken, daha sonra ortaya çıkacak olan top­ lum yapısını kökeninden geriye doğru izlemek olanağı vardır. Efsanelere göre Roma kenti M. Ö. 753 te kurulmuştur. Ken­ tin kurucusu Romulus’tur. Romulus’un efsanede adı geçen ilk Roma kralı olarak ortaya çıkışı ayrıntılarına dek işlendikten baş­ ka kendisi de tanrılaştırılmıştır. Efsanede Truva savaşlarından sonra kentin tahribedilmesi üzerine Truvalı bir prens İtalya’nın Latium bölgesine göç eder. Truvalı prens Aeneas ve yanındakiler Latium bölgesi kralının yanına geldiklerinde Aeneas bu kralın kı­ zı Lavinia ile evlenir. Aeneas’ın oğlu Ascanius ise Alba kentini kurtararak buranın yönetimini sürdürür. Ascanius’un soyundan Procas öldüğünde geriye iki oğul bırakır. Numitor ve Amilius adındaki bu iki kardeşten küçüğü olan Arrıilius kardeşi Numitor’u tahttan uzaklaştırarak kızı Rhea Silvia’yı rahibe olarak bir tapı­ nağa kapatır. Bu önleme karşın prensesin savaş tanrısı Mars’tan Romulus ve Remus adlı iki oğlu olur. Amilius kendî soyunun kral­ lığını sürdürebilmek için bu iki kardeşi bir sepete koydurarak ır­ mağa bırakır. Sepet kıyıya yaklaşır. Bunu gören bir dişi kurt kar­ deşleri emzirerek ölümden kurtarır. Bir çoban tarafından büyütü­ len kardeşler amcaları Amilius’u öldürerek Numitor’u yeniden tah­ ta çıkarırlar ve kendisinden kıyıya çıktıkları Tiber ırmağı kıyısın­ da bir kent kurma izni alırlar. İki kardeş efsanede anlatıldığına göre tam Etrüsk geleneklerine uygun olarak kenti kurmağa baş­ larlar. Ancak sınır saptaması sırasında Romulus kardeşini, yani Remus’u öldürür. Ve Roma kentini tek başına kurarak yedi kral­ dan ilki olur. Romanın ilk kurumlarını oluşturma ve komşuları di­ ğer İtalik grubundan olan Şahinlerle başarılı savaşlar yapma gö­

224 revini yerine getirdikten sonra, tanrısal kökenden gelişine uygun olarak bir fırtına anında kaybolur ki, Romalılar kendisini Quiri- nus adlı tanrı olarak anarlar. Bu efsanenin halk arasında nasıl bir sözlü gelişme sonunda oluştuğunu saptama olanağı yoktur. Daha sonraki Roma tarihle­ rinden günümüze değin aktarılmış durmuştur. Mezopotamya, İbrani ve Pers efsaneleriyle ortak birçok yanları vardır. Hemen her toplumun tarihinin bu olağanüstü dönemlerinin benzer nite­ likler içermesinin aslında kültür gelişimlerinin uzun süre aynı bi­ çimde olduğunu, farklılaşmanın daha sonra ortaya çıktığım gös­ termesi bakımından üzerinde durulmaya değer. Yine efsaneye göre Romulus’tan sonra komşu Şahinlerle ger­ çekleşen dostluğa uygun olarak ikinci kral onlardan olmuştur. Sa­ bin asıllı Numa Pompilius efsanede sosyal ve iktisadi düzenleyici olarak görülürken, Latin asıllı üçüncü kral Tullus Hostilius Etrüsk ve Alba - Longa’lılara karşı savaşan bir kişilikte sunulmak­ tadır. Dördüncü Kral da Sabin’lerden olmuş ve Romayı imar eden bir kral olarak tanıtılmıştır. Ancus Marcius adlı bu kralı ise sıra­ sıyla Tarquinius Prisus, Servius Tullius ve Tarquinius Superbus adlarında üç Etrüsk kralı izlemiştir. Efsanede Etrüsk kralların­ dan ilki Roma’nın Capitolium tepesinde Juppiter adına büyük bir tapınak ile surlar, kanalizasyon ve büyük meydanının yaptırıcısı, savaşlar sonunda Latiumda Roma gücünün kurucusu olarak an­ latılmaktadır. Servius Tullius da efsanelerde ögülen bir kişilik ta­ şımaktadır. Roma’nın yedi tepesini bir sur içerisine (Servius suru diye adlandırılır) aldıktan başka, sosyal bir reformcu olarak ef­ sanede yer almıştır. Buna karşılık son Etrüsk kralı gaddarca dav­ ranışlarda bulunduğundan, halk ayaklanmış ve kralı kentten ayrılmak zorunda bırakmıştır. M. Ö. 510 olarak tarihlenen bu olayla Roma’daki krallık devri de sona ermiştir. Önceleri bu efsaneler araştırmacılar tarafından tümden redde­ dildiği halde arkeolojik buluntular bunların bazılarının doğrulu­ ğunu ortaya koymuştur. Gerçi, efsaneleri birer gerçek olarak anla­ tan Roma tarihlerinde belirtildiği gibi kent bir kişi tarafından ve bir anda M.Ö. 753 de kurulmuş değildir. İtalik gruplarından Lâtin asıllıların Latium bölgesine daha önce yerleşmeye başladıkları, bunların bir köy kültürü gerçekleştirdikleri, bu köylerden en eski­ sinin, Romulus efsanesinde anlatılan Palatinius tepesinde, M.Ö. 2000 lerin sonlarında kurulmuş olduğu, Etrüsklerin güneye sark­ malarını önlemek için Alba Longa’lılarca Tiber nehri kıyısında bir karakol görevi yapacak yerde oluşturulduğu anlaşılmıştır. Romu­ lus, Remus adlı kişilerin belki gerçek kişiler olarak böyle bir ileri karakolu gerçekleştirmek için gönderilmeleri olasılığını da araştır­

225 macılar göz önünde tutarlar,. Roma’nın bir kent olarak ortaya çı­ kışını araştırmacılar, arkeolojik buluntuları ve efsaneleri dikkate alarak, üç aşamada gerçekleşmiş bir süreç olarak açıklamaktadır­ lar, Roma’nın gelişiminin birinci aşaması dağınık köylerin bulun­ duğu dönemdir. Roma kentinin belirdiği tepelerde önceleri Lâtin grubundan olan İtalikler birtakım köyler kurmuşlardır. Ölülerini yakan bu grubun yanında cenazelerini gömen diğer grubun ise ay­ rı bir köyleri vardı. Efsanede sözü edilen Sabin’ler işte bu köy hal- kındandır. M.Ö. X. yy. dan beri gerçekleşen bu yerleşme M.Ö. VIII. yy. sonlarından sonra yedi tepe halinde federatif bir biçime dönüş­ müştür. Bu birleşme gerçekte Roma’nın site haline gelişinin ikin­ ci aşamasıdır. Köylerin birlik kurmaları Etrüsklerin güneye sark­ malarını önleyememiştir. Bir şehir yaşantısı da henüz ortaya çık­ mış değildi. M.Ö. VII. yy. ortalarında ise Etrüskler, Lâtinlerin gös­ terdikleri direnci kırarak bölgeye girdiler. Efsanelerde geçen Et- rüsk kralları dönemi Roma’nın kent olarak oluşumunun üçüncü aşamasıdır. Roma’nın Eskiçağın diğer bölgelerinde izlediğimiz ni­ telikte bir site düze3dne yükselmesi bu aşamada gerçekleşmiştir. Etrüsk asıllı krallar Roma’nın gerçek birliğini kurduktan sonra Lâtium’a egemen olmayı da başardılar. Site olarak oluşumunu ta­ mamlayan Roma halkı sonunda Etrüsk krallarına başkaldırarak, tiran niteliğini kazanmış olan krallığı da ortadan kaldırmayı ba­ şardı. Yani, örneğini Hellen polislerinin oluşumunda gördüğümüz bir aşamayı gerçekleştirmiş oldu : Aristokratik yönetim. (M.Ö. 510) Buraya dek özetlemeye çalıştığımız siyasal gelişmeden anlaşıl­ dığı gibi Roma sitesinin krallıktan aristokratik bir yönetime dönü­ şümü Eskiçağın diğer toplumlariyle benzer bir gelişim sürecinden geçmiştir. Ancak bundan sonra gerçekleşen siyasal yapı, farklılık­ lar gösterir. Roma’nın kendine özgü oligraşik nitelikteki «cumhu­ riyet» yönetimini ve kurumlarını ele almadan önce bu farklı geliş­ meye yol açan sosyo - ekonomik yapının krallık dönemindeki te­ mellenin tanımak zorunluluğu vardır. Çünkü bundan sonraki ge­ lişimin, siyasal yayılmanın ve devlet kurumlarıyla yasaların temel olgulan krallık döneminde gizlidir. Tıpkı Hellen gelişimindeki iz­ lerin »Hellen Karanlık Dönemi» nde bulunması gerçeği gibi.

1.2.3. ROMA NIN SOSYAL VE SİYASAL YAPISI

Tarih öncesi dönemde İtalya’ya dışardan gelenlerin taşıdıkları sosyal değerler, ekonomik teknikler Roma kültürünün oluşmasın­ da etken olmuştur. Etrüskler geldiklerinde İtalya halkı artık ülke­

226 ye yerleşmiş, bir tarım ekonomisi uygulamaktaydı. Bir kabile örgüt­ lenmesi içinde kırsal alanla ilgili ekonomik uğraşta bulunmaktay­ dı. Etrüsklerle birlikte ekonomik uğraş alanında gerçek bir değiş­ me başlamıştır. Köy kültürü aişamasından kent kültürüne geçiş bu dönemde başladı. Sulama ve tarım alanında bilgileri olan Et- rüskler üretimde verimi artıracak önlemler aldılar. Bir yandan ma­ denlerin ve taş ocaklarının işletimi, çanak - çömlek yapımının ger- çekleştirilm.esi yürütülürken, bir yandan da Akdeniz çevresindeki deniz ticaretini başlattılar. Demek ki Etrüskler Roma’yı etkin bir ekonomik uğraş içine sokmuşlardır. Bu ekonomik ilişkiler ise artık bir şehir devletinin oluşmasıyla bütünleşmek zorunda kalmıştır. Böyle bir gelişmenin özgün yanı yoktur. Kaldıki eski Doğu ve Kel­ len uygarlıklarının etkilerinden çok daha önce bu aşamalar ger­ çekleştirilmiştir. Etrüsklerin damgalarını taşıyan kentleşmeyi bir yana bırakarak, asıl Latin kökenli bir kırsal ekonomik uğraşa da­ yanan sosyal yapıya baktığımız zaman, Roma’nın siyasal gelişim çizgisiin etkileyen dinamik unsurları gerçekte burada görürüz. Roma halkı iki büyük sınıfa ayrılmaktadır ; Patrici ve Pleb Patrici’ler büyük toprak sahibidirler. Tüm yurttaşlık hakları var­ dır. Kendi aralarında Roma devletinin kurumlannı oluşturacak olan bir d.üzenleme içinde yaşamaktadırlar. Pleb’ler ise ticaret, mülkiyet gibi haklarının bulunmasına karşın siysal etkinliklere katılamayan, seçme ve seçilme hakları olmayan bir gruptur. Şim­ di, devletin kökenini belirleyen düzen olarak üzerinde duracağımız sosyal ve siyasal yapı dışındadır Pleb sınıfı. Roma’da kan akrabalığına dayanan soylular kabilelerden olu­ şan bir birlik meydana getirmektedir. Bu kabilelere «Tribus» denil­ mektedir. Her Tribus’un bir başkanı ve bir de rahibi vardır. Roma patricilerinin en üst siyasal gruplaşması bu birlik içinde olmakta­ dır. En eski tribuslar üç tanedir. Bunların Etrüskçe adları; Ram- nes, Tities ve Luceres’tir. Tribusler «gens» lerden oluşmaktadır. Gens, ortak bir atadan gelme inanışıyla kan akrabalığına, or­ tak kült ve mezarlığa, eski dönemlerde ortak mülkiyet ve verasete dayanan sosyal bir gruplaşmadır. Genslerin tribus içine organik bir bağla girmesinde siyasal bir gruplaşma olan »Curia» birlikleri rol oynamaktadır. Aslında yerel ve siyasal birlikler olan curialar nüfus artışı nedeniyle bölünmüş olan genslerin tribus içinde tem­ silini gerçekleştiren ara görevi yapmaktadır. Buna göre Roma, 3 tribus, her tribusa bağlı 10 ardan 30 curia ve her curia’ya bağlı 10 ardan 300 gensten oluşan bir birliktir. Kuşkusuz sonra bu sayılar artacaktır. Ama asıl örgütlenmede bu yapı sürüp gidecektir. Ronm’ya devingenlik kazandıran, devlet anlayışının doğması ve yaşamasında etkin olan aileydi. Roma ailesi babaerkil bir nite­ 227 liktedir. Gerçi toprağa yerleşme ile birlikte diğer toplumlarda da bu tip aile ortaya çıkmıştı ama, bunların Roma’da siyasal boyutla­ rı süreklilik göstermektedir. Aile babanın başkanlığında, aynı kan­ dan gelen çocukları ve gelinleri içerdikten başka «cliens» (yanaş­ ma) ve «servusH (köle) adlarındaki yabancıları da kendi hizmetin­ de ve aile bütünlüğünde tanımaktadır. Eski köle ya da topraksız fa­ kir insanlar ailenin kendine özgü nitelikte bireyi olarak cliens adıy­ la yer almaktadırlar. Henüz fazla bir köle emeğine gereksinme göstermeyen Roma ekonomisinde az olan köleler (servus) ailenin içinde bulunmaktadır. Bunların patrici olarak bir hakları yoktur. Yani bu iki sınıf henüz sınıflarının bilincinde, ayrı bir etkinlik içinde olmayıp ailenin başkanı babanın koruyuculuğu altında ya­ şamalarını sürdürmektedirler. Bu bakımdan Roma’da bir emek - sermaye çatışması henüz söz konusu değildir. Belki de kırsal eko­ nomik uğraşın gereği olarak ilişkiler bir bara - oğul ilişkisi düzeyi­ ne yakındır. Roma sitesinin bu ekonomik ilişkiler dışına taşmasın­ dan, hele emperyalist bir yayılma göstererek çokça köle emeğini sömürmeğe başlamasından sonra kölelerin durumu değişecek ve ileride üzerinde duracağımız ayaklanmalar belirecektir. Gensleri oluşturan aileler tam bir baba otoritesi içinde yaşamaktaydılar. Ailenin üretim araçları onun elindeydi. Çocuklar üzerinde de oto­ ritesi tartışüamazdı. Bu otorite kuşkusuz saltçı bir emretme ve emirlere uyma geleneği yarattığından, tartışmasız olarak emirler uygulanıyordu. Bu durum devlet otoritesinin de bu nitelikte anla­ şılması sonucunu doğurmuştur. Roma devletinin yaşarlığında ai­ ledeki baba otoritesinin önemli bir yeri vardır. Roma’da ayrıca aile, gens, curia ve tribus birliğinin tamamla­ yıcısı olarak devlet kurumlan vardır. Başka bir deyişle bu sosyal yapıya dayalı bir siyasal örgütlenme söz konusudur. Başta bir kral var. Kralın kutsal kaynaklara dayalı bir gücü yoktur. Saptanabil­ diği zamanlardan beri krallık soydan geçmemektedir. İhtiyarlar meclisinin önerisi ile curia meclisince seçilen kral görevini yapar­ ken ihtiyarlar meclisine danışmaktadır. İhtiyarlar meclîsi (Roma’ daki adıyla senatus) genslerin ihtiyarlarından seçilmekte ve kra­ lın danışmanlığı görevini yerine getirmektedir. Senatus krallık döneminden sonra, cumhuriyet döneminin kuruluşu ile birlikte pek çok yetkiyi özünde toplamıştır. Bundan önce yetkileri daha geniş olan kurul ise «curia meclisi» dir. Her curia birliğinin bir oyla tem­ sil edildiği bu mecliste tek kişiler yerine gruplarca oy verilmekte­ dir. Roma’da uzun süre kişi yerine grubun etkinliği sürmüştür. Tribus birliklerine uygun olarak da ordu örgütlenmesi söz konu­ sudur. 228 Bu devlet kurumlarma ve adlarına bakarak bunları günümüz meclisleriyle ya da devlet otoritesini temsil eden krallarıyla karış­ tırmamak gerekir. Hatta daha sonraki Roma organlarıyla bile kar­ şılaştırdığımızda birtakım yanılgılara düşebiliriz. Aslında senatus, curia meclisi ve kral (rex) ilkel topluluklarda görülen İhtiyar ve savaşçı birliklerden başka birşey değildir. Öyleki yazılı bir yasa ile değil, gelenek ve göreneklerle işler yürütülmektdir. Yani bunlar modern anlamdaki bir devletin örgütleri değildir. Kırsal ekonomik ilişkilere, kabile yaşantısına uygun birliklerdir. Roma’nın gelişme­ sine paralel olarak gerçekleştirilen reformlarla bu kurumlar gittik­ çe olgunlaşacak ve giderek Roma devleti anlayışı çağımıza dek et- klnliğiin sürdürecek bir yapıya ulaşacaktır. Öyleki ilk değişmele­ rin, reformların Etrüsk kralları döneminde, Roma’nın kent kültü­ rüne doğru olgunlaşmasına paralel olarak yapıldığı gözlenmekte­ dir. Bazı araştırmacılar ise bu ilk reformları cumhuriyetin ilk yıl­ larında gerçekleşmiş olarak göstermektedirler. Üzerinde durduğumuz bu sosyal düzen ve devlet örgütlenmesi patricilere dayanmaktadır. Patriciler gibi köylü olmalarına karşı­ lık siyasal etkinliği bulunmayan plebler ayrı bir sınıftan çok top­ lumun bir tabakasını oluşturmaktaydılar. Gelirleri daha az olan pleblerin Roma’dan daha çok hak istemeleri henüz söz konusu de­ ğildir. Ancak Roma sitesinin M.Ö. VII. ve VI. yy. larda Etrüsk kral­ ları döneminde Latium’da egemen olmaya başlamalarıyla birlikte ele geçen toprakların patricilerce paylaşılması sonucu bu ikî taba­ ka arasında çatışmalar kendini göstermiştir. Ortak mülkiyet -za­ manlarından kalan topraklara eklenen bu yeni topraklarla birlik­ te «kamu toprağı» olması gereken yerler üzerinde plebler de hak isteyince çatışmalar başlamıştır. Öte yandan Etrüsk kralları döne­ minde girişilen savaşların yükünü patriciler yalnız başlarına çek­ mekteydiler. Ordunun yeniden düzenlenmesi gereğini duymaya başlayan patriciler pleblerden yararlanmak isteyerek birtakım re­ formlar yapmışlardır. Pleb - patrici çatışmasının toplum yapısını etkileyerek cumhuriyetin oluşumunu sağlaması ise daha sonraki bir gelişme olarak kendini gösterir. Cumhuriyetin ilk yıllarında tamamlanmış olarak karşımıza çıkan ilk reformlardan kimilerinin Etrüsklerin ikinci kralı olan Servius Tullius zamanında yapıldığı­ nın, Roma ile ilişkili efsanevî haberlerde belirtmesinde bir gerçek payının bulunduğu artık kabul edilmektedir. Roma’daki ilk reformlarda mülk sahiplerinin patrici ve plep tabakasından olmasına bakılmaksızın askeri hizmetlere ortaklaşa katılması öngörülmüştür. Buna göre gelirlerine bakılarak halk 5 kesime ayrılmıştır. Zenginden fakire doğru sıralanan bu tabakalar güçlerine oranla centuria (yüz kişi) adı verilen askeri birlikler 229 kurmakla yükümlü kılmmaktadırlar. Bu 5 tabaka dışmda geliri daha az olanlar ise 5 centurialık birliklerle savaşa katılacaklardır- ki, bunlardan hiç yeri - yurdu olmayanlar, yani proletariler de bir centurialık birlik meydana getireceklerdir. Bu hesapla toplam bir­ liklerin çoğunu yine zengin smıflar çıkarmaktadır. Öte yandan tri- bus birliği de değiştirilmiştir. Buna göre kent içinde tribus sayısı dörde çıkarılırken, kent dışında oturanlardan oluşan onyedi yeni tribus kurulmuştur. Hemen belirtelim ki artık kan bağlarıyla tanı­ nan tribuslerin niteliği değişmiş, oturulan bölgeye göre herkes, patrici ya da pleb olmasına bakılmaksızın bu birlikler içinde ken­ di yerlerini almışlardır. Krallık işte bu düzene göre halkı vergilen­ dirmektedir. Bu yeni düzenlemeye uygun olarak siyasal etkinlikler de değiş­ miştir. Askere giden ve vergi veren tüm sınıf ve tabakaların mey­ dana getirdiği centuria sayısına oranla, yeni bir meclis oluşturul­ muştu. Centuria adını taşıyan bu meclis, zamanla asıl halk mecli­ si niteliğini kazanacaktır. Gens ve Curia düzenini yıkan bu geliş­ me patricilerin siyasal üstünlüklerine son vermemiştir. Çünkü her centuria başına verilen oylarla işleyen bu yeni mecliste üst sınıflar yine de toplam oyların çoğunu ellerinde tutmaktaydılar. Bu ba­ kımdan cumhuriyet döneminde göreceğimiz siyasal çatışmalara açık kapı kalmıştır. Bu gelişmeye karşın varlığını yine de sürdüren curia meclisi ise bir süre sonra etkinliğini tümüyle yitirmiş ola­ caktır. M.Ö. 510 lara geldiğimizde artık güçlenen aristokratik sınıf, tiran gibi davranışlarda bulunan, senatusa danışma gereği duy­ madan saltçı yönetimini sürdüren son Etrüsk kralını Roma’dan çıkarmayı başararak kendi sınıflarının egemen olduğu oligarşik ni­ telikte bir cumhuriyet yönetimini kurmayı başarmıştır. Kültür ge­ lişimi H'ellen toplumlarına göre geri olmasına karşın, devlet otori­ tesini öne geçirerek, birey yerine devletî savunan bir görüşle Ro­ ma, İtalya’da bir güç olarak belirmiştir.

230 2. ROMA CUMHURİYETİNİN OLUŞUMU VE İTALYA EGEMENLİĞİ

Roma’da monarşinin yıkılmasını sağlayan güç, aristokrat (soylu) sınıftır. Bu sınıfın öncülüğüyle M.Ö. 510 da krallık orta­ dan kaldırılınca kurulan yeni aristokratik yönetime, bugün batı dillerine yerleşmiş olan «res publica» (cumhuriyet, kamu ile ilişki­ li işler) adı verildi. Demokratik bir niteliği olmayan bu yeni yöne­ timde kralın emretme yetkisi bir yıllık süre İçin seçilen iki «con- sul» e verildi. Yanlarında «questor)> adında iki de yardımcıları var­ dı. Olağanüstü dönemlerde, Roma’ya özgü yetkili bir makam ku­ ruldu. «Diktatörlük» adı verilen bu görev, altı ay ile sınırlıydı. Soy­ lu sınıf, patriciler tüm yönetme erkini meclisler kanalıyla ellerin­ de tutmaktaydılar. İşte yeni kurulan «respublica» birtakım reform­ ları içeren bir süreçten geçerek zamanla bir dereceye dek de- mokratlaşacaktır. Patriciler, bir yandan toprak üstünlükleri­ ni sürdürmek için İtalya içinde savaşları sürdürürken, bir yan­ dan da pleblerle çıkan çatışmaları, ödünler vererek çözmeğe çalış­ mışlardır. Bu gelişmeler sonunda Roma cumhuriyetinin oluşumu tamamlanacak, Roma, Akdenizde emperyalist bir güç olarak ortaya çıkacaktır. Bu gelişmenin izlenebilmesi için patrici - pleb mücade­ lesinin kavranması öncelikle gerekir.

2.1. PATRİCİ - PLEB MÜCADELESİ Roma tarihinin ilk iki yüzyılını dolduran patrici - pleb müca­ delesi, Roma’nın İtalyadaki savaşlarıyla içiçe gelişmiştir. Krallık dönemindeki ilk reformlarda değinildiği gibi pleblere verilen birta­ kım haklar aslında bu iki sınıfın çatışmasını önleyecek nitelikte değildi. Krallığın devrilmesiyle asıl kazançlı çıkanlar plebler değil, patriciler oldular. Ne de olsa krallar fakir tabakaların haklarını, toprak aristokratı olan patricilere karşı bir ölçüde korumaktaydı. Denge sağlayan bu güç ortadan kalkınca, plebler daha zor durum­ da kaldılar. İki sınıfın çatışmasında asıl neden ise ekonomiktir. Topraksız ya da az topraklı pleblerin «kamu toprakları» ndan pay istemeleri, bu toprakları işletmekte olan patricilerin ekonomik çıkarlarına ters düşmekteydi. Öte yandan vergi, askerlik gibi devlet hizmetle-

231 lerine katılmalarına karşılık yasal güvenceleri olmayan plebler ya­ sal ve sosyal haklar istemekteydiler. Buna bağlı olarak da yöneti­ me katılmada eşitlik kazanmak uğraşını vermekteydiler. Devlet görevlerinin kendilerine açılmasını sağlamaya çalışmaktaydılar. Çatışmanın temelindeki ekonomik anlaşmazlığı bir tarafa bıraka­ rak yalnız siyasal yönü ile ilgilenmek tarihsel gerçeği kavramada yanılgılar doğurur. Örnek olarak pleblerin rahip olma isteklerini ele alırsak, bunun dinsel bir istek olmadığını görürüz. Çünkü rahip­ lik aslında adalet dağıtımının, dolayısiyle sosyo - ekonomik yapının bir aracı durumundadır Roma’da. Yoksa yalnız başına din adamlığı görevi değildir. Aynı biçimde devlet yöneticiliği görevleriin elde et­ me isteği de kendi başına soyut bir siyasal istek olarak değerlendi­ rilemez. Bu mücadelede bir noktaya daha dikkat edilmelidir. Pleblerin zenginleşenleri ise patriciler arasında yerlerini alma, yükselme kavgası vermekteydiler. Yani kendi sınıflarını atlayıp bir üst sını­ fa geçme uğraşmdaydılar. Burjuva sınıfının yeni çağlarda soylu­ larla olan çatışmalarında gördüğümüz örneğe benzer olarak zengin plebler patricilerle eşit olmanın savaşını verirken diğerlerine de öncülük etmekteydiler. Öncülük de zaman zaman kendi sınıflarına karşı olsa bile pleblerden yana davranan patrici sınıfına bağlı ki­ şiler de görülür. Topraksız ya da az topraklılarla büyük toprak sa­ hibi soyluların çatışmasının sonunda Roma «özgür çiftçiler cumı- huriyeti» niteliğine kavuşturmuş denilebilir. Bu kavganın gelişmesini ve aşamalarını ele almadan önce, son bir olgunun kavranması yararlıdır ; Plebler, patricilerin tüm eko­ nomik üstünlüklerini ele geçirerek kendi sınıflarının üretim araç­ ları üzerinde etkinliklerini kurma uğraşında değillerdir. Patriciler­ le ekonomik, sosyal ve doğal olarak siyasal anlamda eşitlik iste­ mektedirler. Bu bakımdan daha sonra göreceğimiz köle ayaklan­ malarındaki gibi sınıf kavgası vermeyen plebler, Roma’nın siyasal olgunlaşmasını tamamlamışlar ve sonunda Roma’ya özgü yeni tip bir «soylular» sınıfının (nobilitas) oluşmasında etkin olmuşlardır.

2.1.1. PATRİCİ-PLEB MÜCADELESİNİN GELİŞMESİ Plebler, krallığın yıkılmasından sonra çıkarlarının patricilerce sömürülmesi karşısında örgütlenme gereği duyarak kendi tribus- larma dayanan özel bir meclis kurdular. «Konsilia Plebis Tributa» adındaki bu meclisin «tribunus» adı verilen başkanlariyle kendi sorunlarını kendileri çözümlemeğe başladılar. İsteklerini gerçek­ leştirebilmek için bu örgütün yardımıyla siyasal eyleme başladı­ lar. M.Ö. 494 te, ayrıntıları pek bilinmemekle birlikte, kitle halin­ de kentten çıkarak Roma yakınlarındaki «Kutsal Dağ» a çekildiler.

232 Araştırmacılar bu davranışı grev olarak adlandırırlar. Plebler bu tip eylemlere daha sonra da girişmişlerdir. Onların ekonomik ve siyasal katkılarından yoksun kalan patriciler ödünler vermek zo­ runda kaldılar. Plebler için genel af, borç yüzünden köleliğe düşen­ lere özgürlüklerinin geri verilmesi ve pleb başkanları olan tribu- nusların devlet kurumlan karşısında varlıklarının kabul edilme­ siyle patriciler plebler in yeniden kente dönmelerini sağladılar. Gerçi tribunuslar patricilerden oluşan devlet kurumlan durumun­ da anlaşılmamakla birlikte onlara verilen geniş yetkiler, (kendi koruyucu polislerinin resmen tanınması ve dokunulmazlık gibi), devlete karşı pleblerin haklarının savunmasını sağlayacak nitelik göstermekteydiler. Plebler ilk büyük eylemleriyle birtakım kazançlar sağlamakla birlikte asıl topraklar üzerindeki haklarına kayuşamamışlardı. Ça­ tışmaların temelini gören ve Roma’nm ilk büyük sosyal reformcu­ su olarak adlandırılan, daha sonraki reformlarda da görüşlerinin izleri bulunan Consul Spurius Cassius, M.Ö. 486 da kamu toprak­ larının paylaşılmasını ve pleblerin toprak gereksinmelerini çöze­ cek önlemleri içeren bir yasa önerisinde bulundu. Ancak patriciler kral olmaya çalışmakla suçladıkları Cassius’u idam ederek kendi sınıflarına dayanan «oligarşik» bir yönetime geçme olanağı buldu­ lar. Gelişme önlenemedi. Kısa bir süre sonra M.Ö. 471 de plebler kendi tribunuslarını doğrudan doğruya seçme yetkisi kazandılar. Plebler tribunuslarınm işe yarar nitelikte yetkiler almalarını sağladıktan sonra bu kez yasaların yazılı hale getirilmesi kavgası­ na başladılar. Pleblerin isteklerine bir süre direnen patriciler so­ nunda buna da boyun eğerek yasaların yazılması için consul yetki­ si taşıyan 10 kişiden oluşan bir komisyon seçtiler. M.Ö. 451 lerde kurulan ve «Decemivir’ler Komisyonu» adı verilen bu kurul, tüm devlet yetkilerini elde tutarak, başka yörelerin yasalarını da ince­ leyerek «On İki Levha Yasaları» diye adlandırılan yasaları yazıp halka duyurdular. Bunların genel niteliği, o güne dek varolan ge­ lenek ve göreneklerin yazılı bir metne dönüştürülmesinden başka birşey değildir. On İki Levha Yasa levhaları, ilân edildikleri Fo- rum’da tahrip edilmiş olduğundan elimizde tam metinleri bulun­ mamakla birlikte onların plebleri patricilere eşit kılacak maddeler içermemekte oldukları bilinmektedir. Bunlarda devletin otoritesini yasalarla daha güçlü bir düzeye kavuşturma amacı güdülmüştür. Roma’da yasaların gelişimi bakımından ilk aşama olarak önemi büyük olan bu yasalar daha sonraki gelişimi anlama bakımından üzerinde durulmaya değer niteliktedirler. Bu gelişme olurken yasal eşitliği getirmediği gibi tiranca dav­ ranışlara bürünerek yönetimden çekilmek istemeyen Decemvir’le-

233 rin tutumunu protesto için plebler ikinci kez kutsal dağa çekildi­ ler. (M.Ö. 449) Bu eylemle plebler Decemvir’ler kurulunun kaldı- rılmasmı sağladıktan başka, yeni ve önemli haklar elde etmeyi ba­ şardılar. Pleb meclisinin kararları yasa niteliğine ulaşarak cen- turia mecli&i kararlarıyla eşitlik kazandı. Pleb tribunuslukları da lO’a çıkarılarak devlet memurluğu g;ibi yasallaştırıldı. Pleb mecli­ sinin değer kazanmasıyla birlikte Patriciler bu meclisten yararlan­ ma yolunu tutarak kendileri de bu meclise katılmaya başladılar. Böylece M.Ö. 447 lerden sonra «Comitia tributa» adını alan meclis yasal değeri olan ikinci bir halk meclisi durumuna girmiş oldu. Centuria meclisinde zenginliğe göre oy vermek sürdürülürken tri­ buta meclisinde üyeler hiçbir ayırım yapılmaksızın siyasal etkin­ likte bulunmaktaydılar. Anımsatılması gereken önemli bir eksiklik ise burada da kişisel değil, tribus sayısınca oy kullanma hakkının saklı tutulması olmalıdır. Aynı yıllarda patricilerle plebler arasın­ daki evlenme yasağı da kaldırılmıştır. Bundan ise sadece zengin plebler yararlanmıştır. Böylece plebler seçme haklarını çoğunlukla elde etmiş oldular. Ancak, daha henüz yüksek memurluklara seçilememekteydiler. M.Ö. 444 lerdeki mücadele sonunda bu hakkı da elde ettiler : Gerçi consullük patricilerin elinde kaldı ama, consul yetkisi olan askeri tribunusluklar oluşturularak bu görevlere pleblerin seçilmesi hakkı kabul edildi. Bu yasal hakkı plebler uzun süre pratikte uygulama olanağı bulamamışlardır. Bununla birlikte patriciler ergeç con'sul- lük makamının pleblerce elde edileceği kanısına vararak consulün en önemli görevi olan vergilerin tayini ye mali işlerdeki yetkilerini yürütecek yeni bir devlet memurluğu oluşturdular. İki kişinin se­ çildiği «Censor» adı verilen bu görev yalnrzca patricilerin geçece­ ği bir makam olarak kuruldu. Roma’nm bir yandan İtalya’daki yayılması sürerken, bir yan­ dan da şimdi üzerinde durduğumuz gelişmeyle sosyal ve siyasal ya­ pısı tamamlanmaya doğru gidiyordu. M.Ö. IV. yy. m başlarında, Roma’lıların Galler dedikleri Keltlerin İtalya’ya saldırmalarıyla ■ birlikte Roma tarihinde kalıcı etkiler doğuran sonuçlar ortaya çık­ tı. Bu saldırının siyasal boyutlarına aşağıda değinilecektir. Burada söz konusu saldırının Patrici - pleb çatışması yönünden yaptığı et­ kiler üzerinde kısaca durarak bundan sonra çatışmanın gelişimini ve sonuçlarını belirtelim. Gallerin İtalya’ya saldırmaları ve Roma’nm elindeki yöreleri yakıp yıkmaları en çok pleblerin ekonomik varlığını sarsmıştı. Ekonomik kayıplarının boyutları da önemli bir düzeye ulaşmıştı. Öyle ki, patricilerden olan Marcus Manhus Capitolinus adlı bir kahraman bile onlara yiyecek, içecek verdikten başka pleb tribu- nuslarmı hak istemekte teşvik etmişti. Onun birtakım sosyal re­ 234 formlar önermesini ise patriciler kendisine hayatiyle ödetmişlerdir. (M.Ö. 384). Ancak çok geçmeden plebler istediklerini kökten çöze­ bilmek için eyleme geçmekte gecikmediler. Gal yıkımıyla ortaya çıkmış olan ekonomik zararlar sonucu borçlanmaları ve toprakla­ rını borç karşılığı yitirmeleri, hatta köle derecesine düşmeleri M.Ö. 367 de yapılan yasalarla giderildiği gibi pleblere consul olma hak­ kını da sağladı. Gerçi patriciler eski mücadele yöntemleri gereği consullüğün birtakım yetkilerini (adli yetkilerdir bunlar) «prea- tor» adıyla oluşturdukları makama bırakarak iki consullükten bi­ rine seçilme hakkını elde etmiş olan pleblerin etkinliklerini önle­ meğe çalışmışlarsa da plebler bu yetkiyi elde etmekle yine de önem­ li sayılan bir başarı sağlamış oldular. Aynı tarihlerde belki de bu mücadele içinde pleblerin kazandıkları en önemli başarı bunlardan da öte kamu topraklarının sınırlandırılmasıyla elde ettikleri ekono­ mik çıkarlar olmuştur. Böylece çatışmaların asıl nedenlerinden bi­ ri pleblerden yana sonuçlanmıştır. Reformlarla meydana gelen, oluşum bu noktada da durmamış­ tır. İtalyadaki savaşlarla bu içiçe gelişim, sürüp gitmiştir. Nitekim Samnit savaşları sonucu elde edilen ganimetlerin paylaşılmasın­ dan çıkan ayrılık, M.Ö. 341 de pleblerin üçüncü kez Roma’dan çık­ malarına yol açmıştır. Bunun sonunda plebler «comita tuributa» meclisi kararlarındaki senatusun denetimini, M.Ö. 326 da da borç­ tan köle olmayı kaldırtmayı başardılar. Bu son önlemi getiren ya­ sa «papirius yasası» olarak adlandırılmaktadır. Böylece patrici - pleb mücadelesinin siyasal yönleri önemli ölçüde sonuçlanarak fa­ kirlerin özgürlükleri koruma altına alınmış olmaktadır. M.Ö. 312 de censor olan Appius Cladius, bir yandan Roma’nın sosyal hizmetlerine dönük yatırımlarını tamamlayarak ilk kez dev­ leti sosyal yanıyla ortaya koyarken bir yandan da Roma’nm sosyo­ ekonomik gelişimine uygun olarak toprak zenginliğiyle birlikte taşınabilir zenginliği olanların da siyasal etkinliklere katılmasını sağlayacak reformlar önerdi. Böylece şimdiye dek devlet görevle­ rine gelmek için asıl olan taşınmaz zenginlikleri edinmiş olanların Roma’nın diğer zenginlikleriyle kaynaşmasını sağlayarak ülkeye yeni bir devingenlik kazandırmış oldu. Fakat bu reform yürümedi. Şimdiye dek yapılan reformların daha çok zenginleşen pleble­ rin işine yaradığı, fakir tabakaların yine de sorunlarının tam anla­ mıyla çözülmediği görüldüğünden plebler son bir kez daha Roma’­ dan çıkarak dördüncü grevlerini yaptılar. (M.Ö. 287). M.Ö. 239 da yapılan reformlarla, yasaları tamamlar nitelikte yeni haklar veri­ lerek vatandaşlar arasındaki bu kavga sona erdirildi. M.Ö. II. ve I. yy. da ise zengin ya da fakir Roma’lılar arasındaki kavganın bo­ yutları iyice değişmiş oldu.

235 2.1.2. PATRİCİ - PLEB MÜCADELESİNİN SONUÇLARI Roma cumhuriyetinin tamamlanması açısmdan bu iki sınıfın çatışmasına bakıldığı zaman, bir yandan devrimcî girişimler, bir yandan reformlarla ödünler verilerek emperyalist Roma’nın yara­ tıldığını görmekteyiz. Cumhuriyetin nitelikleri üzerinde dururken değinilecek olan yönleri bir yana bırakarak şimdilik bu kadarını belirlemek yararlı olur : Daha önce soydan gelen haklara dayalı yönetici bir zümre varken onların ekonomik hakları törpülenerek yeni bir zenginliğe dayalı sınıf ortaya çıkartılmıştır. (Nobilitas). Oligraşik Roma «Respublicas’ı» niteliğini yitirmeksizin gide­ rek demokratlaşmıştır. Böylece devlet içinde özel bir yeri olan Roma vatandaşlığı ta­ nımı da bütünleştirilmiş oldu. Devlet anlayışı yasal reformlarla olgunlaştı. Öyleki bu yasalar Latin kökenli kütlelerde örnekliğini günümüze dek korumuştur. Plebler, tüm çabalarına karşın nobilitasın yanında yönetim haklarını tam anlamıyla kazanamadılar. Ama zenginlik ile Roma’- nın çıkarları nasıl uyuşuyorsa, kendi çıkarlarının da Roma düzeni ile uyuşmakta olduğunu anladılar. Böylece Rom a’nm sömürgeci bir politika ile yayılmasında üzerlerine düşen görevleri yerine ge­ tirmeğe hazır oldular. Roma’da, M.Ö. III. yy. da giriştiği emperya­ list savaşlarda tüm vatandaşların birlikte davranmasını sağlaya­ cak bir biçim kazanmış oldu.

2.2. ROMA İTALYAYA EGEMEN OLUYOR Roma’nın İtalyaya egemen olması iki yüzyıldan fazla bir uğ­ raştan sonra gerçekleşmiştir. Burada tüm ayrıntılarıyla bu olayı gözden geçirmenin yararı yoktur. Roma’nm bir îtalya devleti ni­ teliğine yükseliş sürecini belirtmekle yetinilecektir. M.Ö. 510 da krallığı yıkmayı başaran Romalılar bu sonuçla Latium da gerçekleşmiş olan üstünlüklerini yitirmek gibi bir teh­ likeyle karşılaştıktan başka,. Etrüsklerin saldırılarıyla egemenlik­ lerini yitirecek bir duruma düşmüş bulunuyorlardı. Latinler, Şa­ hinler, Volsclar Roma’nın bu durumundan yararlanarak birbiri ar­ dına saldırılara girişmeye başladılar. Roma bu gelişme karşısında hemen her yıl savaşmak zorundaydı. Gerçi bu savaşlar, büyük çap­ ta değildi. Küçük ordularla yapılan saldırılar biçimindeydi. Erken davranan düşmanın topraklarına baskında bulunmakta, ele geçir­ dikleri zenginlikleri yağmalamaktaydı. Aile ve kabile düzenine

236 bağlı Patriciler, daha disiplinli olduklarından bu savaşlarda ço­ ğunlukla başarı göstermişlerdir. Uygulanan politikanın da bu ba­ şarıda katkısı vardır. Daha ilk başlarda Etrüsklere karşı denizde önemli bir güç olan Kartaca ile anlaşan Romalılar, savaştıkları Latinlerle bir süre içinde birleşip kaynaşmayı başardılar. Zamanla dağlı kabilelerin saldırılarına karşı başka yoldan anlaşmalar ya­ pan Romalılar en sonunda M.Ö. V. yy. m sonlarına doğru Latium’a siyasal egemenliklerini kabul ettirdiler. Ülkelerini güven altına al­ dılar. Etrüsk gücü giderek 'zayıfladı, etkinliğini yitirdi. Böylece bir şehir devletinin vatandaşları olarak çevresinde et­ kisini gösteren Romalıların M.Ö. IV. yy. başlarında uğradıkları Galler saldırısı (ki Roma’lılar bu olaya yıkım derler) tarihsel geliş­ melerinde bir dönüm noktası oldu. Orta Avrupa dolaylarında yaşayan Galler (Roma’lılar bu Kelt boylarına Gal adım vermişlerdir.) M.Ö. V. yy. içinde bir yandan İtalya’ya bir yaodan da Balkanlara doğru göç ettiler. Onların do­ ğuya doğru olan akınlarını bir süre Büyük İskender önledi. Daha sonra bunlar Helası yakıp yıktılar. Boğazlardan Anadolu’ya da girerek Galatla adıyla anılan yörede yerleşerek bir krallık kurma­ yı başardılar. İşte İtalya’nın Po ovasında bulundukları sıralarda Etrüskler onların ilerlemelerini önlemek için mücadele etmektey­ diler. Etrüskler, bu savaşçı kabilelerin İtalya’da ilerlemelerini uzun süre engelleyemediler. Etrüsk uygarlığının gerilemesinde Gal iler­ leyişinin önemli bir yeri vardır. Böylece Galler Etruria’ya sarkma­ yı başardılar. M.Ö. IV. yy. da Gallerle Romalılar çatıştı. M.Ö. 387 de Roma yenildi. Galler Latium’a girdiler. Roma sitesinin iç kalesi (Capito- lium) 'dışında kalan bütün yerler Gallerin eline geçti. Gerçekten kendilerinin de yıkım olarak adlandırdıkları bir durum ortaya çık­ mıştı. Romalılar bu yıkımdan ancak, paraya düşkün olan Gallere bolca altın vererek kurtuldular. Galler geri çekildilerse de akınla- rını uzun süre aralıklı olarak yinelediler. Roma bu felâketle birlik­ te bir yandan iç kavganın içine yuvarlanırken bir yandan da şim­ diye dek sağlamış olduğu siyasal üstünlüğünü yitirmiş oldu. Araştırmacılar Roma’nm genişlemesini dört aşamaya ayırarak birinci aşamanın başlangıcını Gallerin saldırısıyla tarihlerler. Aşa­ ğı yukarı birinci Kartaca savaşının bitimine dek süren (M.Ö. 240) bu ilk aşamada patrici - pleb mücadelesi sonuçlanmış, Etrüsk bas­ kısından kurtulunmuş, İtalya elde edilerek Latinleştirilmiş ve va- tandaşlaştırma süreci tamamlanmıştır. Yukarıda değinildiiğ gibi bir «özgür çiftçiler cumhuriyeti» kurulmuştur. Demek ki Romalıla­ rın yıkım olarak adlandırdıkları olay, bir bakıma ülkenin geleceği­

237 ni çizecek anlamda etkiler yapmıştır ki bu kalıeı sonuçlara bakar­ sak Gal akınlarını yıkım olarak nitelendirmek yanlış olmaktadır. Bu sıralarda Roma yönetiminde görev alanlar (özellikle Ca- millius) orduda, sosyal yapıda birtakım reformlar yaparak, Roma’- yı güçlendirdiler. Eski Servius surunu yeniden yaptılar. Ülkeyi gü­ ven içine aldıktan sonra dış düşmanlarla mücadeleyi sürdürdüler. M.Ö. IV. yy. m ortalarına doğru, Etrüskleri yendiler. Latin birliği yeniden kurularak onların eski anlaşmaya uymaları sağlandı. Kar- tacayla da ikinci bir anlaşma yapıldı. Denizlerde Kartacanm üs­ tünlüğünü kabul etmeye karşılık Roma, Latinler üzerinde kendi üstünlüğünü Kartacaya onaylatmış oldu. Öte yandan orta İtalya’­ da Samnit’lerle de bir anlaşma yapmayı başardı. Bu arada Gaile­ lin bir iki saldırısına da başarı ile karşı koydu. Böylece Gal saldı­ rısından sonra Roma egemenliği Latium’da çok daha iyi koşullar­ la yeniden kurulmuş oldu. Bu aşamada Roma geniş topraklar elde etmiş, uyguladığı yeni politikayla siteden gerçek bir devlet özelli­ ğine geçmeyi başarmıştır denilebilir.

2.2.1. ROMANIN GENİŞLEMESİNİ SAĞLAYAN ORTAM VE KOŞULLAR

İtalyanm ele geçirilmesi olayını ana çizgileriyle incelemeden önce kısaca Roma’nın genişleme koşullarına göz atmanın yararla­ rı vardır. Roma’yı inceleyen tarihçiler ya da tarihsel bilgilerden yola çıkarak genellemeler yapan düşünürler arasında, Roma’nm genişlemesinin belli bir plân içinde olduğunu ileri sürenler vardır. İlk bakışta olayların gelişimi böyle bir yorum yapmaya elverişlidir. Ancak, bunun tarihsel gerçekleri ne denli içerdiğine kuşku ile bak­ mak gerekir. Çünkü Romalıların ortamı, koşulları iyi kullanarak üçyüz yıl içinde dünya egemenliğine ulaşmalarını, zaman ve olay­ ların akışı bakırmndan önceden belli bir planın uygulanmasından çok, her yeni gelişmenin iyice değerlendirilmesi olgusunu kavra­ dıklarını savunmak, daha gerçekçi bir yorumlama olmaktadır. Roma, Latium egemenliğini ele geçirdikten sonra bir nitelik değişimine uğramıştır. Roma’nm şimdiye dek olan gelişmesinde Hellen polislerini zaman bakımından geriden izleyen bir görünüm varken, bundan sonra onun polislerin gelişim sürecinden ayrı bir yolda yükseldiğini söylemek daha doğru olur. Örneğin İsparta belli bir genişliğe ulaştıktan sonra vatandaşlık haklarını yalnızca kendi site insanlarına tanımış, ele geçirdiği yörelerin halklarına kamu­ sal haklar vermemişti. Böylece İsparta’nın gelişmesi bir noktada durmuş oluyordu. İsparta vatandaşları durumu korumak için kav­ gayı sürdürürlerken gittikçe eridiklerinden devletin gücünün azal-

238 masına da yol açmış bulunuyorlardı. Yani kırsal ekonomik uğraşa bağlı, belli bir toprak mülkiyetini elde tutan soylu ailelerin statu- koyu koruması uğraşı ile bu site tarihteki yerini almıştı. Roma’nın da bu aşamada izleyeceği yollardan biri, benzer ekonomik yapı içinde olduğundan, ona benzer bir durumun doğması olasılığı var­ dı. Ama bakıldığında Roma’nm yeni bir yolda ilerlediğini görmek­ teyiz. Ele geçirdiği yörelerin halklarına «vatandaşlık haklarını» ta­ nıyarak onları kendi tribuları içinde örgütleyen Roma, Eskiçağda gördüğümüz tüm devletlerin izlediği yoldan ayrılmıştır. Alışılage­ len şehir devletlerinin genişleyerek oluşturdukları imparatorluklar niteliğinden apayrı bir devlet özelliği kazanmıştır. Böylece devin* gen bir toplum ve örgütlenme ortaya koymuştur. Öte yandan jeopolitik ortam da Roma’yı İtalyada üstünlük kurma olanağı sağlayacak niteliktedir. İnsan kaynaklarını, uygu­ ladığı liberal politika ile sürekli olarak artırabilen Roma’nın dü­ zenli bir ordu meydana getirebilmesi de bu jeopolitik ortamdan yararlanma olanağı vermektedir. Bir bakıma ordunun örgütlenme biçimine göre siyasal birimler kurmuş olan bir devletin savaşlarda başarılı olması daha kolay olmaktadır. Halkın gelirine göre kuru­ lan ve aile düzenlemesindeki disiplin içinde gelişen ordu başından beri, çevrede üstünlüğü sağlamada en önemli dayanaktır. Bunda kuşku yoktur. 17-65 yaşları arasındaki tüm yurttaşların kendi maddi olanaklariyle ortaya koydukları ordu, zaman zaman savaş gücünü artıran düzenlemelerle devletin genişlemesini sağlayan olanakların başında gelmiştir. Roma, daha ilk zamanlardan beri elde ettiği topraklardan ki­ şisel artı-değerler toplayan bir site oluşturmuştur. Biriken bu zen­ ginliklerin bir kesimi endüstri ve ticarete harcandı. Savaşlar sıra­ sında da özellikle ticaret ve askeri gereksinmeleri karşılayacak en­ düstri dalları gelişti. Maden işçiliğinin ve silâh yapımımn gelişme­ si yanında Roma’ya büyük ün kazandıran yollar yapımına başlan- ' dı. Böylece neden ve sonuç olarak açılan yollar, girişilen savaşlar ticaret ve endüstriyi geliştirirken, endüstri ve ticaret de yeni yolla­ rın yapımını ve yeni savaşlarda başarı kazanılmasını sağladı. Gi­ derek, Roma’lılarm elinde daha çok zenginliklerin toplanmasına yol açtı. Bu arada ekonomik gelişmenin doğal sonucu olarak, M.Ö. IV. yy. ın ortalarında para ekonomisi de doğmuş oldu. Roma’lıla- rın ellerindeki zenginlikleri, diğer Eskiçağ toplumlarında gördüğü­ müz gibi anıtsal yapılardan çok pratik amaçlar için, egemenlikle­ rini geliştirme uğrunda harcadıklarını saptamaktayız. Diyebiliriz- , ki, Roma’nın genişlemesini sağlayacak olan ekonomik ortam ve koşullar bu dönemde elverişli bir düzeydedir.

239 Bu gelişmenin doğal sonuçlarından biri de elde edilen başarı­ ların kısa zamanda Roma’hların düşüncelerinde dünya egemenliği fikrini uyandırmış olmasıdır. Aslında aile yapısı ve dinsel anlayış Roma’lılara, «dünyayı yönetecek üstün bir toplum oldukları» gö­ rüşünü kazandırmıştır. Roma ele geçirdiği yöreleri işgal ederek sömürme yerine, an­ laşmalarla kendine bağlayarak şimdiye dek görülmeyen bir yön­ tem uygulamıştır. İşgal edip birtakım ayaklanmaları bastıracak yerde, o yörelerin insan ve gelir potansiyelinden kendi siyasal emelleri için yararlanma yolu, genişlemesinin sağlam koşulların­ dan biri olmuştur. Bu özellikleri dikkata alarak siyasal olaylara baktığımız za­ man İtalya’ya egemen olduktan sonra Roma’nın gerçekleştirdiği devleti daha iyi anlama olanağı bulunacaktır.

2.2.2. İTALYANIN ELE GEÇİRİLMESİ

Burada ayrıntılarına inme olanağı bulamadığımız birçok sa­ vaşlar sonunda Roma’nın İtalyaya egemen olduğunu görüyoruz. Orta İtalyanın ele geçirilmesi ilk atılımda gerçekleşmiştir. İtalik­ lerin Umbro - Osc grubundan olan Samnitlerle olan savaşlar bu sonucu doğurmuştur. Samnium diye adlandırılan dağlık yörede yaşayan Samnitler ile daha önce bunlardan koparak Campania bölgesinde yaşayanlar arasında çatışmalar olmaktaydı. İşte Campania’daki Capua kenti bir savaşta Roma’dan yardım isteyince, Samnitlerle aralarında bir dostluk anlaşması olmasına karşın, Romalılar bu yardımı gönder­ diler. Böylece başlayan Birinci Samnit Savaşı (M.Ö. 343 - 341) La- tium’da çıkan olaylar nedeniyle yapılan anlaşma üzrine durdurul­ du. Bundan yararlanan Romalılar Latinlerin ayaklanmalarını bas­ tırdılar. Vatandaşlık haklarını tanıyan anlaşmalar sonunda Roma devletinin temelleri de atılmış oldu. M.Ö. 335 de Latium’da gerçek­ leştirdiği düzeni Capua’ya' da uygulayan Roma’nm Campania böl­ gesinde de egemenliğini kurmaya başlaması ikinci Samnit Sava­ şının nedeni oldu. İkinci SaiD/nit Savaşı (M.Ö. 326 - 304) önceleri Roma ile Sam­ nitler arasında başlayan savaş, Roma’mn kazançlarını kendilerine karşı gören Umbr’lar, Etrüsk’ler, ve daha başka topluluklarm da katılmasıyla genişledi. Roma, koloniler kurma yolu ile Samnium’u sararken bir yandan da tüm düşmanlariyle ayrı ayrı savaştı. Ön­ ce Etruria’ya giren Roma’hlar Samnitleri de barışa zorlayacak ba­ şarılar elde ettiler. Böylece Roma, toprak kazancı, karşılıklı an­ laşmalar ve koloniler kurma yolu ile orta İtalya’ya yayılmış oldu.

240 Roma barışı yapmakla birlikte kendi durumunu sağlamlaştı­ racak önlemler almayı durmadan sürdürünce İtalya halkları yeni­ den, bu kez Gallerin de katılmasıyla Roma’ya karşı bir bağlaşma­ yı oluşturdular. Üçüncü Samnit Savaşı (M.Ö. 298 - 290) Roma’nın kesinlikle zafer kazanması ve bu ülkeyi kendisine bağlamasıyla sonuçlandı. Bu başarıdan sonra Etrüsk ve Galleri de yenen Roma, orta İtalya’yı tümden ele geçirmiş oldu. Orta İtalya’da böylece genişleyen bu devletin o günün bilinen dünyasında uluslararası bir değeri henüz yoktur. Roma’yı dünya politikasına sokan olay Güney İtalya ve Sicilya’ya doğru yayılma­ sını sağlayan gelişmelerdir. Bu tarihlerde Hellenlerin koloniler ku­ rarak yerleştikleri Magna Grekya adı ile anılan yörede, polis nlte- liğindeki devletler uygarlık alanında yükselmelerine karşı, anava­ tanları Hellasta olduğu gibi, birlik düzeyine yine de ulaşamamış­ lardı. Kuzeyde bulunan İtaliklerin sürekli saldırıları karşısında ücretli askerler ya da dışardan ülkelerine çağırdıkları Hellenistik güçler yardımıyla keridllerini savunmaya çalışmaktaydılar. Bu bi­ çim, ülke savunmasında birtakım zorluklar doğurduğundan Thu- rii’ler bu kez Roma’dan yardım istediler. Aslında bu kente saldıran Lucan’lar ile Roma arasında bir anlaşma olmasına karşın Roma yine de bu H'ellen polisi Thurii’ye yardım etmekten çekinmedi. Magna Grekya’nın güçlü şehir devleti Tarentum, daha önceki an­ laşmaya aykırı davranarak Thurii’ye yardıma gelmiş olan Roma donanmasının anlaşmaya konu olan denize girmesi üzerine saldı­ rıya kalkınca Roma - Tarentum çatışması başladı. (M.Ö. 282) Ta­ rentum, Roma karşısında yalnız kalınca da Epeiros kralı Pyrrhos’- tan yardım istedi. Pyrrhos, Büyük İskender’in Asya’da gerçekleş­ tirdiği imparatorluğun bir benzerini batıda kurmak düşüncesiyle bu yardım isteğini kabul ederek, güçlü bir ordu ile İtalya’ya çıktı (M.Ö. 281). Önceleri Roma ordularını yenmesine, hatta Sicilya’ya* geçip bu yörede üstünlük kurmuş olan Kartacalılara karşı başarı­ lar kazanmasına karşın amacına ulaşamadan, sonunda Roma’lılara yenilip ülkesine çekilmek zorunda kaldı. (M.Ö. 275). Epeiros kra­ lının bu çabası Güney İtalya’nın Roma’nın eline düşmesini önle­ yemedi. Bir bakıma siyasal karışıklığın ürünü olan Hellenistik krallıklara karşı da Roma düzeninin üstünlüğünü gösteren savaş­ lar sonucu Hellen kentleri birer birer Roma emegenliğine girmiş oldular. M.Ö. 272 de teslim olan Tarentum’a Roma ağır koşullar uygulamıştır. Güçlü şehir devletlerinden biri olan Rhegium’un da Roma egemenliğini kabul etmesiyle birlikte (M. Ö. 270), Güney İtalya’nın ele geçirilmesi tamamlanmış oldu. Bundan sonra Roma kısa bir süre içinde bütün İtalya’da siyasal düzeni kurmayı ba­ şardı.

241 2.3. CUMHURİYETİN YAPISI VE NİTELİĞİ Krallığın yıkılmasından sonra, Roma’lılar kendi devlet yöne­ timlerine (iRespublica)) adını vermişlerdi. Kamu ile ilgili iş anlamı­ na gelen bu sözcük dilimize ««cumhuriyet» olarak çevrilmiştir. Ama sözcüklere bakarak bugünkü anlamda bir cumhuriyetin o günlerde kurulduğunu ya da başladığını düşünmemek gerekir. Roma’da yeni yönetim sürekli bir oluşum göstermiştir. Daha krallık döneminde ortaya çıkan kurumlar, cumhuriyet içinde ge­ liştirilerek duruma uydurulmaya çalışılmıştır. Gerekli görüldüğü ya da zorunlu kalındığı durumlarda yeni kurumlar yapılmakla birlikte eskileri de korunmuştur. Öyle ki krallıktan cumhuriyete, cumhuriyetten imparatorluğa doğru olan rejim değişikliklerinde Roma’nın köklü aile ve kabile yapısı yaşatılmış ve bunları içeren kurumlar özenle sağlanmıştır. Bu bakımdan Roma siyasal yapısı­ nın en önemli özelliği eskiye bağlılık olmuştur. Ancak rejimin li­ beral yanı sürekli ağır basarak Roma’nm evrimle yeni durumlara uymasını sağlamıştır. Roma’nm bir şehir devleti düzeyine ulaştığı Etrüsk kralları döneminde, tüm gücü elinde tutan bir kral olmasına karşın, bü­ yük toprak sahibi soyluların sözleri de geçerliydi. Patriciler kralın yetkilerini seçtikleri «consul» adlı iki memura vermişlerdi. Con- sullerin yardımcısı «quaestor» 1ar hâzinenin ve arşivin koruyucu­ luğu görevlerini üstlenmişlerdi. Cumhuriyetin ilk devlet yöneticisi büyük memurlukları olarak ortaya çıkan bu görevler uygulamada saltçı bir yönetim özelliği göstermektedir. Öyleki consullerin dev­ let otoritesini kullanma biçimleri saltçı bir yönetimden hiç de farklı değildir. Görevde kaldıkları bir yıllık süre içinde sorumlu­ lukları olmayan consullar, uygulamada meclislerin denetimiyle iş yapar durumda değillerdir. Çünkü meclisleri toplantıya çağıran, öneriler getiren ve onların gruplar biçiminde kullandıkları toplu oylarla onaylarını alan consuller, devletin yürütme gücüne ek ola­ rak yasama gücünü de dolaylı yoldan etkilemekteydiler. Yargı yet­ kisi consullerin elinde bulunuyordu. (Yukarda bu yetkinin prae- torluk makamı kurularak sonradan ona devredilişi üzerinde dur- rulmuştu.) Böylece devlet yönetiminde söz sahibi olan üç temel yetkinin patrici sınıfının seçtiği memurlar elinde bulunduğu ve tartışmasız olarak uygulanmakta olduğu anlaşılmış olur. Devlet otoritesini kesinlikle kullanma hakkında olan diktatörler ise ola­ ğanüstü dönemlerde altı ay için senatusun kararıyla consullerden biri tarafından atanır ve bir süvari albayının yardımcılığıyla tüm yetkileri elinde toplardı. Patrici-pleb mücadelesi üzerinde duru­ lurken devlet memurluklarının yeni gereksinmelerle nasıl oluştu­ rulduğuna değinildiği için bu konu üzerinde burada yeniden du-

242 rulmaksızın sonuç olarak diyebiliriz ki, kralın yetkilerini paylaşan memurluklar ashnda içinden çıktıkları sınıfın çıkarlarına göre devlet otoritesini tam yetkinlikle yürütmekteydiler. Patricilerden oluşan bir danışma meclisi niteliğindeki «sena- tus» ise, cumhuriyetle birlikte geniş bir iktidar gücü kazanmıştı. Diğer meclislerin kararlarını veto etme, daha sonra onaylama yet­ kisiyle yasamaya yön veren senatus giderek cumhuriyetin temel kurumu olma durumuna ulaşmıştır. Aslında bu meclis yasal yet­ kisi olmaktan çok memurlarla ilişkisi bakımından iktidar gücü­ nün uygulayıcısı durumuna gelmiştir. Eski memurların senatör olmaya başlamaları, iktidarda bulunanların yer alacakları kuru­ ma değer vermeleri sonucunu doğurmuştur. Senatus, zamanla tüm devlet yönetimini ele almıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında patricilerin kapalı bir soylu sınıf olarak kendi çıkarlarına uygun bir biçim kazandırdıkları devletin dayandığı sınıflarda, pleblerin uzun süren mücadeleleri sonunda yenid.en değişiklikler olmuştur. Yeni bir aristokrat sınıf ortaya çıkmış, soylular, kibarlar anlamına gelen ((nobiles» sözcüğünün anlamlandırdığı yeni aristokrasi, «nobilitas», soydan gelen ve top­ rağa dayanan soyluların (patrici) yerini almıştır. Nobilitas, soylu­ lardan ya da devlet memurluklarında bulunmuş kişilerden oluş­ maktaydı. Bunların arasında zenginleşen plebler de yer almakta­ dır. Nobilitas patriciler gibi kapalı bir sınıf değildir. Savaş ya da barış dönemlerinde devlet hizmetinde bulunarak hem zenginleşen hem de başarılı görülen yeni kişi ve aileler sürekli olarak bu yeni soylular arasına katılmaktadır. Devingen bir sınıf olmasına kar­ şın arasına katılanları kendi tutucu değerleriyle eriten nobilitas Roma cumhuriyetine damgasını vurmuş, savaşlarla ülkenin geniş­ lemesinde rol oynamıştır. Zamanla nobilitas kapalı bir sınıf yapı­ sı kazanınca soysuzlaşıp yönetimin bunalıma düşmesinde de etki­ li olmuştur. Bu özelliğiyle de Roma cumhuriyeti önce patricilerin, sonra da nobilitasın üstünlüğüne dayanan «oligarşi» niteliği gös­ termektedir. M.Ö. III. yy. başlarında Roma oligarşisi İtalya’da uyguladığı yönetim üstünlüğüyle, Akdeniz kültür çevresinde, emperyalist bir güç olarak belirmiştir. Siyasal ortamın elverişliliğinden yararla­ narak egemenliğini bir dünya devleti düzeyine çıkarmasına kar­ şın, rejimin iç çelişkileri nedeniyle yine de bunalıma düşmekten kurtulamayacaktır. Egemenliğin kuruluşunu gözden geçirmeden sözü edilen bunalımı anlama olasılığı yoktur.

243 3. ROMA NIN GENİŞLEMESİ VE CUMHURİYETİN BUNALIMI

M.Ö. III. yy. başlarında Roma, kendine özgü yönetim biçimiy­ le artık İtalya’ya egemen olmuş bulunmaktadır. Bir kara devleti olarak örgütlenmiş olan Roma’nın güvenliği sadece denizden teh­ likeye düşebilirdi. Gelişmenin bu aşamada durma olanağı da yok­ tu, Çünkü sosyo - ekonomik yapı gereği başından beri savaşa göre örgütlenmiş olan devlet, kısa sürede bunalıma sürüklenebilirdi. Başlattığı savaş politikasını, güvenliğini sağlama açısından da sürdürmek zorundaydı. Zorunlu savaş politikası Roma’yı önce Ak- denizin batı kesiminde, sonra da Hellenistik devletler üzerinde üs­ tünlük kurmaya ve bir Dünya İmparatorluğuna götürmüştür. Bu gelişme sonucu özgür çiftçilere dayanan devlet yapısı, zengin adamlarla simgelenen bir cumhuriyete, başka bir deyişle soydan gelen sınıflara dayalı oligraşiden zenginler oligraşisine doğru de­ ğişmiştir. Roma devlet yapısı bu aşamada duramayacak, komu­ tanların yönettiği bir savaş makinesi görünümü kazandıktan son­ ra tek kişi yönetimine girecektir. Roma’nın genişlemesini sağlayan savaş politikası ile iç geliş­ mesini ayrı olgular olarak değerlendirmek yanlış olur. Roma Ak- deni'zde emperyalist bir güç olarak belirirken, bununla paralel olarak da sürekli değişim içinde kalmıştır. M.Ö. III. yy. da başlat­ tığı İtalya dışı genişlemede önce Batı Akdenize, sonra Doğu Akde­ niz Hellenistik krallıklarına egemen olan Roma, M.Ö. I. yy. içinde geçirdiği bunalımla birlikte Avrupa’nın kara kesimlerinde geniş­ lemesini sürdürmüş, doğal sınırlara ulaşmıştı. İmparatorluk dö­ neminde ise bu doğal sınırları zorlamadan hiçbir başarılı sonuç alamamıştır. Eskiçağ anlayışının son bulduğu sıralardaysa artık ulaştığı sınırları korumaya çalışan Roma kendi içinde parçalan­ maktan kurtulamamıştır.

3.1. KARTACA SAVAŞLARI VE BATI AKDENİZİN ELE GEÇİRİLMESİ

Kartaca (Cartnogo : Yenikent), Fenikelilerin M.Ö. IX. yy. da kurdukları bir koloni idi. Jeopolitik bakımdan Akdeniz ticaretinde önemli bir yerde kurulan Kartaca, Fenikelilerin deniz ticaretinde

244 üstünlüklerini yitirdikleri dönemlerde, gittikçe güçlenerek Kuzey Afrikadaki Fenike kolonilerinin önderi durumuna yükseldiği gibi Sardinya ve Sicilya adalarmda da etkinlik kazanarak bölgenin bü­ yük bir ticaret devleti olmuştu. Gerçi karada yayıldığı alan fazla değilse de denizlerdeki üstünlüğü ticaret yaşamını sürdürmesine yeterliydi. Ticarete dayalı sitelerin siyasal yapılarına uygun ola­ rak Kartaca aristokratik bir yöntemle yönetilmekte, ücretli asker­ lerle korunmasını sağlamaktaydı. Roma, İtalya egemenliğini gerçekleştirirken Akdenizin bu güç­ lü devletiyle çatışmadığı gibi onunla anlaşmalar da yapmıştı. Ama, Messina boğazına dek indikten sonra Roma’nın çıkarları da denize yöneldiğinden durum değişmiştir. Roma bu sıralarda henüz deniz egemenliğine hazır değilse de gereksinmelerini, karşılayabil­ mek için ticari genişlemelerde bulunma gereğini duymaya başla­ mıştı. Aynı zamanda İtalya’da güvenliğini sağlamak açısından da deniz politikasına ağırlık vermesi kaçınılmaz bir hal almıştı. Jeo­ politik yapı gereği batıya açık olan İtalya’nın deniz güvenliğini öncelikle bu yöreden düşünmesi, Roma’yı Kartaca ile karşı karşı­ ya getirmiştir. Kartaca savaşları olarak adlandırılan tarihsel olay­ ların temel nedeni bu sorunlarda saklıdır. Roma’lıların Pön dedikleri Kartacalılar ile savaş Sicilya ko­ nusundan çıkmıştır. Oysa Roma, İtalya’da savaşırken Kartaca’nın Sicilya üzerindeki çıkarlarını anlaşmalarla tanımış bulunuyordu. İtalya sorununu çözen Roma bu yeni yönelimde de eski anlaşma­ lara bağlı kalmadı. Aslında Roma tarihinin hiçbir döneminde eski anlaşmalara saygılı olmak bu devletin politikasında görülmeyen bir davranıştır.

3.1.1. BİRİNCİ KARTACA SAVAŞI (M.Ö. 264 - 241) Kartaca ile savaşın başlamasına Sicilya’daki Syrakusai adlı Hellen polisinin elindeki Messana’da bulunan ücretli İtalyan as­ kerlerinin isyan ederek Mamertin’ler devletini kurmalarıyla baş­ layan gelişme neden olmuştur. Mamertin’ler Syrakusai’ye karşı Kartaca’dan yardım istediler. Sürakusai Kralı II. Hieron bunun üzerine mücadeleyi bırakmak zorunda kaldı. Mamertin’ler ise bu kez Roma birliğine girme kararıyla Roma’ya başvurdular. Bu baş­ vuruyu değerlendirirken Roma vereceği kararın önemine uygun davranmıştır. Toprak soylularının egemen olduğu senatus Ma- mertin’lere yardımı geri çevirme kararındayken, orta sınıfm ağır bastığı halk meclisi yardımdan yana oldu. Roma’daki bu çatışma­ dan anlaşıldığı gibi, toprak soyluları genişlemenin bu noktada durmasını isterken ticaretle uğraşan sınıflar artık İtalya dışında siyasal girişimleri dilemekteydiler. Böylece Roma’nın ekonomik

245 istekleri savaş politikasını sürdürmeyi gerekli kılmaya başlamış oldu.. Roma, İtalya dışı emperyalist politikasımn ilk adımım böy- lece attı. Bundan sonra da olaylar birbirini izlerken bu politika­ nın doğal sonuçları alınmaya başlandı. Savaşın ayrıntılarına inmeye bu kitabın sınırları elverişli de­ ğildir. Messana’ya asker gönderen Romalılar, Kartaca ile daha önce yapılan anlaşmayı da bozmuş oldular. Syrakusai ile Karta- ca’nın anlaşmalarına karşın Roma Sicilya’yı ele geçirmeye başla­ dı. Syrakusai kısa sürede yenilerek Roma ile anlaşma yapmak zo­ runda kaldı. Bu arada bir donanma meydana getiren Romalılar, Mylai’de Kartaca’ya karşı ilk deniz savaşını da kazandılar. (M.Ö. 260). Bu süre içinde savaşı Afrika’ya taşıyan Roma, burada başa­ rı kazanamayınca ve donanmasını yitirince zafer Kartaca’dan yana dönmüş görünmekteydi. Ancak yeniden donanmasını ku­ ran Roma, kesin sonucun denizde alınacağını bilerek savaştı ve Hamilkar Barlas’ın Sicilya’daki başarılarına karşın M.Ö. 241 de Kartaca donanmasını ağır bir yenilgiye uğrattı. Artık Sicilya Kar­ taca için yitirilmiştir. M. Ö. 241 de Kartaca ile barış imzalayan Roma Sicilya’yı elde etmiştir. Ayrı bir barış imzaladığı Syrakusai ve birkaç Hellen kentini dışarda bırakarak Sicilya topraklarını ülkesine katan Roma bu­ rada İtalya halklarıyla yaptığı anlaşmaya dayalı düzenlenen ayrı bir yönetim biçimi ortaya koydu. ((Provincia» (eyalet) yönetimini olarak adlandırılan bu düzenleme ile Roma bundan sonraki sa­ vaşlarla elde edeceği yörelerde uygulayacağı siyasal yapının te­ melini atmış olmaktadır. Provincia sistemi zamanla gelişme gös­ termiş, değişikliğe uğramıştır ama, ilk uygulama olması bakınun- dan Sicilya buna örneklik etmiştir. Provincia, yüksek askeri görevli bir devlet memuruna verilen adken giderek ele geçirilen toprakların adı olmuştur. Savaşla al­ dıkları toprakların bir kesimini (genellikle üçte birini) «kamu toprağı» olarak ayıran Roma’lılar, bunun dışında kalan yöre ve kentleri ağır biçimde vergilendirmişler, bu vergileri toplamak için de örgütlenme gereği duymuşlardır. Elde ettikleri ülkelerin eski yasalarını fazlaca değiştirmeden sürdürmüşlerdir. Böylece insan­ ların yaşayışlarını değiştirmeden üretimlerinden en büyük payı almakla yetinmişlerdir. Provincia alanının yönetimiyle görevlen­ dirilen Roma’lı yüksek derecedeki devlet memuru, ülkede kesin egemenlik hakkına sahiptir. Yönetim gücünün tümünü elinde toplayan bu yüksek görevlinin yanında başka memurlar da bulun­ maktadır. Yargı ve vergi işlerinde görevlendirilen bu memurların taşıdıkları sanlar ve yetkiler anavatandaki dengi görevlerle eşit­ tir. Eskiçağda şimdiye dek görülen örgütlerden çok farklı olan

246 provincia sistemiyle Roma, tam bir sömürge yönetimi sistemi kur­ muş olmaktadır. Bunun gelişmiş bir örneğini Avrupa sömürgecili­ ğinde, çağlar sonra ancak, göreceğiz. Roma’nın bu örgüt sistemi sürekli değişim göstermiştir. Zamanla diğer kurumlann bozulma- larma paralel olarak provincia sisteminin de çökmesi imparator­ luğun dağılmasmda etkin bir neden olmuştur. Birinci Kartaca Savaşmm belki de en önemli sonucu, Roma’- nm emperyalist bir uygulamayı ortaya koymasına olanak sağ­ laması olmuştur denilebilir. Sicilya’dan sonra M. Ö. 238 de yine Kartaca’ya bağlı bir ada olan Sardinya’da çıkan bir ayaklanma­ dan yararlanarak burayı ele geçiren Roma, anlaşmalara aykırı bir zorbalıkla Kartaca’nın vereceği savaş ödentisini artırdıktan baş­ ka, Korsika adasını da almış, M. Ö. 227 de burayı da bir provincia biçimine koymuştu. Yani yeni bir sömürge olarak topraklarına katmıştı. Bu savaştan sonra Roma’nın barış döneminden yararlanarak gerçekleştirdiği önemli kazancı ise Kuzey İtalya’daki Galleri ye­ nerek onların ülkelerini de ele geçirmek oldu. Roma’lılar Gal top­ raklarının bir kesimini «kamu toprağı» olarak vatandaşlarına pay­ laştırma yolunu tuttular. Galler buna karşı savaşmak zorunda kaldılarsa da Roma ordularına yenildiler. Kuzey İtalya’da ele ge­ çirilen bu topraklarda da daha sonra provincia düzeni kuruldu. Roma’nın İtalya bütünlüğü İçinde uyguladığı bu yönetim biçimi diğer bölgelerden ayrı bir nitelik göstermektedir. Bu bakımdan araştırmacılar böyle bir uygulamayı «özgür çiftçiler cumhuriyeti» nin değişimi olarak ele alırlar. Birinci Kartaca Savaşı sonunda gerçi Kartaca’nın ekonomik üstünlüğüne son verilmişti ama Kartaca’lılar yeni gelir kaynak­ ları bulmakta gecikmediler. İspanya’da başladıkları fetihler ve sömürgecilik girişimleriyle yeniden güçlendiler ve Roma ile bîr sa­ vaş ortamına geçtiler. Bu bakımdan denilebilir ki Birinci Kartaca Savaşı sonunda yapılan anlaşmalar yeni savaşların tohumlarım da taşımaktadır. İkinci Kartaca Savaşı olarak adlandırılan ola­ yın nedenleri birinci savaşın sonuçlarında saklıdır.

3.1.2. İKİNCİ KARTACA SAVAŞI (M. Ö. 218 - 201)

M. Ö. 237 de Kartacalılar, Roma’nm eline geçen Batı Akdeniz- deki ticaret üstünlüğü nedeniyle düştükleri zor durumdan kur­ tulmak için gümüş madenleri bakımından zengin olan İber yarım­ adasında girişimlerde bulunmaya başlamışlardı. Ama, Roma’mn yeni bir saldırısına olanak vermemek için anlaşmalara aykırı davranışlarda bulunmaktan sakınmaktaydılar. İspanya’da, Afri-

247 ka kökenli İber’ler ile Kelt’lerin karışımından oluşan Keltiber’le- rin, savaşçı kavimler olmasına karşın Kartaca, Hamilkar ve daha sonraki önderlerinden Hannibal’in başarılar sonunda İberus ır­ mağının güneyinde egemenliğini sağlamış ve bu durumu Roma’ya da onaylatmıştı. Böylece Kartaca yeniden ekonomik güç kazan­ makta, eski düzeyine ulaşmaktaydı. Kuzey İtalya ve doğudaki so­ runlarını gideren Roma ise, yeniden Kartaca sorununa dönme olanağı aramaktaydı. îşte bu sırada Kartaca’nın üstünlük bölge­ sinde kalıp da ele geçirilememiş olan Saguntum kentinin Roma buyruğuna girmesi üzerine Hannibal’ın bu kenti ele geçirme gi-- rişimlerine Romalılar engel olmak istediler. Roma’ya karşı sü­ rekli biçimde çekingen davranıldığından Romalılar Saguntum’un Kartacalılar sınıfından kuşatılamıyacağını sanmaktaydılar. Ama Hannibal buna bakmadan kenti ele geçirdi. Beklediği fırsatı ya­ kalamış olan Roma, Kartacaya savaş açtı. (M. Ö. 218). Eskiden beri üzerinde çok durulmuş olan İkinci Kartaca savaşı, bir ba­ kıma Hannibal ile Roma’nın ya da tüccar bir toplumla toprak soy­ lularının savaşıdır. Hannibal, barbar Roma’ya karşı Hellen uy­ garlığının temsilcisi olarak savaştığının propagandasını yap­ maktaydı.

İkinci Kartaca savaşında üzerinde durulması gereken en önemli yön ise, kuşkusuz yeni bir savaş stratejisi geliştirmiş olan Hannibal’ın kişiliği ve zaferi kazanabilmek için yaptığı cesaretli atılımlarıdır. Hannibal, İtalya’ya girip Roma’ya bağlı olan İtalya halklarını ayaklandırarak düşmanını tümden çökertmek istemek­ teydi. Bunun için de Ispanya’dan yola çıkar, Alp dağlarını geçer, Po ovasındaki Galleri kazanır. Bu yürüyüşte büyük kayıplara uğ­ rayan ordusunun çok üzerinde bir güç olan Roma ordusunu Tici- nus ve Trebia savaşlarında yenmeyi başarır Hannibal (M. Ö. 218). Romalılar aslında savaşı İspanya’ya aktarmak istediklerinden, Hannibal’ın İtalya’ya girmesi karşısında önceleri şaşırdılar. Ka­ zandığı savaşlarla Po ovasına yerleşen ve burada bir savaş üssü kurmayı başardıktan başka Roma’yı kuşatacak duruma ulaşan Hannibal, bu yola gitmemiştir. Eldeki olanaklarla bu kente boyun eğdireceği kanısında değildir. Asıl plânı Roma’ya karşı İtalyan­ ların ayaklanmasını sağlayabilmektir. Tüm çabalarına karşın bunda başarılı olamadı. Bağlaşıkları Roma’ya bağlarını sürdürdü­ ler. Hannibal, bu konuda beklediğini bulamadı ama Romalılar da ona karşı topladıkları orduyu Trasimenus gölü kıyısındaki savaş­ ta yenilmekten kurtaramadılar (M. Ö. 217).

İtalya’daki savaşlarda üst üste yenilmekten baş alamayan Roma, Fabius Maximus’un diktatör seçilmesiyle birlikte politika­ sını değiştirdi. Fabius, Hannibal ile savaşmak yerine onu İtalya’- 248 da yıpratmanın daha doğru olacağı kanısıyla akıllı bir politika uy­ guladıysa da Romalılar, savaştan kaçmayı utanç verici bir dav­ ranış olarak anladıklarından, bu yoldan geri döndüler. Fabius Maximus görevden ayrıldıktan sonra Romalılar, Eskiçağın en büyük savaşı olarak tarihe geçen »Canae Meydan Savaşı» nda ağır bir yenilgiye uğradılar (M. Ö. 216). Savaşın sonunda Hanni- bal, bağlaşıklarından bir kesimini Roma’dan ayırma başarısı gös- terdiyse de savaşın boyutlarının İtalya dışına taşmasını önle­ yemedi. Artık Romalılar İtalya’da yıpratma, İtalya dışında ise saldın savaşlar yapma gereğine inanmışlardı. İspanya’da çetin savaşlar sonucu, babasının ölümünden sonra Scipio bu ülkeyi almayı ba­ şarırken, İtalya’da kendi tarafına geçen yöreleri korumak zorun­ da kalan Hannibal ise yeni birliklerle beslenemediği için zor du­ ruma düşmüştü. Kardeşi Hasdrubal’m İspanya’dan getirdiği yar­ dım birlikleri Hannibal ile birleşmeden, Romalılarca yokedilince, savaşın da sonu belli oldu (M. Ö. 207). Bir süre daha İtalya’da kalmasına karşın bir başarı sağlayamayan Hannibal, savaşın Afrika’ya sıçraması üzerine ülkesine dönmek zorunda kaldı. Scipio’nun Afrika’daki başarısı karşısında barış isteyecek duruma düşmüş olan Kartaca, Afrika’ya dönen Hannibal’ın komutasında Zama’da, bir meydan savaşında daha yenilince, kesinlikle teslim olmak zorunda kaldı (M. Ö. 202). Hannibal’ın güçlü bir komutan olmasına karşın sonunda Roma’nm üstün gelmesinde bu ülkenin yönetici sınıfının diploma­ si alanındaki başarısı, senatusun inantçı bir tutumla savaşı sürdür­ mesi ve Romalıların yurtseverliği önemli rol oynamıştır; Bu üç öğeyi değersiz kılacak, altedecek gücü olmayan Kartaca’nın yenil­ mesi ise doğaldır. Gerçi bu kent ekonomik güç bakımından Roma’­ dan geri değildir ama, yukarıda değinildiği gibi Roma, ekonomik fazlalıklarını savaş gereksinmelerini karşılayacak biçimde kullan­ dığından üstünlüğü sağlayabilmiştir. Zama yenilgisinden sonra Scipio’nun dikte ettirdiği barış ko­ şulları île savaşa son verildi (M. Ö. 201). Barış, Kartaca kentini Roma’ya bağlamıyordu ama, Afrika dışındaki tüm topraklarını, gemilerini, ticaret üstünlüğünü de yitiriyordu Kartaca. Afrika dı­ şında savaş yapamaz, Afrika’da bir savaş açmak için Roma’dan izin alacak duruma getiriliyordu. Öte yandan Roma’nm Afrika’da ileri karakolu durumunda olan Numidia’nın yeni konumunu Kar­ taca tanımakla ileride kaçınılmaz bir savaşla karşı karşıya bıra­ kılmış oluyordu. Böylece Roma, artık batı Akdenizin tek egemen devleti düzeyine ulaşmıştır denilebilir.

249 3.1.3. BATI AKDENİZDE ROMA SÖMÜRGECİLİĞİ

Batı Akdenizde ekonomik ve siyasal bir güç olmaktan çıkan Kartaca’ya karşı Roma’nın duyduğu hınç bir türlü sönmedi. Ülkeyi yeniden derleyip toplamaya çalışan ve anlaşma koşullarına uyan Hannibal’m Kartaca’dan uzaklaştırılması isteğine karşı du­ rulamayınca, bu değerli yöneticinin önce Seleukos’lar yanına, sonra da Bithynia krallığına sığınması gibi bir sonuç ortaya çıktı. Öyleki Romalılar onu Anadolu’da da izlediler ve en sonunda ken­ dini öldürmesine yol açan ortam hazırladılar. İkinci Kartaca Savaşı sonuçları alınınca Roma, İtalya, İspan­ ya ve Afrika’da zaferin nimetlerini derlemeye başladı. İtalya’da şimdiye dek uygulamadıkları provanda yönetimini Galler ülkesi- nede koydular; bir yandan da, Kuzey İtalya’yı latinleştirdiler. Öte yandan Ispanya’da iki provincia kurup kendi yönetimlerine uy­ gun olarak ülkeyi sömürgeleştirdiler. Kuşkusuz İspanya’nm sa­ vaşçı Keltiber halkı Roma’ya karşı uzun süre direnmekten geri durmadı. Roma uzun uğraşlardan sonra ancak M. Ö. 133 te bu ayaklanmaları bastırabildi İspanya’da. Daha sonra İspanya ile Roma’nın kara bağlantısını sağlayan bir provincia kurma olana­ ğı da bulundu. Bu olanağı sağlayan Roma’nın dostu Marsilya kenti oldu. Marsilyalılar, Kelt saldırılarına karşı M. Ö. 154 lerde Roma’dan yardım isteyince, bugünkü Fransa’nın güney kesimleri­ ni kolonileştiren Romalılar, daha sonra Narbonnensis adlı provin- ciayı da oluşturdular. (M. Ö. 125-121). Bu provincianın kurul­ masıyla hem Batı Akdeniz egemenliğinin yürütülmesinde önemli stratejik topraklar ele geçirilmiş hem de daha sonra ki, toprak çatışmalarında topraksızlara yer verilmesi olanağı bulunmuş olu­ yordu. Kartaca’nın etkinliğini bölgeden silmiş olmalarına karşın bu kentten hınçlarını alamayan Romalılar, senatör Cato’nun öncülük ettiği «Kartacayı yok etmek» görüşünü Numidia devleti ile Kar­ taca arasında çıkan çatışmalardan yararlanarak uygulama alanı­ na koydular. Anlaşmaya göre Afrika’da savaşmak zorunda kalsa bi­ le Roma’dan izin alma koşuluna aykırı davranarak Numidia kral­ lığı ile savaşa girişen Kartaca’ya karşı bu gelişme Roma’ya saldırı olanağı verdi. Oysa Numidia krallığı sürekli olarak Kartaca’nın elindeki toprakları aldığı halde, kendilerine başvuran Kartaca’yı Romalılar haksız çıkarmaktaydılar. Numidia devleti ile savaştan başka çıkar yol bulamayan Kartacahlar gerçi yenildilerse de Ro­ ma’ya bekledikleri fırsatı vermiş oldular (M. Ö. 150).

Üçüncü Kartaca Savaşı (M. Ö. 149 -146) olarak adlandırılan, Roma’nın Kartaca’yı yoketmesiyle sonuçlanan savaşı, Zama za­

250 ferini kazanmış olan Scipio soyundan Scipio Aemilianus yönet­ ti. Bütün koşulları kabul ederek teslim olmak isteyen Kartacalıla- rı yoketmekten başka birşey düşünmeyen Roma karşısında onlar umutsu'zca kentlerini son bir kez daha savundular. Uzun bir ku­ şatmadan sonra sokak çarpışmalarıyla kenti ele geçiren Romalı­ lar, tam anlamıyla bir soykırımı (jenosit) uyguladılar. Kent yer- lebir edildi. Daha sonra yerinde kent kurulmaması için de toprak­ ları sürülerek tarla haline getirildi. Tarihte eşine pek az rastlanır bir barbarlık örneği olan bu olay ile Afrika provanciası kurulmuş, Roma emperyalizmi batı Akdenize kesinlikle yerleşnüş oldu.

3.2. HELLENİSTİK KRALLIKLARIN ROMAYA BAĞLANMASI Romalılar, M. Ö. III. yy. dan başlayarak batıdan doğuya doğ­ ru adım adım Hellenistik dünyayı ele geçirmeyi başardılar. Hel- lenistik kralların kendi aralarındaki savaşlar, küçük çatışmalar siyasal birlikler oluşturmalarına engel olduğundan, ekonomik ya­ pısıyla savaşı uyuşturmuş olan Roma, kendi kültür düzeyinden üstün olan bu ülkeleri de yenmeyi başarmıştır. Eskiçağ tarihinin genel yapısını kavramak bakımından, Roma’nın giriştiği savaş­ ları ve uyguladığı politikayı gözden geçirmeden önce Hellenistik dünyaya bakmak yararlı olacaktır.

3.2.1. M. Ö. ÜÇÜNCÜ YÜZYIL SONLARINDA HELLENİSTİK KRALLIKLAR Hellenistik dönemin özelliklerine değinilirken İskender İmpa­ ratorluğunun parçalanmasıyla ortaya çıkan devletler belirtilmiş­ ti. Roma’nın Makedonya ile savaşa başladığı M. Ö. III. yy. ın son­ larında Ön Asya, İran, Hellas ve Balkanlarda durum daha karı­ şık bir biçim almıştı. Yeni güçler ortaya çıkmış, yeni kavimler bu uygarlık alanlarına girmişti. Yine de sözü geçen yüzyılın sonla­ rına doğru üç krallık diğerlerinden önde gelmektedir : Mısır’da Ptolemaios’lar, Suriye’de Seleukos’lar ve Makedonya’da Antigo- nos’lar. M. Ö. 301 de yapılan İpsos savaşından sonra Trakyayı da içi­ ne alarak Toroslara dek Lysimahos, Doğu ülkelerinden başka Me­ zopotamya ve Süriye’de Seleukos, Makedonya’da Kassandros ve Mısır’da Ptolemaios egemen olmuşlardı. Ancak aralarındaki çatış­ ma yine de durmamıştı. Makedonya’da sevilmeyen Kassandros’u krallıktan uzaklaştırmayı başaran Demetrios M. Ö. 285 de Seleu- kos’ların tutsağı olunca boş kalan Makedonya tahtı bir süre sonra, Anadolu’ya egemen olan Lysimahos’u Lidyada Kurupedion yöresin­ deki savaşta yenen Seleukos’un eline geçti. Kurupedion savaşı (M.Ö.

251 261) ile aynı zamanda Lysimahos’un egemen olduğu tüm yöreler Seleukos’un eline geçmiş oldu. Romalılarm Gal dedikleri Kelt’le- rin M. Ö. 280 lerde tüm Balkan yarımadasmı işgale başladıkları sırada Hellas’ta komutan olan Demetrios’un oğlu Antigonos on­ lara karşı, başarılı savaşlar verince Makedonya krallığını ele ge­ çirme olanağı buldu. (M. Ö. 275). Böylece Roma ile çatışma baş­ ladığı sıralarda Antigonos’un soyu Makedonya krallığını yönet­ mekteydi.

Mısır’da Ptolemaios ölünce kendisi, yerel geleneklere uygun olarak, tanrılaştırıldı. Ondan sonra Roma egemen oluncaya dek aynı adla anılan krallar Mısır tahtına geçtiler. Hellenistik krallık­ lar içinde, taht değişikliği açısından, bir bakıma en çalkantısız durumda olan ülke, Ptolemaios’ların Mısır’ıdır. Doğu Akdeniz ve Ön Asya egemenlik kavgalarına katılmasına karşın ülkenin jeo­ politik yapısı, Romalıların burada egemenliklerini kurdukları za­ mana dek krallığın süreklilik göstermesinde etkin olmuştur. Hat­ ta eski Mısır soylarından geldikleri geleneğini yaratmalarına, İs­ kenderiye’de bilimin ilerlemesine ve Akdeniz ticaretinde üstünlük kavgalarına katılmalarına bakarak Mısır’ın Hellenistik dönem si­ yasal kargaşalığının üstüne çıktığını da söyleyebiliriz. Ama bü­ tün Hellenistik krallıklarda görülen sürekli iktidar mücadelesi Mısır’da da ortaya çıkmış, kaçınılmaz bir son olarak bu ülke de Roma’nm eline düşmekten kurtulamamıştır,

Seleukos ise daha sağlığında oğlu I. Antiohos’u kendine ortak edindiğinden, ölümünden sonra burada taht kavgası olmadığı ve bir parçalanma görülmediği gibi, ülkesinin sınırları da önceleri genişlemişti. M. Ö. IH. yy. ın başlarında kendini gösteren siyasal gelişmelerse bu krallık alanında yeni birçok Hellenistik devletin doğmasına yol açmıştır. Bu gelişmeyi anlayabilmek için önce Kelt’lerin Anadoluya yaptıkları göçlere bakmak gerekir.

M. Ö. 281 de, Trakya devletinin yöneticisi Lysimahos’un Se- leükos’la yaptığı Krupedion savaşında ölmesi üzerine Balkanlara inmiş olan Kelt’ler, (Romalılarm Gal dedikleri bu ari ırk o sıra­ larda İtalya’ya da girmişti) M. Ö. 278 de Çanakkale ve İstanbul Boğazları üzerinden, iki koldan, Anadolu’ya girdiler. Keltler Ana- dolunun orta kesimlerinde, Sakarya ile Kızılırmak arasında, An­ kara başkent olmak üzere üç kabile hahnde köylerde yaşamaya başladılar. Romalılar onların adıyla ilişkili olarak bu yöreye «Galatla» adını vermişlerdir. Bu köylü unsurlar savaşçıydılar. Anadolu’da karışıklıklar çıkardılar. Saldırılarıyla Batı Anadolu kentlerinde huzursuzluk yarattılar. Sonraları Seleukos devletinin ordularında ücretli askerlik yaptılar. Ancak imparator Augustus 252 zamanında, kentlere yerleştirilerek, bunların ülke içinde bir ka­ rışıklık unsuru olmaları önlenebilmiştir. Kelt saldırısından sonra ırk ve kültür yapısı itibariyle öteden beri tam bir birlik gösteremiyen Seleukos devletinde, birtakım ayaklanmalar sonucu irili ufaklı yeni yerel devletler oluşmaya başladı. Bunların tümüne burada yer verme olanağı bulunmadığı için yalnız adlarını ve kuruldukları yöreleri belirtmekle yetinmek zorunundayız : Bithynia Krallığı, Kurupedion savaşından sonraki karışıklık­ tan yararlanarak Zipoites tarafından kuruldu. İstanbul boğazı, İzmit körfeziyle Sakarya arasında kalan, daha çok Trak kabilele­ rinin bulunduğu yöredeki bu krallık, daha sonra Bursa dolayları­ na dek genişlemiştir. Pontos Devleti ise İpsos savaşından sonra Mitradetes tarafın­ dan Karadenizin güney kıyılarında kurulmuş ve Kurupedion sa­ vaşı sonuçlarından yararlanarak doğu sınırlarını Yeşilırmağa dek genişletmiştir. Anadolu tarihinde önemli rol oynayacak olan bu krallığa ileride yeniden değinilecektir. Orta Anadolu’da Seleukos’lara uzun süre bağlı kalmış yerli bir prens olan III. Ariarates tarafından kurulan Kapadokya Krallığı diğer krallıklar gibi, Anadolu tarihinde önemli bir yer tutamamış­ tır. (M. Ö. 330 larda). Kapadokya’nın doğusunda Kilikya, Armenia ve Kuzey Suriye ile sınırlı olan Kommagene bölgesinde ise Seleu­ kos’lara karşı ayaklanan yerli prensler küçük bir krallık oluştur­ mayı başarmışlardır. (M. Ö. 162). Romalılara yenilip M. Ö. 69 da boyun eğmiş olan bu krallığın yöneticilerinden I. Antiohos’u, Nemrut dağının tepesine yaptırdığı büyük anıt ve tapmakla ta­ nıdığımız gibi, Roma yöneticileriyle olan özel ilişkileriyle de tarih­ te anılmaktadır. Romalıların bir eyalet biçimine getirdikleri Paf- lagonya (Karadeniz kıyısında Bithynia, Galatia ve Pontos ile sı­ nırlı bölge) da Pontos egemenliğine girinceye dek yerel prensler- ce yönetilmiştir. Seleukos’ları Suriye’de küçük bir devlet durumuna indiren bu gelişmeler yanında Mısır’ın etkisiyle birlikte Bergama, Baktria ve Par t devletlerinin ortaya çıkması da etkili olmuştur. Bunladran Baktria devletini M. Ö. 250 lere doğru bu bölgede satrap olan Diodotos adlı bir Hellen kurmuştur. Yüeçi’lerin saldırısıyla yıkı­ lacak olan bu krallık Hellen uygarlığını Asya içlerine taşımış oldu. Seleukos’larm doğudaki egemenliklerini sarsan Baktria Hellen devletinden daha çok İran’ın Part bölgesinde kurulduğundan (M. Ö. 248 - 247) Part Devleti (ya da kurucusu Arsakes’in adına dayalı olarak Arsakid’ler) olarak adlandırılan İran kökenli krallık

253 olmuştur. Her ne kadar bu krallık Hellen dostu gözüküyorsa da Seleukos’larm doğuyu Hellenleştirmelerine bir tepki olarak doğ­ muştur. (Burada hemen anımsatalım ki Hellenistik krallıklardan en çok Seleukos’lar yayıldıkları ülkeleri Hellenleştirmeye çalışmış­ lar, bu amaçla kentler kurmuşlardır. Buna karşılık Ptolemaios’lar daha çok yerel etkileri yaşatmayı amaçlamışlar ve yerli halkın kentli Hellenlerle kaynaşmalarını önlemişler, kentler kurmamış­ lardır.) Bunun sonucu olarak da Hellenistik kültür ve bunun ge­ tirdiği siyasal uygulama doğuda kuvvetle tutunamamıştır.

Hellenistik krallıklardan en önemlilerden biri hiç kuşkusuz Seleukos’lardan koparak bağııpsız hale gelen Bergama Krallığıdır. Ege bölgesinde Bakırçay vadisinde, savunmaya elverişli bir tepede kurulan Bergama (Pergamon yada Pergamos) Lysimahos’un hâ­ zinesini sakladığı bir kale idi. Lysimahos yenilgiye uğrayınca bu hâzinenin koruyuculuğunu yapan Philetairos adındaki subay kente egemen oldu ve sözde Seleukos’lara bağlı kaldı. Bu subayın yeğeni I. Evmenes ise (M. Ö. 263 - 241) gittikçe küvvetlenerek ba­ ğımsızlığını sağladıysa da ancak, I. Attalos (M. Ö. 241 - 197) Ga­ latları yendikten sonra kral sanını kullanmayı başarabildi. Ber­ gama kralları, gelişmekte olan Roma’nın gücünü kavramışlar, devletler arasındaki çatışmalardan sürekli olarak yararlanmışlar ve Hellenistik krallıkların en güçlülerinden biri düzeyine ulaşmış­ lardır. Yalnız batı Anadoluya değil, bir ara orta ve güney Anado- luya da sahip olan Bergama krallığı Hellenistik kültürün de önemli temsilcisi sayılır.

Buraya dek değinilen devletler tablosunu tamamlayabilmek için kısaca Hellas’a bakmak yerinde olur. Bu dönemde Hellasta iki birlik oluşmuştur : Kuzey batı yörelerinde kurulmakla birlik­ te etkinliğini Orta Hellasta sürdüren Aitolia Birliği ile Peleponne- sostaki Ahaya Birliği. Bu iki birlik de tek yönetimli devletler ol­ mayıp, eski polis geleneklerinin sürdürüldüğü federatif nitelikler taşımaktadırlar. Aitolia birliği demokratik prensipler içinde oluş­ turulmuşken, İkincisi oligarşik kavramlara dayanmaktaydı. M. Ö. 243 te Korintos Ahaya birliğinin merkezi olmuştu. Bir. ara Mısır, Ahaya’ya, Makedonya da Aitolya birliğine egemen oldular. Za­ man zaman çatışan Hellas devletleri arasındaki parçalanma kö­ tü sonuçlar doğurmaktaydı. Hele İsparta soylularının sayısı gi­ derek azaldığı için tüm toprakların 100 ailenin elinde kalması, sorunları daha da artırmıştı. İsparta’da gerçekleştirilen reform­ larla topraklar yeniden bölünerek bir sosyal devrim gerçekleştiril- diyse de Makedonya ve başka güçlerin Hellas işlerine katılmaları yüzünden huzursuzluk sürdü gitti. Öyleki MakedonyalIlar yeni bir Hellen Birliği oluşturduklarında, bu birlik adına Makedonya kralı

254 ile Aîtolia birliği arasında şiddetli bir savaş çıktı. Bu arada Rodos adasının ticarette önemli bir gelişme göstererek güçlendiğini ve Akdeni'z çevresinde siyasal anlamda da rol oynadığını da belirte­ lim. Rodos, Bergamayla birlikte Roma ile işbirliği yaparak kazanç sağlama yolları aramıştır ki Roma’nm Ege bölgesine girişini bu davranışıyla hazırlayan devletlerden biri olmuştur. Tüm bu par­ çalanmalara ve yeni felsefe sistemlerinin ortaya çıkmasına karşın Romalılar, daha Magna Grekya’da karşılaştıkları Hellen kültü­ rüyle ilişkilerini sürdürmüşler ve bu kültürden etkilenmekten geri kalmamışlardır. Hellenistik krallıklar döneminin özelliklerine değinirken sos- yo - ekonomik yapılarında ki bunalımlar belirtilmişti. İşte Roma, parçalanmış, bir takım ekonomik sorunlarına karşın bilimde ileri olan bu çevreyi ikiyüz yıl içinde ele geçirmeyi başarmıştır. Roma bu sonuca ulaşabilmek için anlaşmalar, toprak bağışları ve savaş­ lar gibi birçok siyasal olanaklar hazırlamış, bu olanakları kullana­ rak emperyalist anlayışını Hellenistik dünyaya egemen kılmıştır.

3.2.2. DOĞU AKDENİZDE ROMA SÖMÜRGECİLİĞİ Roma’nm doğu Akdeniz ülkelerine egemen olması kendi yö­ netim biçiminde de bunalımlara yol açmıştır. Bir zenginler oligar- şisince yönetilmekte olan devletin sürekli savaşlar sonunda, va­ tandaşlardan oluşan ordunun yerini, giderek ücretli askerlerin al­ ması sonucu yönetimde komutanların etkin olduğu bir devlet bi­ çimine dönüşmesine yol açmıştır. Böyle bir gelişme içinde mül­ kiyet anlayışı gelişmiş, özgür çiftçilerin seçim hakları ellerin­ den alınmış, halk meclislerinin gücü tükenirken yerine senatusun gittikçe artan üstünlüğü yerleşmiştir. Nobilitas, daha sonra ko­ mutanların yön verdiği devleti, doğal bir olgu olarak benimsemiş­ tir. Emperyalist Roma’nın doğuda genişlemesinin tamamlandığı son aşamaysa cumhuriyet kurumlanılın yerlerini imparatorluğu yönetecek tek kişinin otoritesine bırakmış olmasıdır. Bu gelişme ve değişmelerin iki ana boyutu vardır : Birincisi savaşlar ve yayılma, İkincisi ise iç bunalım. Bu iki olgu birbirin­ den kopuk olmamakla birlikte burada önce cumhuriyetin sonunu damgalayacak olan savaşları bir bütün olarak ele aldıktan sonra yönetimde beliren iç bunalım ve çatışmaları ayrı bir bölüm olarak tanıtma yoluna gidilecektir. Roma’nm doğuya yönelmesinin ilk görünen nedeni devletin güvenliğiyle ilgilidir. İtalya’nın güvenliği doğudaki Adria denizinin kontrol altına alınmasıyla sağlanabilirdi. Ancak bu girişim, kaçı­ nılmaz olarak bu bölgede siyasal üstünlüğünü kurmak isteyen Ma­ kedonya ile Romayı karşı karşıya getirmiştir.

255 Adria denizinin doğu kıyılarındaki dağlık yörelerde yaşayan İllyrialıiar eskiden beri korsanlıkla uğraşmaktaydılar. M.Ö. III. yy.- ın İkinci yarısında buralarda bir korsan devleti oluşturulmuştu. İllyria korsan devleti bir yandan Hellen kentlerine, öte yandan da İtalyanın doğu ticaretine zarar vermekteydi. İtalyaya egemen Ro- ma’nın doğrudan doğruya etkilediği bu davranışlar, Hellen kent­ lerinin Romadan yardım istemesiyle iyice pekişmiş oldu. Önce ba­ rışçı girişimlerde bulunan Roma, (aslında savaş kararı vermeden önce Roma’nın klasik davranışı barış isteyerek savaşm suçunu karşı tarafa yıkmaktır) İllyria yöneticisi kraliçe Teuta’dan yeter­ li güvenceyi alamayınca, bir deniz seferine çıkarak İllyr’leri yen­ meyi ve Balkan kıyılarındaki Hellen kentlerini kendi koruyuculu­ ğu altında toplamayı başardı. (M.Ö. 228). Balkanların güçlü devle­ ti Makedonya bu durumu önleyemediği gibi, Romalıların Hellen kentleriyle siyasal ilişkiler kurmalarına da engel olmadı. Hellenler, bu ilişkiler sonunda, Romalıları kendileriyle bir kabul edecek den­ li yakınlık gösterdiler. Hellenler, Roma’dan çok şey beklemeleri­ ne karşın bu sırada Kartaca savaşları sürdüğünden istedikleri ilgiyi göremediler. Makedonya krallığı da bundan yararlanarak Hellasta üstünlüğünü sürdürdü. Roma’nın durumundan esin­ lenerek, Hellas’taki üstünlükle de yetinmediler. İlIyr’lerle anla­ şıp onların Roma ile yaptıkları anlaşmayı bozdurmayı sağladılar. Bu yüzden Roma ikinci kez İllyria seferini açmak ve Adria denizine egemen olmak durumunda kaldı. (M. Ö. 219)

Makedonya krallığı ise Romanın Balkanlardaki gelişmesini gö­ rerek karşı önlemler almaya başladı. Ancak Roma, Hannibal ile savaştığı için Balkanlarla önceleri pek ilgilenemiyordu. Bundan yararlanarak Romalıları İliyiria’dan çıkarmada başarılı olamayan Makedonya kralı V. Filip, Hannibal ile bir anlaşma yaparak Roma ile doğrudan doğruya savaşa girişti. Birinci Makedonya Savaşı (M. Ö. 215 - 205) olarak adlandırılan savaş, Roma’nın yanında Hellen Aitol birliği ve Bergama’nın da katılmasıyla Kartaca- Makedonya bağlaşıklığına karşı olmuştur. Bu savaşta Roma, Ma­ kedonya’nın İtalya’ya geçmesini önlediği gibi M. Ö. 205 te yapılan barışla savaştan önce İllyria da elde etmiş olduğu köprü başları­ nın korunmasını da Makedonya’ya onaylattırmıştır. Böylece Bal­ kanlarda savaştan önceki durum korunmuş olmaktadır.

Birinci Makedonya Savaşını bitiren barış, aslında savaşın ne­ denlerini ortadan kaldırmamıştı. Ege havzasını kendi buyruğuna almak amacında olan Makedonya yeni girişimlerde bulunmaya başladı. Makedonya bu amacına ulaşmak için giriştiği eylemler­ de, yörede çıkarı olan Mısır, Rodos ve Bergama krallıklarıyla ister istemez çatışmak zorundaydı. Makedonya, bir yandan Hellas ve

256 Ege adalarında üstünlük kurmak isterken öte yandan Boğazlar üzerinde de kontrolü gerçekleştirmek çabasındaydı. Boğazların durumu ise Makedonyanın eski dostu olan Rodos ile çıkar çatış­ masına yol açmıştır. Çünkü Rodos’un ekonomik gücü bu bölge­ deki üstünlüğüyle ayakta durmaktaydı. Bu sırada Seleukos’ların başında «büyük» sanıyla anılan III. Antiochos bulunmakta ve bü­ yük bir kara devletini oluşturmaya çalışmaktadır. Anadolu’da yi­ tirdiklerini Doğuda kazanma çabalarında fazla başarılı olamayan Suriye’nin büyük kralı III. Antiochos ise bu kez güney Suriye’de genişleme uğraşındadır. Bu politikasıyla Seleukos’ları Mısır’la ça­ tışmak zorunda bırakmıştı. İşte bu durum Makedonya ile Suriye krallıklarını çıkarları doğrultusunda yaklaştırıp, Mısır’ın deniz aşırı yerlerdeki topraklarını paylaşmak için bir anlaşma yapma­ larıyla sonuçlandı. (M. Ö. 203). Suriye kralı Mısır’ı güney Suriye- den çıkardı. Ege ve Boğazlarda tek başına kalan Makedonya kralı V. Filip ise Rodos ve Bergama’nın buyruğunda olan Boğa'Zİar yö­ resindeki topraklara saldırıp, Anadoluya geçecek bir köprübaşı el­ de etti (M. Ö. 202). Aralarında akrabalık olan Bithynia kralı da Makedonya ile anlaşmıştı. Rodos ve Bergama bu durumda Make­ donya’ya karşı savaş açmak gereğini duydular. Anadolu ve Hellas- taki birçok Hellen şehir devleti de onların yanında savaşa katıl­ dılar. Makedonya kralı tüm bunlara karşı başarılar kazandı. Bo­ ğazlan tümüyle ele geçirmekte olduğu sıralarda İkinci Kartaca Savaşını başarıyla bitirmiş olan Roma’ya bu devletler başvurarak yardım istediler. Başvuranlar arasında Atina elçilerinin de bulun­ ması Roma için özel bir önern taşımaktaydı. Onlar Roma’yı açık­ ça Hellenistik devletler arasındaki çatışmalara taraf olarak kat­ mak isteğindeydiler. Roma’nın zengin yöneticileri ve komutanlık başarılarıyla kendilerine kişisel bir yer edinmek isteyen savaşçıla­ rı, Kartaca savaşının yorgunluğuna karşın doğudan gelen bu çağ­ rıların ülkelerine açtığı geniş ufku görerek ilk önce Makedonya krallığına bir elçi gönderip ele geçirdiği yörelerden çekilmesini is­ tediler. Elçilerinin Makedonya kralınca dinlenmediğini gören Ro­ malılar, savaşa karar vererek Hellenlerin özgürlüklerinin korpıyu- cusu olarak ortaya çıktılar. Böylece İkinci Makedonya Savaşı (M. Ö. 200- 197) başladı. Bu ikinci savaş da, birincisi gibi bir Roma - Makedonya sava­ şı değildir. İrili ufaklı tüm hellenistik krallıkları içine almaktadır. Roma, Makedonya’nın dostu Seleukos’ların Anadolu’da savaşa katılmalarını, bu krallığın güney Suriye’deki genişlemesini kabul ederek diplomatik yolla engelleyince, Makedonya’yı yalnız bırak­ tırmış oldu. Teselya’da, M. Ö. 197 de Roma ordusu karşısında ye­ nilmekten kurtulamıyan Makedonya kralı V. Filip, Tempe’de ba­ rış imzalayarak bir imparatorluk kurma amacından vazgeçti. Bu

257 barış ile gerçi Makedonya krallığının varlığına son verilmedi ama, Roma diplomasisine uygun olarak Hellenlerin özgürlükleri de ga­ ranti altına alınmış oldu. Makedonya krallığını maddeten zayıf­ latacak biçimde, Roma’nm tüm savaşlardan sonra uyguladığı sa­ vaş ödentisi verme zorunda bırakılmasıyla bölgedeki büyüklüğü de son bulmuş oldu. Öte yandan Roma, Hellenleri Makedonyanın baskısından kurtarır gözükürken yörede kendi üstünlüğünü kur­ muş oluyordu. Savaşlardan sonra ordusunu Hellastan, çekerek toprak elde etmedi ama, aslında parçalanmış olan bu bölgede ye­ ni anlaşmazlık tohumları ekerek çatışmaların sürekli bir barışa dönüşmesini önlemiş oldu. Gerçi savaşlar sonunda Roma doğuyu sömürgeleştirmiş de­ ğildi. Üstelik ordularını geri çekmekle Hellenistik dünyada kuvvet dengesi kuracak başka güç bırakmadığından sürekli barışı da sağ­ layamamıştı. Makedonya krallığının geriletilmesinden yararlana­ rak eski gücüne, giderek İskender dönemi büyüklüğüne ulaşmak isteyen, Suriye Seleukos kralı III. Antiochos harekete geçmekte gecikmedi. Anadolu’yu yeniden ele geçirme girişiminde bulunmaya başladı. Batı Anadolu’daki kentleri eskiden olduğu gibi kendi bir­ liği içine almak isteğinin Roma ile çatışmaya yol açmayacağı ka­ nısındaydı. Bu girişimlerinde kolayca başarı sağlayınca Boğazlara egemen olabilmek için Trakya’ya geçti. Batı Anadoludaki Hellen kentleri doğrudan doğruya Roma’dan yardım istemeye başladılar. Roma, Hellenlerin koruyucusu olarak Suriye kralına çekilmesini bildirdiyse de III. Antiochos reddetti. Bir yandan Mısır ile akraba­ lık bağları kurarak güçlenmeye çalışırken, bir yandan da Hanni- bal’i törenle karşılayarak Roma ile gerginliği artırmaktan çekin­ medi. Bu sırada bekledikleri özgürlüğü kavuşmamış olan Aitol Birliği hellenlerinin Roma’ya karşı ayaklanarak kendisine öner­ dikleri «başkomutanlık»! da kabul eden III. Antiochos, M.Ö. 182 de hazırlıksız olarak Hellas’a geçti. Bütün bunlara ek olarak Hellas- taki Romalıları da öldürtmeye başlayınca Roma, Suriye kralına savaş açtı. (M. Ö. 192). Böylece ortaya Suriye Savaşı (M. Ö. 192 -188) olarak adlandırılan olay çıkmış oldu. Romalılar, III. An- tiochos’u Hellas’tan atmayı başardılar. Savaşı Anadolu’ya aktar­ mak isteyen Romalılar, M. Ö. 190 da yapılan Magnesia (Manisa) savaşı ile ilk kez Anadolu'ya ayak basmış oldular. Bu savaşı kaza­ nan Romalılar, Hellas’ta Aitol Birliğinin siyasal gücünü bitirecek bir sonuç aldıkları gibi, Galatları da Anadolu’da cezalandırdılar. Hellas’tan stratejik adalar dışında toprak almayan Roma, Suriye ile doğunun hellenleştirilmesinde önemli olan Apameia barışını yaptı. (M. Ö. 188). Bu barış ile Suriye devleti Torosların ötesine atılmaktadır. Böylece Suriye devleti, Hellen dünyasıyla ilişkisini

258 kesmiştir. Artık Hellenistik krallardan en büyüğü olan Seleukos’- larm dünya tarihinde oynacakları önemli rol kalmamıştır. Barıştan sonra Romalılar Anadolu’dan çekilmekle birlikte ye­ rel soylarla bir denge kurmaya çalıştılar. Kendilerine bağlı Berga­ ma kralığını ödüllendirerek Ön Asyanın en büyük devleti durumu­ na getirdiler. Roma ile Doğu arasında bir tampon devlet olarak dü­ şünülen Bergamaya, bir bakıma Roma adına, bölgenin düzenini sağlamakla görevli biçim kazandırılmıştır. Kentlerin tümüne öz­ gürlüklerini veren Roma, Anadolu’yu parçalı biçimde tutarken, Bergama kanalıyla onları yönetmektedir. M. Ö. 133 te son Berga­ ma kralı III. Attalos ölürken ülkesinin yönetimini Roma devletine bir vasiyetname ile bırakınca, (ki bu vasiyetnamenin Romalılarca düzmece bir belge olarak hazırlandığı olasılığını savunanlar da vardır) ilk kez Romalılar Anadolu’da toprak sahibi oldular. Aşa­ ğıda değineceğimiz bir isyandan sonra Romalılar, Bergama krallı­ ğı topraklarını Asia provinciası olarak örgütlendirdiler. Böylece dolaylı yollardan yürüttükleri egemenliklerini doğrudan doğruya toprak elde etme biçimine çevirmiş oldular. Daha sonra Anadolu- nun diğer bölgelerine sahip bulunan Hellenistik devletleri bir bir ortadan kaldırarak Roma provinciaları (eyaletleri) biçimine ge­ tirdiler. En son Pontos kralı VI. Mithridates’in M. Ö. 63 te ölümüy­ le Anadolu tümüyle Roma egemenliğine girmiş oldu. Anadoludaki bu gelişmeden önce Roma’nın Makedonya’da üçüncü bir savaşı ka­ zanarak Hellenistik dünyada ilk provinciayı kurduğunu görmek­ teyiz. Suriye kralığı Roma’ya yenildikten sonra (M. Ö. 188) güçsüz­ leştiği yıllar da Mısır’da Akdenizdeki üstünlüğünü yitirmiş ve iç kargaşalıklara düşmüştü. Bu sıralarda Roma’nın yanında yer almış olan Makedonya Kralı V. Filip İse yeniden devletini güçlen­ dirme yolları arıyordu. Hellas şehir devletlerinin Roma’ya karşı duydukları antipatiden yararlandı. Suriye savaşı sonunda Roma’- nm Hellen devletlerine karşı tuturîîu böyle bir ortamı oluşturmuş­ tu. Aslında bu devletleri parçalı durumda tutmakta kendi çıkarla­ rı için siyasal amaçlar güden Roma’nın davranışı Hellenleri bu po­ litikaya karşı çıkmaya iterken, içine düştükleri ekonomik buna­ lımların etkiler ide çok kuvvetli idi. Hellen polislerinin ekonomik bunalımlardan kurtulmaları için sorunlarını dışardan getirilecek kurtarıcılardan aramaları boşunaydı. îşte bu karışıklıktan yarar­ lanarak Roma dostluğu sırasında kendini bir dereceye dek topla­ mış olan Makedonya kralı yeniden Balkanlarda genişleme çabala­ rında bulunmaya başladı. V. Filip’in oğlu Perseus, Roma’ya karşı Hellas’ta yeniden üstünlük kurma uğraşlarında bulunmaya baş­ layınca, Üçüncü Makedonya Savaşı (M. Ö. 171 -168) kaçınılmaz

259 oldu. Ancak beklediği başarıyı elde edemeyip M. Ö. 168 de Pydna savaşını yitirerek tutsak olan kral Perseus’un ortadan kalkması Roma için yeni bir aşamayı ortaya çıkardı. Bundan sonradır ki Roma ilk kez Hellenistik yörelerde toprak kazanmaya başladı. M. Ö. 148 de Makedonya provanda haline getirildi. M. Ö. 146 da ise Hellas devletlerine boyun eğdirilerek Hellenistik dünyanın ne yönde birleştirileceğini göstermiş oldular Romalılar. Yukarıda de­ ğinildiği gibi Bergama kralı sözde bağımsız, aslında bir Roma kuk­ lası olma yerine, topraklarını doğrudan doğruya Roma’ya bırakın­ ca, bu gelişmenin doğal uzantısı Anadoluya girmiş oldu. Bu arada Hellenistik dönemde ekonomik güçlenme ile üstün bir yer almış olan Rodos, Roma’ca alınan önlemler ile iktisaden çökmekten kur­ tulamadı. Cumhuriyetin siyasal anlamda çöküşünü ele alırken komutan­ ların yeni ülkeler ve yöreler ele geçirmek için yaptıkları savaşlara değinileceğinden burada son bir noktayı belirtmekle yetinelim : Roma, Akdeniz uygarlık alanını siyasal birliğe doğru götürürken, bir barış ortamı da kurmayı başarmıştır. Böylece «Roma Barışı - Pacta Romanorum» çok yakında bu ülkelerde belirdiği zaman, Hel- lenîstik dünyanın küçük çekişmeleri yüzünden zorlaşan yaşam ko­ şulları bir süre için düzelmiş oldu. Ancak bu siyasal birlik ve Ro­ ma Barışı, Antik çağı yeni ekonomik boyutlara ulaştıramadığı ,için, yıkılmaktan da kurtaramadı.

3.3. KOMA DA BUNALIM CUMHURİYETİN SONU OLUYOR M. Ö. n. ve I. yy. daki gelişmeye karşın ona paralel olarak Roma devleti bir bunalım içine yuvarlanmaktan kendini kurtara­ madı. Bunalımın nedenleri ve etkileri ayrı ayrı ele alınacak özel­ likler değildir. Ekonomik ve sosyal değişimler siyasal yapıyı etki­ lerken, siyasal gelişmeler de yeni sosyal ve ekonomik bunalımların doğmasına yol açmaktaydı. Bu bakımdan bu dönemi bir bütün ola­ rak kavramak gerekir. Burada bunalımın ekonomik ve sosyal bo­ yutlarını belirledikten sonra' siyasal sonuçlarına topluca değinile­ cektir.

3.3.1. BUNALIM EKONOMİK VE SOSYAL BOYUTLARI

Roma’nın başta Kartaca olmak üzere güçlü düşmanlarını yen­ mesi, onun ekonomik gücünün bir belirtisidir. Savaşlara karşın Roma endüstrileşme ve kentleşme yolunda ilerlemekten geri kal­ mamıştır. Kırsal bir ekonomiden kentleşmeye ve buna bağlı eko­ nomik yapıya geçmekte olan Roma, özellikle vatandaşlık hakkı verdiği İtalya’da, bu gelişmeyle ilgili endüstri dallarında yoğun bir

260 çalışma içine girdi. Bina yapımında kullanılan gereçlerin ortaya konması, kentlerin suya kavuşturulması için gerekli araçların ya­ pımı gibi ekonomik çalışmalar, endüstrileşmenin bir yanını ortaya koyarken, savaşlara bağlı olarak da savaş araç ve gereçlerinin ya­ pımı hız kazanmaktaydı. Böylece gelişen üretim, canlı bir deniz ti­ caretinin yayılmasıyla sonuçlanıyordu. Roma’nın savaşlarla büyü­ mesinin belki de en önemli sonucu ticareti geliştirmek olmuştur. Roma, ticareti Akdeniz alanından Hint ve Çin’e dek uzatarak bo­ yutlarını deniz ve karada alabildiğine büyütmüş, üstelik bu yö­ relerde üretilen ürünleri kullanma alışkanlıkları yaratmıştır. Ba­ şarılı bir deniz devleti niteliğine ulaşamayan Roma’da ihracat ve ithalâtta yabancüar daha çok yer almışlardı, Roma’nm ithalâtı ih­ racatından çoktu. Aradaki farkı yağma ve sömürgelerinden elde ettiği altın, gümüş gibi değerli madenlerle kapatmaktaydı. Toprak mülkiyeti ve işletmesinin niteliğini değiştirerek ,kapital birikimini sağlayacak kurumlar kurarak (şirket ve banka gibi), endüstri ola­ naklarını artırarak ve ticaretini geliştirerek Roma büyük bir eko­ nomik büyüme göstermişti. Ancak bu gelişme bir çok çelişkiler ta­ şımaktaydı. Sözgelimi yeterince değerli maden bulma olanakları azalınca paranın ayarını düşürmek, Roma dışında altın paranın artmasına karşı önlemler getirmek gibi yollar, ithalât ile ihracat­ tan doğan açığı kapatmaya yetmediği gibi ekonomik bunalımı da artıran etkenler olmuştur. Öncelikle üzerinde durulması gereken nokta, Roma’nm tüm gelişmelere karşın ekonomik bakımdan üretken bir toplum olma­ dığı gerçeğidir. Daha Kartaca savaşları sırasında Senatus, geliş­ miş ülkeleri yenip onlara egemen olduktan sonra, zenginliklerini haraç olarak alma ve bunun için de sürekli savaşma kararına var­ mıştır. Siyasal girişimlerinde savaş kapısını açık bırakacak tipte, dürüst olmayan anlaşmalar yapmasının gerekçesinde bu tip bir sömürme düşüncesi yatmaktadır. Kendi topraklarına kattığı yö­ relerden, açık artırma ile haraç toplamaya başlayan Roma, top­ raklarım genişlettikçe bu sistemi kökleştirmiştir. Öyleki Roma ta­ rihinde önemli görevler yapan bir çok komutan ve devlet adamı bu yolla büyük zenginlikler biriktirme olanağına kavuşmuştur. Hele savaş ödentileriyle başından yıkılmış olarak ele geçirilen ülkeler, vergi borçlarını ödiyebilmek için yüksek faizlerle borç almak zo­ runda kalınca, Romalı bankerler daha çok haksız kazanç elde et­ me yolunu buldular. Ancak üretim artışına dayanmayan bu tip sömürgecilik ister istemez Roma ekonomisini olumsuz yönde etki­ lemiştir. Sonunda yeni savaşlarla haraç alınacak yeni yöreler elde etme zorunda kalan Roma, doğal gelişimini zorlayan siyasal ey­ lemlere atıldı ki bu da ekonomik yıkıntıyı hızlandırmaktan başka bir sonuç vermedi.

261 Roma ekonomisinin, dolayısıyla sosyal yapısının, çıkmaza gir­ mesinde bu etkenlerin yanında toprak sorunları başta gelmekte­ dir. Roma’yı oluşturan özgür çiftçilerin yerini zamanla ve daha büyük oranda büyük tarım işletmesi sahiplerinin almasını sonuç­ landıran toprakların tek elde toplanması, sosyal çatışmaların baş­ lıca nedenidir. »Latifundia» adı verilen büyük çiftliklerin oluşma­ ya başlamasıyla birlikte küçük çiftçiler ve orta sınıf siyasal etkin­ liklerini yitirmeye başlamıştır. Bu çiftlikler, satın alma ya da ka­ mu topraklarını kiralama yoluyla kurulmaktaydı. Bağcılık, şarap­ çılık ve tahıl üretimiyle ilgilenen latifundiaların kurulabilmesi için yöneticilerin ister istemez zenginler ile işbirliği yapmaları, on­ lardan rüşvet alarak kamu toprakları üzerindeki haksız mülkiyet­ lerine göz yummaları sonucunu doğuruyordu. Öyleki senatus pa­ rayla satınalınabilen bir organ durumuna gelmişti. Senatusun bo­ zulmasından Roma’ya bağlı ülkelerin yerel yöneticileri bile alabil­ diğine yararlanma yolları bulmuşlardır. Küçük çiftçilerin savaşlara katılmaları zorunluydu. Savaş sı­ rasında geride toprağına bakacak kimse bırakamadığı için döndü­ ğü zaman çoğu kez toprağının ekilemez duruma geldiğini gören küçük çiftçiler, topraklarını satarak kentlere göçmek zorunda ka­ lıyorlardı. Küçük toprak sahiplerini bekleyen acı son proleterleş­ mekti. Roma, vatandaşlarından vergi almayı kaldırmıştı. Toprak­ larını yitirerek Roma’da toplanan büyük bir insan kalabalığına ayrıca parasız yiyecek dağıtılmaktaydı. Mülkiyeti olmayan, iş sa­ hası bulamıyan insanlar, devletin verdiği yiyecekle karınlarını do­ yuruyor, gaddarca düzenlenmiş gladyatör oyunlarını izleyerek bir anarşi unsuru olarak hazır bekliyorlardı. Öte yandan vatandaşla­ rından vergi almayan devlet, sömürgeleştirdiği yöreleri gönderdiği memurlar kanalıyla daha çok soyuyordu. Açık artırmalarla satı­ lan valiliklere giden ya da Roma’da oturarak yöneten memurlar, devlete ödediklerini fazlasıyla çıkarabilmek için halklara alabildi­ ğince baskı yapıyorlardı. Yalnız Roma kentinde değil, imparator­ luk alanına giren her yerde fakirlik gün geçtikçe geniş kitlelere yayılıyordu. Savaşlar ve korsanlık ise karın tokluğuna çalışan büyük bir köle gücünün elde edilmesini sağlamıştı. Roma latifundiaları köle emeğinin insafsız bir biçimde sömürülmesiyle işletilmekteydi. Es­ kiçağın hiçbir toplumunda köleler ve elde edilen yöre halklarının bu denli sömürüldüğüne rastlanmamıştır. Romalı bir ozanın da de­ diği gibi, insanları İliklerine dek sömürüye dayalı bir düzen ya­ ratılmıştı. Böyle bir ekonomik yapının bir takım sosyal patlamala­ ra yol açması doğaldır. Ekonomik düzen, kişiler arasındaki sosyal ilişkilerin İyice bo­

262 zulması ve sınıf çatışmalarının doğmasını sonuçlandırmıştır. Uy­ garlık Tarihi yazarlarından Sh. B. Clough’un da haklı olarak de­ ğindiği gibi; a. Mülkiyetleri elinden alınmış olan küçük toprak sahipleri latifundia sahiplerine karşı, b. Köleler, sahiplerine karşı, c. Fakir plebler, kenidlerimi sömüren nobilitasa karşı, d. Şövalye sınıfı, patricilere karşı kin duymakta ve sınıfları­ nın çatışmasına ortam aramaktaydılar.

Senatorlar devlet gücünü ellerinde tuttukları halde, ticaret oyunlarına katılarak zengin olma yolları kendilerine yasalarca ka­ patılmıştı. Bu da onların doğal olmayan yollardan servet topla­ malarına neden olmuştu. Zengin olamamanın huzursuzluğu için­ de bulunan komutan ve devlet memurları ise türlü kanun dışı yollar ya da baskılarla daha çok kazanç elde etme uğraşı içindey­ diler. Yani tüm sınıf ya da zümreler, daha çok sömürmek ya da sömürüden kurtulabilmek yolunda bir uğraş içindeydiler. Böylece yeni üretim teknikleri yaratamayan, düzenin dayana­ ğı orta sınıf çiftçilerin proleterleşmesini hazırlayan, gelir kaynak­ larını alabildiğine tüketen, üretimde kullandığı köle emeğini in­ sanlık dışı aşırı bir biçimde kullanan Roma’da reform çabaları ye­ terli sonuç vermeyince doğal olarak ayaklanmalarla karşılaşıl­ mıştır.

A) Reform Girişimleri:

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde patrici - pleb çatışmalarını siyasal düzeyde reformlarla uzlaştırma yoluna gidilebilmîşti. Ama şimdiki çelişkilerin boyutları sözü geçen dönemi aşmıştır. Üstelik uzlaşma girişimlerini yürütecek, ödün verecek bir sınıf yerine ki­ şisel çabalar öne geçmiş bulunmaktadır. Aslında bir siteyi yöne­ tecek kurumlar ile artık Roma devletinin işlerini yürütme olanağı kalmamıştı. Bu bakımdan bozulmayı önleyerek kurumlara eski güçlerini kazandırma biçiminde ortaya çıkan ilk reform çabaları sonuç sağlayacak nitelikte değildi. Roma’nmı en eski soylu ailelerinden gelen Tiberius ve Caius Ğracchus adlı iki kardeş orta sınıfların yok olmalarını önleyecek reformlar yapma çabasında bulundular. M.Ö. 134 te Tribunus seçi­ len Tiberius, orta sınıftan olanların topraklarını yitirerek proleter­ leşmesini önleyecek nitelikte bir toprak reformu önerdi. Zenginlerin karşı çıkmalarına karşın önerisini savunan Tiberius, halk smıfları-

263 mn tam desteğini sağlayarak bu tasayı yasalaştırmayı başardı. Se- natus, halkın karşısına doğrudan doğruya çıkmayı göze alamadığı İçin, yasayı onaylamakla birlikte uygulamasını engelleyecek mad­ deler eklemeyi de unutmadı. Bu engelleri kaldırmak için ertesi yıl Tiberius halk kurullarını topladığı sıradaysa saldırıya uğrayarak öldürüldü. Tiberius, bu girişimiyle toplum düzenini korumak, çok sayıda vatandaşı savaş hizmetinde kullanma olanağı yaratarak savaş politikasını sürdürme koşullarını geliştirmek amacındadır. Suikasta kurban giderek reformlarını sonuçlandıramamakla bir­ likte Tiberius’un yasasıyla bir miktar toprak dağıtılması sağ­ lanmıştır.

Tiberius’un başladığı işi kardeşi Caius M. Ö. 123 te tribunus seçilince yeniden ele aldı. Yoksullara toprak dağıtmayı kardeşi Ti­ berius gibi yaşamıyla ödemekle birlikte, yargı düzenini geliştir­ mek, zenginlerin devlet için buğday satın almalarını ve yeni toprak­ ların işletilmesini sağlamak, işsizlere iş bulmak, seçmen haklarını demokratik bir duruma sokmak gibi işlerde başarı gösterdi. Bu iki kardeş böylece sarsılmakta olan Roma düzenini reformlarla ya­ şatma çabalarını öldürülerek ödediler ama, onları ortadan kaldı­ ran güçler iç savaşları önleyemediler. (Bu iki kardeşin anısına Concorde Tapınağını yapan Roma nobilitası ise iki yüzlülükleri­ nin simgesini tarihe bırakmış oldular.) Ayaklanmalara geçmeden önce İtalya çapında gerçekleştirilen bir siyasal reforma daha de­ ğinmekle yetinmek yararlı olacaktır.

Roma’da vatandaşlık sorunu karışık bir iştir. Önceleri Roma sitesinde doğmuş olanların bir hakkıydı vatandaşlık. Patrlci- pleb mücadelesiyle vatandaşlığın sınırları genişletilmişti. Ancak siyasal haklarını kullanabilmek için kentte bulunmak zorunda ol­ duklarından vatandaşlar birtakım engeller ile karşılaşıyorlardı. Bu­ nun dışında ele geçirilmiş yöre halklarına yarı ya da deneme va­ tandaşlığı verildiği de olmaktaydı. Bunların hakları diğerlerine oranla kısıtlıydı. Orta ve güney İtalya Birliği kurulduğu sıralarda İtalyan halklarına vatandaşlık hakları bir oran içinde verildiği halde, daha sonra ele geçirilen Kuzey İtalya provanda biçimine getirilmişti. İtalyaniar için bir sorun olarak ortaya çıkan ve «Sosyal Savaş» (M.Ö. 90 - 89) diye adlandırılan ayaklanma bastı­ rıldı ama, askeri güce dayanan Sulla, isyanın temel, nedenini or­ tadan kaldırmak için tüm İtalyan doğumlulara vatandaşlık hak­ larını tanımakla da önemli bir reform gerçekleştirmiş oldu. Bu reform ile Roma, gerçekçi bir yol tutmuştur. Zorla sosyal ayaklan­ malar bastırılsa bile bir yenisi ortaya çıkabilir. İşte Sulla ayak­ lanmayı zorla bastırmayı başardığı halde reformla sosyal çatışma­ yı önleme yoluna gitmiştir. Gerçekçi bir lider olarak Sulla Sena-

264 tus’a da eski haklarını kazandırmak için girişimlerde bulunduysa da kendisinden sonra bu iş yarım kaldı. Daha sonra vatandaşlık, İtalya dışında, özgür doğmuş olanlara da birkaç yıl askerlik yap­ mak koşuluyla tanındı. (Tüm özgür doğanlara vatandaşlık hak­ larının verilmesi ise ancak M. S. 212de olacaktır). Roma’daki ekonomik ve sosyal bunalımın reformlarla aşılama­ ması üzerine bir takım ayaklanmalar ortaya çıkmıştır.

B) Ayaklanmıalar: Roma’daki ayaklanmaları, niteliklerine göre iki bölümde top­ lama olanağı vardır : Bir kesim ayaklanmalar doğrudan doğruya başkentten kaynaklanmış, bozukluğu ortadan kaldırabilmek için kente yığılmış olan işsizler potansiyelinden yararlanılarak ortaya çıkmıştır. Bunlarda bir hükümet darbesi özelliği vardır. Sözgelimi Marius Sulla orduya dayanarak iktidarı ele geçirmiş ve karşısında olan iktidar gruplarından yüzlerce kişiyi öldürtmüştür. İmpara­ torluk döneminde ise daha çok darbe ile karşılaşılmıştır ki bura­ da ele alınan bunalımla bunların doğrudan bir ilgileri yoktur. Bu ayaklanmaların tipik bir örneği Catilina olayıdır, İkinci tip ayak­ lanmalar ise sınıf çatışmasını daha iyi gösteren İtalya içinde ya da dışındaki kölelerin öncülük ettiği ayaklanmalardır. Kısaca «Cati­ lina Olayı »na değinildikten sonra köle ayaklanmaları üzerinde du­ rarak ekonomik ve sosyal bunalımın boyutları anlaşılabilir. Soylu sınıfından olmakla birlikte M.Ö. 63 te ayaklanan Cati- lina’yı, mücadele ettiği Çiçero’nun damgaladığı biçimde tarih ah­ lâksız bir cani olarak tanımaktadır. Romalı tarihçiler, hatta Kel­ len kökenli olanlar bile ona ilişkin haberlerde Catilina’yı aşağıla­ mışlardı. Daha sonraki tarihçilerin ise bu yargıyı eleştirmeksizin, gerçek olarak kabul etmeleri sonucu, bir canavar olarak karşımı­ za çıkar Catilina. Sosyal olaylara daha geniş açıdan yaklaşan dü­ şünürler ise, o günkü Roma ortamını değerlendirdikleri zaman Catilinaya değgin bilgilerin gerçekliğinden kuşku duymuşlardır. Çünkü o dönemin, belki de çağlar sonrasının, en büyük hatibi olan taşra kökenli toprak soylusu Çiçero’nun söz ve davranışlarıyla Catilina’yı aşağılamasına karşın düzenin sömürücü yanını savun­ ması haklı olarak birtakım kuşkuları akla getirmektedir. Çiçero, Catilina ayaklanmasına karşı senatusu tahrik ederken yaptığı ko­ nuşmada düşmanını, borçları silerek kutsal mülkiyete saldırmakla suçlamaktadır ki, bundan anlaşıldığı kadarıyla Catilina daha ön­ ceki toprak reformları gibi girişimlerde bulunmak istemişti. O, sosyal ve ekonomik bozukluklar sonucu oluşmuş bulunan fakir ve işsiz tabaka tarafından sevilen bir önder olarak ortaya çıkmıştır. İlk girişimleri ise ayaklanma hazırlığı niteliğinde değildir. Yasal

265 yollardan consul seçilip önderlik ettiği sınıfların dertlerine çözüm getirmek istemektedir. Bu yolu Çiçero’nun etkisiyle kendisine ka­ palı görünce ayaklanma yoluna sapmıştır. Bir bakıma Çiçero onu adım adım bu yola itmiştir. Ayaklanma başlamadan önce Çiçero’­ nun casusları ayaklanmayı ortaya çıkarmakla Roma’dan kaç­ ması için bir ortam da hazırlamışlardır. Bunun üzerine Catilina, kendisini tutan ve yazdığı bir mektupta tüm bozuklukların ve ah­ lâksızlıkların temelini aşın zenginlikte bulan Etruria’daki komu­ tan Manilius’un yanma gitti. Catilina ve Manilius üzerine gönde­ rilen senatusun ordusu, bu iki önderin kahramanca savaşarak öl­ dükleri bir çarpışmadan sonra da ayaklanmayı bastırmış oldu. Roma’yı sarsan Catilina ayaklanması kuşkusuz sosyal içeriği olan bir olaydı. Orta sınıfın proleterleşmesi sonucu ortaya çıkan bu girişim, kanla önlenmiş oldu. Sosyal içeriği daha belirgin olan ikinci grup ayaklanmalar ise köle smıfmca çıkarılmıştır. M. Ö. II. yy. başlarından beri Roma ekonomisinin gittikçe ço­ ğalan bir biçimde kullanmaya başladığı köle emeği, Romalı zen­ ginlerce aşırı olarak sömürüldüğünden, yaşam kaygısıyla ayaklan­ malar ortaya çıkmıştır. Roma’da yalnız ağır işlerde değil, ev, ze- naat v.b. alanlarda da çokça köle emeği kullanılmaktaydı. Öyleki savaş tutsakları, insan avlarıyla elde edilen büyük kalabalıklar kö­ leleştirilerek Romalı için tüm üretim dallarında çalıştırılmaktay­ dılar. Hellen ve Mısır kökenli bilgili, görgülü kişiler ise eğitici ola­ rak emeklerini Romalılara vermekteydiler. Çalışma koşullan alabildiğince bozuk olan bu sınıfın fırsat ve önder bulduğu an ayaklanması olağan bir olgudur. Köle ayaklanmalarının ilki M. Ö. 187 de Apulia’da ortaya çık­ tı. Bu ayaklanma çok kanlı ve çabuk bir biçimde bastırılarak 7000 kişi çarmıha gerildi. Roma’da toprağa bağlı olarak bunalımın art­ tığı ve reform girişimlerinin olduğu sıralardaysa Sicilya’da iki ayaklanma patlak verdi. Latifundialar biçiminde işletilen topraklardan oluşan Sicil­ ya’da köle sayısı çoktu. Buradaki birinci ayaklanma M. Ö. 134 te çıktı. Suriyeli ve MakedonyalI iki önderin buyruğunda birleşen 70.000 civarındaki köle kısa sürede adanın egemenliğini ele geçir­ diler. Çetin savaşlar sonunda, Romalıların üstün savaş gücüne ve açlığa yenilmekten kurtulamadılar. Önderleri savaşta öldürülen kölelerin 20.000’i çarmıha gerilerek cezalandırıldı (M. Ö. 132). Si­ cilya’da ortaya çıkan ikinci ayaklanma da (M. Ö. 104- 102) zorlu savaşlar sonunda önderlerinin öldürülmesiyle bastırüabildi. Köleleri de içeren bir başka önemli ayaklanma Anadolu’da or­ taya çıktı. Bergama kralı III. Attalos’un ülkesini Roma’ya bırak­ 266 masından sonra, bu belgenin düzmeceliğini ileri sürerek ölen kra- Im gayrimeşru oğlu Aristonikos Romalılara karşı başkaldırdı. (M. Ö. 132). Bu sıralarda Bergama’da demokratik bir yapı ger­ çekleşmek üzereydi. Aristonikos’un ayaklanma çağrısına bir çok şehir devleti de katıldı. Bu ayaklanmanın asıl sosyal yanı kendi­ lerine özgürlük verilen kölelerin de eyleme geçmeleridir. Aristoni­ kos, köleliğin olmadığı. Ortaçağlarda deyim olarak sözü edilen «Güneş Devleti» ni kurdu. Belgeler bu devletin özelliklerini tam açıklıkla anlamamıza yeterli değildir. Roma’ya karşı bir halk ayak­ lanması niteliği taşıyan bu olay, Roma ordusunca güçlükle bastı- rılabildi. Anadolu’da provincia düzeninin kurulması bu bakımdan birkaç yıl gecikmiş oldu. Köle ayaklanmaları içinde tarihçi ve düşünürlerce üzerinde en çok durulanı kuşkusuz Spartacus ayaklanmasıdır. Güçlü köleler seçilerek sirklerde döğüştürülmek üzere yetiştirilirlerdi. Gladyatör adı verilen bu döğüşçüler gösteri için sirke çıkarıldıklarında birin­ den biri ölünceye dek gösteriyi sürdürmek zorundaydılar. Sosyal bozukluğun göstergesi durumuna gelmiş olan bu vahşi gösteri, kente yığılmış olan işsiz güçsüzlerin zevkle izledikleri bir eğlence idi. Köleler insan dışı ya da ikinci derece yaratıklar olarak tanım­ lanıp, kitleler de bu yönden eğitildikleri için bu insanlık dışı göste­ ri insan düşüncesine aykırı gelmemekte idî. Böylece bozuk düzen kendi çelişkilerini gizlemek için kitleleri coşturan bir yol bulmuştu. İşte M. Ö. 73 - 71 yılları arasında ortaya çıkan ayaklanmanın ön­ deri Spartacus bir gladyatördü. Trakya’lı göçebe bir aileden gelen Spartacus’un yaşamına değin bilgiler çok azdır. Önce köle olarak geldiği Roma’dan kaçarak kiralık asker olmuş, sonra da bir kasa­ badaki gladyatör okuluna satılmıştı. Yetmiş arkadaşıyla birlikte gladyatör okulundan kaçmayı başaran Spartacus, kısa zamanda kendisine katılanlarla kalabalık bîr grup meydana getirdi. Ken­ disine karşı gönderilen küçük birliklerden elde ettiği araç ve ge­ reçlerle arkadaşlarını bir ordu gibi düzenledi. Spartacus, ününün yayıldığı sıralarda İtalya’daki köleleri kurtuluş yoluna çağırdı. Kölelerden başka tüm ezilenler onun buyruğuna koştular. Akdeniz uygarlık alanının türlü yerlerinden derlenerek İtalya’ya toplanmış olan bir çok ırktan kişi onun or­ dusunda yer aldı. Gerçek bir halk ayaklanması olmakla birlikte aralarında düşünce ve kültür farklarının fazlalığı nedeniyle Spar­ tacus istediği düzenlemeyi sağlamakta zorluk çekmekteydi. İste­ mediği halde geçtikleri alanların yakılıp yıkılmasını önleyemiyor- dü. Savaşlardan sonra yağmaları engellemekte güçlüklere uğru­ yordu. Önceleri ayaklanmayı küçümseyen Romalılar bunu bastır­ makta zorluk çektikçe korkmaya başladılar. Spartacus Roma or­ dularını peşpeşe yendi. Gerçekten iyi bir komutan, ileriyi gören

267 bir örgütleyici, akıllı bîr plancı olan Spartacus’un bu eylemi üze­ rinde o zamandan günümüze dek çokça durulmuş ve ortaya koy­ duğu örnekten yararlanılma yolları araştırılmıştır. Burada onun yaptığı tüm savaşları ayrıntılı olarak anlatmanın gereği yok. Ka­ zandığı savaşlarda ele geçirdiği yörelerde siyasal örgütler yaptığı sırada Roma’nın başarılı komutanlarından Crassus komutasında gönderilen orduya yenilmekten kurtulamıyan Spartacus’un ayak­ lanması da böylece M.Ö. 71 de son buldu. Bu gladyatörler (ki Ro- malılarca aşağılık bir sınıf olarak görülüyorlardı.) Roma’nın en güçlü döneminde yıllarca en güçlü ordularını yenerek onu aşağı bir duruma düşürmüştü. Romalı tarihçiler, Spartacus ayaklanma­ sında düştükleri durumu, aşağılık kölelere yenilmelerini acıklı ve utanç verici bir durum olarak değerlendirirler. Ayaklanma,nın bas­ tırılmasında da Roma’nın gaddarlığı en açık biçimde kendiin gös­ terdi : Crassus yakaladığı kölelerin tümünü çarmıha gerdirerek öldürttüğü halde, Spartacus’un elindeki üçbîn tutsaktan bir teki bile öldürülmemiştir. Kimin barbar, kimin aşağılık yaradılışlı ol­ duğunu kanıtlar gibi bu tutsaklar, ayaklanma son bulduğunda Roma’ya döndüler. Roma tarihi boyunca ortaya çıkan tüm ayaklanmalar üzerin­ de durmak yerine tipik örneklerle ekonomik ve sosyal bunalırmn sınırlarının belirtilmeye çalışıldığı bu bölümde, artık Roma’nın bir çöküntü içinde yuvarlandığı sonucunu çıkarabiliriz. Şimdi konu edinilecek olan siyasal olaylar sonunda görüleceği gibi Roma, mo- narşik bir devlet niteliğine dönüşmek zorunluluğunda kalmıştır.

3.3.2. BUNALIMIN SİYASAL BOYUTLARI Roma’nın M.Ö. II. yy. dan sonraki siyasal yaşamında rol oy­ nayan güçler üç grup ya da bugünkü deyimiyle parti olarak kar­ şımıza çıkmaktadır : toprak sahibi ve idari oligarşirün şimdiye dek sürdürücüsü memurları içeren «soylular)) bir parti durumun­ dadırlar. Banker, maliyeci gibi iş adamlarından (ki bunlar zengin­ liğe göre yapılan ilk reform uygulamasında orduya atlı olarak ka­ tılan sınıf idi) oluşan «şövalye sınıfi)) çıkarlarına göre ikinci bir partiyi oluşturmuşlardı. Diğer grup ve sınıflar ise «Halk Partisi» içinde siyasal eylemde bulunmaktadırlar. Siyasal çatışmalarda ağırlık kazanan parti, kendi çıkarlarını baltalayanları yoketmek- ten sakınmıyordu. İç ve dış politika iktidar gücünü elde eden par­ tinin dayandığı sınıfların çıkarlarına göre biçim kazanmaktaydı. Devletin işlevinin bilimsel anlamda en güzel belirdiği tarihsel ör­ nekleme Roma’nın bu döneminde izlenebilir. M.Ö. II. yy. m sonlarına doğru, genellikle «şövalye »partisinin desteklediği, savaşlar sürüp gidiyordu. Zenginler, gelirlerini artır­

268 mada borçlu oldukları savaş politikasını her olanaktan yararlana­ rak sürdürüyorlardı. Bu sıralarda Afrika’da çıkan bir sorun ve bu­ na bağlı olarak savaş, siyasal bunalımın yoğun bir biçimde belir­ mesine neden oldu. Afrika’daki Numidia kralı Jugurtha kendi top­ raklarında Roma’İl tüccarları öldürünce, senatusun engellemesi­ ne karşın şövalye partisi, savaşa bağlı çıkarlarını sürdürebilmek için, halk partisini de, toprak dağıtımı olanaklarının doğarak taraftarlarına vereceği görüşüyle, yanına alarak savaş kararı ve­ rilmesini sağladı. (M.Ö. 112). Soylular böylece devlet yönetimin­ deki etkinliklerini diğer partilere kaptırmış oldular. Şövalye partisi Marius adlı birini senatusa karşın consullük görevine getirerek Afrika ordusu komutanlığına atamayı başar­ dı. (M.Ö. 108). Marius vergi vermeyen vatandaşlardan, yani fakir kesimden bir ordu oluşturdu. Bundan böyle ordu Romalı yurttaş­ ların yurt görevi yaptıkları birlikler olmaktan çıkıp komutanla­ rın hizmetinde, yağmacılık peşinde koşan, düzene değil kişilere bağlı ücretli bir meslek sınıfı biçimine girdi. Roma’nın siyasal de­ ğişiminin en önemli yapısı’ bu noktada saklıdır. Kendilerine bağlı ordularla savaşlarda başarı gösteren komutanları, Roma’ya dö­ nünce iktidarı ele geçirerek bundan sonraki siyasal biçimlenmeyi yönlendirmieye başladılar. Dünya tarihi yazarı Wels’in deyişiyle Roma artık «komutanlar cumhuriyeti» dönemine girmiştir. Marius, Numidia krallığım yendikten sonra Germen boyları­ nın saldırılarını önlemekle görevlendirildi. Romalıların «barbar» dedikleri boylar karşılarına çıkan bir Roma ordusunu yendikten sonra İtalya’yı sıkıştırmaya başlamışlardı. Marius Töton’ları ye­ nilgiye uğratarak İtalya’yı bu sıkışık durumdan kurtardı. (M.Ö. 102). Roma’ya bir kurtarıcı olarak dönen Marius Sicilya’daki kö­ le ayaklanmalarının simgelediği karışıklıklar ve birtakım yöreler­ de senatusa karşın toprak dağıtımı kararlarının alındığı sıralar­ da, usulsüz olarak altıncı kez consul olarak seçildi. Parti kavgala­ rını terörle bastırma yoluna giden Marius, halk partisine dayana­ rak soyluları öldürmeye başlayınca şövalyeler soylularla. birleşme yolunu tuttular. İktidarı elde ettilerse de bunalımı önleyemediler. Bu kez bir yandan İtalya’da ayaklanmalar başlamışken, bir yandan da Pontos kralı V. Mitridates Anadolu’dan Hellasa dek uzanan bir ayaklanmayı sürdürmekteydi. Marius kuzey İtalya’ya, Sulla da Mitridates’e karşı görevlendirildiler. İtalya sorununu çö­ zen Marius zafer kazanmış olarak Roma’ya döndü ve halk partisi­ ne dayanarak iktidarı elde ettikten sonra soyluları kılıçtan geçir­ meye başladı. (M.Ö. 87). Soysuzlaşan soylu sınıflarının oligraşisi- ni zor durumda bırakan Marius’un Latin kültürünü geliştirme ve toprak reformu girişimleri, Sulla’nın zafer kazandıktan sonra,

269 özellikle Hellas’ı yağmalayıp büyük zenginliklerle Roma’ya gire­ rek soylulara dayanıp iktidarı ele geçirmesiyle sonuçsuz kaldı. (M.Ö. 85). Bu kez kendisini diktatör seçtirmeyi başaran Sulla kar­ şısındakiler! öldürtmeye başladı. Sulla, yeniden soylu sınıfına daya­ nan birtakım düzenlemeler içine girmişti ama Senatusca tam des­ teklenmediği için görevden çekildi. (M.Ö. 79). Sulla’nm görevden çekilmesinden sonra iç savaş Spartacus ayaklanmasıyla Mitridates’in yeni girişimleriyle de siyasal buna­ lım doruk noktasına ulaşmıştı. Bunların yanında kamuoyuna yan­ sıyan yolsuzluk olaylarıyla tam «rezalet» ortamına düşmüş olan bir Roma ile karşılaşılmaktadır. Akdenizde türeyen korsanların İtal­ ya’ya gelen gıda maddelerini engelleyecek bir güce ulaşmalarıyla artık Roma açlık sorunuyla da karşılaşmıştır. Roma tarihinin en bunalımlı bu döneminde memurluklara seçilebilmek için de demo- goji rol oynamaktadır. Halk meclisleri, senatusa karşın CrassuB ve Pompeius’u consul seçtiler. (M.Ö. 70). Sulla’nın senatusa kazan­ dırdığı etkinlik böylece yetirilmiş oluyordu. İktidar gücü de giderek tek kişinin elinde toplanmaya başla­ maktadır. Şövalye partisinin desteğiyle Akdeniz komutanlığı tek başına Pompeius’a verildi. Pompelus Mitridates’i kesin yenilgiye uğrattı. Seleukos’ları yenerek Suriye provinciasını kurdu. (M. Ö. 64). Korsanları yendi, devlet gelirlerini yükseltmeyi başardı. Ge­ lirlerin yükseltilmesinde kuşkusuz consul seçilmiş olan Çiçero’- nun önlemelerinin de katkısı vardır. Cumhuriyetin savunucusu Çîçero’ya karşın Pompeius monarşiyi kuracak güce ulaşmıştı. An­ cak sözü edilen üç partinin yeni önderleri ortaya çıkmıştı ve bu yeni önderler çatışma yerine anlaşmayla iktidarı elde tutmayı ye­ rinde gördüler. Halkçı partinin başı Sezar (Caesar), şövalyelerin önderi Cras- sus ve ordusuna dayanan Pempeius aralarında yaptıkları gizli bir anlaşma ile üçlü bir yönetim oluşturarak iktidarı paylaştılar. (M.Ö. 60). Böylece ortaya yeni bir yönetim biçimi çıkmış oldu ki buna, ((Birinci Triumıvira» denir. Triumvirler ilk iş olarak içine düşülmüş olan maddî sıkıntıları giderebilmenin yollarını ararlar­ ken Mısır’ı ele geçirmeyi gerekli görmekteydiler. Kıbrıs adasından başka dışarda toprağı kalmamış olan Mısır’da taht kavgası nede­ niyle ortaya çıkan durumdan Roma yararlandı. Aslında büyük rüşvetlerle gelen kral adayı, Kıbrıs’ı Romalılara vererek onların koruyuculuğunu sağladı. Öyleki Sezar büyük bir para karşılığı Mı­ sır’ı ele geçirme kararından caymıştı. Öte yandan triumvirler ül­ keyi kendi aralarında böldüler : Sezar Galya’nın, Crassus Suriye’­ nin, Pompeius da İspanya’nın yönetimini ele aldılar. Cumhuriye­ tin yıkılmakta olduğunu Romalılar görmekteydiler. Düzenin sa­ 270 vunucusu Çiçero bile yazdığı eserlerinde parlamenter monarşiyi savunmaya başlamıştı. Şimdi üç önderin yönetiminde bulunan Roma, kısa zamanda tek kişi yönetimine doğru bir değişim göstermektedir, pompeius kendisine düşen bölgeyi adamları kanalıyla yöneterek Roma’da kalırken, diğer iki triumvir kendi yönetim bölgelerine gittiler. An­ cak Sezar Galya’ya gitmeden önce bir takım yasa önerilerinde bu­ lundu ; Campaniadaki toprakların paylaşılması, senatus tutanakla­ rının yayınlanması ve yolsuzlukların sert bir biçimde cezalandırıl­ ması. Senatus’un kontrolünü ve imparatorluk kurumlarının ku­ rulmasını sağlayacak olan bu önerilere senatus karşı çıkmıştır. Ancak Sezar, doğal bir gelişim olarak eski kurumlarla devletin yö- netilemiyeceğini sezmiş bulunmaktadır. Germenlerle Akdeniz uygarlığı alanı arasında yaşamakta olan Keltlerin kültür oluşumları, bu konumlarıyla paralel bir yapıday­ dı. Roma’lıların Gal dedikleri bu boyların ülkesi Galya, bugünkü Fransa, Belçika, İsviçre yörelerini. Ren ırmağı kıyılarına dek içer­ mektedir. Güney kesiminde ise Roma daha önceleri bir provincia kurmuş idi. Germenlerin saldırılarına karşı onları koruma perdesi altında Galyalı aristokratlarla birleşen Sezar’a karşı kısa sürede bir ayaklanma başgösterdiyse de kanlı bir savaştan sonra yüzbin- lerce Galyalıyı öldüren Sezar, ülkeyi tümüyle ele geçirmeyi başar­ dı. (M.Ö. 50). Böylece Roma’nın genişlemesi kara Avrupasında çok önemli boyutlara ulaşmış oldu. Bu başarıyla Sezar komutan olarak güçlenirken Suriye’nin yönetimine giden Crassus Partlarla yaptığı savaşta yenilmekten ve ölmekten kurtulamadı. (M.Ö. 53). Roma’nm Asya’daki genişlemesi ve Avrupa’daki etkinlik alanı bu olaylarla çizilmiş oldu. Öte yandan triumvira yönetiminin Roma’- daki önderi Pompeius tek consul seçilerek, güçlenen Sezar’a karşı soylularca desteklenmekteydi. Sezar’ı geri çağırma kararında olan senatus onun güçlü bir ordu ile geldiğim gördü. Şimdi Sezar, Gal- yanın yönetimi elinde kalmak üzere iktidara tıpkı Pompeius gibi katılmak istemektedir. Senatus’un normal düzene dönülmesi isteği­ ni geri çeviren Sezar, harekete geçti. Pompeius’u yenerek Mısır’a kaçmasını sağladı. (M.Ö. 48). Pompeius’u izleyen Sezar İskende­ riye kentine yerleşti. Pompeius öldürülmüştü. Böylece Triumvira sona erdi. Sulla’nın gensinden olan Sezar, Julius ailesindendir. İskende­ riye’de kraliçe Kleopatra ile evlennaesi sonucu bir çocuğu olmuş­ tur. Roma ile Mısır’ı birleştirerek bir monarşiye yönelmiş bulun­ maktadır. Mısır’da kendisini Amon’un oğlu olarak sunan Sezar, İskender imparatorluğunu yeni bir biçimde canlandırmak iste­ mektedir. Bunun için de artık işlevini yerine getirmekten uzaklaş­ 271 mış olan cumhuriyet kurumlanm yeni biçime sokmak gerekmek­ tedir. Sezar öncelikle birtakım sosyal reformları gerçekleştirmeyi zorunlu gördü. Büyük toprak sahiplerinin elinden aldıklarını top­ raksız proleterlere dağıtarak bir orta sınıf oluşturdu. Böylece Ro- ma’nın önemli bir sorunu olan işsizliği de önlemiş oluyordu. Küçük burjuva sınıfı için önemli olan gecikmiş faizlerin affı ile vergi ada­ letini sağlayacak önlemler getirmesi orta sınıfın yaşatılmasını amaçlamaktadır. Soylular sınıfının tüm gücünü kıramıyacağını anladığı için senatusu yeni üyelerle doldurarak bir imparatorluk danışma meclisi düzeyine getiren Sezar, Roma’yı bu imparatorlu­ ğun başkenti olarak belirgenleştirmiştir. Devlet hizmetleri İtalik­ lerin değil tüm ülke halklarının katıldığı görevler durumuna ge­ tirilmiştir. Roma ülkeyi sömüren bir site değil, yöneticilerin top­ landığı merkez durumunda düşünülmektedir. Devletin nüvesini oluşturan İtalyan proleterlerini koloni kurmak için dört bir yana gönderen Sezar, gerçi onların doğu ülkelerinde erimelerini önleye­ medi ama, Avrupada Latin kökenli bir kültürün gelişmesini sağ­ ladı. Tıpkı İskender döneminde doğuda Hellen kentlerinin kurul­ ması örneğinde olduğu gibi bir yol tutulmuş olmaktadır. Monarşi kurumlarının örgütlenmesiyle birlikte bu gelişme oluşumunu ta­ mamlayacak bir süreç geçirmekteyken. Roma oligarşisi kişisel çı­ karlarının tümden yitirileceğini farkedince Sezar’a karşı bir komp­ lo düzenledi. Kendi yetiştirmesi, kişisel çıkarcı Brutus’un da katıl­ dığı komplocular Sezar’ı hançerle öldürdüler. (M.Ö. 44).

Sezar’ın öldürülmesiyle Roma bunalımdan kurtulma şansını bir süre daha yitirmiş gözükmektedir. Kleopatra Sezar’dan olan oğlunu alarak Mısır’a döndü. Çiçero senatus’a genel af ilân etti­ rerek cumhuriyeti yaşatmaya, normal düzene dönülmesine çalış­ tı. Cumhuriyetçiler düzeni yaşatma olanaklarını bir daha bulacak durumda değillerdi. Çünkü geniş kitleler cumhuriyetten bir özgür­ lük rejimi değil, bir baskı yönetimi anlamı çıkarmaktaydılar. Se­ natörler sınıfının baskısıyla zengin bir zümreye hizmet eden öz­ gürlük artık kitlelerin ilgisini çekmemektedir. Sezar halka gerçek anlamda özgürlük getirmişti. Bu siyasal bir anlam taşımamakla birlikte ekonomik temeli olan, toprak sahibi olmayı sağlayan bir özgürlüktü, bir barıştı. Oysa oligarşik düzen bunları kısıtlayan bîr baskı yönetiminden başka şey vermiyordu. Bu bakımdan Sezar’ın ölümünden hemen sonra iç savaş yeniden patladı. Sezar’ın öldü­ rülmesi cumhuriyeti kurtaramadı.

Önceleri korkuya kapılarak gizlenen consul Antonius, komp­ locu cumhuriyetçilerin plansızlığından yararlanarak öne geçti. Sezar için düzenlenen cenaze töreninde onun vasiyetini açıklaya­ rak kitleleri Sezar düşüncesi çevresinde birleştirmeyi başardı.

272 (M.Ö. 41 de ise Sezer doğu geleneklerine uygun olarak tanrılaştırıl- mıştır.) Cumhuriyeti yaşatma çabası içinde olan Çiçero Sezar’ın genç yaştaki manevi oğlu Octavianus, Antonius ve şövalyelerin önderi komutan Lepidus arasında ortaklaşa bir iktidarın kurul­ masını önleyemedi. Üç önder «İkinci Triumvira» adıyla anılan yö­ netimi kurarak amansız bîr biçimde cumhuriyetçilere saldırmaya başladılar. Zengin sınıf aşırı bir düzeyde vergilendirildi, binlerce soylu ve şövalye öldürüldü. Üç önder ülkeyi yeniden yönetim böl­ gelerine göre paylaştılar : Lepidus Afrika’yı, Antonius Doğu’yu alırlarken, Octavianus Roma ve Batı’nın yönetimini üstlendi. Bu arada Sezar’ı öldürenler Doğu’yu ele geçirmişlerdi. Antonius on­ ları yenmeyi başardı. (M.Ö. 42), Antonius doğuda bir doğu monarkı gibi yaşamaya başlamış­ tı. Kleopatra ülkesini yaşatabilmek için onunla yeni bir yaşama girmişti. Mısır’da gerçekleştirilen ekonomik reformlarla yeni bir canlılık kazandırılmıştı ülkeye. Bundan yararlanarak bir Helle- nistik kral gibi davranmaya başlayan Antonius’a karşı Roma ön­ lemler almakta gecikmedi. Partları Antonius’a karşı kışkırtan Oc- tavianus’un buyruğundaki senatus, böylece denge kurmaya çalış­ tı. Antonius Partlara karşı koyarken Roma doğu sorununu çöz­ mek için Kudüs, Pontus, Kilikya, Kapadokia da yeni krallıklar canlandırdı. Sezar’ın oğlu da Mısır kralı olarak tanındı. Böylece Roma, parçalayarak egemenliğini yürütme politikasını uyguluyor­ du. Antonius ise buna karşın güçlenmekte ve Eğede egemenliği ele geçirmek istemekteydi. Bu sırada Lepidus’u uzaklaştıran Octa­ vianus batıda tek egemen olarak kalmıştı. Doğuda Antonius bir kültür rönesansı içinde İskender imparatorluğunu canlandırmak için Partalara saldırdıysa da başarılı olamadı. Kleopatra’nın An­ tonius’a dayanarak canlandırdığı doğu sentezi batı ile bu kez Ac- tium’da karşılaştı. Deniz üstünlüğünü sağlayan Octavianus sava^ şı kazandı. (M.Ö. 31). Kaçan Antonius ile Kleopatra’yı izleyen Oc­ tavianus İskenderiye’ye girdi. Mısır’ı Roma topraklarına kattı. (M.Ö. 30). Bu gelişme yalnız bir doğu Hellenistik krallığının ele geçiril­ mesi değildir. Roma’daki bunalımın son bulmasıdır da bir bakıma. Roma kurtulmuştur. Ancak artık eski Roma yoktur. Egemen ol­ duğu ülkelerin yönetimini sağlayacak kutsal ve dokunulmaz kişi­ liği olan bir kişinin iktidar gücüne dayalı yeni bir devlet anlayışı­ nı koyan yeni bir Roma ile karşı karşıyayız şimdi. Özetle denilebilir ki Roma, içine girdiği ekonomik ve sosyal bunalımın doğal sonucu olarak siyasal yaşamında bir nitelik de­ ğişimini gerçekleştirmiş bulunmaktadır artık.

273 4. İMPARATORLUK DÖNEMİ

Octavianus’un Actium savaşını kazanmasından sonra başla­ yıp M.S. 476 da Roma kentinin barbarların eline düşmesine dek süren dönem, devleti yöneten tek kişinin «imparator» ünvanı ta­ şımasına dayanılarak, «Roma İmparatorluğu» biçiminde adlandı­ rılır. İlk önceleri «İmparator» kavramı Roma’da askerî bir anlam taşımaktaydı. Cumhuriyet döneminde, zafer kazanan komutana imperator ünvanı veriliyordu ve bu ünvan Roma’ya dönüp «zafer töreni» düzenleninceye de kullanılıyordu. Komutanların devlet içinde artan gücüyle oranlı olarak imperator kavramının içeriğide değişmeye başlamıştır. Askeri «imperium» yetkisini taşıyan her gö­ revliye imperator deniliyordu. M.Ö. 45 te Sezar yaşamı boyu sür­ mek üzere bu sanı aldı. Roma’da tek kişi yönetiminin kurulmasıy­ la birlikte Octavianus’un ünvanlarının başında «imperator» söz­ cüğü kullanıldı. Bir ara Roma’lı yöneticilerin bu ünvanı kullan­ madıkları göze çarparsa da kısa süre sonra yeniden kullanılmaya başlandı. Böylece tüm dünya dillerinde, bir yönetim biçimini karşılayan kavram olarak yerleşti. Roma imparatorunun gücü kuşkusuz sadece tek bir kavrama dayanmaz. İmparatorun dayandığı ysısal gücü anlayabilmek için Etrüsk’Ierden Romalılara geçen «imperium» kavramının da ka­ zandığı yeni içeriye bakmak gerekir. Doğu monarklarında yönetici gücünü tanrısal kökenden almaktaydı. Roma’da ise bilinen en es­ ki dönemlerden beri tanrısal bir güç söz konusu değildir. Bunun yerine «imperium» denilen «kamu gücü» vardı. İmperium öncele­ ri yöneticinin genel yetkisiydi. Siyasal bir anlamı vardı. Krallık dö­ neminde bu güç askeri nitelik taşımaktaydı. Krallığın ortadan kal­ dırılmasıyla birlikte imperium altı aylık sürelerde seçilen diktatö­ re, gerektiğinde, verilmeye başlandı. Cumhururiyetin ileri yılların­ da bu güç, consul ve praetorlara da verilmeye başlandı. Daha son­ ra proconsul ve propraetorlara da imperium sanı verildi. İmpara­ torluk döneminde ise imparator bu görevlilerin elindeki imperium gücünün bazen birini, bazen ikisini birden elinde tutmakla birlik­ te «kamu gücü» yasal olarak kendi kişiliğinde toplanmış oluyor­ du. Demek ki yetkisiin kamudan alan cumhuriyet döneminin se­ çilen memurları böylece yönetim güçlerini tek kişiye vermiş ya da tek kişi bu gücü elinde toplamış olmaktadır. Bu oluşumun tarih-

274 sel sürecine geçmeden önce «magistratus» denilen devlet görevli­ lerinin de niteliğine kısaca değinmek yararlı olacaktır. Cumhuriytin oluşumundan söz ederken değinildiği gibi Ro­ ma devleti genellikle bir yıllık süre için seçilen görevlilerce (ma- gistratus) yönetilmekteydi. Krallık döneminde, patrici sınıfından gelen pek az sayıda devlet görevlisine rastlanmaktadır. Cumhuri­ yetle birlikte sayıları artan magistratuslar, patrici-pleb mücadelesi sırasında ya doğrudan patrici (diktatör, consul, praetor vb.) ve pleblere (tribunus gibi) değgin ayrı ya da her ikisinden de seçili- nebilen görevliler durumundaydılar. Devlet görevlilerini Roma’- daki iki meclis seçerdi. Seçilebilmek için de birtakım sınırlamalar getirilmişti. Sözgelimi yüksek makamlara seçilebilmek için daha alt makamlarda görev yapmış olmak, birtakım yaş sınırlamaları gibi. Dikkat edilirse seçilen bu görevlilerin bugünkü anlamda dev­ let memuru olmadıkları görülür. Bunlar yasama, yargı ve yürüt­ me erkini tümüyle ellerinde tutan güçler olarak karşımıza çık­ maktadırlar. Roma’ya özgü cumhuriyetin dayanağı «magistra- tus» lardı. Tek kişi yönetiminin gerçekleşebilmesi için dağınık olan yetkilerin bir elde toplanması ve magistratusların güçlerinin kırılması gereklidir. İlk kez Sezar bu yola giderek magistratuslu- ğu yalnız bir şeref ünvanı ve kendilerini de yürütme gücünün uy­ gulayıcısı durumuna getirdi. Bu bakımdan Sezar’dan önceki ko­ mutanların diktatörlüğüyle onun arasında yönetimde bir nitelik değişimi görülmektedir. Sezar’m girişimiyle cumhuriyet nitel ola­ rak değiştirilmek istenmiştir. Sezar’m öldürülmesiyle bu iş yarım kaldı. Octavianus, magistratuslukları yeniden kurdu. Ancak yet­ kilerini kıstığı ve aylıklı olarak atadığı yeni memurlara yetkiler verdiği için, biçim olarak yaşamalarına karşın işlevlerini yitiren magistratusluklar cumhuriyet dönemindeki kurumlar olmaktan çıktılar. 235 de ise imparator magistratusları kendi seçmeye baş­ ladı. Böylece yalnız adları kalmış olan bu görevliler önce nitelik­ lerini yitirmişken, bu kez nicel olarak da değişime uğramış ol­ dular. Roma imparatorluk düzeni bir anda kurulmuş değildir. An­ tik çağın sosyo - ekonomik yapısının değişmesiyle birlikte impara­ torlukta sürekli değişimlere uğramış ve sonunda boş bir san du­ rumuna düşen imparator barbarlarca ortadan kaldırılmıştır.

4.1. TEK KİŞİ YÖNETİMİNİN KURULMASI Roma’nın tek kişi yönetimine girişi hemen olmamıştır. Önce­ leri imparator ile senatusun uzlaşma sonucu ortaya koydukları bir düzen belirmiş, sonra yetkiler imparatorun elinde toplanmış­ tır. Roma’da krallığa karşı, eski krallık geleneğinden kalma duy­

275 gular ve Romalıların boyunduruğuna girmiş olan krallıkların kü­ çümsenmesi yüzünden halk arasında tepki görülmesine karşın Se- ’zar yeniden krallığı kurmak istemişti. Aslında halk ve yönetim bi­ rimleri tek kişi yönetimine girmeye hazırdı. Bu gerçeği Sezar gör­ müştü. Siyasal ortamı ve karşısındakiler! yeterince değerlendire­ meyen Sezar başarısızlığa uğradı ve yanılgısını yaşamıyla ödedi. Octavianus ise düzeni fazla zorlamadan, hazır olan ortamı değer­ lendirerek kendi yönetimini kurdu. Octavianus Actium savaşını kazandıktan sonra, Triumviraya tanınmış olan yetkilerin tek sahibi olarak kaldı. Devleti örgütlen­ dirme işine girişti: Zayıflayan senatusu yeniden oluşturdu, dev­ lete olan borçları affetti. Cumhuriyeti eski kurumlarıyla kuraca­ ğını bildirerek iktidardan çekildi. Bunun üzerine senatus Octavia- nus’u yeniden göreve çağırarak kendisine kutsal anlamı olan «Augustus» ünvanıyla «tribunus» luk, «proconsullük», «dinsel başkanlık», «barış yapma ve savaş açma», «aday gösterme», «site­ yi verme ve sömürge kurma hakkı» gibi tüm devlet güçlerini, önce on yıl için, sonra da ömür boyu olmak üzere verdi. (M.Ö. 27). Böylece «Roma İmparatorluğu» ortaya çıkmış oldu. Octavianus yetkilerini gösteren ünvanlarla anılmaya başladı: «İmperator», «sezar» (Sezar’m yeğeni ve oğulluğu olduğundan) ve «augustus». Augustus Octavianus imperiumu (kamu gücü) «princeps» olarak elde etmiştir. Herhangi bir magistratusun elindeki yetkiyi ya da tepki gösterilecek bir krallığı geri itmekle birlikte gerçek­ ten iktidar sahibi olmuştur. (Princeps birinci, en yüksek anlamı­ na gelen bir sözcüktür ve prens sözcüğünün kökenidir). Tarihçi­ ler, Augustus’un taşıdığı bu ada dayalı olarak gerçekleşen yeni düzene «principatus» derler. İmparatorluğun ilk aşaması princa- patus dönemidir. Bu dönemde imparator Augustus ile senatus iktidar gücünü paylaşmış gibi görülmektedirler. Senatus silâhsızlandırılmış yöre­ lerin yönetiminde söz sahibidir. Diğer iki meclisin elindeki yetki­ ler de, aslında sözde kalmış olmalarına karşın yine de senatusa aktarıldı. Senatus ise eskiden olduğu gibi devlet görevlerinde bu­ lunmuş kişilerden değil imparatorca, zengin kişiler arasından se­ çilenlerden oluşturulmuştu. Bu biçimiyle senatus basit bir soylu­ lar meclisinden başka bir şey değildir. Cumhuriyet dönemindeki senatus niteliğini yitirmiştir. Ne halkı, ne de Roma’yı temsil et­ meyen, yalnız zenginlerin bekçisi durumuna getirilen senatus te­ melde imparatorla çalışamayacak denli onun etkisine sokulmuş­ tur. Augustus, iç savaşların yeniden başlamasını önlemek ve ku­ rulan barış düzenini yaşatabilmek için bir takım düzenlemeler

276 yapmıştır. Tüm bu düzenlemeler temelde kendi yönetimini güç­ lendirecek işlerdir. Hükümeti, orduyu, toplumu ve giderek sosyal ve dinsel yapıyı yeni bir niteliğe kavuşturmuştur. Hükümette ken­ dine bağlı memurluklar kurmuş, sınırları bekleyen orduyu güç­ lendirmiş, ahlâk bozukluklarıını gidermek için eski dini canlan­ dırmış, malî önlemler almış olan Augustus halkı gelirlerine göre yeniden sınıflandırmıştır. Yeni düzenlemede köle sınıfının dışındaki tüm insanlar iki ana sınıfa ayrümaktadır : 1. Yurttaşlık hakkı olanlar. 2. Özgür olmakla birlikte yurttaşlık hakkı olmayanlar (peregrinus’lar). Bu iki sınıf da kendi içinde hiyerarşik bölünmeye uğramıştır. Yurttaşlık hakkı olanlar kendi aralarında gelirlerine göre hi­ yerarşik bir düzenle üçe ayrıldı : 1°. «Senatör ve aileleri sınıfı, bir milyon sesters geliri olanlardan oluşmaktadır. Bu sınıf yeni bir soylular sınıfı olarak Batı Ortaçağında yaşamıştır. Bağlı yörele­ rin yöneticisi, komutan gibi görevlere imparatorca seçilebilmekte­ dirler. Ancak kendi sınıflarından seçilenlerce yargılanabilirlerdi. 2°. 400.000 sesters geliri olanlar ise «şövalye» sınıfı olarak ayrıl­ mış, orduda yüksek subaylıklar bu sınıftan olanlara verilmeye baş­ lanmıştı. 3. «Halk sınıfı» ise cumhuriyet döneminde elde ettikle­ ri hakları ellerinden alınarak yeniden plebleştirilmiştir. Halk da ikiye ayrılmıştı. Bir kesimi küçük subaylık görevlerine getirildi­ ği halde, diğerleri' ancak asker olabilmekteydiler. Yine de bun­ lar peregrin denen yurttaşlık hakları olmayanlara göre çok üs­ tün bir sınıf sayılabilirler. Augustus peregrinleri bile bir hiyerarşik düzenleme içine sok­ tu. Batı -ülkesinde ve Afrika’da yaşayan halklar arasında yurttaş­ lık hakkı elde edenler çokçaydı. Doğu halkları, özellikle Mısırlılar bu hakka hemen hiç ulaşamamaktaydılar. Köleler ise tüm hak­ lardan yoksun olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Augustus Romalıları üstün bir ırk, yönetici insanlar olarak görmekte, çoğalmaları için birtakım önlemler almaktaydı. Böyle- ce imparatorluğun dayanacağı sınıflar ve yönetici ırkın belirlen­ diğini görmekteyiz. Bir bakıma eski gelenekleri canlandırmak için yaptıklarıyla kutsal adına yaraşır bir din ve tanrılaştırmayla ödüllendirilecek düzeni, kendi kutsal gücüne dayanan tek kişi yönetimindeki düzeni kurmuş olmaktadır. Öz oğlu olmadığından bu düzeni yürütebilmek için evlat edinmelerle. bir yol bulmak is­ temesine karşın ölümünden sonra aksaklıklar çıkacak ve impara­ torluk yeni aşamalar geçirerek soydan geçen bir saltanat biçimi­ ne ulaşacaktır. Augustus yalnız kişisel iktidarını kurmakla kalmadı. İspan­

277 ya’yı istila ederek, Alp dağlarındaki direnmeleri bastırarak, Tuna İrmağının güney kıyılarını, Galatia’yı, İbrani ülkesini Roma top­ raklarına katarak, Ermenistanı buyruğu altına alarak doğal sınır­ lara dayanan ülkede bir barış ortamı kurmayı başardı. Artık bü­ yük çapta alınacak yöre kalmamıştı. Ülkenin sınırlarına gönderi­ lecek ordular ile İmparatorluk dışında kalan «barbar;) ların akın- lan önlenince barış da sağlanmış olmaktadır. Özellikle Roma’nın, yeni baştan imar edilmesi işi bu ortamda kolayca sonuçlandırıldı. Bir kültür gelişimi, İmparatorun koruyuculuğu altında, gerçek­ leşti. Tek kişi yönetiminin kurulmasından Augustus’un başardığı ve kurduğu düzenin tüm gerçekçiliğine karşın kendisinden sonra çatışmalara, imparator olabilmek için darbelere, hele iktidarı ele geçiren kişinin gücüne bağlı olarak sarsıntılara uğraması doğal­ dır. Bunlara bağlı olarak değişimlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Ancak başkent Roma’da olan olaylardan ülke fazlaca hırpalanmış değildir. Bu gelişmeye topluca bakmadan önce ger­ çekleşen kültür ortamından ve bu kültürün yayılmasından söz etmek gerekir.

4.2. ROMA KÜLTÜRÜNÜN GELİŞMESİ VE YAYILMASI

Romahlarm ne yazıları ne de güzel sanatları vardı. Etrüsk’- lerin doğudan getirdikleri kültür değerleri yanında Magna Gre- kia’dan da esinlenmeye başlamışlardı. Uzun süre bu alanda üze­ rinde durulmaya değer bir gelişme olmamıştı. M. Ö. III. yy .dan sonra Hellen kültürüyle olan ilişkiler giderek artmaya, Hellen dil ve kültürünün öğrenilmesi seçkinlik belirtisi olarak anlaşılmaya başladı. Hellen elçileri, tüccarları, sanatçıları Roma’ya gelmeye başladıkça, etki alanı gittikçe genişledi. Livius Andronicus (M. Ö. 284 - 204) Odiseus’u Latinceye çevirirken Latin edebiyatının ba­ bası olarak adlandırılan Ennius (M. Ö. 239-169) da Hellen şiiri biçiminde Roma destanını yazdı. Hellen tragedia ve komendiasına benzer yapıtlar ortaya konmaya başlandı. Hellen kültürüne tanı­ nan yüksek yer sosyal yaşantıda etkili hale gelirken bîr yandan da Hellen mitolojisi aktarılmaya çalışıldı. Hellen tanrıları Latinleş- tirilerek tapınıldı. Romalılar kendi atalarının Hellen mitolojisiyle ilgili olduğu görüşüyle çalışmalar yaptılar. Ancak tüm bunlar ba­ sit bir taklitten, yaratıcılık yanı olmayan birleştirmelerden başka birşey değildir. Hellen ve doğu uygarlık verilerinin basmakalıp ka­ rışımı «Roma Uygarlığı» nın Batıda etkin olmasını önlememiştir. Çünkü Hellen uygarlığında üstün düzeyde görülen düşünce ve bu­ luşlar Romalılarca kaba ve basit bir biçimde halka, geniş kitlelere indirilmiş, bir bakıma yaygınlaştırılmıştır. Ama bu arada Latin di- 278 li aracı olduğundan, özgün olmasa bile, Roma’nın malı bir uygar­ lık ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetin son yıllarıyla Augustus dönemi Latin edebiya- tmın «altınçağı» olarak adlandırılır. Siyasal çatışmalara karşın Roma’ya giren zenginlikler böyle bir ortamın oluşmasını sağlamış­ tır. Hemen tüm tek kişi yönetimlerinde görüldüğü biçimde, baştaki monarkın sanatı ödüllendirilmesi ve sanatçıları koruması gibi uy­ gun olanaklardan yararlanarak sanat gelişebilmektedir. Roma, Augustus döneminde İskenderiye kentinin yerine alacak ölçüde bi­ lim ve kültür merkezi olarak geliştirilmeye çalışılmıştır, İmparato­ run yönlendirilmesiyle yeni binalar yapılmış, Augusus’un deyişiyle «tuğladan olan kent mermerleştirilmiştir». Altın çağın düşünür ve yazarlarından Çiçero (M.Ö. 106 - 43) güçlü söylevlerini vermiş ve denemelerini yazmış, Sezar (M.Ö. 100 -44) siyasal eylemlerinin yanında Galia savaşını anlatmış, Virgilius (M.Ö. 70-1&), Horace (M.Ö. 65-8), Ovidius (M.Ö. 43-18) gibi şairler yetişmiş, tarihçi Titus - Livius (M. Ö. 59-17) imparatorluğun tarihîni açıklanııştır. Augustus’un koruyuculuğu altında olan yazar, şâir ve düşünürle­ rin köle kökenli olanları bile arkadaşlık derecesinde imparatora ya­ kın olmuşlardır. Hellen kökenli yazarlar ise Roma’da oturmasalar bile zaman ’zaman oraya giderler, kültür taşıyıcısı olurlardı. Ad­ larını andıklarımız ya da anmadığımız tüm sanatçıların kozmopo­ lit bir nitelik taşıdıklarmı, özgün yanlarının yalnız dil birliği ol­ duğunu, Hellenistik kültür değerlerini aktardıklarını görmekteyiz, İmparatorluk döneminin başlarındaki bu canlı kültür gelişimi uzun sürmedi. Düşünceye karşı kısıtlamalar, hıristiyan kökenli ge­ lişmelere karşı baskılar ortaya çıktı. Bu durumun doğmasında kuş­ kusuz imparatorluğun sosyo - ekonomik yapısının yansıdığı siyasal ortamın etkileri vardır. M. S. II. yy. da yeni bir canlanma oldu. Juvenal gibi taşlamacı bir şâirin, Roma’nın en büyük tarihçisi sa­ yılan Tacitus’un yetiştiği bu dönem, veri bakımından altın çağla karşılaştırılamaz. I. yy. dan beri giderek artan bir gelişmeyle Hıristiyan kökenli kültür imparatorlukta etkin olmaya başladı. (Ortaçağı karakterize eden İsa’nın öğretisi ve buna bağlı kültür üzerinde bu kitapta durulmayacağından burada yalnız değinilmey- le yetinilmektedir). Roma imparatorluğu açık biçimde gücünü ülkenin batısından almaktaydı. Bu bakımdan Roma uygarlığının yayılma alanı da Avrupa olmuştur, Latin kültürü Galya, İspanya, Britanya, Tuna- ya doğru Orta Avrupa ve Kuzey Afrika’da köklü bir biçimde ya­ yılmıştı. Uygun yörelerde kurulan koloni, kentleri, ekonomik iliş­ kilerin geliştirilmesini sağladığı kadar, Latin kökenli uygarlık ve­ rilerinin yayılması ve Hellen uygarlığının aktarılması işlevini de

279 yerine getirmişlerdir. Günümüz büyük Avrupa kentlerinin hemen çoğunluğu Romalılarca kurulmuştur. Bu kentlere ticaret yapma amacıyla giden Romalılar, yerli burjuvazi ile kısa sürede yakınlık kurarak onları kendilerine benzetmekte zorluk çekmiyorlardı. Tarihin hiçbir döneminde bu denli çok kentin kurulduğuna rast­ lanmamıştır. Alınan ekonomik önlemlerle refahın yaygınlaştırıl­ ması, liberal bir uygulama, gelişen kentler Avrupasının doğması­ na yol açtı. Bu bakımdan Roma, Avrupa uygarlığının yaratıcısı, geliştiricisi olarak çağımız batı uygarlığının temel kaynakların­ dan biri olmuştur. İmparatorluk döneminin barış toplumu zaman zaman başkent Roma’da bozulmakla birlikte Roma’ya bağlı yö­ reler uygarlaşmaya ve kültür gelişmesine bir süre daha devam ettiler.

4.3. İMPARATORLUK DÖNEMİ SİYASAL TARİHİNE TOPLU BAKIŞ

Augustus Octavianus’un kurduğu düzen iki bakımdan yürü­ mek zorundaydı : Birincisi Doğu halklarının siyasal anlayışı, kut­ sal gücü olan tek kişi yönetimini gerekli kılmaktaydı. Bu. bakım­ dan İmparator yalnız kutsal bir san almakla kalmadı, kendisine tanrı gibi tapınıldı. Böylece bağlı halklar üzerinde gerekli otorite sağlanmış olmaktaydı. Doğu ile ilişki kurmuş olan yöneticilerin böyle bir yola girmeleri devlete süreklilik kazandırması bakımın­ dan ilk akla gelen uygulama olmuştu. Özellikle Sezar bunu ilk kez görmüştü. İkincisiyse savaşla iktidar gücünün tek elde toplanma­ sı gereği imparatorluk düzenini zorunlu biçime getirmekteydi. Zenginlerin yerleştiği üst sınıf imparatorla uzlaşma içine girmek­ le çatışmaları önlemek istemekteydi. Açıkçası Roma’nın şimdiye dek olan siyasal gelişmesi tek kişi yönetimini sonuçlandırmıştı. An­ cak İmparator ile senatus arasındaki denge üzerine kurulan dü­ zen, imparatorun kişiliği yüzünden hemen bozulabilecek bir ni­ telik göstermektedir. Kendine bağlı ordu ve memur kesimiyle et­ kin olan imparatorun zorbaca davranışlarını önleyecek bir güç senatusun elinde yoktur. Bu nedenle imparatorlar zamanla güç­ lerini daha da artırarak senatusu tümden yetkisi olmayan kukla bir kurum durumuna düşürmüşlerdir. Roma imparatorluğunun sı­ nırlarını bekleyen ordularına, ülkeyi yönetmek için gönderilen gö­ revlilerine karşın her an bir darbe ile iktidar değişikliğine yol açabilecek siyasal düzen yönetilenlerce anlaşılınca imparator­ luk zaman zaman işgal edilmiştir. Önceleri imparatorluk yönetimi babadan oğula geçmemektey­ di. Ordunun desteğini alan, ölünce tanrılaştırılmış olan impara­ torla yakınlığı bulunan yeni imparatorlar başa geçmekteydi. Uzun

280 süre «principatus» düzeni yürüdü. Augustus’tan sonra yerine ge­ çenler (Tiberius, Caligula, Claudius, Neron, Flavius Vespasianus, Titus) kendilerini Augustus gibi «birinci» saymaktaydılar. Daha sonra, özellikle taht gâsıplığının görülmesi saltçı yönetimin kurul- masmı sonuçlandırdı. Önünde secde edilen, eteği öpülen ve ken­ disine «efendi ve tanrı» (dominus et deus) diye hitabedilen im­ paratorların belirmesi Roma İmparatorluğunun ikinci aşaması sa­ yılan »Dominatus Dönemi»ni başlatmış oldu.

Tek kişi yönetiminin yerleşmesinde babadan oğula geçen bir düzen kurulamadığı için sık sık sarsıntılarla karşılaşılmaktaydı. İmparator kişisel olarak gücünü kutsal kavramlara dayamıştı ama, ölümünden sonra yerine geçecek kişiyi saptayan bir dü'zen kurulamadığı sürece darbeler, imparatorluk makamını işgaller ön- lenememekteydi. Bu durumu gören imparator Diocletianus (284- 305) «Tetrarşi» (Dörtlü yönetim) düzenini kurdu. İmparatorlu­ ğun üçüncü aşaması sayılan tetrarşi de ülkeyi yöneten dört kişi vardır. Bunlardan ikisi augustus sanını taşımakta, sezar sanını taşıyan iki de yardımcıları bulunmaktadır. Augustuslar görevden ayrılınca sezarlar onların yerini alacaklardır. Böylece düzenin sü­ rekliliği sağlanmış olacaktı. Diocletianus babadan oğula geçen bir düzeni kabul etmemekle birlikte, yönetim ortakları imparatorun kendi çocuklarından seçilebilmekteydi. Tetrarşi aşamasında da gereken süreklilik sağlanamadı. Augustuslar yirmi yıllık bir impa­ ratorluktan sonra yerlerini yardımcıları sezarlara bırakmalarına karşın, orduya dayanarak tahtı ele geçirme girişimleri yeniden or­ taya çıktığı için, kurulan bu düzen sürekli olamadı. İmparatorluğun birliğini yeniden kurmayı başaran Constan- tinus (306 - 337) ile birlikte Roma imparatorluğunun dördüncü aşaması başlamış oldu. Hıristiyan imparatorlar dönemi. diyebile­ ceğimiz bu aşamada gerçek bir soydan geçen imparatorluk düzeni ortaya çıktı. Tek kişi yönetiminin düzenli yürümesini sağlamakta hanedan düzeninin kurulması önemli bir gelişme sayılmalıdır. An­ cak hıristiyanlığın imparatorlukta etkin bir din olmasıyla birlikte Eskiçağı karakterize eden sosyal yapının değişmeye başladığını da görmekteyiz. Bir yandan hıristiyanlık, öte yandan barbarların im­ paratorluğu sıkıştırmaları sonucu, dördüncü aşamada Roma im­ paratorluğu İstanbul başkent olmak üzere doğululaşırken asıl baş­ kentteki yönetim de yıkılmaya yüz tutmuştu. Yasal olarak olmasa bile 395 te uygulamada devlet ikiye ayrılmış bulunmaktaydı. Do­ ğu Roma İmparatorluğu adıyla (başkenti nedeniyle araştırmacılar Bizans İmparatorluğu adını verirler ) süren devletin Eşkiçağ Ro- rçıa’sıyla ilgisi adından ileri gitmemektedir. Bu bakımdan Roma tarihinin sonu, 476 da İtalya’da oturan barbar yöneticilerinden

281 Odoaker’in ,İstanbul’da oturan tek imparatorun devleti yönetme­ ye yeteceği gerekçesiyle, son Roma İmparatoru Romulus Augus- tulus’u tahttan indirmesiyle gelmiş bulunmaktadır. Siyasal an­ lamda sona eren imparatorluk Roması Latincenin kutsal dil ol­ masıyla kültür verilerini sonraya aktarma olanağını bulmuştur. Topluca gelişimini izlediğimiz bu siyasal ortamda önceleri gerçek bir barış toplumu kurulmuş, sınıflar daha da genişletilmiş, kültürün yaygınlaşması ve Akdeniz uygarlık verileriyle Eskiçağın kapalı toplumları olan Hint ve Çin ile ekonomik ilişkiler kurula­ rak kültür alış - verişi geniş ölçüde sağlanmıştır.

282 5. ESKİÇAĞIN SON BULMASI

Roma ile birlikte Antik dünyanın son bulmasında ne gibi ne­ den ve koşulların etkisi olduğuna değgin görüşler, araştırmacı ve tarihçilerce XVIII. yy. dan bu yana, ileri sürülmektedir. Bu gö­ rüşlerin tümünü ayrıntılarıyla burada ele alıp eleştirmenin olana­ ğı yoktur. Üzerinde duracağımız görüşlerin birçoğu tarihsel geli­ şimi kendi dinamiğiyle açıklamaktan çok bağlı oldukları felsefe Sistemlerine göre yorumlama niteliği taşımaktadır. / XVIII. yy. tarihçilerinden E. Gibbon Roma imparatorluğunun yıkılmasını «ahlâk düşüklüğü» ile açıklamaktadır. Toplumun gö­ rece bir üst kurumu olan ahlâk ile tarihsel bîr olgunun açıklan­ masını yapmanın ne denli gerçekçi bir yorumlama olduğu üzerin­ de durulamayacak denli açıktır. Aynı biçimde İtalyan tarihçisi G. Ferrerro’nun ((birtakım rastlantılara bağlı» açıklaması ile Al­ man ırkçılığının kaynaklandığı tarihçilerin (drk karışımı sonucu Romalı soylu sınıfın soysuzlaşması ve seçkin yönetici sınıfın za- zan zaman öldürülmesi» görüşleri ve Heitland’ın ((halk sınıfları­ nın parlamenter yönetime girişiyle birlikte devleti zayıflattıkları, buna bağlı olarak da seçkinler yönetiminden çıkan Roma’nın yı­ kıldığı» düşüncesi temele inmeyen, konuyu açıklamaktan çok tarihsel gerçekliğe aykırı yorumlamalardır. K. J. Beloch’un Hellen kentlerinin Romalı köylü kültür etkisi altında kalarak gelişmesini sürdürememesi görüşü ise sosyo - ekonomik yapının eleştirisine da­ yanmamaktadır. Antikçağı, toprak veriminin düşmesi ile son bul­ muş göstermek de yeterli bir açıklama değildir. Bir takım düşü­ nürlerin yalnız barbar akınları ve hıristiyan düşüncesi karşısında Antik dünyanın yıkıldığını belirtmeleri ancak bu gelişmenin siya­ sal yanını belirtmektedir. E, Kornemann’ın İmparatorluk döne­ minde askeri gücün azalmasıyla sınırların korunaınadığını belir­ terek çökmenin temel nedeni olarak bu gerçeği ayırt etmesi konu­ nun sonucunu açıklamaktan başka bir şey değildir. Tüm bu görüş ve düşünceleri ekonomik temele indirmeden, birer gerçek olarak ele almak yeterli değildir. Roma üretken bir toplum değildi. Tüm üretimi köle emeğine dayanmaktaydı. Köle dışındaki sınıflar gittikçe üretim uğraşından uzaklaşmışlardı. Yaşamak için gerekli üretim uğraşlarını geliştir-

283 me, yeni teknikler ortaya koyma yerine sömürü, savaş ve yağma ile açık kapatılmaya çalışılıyordu. Geniş kitlelerin ellerindeki zen­ ginlikler alındıkça, yerine konulacak bir öge olmadığı için İmpa­ ratorluk maddî temelini yitirmekteydi. Öte yandan Romalılar en­ düstri malı ihracı yerine endüstri tekniklerini Roma dışına gön­ dermekteydiler. Yolların geliştirilmesine karşın sonuçta yine de yeterli bir ulaşım sağlanamadığından endüstri tekniklerinin dışa gitmesi, başta batı kesimi olmak üzere ülkede refahın yaygınlaş­ ması Roma’nın fakirleşmesiyle sonuçlandı. Köleci üretim ise gi­ derek verimsizliğe kaymaktaydı. Gereğinden fazla çoğalan köle­ ler üretimin dinamiği olmak yerine ağırlaştırıcı unsuru olmuşlar­ dı. Daha verimli emek olarak <(serf»ler bir ortaya çıkmış, derebeylik düzenine doğru gidiş hız kazanmıştı. Büyük çiftliklerin doğmasıy­ la güçsüzleşen köylü sınıfı kent proleteryası durumuna gelmiş, an­ cak kendilerini üretime sokacak ekonomik yapı ortaya çıkmamış­ tı. Bunun sonucu olarak da askerlik hizmetinde kullanılan insan kitlesi giderek azalmıştı. Sınırlarını koruma olanağını yitiren dev­ let, barbarların (özellikle Sarmat ve Germen boyları) darbeleriy­ le yıkılmıştır. Hıristiyanlık ise, bu düzeni yaşatacak bir sosyal un­ sur olmaktan çok yıkümasını kolaylaştırmıştır. Korunma güdüsü insanları lonca örgütlerine ve derebeylerin buyruklarına sığınmaya zorlamıştır. Artık toplumsal yaşantı, ekonomik ilişkiler ve siyasal anlayış, yeni bir biçim ka’zanmak gereksinmesini doğurmuştur ki Antik Dünya’nın da sonu gelmiştir.

284 Türk Tarihi

285

BİRÎNCİ BÖLÜM

ÎSLÂMÎYETTEN ÖNCE TÜRKLER

1. GİRİŞ

1.1. TÜRK TARİHİ ve KAYNAKLARI

Tarihimiz, eski dünya coğrafyasının hemen hemen bütün ül­ kelerini kapsamakta olduğundan, Türk Tarihi’nin kaynakları da o oranda çeşitli, renkli ve sayısal bakımdan pek çoktur. Örneğin, Tangut’lar üzerinde yapılan araştırmalarda Tibet, Hint, Çin dil­ lerinde yazılmış metinler yanında Alman, Sovyet ve Macar Türko- loglarının eserleri bir hayli kabarıktır. Buna karşılık, Osmanlı İmparatorluğu’nun uzakça bir beylerbeyliği olan Cezayir Bey­ lerbeyliğinin tarihi için, Türkçe’den başka Latince, İspanyolca, Fransızca ve Arapça belgeler yanında, yine bu dillerde yazılmış ve sayıları bir hayli kabarık olan araştırmalar, incelemeler var­ dır. Bu iki örneği Türklüğün zengin tarihi içinde yerel temellere dayanarak yüzlerce örneklemeyle çoğaltabiliriz. Macaristan, Azer­ baycan, Irak, Habeşistan, Kırım için olduğu kadar, bu geniş ül­ kelerden herhangi bir bölge için de Türk Tarihi ve kaynakları yönünden yapılacak derlemeler, isim, araştırı ve sayı bakımından bizleri hayretler içinde bırakacak sonuçlar ortaya koyabilir. Yine bir örnek vermek gerekirse, yukarıda andığımız ve bir süre Türk Tarihi coğrafyası alanlarından olan bu ülkelerden Habeşistan’da Musavva limanı kuruluşu ve bu limandaki Türk yapı kalıntıları üzerinde bugün yüzlerce sayfalık araştırma ile birlikte zengin bir bibliyografya ile karşılaşabiliyoruz. Bu zenginlik, Türklüğün ta­ rihteki büyüklüğünü işaret etmekte ve onun yanında Türk Ta­ rihini ve kaynaklarını incelerken bazı genellemelere yönelmemiz gereğini ortaya koymaktadır. Türk Tarihinin incelenmesinde kaynakların bolluğu ve zen­ ginliği önce Türk Tarihi’ni yerel, sonra da kültürel oluşmalar için­ de incelememizi gerektirmektedir. Bu iki kavramı daha da açıkhğa kavuşturmak için yine ör­ neklemeyle belirtmekte yarar vardır.

287 Habeşistan (Eatopia)’daki Türk tarihi araştırmalarında bize ilk yardımcı eseri veren şüphesiz ki büyük gezgin İbni Cubeyr olmaktadır. Yani, Habeşistan’daki Türk Tarihi, büyüle Oğuz ya- yılmasiyle başlamakta ve XIX. yüzyılın sonlarına kadar gelmek­ tedir. Ama, buna karşılık Semerkant ve çevresinde Türk tarihi, bambaşka bir görüntü ile yüzyıllar boyu akıp gelmiştir. Semer- kent’ın Rus saldırılarıyla Batı Kültürüne açılışı, Müslüman Arap saldınlariyle İslâm kültürüne açılışı ve ondan önceki kendine özgü Hint, Soğd ve Çin kültürlerinin etkisiyle gelişen tarihi, bu Tarih bölgesinin yerel tarihini renklendirmekte, şekillendirmek­ tedir. Bu genellemeyi bugün yaşadığırhız Türkiye Toprakları üze­ rinde de düşünmek için bir engel yoktur. Anadolu’nun tarîh Ön­ cesine kadar uzanan geçmişi içinde her bölgesinin, dip tarihteki kültürünün, kuzey doğudan ya da batıdan gelen saldırılar, gü­ neyden gelen kültürel etkinliklerle geçirdiği evreler. Tarih çağla­ rındaki aşamalar, büyük imparatorlukların istilâ hareketleri so- nunda oluşan Orta Anadolu kültürünü, hıristiyan dininin yarat­ tığı kültür ile eski Anadolu dinlerinin kaynaşması sonunda do­ ğan Bizans kültürünün kalıntılarını ve en son Oğuz Türklerinin bu yarımada’ya girmesiyle doğan müslüman Anadolu kültürünü, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini, bugünkü Türkiye Cumhuriye­ tinin temsil ettiği çağdaş kültürü araştırmamız için ayrı genelle­ meler yapmak zorundayız. Bu açıklamalarla şu üç önemli noktayı belirtmek istiyoruz : 1. Türk tarihinin coğrafya bakımından sınırlandırılması, ta­ rihin akışı içinde oluşan, genellikle eski dünya’nın üç karasına Asya, Avrupa (yani Aurasia) ile Afrikaya yaygın bir tarihtir. Bu kadar yaygın bir tarihe sahip bir milletin Tarih kaynaklarını ye­ rel temellere dayayarak incelemek zorunluğu vardır. Örneğin 1830 da Cezayir beylerbeyliğinin Fransa tarafından işgali olayı gelişirken, bu olayın yanı başında Mustafa Bey’in ömrü kısa da olsa Tlemsen’de bir Türk beyliği kurduğunu, XVIII. yüzyılın ikin­ ci yarısında Hindistan’ın en güney kesiminde Ma’ber (Dekken’in güneyi) bölgesinde bir avuç Türkün askerî hiyerarşiye dayanan bir devlet kurdukları ve bunlara benzer nice örnekler vermemiz olanağına sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu örneklere dayana­ rak Türk Tarihinin kaynakları, sözünü ettiğimiz üç kıtada ayrı layrı değerlendirilmelidir ve ayrı inceleme konuları olarak ele alın­ malıdır. 2. Türk tarihi, kültür gelişmelerine göre incelenmelidir. Aurasia ve Afrika kıtalarına yaygın bir tarih yaratan milletin, bu büyük yayılışı içinde karşılaştığı yerli kültürlerle kendi kültü­

288 rünü kaynaştırıp meydana getirdiği sentezler, yapılan yoğun ça­ lışma ve araştırmalara rağmen henüz gerçek anlamda aydınlan­ mış sayılamaz. Tibet, Hint, Çin, Latin, Arab vb. dillerinde yazılı bin­ lerce yazılı belge henüz tümüyle incelenmiş değildir. Yazılı bel­ gelerin büyük çoğunluğu daha tam olarak yayınlanmamıştır. Bu­ nun yanında harap olmuş yapılar, çeşitli nedenlerle toprağa gö­ mülmüş milyonlarca maddî kalıntılar bütünüyle ortaya çıkarıla­ mamıştır. Bu noksan bilgilerin ışığı altında yapıİ3.n araştırmalar da haliyle bir kesinlik, bilimsel gerçeklik ifade etmez. Bu bakımdan Türk tarihini karşılaştığı yabancı kültürlerle birlikte ortaya koyduğu sentez açısından incelemek zorunluluğu vardır. Mısır’da Türk Devletlerinin bıraktıkları mimarî eserlerle, Anadolu’da, Türk devletlerinin bıraktıkları yapılar ya da, Hora­ san’daki eserler, kullanılan malzeme, uygulanan sanat ve zevk kriterleri bakımından ayrıntılar gösterir. Bu ayrıntılar gerçekte Türk kültürünün değişik ortamlarda ortaya koyduğu sentezlerdir. Ayrıntılara bakarak bunları Memluklar, Selçuklular, Timurlular, OsmanlIlar uygarlığı örnekleri diye bölümlere ayırabiliriz ama, bütün bunları Genel Türk kültürünün sentezleri olarak değerlen­ dirmek ve böylece benimsemek gereği de ortadadır. 3. Türk tarihi, zaman açısından insanlık tarihinin büyük bir bölümünü içermektedir. Bu bakımdan büyük bir geçmişe sahip bulunmaktadır. Bu geçmiş, aynı zamanda insanlığın, dünya kül­ türünün gelişme evrelerini de içermektedir. Böylece Türk tarihi insanlık tarihinin paralelindedir. Onun için de dünya kültürünün oluşunda etkinliği olan bir tarihtir. Bu etkinliklere ve içerliklere ileri bölümlerinde tekrar değinecek ve değerlendirmeleri eleştirir­ ken, bu gerçeği daha belirgin şekilde açıklamış olacağız. Türk tarihi kaynaklannm yukarıda açıkladığımrz nedenlerle bu kadar çok ve çeşitli olması, burada konu olarak ele aldığımız ve Türk tarihinin pek belli başlı kültür evrelerini saptayan oluş­ larını açıklarken, kimi kaynakların tanıtmayı yararlı bulduk.

1.2. GEÇMİŞTE TÜRK KAVİMLERİ TARİHİ ÜZERİNDE YAPILAN ÇALIŞMALAR

Türk kavimlerinin dinamizminin çağ çağ dünya tarihine, ulus­ larına yön verdiği yadsınamaz bir gerçektir. M. Ö. VII. yy. a dek inen bu tarihsel akış, ister istemez Türk kavimleriyle öteki ulusla­ rı ve uygarlıkları karşı karşıya getirmiştir. Türklerin iç Asya boz­ kırlarından koparak uygar eski dünyayı, Ön Asya ve Akdeniz Uy­ garlıklarını çoğu kez siyasal ama, zaman zaman da ekonomik ve dinsel yönlerden kimi tehdit etmeleri, kimi toplumlara yön vermele­

289 ri sonunda onlarla ilgilenme zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Türklere komşu olan ya da Türk etkisini duymaya başlayan ya­ bancı kavimlerin onlara karşı duydukları ilgi zaman, koşul ve ge­ reklere göre değişik olmuştur. İran tarihinin efsanevî dönemleri­ ne dek uzanan bu ilgi M. Ö. V. yy. dan beri araştırma ve in­ celeme kavramına ulaşmış ve o günden çağımıza değin gittikçe yoğunlaşan bir gelişme göstererek Türkoloji (Türklükle ilgili bi­ lim) kurumlanyla, yayınlarıyla dünya bilim tarihinin bir dalı bi­ çimine ulaşmıştır. Türk tarihi ve kavimleriyle ilişkili araştırmaların gerekçeleri her çağ ve tarihsel gelişim içinde farklı olmuştur. Eskiçağda Perslerin, Eski Yunan ve Romalıların Türk kavimlerini tanıma is­ teklerindeki amaç başka, Ortaçağda Hıristiyan Avrupanın göster­ diği ilgi başka. Yeni ve Yakınçağlardaki sömürgeci batı devletle­ rinin bu öğrenimden beklediği amaç ve istek başkadır. Yabancı uygarlıkların Türk diline, gelenek, görenek ve törelerine, sosyal kurumlarına inanç ve budun yapısına duyduğu ilgiyi yalnızca bi­ limsel bir meraka bağlamaya olanak yoktur. Bu İlgide siyasal ve ekonomik nedenler ağırlık taşır. M. Ö. V. yy. dan itibaren Türk Kavimlerinin 'zaman zaman Ön Asya ve Akdeniz çevresinde kurulan devletleri tehdit edici atılımlarda bulunmaları bu devlet­ leri siyasal yönden doğrudan doğruya ya da dolayh olarak Türk- leri tanıma zorunluluğuna itmiştir. Bunun yanında M. Ö. III. yy. dan itibaren Asya kıtası üzerinden gelişen ticaret yolunun güven­ liği sorunu ekonomik bir etmen olarak Batı ülkelerini Türk ka­ vimlerini, devletlerini tanımalarını gerektirmiştir. Bu kısa açıklamalardan anlaşılacağı gibi Türkoloji, bilim ta­ rihinin en eski konu ya da dallarından biri olmuştur dense hata sayılmaz. Burada bilim tarihi içinde Türkler hakkında uyarıcı ve aydınlatıcı bilgilerin kısa bir dökümü yapılmakla yetinilecektir. Okuyucunun konuyu daha iyi kavraması için de Eskiçağda Türk­ lere ilişkin haber, bilgi ve kitapların. Ortaçağda Müslüman Arap, Hıristiyan Bizans ve Avrupada yazılan, derlenen bilgiler en sonun­ da uyanan ve kalkınan Avrupa ile onun simgesi olan Batı Uygar­ lığı içindeki araştırmalardan kısaca söz edilecektir. Eskiçağda Türkler hakkında belgelerle, yazılı metinlerle biz- leri aydınlatan kavimlerin başında hiç kuşkusuz Çinliler gelir. Onları ise kronolojik olarak Asurlular, Persler, Eski Yunanlılar ve Romalılar izler. Çin yazılı belgeleri özetle şöyle tanımlanabilir : Türlü soyla­ rın resmî kronikleri (Chou-shu »Çu Sülâlesi Tarihi 557-581», Sui-shu «Sui Sülâlesi Tarihi 580-618», Tang-shu «Tang Sülâ­

290 lesi Tarihi 618-905», Liau-shu« Liau Sülâlesi Tarihi 907 - 1108» gibi), gezi notlan ve özel tarih kitapları (Liu - Mau - tsai, Die Chimesiscnen Nachrihten ’zur Geschichte der Ost - Türken «T ’u - küe» Wiesbaden. 1958, Fa-hsien, The Travels of Fa-hsien, A. D. 399-414. Çev. Giles. Londra, 1923, Chang-kiang. The Story of Chang kien. Fr. Hirth yayını gibi). Ön Asyada Türklerden söz eden ilk kavim Asurlulardır. Nino- va kütüphanesinde bulunan bir tablette kuzeyden inen Türk atlı­ larının istilasından söz edilmektedir. M. Ö. 665 yılıyla tarihlenen bu tablette Türkler ctGogu» adıyla tanıtılmaktadırlar ki daha son­ ra bu kavim Gog ve Magog (Ye’cuc ve Me’cuc) kıssası biçiminde Tevratm Ezichiel bölümünde yer alacaktır. Perslerin Türkler konusunda aktardıkları bilgileriyse daha sonraki yıllarda İslâm egemenliği sırasmda Esedî-i Tusî, Ebu Mansur el-Belhî, Dakıkî, Firdevsî gibi edipler, el Birunî, Sealibî, Taberî, Narşehî ve Nesefî gibi yazarlar tarafından derlenerek gü­ nümüze dek ulaşmaları sağlanmıştır. Türklerden söz eden eski Yunanlı ve Romalı yazarların ba­ şında kuşkusuz Herodotos gelmektedir. Ayrıca Ptolemaios’un Geographia’sında, asıl metni günümüze değin ulaşmayan Pompe- nius Melae’nin fihristinde, Strabon’da, Ammiannus Marcellinus’- ta, Plinius’un Naturalis Historia’sında, Prokopius’un Historia belli Persici’sinde Türkleri tanıtan bilgiler bulunmaktadır. Ortaçağda önce Sasanî sonra da Araplara karşı bağlaşıklar arayan Bizans İmparatorluğu yazarları Türk kavimleri üzerinde daha geniş ölçüde durmuşlardır. Bu ilgi bir yandan da Kuzey Karadeniz kıyılarına, Tuna boylarına inmekte olan Türk boyları­ nı tanımak zorunluluğundan ileri gelmiştir. Türklerden söz eden tanınmış Bizans yazarları Priskos, Agathias, Stephanus Byzan- tinus, Menander Protector, Theophanes, Nikephoros Phoka ve Samoslu Theophilactus’tur. Ortaçağda müslüman Arap, İranlı, Türk, Berberi ve Hintli yazarların Türklere geniş yer vermeleri, özellikle VIII. yy. ın ikin­ ci yansından XX. yy. m başlarına dek İslâm tarihinin Genel Türk Tarihinin bir bölümü haline gelmesinden ileri gelmektedir. İslâm dünyasının gerek coğrafyası, gerek tarihi Türk kavimleri- nin dinamizmi içinde oluşmakla bütün yazarlar, araştırıcılar Türklerin kendi çağlarındaki faaliyetlerinden söz ederken, onla­ rın geçmişlerinden, efsanelerinden, törelerinden, adetlerinden, dil­ lerinden de haberler aktarmak zorunuyla karşılaşmışlardır. Bu bakımdan burada hemen hemen tüm İslâm kaynaklarını belirtmek gibi bir sorun ortaya çıkmaktadır. Tarih, coğrafya, seyahat, dil,

291 yazın vb. yapıtları ve yazarlarını tanıtmak gibi bir durumla karşı karşıya kalınmaktadır. Bu nedenledir ki bir iki örnekle ye- tinilmelidir. Sözgelimi Türkleri öven yazarlardan Câhiz, Na- sıruddini’l-Mergananî, İbnü’l-Fakih, Ebu Mansur es-Seâlebî, Türk dilini tanıtan yazarlardan Ebu Hayyan, Mahmud-i Kaşgarî, Ali Şir Nevaî, coğrafyacılardan Ebu’l-Fida, Zekeriya el-Kazvinî, Abdullah el Vassaf, İdrisî, Mes’udi, îstahrî, Yakut, tarihçilerden Taberî, İbn el-Esir, Hafız Ebru, Cuveynî, İbn Hurdadbih, Reşi- düddin, Şerefü’a-Zaman Mervezî, gezginlerden İbn Batuta, İbn Cubeyr, Evliya Çelebi, anı ve tanıtma yazarlarından Temim b. Bakr, İbn Asem el-Kûfî, İbn Kuteybe, Nasireddin-i Tusî şöyle- ce sıralanan yazarlardır. Bu adlan yapıtlarıyla tam bir liste ha­ linde sıralansa bir kaç ciltlik kaynakça yapıtıyla karşılaşırdık. Aşağıda modern kaynakça yapıtlarından isteyenler konuyu araş- tırabilirler. Bu gün Batı uygarlığında gelişen Türkolojinin gerçek baş­ langıcı XIII. yy. dan bu yana saptanabilmektedir. Hıristiyan Av­ rupa XIII. yy. da Türklük ile temasa geçmeyi kendi sosyo - politik oluşumu bakımından artık zorunlu saymaya başlamıştı. Bunun için de ilk kez Türk dilini öğrenme ve tanıma çabaları kendini göstermiştir. Dil çalışmalarının yanında Türklerin gelenek, göre­ nek ve törelerini araştırma faaliyetleri gittikçe gelişmiş ve Türkoloji doğmuştur. Bu çabaların ilk ürünleri arasında Codex Curtianicus, Guillia- me Postel’in 1560’da yayınladığı de la Republique des Turcs, 1578 de yayınlanan Histoires Orientales, Principalement des Turcs et des Turchikes, 1588 de Frankfurt’lu Löwenklau’un Annales Sultanorum Öthmanidarum, 1612 de Hieronymus Magi- seros’un Lîber İntitionum Linguae Turcicae, 1611 de Giovanni Monilo’nun Türkçe - İtalyanca sözlüğü, 1621 de Petri della Valle’- nin Türkçe Grameri, 1631 de Andre du Ryer’in grameri, 1680 de ise hala değerini koruyan Meninsky’nin (Mesgnien) Thesaurus Linguarum Orientalium adlı sözlüğü ile Bartelmi d’Herbelot’nun Bibliotheque Orientale’i anılabilir. XVIII. yy. da ise Tükoloji araştırmaları yeni bir safhaya gir­ miştir. Büyüyen ve güçlenen kapitalist Batı Avrupa monarşilerin­ de Türklere karşı uygulanacak politikayı bilimsel verilere dayat­ mak gereksinmesi, Türkoloji araştırmalarının artık kişisel olmak­ tan öte, kurumsal ve sistamatik tekniklere dayalı bir yöntemle yöneltme zorununü doğurmuştur. Daha XVI. Louis döneminde Pa­ ris’te bulunan Türk yazma yapıtları üzerinde araştırmalar yapan de Guignes, Abel Remusat, Quatremer ve A. Sedillot, Fransız Dev^ riminden sonra ilk kurumsal Türkoloji merkezini vücuda getirmede

292 öncülük ettiler. 1795 yılında Paris’te «Ecole des Langues Orientales Vivantes» böylece kuruldu. Bu ilk kurumsal öğretim merkezini bir yüzyıl içinde «Berlin Seminar für Orientalische Sprachen», «Londra School of Oriental Studies», «Rusya Kazan Üniversitesi Doğu Fakültesi» izlemiştir. B u ^ n Vladivostok’tan Kanada ve Yeni Zelanda’ya dek tüm yeryüzünde sayıları 1009 a ulaşan Türkoloji enstitüleri Türk diİi, tarihi vb. bilimlerin araştırılma­ sında ortak çaba harcamaktadırlar. Türkoloji’de gerçekten bilimsel araştırma kuşkusuz Böthlink ile başlar. Sonra Macar A. Vambery Kutadgu Bilig’In bir bölümü­ nü ve Geza Kuun ile, yukarıda sözünü ettiğimiz, Codex Cumani- cus’u ortaklaşa yayınlamakla bu alanda öncülük ettiler. Onları Rusya’da W. Radlov ile Danimarka’lı W. Thomsen ve aslında Al- taylı bir Türk olan Katanov izledi. Onların yanında W. Barthold, Von le Coq, K. Müller, P. Peliot, W. Bang, J. H. Mordtman, J. Deny, T. Kowalski ile îtalyan Bonelli de büyük Türkologlar arasında bulunmaktadırlar. Türkiye’de ise Genel Türk Kavimleri tarihi konusuna eğilim ilk önce İslâhat Döneminde kendini göstermiştir. Batı kültürüyle yetişen yeni kuşak eski İslâmî okuldan ayrılmış ve millî Türk Tarihi araştırmalarına İslâm kültürünün baskısına karşın yöne­ lim göstermiştir. Bu ala^nda ilk atılım «Mekâtib-i Harbiye Nâzın» Süleyman Paşa, Ali Suavi ve daha sonra da dolaylı olarak Cevdet' Paşa ile yön alır. Ancak bilimsel anlam da Türk edebiyatında ol­ duğu gibi Türk tarihinde de metodoloji getiren Fuat Köprülü ve onu izleyen kuşak her zaman bu alandaki çalışmalarıyla sürekli olarak anılacaktır. Daha sonra yeni Türkiye’nin kuruluşu sırasın­ da Barthold’un yetiştirmelerinden Z. V. Togan ve O’nun öğrenci­ leri günümüzde Emel Esin’e değin bu okulu yaşatmış ve sürdür­ müşlerdir. Böylece çağımıza dek büyüyen ve bir çığ gibi artan Türkoloji araştırmaları bütün dünyada bilim çevrelerinde ilgi ve önemini yitirmeden sürüp gitmektedir.

293 2. ORTA ASYADA İLK UYGARLIKLAR

Bugün dünya üzerinde yaşayan milletlere ve uygarlıklarının ortaya konduğu topraklara bakacak ve bu ülkelerin geçmişlerine eğilecek olursak, şöyle bir görüntüyü hemen saptamak olanağı vardır. Bazı milletler, otokton yani, o ülkenin değişmemiş öz hal­ kıdır. Dünya tarihinin en eski çağlarından, tarih öncesinden gü­ nümüze kadar yaşadıkları ülkenin asıl halkı hep bu topluluklar­ dır. Örneğin Arap Yarımadası bütün tarih oluşumu içinde Samî asıllı toplulukların yurdu olmuştur. Ama, Fransa, İngiltere, İs­ panya, Türkiye, Balkan yarımadası ve daha bir çok ülkeler, tari­ hin herhangi bir döneminde buraya göçen yabancıların yerleşmesi sonunda doğan yeni milletlerin yurdu haline gelmiştir. Fransa’yı yaratan Franklar, İngiltere’yi meydana getiren An- gıl ve Saksonlar, İspanya’yı ortaya çıkaran Got ve Araplar, Tür­ kiye’yi yapan Türkler böyle göçler sonunda yerleştikleri ülkeler­ de yerli halk ve kültürle kaynaşarak kendilerine özgü bir toplum ve o topluma bağlı bir ad bırakmıştır. Bu gün Türkiye’yi meyda­ na getiren Türklerin, XI. yüzyılın başından itibaren Anadolu’da yerleşmeleri ve yeni bir sentezle kendilerini bin yıllık bir tarih dönemi içinde oluşturdukları herkesçe bilinen bir gerçektir. Anadolu’ya gelen Türklerin asıl yurtları Orta Asya olarak bi­ linir. Orta Asya deyimi üzerinde bir parça durmak gereklidir. Dünyanın bu en büyük kıtasında Orta Asya’nın açıklanması ta­ rihçiler arasında çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Burada biz iki örnek vereceğiz. Bu örneklerden biri Orta Asya’yı en geniş ölçü­ süyle tanıtan açıklama, diğeri en dar ölçüsüyle belirleyen ta­ nımdır. ' En geniş ölçüdeki tanıma göre Orta Asya, güneyde Kuenlün, Pamir, Hindikuş ve Kafkas Dağları, kuzeyde buzlu ormanlık böl­ geler, batıda Hazar Gölü ile Ural Dağlarının eteklerine dayanır. Güney sınırları, Khingan Dağlarına kadar 45. kuzey enleminin üs­ tünden geçer. Bu bölgeye, çağımızdaki Rus tarihçileri Aurasia adını vermektedirler. Halbuki Rus tarihçilerin bu deyimine kar­ şılık, batılı tarihçiler, Aurasia deyimiyle Avrupa’nın doğu, Asya’­ nın orta ve kuzey kısımlarını kaplayan, kapalı tarihî ve coğrafî birlik gösteren, iki kıta arasında âdeta üçüncü bir kıta özelliği

294 taşıyan alanı tanımlamak isterler. Genellikle Türk tarihçileri de Orta Asya sözü ile Rus meslektaşlarının Aurasia deyimiyle ta­ nımlamak istedikleri alanı açıklarlar. Orta Asya deyiminin en dar ölçüde tanımı yapıldığı takdirde karşımıza şöyle bir coğrafî alan çıkmaktadır. Hazar, Aral ve Bal- kaş göllerinin kuzey kesimlerinden Altay Dağlarına doğru uzanan bereketli mer’alık alan ile doğuda Çungarya Geçidinde son buİ0,n bölge, Orta Asya, ya da başka bir deyimle İç Asya’dır. İster geniş anlamıyla, ister dar kapsamıyla ele alınsın, bu bölge, son araştırmalarla ortaya çıkan belgelere göre dünyanın çok eski yıllarından beri insanlar tarafından yurt ve toprak ola­ rak değerlendirilmiştir. Orta Asya’nın tarihten önceki yaşantısıyla ilgilenen bilginle­ rin bazıları bu bölgede Hindo - German ve Çin etkisini arama ça­ bası içinde kalmışlardır. Bölgedeki Türk ve Moğol, bu iki kardeş kavimin varlığı üzerinde pek durmamışlardır. Onlara göre Türk- 1er ve Moğollar gerek tarih öncesi, gerekse tarih devirlerinde hep göçebe topluluklar olarak değer bulmuştur. Orta Asya’daki en es­ ki uygarlık kalıntılarını da Altaylılardan başka kavimlere, özellik­ le Hindo - German kavimlere mal ederler. Öte yandan ise Asya’da ilk ve otokton toplulukların Altaylı- 1ar olduğunda herkes birleşmektedir. Altaylı deyiminin Türk, Moğol ve Mançu kavimleri grubuna verilen ortak bir ad haline ge­ lişi, 19. yü'^ılm ortalarından başlar. Bu kavramı, ilk kez Wiede- man adlı bir Finli bilgin ortaya artmış, arkadaşı A. Ca.stren, Al­ man Schott, Macar H. Vambery, Rus Aristov, İngiliz E. Parker ve tanınmış Türkolog, Finli bilgin Ramstedt bunu ispatlama yolun­ da çalışmışlardır. Altaylıların tarüı öncesi yaşantıları üzerinde yapılan araştırmalar, bu toplulukların çevrelerine etkinliklerini gösteren belgelerin bulunmasiyle Orta Asya’nın en eski tarihinin aydınlanmasına da olanak sağlamıştır. Yapılan araştırmalar sonunda özellikle kuzey Asya ve kuzey Avrupa’da yürütülen kazılardan elde edilen bilgiler, Orta Asya’­ dan göçeden bazı kavimlerin son paleolitik devirde bu bölgelerdeki yerli kavimlere hayvan beslemeyi öğrettikleri, böylece onlan top­ rağa tarımsal hayattan çıkararak hayvan kullamma yolunda ge­ liştirdikleri gerçeğini ortaya koymuştur. Türk göçebelerin çiftçi toplulukları, uygarlıkları örgütlendirerek onlara siyasî ve askerî güç kazandırdıkları ve bu suretle yerel tarımcı uygarlıkların bü­ yük ve dünya kültürüne etkin uygarlıklar halini aldığı artık ispat­ lanmış bulunmaktadır. Nitekim Hindo - Germenlerin asılları ko­ nusuyla uğraşan A. Nehring ve W. Koppers Asya ve Avrupa’da

295 hayvanların evcilleştirilmesinde, bunların, at kültürünü ve at kur­ ban etme geleneklerini, çevrelerinde yaşamış olan Türklerden öğ­ renmiş olduklarını kabul ederler. Bunların görüşlerine göre evcil­ leştirme evresine Hindo - Germenler, M. Ö. 2500 yıllarında artık girmiş bulunmaktaydılar. Oysa Altaylılar bu kültürü, boynuzlu hayvanları evcilleştirme işini daha yüzyıllar önceden biliyorlar­ dı. Yine Orta Asya dışında gelişen ilk uygarlıklardan su kültünün egemen olduğu Mohenjo - daro ile Seyhun ve Ceyhun ırmakları boyunda yaşayan Türkler arasında sıkı bir kültürel ilişki bulun­ duğu saptanmıştır. Ölüleri suda defnetmekle günâhlarından arıt­ mak, suda ölmeyi şerefli bir ölüm saymak, su perilerine inanmak gibi kültürel yaklaşımlar, bu yöredeki Türkler arasında da ayniy­ le görülmektedir. Bunları saptayan Prof. G. Nemeth Türklerin bu kültürü M. Ö. 1500 yıllarında Aral gölü çevrelerinde yaşarlarken Hindistan’a geçmekte olan Hindo - Germenlerden yani Vedik ve Aryanlardan aldıkları görüşünü ileri sürer. Gerçekte orta ve gü­ ney Asya, kuzeyden inen Vedik ve Aryan kabilelerinin istilâsına uğramıştır. Hindo - Germenlerin bu akını M. Ö. 1500 ya da 1700 yılları arasında olmuştur. Bu akınla Aşkabad yanındaki Anau kültürü arasında batılı arkeologlar daima yakın bir bağlantı kur­ mağa çalışmışlardır.

Anau Kültürü

Türkmenistan’da, Aşkabad yanındaki Anau ören yerinde, ya­ pılan çalışmalar ve elde edilen sonuçlar ,M. Ö. 4500 ile 4000 yılla­ rına kadar giden bir kültürü ortaya çıkarmasıyla Orta Asya tari­ hine yepyeni ufuklar açmıştır. Anau’da birinci tabaka M. Ö. 3900-3300, ikinci tabaka 3300 - 2750 olarak belirtilmektedir.' Bu­ rası o devirlerdeki Ön Asya (Sümer - Sus), güney Asya (Mohenjo - daro ve Harappa), doğu Asya (Yang - shao) kazı yerlerinde ortaya çıkarılan uygarlıkların kaynağı olarak nitelendirilmektedir. Ger­ çi Prof, ehilde bu uygarlığın Ön Asya, ya da Hindistan’dan gel­ diği fikrinde ise de, Anau’un bunun tersine, yukarıda isimleri be­ lirtilen kültürleri etkilediği tezi, egemen bulunmaktadır. Anau’da bulunan kalıntılar, insanların ilk uygarlık aşamala­ rı hakkında fikir edinebilmesi bakımından çok önemlidir. Gerçi burada yakılmış cesetleri kapsayan alt tabakanın üstünde bulu­ nan yuvarlak, brakisefal kafatasları ile Türkmen el işlerinde gö­ rülen motiflere benzeyen keramik motifleriyle Anau kültürünü yapan halkın salt Türk olduğunu ispatlamak olasılığı yoktur. Ama bu kültürü bir Aryan eseri olarak değerlendirmeye de bu öğeler engel olmaktadır. Genellikle bu kültürü M. Ö. 4000 - 2000 yılları arasında doğu Avrupa, Ön Asya ve İç Asya’da yaşayan

296 brakisefal insanların geliştirdikleri sanat eserlerinin bir merke/i olarak değerlendirmek gerekir. Orta Asya’da gelişen ilk kültürün yayılma alanı hakkında son bir örnekleme gerekirse, Orta Ame­ rika uygarlığından bir örnekle yetinmek bile bir anlam taşır. Ame­ rika’nın otokton halkının kullandığı kelimelerde Türkçeye benze­ yen ve aynı anlama gelen sözcüklerin bulunması, Meksika’lılarda bulunan on iki hayvanlı takvim, ayın haftalara değil de anüç günlük iki parçaya ve 4 güne ayrılması, yılın 13 aylık hesaplan­ ması bu verilerin gerçekten Orta Asya’dan Amerika’ya sıçradığını gösteren apaçık belgelerdir. Orta Asya’da başlayan uygarlığın, yukarda ortaya konan açıklamalarla bölgesel kalmadığını, Karpat Dağlarından, Mezopo­ tamya’daki Sümer ve Elam sitelerine, Hindistan’da İndus ırmağı kıyılarında, Çin’de Yuan bölgesine ve Amerika’da Meksika’ya ka­ dar yayıldığını göstermektedir. Bu yayılışta, ya da böyle bir kül­ tür alışverişinde, söz konusu çağın en iyi ulaştırma aracı olan altın ve onu çok iyi bir şekilde kullanmasını bilen Altaylı kavimlerin rolleri pek büyük olmuştur, diyebiliriz.

2.1. TÜRKLERİN ANAYURDU

Bütün araştırmalar sonunda Türklerin Anayurdu’nun yani, Türk kavimlerindn (Budun) doğu, batı, güney, kuzeydoğu ve gü­ neydoğu doğrultularında yayılışlarına kaynak olan bölgenin Orta Asya olduğu kabul edilmiştir. Macar tarihçisi Prof. L. Rasonyi, bu oluşumu şöyle ifade etmektedir. «Batılı milletlerin ortaya çıkış­ larından daha önce Türklük, dünyamızın en büyük sahasını teş­ kil eden Aurasia’nın her çağında ve her köşesinde büyük bir rol oynamıştır.» Ama, bu Aurasia, ya da Türk tarihçilerinin dediği gibi Orta Asya’nın hangi bölgesi ya da bölgeleri Türklüğün kay­ naştığı, doğup taştığı ana yurdudur ? Bu soruyu şöylece de değiştirebiliriz. VI. yüzyılda Türkler, Göktürk devletini kuruncaya kadar Orta Asya’nın hangi kesimle­ rini atalarının yurdu olarak tanımlamakta idiler ? Bu soru kesin olarak çözülmüş değildir. Türklerin anayurdu’nun neresi olabileceği konusunda bilgin­ ler çeşitli tezler ortaya atmışlardır. Örneğin W. Tomaschek, Bay- kal gölünün doğu kesimlerini böyle bir oluşum için yeterli görür­ ken E. Parker ile G. J. Ramstedt Kingan dağları çevresi ile Mançurya ve Moğolistan’ın güney bölgelerini Türklerin Anayurdu olarak belirtmek çabasında oldular. Buna karşılık dil verilerine dayanan Macar bilgini G. Nementh Türk anayurdunun Asya’nın

297 kuzey batı kesimlerinde Altay dağları ile Urallar arasında Aral gölünün kuzey kesiminde olması gereğini ileri sürdü. Öte yandan yine bir Macar bilgini olan G. Almasy atasözlerine, masallara ve Aryan saldırılarına ilişkin araştırmalara dayanarak Türk anajrur- dunun Tien - Şan bölgesinde olması icap ettiği sonucuna vardı. Klapproth ile Vambery ve daha bazıları bu alanın Altay dağların­ da, Radloff ise daha doğuda olması gereğini ortaya attılar. Türk ve Moğolların ilk defa açıklamalı tarihini yazan De Guignes’ten itibaren Türk tarihçilerinden Necip Üçok, Prof. Zeki Velidi Togan anayurdumuzun orta Tien - Şan’larda olması görüşünü savun­ muşlardır. Türklerin Anayurdu’nun asıl merkezi konusunda daha ger­ çekçi bir kanıya varmak için, iki dönemli öğeyi dikkate almak ge­ rekir. Bunların birincisi coğrafî ortamdır. Bu bakımdan görüşle­ rini açıklayan araştırmacılardan G. van Bluck, «gelişmeye ancak, ortam olanak sağlar» tezinden hareket ederek göçebe kültürünün en ileri safhası olan atlı çoban kültürünün oluşumundan Passar- ge’ye göre «Stepp» Hettner’e göre ((Winterkalete Grossteppe» adıyla anılan koyu kestane renginde olan bozkır alanım öne sür­ mektedir. Açık bir alan, yağışlı olmasına rağmen sert bir iklim, kı­ şın çok soğuk ve kar fırtınalı, yazın genellikle kurak hava şartla­ rına bağlı böyle bir alanın tipik hayvanı attır. Atlı göçebe Türk­ lerin çoğalıp gelişmesi için bu koşulları kapsayan yöre ise 7 - 8000 km. boyunda otlu bir şerit halinde Ural dağları ile Altaylar ara­ sında uzanmaktadır. Sözü edilen bölge dünya tarihinin en büyük cihangirlerine yurt olmuştur. Gerçekten de bir çok büyük devlet­ lerin kurucuları ve çeşitli Türk kavimleri bu bölgede dengelene­ rek doğu, batı ve güney yönlere yayılmışlardır. Türklüğün anayur­ du’nun bu bölge olması gerekir. Öteki tez ise, karşılaştırmalı kültür morfolojisi metoduna da­ yanarak bir sonuca varma çabasındadır. Menghin, Koppers ve ni­ hayet çağdaş tarihçi Toynbee, her üç araştırmacı da bir noktada birleşmektedir. Menghin, «Ural-Altay kavimlerinin cihan tarihi bakımından iki alanda etkinliklerini belirtmek zorunluluğu var­ dır» der. Bu olanaklardan biri ekonomik değer ve ölçüde hayvan yetiştirmeyi geliştirme, İkincisi ise toplumsal alanda olağanüstü devlet kurma yeteneğidir. Bu iki olanak Ural - Altay kavimlerinin başlıca simgesidir. Bu sözleri Koppers; «önce şu bir gerçektir ki, hayvan yetiştirici Nomad kültür İç Asya’da doğmuştur. Hindo - Germenlerin bu kültürün yaratıcıları olmayıp, komşuları Ural- Altaylılardan ilk alan kavimler oldukları da artık ispatlanmıştır. Son araştırmalara göre bu kültürü İç Asya’da Türkler değil, Pro- totürkler ya da Pretürkler geliştirmişlerdir. Ama, bu husus sonu-

298 cu etkileyecek ve asıl hükmü değiştirecek nitelikte değildir» de­ mek suretiyle perçinlemektedir. Toynbee’nin görüşleri de hemen hemen aynı sonuçlara çıkar. Ona göre, «göçebelik bir çok bakım­ dan çiftçilikten üstündür. Çünkü hayvanların evcilleştirilmesi, yabani bitkilerin geliştirilmesinden şüphesiz ki üstün bir sanattır. Ekonomik bakımdan çiftçi yetiştirdiği ürünü tüketici olduğu hal­ de, göçebe aslında yenme olasılığı olmayan otları hayvanlara yedirerek onları süte, ete ve yapağıya çevirtir. Bunun İçin güç koşullara uymak gerekir. Bunun sonunda çobanlar askerî bece­ riler, ileriyi görüş, sorumluluk duygusu, fizikî ve ahlâki dayanık­ lılık gibi yetenekler elde ederler. Bu beceriler göçebe -zekâsının ^ iLk zaferi sayılmalıdır.» Böyle bir ortam ise, yukarıda tanımladı­ ğımız yörede Ural dağları ile Altaylar arasında uzanan bozkır şeridinde, bugünkü Kazakistan’da bulunmaktadır. Antropoloji bi­ limi de bize bunu kanıtlamaktadır. Hindo - Germen ırk tipi, protonordicus. bozkırlarında canlanmıştır. Yukarıda belir­ tilen açıklamalı kültür morfolojisine göre ise, Türklerin anayur­ dunun Hindo-Germen anayurduna komşu olması gereği vardır. Bu yaklaştırmalar sonunda Türklerin ilk vatanlarının Ural - Altay şeridi üzerinde olduğu sonucunu kabul etmemiz gerekir. Dikkat edilirse bu tezler içinde dil ve kültür kalıntılarına göre görü­ şünü açıklayan G. Nemeth, coğrafî zorunluluğa dayanarak tezini savunan Passarge, karşılaştırmalı kültür morfolojisi metodlarına dayanarak bir görüş getiren Koppers ve antropoloji biliminden aldığı kuvvetle Menghin genellikle Ural dağları, Aral gölü ve Al­ tay dağları arasında belirtilen bölgenin Türklerin anayurdu ol­ ması ihtimalinde birleşmektedirler. Bu arada ırk antropolojisinin en yeni sonuçlarına göre Türk ırkı, Europid ırk grubunun Turanid bölümünü teşkil eder. Turanid ırk grubuna bazı bilginler Turco - Tatar, bazıları da Turki derler. Bunların ırk grubunda ortalama boy 166-167 cm. dir. Az olarak daha boylulara da rastlanır. Vücut yapısı güzel, hare­ ketli, yaşlandıkça şişmanlamaya elverişlidir. Kafatası yuvarlak 84 - 85 cm. dir. Alın oldukça yüksek, yumru ve geniştir. Elmacık kemiklerinin oldukça gelişmiş ve çıkık olması nedeniyle çok kez daralmış görülür. Yayılma alanı itibariyle bütün ırklarla yarışa­ bilir. Sibirya’dan başlayarak Orta Avrupa’yı aşar, Fransa içlerine kadar sokulur. Güneyde ise Hindistan, İran, Irak, Suriye ve Mı­ sır’a hatta Habeşistan’a kadar iner. Bugün güney Sibirya, Türkis­ tan, Kırgızistan, Güney Rusya, Kafkasya, Anadolu, Dobruca, Bulgaristan hatta Avusturya’nın bazı kesimleri ile Macaristan bu ırkın çoğunlukla yayılmış olduğu alanlardır.

299 Tarih Öncesi İlk Türkler

Türklerin Anayurdu’nun Aral gölü ile Altay dağları arasında olduğu kabul edildikten sonra, bu Türklerin tarih öncesi faaliyet­ lerini inceliyebiliriz. Açıkça şunu ifade etmek gerekir ki, Türklerin ya da Proto- türklerin tarih öncesi ile ilgili araştırmalar çok yenidir ve o oran­ da da noksandır. Örneğin yurdumuz Anadolu’nun tarih öncesi ya da tarihi hakkında daha çok belge ve bilgiye sahip olduğumuz halde, ırkımızın tarih öncesi hakkındaki bilgiler bir takım çeliş­ kiler içinde bazı tezlere dayanmaktadır. Bu tezlerden en önemlisi, coğrafî ortamın değişme tezidir. İsviçre’n Prof. Pittard tarafından ortaya atüan, daha sonra da bir kısım Türk tarihçileri (Prof. Şemsettin Günaltay, Prof. Afet İnan vb.) tarafından desteklenen bu tez. Buzul çağının sonunda îç As­ ya’da büyük bir iç denizin oluşmasına ve bu deniz çevresinde Prototürklerin maden çağına ulaşan bir uygarlığı geliştirmelerine ve Eski Mezopotamya, Eski Mısır, Anadolu ve Avrupa’da yaşa­ makta olan insanlara bu uygarlığı, değişen iklim koşulları yüzün­ den göç ederek (ilk göçler) getirip öğretmiş olmaları, ana ilkesi­ ne dayanmaktadır. Bu tez, Atatürk tarafından da benimsenmiş, I. ile IV. Türk Tarih Kurumu Kongrelerinin başlıca tartışma ko­ nusu olmuştur. Bu teze karşı başta Prof. Z. Velidi Togan olmak üzere özellik­ le Sovyet bilginleri karşı çıkmışlardır. Orta veya İç Asya’da coğ­ rafî koşulların Buzullar döneminden sonra asla değişmediğini göçlerin nüfus artışları ve başka Türk kavimlerinin baskısı eseri olduğu, bu göçlerin tarih öncesi çağlardan XVI. yüzyıla kadar kitlesel, bundan sonrada değişen ekonominin ve politikanın etki­ siyle daha küçük ölçülerde boy, soy - sop, hatta kişisel firarlara kadar küçüldüğünü ve günümüze kadar sürüp geldiğini ileri sür­ müşlerdir. Bugün; araştırmaların vardığı sonuçları şöylece özetleyebili­ riz. 6. yüzyılın ortalarında kuytu Altay vadilerinden çıkıp bir im­ paratorluk kuran ve aynı dili konuşan diğer bütün boylara so­ nunda kendi adını veren Türklerin İran ve Tohar gibi yörelerde Hindo - Germenlerle bir süre yanyana yaşadıkları kabul olunabi­ lir. Liu-Mau-Tsai (1958), Kiyaştorniy (1965), Altaylarda geç de­ mir çağına ait buluntular üzerinde incelemeler yapan Gavrilova’- nın (1965) görüşleri bu hususu pekiştirmektedir. Bu akın grupla­ rının aynı zamanda Minusinsk bölgelerinde (Kiselev 1951, Kızla- sov 1960), Tuva’da (Kızlasov 1958, Vaynsten 1966), Batı Türkis­ tan’da Talaş vadisinde (Sorokin 1956), Baykal gölünün doğusun-

300 da (Gohman 1'954), Moğolistan’da (Chung^-Kivangichih 1963) hatta, Çin’in kıyı eyaletlerinde görüldüğünü saptanmaktadırlar. Öyle görülüyor ki Türklere (Prototürkler) ait ilk izler bizi yüzyıl­ lar boyunca Hun egemenliğinde (Hiung-nu) kalan bölgelere gö­ türmektedir. Hünların değişik bir çok etnik gruplar üzerinde ege­ men olduklarını Çin soylarının tarihlerinden derlemekteyiz. Buna göre, özellikle Sovyet arkeologları kuzey ve batı Çin’in hemen gerisinde (batısında) bulunan bozkırlarda Prototürklerden başka Tibet, İran ve Tohar gruplarının da varlığı üzerine ısrarla durmaktadırlar. Baykal gölünün güney doğusunda geç Tunç çağından itiba­ ren yerli bir kültüre rastlanır. Plitoçnie - Mogili denilen yassı taş mızrakları kültürü üzerinde İlk raporları Sosnowky 1941 ve Dikov 1958 de vermişlerdi. Okladnikov’un görüşü doğru ise bu yerli halkı, Hunlar, M. Ö. II. yüzyılda yurtlarından göçe zorlamışlardır, îç Asya’nın ilk yerleşik kültürünü bu yassı taş mızrakları yapan halk meydana getirmiş, bunların atlı göçebeler haline gelmeleri ise, Sakaların (Skit) öncesi kavimlerle karşılaşmaları sonunda gerçekleşmiştir. Bu yörede Saka at koşum takımlarının ve silâhla­ rının bulunması bizi böyle bir sonuca getirmektedir. Daha önce Minusinşk bölgesinde Karasuk kültüründen tanıdığımız bu atlı göçebelerin etkilerini böylece Çin sınırına kadar götürdükleri so­ nucuna varmaktayız. Yerleşik ve atlı göçebe kültürünün kanşı- mından doğan bu önemli grubu Türkçe konuşanların doğudaki ilk merkezi olarak benimseyebiliriz. Bu kültürün yayılma alanı Man- çarya’dan güney batıya doğru uzanmaktadır ve bu yörede Kara­ suk kültürünün etkileri kendini göstermektedir. M. Ö. ikinci bin yılı başlarında ise ,doğu Asya batıdan gelen ve maden işçiliğini pek iyi bilen atlı göçebelerin kesin istilâsma uğradı. Bu usta göçebeler, Altay’da ve Minusinsk bölgesinde sağ­ lam bir şekilde saptannuş olan kültürü yaratan topluluklardır. Aynı insanların torunlarının daha sonra Baykal çevresi Kitoy kül­ türünü etkiledikleri de bir gerçektir. (OkladnIkov 1950, Lipskiy 1952, 1961, 1963). Böylece Türklerle diğer Mongoloid grupların ilk bağlantıları ortaya çıkmış olmaktadır. (Alesiev, 1954, 1958). Bununla birlikte batıdaki bozkırlarda saptanan bazı arkeolojik gruplarda çok daha eski tarihlere ait Mongoloid kafataslarına raslamak mümkündür. Örneğin Kansk bölgesinde M. Ö. XVII. yüzyıla kadar geriye giden belgeler bulunmuştur. Sakalar devrin­ de ise Doğu Kazakistan kurganlarında pek çok Mongoloid kafa- taslarına rastlamak olanağı vardır. Altay’da Pazınk II. kurganın­ da Mongoloid tipte bir beyle Europeoid tipte olan eşinin kemikleri aynı mezardan çıkartılmıştır. 301 Bütün bu araştırmalar, Orta Asya, Aurasia, ya da İç Asya adıyla anılan bölgenin, tarih öncesi çağlarda da bugün olduğu gibi, çeşitli ırkların yaşadıkları fakat, Turanid ırkların beşiği ol­ duğu, coğrafî koşulların tarih öncesi ya da tarih çağlarında pek büyük değişikliklere uğramadığı, (Aleksiev 1954, 1958, 1961 ve İvanova 1966) sonucunu ortaya koymaktadır. Diğer yönden, Türklerin hakim boyunun, onları önce Altaylarda, sonra da bü­ tün İç Asya’da başarıya götüren uzun yüzyıllar boyunca, tek ve otokton bir ırk olmayıp başka ırklarla karışmış olduğu ve bu ka­ rışmadan doğan sentezin büyük Türk kültürünü meydana getir­ diği kanısı kuvvetlenmektedir.

Eski Türk Kültürünün Gelişm,esi ve İlk Türk Devleti Atlı göçebe Türklerin eski uygarlıkları kurmada oynadıkları rolü Prof. W. Koppers tanıtırken, Türkleri özellikle atlı göçebe­ ler olarak belirtmekte, onların tarım ve madencilikte maharetleri olmadığı kanısını ileri sürmektedir. Porf. W. Barthold ise, ccTürk göçebelikten ayrıldığı vakit, Türk olmaktan çıkar» sözünü kesin bir gerçekmiş gibi tekrar eder. Ama Anau kültürünü iyice incele­ meye tâbi tuttuğumuz zaman, en alt tabakalarda tarım ve sun’i sulama kültür izlerinde göçebelerin yan göçebe ve yerleşik haya­ ta geçiş safhalarını saptamaktayız. Bunun yanında Altay’larda Minusinsk, Pazırık ve Moğolistan’da Nouin-ola kazüarı bu geçiş­ leri açıklamış ve eski Türk kültürünün ilk örneklerini bize kazan­ dırmıştır. Buna göre atlı göçebelerin yazı yaylalarda, kışı kent ve kasabalarda geçirdikleri, tarım, dokuma ve madencilikle uğraştık­ ları anlaşılmıştır. Semerkand, Buhara, Ramiten, Beykent ve Merv gibi şehirlerin bu kültürü sürdüren Türkler tarafından kuruldu­ ğu da İran kaynakları ve İslâm yazarlarınca belirtilmiş bulun­ maktadır. Türk göçebe kültürünün bu görüntüsü, uzun yüzyıllar Talaş, Cu ve İli bölgelerinde sürüp gitmiştir. Nitekim Kaşgarlı Mahmut, bu görüntüyü kendi yaşadığı yıllarda bile saptamak olanağını bulmuştur. Öte yandan Ptolemaios, Orta Pamir’de Karatigin böl­ gesinde Kumidh (Kürmiç) lerin göçebe olmakla beraber, taştan yapılma bir kaleye sahip olduklarını yazar. Yine İç Asya’da Kümiçi’lere ait kent ve kasabalar bu Türk kavminin uzun yüz­ yıllar yarı göçebe yaşantı içinde olduğunu açıklamaktadır. Türklerin en eski yazılı belgelere göre kurdukları ilk devlet, Herodotos tarihinde Argippae ismini verdiği bir Saka - Skit dev­ letidir. W. Tomaschek’in de tarihte ilk Türk devleti olarak kabul ettiği Argippae, ya da Argim - Pae’lerin ülkesi H. Triedler’in sap­ tadığı gibi orta Tienşan’ın batı yamaçlarında bulunuyordu.

302 Herodotos’un dayandığı Aristeas’tan alman bilgilere göre bunla­ rın, saçlarını traş eden, silâhsız, yani tahta kılıçlı bir başkanları olduğu, birkaç dil bildikleri, kervanların memleketlerinden sağ ve salim geçmekte oldukları, uygarlıkta ilerlemiş bulundukları, yani kuvvetli ve güçlü bir devlet kurmuş oldukları anlaşılmaktadır. Prof. Z. Velidi Togan, Herodotos’tan gelen bu söylentiyi bir süre Isık-Göl çevresinde yarı göçebe bir dönem geçiren Barsganlar olarak çözümlemek ister. Burada Argippae’lerin başkanları ile Barsganların başkanları olan Tüdhün (Tüyün) 1er arasında yakın bir benzerlik bulur. Z. Velidi Togan ayrıca Argippae adının yine Herodotos’un bir nüshasında görüldüğü gibi, Argimpae şeklinde okunmasını uygun bularak bunun, Türkçedeki Argın - Bay olması sonucuna varmakta ve Argın uruğunun bugün bile Kırgızlar arasında yaşamakta olduğunu söylemektedir. Bay deyimi ise, Bey veya Beğ kavramının bir versiyonundan başka bir şey değil­ dir, demektedir. Ancak Argimpae’lerin, yani Barsganların bağım­ sız devlet olarak değil. Büyük Skit (Saka) konfederasyonuna da­ hil bir devlet olarak incelenmesi doğru olabilir. Ona göre dört Türk (Oğuz) ve onok (onkabile) urugları Tiyanşanlarda devamlı olarak yaşamışlar ve yarı göçebe bir kültür sürmüşlerdir. Bun­ lardan Hazar ve Sabirler (Sibir), İtil ile Hazar gölünün doğu ya­ kasında Demirkapı’ya kadar uzanan alanda, Çigiller Talaş, Çu ve İli bölgelerinde, İylaklar Taşkent’in doğusunda, kendi isimle­ riyle anılan bölgede, bugünkü Ahengeran’da, Barsganlar Isık - Göl yöresinde, Comuk ve Cücen (Avar) 1er doğu illerinde, Baykal gölü çevresinde Çu’ların (Çuut - Şu) ise Minusinsk bölgesinde, yani Yenisay ırmağı boyunda oturdukları saptanmış bulun­ maktadır.

Hiııdo - Gerıriieıı İstilâsı

Yukarıda tesbit olunabilen ilk Türk uruglarmın yayıldığı alan Hun (Hiung-nu) veya Göktürk İmparatorluklarının kapsadığı alana denk olmakla Ural - Altay çizgisinde doğan Türk ırkının atlı göçebeler olarak yarı yerleşik maden kültürüne ulaştığı çağ­ larda İtil ırmağı, Hazar gölü ile Baykal gölü arasında süratle ya­ yıldığı sonucu ortaya çıkar. Hindo - Germenlerin Orta Asya’da ilk görünüşleri M. Ö. 2000 yıllarında başlar ama, kesin istilâ dönemi, M. Ö. 1700 lerde, bu istilânın sona ermesi ise, M. Ö. 1500 lerde ola­ rak düşünülebilir. Hindo - Germenlerden Arian ve Yedikler Hindistan’a yerleş­ mişler, Türk bölgelerinde ise Horezm, Soğd (Masaget) ve Alanlar (As) egemen olmuşlardır. Hindo - Germenlerin Fenike alfabesin­ den çıkma bir alfabeyi getirdikleri, ticarette becerikli insanlar ol­

303 dukları, fakat egemenliklerini uzun süre devam ettiremedikleri ve istilâmn arkasmdan Alan ve Soğdlarnı yeni kurulan Çu-Saka (Skit) konfederasyonuna girmiş oldukları bilinmektedir.

Saka Devleti Sakalarm kurdukları konfederasyon genellikle Hindo - Ger­ menlerle Altaylıların karşımını olarak kabul edilir. Çin sınırlarından Tuna’ya kadar uzanan bu konfederasyon da, ister Hindo - Germen asıllı, ister Altay asıllı olsun, toplanan ka­ vimler zamanla ortak bir kültürü temsil eder halde birbirleriyle kaynaşmış bulunmaktaydılar. Konfederasyonu güçlü bir devlet olarak görmek mümkün değildir. Konfederasyonu teşkil eden boy, budun ve uruglar arasındaki siyasî bağlantının çok zayıf olduğu söylenebilir. Kültür bakımından Türk atlı ve yarı göçebe kültürü­ nü benimsemiş toplulukların yaşayışları, kıyafetleri, âdet ve inanç­ ları tek bir kültürü ifade etmektedir. Onun içindir ki, H. Triedler ve diğer bazı tarihçiler Saka - Skit konfederasyonunda egemen sı­ nıfın Türk olduğu kanısına varmışlardır. Skitlerin boy adları Targutue, Skolot, Paralat vb. nin Türk Çiğil ve Burula isimlerinin T ’li çoğul şekilleri; yani Türküt; Çuut, Sikilüt, Barulut gibi okun­ ması olasılığı vardır. Büyük tartışmalara yolaçan Skit sözcüğü de Cengiz Han’ın dayandığı ilk uruglardan Sakait’in T’li çoğulundan bozulma bir sözcük olarak incelenmesinde hata yoktur, kanısı yay­ gın bulunmaktadır. İran geleneklerine göre Sakaların kurduğu bu konfederasyon üç büyük gruba dayanmakta idi. 1 — Fergane, Kaşgar, Altay grubu. 2 — Aral ve Hazar gölleri arasındaki bölge grubu. 3 — Şimdiki Rusya’nın güney bölgesi grubu. M.Ö. VIII. - VII. yüzyıllarda Çin ve Gobi çöllerinden Kırım ve Tuna’ya kadar uzanan alanda gelişen siyasî olayların merkezinin Orta Asya’da bulunduğunu ise, bize İran ve Türk destanları açık­ lamaktadır. Türk destanlarında Alp-Er-Tunga, İran efsanelerinde Afrasyâb olarak tanınan bu kahramanı, Sakalar konfederasyonunun en ün­ lü kişisi olarak görmekteyiz. Bu destanlarda Alp-Er-Tunga’nın Medya hükümleri Kiarchses (Keyhusrev) ile süregelen serüveni onun Keyhusrev karşısında yenildikten sonra Altaylarda Kimaklar ülkesine çekilişi ve en sonunda Azerbeycan’da Keyhusrev’in eli­ ne düşerek öldürülmesi ve ondan sonra oğulları zamanı anlatıl­ maktadır.

304 Sakaların altın devrini yaşatan bu kahramanın, Kiarchses ta­ rafından M. Ö. 525’te yenilgiye uğradıktan sonra, yakalanıp öldü­ rülmesiyle Saka konfederasyonunun dağıldığı, Çin’lilerin bu par­ çalanmadan yararlanarak Çu-Saka konfederasyonuna dahil on İki ili M.Ö. 523 yıllarında ellerine geçirdikleri gibi bilgiler Asurların kitabelerine, Çin kaynaklarına ve Yunan yazarlarının haberlerine uygun düşmektedir. Alp-Er-Tunga’dan sonra da Saka devleti devam etmiştir. Ni­ tekim Achemenidlerden Kiros M. Ö. 503’de Darius I. ise M. Ö. 485’ te yaptıkları seferlerle Skit-Saka konfederasyonunu yıkmak iste­ mişlerdir. Daha sonraki yüzyılda ise, M. Ö. 330 - 327 yıllarında Ma­ kedonyalI İskender, Tirmiz üzerinden ilerliyerek, Taşkent civarında Ceyhun’u aşarak, Türk illerine girdi. Sakaların yabgusu, Kartasi- us’u, yani kardeşini Büyük İskender’in huzuruna göndererek ba­ rışı sağladı. İskender bu bölgeye Makedonya, Kıbrıs ve İran’dan göçmenler getirerek yerleştirdi. İskender İmparatorluğunun dağılmasından sonra bölgede te­ şekkül eden Greco-Baktria devletinin sınırları, kuzeyden Fhun, ya­ ni Hunların egemen oldukları alana kadar uzanıyordu. M. Ö 140 yıllarında ise Bakthria kuzeyden, kuzeydoğudan, Hunlardan ka­ çan kavimlerin Yunan kaynaklarına göre Asioi, Parianoi, Tokha- roi, Sukaraloi, yani As, Peçenek, Tohar ve Sakaların istilâsına uğ­ radı. Onların ardından Hoten ve Kaşgar üzerinden ilerleyen Yu-e- çilerin saldırıları ile karşılaştı. Bu kavimlerden Peçenek, Saka ve Yu-eçilerin Türk ırkından olduğunda hiç kuşku yoktur. Böylece, tarihî belgeler açısından M. Ö. VI. yüzyılda başlayan genel Türk tarihinin ilk bölümü tamamlanmış, yeni doğan Büyük Hun kül­ türü ve onun bütün Aurasia’yı titreten büyük yayılış ve atılımı kendini göstermeğe başlamıştır.

2.2 TÜRK HUN İMPARATORLUĞU

Altı göçebe kültürün en başarılı örneğini ilk defa, AvrupalIla­ rın Hun, Çinlilerin Hiung-nu adını verdikleri Türk urugları toplu­ luğu vermiştir. Hunların kendi tarihleri de her halde M. Ö. VII. yüzyıla kadar inmektedir. Hunların ilk yurtlarının Moğolistan ve Altay dağları arasında olması ihtimali kuvvetle mevcuttur. Hun- larm da Sakalar gibi, Türklerden başka kavimler! de egemenlik­ lerine aldıkları bir gerçektir. Ama, bu toplumda Sakalarda olma­ yan Hakana dayanan ve Türklerden oluşan bir Aristokrat sınıf vardır. Çinlilerin Şen-yu, Hunların Yabgu dedikleri hükümdar gö­ ğün oğlu, Tengri-kut olmak itibariyle yerel egemenliğin yanında dinî güce sahip bir hükümdar olarak görülmektedir ki bu kavram,

305 Göktürklerde, Karahanlılarda, Selçuklularda ve OsmanlIlarda ise sadece İslâmî kılığa bürünerek Zıllullah (Tanrının gölgesi) sıfatı ile 1924’e, hükümdarlığın ve hilafetin kaldırılışına kadar gelenek­ sel olarak sürüp gelmiştir. Hun Aristokrasisi Hun sülalesine bağ­ lı TIgin (Prens) lej, soylu kişiler ve beylerden oluşur, ordunun ve devletin yönetimi bunların elinde bulunurdu. Ordu il beylerinin ko­ mutasında idi. Hun tümenlerini il beyleri yönetmekte olup, bun­ ların herbiri 24 Hun boyundan oluşmakta idi. Komuta zinciri bin­ başı, yüzbaşı, onbaşı gibi rütbelerle devam ederdi. Hun topluluk­ ları arasında sosyal yönden bazı ayrıcüıklarm bulunduğu, Türk aslından olan boyların hak ve yetkilerinin ötekilerine göre daha üstün olduğu Çin kaynaklarından öğrenilmektedir. Geniş halk yı­ ğınlarının tâbi ve köle topluluklar olduğu ancak, Hunlarda kişi kö­ leliği yerine, Türk uruglarma bağlı toplumsal köleliğin sürdürül­ düğü anlaşılmaktadır. Bu atlı göçebeler geniş bozkırlarda ev (yurt) denilen keçeden yapılma çadırlarda yaşarlardı. Büyük baş hayvan sürülerinin otlatılması, çayırlandırılması, kışlık ihtiyaçların karşı­ lanması için uzun sürek avlarının organizasyonu Hun halkını, atı en güzel şekilde kullanan, dinamik ve disiplinli bir kavim haline getirmişti. Hunlarda boyların çekirdeğini kan akrabalığına dayanan ocak, yani aile teşkil ederdi. Aile, nüfusunun artışı sonunda bazen bir kaç çadırı kapsar. Çadırların yuvarlak biçimde kuruluşları ile or­ taya avııl (en küçük sosyal birlik) çıkardı. Birkaç avul biraraya geldiğinde oba veya oymak, onun üstündeki topluluk boy, .boyla­ rın biraraya gelmesiyle de Urug ve Budun meydana gelirdi. Avullar ve obalar her zaman için baskınlara açık bulunurdu. Baskınlar sadece yabancılardan, ya da düşman komşulardan ol­ maz, boy içindeki çekişmelerden de ileri gelebilirdi. Baranta deni­ len bu baskınlar sonunda yenilen boy, oymak yada avul, galip ge­ lenin uydusu haline gelir ve adını kaybederek galip tarafa bağlı köleler olurlardı. Barantalardan, sürek avlarından, akınlardan za­ man kaldığında erkekler, hayvan sürüleriyle uğraşırlar, aygırları evcilleştirirlerdi. Ayrıca deri, kemik, tahta ve maden işçilikleriy­ le çeşitli eşya yapımıyla uğraşırlardı. Bunların sanat anlayışı, in­ ce el maharetleri bizi derinden etkileyen, büyüleyici, sanat eser­ lerinin ortaya çıkışını hazırlamıştır. Hunlar istedikleri an kendi-^ lerini diledikleri yere ulaştıran, binlerce kilometrelik yolu rahat­ ça aşmalarına yardımcı olan atlarına büyük değer verirlerdi. On- _ lan süslerler, bozkırda karşılaştıkları kendi ve bineklerinin haya­ tında iz bırakan hayvanların figürlerini işlerler, atların koşum ta­ kımlarını, eğerlerini bunlarla süslerlerdi. Hunlarm yerleştikleri bölgelerde yapılan kazılar sonucu, atın bütün hayvanlardan önde

306 geldiği anlaşılmıştır. Şibe, Katanga, Başadar, Beşe, Pazırık ve No- uin - ola kurganlarında atlarım gömüldüğü bölümlerden çıkartılan malzeme, Hunların ata duydukları sevgiyi bize açıklar. Hun Türkü için at herşeydir. Eti yenir, sütü içilir, kımız yapılır, derisi çizme, pelerin,kayış, kemer gibi eşya için malzeme olurdu. Hergünkü uğ­ raşları at sırtında, göktanrınm gölgesinde uçsuz bucaksız bozkırda geçerdi. Ona besledikleri hayranlık o kadar derin ve güçlü idi ki, ölümlerinde bile onu yalnız bırakmazlar, bütün koşum ve takım­ larıyla birlikte beraberce gömerlerdi. Bu derin sevgi, bir çok Türk boylarının atla ilişkili adlar almalarına yol açmıştır. Örneğin : Ala-Yuntlug, Tozaygır, Karatay, Sarıtay, Boztay, Kongurat buna örnek olduğu gibi, İl adları da özellikle Peçeneklerde Kûlû bey, Karabey, Boyla Çoban yine Boz, Kara ve Alaca atları olan beyle­ rin İllerine verilen at isimleridir. İşte Oğuzların, Kıpçakların ataları sayılan kurdukları güçlü organizasyonlarla dünya tarihi ve Türklük tarihinde özel bir yer işgal eden Hunların tarihe çıkışları ilk önce Çin sınırlarındaki akınlarıyla kendini gösterir. M. Ö. 569 dan 307 yıllarına kadar 2,5 yüzyıl süren bu akınlar a Çin şiddetle direndi. Ts’in soyundan hü­ kümdarlar, Hun akınlannı durdurmak için ülkeleri kapsayan 2450 km. uzunluğunda 11 metre yükseklikte ve 7,5 m. genişliğindeki kalın duvarlı Çin şeddini yaptırmışlardı. Ancak bu sağlam baraj Hun akmlarına engel olamamıştır. Çin kaynaklarına göre Hunların ilk büyük hükümdarı T ’ou- man (Teoman), bütün Türk ve Hun boylarının örgülendirerek Hun Devletini dayanılmaz bir güç haline koymuştur. Böylece Hün dev­ leti bir imparatorluk olmaya yönelmiştir. Teoman’ın oğlu Maotun (Mete) M.Ö. 209 - 174 yılları arasında babasının sağladığı bu gücü değerlendirdi. Kişiliği, fetihleri ve örgütlenmedeki üstün yeteneği ile Mete, Hun devletini buzlu alanlardan Himalaya’lara Çin sınır­ larından Hazar gölüne kadar egemen kıldı. Çin imparatoruna yaz­ dığı bir mektupta 26 ülkenin ordularını yenilgiye uğrattığını söy­ ler. Mete hayatında sayısız sefere çıkmış ve haleflerine büyük bir imparatorluk bırakmıştı. Oğuz destanında, Oğuz Han adı ile anılan Bahadır’ın Mete olması kuvvetle muhtemeldir. Onun Türk töresi­ ne uymadığı için babasına başkaldırıp öldürerek Hun devletine egemen olması gerçeği ile efsanede babası Karahan’ı öldürüp ege­ men ola;n Oğuz Han’ın bir bakıma aynı kişiliği tanıtmakta olduğu kanısı kuvvetlenmektedir. Metenin ilk mücadelesi Yu-e-çi’lerle olmuştur. Daha önce Tung-hu’larla olan mücadelesi, Türkler arasında vatan kavramının kutsallığını ortaya koyan bir lejant’ın doğmasına yol açtı. Tung-hu Yabgusunun Meteden atım, sonra da eşini istemesine karşılık, il

307 ve urug beylerinin itirazlarına rağmen, o bunları çekinmeden Tung-hu elçilerine teslim etmiştir. Ama, Tung-hu Yabgusunun bundan cesaret alarak ıssız da olsa Hun devletine ait bir toprak parçasını İstemesi, onun en sert tepkisiyle karşılaştı. Mete «toprak bir milletin temelidir. Onu kimse kimseye vermeye yetkili değil­ dir» diyerek bu istekte olan Tung-hular üzerine yürüdü. Meteyi o güne kadar geçen ilişkilerde yumuşak hatta, korkak sanan düşman­ larını, perişan etti. Mete'nin vatan anlayışı ile ondan 21 yüzyıl son­ ra gelen bir Türk şairinin «Toprak, eğer uğrunda ölen varsa va­ tandır» deyişi arasındaki yakınlığı, Türk gücünün bir örneği ola­ rak hatırlamada yarar vardır. Mete, bundan sonra Yu-e-çi’ler üzerine yürüdü. Bu kavmi eze­ rek Afganistan’a kadar kovaladı. Bu büyük sefer sonunda Ting- Ling, Sin-li, Kien-ku ve Vu-sun gibi kavimleri Hum egemenliğine bağladı. Bu başarı üzerine Çin imparatorluğuna yüklendi. Ünlü Çin Şeddi Mete’nin atlıları karşısında dayanamadı. Mete, M. Ö. 177’ de ise, Hazar gölüne doğru olan büyük seferini yaptı. Mete’nin bu seferi sonunda imparatorluğun merkez gücü, batıya doğru kay­ maya başladı. Hünlarla Sakaların kaynaşmaları gerçekleşti. Kır- gızistanda bulunan bir mezar evinde Hun kültür malzemesi ile yüzlerce Saka ve Hun ölülerinin bir arada gömüldüğü görülmüş­ tür. Bu gelişmenin ekonomik sonucu ise Avrupa ile Uzak doğu arasında bozkır yolundan geçen kervan yolunun açılması olmuş­ tur. Çin ile Hunlar arasındaki mücadele, Mete’den sonra da sürüp gitmiştir. M.Ö. 139’da Çin İmparatoru Vu-ti, Bakthria (Afganis­ tan)’da Sakalarla kaynaşarak güçlü bir devlet kuran Yu-ç-çi’lere, Çang’-Çien’i elçi olarak göndermiş, eski düşmanlığı hatırlatarak Hunlara karşı Yu-e-çi’leri kazanmaya çalışmıştır. Ama Hun impa­ ratorluğu M. Ö. I. yüzyılda zaten sarsılmaya başlamıştı. Çin kuv­ vetleri Hunları sıkıştırdığı gibi, egemenlikleri altındaki urug ve boylar da birer ikişer baş kaldırmaya başladılar. Bununla birlikte Hunların meydana getirdiği büyük imparatorluk, ekonomik kal­ kınmasını yürütüyordu. M. Ö. 114 yıllarında artık Kuzey ticaret yolu kesin olarak açılmış bulunuyordu. İki kardeş, Yabgu Çi-çi (M. Ö. 56 - 36) ve Hu-an-ye (M. Ö. 56 - 35) arasındaki anlaşmaz­ lık üzerine Hu-an-ye Çin imparatorundam yardım istemiş, onun himayesine girmiştir. Çi-çi ise bu sırada batıda baş kaldıran Ku- i-hu Çien-k’un yani, tahminlere göre Uygur ve Kırgızların ataları­ na karşı savaşa çıkmış bulunuyordu. Asi grupları tepelendikten sonra tekrar Çinden yardım alan kardeşi Hü-an-ye üzerine yöneldi. M. Ö. 31 de Çinle yaptığı savaşta öldü.. Yerini alanlar artık, Çin imparatorluğunun üstünlüğünü tanımış bulunuyorlardı. P ’u-nu

308 (M. S. 48 - 83) adındaki Yabgu zamanında ise Hunlar egemenlikleri altında bütün boy ve uyruklarını yitirmiş bulunuyorlardı. Bunun üzerine Hun boyları da yer değiştirmek zorunda kalmışlardır. Bunlardan 19 boy 100 - 180 yıllarında Çin’in Şansi eyaletinde yer­ leşmişler ve burada iki yüzyıl kadar süren küçük bir Hun devleti meydana getirmişlerdir ki, bu devlete Güney Hun’lar adı verilir. Bu küçük Hun devletinin tarihi, Çin baskısına ve kültürüne kar­ şı Hun kültürünü ve varlığını savunan uğraşılarıyla doludur. Nitekim onların en büyük başarısı 311’de Çin başkenti Lo-yang’ı ve Çin imparatorunu ele geçirmeleri olmuştur. Hunların yer değiştirmeleri sonunda Batı illerindeki faaliyet­ leri ise, Türk tarihinin ayrı bir bölümünü teşkil eder.

Hun Uygarlığı Türk kültürünün ve uygarlık alanlarındaki gelişmenin coğ­ rafî koşullara bağlı olarak şekillendiğini, özelleştiğini daha önce­ ki konularımızda açıklamıştık. Bu uygarlık özelleşmelerinde çev­ reden gelen kültürel etkilere de ayrıca değinmiştik. Örnek olarak da çevreden gelen İslâm kültürünün etkinliği ile Mısır, Anadolu ve Horasan coğrafî bölgelerinde mimarî eserlerde malzeme, yapı-tek- niği ve zevk bakımından farklılıklar görülebileceğini bunların za­ mana ve yere göre değerlendirilmesinin mümkün olabileceğini ama, genelleme zorunluğu bulunduğunu belirtmiştik. Hun uygarlığı dediğimiz zaman da böyle bir genellemeye zo- runluk vardır. Yani, özellikle Hünlara özgü bir uygarlık düşünmek gerçek dışı olur. Ancak, bozkır ortamında gelişen atlı göçebe ve ya­ rı göçebe toplumlann ortak bir uygarlık geliştirme süreçleri ve bu uygarlığın çevre kültürlerden gelen etkinliklerle bölge özelleş­ melerinde hâsıl olan yerel, kültürel ayrılıktan söz edebiliriz. Bu sözlerimizi açıklamak için dip tarihten bu yana şöyle örnekler ve­ rebiliriz. Örneğin : Altaylılarla Hindo-Germen toplulukların uzun süre yanyana yaşadıkları, Altayhların Hindo-Germen’lere atlı kül­ türün temelinde yataaı hayvan evcilleştirmelerini öğrettiklerini, buna karşılık Seyhun ve Ceyhun yöresinde bulunan urug’ların tıpkı Mohenjo-daro’da olduğu gibi su kültünü Aryan ve Yedikler­ den aldıklarını yukarıda açıklamıştık. Budizm yoluyla gelmiş Hint kültürünün Orta Asyanın Güney ve Güney Batısında, Makedon­ yalI İskender ve onu izleyen Greko Bakthria egemenliği ve Mani- heizmin etkisiyle Ön Asya kültürünün yine güney batı iç Asyada etkinlikler kazandığı bir gerçektir. Çin kültürünün de etkinliği bir çok atlı göçebe toplulukların zamanla bu kültür içinde eriyip kay­ bolmalarının tarihçe saptanması ile bellidir. Buna karşılık atlı gö­ çebelerin kendi kültürlerinden İran, Çin, Slav ve Germen topluluk­

309 larına çok şeyler kattıkları, onlara birçok kültür değerleri kazan­ dırdıkları artık ispatlanmış durumdadır. Öyle ki, Slav kavim- lerin kendi iç örgütlenmeleri, Ortodoks kilisesinde, özellikle Ro­ manya ve Rusyada Şamanizm’in kam ve baksüarının yerini tutan bir papaz -sınıfının teşekkülü, İslâm tarikatlarından Yesevîye ve Rufaîye tarikatlarında ve Bektaşîlikte yine Şamanizmin etkinlik­ lerinin elle tutulur gibi olması, Çin, Germen, Slav ve İran devlet­ leri ordu örgütlendirilmelerinin atlı göçebelerin askerî kuruluşla­ rından örneklenmeleri hep bu kültür alış verişlerine birer örnek teşkil ederler. Bu genellemenin yanında Eurasia (Orta Asya yada İç Asya) da tarih öncesi ve tarih çağlarında kendini gösteren bütün toplulukların kültürünü yalnız Hun kültürü ya da uygarlığı diye adlandırmak, onu izleyen Avar, ya da Göktürk kültürlerini ve ben­ zerlerini başka başka uygarlıkmış gibi incelemek olanağı yoktur. Bu uygarlıklar ortak kültürün sonuçlarıdır. Ancak, zamanla dış etkinliklerle ve insanlığın zaman aşımı içinde kültürel gelişmesi ile ortaya çıkan ayrılıkları vardır. Bu genel açıklamayı yaptıktan sonra atlı göçebe ve yarı göçe­ belerden Hunların toplum yapılarına tarihlerine girişte temas et­ miştik. Burada atlı göçebelerin din, tarım ve güzel sanatlar alanla­ rında gösterdikleri ortak gelişme özetlenecektir. Atlıgöçebeler, ya da eski Türklerde kişi, adını dünyaya gelişte almaz. Ancak yetişip olgunlaştıktan sonra ba^ladığrbir işe göre topluma yapacağı katkıya göre alırdı. Kişiye ad verilirken kişinin atası olan totem’in etkisi büyük olur. Çocuğa adı konulurken doğa­ nın etkisi, ruh ve cinlerin muhtemel baskılan göz önünde tutulur­ du. Örneğin, Dede Korkut’ta Dirse Han’ın oğlu Boğaç, bir boğayı öldürmek gibi bir başarı sonunda bu adı almıştır. Ona adı veren de yani Dede Korkut ise, bir kamdan başka bir kişi değildir. Bu­ nun gibi adlara tarihimizde sıkça rastlanır. Baybars, Kömîştiğin, Alpaslan, Barak v:b. adları veren şamanlar yetişen çocuğu ad ko­ yarlarken ana babanın dilediklerini de ayrıca göz önünde tutarlar­ dı. Yine doğa inancının bir gelişmesi olarak öbür dünyaya inanı­ şın sonunda ölü gömme töreleri ayrı bir dönem taşırdı. Eski Türk­ lerde «toy» yaygın bir gelenekti. Ölü için verilen bu ziyafete bizzat ölünün de katıldığı inancı hâkimdi. Yas tutanlar, uçan ruhu aile ocağına bağlamak, onun koruyuculuğuna sığınmak için, ö’zellikle büyük ölüler için mezar üstüne toprak yığarak onu bir kurgan ha­ line getirmek geleneği vardı. Atlı Hindo-Germenlerde de aynı âdeti görmek mümkündür. Çin sınırlarından Macaristan’a kadar uzanan bozkır boyunca sıralanan kurganlar üzerinde ölünün hayatta iken öldürdüğü düşmanlar sayısınca yontmataştan dikilen balballar bu- 310 luhur. Bunlar ölüye öbür dünyada hizmet edecek kişiler olarak düşünülürdü. Ölü ile birlikte atı, ya da atının başı ile ayak ke­ mikleri, silâhları ve sevdiği öteki eşyaları hep birlikte mezara gö­ mülürdü. Kakma ve kabartma olarak yapılmış olsunlar bu mezarlarda bu­ lunan eşyalarda görülen işlerin hepsi de atlı göçebelerin inançlarıy­ la ilgili figürlerdir. Bunlarda şamanların doğa üstü güçlerini, ata­ ların eski ve efsanevî savaşlarını, düşmanı kovalamalarını ince bir üslûbla belirtmektedirler. Onun için zevk ve sanat anlayışını Ru- denko yada Grousset gibi bilginler güneyli Hindo-Germenlere ma- letmek isterler. Ama bu gerçek değildir. Eski Türklerde gelişen hay­ van üslûbunda göçebelik ile şamanlığın etkisi büyük olmuştur. At­ lı göçebelerde maden ve deri işçiliği ile dokumacılık ikisi de geliş­ me göstermiş, çanak,' çömlek işçiliği gelişmemiştir. Çadır hayatı, mobilyaya olanak bırakmamış fakat, onun yerini çadırın başlıca unsurlu olan keçe, kilim ve halı almıştır. Halı ham maddesi oba­ larda üretilen hayvanlardan toplanmakta, eski Türkleri soğuk ve sıcağa karşı koruyan, aynı zamanda, gözlerine hitab eden, at­ lı göçebelerin ciddî sükûnetini, geleneğe bağlılığını, ateşH ve renk­ li hayal genişliğini yansıtan bir araç olmuştur. Batılı için resim ve mobilya ne ise, Türklük için de halı odur ve aynı işi görür. Türk kızlarının elinde bükülerek dokunan halılarda Türk obasının, yur­ dunun yaşam kavgasını izlemek olanağı olduğu kadar, bunlar oba­ nın yaşamasını sağlayan en değerli araçlar olarak günümüze dek özelliklerini korumaktadırlar.

2.3. BATI HUNLARI VE AVRUPA’YA AKINLARI

Büyük Hun devletinin dağılması sonunda Hun tigin ve yab- gularının kendilerine bağlı illeri, boyları alarak bozkırdan güney­ batı ve batı doğrultusunda yeo.i yurtlar aramaya çıktıkları anla­ şılmaktadır. Bu dağılışa Çin baskısının önemli bir etkide bulundu­ ğu kabul edilir. Zira M.S. 73 yılında ilk çağın. Doğu Asya’nın en ünlü komutanlarından biri olan Pan-Çao’nun Bargöl çevresinde Huniarı yenilgiye uğratmış olduğu bilinmektedir. Yine bu yüzyıla ait Roma kaynaklarından Hunların Avrupa’da göründüklerine da­ ir bilgiler derlemekteyiz. 216 tarihinde ise, büyük bir Hun kitlesi­ nin şimdiki Kazakistan’ın batı kesimlerinde yerleştiğine tanık olu­ yoruz. Bunların zamanla Alanları yurtlarından sürdükleri ve Pto- lemaios’un bildirdiğine göre Tavrida (Kırım) ile Kafkas eteklerine kadar ulaştıklarını öğreniyoruz. Aral gölü çevresinde toplanan Hunlarm ise, güneye kayarak Ceyhun ırmağı boyundaki Türk ka- vimleriyle birleştikleri ve İran’a karşı mücadeleye giriştikleri gö­ rülür. 360 ta Hun yabgusu Grumbates (?) in İran Şahı II. Şapur’u 311 yenilgiye uğratarak Seyhun ırmağı boyunca ilerlediği ve Horasan’a girdiği Bathria’da Yu-e-çi’lerden arta kalan oymaklarla kaynaştı­ ğı ve kuzeydeki büyük kitleden koparak yeni bir Hün egemenliği oluşturduğu bilinmektedir. Bu yeni örgütlenme sonunda genel Türk tarihi içinde Akhun imparatorluğu adım verdiğimiz devle­ tin doğuşu meydana gelmiştir. Çin kaynaklarının Kao-Ço Yunanlı tarihçilerin Ephtalithos, Arap tarihçilerine göre Hayalite, Bizans­ lIların Leukoi Hunnoi yani, Beyaz Hun adiyle andıkları Akhunlar, 460 yıllarmda kuzeyde Aral gölünden güneyde İndus ırmağına ka­ dar uzanan alanda kesin bir egemenlik meydana getirmişlerdir. Kün-Han, 484 te doğu komşusu Soğdlaşmış Yu-e-çi’lerin hüküm­ darı Kaşan ile onun müttefiki Sasanî imparatoru Firuz’u ağır bir yenilgiye uğratarak bölgedeki egemenliğini kesinleştirdi. 500 yılı­ na doğru ise, Toraman Tigin Hindistan içlerine doğru yaptığı ba­ şarılı sefer sonunda'racalar racası yani, Maharaca-Mihrace ünva- nını alan ilk Türk başbuğu oldu. Akhun egemenliği ne doğudaki Soğdlarm, ne batıdaki Sasanîle- rin baskıları sonunda yıkılmıştır. Bu Türk devletini tehdit eden yine başka bir Türk devleti olmuştur. Kuzeyde Türk kavimlerîni yeniden bir konfederasyona toplayan ve ilk kez Türk adını taşıyan Gök- türkler, Akhunları gittikçe artan bîr baskı ile anayurttan söküp attılar. 550 - 565 yılları arasında süren bu mücadele sonunda Gök- Türk hakanı Akhunları Hindistan’a çekilmeğis mecbur etti. Ana­ yurtlarından yani, kökünden kopan bu Türk varlığı, bir süre daha Pençap ve îndus boylarında barındılar. Akhunlarm batı Hindis­ tan’da daha yüzyıl kadar egemenliklerini sürdürdükleri Müslü­ man - Arap ordularının îndus boylarında bunlarla karşılaşmaları sonucundan anlıyoruz. Kapisa ve Gandhara bölgesinde Araplarla çarpışan Akhunlar, az çok farslaşmağa başlamalarıyla birlikte, çünkü hükümdarlarına artık Şah adını veriyorlardı* Budizmin sa­ mimî koruyucuları oldular. Grousset, Ak-Hun topluluğu içinde egemen tabakanın Var-Hyon/Avar - Hun grubu olduğunu, batıda- kilerin ise, Türk geleneklerine bağh kalarak atlı yani göçebeler olarak Budizmi benimsedikleri görüşündedir. Daha sonra Akhun- ların Arap baskısı altında egemenliklerini iyice yitirdiklerini gö­ rüyoruz.

BATI HUNLARI

Batı Hunları adını verdiğimiz ve Avurpa tarihinin yeniden ya­ pılışına kaynaklık eden, XVIII. yüzyılın son çeyreğine kadar Türk­ lüğünü koruyan Aurasia’nın, Ural-Karpat kesiminin Türkleşme­ sinde ilk aşamayı yapan Hunlar ise, bu bölgeye I. yüzyüdan önce, sızmalar şeklinde girmeye başladılar. Roma imparatorlarının Hun-

312 lardan oluşan askerî birlikler kurma istekleri, bu sızmaları kolay­ laştırdığı gibi, bunların atlı savaş tekniği bakımından yüksek kül­ türlü Romalılara ve toprağa bağlı Germenlere olan üstünlüklerin­ den ileri gelmekte idi. Ural ve İtil ırmakları arasında tutunan Batı Hunları 350 yıllarında Kafkasya’nın kuzey kesimlerine ve Don ır­ mağı boylarına doğru yayıldılar. Alanları batı ülkelerine doğru sü­ rüp yurtlarından çıkardılar. 359 ile 372 yılları arasında ise Kafkas dağlarından sarkarak Anadolu içlerine indiler. Urfa’yı işgal edip Ankara üzerinden tekrar Kafkas dağları yoluyla yurtlarına çekil­ diler. Hunların küçük Asya’nın zengin şehirlerini yağmalamaları ülkeyi dehşet içinde bıraktı. Bakınrz Urfa’lı Piskokos Ephrain on­ lar hakkında neler diyor. «Ye’cûc, Me’cûc’ün atlılarıdır bunlar. Atlarının üstünde fırtına gibi uçarlar. Hiç kimse onların önüne çı­ kamaz» 378 yılında Hercanarich komutasındaki Hun orduları Dni- ester (Turla) ırmağını aştılar. Alanlara yaptıkları gibi Gotları da yenerek bir kısmının önlerinden kaçmalarını yani, kendilerine yol açmalarını sağladılar. Bir kısmını da birlikte sürüklediler. Kara- ton’un Hanlığı zamanında Uldin Karpatları aşarak Tuna havzası­ na girdi. Yanında Hun - Türk kavimlerinden başka otuzu aşkın kavim vardı. Bu bölgede çabuk bir yerleşme ve örgütlenme kurma­ yı gerçekleştirdi Rua devrinde Hun devletinin sınırları, Danimarka ile Ren böl­ gesinden Kafkas dağlarına kadar, oradan da belki Al taylara kadar uzanıyordu. Rua’nın ölümünden .sonra Atillâ ile kardeşi Bleda Han oldular. Bleda daha gerçek anlamda yabgu olarak German (Doğu Got, Gepid, Alman ve Franklar) kavimleri hükmü altına almıştı. Attilâ ise, daha çok kendi Hun boylarına, öteki Türk kavimle- rine egemen idi. Attilâ ilk iş olarak kardeşini ve rakibini ortadan kaldırdı. Alman bilgini Schönfel’e göre Rua/Ruga, gerek Atillâ/At- ta-ila apaçık Got adıdır. Macar bilginleri bu adın Yunanca Atte- las’a ve Macarcadaki küçültme takısı (a) ya dayanarak aslında Atel-a yahut da Etil-a olarak açıklamasını yaparlar. Türk ad verme geleneğine göre de Volga yani, İtil-Etil ırmağı kıyısında doğan ci­ hangirin adının Etilcik anlamına gelen Etil- A olması gerçeği üze­ rinde dururlar. Attilâ ülkeye kesinlikle egemen olduktan . sonra 447-448 de Balkanlar üzerinden Bizans’a doğru sarktı. Doğu Ro­ ma İmparatoru. II. Theodcsios’u 6000 libre altın savaş vergisi ile 2100 libre altına haraca bağladı. Bizans imparatoru bu haracı rüt­ bece küçük elçilerle göndermeye kalkışınca, Attilâ bunu şerefine yapılan bir saldırı olarak değerlendirdi ve Bizans devletini şiddet­ le cezalandırmaya karar verdi. İmparator dehşet saçan bu Türkü kızdırmamak için armağan ve haraçları en üst rütbedeki elçilerle 313 gönderdi. Bu kez Attilâ büyük bir cömertlikle davrandı hatta, Tu­ na boyundaki kaleleri bile Bizans’a bırakmakta sakınca görmedi. Ancak Marchianos’un Batı Roma’daki müttefiklerine güvenerek haracı ödemekten kaçınması, Roma’dan beklediği öteki istekleri­ nin yerine getirilmemesi bu arada, Attilâ’ya eş olarak sunulan Ho- noria’nın çeyizine karşılık olmak üzere istediği Galia’nın Hun dev­ letine bırakılmayışı O’nu batı üzerine yöneltti. 451 de Galia’da Ma- urikum (bugünkü Chalons sur Mame) deki savaş çok şiddetli ol­ du. Aetius’un zamanında çekilmesi, savaşın kesin sonuçla bitme­ sini engelledi. Bunun üzerine Attilâ 452 de Roma önünde gözüktü. Papa Leo başkanlığındaki heyet, cihan fatihinin dileklerini kabul ederken, onun şehre girmemesini, askerlerini çekmesini istediler. Attilâ, uygarlığa ve kültüre duyduğu saygı ile geri çekildi. Avrupa tarihinde barbarlığın imgesi olarak gösterilen bu Türk kahrama­ nı yanında, 410 da Roma’yı harabeden Got başbuğu Alarik ile 453 te kutsal şehri yakıp yıkan Vandal Kralı Geiserik’in barbarlıkları acaba nasıl açıklanabilir. Attilâ 453 te son emeline erlşimeden İI- diko (Hildegund) ile yaptığı evlenme töreni sırasında öldü. Attilâ yeni koşullara uymak, özellikle Roma ile anlaşmak ve kaynaşmak istiyordu. Bunun için de imparator olarak Roma’ya kendini ka­ bul ettirmejâ emel edinmişti. Bütün tasarılarını buna göre dü­ zenliyordu. Nefsine hakim, son derece ciddî, söz ve ahdine vefalı, ■zamanının gereği sert tabiatlı idi. Attilâ’nın ölümünden sonra kardeş kavgaları, boy ve il beyle­ ri arasındaki çekişmeler Hun imparatorluğunun dağılmasına ne­ den oldu. Atillâ’nın en büyük oğlu İleg savaş alanında öldü. Da­ ğılan Hunlar doğuya, asıl yurtlarına dönmek istedilerse de bu kez, doğudan kopup gelen Avar Türkleri ile karşılaştılar. Bu yüzden de Tuna boyunda sıkışıp kaldılar. 468 de Dengizik’in Bizans’ta öldü­ rülmesiyle, Attilâ’nm çocuklarından hayatta sadece İrnek kalmış­ tı. O da kendisine bağlı beyleri alarak Karadeniz’in kuzey kesimi­ ne çekildi. Bu çöküşe rağmen Attilâ ve Hünların şöhreti doğudaki Hunlar gibi günümüze kadar unutulmadı. Nasıl Kuzey Çin’de egemen olan Tsien - Çao, Hon - Çao, Pei - Liang ve Hia sülâleleri kendileri­ ni Mete’nin torunları olarak ilân etmekle iftihar eylemişlerse, ba­ tı da Tuna Bulgarları kral sülâlesi, Çatalardaki yazıta göre, ken­ dilerini Attilâ’nin oğlu İleg’ten, Macarların kral sülâlesi olan Arpadlar da doğrudan doğruya Attilâ’nın torunları olarak, gel­ diklerini ileri sürmüşlerdir. Hunların batıya göçüşleri Türk tarihi bakımından yukarıda da söylediğimiz gibi Urallarla Karpatlar arasında kalan bugünkü Güney Rusya’nın XVIII. yüzyüın sonlarına kadar Türk egemenli­

314 ğinde kalışının ve Türkleşmesinin başlangıcı olmuştur. Batı Hun- ları her ne kadar Avrupa tarihçileri gözünde barbar olarak belir­ lenmişse de araştırmalar onların batı kültürüne katkıda buluna­ cak güçte olduklarını ispatlamıştır. Hun silâh ve askerî tekniğinin Roma İmparatorluğunca adabte edildiği artık belli olmuştur. Avus­ turya’da Simmering ve Carnutum kalıntılarında yani, Roma’nın iki askerî garnizonunda elde edilen silâh buluntuları tamamen Hunlara aittir. 400 tarihlerinde Roma imparatorluğunun askerî düzeninin Hun orduları tekniğine göre kurulmuş olduğunu Macar tarihçisi Alfoldi ileri sürmektedir. Daha sonra BizanslI komutan Belizar da atlı birliklerin Hun askerleri gibi yetiştirmiş ve Doğu Gotlannı bu suretle yenilgiye uğratabilmiştir. Hunlara ilişkin en önemli ören yeri Macaristan’da Nagy - Szeksos’dadır. Burada ele geçen buluntuların başında kılıç kayışları, at koşumları, bel ke­ merleri ve kurban kazanları bütün özellikleriyle atlı yan göçebe­ leri ait olup, bunların benzerlerine Altaylara kadar uzanan bütün bozkırda sık sık rastlamak olanağı her zaman vardır.

315 3. TARİHTE İLK KEZ TÜRK ADİYLE KENDİNİ TANITAN TOPLUM : GÖKTÜRKLER

VI. yüzyılın ilk yarısında Çin kaynaklarına göre Tu-kiu adını taşıyan bir topluluk İç Asya’da gücünü göstermeye başlamıştı. Da­ ha doğru bir deyimle Hun İmparatorluğunun dağılışından sonra ana yurtta egemenliği ele alan Ava/Juen-juen boylarına karşı öz­ gürlük idealizmi ile başkaldıran bu topluluk, tarihe şan veren Türk kavmini de ilk kez öz adiyle tanıtmıştır, Çinlilerin Tu-kiu dedikle­ ri bu topluluk, yazıtlarda geçmiş parlak yılları anarken kendisini Kök-Türk adiyle tanıtır. Bugün Göktürk dediğimiz ve sözünü et­ tiğimiz bu topluluk, böylece bütün Türk âleminin isim babası ol­ muştur, Göktürkler, ulusal tarihimizde olduğu kadar, dünya tarihinde de yazılı belgeleriyle ilk defa Türk kavminin, ilk uygarlık aşa­ masına geçen devleti olarak ortaya çıkmıştır. Gerek Saka kon­ federasyonunda, gerek Hun İmparatorluğunda hattâ, Avrupada olduğu gibi, Göktürkleri de tek bir boy, ya da kavim olarak dü­ şünmemek gerekir. Orhun ırmağı boylarından Afganistan’a, Hazar gölüne, bu deyimle Tavrida’ya yani Kırım yarımadasına kadar uzanan geniş alanı, dağları, ovaları, çölleri, bozkırları kapla­ yan Göktürk egemenliğine Türk veya Türk olmayan çeşitli ka­ vimler bağlanmıştır. Ama bu egemenlik tarihte ilk kez ne bir boy adına, ne de soy adına bağlanmış, bir kavim adım yani, Türk adını taşımıştır. Tarihimizde kurulan devletler, kurucu kişilere, soylara, boy­ lara göre ad alırken, örneğin Selçuk Bey’den Selçuklu, Osman Ga- zi’den Osmanlı, boylardan Karakoyunlu, Akkoyunlu gibi adlar­ la tanınmışken, Tümen (Bumin) ve İstemi Kağanların kur­ dukları bu yeni devlet, ne egemenliğinin dayandığı boya, ne de kurucularına göre ad almış, bu devleti meydana getiren budunun adını taşımıştır. Buna ikinci örnek, ancak, Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Göktürk devletinin doğu bölgeleri, ana yurdu içeren topraklar olmak itibariyle bu devlete katılan öteki topraklardan, ülkelerden daha özendirili sayılmakta idi. Orhun ırmağının kay­ naklarını besleyen dağlar bu devletçe de en kutsal yerlerden sa- yümıştır. Göktürkler bu bölgeye Ötüken adını verirler. Daha son­ ra ayni' gelenekleri yaşatacak olan Uygurlar da başkentlerini bu

316 topraklarda kurmuşlardır. Ötüken denilen bu yöre bütün iç Asya topluluklarınca kutsal sayılan dağlar, ormanlar ve ovalardı. Me­ te’nin başkenti de aynı yerde idi. Batıya doğru gelindiğinde, Tanrı dağlarının kuzey etekleri ile Altay dağlarının güney-batı kesimleri Göktürk devletini meyda­ na getiren Türk boylarının toplandığı bir alandı. Bu bölge, kuzey Türkleri yani, Kırgızlarla batı Türkleri arasında geçiş bölgesi idi. Demir ve altın gibi zengin maden cevherlerine sahip oluşu ve özellikle kürk ticareti bakımından önemli bir yer idi. Söz konusu ettiğimiz bölge. Atlı kültürün dış etkinliklere karşı en dirençli böl­ gesi idi. Doğuya gidildikçe, ya da batıya uzandıkça dış etkiler git­ tikçe artan bir oranda kendini gösterirken, Altay yöresi kendi üs­ lubunu uzun yıllar koruduğu kadar, bu öz kültürün yaratıcı mer­ kezlerinden birisi de olmuştur. Göktürklerin kaynağına inildiğinde bunların Hun konfederas­ yonunu meydana getiren Wu-sunlardan geldiği söylentisi vardır. Böylece Göktürk’lerin tarihini Çin kaynaklarına dayanarak M.Ö. 174 yılına kadar götürmek olasılığı doğmuş oluyor. Büyük Hun Hükümdarı Mete’nin Wu-sunların komşuları Yü-e-çi’leri İç Asya- dan göçe zorlaması sonucu Wu-sunlar da batıya kaymışlar ve yu­ karıda açıkladığımız Altay bölgesine yerleşmişlerdi. M.Ö. 119 yıl­ larında Hunların saldırılarına uğrayan Wu-sunlar bundan sonra Hun konfederasyonuna bağlı bir boy haline gelmiştir. Bu tarihî gelişmeyi Wu-sunlarla ilgili bir Çin söylentisiyle perçinlemek mümkündür. Wu-sun krallarına Kun-mo adı verilir. Söylendiğine göre Hun hakanı Kun-mo’yu bir savaşta yenilgiye uğratmış. Kun-mo’oiun küçük oğlu varmış, Hakan bu çocuğun öl­ dürülmesine kıyamamış ve onun çöle bırakılmasını, bahtını çölde bulmasını buyurmuş. Çocuk buyruğa göre çöle atılmış. Çölde emek­ lerken gökten bir kurt (kökböri) peyda olmuş, çocuğa yanaşarak onu emzirmeye başlamış, doyurunca yanından uzaklaşmış. Olanı biteni uzaktan seyreden Hun hakanı bunları görünce çocuğun kutsal bir varlık olduğu kanısına varmış, adamlarına çocuğu alıp büyütmelerini emretmiş. Yıllar yılları izlemiş, küçük Kun-mo bü­ yümüş, bir yiğit olmuş, Hun hakanı da onu doğu illerine Yabgu olarak atamış, çocuğa tekrar Wu-sunların beyliğini vermiş. Görülüyor ki bu öykü ile Göktürklerin ataları sayılan Wu-sun- larm gerçek tarihi arasında yakın bir bağlantı vardır. Göktürkle­ rin Kurttan türeyiş - Ergenekon efsanesi ise şöyledir. Çin İmpara­ torluğunda Chou sülâlesinin resmî tarihinde 50. bölümü teşkil eden efsanede Göktürkler aşağıda açıklandığı biçimde tanıtılır. «Göktürkler (Tu-kiular) Eski Hunların (Hsiung-nuların) soy­ larından gelirler. Onların bir koludurlar. Kendileri ise Aşina asıllı

317 bir atadan türemişlerdir. Sonradan çoğalarak ayrı oymaklar ha­ linde yaşarlarken, Lin ülkesinden gelenlerin saldırılarma uğradı­ lar. Hepsi öldürüldü. İçlerinden on yaşında bir çocuk kurtuldu. Bu çocuk ayakları kesilmiş olduğundan o yerdeki bir bataklık içinde otlar arasında kaldı. Çocuğu bir dişi kurt besledi, büyüttü Kurtla çocuk bir arada yaşamaya başladılar. Kurt çocuktan gebe kaldı. Ama Lin kralı bu olayı duymuş, çocukla kurdun öldürülme­ sini buyurmuştu. Kurt, askerlerin geldiğini görünce kaçtı. Altay dağlarında derin bir mağaraya saklandı ve oradan on erkek ço­ cuk doğurdu. Bu çocuklar zamanla büyüdüler, herbiri dışarıdan kız alarak soylarını çoğalttılar. Böylece Göktürklerin on boyu tü­ remiş oldu. Bir kaç kuşak geçtikten sonra hep birlikte mağarayı kapatan demir yığınını erittiler, dışarı çıktılar, Juen-juenlere yani, Avarlara bağlandılar. Altay eteklerinde yerleştiler. Avarlann de­ mircileri oldular.»

3.1. GÖKTÜRKLERİN SİYASAL VARLIĞI

Efsanelerden de edindiğimiz bilgileri özetlersek M.Ö. II. yüz­ yılda Büyük Hun İmparatorluğuna bağlı olan bu on boy yani, Göktürk devletini kuracak olan topluluk, Hun İmparatorluğunun yıkılışından sonra İç Asya’da egemenliği ellerine geçiren Avarlara bağlanmak zorunda kalmışlardı. Ama bu bağlanış kolay olmamış, Göktürklerin ataları olan Wu-sun’ları ya da Aşi-na soyunu kuru­ tacak kanlı savaşlar sonunda gerçekleşmişti. Juen-juenlerle yani, Avarlarla Göktürklerin aralannda doğan bu kin, yıllarca sürdü. VI. yüzyılın ilk yarısında Altay dağları ile İrtiş ırmağının yukarı kaynaklarında yaşayan Göktürkler, nihayet Avar egemenliğine karşı baş kaldırdılar. 546 sıralarında başlayan ayaklanmayı 552 de Tümen Kağan, Avar hakanı Anagay’ın başını keserek sonuçlandır­ mış ve Göktürk devletini kurmuştu. Geleneğe göre Tümen Kağan, Türk istiklâlini sağladıktan az sonra ölerek göklere uçmuştu. Ama, bu anda bütün İç Asya’ya egemen olan devleti batıda Yabgu ünva- niyle İstemi Kağan (552 - 576) doğuda ise torunu Bukan (553 - 572) yürütmüşlerdir. Bukan ve İstemi Kağanlar Tümen’in amaçlarını gerçekleştiren kişiler oldular. 556 da Sasanî İran İmparatoru Hus- rev Enuşirevanla yaptıkları anlaşma sonunda Eftalitlere yani, Ak- hunlara karşı ortak savaşlar verdiler. Böylece Göktürk devletinin güney sınırları Oxus (Amu-derya) kıyılarına dayanmış, Semerkand ve Buhara gibi ünlü merkezler bu devletin topraklarına katılmıştı. Doğuda Sarı deniz. Batıda Kırım yarımadası ve Güneyde Amu - derya, Kuzeyde Sibirya tnduraları arasında yayılan bu imparator­ luk, Türk kültürünün büyük eserlerinden biri olmuştur. Türk - lerle İran arasındaki dostluk, İran devletinin İç Asya kervan yol­

318 larında gelişen ticareti, İstanbul borsasını yıkmak, Doğu Roma İmparatorluğunu ekonomik bakımdan sarsmak için yasaklaması üzerine bozuldu. Çin’den gelen, doğu Türkili’nden Semerkand’a Buhara’ya ulaşan ve oradan İran üzerinden Ön Asya’ya yönelen bu kervan yolunun siyasal amaçlarla kapatılması üzerine İstemi Kağan 563 de Doğu Roma İmparatorluğunun merkezine (Bizans’a- İstanbul’a) bir elçilik heyeti yolladı. İran’la öteden beri, Ön Asya hegemonyası bakımından çekişmekte olan Bizans devleti, bu elçi- heyetini ve İstemi Han’ın İran’a karşı ortak bir askerî ve ekono­ mik politika izlemek teklifini benimsedi. Bizans İmparatorları da Göktürk Hakanı katma ardarda elçiler gönderdiler. Göktürk dev­ letinin yöneticileri Bizans’la ilişkileri sağlam bir şekilde yürütmek için imparatorluklarının batı uçlarında yaşayan Türk boylarını da yüksek egemenlikleri altına almayı planladılar. Böylece Volga boylarında, ya da Kafkasya’da yaşayan Oğur, Onoğur, Macar ve Sabir gibi boylar da Göktürk egemenliğine girmiş ve devletin ba­ tı sınırları Karadeniz’e dayanmış oluyordu. Bundan sonra İran üzerine yönelen Göktürkler, bugünkü Afganistan’ın kuzeyini teş­ kil eden Toharistan ile Horasan’ı da kontrolleri altına almışlardı. To-po Kağan devrinde Göktürk devleti en geniş sınırlarına dayan­ mış, en güçlü devresini idrak etmiş bulunuyordu, (572 - 581) Batı yabgusu İstemi Kağan ölünce, yerini oğlu Tardu aldı (576 - 603). Tardu kendi ülkesinde başına buyruk yaşamak istedi. Ancak doğu ve batı yabgularmıri bu ayrılışı devleti zayıflattı. Tar- du’nun başkenti Tekes ırmağı kıyısında Aktağ’da idi. Daha sonra Uygur devletini kuracak boyların ataları olan Tölesler 603 de Tar- du’yu fecî bir yenilgiye uğrattılar. Bu bozgunun izlerini ancak ;Tung Yagbu geçirebildi. Devleti yeniden düzenliyerek, Göktürk egemenliğini bir kez daha Volga’dan doğu Altay ve Tarba;gatay bozkırlarına, güneyde İndus vadilerine kadar duyurmayı başardı.

3.1.1. DAĞILMA DÖNEMÎ VE YENİDEN CANLANIŞ

Ama, Tung Yabgu’nun başarısı devamlı olamadı. 603 de onun ölümü île Göktürk devleti büyük bir yasa girmiş oldu. Çinlilerin sinsice ve devamlı olarak ayaklanmaları kışkırtmaları, artık Uy­ gur adını alan Tölösler ile Çin ordularının devamlı saldırıları so­ nunda devlet kesin olarak ikiye bölündü. Batı Türk devleti bu si­ yasal dağılma sonunda 659 da Çin İmparatorlarına boyun eğmek zojunda kaldı. Bu büyük devletin Altay dağları ve ötesinde yaşa­ yan boyları başta Uygurlar olmak üzere Çin’e, batı türkülerinde yaşayan beyleri ise Müslüman Araplara, hizmet etmek zorunlu­ suyla karşılaştılar. Buna karşılık Türk töresine göre özgürlüğü sa­ vunanlar, başlangıçta çok dağınık çalıştıklarından başarılı olama­

319 dılar. Ardarda kopan ayaklanmalar Türklük onurunu yaşatmakta İdi. En sonunda 682 de ünlü başbuğ Tümen Kağan’m torunların­ dan olan Kutluğ Kağan beklenen sonuca ulaştı. Çetin savaşlar so­ nunda doğu ülkelerindeki Türk boylarını tekrar yönetimi altında istiklâllerine kavuşturdu. Tarihimizde görülen ilk istiklâl savaşı Kutluğ Kağan’ın uğraşısı sonunda elde edilmiş ve Çin boyunduru­ ğundan kurtulmak mümkün olmuştur. Kutluğ Kağan’a bu neden­ le ilteriş (illeri, ülkeleri toplayan) ünvarii verilmiştir. İlteriş Ka­ ğan 691 de ölünce, devletin yönetimini kardeşi Kapagan Kağan aldı. Kapagan Kağan, Göktürk devletinde ikinci dönemde yiğitli­ ği île tanınan bir hakandı. Ancak, fazla sert oluşu halkın onu sev­ mesine engel olmuştur. Bununla beraber batıda İli yöresinde Tür- giş, Tarbagatay’da Karluk, Barköl’de Uygur, Baykal’da Bayırku boylarını yönetimi altına almada başarılı olmuştur. Onun ölümün­ den sonra bazen Kutluğ devleti de denilen Göktürk İmparatorlu­ ğu tahtına İlteriş’in oğlu Bilge Kağan 716 da geçti. Bilge Kağan, ile küçük kardeşi Kültigin ve hem kaynatası, hem de babası dev­ rinden kalma danışmanı Tonyukuk yönetiminde Göktürk devleti en parlak çağını yaşadı. Oldukça barış içinde geçen bu dönemde Göktürk kültürü, gittikçe yükseldi ve çevresine geniş etkiler ya­ parak yüzyıllar boyunca anıldı. Türkler arasında dıştan İran’dan, ya da Çin’den gelen kültürlerin bu dönemde ilk kez yeni Türk kül­ türünün oluşumunda etki gösterdikleri görülür. Böylece Türk kül­ türü bir yenileşme devresine girmiş bulunmaktadır. Siyasal bakım­ dan Bilge Kağan devri, Çin ile Türk devletinin en sonunda bir an­ laşma dönemine ulaşması demektir. Bu anlaşmayı her iki devlet­ te bir düğünle perçinlemek istemiştir. Bilge Kağan’a eş olarak gönderilen Tong sülâlesine mensup prensesle bu düğün kurulma­ dan 734 te Bilge Kağan zehirlenmek suretiyle öldürüldü. Mama­ fih on yıl kadar daha Göktürk devleti eski egemenliğini sürdürme­ ye muvaffak oldu. 745 te ise ayaklanan Uygarların karşısında dev­ let, kesin olarak dağıldı ve egemenlik Uygurlara geçmiş oldu.

Doğu’da egemenlik Uygurlara geçerken, Batı Türkilinde daha 630 dan beri egemenliklerini ellerinde tutan Türgişler, ayrı bir devlet halinde örgütlenmişlerdi. Türgiş devletini meydana getiren 9 Türk boyudur. İlk yurtları Altay doğlarınm güney batı etekleri olup, 657 de Çin baskısı karşısında batıya çekilerek İli ırmağı bo­ yunda yerleştiler. Başbuğları olan Bağa Tarhan bu 9 Türk boyu­ nu örgütlendirerek Türgiş devletini meydana getirmiştir. Türgiş- lerin Türk kültürü açısından taşıdıkları önem, kent uygarlığına hattâ, Uygurlardan önce önem vermiş olmalarıdır. Yine tarihimiz­ de ilk kez, şekil bakımından Çin paralarına benzemekte ise de Ba­ ğa Tarhan’ın para bastırmış olması önemli bir olaydır. Yine Bağa

320 Tarhan Soğd yazısı ile ayrı bir batı Türkeli alfabesi de meydana getirmiştir. Türgişler hiç kuşku yoktur ki Türkçenin gelişmesin­ de ayrı bir rol oynamışlardır. Türgiş devletin, Göktürk devletinin ikinci kez kuruluşuyla yeniden bu imparatorluğa bağlanmış oldu. Türgiş devletinin yıkılışı üzerine bölgeye Karluklar gelmeye baş­ ladı ve bu iki Türk kavmi daha sonra yepyeni bir devlet, ilk Müs­ lüman Türk devleti olan Karahanlılara atalık ettiler. Asıl batıda ise Göktürk egemenliğini Hazarlar yürütmüşlerdi. Tang sülâlesinin tarihi Göktürk devletinin en batısında olan bu bölgeye Tu-kiu-ho-sa (Türk Hazar) adını verir. Hazar devleti Don - Volga ve Kafkas dağları arasındaki alana yayılmış idi. Ogur, Onogur, Bulgar, Macar ve Sabirlerden oluşan Hazarlar güçlü var­ lıkları ile önce Sasanî İran’a, sonra da Müslüman Araplara karşı Bizans İmparatorluğunun devamlı bir müttefiki olmuşlardır.

3.1.2. GÖKTÜRKLERİN GENEL TÜRK TARİHİNDEKİ YERİ

Dünya tarihinde Türk adını ilk kez VI. yüzyılda duyuran Gök- türkler, bıraktıkları siyasal gelenekle Türk kavimlerini .kendile­ rinden sonra kurulan bütün Türk devletlerini hattâ, günümüze kadar etkilemişlerdir. Göktürkler zamanında Türk budunları arasında devletçilik büyük ölçüde gelişen bir fikir olmuştur. Göktürk hakanları artık ataları gibi Avarlar arasında hakemlik yapan demirci Tarhanlar değildi. Bunlar üstün otoriteyi temsil eden, bazen de şiddet kulla­ nan hükümdarlardı. Ama, kurdukları imparatorluk,' merkeziyetçi olmayan, feodallere dayalı bir federasyon görüntüsünü sonuna kadar sürdürmüştür. Göktürkler genellikle VI. ve VIII. yüzyıllarda bütün Asya’da fakat özellikle İran üzerinde meydana getirdikleri etkinlikle iki mühim rol icra etmişlerdir. Bunlardan biri İran’ın zayıf düşürül­ mesi sonucunda Sasanî İran’ın yıkılması ve Ön Asya’da Müslüman Arapların egemen olarak Orta Asya’ya kadar ilerlemeleridir. Bu­ nun sonucunda batı Türk illerinde yaşayan Türk kavimlerinin müslüman olmaları ve Cihan Tarihinde büyük etkinlikler meyda­ na getirmeleri olmuştur. Öteki önemli rolleri ise, özellikle batı uç­ larını yöneten Hazarların uzun bir süre Arapların Karadenizi do­ laşarak Avrupa tarafından Bizans’ı sarmalarını engelleyen kuv­ vet olarak kalmaları olmuştur. İslâm ordularının İran, Hindistan, Afrika, hatta Ispanya’daki yayılışları gözönünde tutulursa, bu önergenin çoğrafî mesafelerle ölçülerek çürütülmesine olanak kal­ maz. Arapları kuzey yolunda tutan ancak, Göktürklerin bati uç­ larındaki orduları olmuştur denilebilir. Şari Martel’in Frankları, 321 Müslüman Arap ordularına karşı ne yaptılarsa, Hazarlar da doğu­ da dünya tarihinde aynı önemli rolü gerçekleştirmişlerdir demek doğrudur.

3.2.1. GÖKTÜRKLERDE GELİŞEN UYGARLIK

Göktürk federasyonu doğuncaya kadar Türk zekâsının, ma­ haretli ellerinin meydana getirdiği yapıtların ancak atlı kavimle- rin konar-göçer öb/öy/evlerinden, kişisel anılarından, mezarlara bıraktıkları yadigârlardan derlemekte idik. İlk kez Göktürkler, hem tarihlerini, hem de sosyal yaşamlarını dile getiren zengin yazılı kalıntılar bırakmışlardır. Talaş, Yenisey, Öngin, Orhun ve Tola ırmakları çevresine yayılan bu yazılı kalın­ tılar Göktürklerin kültürel varlıklarını bizlere tanıtmaktadır. Bun­ lar Türk Bilge Kağan, kardeşi yiğit Kültiğin ile danışmanı Ton- yukuk’uıı mezar yazıtlarıdır. Bugün için en güzel şekilde duran Kültiğin’in muazzam anıtıdır. Oyma Göktürk yazısı ve Öteki yüzü Çince olan sütundan kırk metre ötede granit döşemeli tören alanı ve ikisi arasında muazzam mezarlık harabesi, insan ve hayvan heykel kalıntıları île 4-5 kilometreye kadar uznan her 10 -1 2 m. aralıkta bir dikilmiş bulunan balballarla bu ören yeri Göktürk kültürünün en güzel anılarıdır. Bu büyük yapıt, Türk ve Çin sanatçılarının ortaklaşa meyda­ na getirdikleri bir eserdir. Kültiğin’in anasına dikilen taştan öğ­ rendiğimize göre, yiğit kardeşinin kuşaklar boyunca anılmasını dileyen Türk Bilge Kağan bir anıt meydana getirmek istedi. Bark (duvarla çevrili yer), bediz (nakış, oyma) uz, (heykel) ve bitig ta­ şı (kitabe, yazılı taş) yükseltmeye karar verdi. Çin İmparatoru Kai - yöan da komutanlarından Çang ile Liu - ki ang’a oraya git­ melerini, büyük hakana taziyede bulunmalarını, yazıları kazıma­ larını, ölenin anısına heykelini dikmelerini ve bir tapınak yapma­ larını buyurdu. Böylece Orhun anıtları Türk ve Çin sanatçılarının ortak eseri olarak yükselmiştir. Bu anıtların yükselişinde belki de adını ilk kez saptamak fırsatını bulduğumuz bir Türk sanatçısı vardır. Dikili taşın Türkçe yazılarını Yoluğ Tigin adh sanatçı ka­ leme almıştır. Yolug Tigin, Kağan’ın atalığı olmakla adını bu ya-' zıtlarda belirtmiştir. Onun yanında hiç kuşku yoktur ki daha pek çok Türk sanatçısı vardı. Çin’li sanatçılara gelince bunların sayı­ lan altı olarak saptanmaktadır. Yolug Tigin kendisini bize şöyle tanıyor : «Bunca bitiğ bitiğme Kül Tigin atisi Yolug Tigin bitidim,» Bunda yazıyı yazan (ben) Kültiğin’in atalığı Yolug Tigin yazdım. 322 «Barkın, bedizin, bitig taşın, biçin yılka yitinç ay, yiti otuzka kop alkadımız» Binayı, nakşı, yazılıtaşı biçin yılında yedinci ayın yirmi üçüncü günü kutsadık. Orhun anıtları bugün Ogey-nor gö­ lünün 30 kim. güneyinde geniş bir sahaya yayılmış fakat, geçen yüzyılların tahribatıyla pek çok hasara uğramıştır. Ancak bu hal­ de bile Göktürk sanatını, o çağda giyilen giysileri, kullanılan si­ lâhlan ve en önemlisi Türk dilinin engin geçmişini tanıtmakta yardımcı oirnaktadırlar. Ayrıca Türk töre ve yasalarını da gelecek soylara örneklerle anlatmakla Türk sosyal yapısı hakkında zengin belgeler vermektedirler.

328 4. UYGUR DEVLETİ

Asya tarihinde ilk kez Türk adiyle büyük bir imparatorluk kuran Göktürkler’in siyasî tarihlerinin iki devreye ayrıldığını, 659’dakl yıkılışta Türklerin Çin’e bağlanmak morunda kaldıklarını görmüştük. Ancak bu çöküşün kısa sürdüğünü, engin Türk tarihi içinde 682 yılında Kutluğ Kağan’ın ilk istiklâl savaşını yaparak Göktürk imparatorluğunu yeniden canlandırdığını da ayrıca işa­ ret etmiştik. İlteriş, yani Kutluğ Kağan’ın canlandırdığı Türk devleti, 745 yılına kadar sürmüş ve ondan sonra Türk devletini batı yörelerin­ de Hazarlar (Kazar) temsil ederlerken, doğu ülkelerinde ise bu devleti yaşatanlar Uygurlar olmuşlardır.

4.1 UYGUR TOPLULUĞUNA GİREN KAVİMLER

Uygur topluluğu meydana getirdiği tarih ve kültürle, yürek­ lerinde ve düşünüşlerinde sadece bozkırların göçebe, çevik atlıla­ rı ve iyi asker olmak fikrini taşıyan insanlar olmadıklarını ispat­ lamışlardır. Onların eski manevi kültürleri benimsemeye yetenek­ li kişiler olduklarını, aldıkları manevî değerlere katkıda buluna­ rak ileri derecede zihnî faaliyet gösterdiklerini ve Orta Asya yö­ resinde kendilerine özgü bir kültür yarattıklarını gün gibi ortaya koymuşlardır. Uygurlar, Türkleri, sadece atlı göçebeler olarak gö­ ren, uygarlaştığında şekerin suda eriyişi gibi kaybolan ilkeller ön yargısını taşıyan batılı tarihçilerin görüşlerini çürüten bir kül­ türün sahibi olmuşlardır. I Uygur federasyonunu dört büyük Türk kavmi meydana ge­ tirmiş, buna Göktürk devleti çöktükten sonra öteki Türk boyları da eklenmiştir. Karluk, Basmıl, Tokuz - Oğuz ve Yağma grupları­ nın birleşmesiyle Uygur, Çince Hiu-ho federasyonu ortaya çık­ mıştır. Karlukların asıl yurtlan Altay dağlarınm batı uzantıları ve etekleri idi. Göktürk imparatorluğunun batı bölümünü kalkındı­ ran Türgiş Kağan (Türkeş) m adını taşıyan Türgiş devleti çök­ tüğü sırada Karluklar egemenliği almışlardır.

324 Arap tarihçilerinin Tokuzguz, Çinlilerin Sh’a-to adını verdik­ leri Tokuz - Oğuz’ları Marquart, Uygurlarla birleştirmektedir. Ana yurtları Selenga ırmağının yukarı mecrası olup VII. yüzyılda Bar-köl çevresinde yaşamakta idiler. Uygur federasyonunun üçüncü kuvvetli unsuru ise, daha son­ ra Çigillerle birlikte Karahanlı devletini kuracak olan Yağmalar­ dır. Uygur federasyonunun bu üç kuvvetli unsuruna Basmılları da katmak gerekir. Böylece Uygur federasyonu, 9 Uygur (Tokuz- guz/Tokuz - Oğuz) + 3 Karluk + Basmıl + Yağma olmak üzere on dört boy’dan oluşmakta idi denilebilir.

4.2. UYGURLARIN YAYILMA ALANI Uygur federasyonu meydana getiren boyların yayıldıkları alan, batıda Karluk topraklarını teşkil ediyordu. Karluklar Altay dağlarının batı uçlarında yaşıyorlar. Çu ve Talaş ırmakları vadi­ lerini işgâl ediyorlardı. Ağırlık merkezleri Tarbagatay dağlarının çevresinde idi. Basmıllar, Karluklann doğusunda Altay doğlarının doğu ya­ maçlarında Ongin ırmağı boyunca yayılmışlardı. Bir kolları ise Turfan ve Beşbalıg’ta bulunuyordu. Uygurların yani, Tokuz - Oğuzların ana yurdu Selenga ırma­ ğı olarak kabul edilir. Daha sonra güneye doğru inen Uygarlar, Bar-köl yöresinde etkin bir durum aldılar ve federasyonu mey­ dana getiren öteki boylarla birleşerek Kutlug Kağan’ın canlan­ dırdığı Göktürk devletini parçaladılar. Bugünkü Moğolistan top­ raklarına yerleştiler. Orhun kıyısındaki Ordu - Balığ’ı başkent yaptılar. Bir süre sonra ise, Tibetlileri püskürterek Tarım bölge­ sini de ellerine geçirmiş oldular. Bu yörede federasyonu teşkil eden boylardan Yağmalarla birleştiler. Şu halde Uygur federasyonunun yayıldığı alanı kaba çizgiler­ le şöylece çizebiliriz. Kuzeyde Selenga ırmağı ve Batı Sayan dağ­ ları, doğuda Ordos ve Kansu bölgeleri, güneyde Kum derya, Hoten ve Kaşgar, batıda ise Alatag ve Tarbagatay dağlarmdan Garsgan, Isık - Köl, Uzkent hatlarının içinde kalan bölge, Uygur siyasî ve kültürel yayılışını meydana getiren alandır.

4.3. UYGURLARIN SİYASÎ TARİHİ Uygurların siyasî varlıkları Büyük Hunlar’a (Hiung-nu) ka­ dar çıkmaktadır. De Groot, Uygurları M.Ö. 177 yıllarında. Büyük Huo konfederasyonunda görülen Ho - Kot (Hoi - ho) lann soyun­ dan gelme olarak değerlendirmektedir. Böylece Uygurların kültür

325 ve sanat bakımından bozkırdan doğdukları kabul edilebilir. Çin kronikleri, Göktürkler gibi kuvvetli bir örgüte sahip olan, ok ve yay kullanmada, ata binmede eş ve benzeri olmayan Uygurları, VI. yüzyıldan itibaren tanımaktadırlar. Çin tarihinin Han sülâ­ lesi devrinde Tarım bölgesinin Kuzey - doğu sınırlarına yakın Ha­ mi yöresinde yaşamakta idiler. VI. yüzyılın ortalarında Göktürk federasyonunun egemen boyu Wü-sun’lara bağlı olarak Ordos, Selenga ve Orhun yöresine yayılmışlardı. Bununla beraber VH. yüzyılın başında Doğu Türkistan’da Turfan, Beşbahg ve Kara- şar’da da Uygurlar egemen bulunuyorlardı. Uygur sözünün çözümlenmesine gelince; bu söz, Oğuz, Yugur, Uygur sözlerinin çeşitli şekillerinden biridir ; Mahmud-i Kaşgarî, Uygur sözcüğünün aslında Khudhkhur / Huzhur olduğunu KH/U kuralına göre Udhgur/Uzgur ve DH/Y kuralına göre gelişerek, Uygur şekline dönüştüğünü açıklar. Ama Macar bilgini Munkaczi bu sözcüğün aslı üzerinde yaptığı incelemede Huzgur şeklinde bir okunuşa rastlanmadığını belirtir. İran destanlarını toplayan Esedî-i Tusî ise, bu kavimden söz ederken Yuğur Kağanı olarak ad verir. Oğuz Kağan destanında da Uygurlara rastlamak olanağı vardır. Oğuz Han’ın Hindistan seferinden dönüşünde Gur ülkesi­ ne geldiği ve oradan Bulgar diyarına yürüdüğü, Uygurların bu sefere katılmadıkları açıklanarak onların Semerkant’ta üllceyi ko­ rumak göreviyle alıkonuldukları yazılıdır. Görülüyor ki, efsanevî destanlarla bugüne kadar elde edilen bilgiler, Uygurların Türk tarihinin doğuşundan itibaren varlıkla­ rını ortaya koyduğu kadar, yaşadıkları yöreleri de gerçekçi bir an­ latımla saptamış bulunmaktadır. Böylece Uygurlar gittikçe za’fa uğrayan Göktürklerin yerini almışlar ve 742’den itibaren Türk dünyasına egemen boy olmuş­ lardır. Doğu Türkistan ve Orkun bölgesindeki Göktürk merkez­ lerini ele geçirip Ordu-Balıg şehrini kendilerine başkent olarak kurdular. Sözü edilen şehir, bugün Türkçe - Moğolca ortak bir ad, kara yıkıntılar anlamına gelen. Kara - Balasagun diye tanınır.

Uygurların Göktürklere, daha doğru bir deyimle bu federas­ yonun egemen boyu Wü-sunlara karşı başarıları öyle kolay olma­ mıştır. Göktürk egemenliğini yıkmak için yüz yıldan fazla bir uğraşta bulunmuşlardır. 606’de Göktürklere kai:şı Çinlilerle bir­ leşmişler ve 630’da Bar-köl çevresinde onlarla başarılı çarpışma­ larda bulunmuşlardır. Çin-Tang sülâlesinin desteğini gören Uy­ gurlar 604’ten itibaren Ordos’tan batıya doğru yayılmakta idiler. 648’de Tu-mi-tu, Kuke-nor çevresinde yerleşmiş bulunan T ’ü-yu- hun’ları (Tibetliler) buradan sürüp çıkardı. Bu başarı üzerine ar­

326 tık Uygur Kağan ünvanını taşımaya hak kazandı. Mamafih Kutlug Kağan yerine geçen Kapagan Kağan 691’de Uygurları Bar-köl’de yenilgiye uğratarak, kısa bir süre için bu güçlü boy­ ları tekrar Göktürk egemenliğine bağlamış oldu. Fakat, gittikçe güçlenen Uygurlar 705’e kadar Kansu’da yerleşmeye devam et­ tiler. 715’te artık Kansu’dan Doğu Türkistan’a giden ticaret yo­ lu Uygurların eline geçmiş bulunuyordu. 745’te ise, Dokuz - Oğuz­ lara Karluk ve Basmıllar da katılınca, kudretli Uygur federasyo­ nu gerçekleşmiş oldu. Uygur hakanı Boyla Kağan Göktürk dev­ letine son verdi. Uygur kağanları çoğunlukla Tang sülâlesinden gelen prenseslerle evli olduklarından doğal bir sonuçla Çin impa­ ratorluğunun adeta koruyucusu idiler. 691’de Kore üzerine yürü­ yen Çin ordusunun asıl ağırlığını 44.000 kişilik bir kuvvetle Uy­ gurlar teşkil ediyorlardı. Bayançur Kağan ise (745 - 759) Tang imparatorlarına iki kez yardım ediyor. Lo-yang başkentini asiler­ den kurtardığı gibi, Tibetlileri de püskürtmüş bulunuyordu. Ti­ betlilerin ezilişi Tarım bölgesinin Uygur egemenliğine girişini ve Kaşgar yöresinde yaşayan Yağmaların Uygur federasyonuna ka­ tılmasını sağladı. Bügü Kağan’m Lo-yang seferi ise özellikle din tarihi bakımından önemlidir. VI. yüzyıldan beri Buda dinine gir­ miş bulunan Türklerin bu sefer sonunda 762’de bir batı Asya dini olan Mani dinine geçm-eleri olayı gerçekleşmiştir. Gerçi Uygur federasyonuna bağlı Basmıllar 720 yılından beri Mani dinini be­ nimsemiş bulunuyorlardı. Böylece Uygarların ortaya koyduğu uy­ garlığın kaynağı olan Maniheisme, federasyonda bütün gücüyle yerleşmiş oldu. Yeni bir dine geçen her topluluk gibi Uygurlar da Budistlerin kitaplarını (cin bitigleri) yaktılar. Çinlilerin baskısı­ na karşın Kansu ve Lo-yang’ta Mani tapınakları yaptılar. Kan­ su’da bir Türk Manistanı (Mani manastırı) vardı. Turfan, Beş- balıg önemli Mani merkezleri oldu. Fakat en büyük Mani tapı­ nağı Koço’da idi. İran Maniheîleri de Uygur hakanının himaye­ sinde bulunuyordu. Zerdüşt rahiplerinin zulmünden kaçan Mani- heîler Kaşgar’da huzura kavuşuyorlardı. Abbasî Halifesi el-Mehdî maniheîleri kovuşturmaya kalkışınca, Arap - İslâm imparatorluğu özellikle Horasan’da Uygur yabgularının müdahalesiyle karşı kar­ şıya gelmişti. Bügü Kağan 762’de Çin imparatorluğunun merkezi Lo-yang’a girince ve imparator bu kargaşada ölünce, kendisini Çin ülkele­ rine imparator ilân etmeyi düşünecek kadar güçlü görmekte idi. Ama, tam bu sırada batı sımrlarmın tekrar Tibetlilerin saldırısı­ na uğraması üzerine geriye döndü. Tibetlileri Tarım bölgesinden sürüp çıkardı. Hiç kuşku yoktur ki, Bügü Kağan devri Uygur fe­ derasyonunun en güçlü zamanıdır. Tokuz - Oğuzlann, Turfan ve

327 Beş-balıg Basmıllan, Kaşgar Yağmaları ile kaynaşması sonunda Uygur federasyonunun da ağırlık merkezi gittikçe güney - batıya, Tarım bölgesine kaymıştır. Burada Koço iki büyük kervan yolu­ nun kavşak noktasını teşkil ediyor. Turfan ovası İse Uygur kültü­ rünün ocağı, İdikut şehri de başkenti oluyordu. Bölgede türkle- şen ilk şehir Beş-balıg oldu ve burası bir Basmıl - Uygur merke'zi haline geldi. Türkler Tarım bölgesine Beşbalıg üzerinden ilerledi­ ler. Yıldız vadisinde Kuça ve Kara Şar’dan sonra Türk hükümdar­ larının kurdukları Baykent ve Buhara, Uygur federasyonuna bağ­ lı Karlukların merkezi olan Argu ya da Tokmak, Sarig ve Çul, Türk tudunlarının şehri Taşkent, Afşmlann egemen olduğu Üs- rüşene, Fergana ve Hoten böylece türkleşti. Uygur federasyonu­ nun gücünü, güney batıya doğru kaydırması sonucu, doğuda ken­ diliğinden bir za’af hasıl olmuştu. Bu durumdan faydalanan Kırgızlar 840’ta Orkun vadisindeki Uygur tahtkenti Ordu-balıg’ı ellerine geçirince, Uygur federasyonu dağıldı. Uygurlar bugünkü Moğolistan’dan sürülüp çıkarıldılar. Bir kısım Uygur halkı, bu bozgun sırasında Kansu eyaleti içinde Tan - Huang ve Kan - çou’- da yerleştiler. Sarı Uygur adım alan (Şaro - Yögor / Saru Yug- gur) bu halk, burada ayrı bir devlet kurdu. Karluklar ise daha 751’den itibaren Uygur federasyonundan ayrılma eğilimi göster­ meye başlamışlardı. Bunda 751’de Müslüman Araplara Talaş va­ disinde yenilmiş olmanın etkisi büyük olmuştur. Çin ve Uygur ordusunun bozulmasından sonra Karluk Yabgusu federasyondan tamamen ayrılmışsa da, ortak kültür devam edip gitmiştir. Uygur fedarasyonu dağıldıktan sonra Kansu bölgesinde baş­ lıca Kan-Çou (872- 1036), Tun-huang (981 - 1026) ve Kara- hoto (987- 1280) da üç ayrı beylik ortaya çıktı. Tarım bölgesinde ise Moğol çağına kadar Beş - balıg ve İdikut şehri çevresinde Uy­ gurlar egemenliklerini korudular. Ana yurtlarında olduğu gibi Çin’in kuzey sınırlarında yine onlara yardımcı oldular. Ortak kül­ türün etkisi sonunda Karlukları tekrar kendilerine bağladılar. Böylece Tokuz - Oğuz, Karluk ve Yağmaların birleşmesiyle yeni bir Türk devletinin doğuşunu yani, İlighan / Karahanlı devletinin ku­ ruluşunu sağladılar ve Tarım bölgesi bundan sonra artık Türkis­ tan adını taşımaya hak kazanmış oldu. Uygurlar gerçi siyasî güçlerini bu parçalanma ile yitirmişler­ se de, açtıkları uygarlık yoluyla birçok Türk devletinin temel ku­ ruluşunda kaynak olmuşlardır. 1209’da son Uygar beyliğini orta­ dan kaldıran Moğollar bile bu uygarlığın bir sonucu olarak orta­ ya çıkmıştır.

328 4.4. UYGUR KÜLTÜRÜ ve UYGARLIKTA KENDİNİ GÖSTEREN BÜYÜK GELİŞME

A) Toplum ve Yaşam : Atlı göçebe Türklerin kent uygarlığına geçişlerinin ve bu uy­ garlıkla kendi karakterlerini kaynaştırarak yeni bir kültür yara­ tışlarının en güzel örneğini ilk kez Uygarlarda görmekteyiz. Bu gelişmede hiç kuşkusuz Çin kültürü ile Hind uygarlığı etkin ol­ muştur. Ama, Uygurlar esinlendikleri bu kültürlerden ayrı ve ken­ dilerine özgü bir uygarlık meydana getirecek kadar uyanık ve zihnî faaliyet gösteren bir Türk kavmi olarak kabul edilirler. Uygürlar arasında kendini gösteren kültür yenileşmesi ve ye­ ni kültürdeki gelişmede yaşadıkları coğrafî ortamın etkisi büyük olmuştur. Çin’den kalkan İran ve Hindistan’a giden kervan yol­ ları üzerinde yerleşmiş olmaları, onları Çin, Hind, Soğdak (Soğd- lu), İran, Suriye, Ermeni, Harezmli vb. ülkelerden gelen tüccar­ larla, örf ve törelerle tanışmalarıma, taşıdıkları maddî eşyalarla ilişki kurmalarına yol açmıştı. Ayrıca başta Kansu eyaleti olmak üzere Kuzey Çin’in çeşitli yerlerine yerleşmiş olmaları da bu kül­ tür yenileşmesinde bozkırların yaman atlıları üzerinde etkin ol­ muştur. Göktürk imparatorluğunun 551’den itibaren Çin üzerinde kurduğu baskı Çin yönetim kadrosunda Türk unsurunun geniş öl­ çüde görev almasına bir neden oldu. Sarayda, orduda, yüksek de­ receli görevlerde Türkler önemli yerler işgâl etmeye başlamışlar­ dı. Çin imparatorunun ahırlarındaki atlardan Türk seyisler so­ rumlu idiler. Çin imparatorları Göktürk baskısına karşı sağlam bir müttefik olarak Uygurları bulmuştu. Uygurların, bağlı olduk­ ları kendi kağanlarına başkaldırmaları, Çin ülkesini ve kültürünü bütün yaşamları boyunca önce Göktürklere, sonra Tibetlilere ve müslüman Araplara karşı savunmaları, bu kültür yenileşmesinin doğal bir sonucu olmuştur. Böylece doğuşları itibariyle bozkırlardan, atlı göçebelerden olan Uygurlar, coğrafî ortamın getirdiği olanaklarla Türk tarihi içinde yeni bir kültürün yapıcısı oldular. Uygurlar, bugüne kadar elde edilen kalıntılara göre Wan- fosia duvar resimlerinde vakarlı, törelere .bağlı, geniş yüz ve çe­ kik göz gibi Turanid çehre hatları olan insanlar olarak görülür. Çinliler onları büyük burunlu, çok kıllı kaş ve gür sakallı, kısa boylu olarak tanımlarlar, Rubruck.da iriyarı Tangutlara göre uy­ gurlar bizim gibi orta boyludur demektedir. Kıyafetleri genellik­ le atlı göçebelerin ortak kıyafetidir. Çizme, börk, eşya asmak için

329 kayıştan yapılma Türk kuşağı, hanımları ise yüksek saç topuzları üzerine boğtak denen, şeker küllahı şeklinde, Osmanlı devrinde de moda olan hotoz giyerlerdi. San ve kızıl saçları, gök renkli gözleri olan uygTirlar çoğunlukta idi. Bunun içindir ki Çinliler Kansu uy- gurlarına «Sarı Başlı Uygur» adını vermişlerdir. Uygurlar yerle­ şik hayata geçtiklerinden artık evlerde oturmakta idiler. Bu ara­ da kağanları için bir çok katlı saraylar da inşa etmişlerdir. Tarımla ve el sanatları ile uğraşan Uygurlar, maharetli, be- cerekli insanlar olarak tanınırlar. Turfan bölgesi, deniz seviyesin­ den biraz alçak olmakla, pamuk tarlaları ve bağları ile tanınmış­ tı. İç Asya’nın en iyi şarapları burada çekilirdi. Burada yaşayan Uygurlar gezgin Wang-yen-te’ye göre çahşkan ve sanatkârdılar. Çoğunun ellerinde saz aletleri görülür. Şehirde müzik sedaları işi­ tilirdi. Kadınlar güzel ve itinalı giyinirler, başlarına cilalanmış başlıklar giyerlerdi. Arap gezgini Temim ise, Tokuzoğuz kağanını başkentinde ziyaret etmişti. Bu şehrin Ordubalıg, Koço ya da Beşbalıg’tan biri olması gerekir. Gezgin, şehrî tanıtırken demir kapılı, sağlam bir surla çevrili olduğunu, kale duvarları üzerinde altın kaplı bir kubbesi bulunduğunu anlatır. Koço’da Kağan sa­ rayı yanında, kutsal bir şehir olmak itibariyle, çok sayıda tapmak da bulunmakta idi. Uygur kağanlarının ayrıca yazlık merkezleri de vardı. Bu merkez Beşbalıg şehri idi. Kağan, atlarının otlakları ise Kaşgarlıya göre Isık - Köl yakınında Barshan’da idi. Uygurlarda el sanatları geniş ölçüde gelişmişti. K ’o-zsu de­ nilen sim ile dokunmuş ipek kumaşları (serâser) Çin’e Uygurlar getirmişlerdi. Tel ve ipekle nakşedilmiş atlas kumaşlar ile ince bü- rüncük ve yaşamak, tülbentler, pamuklular dokurlar ve Çin’e, İran’a ihraç ederlerdi. Uygur giysileri çiçek ve kuş motifli serâser- den yapıhrdı. Deri işçiliği özellikle çizmeler, gümüş, altın ve sa­ vak işçiliği, kalemkâri ve halkâri tezyinat, kılıç, gürz, bozdoğan, ok, yay, kalkan vb .silâhlar gibi maden işçiliği ve kuyumculuk çok gelişmiş ve yayılmıştı. 751 yılında olan Talaş savaşında, müslü- man Araplara tutsak olan Uygurlar ise, silâh (kılıç) ve kâğıt yap­ ma, işleme ve hat sanatını Semerkanthlara öğretmişlerdi. Yine kuşkusuzca söylenebilir ki, daha sonra İslâm dünyasında sanat hayatında özel bir yer işgal edecek olan Hitayî üslûbunun ilk ön­ cüleri Uygurlar olmuştur.

B) D i n : Türklerin kendi nomad dinlerinin dışında bu dönemde dış ülkelerden gelen iki büyük dine girişlerine tanıklık ederiz. Bu dinlerden biri Budizm, öteki de Maniheizmdir. Türklerin Burkan adını verdikleri Buddha dini ile temaslar M.Ö. II. yüzyıla kadar 330 iner. Hunların kutsal merkezlerinden biri olan Tamir ırmağı bo­ yundaki Ku-Tsang (Evren - Ejder) şehrinde bulunan altın hey­ kellerin Burkan tavsiri olduğu ve bu yöredeki Hunların Buddha dinine girmiş bulundukları bir tez olarak ileri sürülmektedir. M.Ö. 121-54 yılları arasında Hunların Çin baskısı altında kalma­ ları sonunda, yurtlarından kovulmaları üzerine, ipek yolu adı verilen büyük ticaret yolu üzerinde yerleşmeleri, onların yemden Budist kültürü ile temasa geçmelerini sağladı. Bu inançtan da kuvvet alan Hunlar, Çin egemenliğini geriye çekilmeye zorladı­ lar. Mamafih Budizme yönelen Hunlar eski dinlerini, göke tap­ ma töreleri, müzik ve devran ile gök kültü âyinlerini, Yazıcı- zade’nin deyişiyle dolu tokuşturup and içme merasimlerini yine de sürdürmekteydiler. Ama, miladtan sonra IV. yüzyılda Hünla- rın herbiri artık sadık birer budist idiler. 333’te H’u Cha-o adlı Hun kağanı Burkan dinine hizmet etmenin kendisi için şeref ol­ duğunu söylüyordu, Buddha için tapınaklar yaptıran Hun bey­ leri Hu (Orta Asya) sanatçılarına hem Çin, hem de Altaylı ka- vimlerin kültür mirasıyla derin dinî hisleri canlandıran yeni bir budhist sanat üslubu meydana getirdiler. Çin ve Altay gelenek­ lerini birleştiren bu yeni sanat görüşü, bütün Orta Asya’ya ya­ yıldı. 412’de Hun kağanı olan Meng’sü, başketini Ku-Tsang’a götürdü. Onun devrinde Kânsu bölgesi, Budhismin merkezi hali­ ne geldi. Meng-sü bir çok memleketlerin Budhist bilgilerini Chien-fo-T’ung’da toplayarak büyük bir kültür merkezi meyda­ na getirdi. Bu yörede bulunan ünlü Budhist mağaraları böylece Türkler eliyle yapılmış oluyordu. Budhisme bu yüzyılda Orta As­ ya’daki öteki Türk boylarını da tutkulamış idi. Bu çağda An -yang-Hu adlı bir Türk beyi Hotendeki meşhur Gomati manastı­ rında gelişmekte olan Mahayana rhezhebinde rahip olacak kadar kendisini Budhisme’e adamıştı. Göktürkler arasında Buddha dini Mu-han Kağan (ölümü 559/562 ?) ve oğlu T’o-po Kağan (ölümü 582) devirlerinde yayıl­ maya başladı. Dindar bir Büddhist olan T’o-po et yemezdi. Pago­ dalar (Buddhiste tapınakları) yaptırmış, sankharamalar (heykel ve tasvir) çizdirip yontmuştu. Gandharalı rahip Jinagupta’nın müridi olmuştu. Batı Türklerinin yabgusu T ’ung Yabgu ise Pra- bakharamitra eliyle Buddha dinine girmişti. Çin kaynakları Gök­ türk kağan ve hatunlarının Keşmir’e kadar bütün Orta Asya’da sayısız Budhist tapınağı yaptırdıklarını bildirtniektedîrler. Özel-, likle Mahayana Budhist velilerinin etkileriyle Budhisme Göktürk­ ler arasında geniş ölçüde yayılmıştı. Hun ve Göktürkler arasında Budhisme yayılırken doğal ola­ rak Uyguıiar arasında da revaç bulmuştu. 627’de Uygur tahtın­

331 da oturan kağan kendisine «Bodhisattva-teg / Bodhisatun» değe­ rinde ünvanını vermekteydi. Ordu - balıg’ta bulunan heykellerde de Hint - Kushan etkisi kendini gösterir. Sogdaklar - soğdiu tüc­ carlar eliyle yayılan Budhisme’nin etkisini Semirnova gerek Tür- gişlerin, gerek Uygurların eski Göktürk yazısını bırakıp Soğdak yazısını almalarıyla açıklar. Yine bu dönemde Uygur kağanı Kul Bilge Kağan (685 - 712) inşa ettirdiği ve zengin şehir adını ver­ diği Bay - balıg’ta Buddha için büyük bir tapınak yaptırmıştı. Türkler arasında özellikle Uygurlar devrinde yayılan batı As­ yalI bir başka din de Maniheisme’dir. Uygur kağanı Bügü Kağan 762’de Çin’in başkenti Lo - yang’ı işgal ettikten sonra söz konusu dini, bu ülkede iken kabul etmiş­ ti. Sefer dönüşü dört Mani rahibini de birlikte götürmüş ve bu kişiler Uygur kültürünün gelişmesinde başlıca etken olan Mani- heisme’i Uygurlara aşılamışlardı. Gerçi Mani dini daha 718’de Ta-mu-she tarafından Çin’e götürülmüştü. Yine daha VIII. yüz­ yıl başında Türk tigin, yabgu ve beylerine gelen Soğdak veya Tohar mani dinine mensup kimseler bu dini halk oyuna tanıtmış bulunuyorlardı. Beş-balıg ve Turfan’da yaşayan Basmıllar 720’- den beri bu dine girmiş bulunuyorlardı. Basmıl beyi Ashina - she İdikut ünvanı ile Turfan mani eserlerini yazdırmıştır. Gerek Budhisme, gerek Maniheisme Uygurların aynı zaman­ larda bağlı oldukları bu iki din, fakat özellikle Budhisme, Uygur kültürünü oluşturan etkendir. Uygur kültür ve sanatı ile ilgili yapıtların bulunduğu merkezler şunlardır : Kutsal bir kent ola­ rak hurulan ve baştan başa tapınaklarla dolu olan Koço ve onun 14 km. kuzeyinde Uygur bezeklik öyleri (ev), 13 km. doğusunda Toyuk bezeklik, bunun 12 km. daha doğusunda Sengim ve Koço’- nun batısında Asitane mezarlığı. Turfan bölgesinin eski başkenti Yar - hoto, Beşbalıg, Ilı - Köl ve Aratam, XI. yüzyılda Uygurlara başkentlik eden Kuça ve buraya 12 km. uzaklıkta Kızıl, Kaşgar yöresinde Dul - dul - Akar, Kopal kayalık tapınakları Uygurlardan kalma resim, heykel, yazma kitaplar, tasvirler, kitabelerle bu kül­ türü bize tanıtan bulgu yerleridir. Onbirinci yüzyılda İlig hanlardan Satuk Buğra Han’ın İslâm dinine girmesiyle Türkistan yeni bir kültür yenileşmesine uğra­ dı. Türkili kültürü, kuzey ve güney ayrıntılarını gösteren iki bö­ lüme ayrıldı. Kaşgar ve Hoten müslüman Karluk, Yağma ve Çi- gillerin yurdu oldu. Turfan ve onun kuzeyi ile Kuça, Budhist, Maniheist Uygur, Karahıtay ve Moğollar elinde kaldı. 332 C) Sanat ve Mimarî :

Daha önce Hun ve Göktürk uygarlıklarından söz ederken bu uygarlıkların Genel Türk kültürü içinde bir bütün olduğunu, or­ tak coğrafî ortamın gereksinmesinden doğmuş bulunduğunu ve koşullar değişmedikçe Türklerin Eski dünyada yani, üç kıtada meydana getirdikleri bütün kültürlerde bunu yaşatmış ve koru­ muş olduklarını bir genelleme olarak açıklamıştık. Ortak kültürün geliştiği İç Asya, ya da Orta Asya bozkırların­ dan Türk boyları tarıînı ve yerleşik yaşamı sürdürecek yeni ül­ kelere doğru yayıldıkça, yerel koşulların gerektirdiği gibi farklı­ lıklar da ortaya çıktığını ama, bu farklılıkların Türk kültürünün gelişme ve yenileşme süreci içinde değerlendirilebileceğini, genel­ likle kültürümüzün çeşitli bölgelerde renklenerek süregeldiğini belirtmeye çalışmıştık. Dip tarihten bu yana gelLşen bu kültür, Uygurlar eliyle en yüce noktaya ulaştırılmış oldu. Buna göre yine Pre - Türk, ya da Proto - Türklerden Hunlara, Göktürklere ve oradan Uygurlara doğru uzanan Türk kültürü çizgisinin şimdi en olgun dönemine ve aşamasına vardığımızdan, burada Türk sanatının plastik karak­ teri üzerinde bir parça durmak gereği vardır. Bu sanatı Resim, Heykel ve Mimarlık dalları olarak inceleyeceğiz. a — Resini;: Orta Asya’nın belki de baş sanatı Duvar res- mi’dir. Üçüncü yüzyıldan on dördüncü yüzyıla kadar Duvar res­ mi sanatı bakımından Orta Asya, dünyanın en zengin yöresini teşkil eder. Bunun yanı başında keten kumaşlar üzerine işlene­ rek yağlı boya ile tahtaya yapıştırılan bir çeşit lake resim sanatı, alçı île kaplanmış tahta üstüne yapılan balmumu boyası resim­ ler, kâğıt ve ipek kumaş üzerine tezhip sanatı, kenevir üzerine yapılan resimler ve en son olarak da kitap resimleri ve tahta bas­ kılar gelir. Bu dönemde Türk illerinde gelişen Duvar resimleri genellik­ le Burkan (Buddha) ve Mani dini metinleri ile ilgilidir. Toprak, ya da tuğla üzerine işlenen resimlerde ise zemini saman, kıl, ot ya da paçavra ile karıştırılmış alçı teşkil eder. Resim yapılırken sanatçı kâğıt patronlar kullanır, resim çizgileri iğne ile delinîr ve bu deliklerden alçı şerbeti ile düzlenmiş zemine toz boya döküle­ rek geçirilirdi. Orta Asya resim sanat ve tekniklerini hiç kuşku yoktur ki Hellenistik, Roma, Bizans, Hint, Çin ve Soğd sanatçı­ larının eserleri etkilememiş olsun. Halcayan duvarlarında görülen resim renkleri Hellenistik ve Soğd etkilerini bize tanıtır. Bu resimlerde insanlar, Hun özelliğini 333 taşırlar. Saçları Hun usulünde traş olmuş, tepede perçem ve yan­ larda zülüfler bırakılmıştır. Ama, insanlar Yunan tanrıları gibi güzelleştirilmişlerdir. Doğu Türkistan’da Miran’da tespit edilen resimler ise Andrews’in görüşüne göre Hellen ve Soğd sanatının etkisini tanıtmaktadır. Bununla birlikte resimleri yapan sanatçı- ' ların Hellenistik gelenekleri artık bırakmış oldukları da eserlerin­ de görülmektedir. Kişiler burada kısa boylu, toplu, yuvarlak, pem­ be yanaklı, iki kat çeneli ve kırışık enselidir. Gözleri sanki boşlu­ ğa bakar ve büyüktür, kişiler hint heykelleri gibi peştemellara bürünmüşlerdir. Ama başlarında bedükbörk denilen Türk başlığı­ nı taşırlar. Burkan bahşıları da Bizans azizlerine benzerler. Genç­ leri ise Halcayan resimlerinde olduğu gibi Hun edalariyle kendile­ rini gösterirler. Bu Hun görünümü bütün Orta Asya resim sana­ tında tekrar edilip durulacaktır. Miran resimlerinin bir özelliği, de kişilerin vücutlarının bir bölümünün çizilmiş olmasıdır. Yeşil ve kahverenklerin egemen olduğu bu resimlerde kızıl rengin de yer almış olması. Miran resmi ile Kızıl duvar resimleri arasında bağ kurmamızı sağlamaktadır. Tun - huang’ta Budhist okulunun eserleri olarak bulunan ve Kızıl duvar ressamlığının ilk örnekleri olan resimlerde göçebe Türk zevkinin özelliklerini izlemek olanağı vardır. Bu resimlerle göçebe sanatçıların taş üzerine yonttuğu insan, ya da cin tasvirle­ ri arasında büyük bir benzerlik görülür. Kadirge’de bulunan ve Umay olduğu sanılan heykel ile Tan - huang öyü resmi birbirini tamamlayan iki sanat eseridir. Ancak hayvan motiflerinde Bud­ hist etkisi görülmez. Bunlar Altaylı atlı göçebelerin üslubunu aksettirirler. Öte yandan Mahayana mezhebinin merkezi olan Hoten’de sanatçılar gizli sırları açıklamakta, büyücülükleri belir­ lemekte istekli görünürler. Bir padişah oğlu iken rahipliği seçen Burkan, yine manevî alanda padişah olarak kaldığı için, hüküm­ dar gibi tasvir edilmiştir. Padişah oğlu olarak taşıdığı ağır kü­ pelerden sarkık hale gelen kulak memeleri özellikle belirtilir. Burkan azizi dinî davranışlar içinde bağdaş oturmuş olarak çizi­ lirdi. Azizin ruhu, Miran duvarlarındaki Hellen dünyasının şen­ likli havasını silip götürmüştür.

Altıncı ve yedinci yüzyıllarda Kuça ve Hoten’de, teknik de- ğişmemekle beraber, konuların değiştiği görülür. Bu değişikliğin Türgiş / Türkeş’ler eliyle olduğu ileri sürülür. Andrews’e göre bu yeni unsurlar Göktürk devleti devrinde meydana çıkmış ve Uy­ gur sanatının özelliklerini getirmiştir. Figürlerin adetâ nizam içinde tek dizide sıralanmaları, dik duruşları Türk Saray düzenini canlandırmaktadır. Duvar resimlerinde hamasî göçebe âlem, atlı­ lar, ordular, ongunlar görülmeğe başlar. Gaga burunlu Türkler

334 sayıca artış gösterirler. Genellikle Kızıl duvar üslubunda yapılan bu resimlerde yarı mongoloid hatlar egemen durumda bulunur­ lar. Artık elbiseler de değişmiştir. Dar ve kısa cepkenler yanında şimdi, gömlekler de görülür. Eski resimlerde çıplak ayaklar şimdi, papuç ve çizme giymiş olarak resmediliyordu. Ayrıca Türk âdet­ leri de tasvir edilmeye başlanmıştı. Yog (ölüm) törenlerinde yüz­ lerini bıçakla yaralayan kişiler, belli başlı Göktürk bayrakları, toy törenlerinde kurulan sofralar, Türk kültür varlığımın etkile­ rini or^ya koymakta idi. Yedinci yüzyılın ortalarına doğru Turfan ve Kansu resimle­ rinde birden bire bir üslup ve teknik değişikliği kendini gösterir. Bu değişiklik Uygurların söz konusu bölgeye giriş tarihiyle ilgili görülmektedir. Yeni akım, 604’lerden 1250’lere kadar egemen olacaktır. Yeni akımda Uygurların Uzak doğu kültürüyle en çok yakınlık göstermiş Türk boylan olmak itibariyle etkinlikleri bü­ yük olmuştur. Hellen, Sogd ve Hint etkisinin süre geldiği Batı Türkilinde, Türgiş dönemi millî ve yerel özellikleriyle ayrı bir okul seviyesine ulaşmışken, şimdi Uygurlar aracılığı ile Türk resmine hem teknik, hem de fikri bakımdan Uzak doğunun et­ kisi kendini göstermiş bulunmaktadır. Özellikle VII. yüzyılda yeni doğan T ’ang Çin sanatı ile Uygurların Kansu’da sarmaş dolaş oldukları dönemde gerek konu, gerek üslup bakımından bu re­ simleri yine de özgürce çizilmiş resimler olarak bulmaktayız. Bu resimlerde konu olarak örneğin arkaya ok atan bir atlı göçebe, ya da cennet tasvirleri yanında Çin sanatının zarif hatları, çekin­ gen renkleri, tezyini motifleri de yer almaktadır. Bu bakımdan söz konusu sanatı inceliğe ve zarafete yönelen Çin sanatı yerine Göktürk ve Uygurların kuvvetli göçebe geleneklerine bağlamak gerekir. Böylece resim sanatında başlangıç, başka Türk boylarına bağlansa bile Uygurların yüzlerce yıl pek çok eserlerde geliştirdi­ ği ve en yüksek derecesine çıkardığı yeni üslupta cesur ve doğal bir anlayış içinde, kurallara imkân oranında pek az bağlanan, ka­ rikatüre kaçmaktan bile çekinmeyen özgür bir sanat anlayışını yaşatmışlardır. Yazı işleri için Uygur sanatçıları kalem kullanmazlardı. Kaşgarlı Mahmut, Uygurların yazı için Çinlilerin aksine ve ağaç­ tan kalem kestiklerini yazar. Türk rahiplerinin adları Türkçe ve Çince, diğer rahiplerin adı Brahmen dilinde yazılırdı. Boya koyu macun halinde sürülmez, aksine şeffaf gibi ince bir cila halinde konulurdu. Hafif sürülen cila ile Burkan, ya da Önemli bir kişinin yüzünde gölgeler meydana getirirlerdi. Ama Uygurlar Çin feleki­ yatının (kosmolojisinin) renklerini de benimsemişlerdi: Al, gök- yeşil, sarı, siyah ve beyaz. Renkler vurulurken şu kurallara uyar­

335 lardı. Toprak ile ilgili renkler yağızdır. Su unsuruna bağlı renk­ ler ayın halesine benzetilir. Ateş unsurları alev rengindedir. Hava ise mordur. Kitap resimlerine gelince Bürkan - Buddha metinleri Türkçe olup, resim tekniği, duvar resmi tekniğinim aynı idi. Siyah ve al mürekkeple yazılmış yazılar üzerine şeffaf bir cila sürülür. Tez- hipli satıhlar kırmızı ve siyah mürekkeple noktalanırdı. Mani ki­ tap tekniği ile Budhist tekniği arasında bir fark yoktu. Kitap re­ simlerinde de Koço Duvar resimlerindeki üslup ve teknik ege­ mendi. Üslup bakımından hep geleneklere dayanmaJîtaydüar. En eskilerde ışık ve gölge tezadı ile. hacimler verilirken, daha sonra teknik, grafik bir gelişme gösterir. Uygur bey ve hanımları resim­ lerde Mani rahipleri gibi İranlı değil, Mongoloid görünüştedirler. Turfan ve Tun - huang’ta Uygarlar güzel kâğıt yaparlardı. Uygur kitap ve baskı sanatı hakkında van Gabain’in kıymetli bir eseri vardır. (Altturkisches Sehrifttum). Tahta baskı usulünün Budhisme döneminde kefedîldiği sanılmaktadır. Tun-huang’ta bulunan en eski örnek, 969 yılına ait olup, Uygur devri eseridir. 'Doğal olarak bu sanatın daha eski bir tarihi olduğu ve XII. yüz­ yılda özellikle Koço’da çok geliştiği belirtilmelidir. b — Heykel: Malzeme olarak sadece ağaca ve toprağa sahip olan Orta Asyalı sanatçı bu iki malzemeyi karıştırarak eserlerini ortaya koymuştur. Ağaç malzeme heykelin iskeletini, toprak ise balçık halinde onun yoğuruluşunu kolaylayan elemanlar olmuş­ tur. Orta AsyalI sanatçı konularını dinî metinlerden almakla be­ raber, yeni konulara ve estetik kavramlara daima açık kaldı. Buddha heykelleri çoğunlukla yaldızla sıvanıp kaplanırdı. Öyle olmakla birlikte Hellenistik çağın her şeyi güzelleştiren normları daha sonra yavaş yavaş yerli zevke uyacak şekilde değişmiştir. Güzelleştirilmiş Hellenistik yüzlerin yerini Gandhara sanatının Hintli yüzleri aldı. Daha sonra yerel özellikler ve Türk ırkının kendine özgü görünüşleri heykellerde canlandırıldı. Genellikle Orta Asya heykel sanatında, Gandhara, Tohar, Batı Türk, Erken Uygur ve Uygur üslupları olmak üzere beş üslup görülür. Başlangıçta normal insan boyundaki heykeller giderek yer­ lerini on metreyi aşan insan - üstü heykellere bırakmıştı. Orta Asya heykel sanatıyla ilgili örnekler Hoten ve Miran’da, Kuça, Tomşuk ve Şorcuk’ta bulunmuştur. Gandhara üslubunun örnek­ lerine Hoten’de Revak, Niya ve Akterek’de bulunan alçı heykel­ lerde de rastlanır. Kuça ve çevresinde bulunan heykeller ise port­ reye giden ve eski özellikleri belirten sanat eserleri olmuşlardır. 336 c — Mimarlık : İç Asya’da yerleşik yaşamda yapı teknikleri üç kola ayrılır. Atlı göçebelerle bağlantılı olarak çadırı andıran hücre tipi yapılar, Hint - Budhist ve Çin mimarisine bağlanan' yapılar ile Çin tekniğinde dört sütun üzerine oturtulan tek dam­ dan ibaret köşkler. Soğuk iklim koşullarında yaşayan Türkler, çoğunlukla çadır­ larda olduğu gibi toprak ağacından yarım küre şeklinde bir çit kafes örerler bunu halı ve kilimlerle kapatarak öy-öb-ev ya da yurt-yurtluk adını verdikleri barınaklarını yapmış olurlardı. Kış aylarında ise çoğunlukla kondukları kışlakta çit kafesi çamur, tuğla, kerpiç veya balçıkla sıvayarak kapatırlar ve içini halılarla döşeyerek kışlık evlerini yaparlardı. Bunun içindir ki Hunlar, öz­ lerini Çinlilerden ayırt etmek amacıyla «Çamur kulübelerde otu­ ranlar;) diye kendilerinden söz ederlerdi. Hunların kullandıkları balçığın adı pahsa idi. Tuğla ise daha sonraki devirlerde ancak kaleler, saraylar ve tapınaklar için kullanılabilmekte idi. Örneğin Hazarlarda tuğla sadece hakanın sarayında kullanılmıştır. Halk ise keçe kıl çadırlarda yaşamıştır. Sırlı toprak malzeme ve alçı - toprak tezyinat Türk illerine Çinden gelmiştir. İçi boş tezyini tuğlalar, kabartmalı kiremitler, T ’ang sülâlesinden itibaren Türk şehirlerinde görülmeye başla­ mıştır. Bugün bile bu çeşit sırlı malzemeye çini demekteyiz. Yar - hoto ve Koço’da tapınak, sur ve sarayda çiğ kerpiç tuğla ya­ nında mavi renkli tuğlaların da kullamimaya başlandığı görülür. Uygur şehri surları üzerinde bir sıra beyaz, bir sıra kurşunî sırlı tuğlalar kullanılmıştır. Ev, tapmak ve sarayların damları-ise ki­ remitle örtülmekte idi. Tahta ev yapma tekniği de Çin’den gel­ miştir. Göktürk ve Uygur devirlerinde Çin tarzı dört sütun üze­ rine- oturtulmuş ve duvarları bağdadî tekniği ile sıvanmış tek ça­ tılı köşkler Türk ilinin her yanında görülmekte idi. Kansu ve Doğu Türkistan’da görülen mimarî unsurlar bir yandan Çinden, bir yandan Hint - Budist etkisinden uzak kalama- mıştır. Örneğin kullanılan kemer unsuru Gandhara tekniğinde at nalı şeklinde yapılmakta idi. Sütun ise Çin ve Hint mimarisindeki Lotus çiçeği şeklindeki kaide üzerinde ve kısa boylu yapılıyordu. Bu unsur Uygurlar elinde gelişerek zamanla ince, uzun ve zarif bir orantıya ulaştı. Uygur sütunları çoğu ağaçtan yapılır, boya ve yaldızla süslenirdi. Tavan süslemeleriyse kenarları lotus motifle­ riyle çevrili taç şeklinde alçıdan örülürdü. Nihayet mimarî unsur­ lar arasında ocak önemli bir yer alırdı. Binaların bölümleri yani, oda ve hücreler çadır tipinde, yuvarlak ve dört köşeli plânda, yüksek kasnaklı ve kubbeli olmak üzere yapılırdı.

337 Bu dönemde surla çevrili şehirlere Balıg adı verilmekteydi. Şehirleri süsleyen başlıca binalar ise saray, tapınak ve manastır^ 1ar olurdu. Bir Uygur şehri yani, balıg yedi kat hendeklerle çevrilir ve üç kat surla örülürdü. İç kale - Akropol, Ordu kapağı adını taşır ve Kağanın sarayı burada bulunurdu. Balıg, yuvarlak, dörtgen, dikdörtgen, çokgenli plânlarda inşa edilebilirdi. Belh ve Beşbalıg çok genli bir plân üzerine yapıldığı halde, Ku - Tsang uzunca bir dikdörtgen plânında idi. Koço ise oldukça bozuk bir dikdörtgen şeklinde kurulmuştu. Yine kağan saraylarına örnek olmak üzere Koço ve Yar - hoto saray kalıntıları gösterilebilir. Koço’daki saraya Han - tura adı verilmişti. Duvarla çevrili bir avlu içinde, yüksek dört köşeli bir set üzerinde hükümdarın oturacağı köşk bulunurdu. Bu setin öte­ ki köşelerinde ise başka başka köşkler de yapılmıştı. Tapınak ve manastırlara gelince bunlar da saray mimarisine uygun bir üslupta yapılmakta idiler. Bunlar da duvarlarla çevrili yüksek bir set üzerinde inşa edilmişlerdir. Ortada Stupa (Buddha heykeli) ya da Tanrı heykellerinin bulunduğu bina, setin çevresin­ de ise rahip hücreleri sıralanırdı. Bu manastırların en önemlileri Koço, Yar-hoto, Sengim ve Murtuk manastırlarıdır. Bu mimarî teknik daha sonraki Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlı devirleri Türk mimarisinin habercisi gibidir. Nitekim Murtuk tapınağı, İsfahan Cuma mescidi plânının proto tipi, Sengim tapmağı ise, Bursa Yeşil Cami’inin öncüsü gibi düşünülebilir.

D) Dil ve Edebiyat: Türk dilinin gelişmesi ve Türk edebiyatının ilk örnekleri üzerinde Türk Edebiyatı araştırmalarında bütün genişliği ile du­ rulmakta olduğundan burada konuya başka bir açıdan bakmak­ ta yarar vardır. Uygurlar devrinde Türk toplumunda kendisini gösteren kültür yenileşmesi ile kültür ve sanat âlemindeki bü­ yük gelişme, doğal olarak Türk dilini ve edebiyatını da etkilemiş ve onda büyük atılıriilara, yeni akımların doğmasına neden ol­ muştur. Dil ve edebiyatta da kendini gösteren gelişmede yine önemli etken coğrafî ortamdır. İran, Hint ve Çin ülkelerini bir birine bağ­ layan kervan yolunun Türk illerinden geçişi, Türkleri bu ülkeler kültürüyle temas etmek 'zorunda bırakmıştır. Uygurların büyük çoğunluklariyle Çin sınırları üzerinde ve zaman zaman da Çin topraklarında yaşamış olmaları, Çin ile devamlı şekilde dostça bağlantılar sürdürmeleri, onların Çin kültüründen esinlenmeleri­

338 ne neden olmuştur. Asyalı olmakla beraber iki yabancı dine Budhisme ve Maniheisme bağlanmaları Uygurların dillerine ya­ bancı kökten bir çok sözcükler almalarını gerektirdiği kadar, düşünce ufuklarını genişletmelerine de yardımcı olmuştur. Bunla­ rın yanında Çin’in Tao, Tibet’in Lama, Toharistan’ın Mahayana, Suriye’nin Nasturi mezheplerinin de Uygurlar arasında yer yer yayıldığı görülür. Görünüme bakarsak Uygur devrinde Türk top­ luluğunu Asya’nın bütün din ve kültürlerine kapılarını açmış, her yeni fikre ve akıma karşı ilgi duymuş olduğunu sonucuna varırız. Bu bakımdan Uygur dil ve edebiyatını, konu ettiğimiz zaman çer­ çevesinde bu davranışın toplayıcı bir kavram olduğunu görürüz. Gerçekte Uygurca ne tek bir lehçedir, ne de bütün Türkler Uygur lehçeleriyle konuşmuşlardır. Van Gabain’e göre iki önemli lehçe­ ye ayrılan Uygurca’nın Y ’li lehçesi daha sonra Kaşgar - Hakanî Türkçesi olarak, bugünkü dilimizin kaynağı olmuştur. Uygurca’­ nın Hint ve Çin kaynaklarından geniş ölçüde yararlanması Tohar ve Aram dillerinden yapılan aktarmalar Türkçenin söz hâzinesini zenginleştirmiştir. Uygurların Göktürk yazısını bırakarak bitişik harflerle yazı­ lan akıcı Sir - Soğd alfabesini seçmiş olmaları da dil ve edebiyatta büyük' gelişmeyi kolaylayan bir değişim olmuştur. Uygur yazısı, daha sonra da uzun yüzyıllar Türk hükümdarları arasında oldu­ ğu kadar, uluslararası yazışmalarda kullanılmıştır. Moğol fâtihler Papa ile bu yazıyla yazışırlarken. Sultan II. Beyazit’e kadar bü­ tün Türk hükümdarları da kendi aralarında bu yazı ile mektup­ laşmakta idiler. Çeşitli kültürlerin yayüışmda bir yandan aracılık yaparken bir yandan da derleyici ve sentezci olan Uygurlar, Türklüğün ge­ nel görünümünde uygarlığın gelişmesi bakımından çok seçkin bir yer işgal etmiş bulunmaktadır.

339 5. TÜRKLERİN BATIYA GÖÇLERİ

Türklerin Anayurtlarını incelerken çeşitli görüşler arasında Türklüğün oluşup kaynaştığı yörenin Ural dağları ile Altaylılar arasında uzanan ve 7 - 8000 km. genişlikteki gür otluk (Steppc - Grossteppe) bozkır olduğu görünümün en geçerli bir tanım ola­ bileceği sonucuna varmış olduğumuz hatırlanacaktır. Türklerin bu Eurasia bölgesinde yayılışlarına göre üç büyük kültür oluşturdukları kabul edilir. Ural dağlarından Çin sınırları­ na hatta Kansu ilini ve güneyde Maveraünnehr’e değin yayılan «Anayurt kültürü», Maveraünnehir, Horasan, İran, Anadolu ve Mı­ sır’a dek uzanan Batı Türk kültürü, Ural ve İtü yöresinden Baltık denizine, Bohemya ve Avusturya’ya dek yayılan ((Kuzey Türk kül­ türü». Bu derlememizde Batı ya da İslâm-Türk kültürü üzerinde Anayurt kültürüyle bağlantılı olan Karahanlılara, GaznelUere ve Büyük Selçuklulara değinmekle yetindik. Konunun ağırlığını Ana­ yurt kültürüne ve onun uzantısı olan Kuzey Türk kültürüne ver­ dik. Gerçekte böyle bir ayırım yapmak, hiç bir zaman kesinlik be­ lirtmez. Söz gelimi Hunların, Avarların, Onogurların ve onları iz­ leyen Hazar, Macar, Peçenek ve Uzların kuzey yolu ile batıya yü­ rümeleri kimi tarihçilerce Türklerin Batı’ya yani başka bir deyim­ le Avrupa’ya geçişleridir de. Altın ordu devletini oluşturan Türk - ■Moğol boylarının Macar sınırlarına dek ilerlemeleri ya da Osman­ lI Türklerinin Avusturya’ya varınca Avrupa’daki yürüyüşleri aynı kavramla belirtilemez mi? Elbetteki engin Türk tarihinin gelişme halkalarını kesin çizgilerle ayırmak olanağı yoktur. Hunların ve bütün Atlı göçebelerin oluşturdukları iki yönlü devlet yönetimini iki bin yıl sonra Osmanlı imparatorluğunda gözlemek ne denli şa­ şırtıcı bir kültür yoğunluğunu belirtiyorsa, kutsal kanın akmama­ sı için uygulanan kirişle boğup öldürme cezası ile yağlı kementle boğup öldürme cezası arasında da binlerce yıllık bir zaman aşımı­ na karşılık cezanın biçimindeki kültür değerlendirmesi aynı kal­ mıştır. Bu bakımdan çeşitli adlar altında çeşitli ülkelerde oluşan Türk devletleri ve yarattıkları kültürler, yan etkileri olan çevre kültürü dışında kaynakta hep aynı kalmıştır. Bu açıklamanın ışığı altında Ural dağlarını aşarak Avrupa’ya giren Türk kavimlerinin öykülerini de aynı ölçüler ve değerler içinde incelemek gerekmektedir.

340 Avrupa’ya ilk giren Türk kavmi olarak Batı Hunları’nı daha önce inceleriıiştik. Hun yayılışını izleyen ikinci Türk kavmi olarak Avarlan görüyoruz. 5.1. AVARLAR Avarlan tanımak için kısa da olsa IV. yüzyılda Anayurt’ta kendini gösteren gelişmelere dönmek zorunluğu vardır. Büyük Hun imparatorluğunun dağılışından sonra Anayurtta iki Türk kavminin siyasi faaliyeti üstlendikleri görülür : Tabgaç (T’o-pa) ve Avarlar (Juen-Juen). Gerek T ’o-pa’ların, gerek Juen - Juen’le- rin Türklüğü henüz kesinlikle aydınlanmamış bulunmaktadır. Grousset T’o-pa’lar için hiç kuşkusuz Türk, Ligeti büyük bir ola­ sılıkla Türk, Eberhard ise büyük bölüğü Türk’tür diyerek bir değer­ lendirme yaprmşlardır. T’o-pa devletinin kuzey alanlarında yer­ leşmiş olan Juen - Juen’ler için ise Pelloit, bunların Moğol - Türk karışımı oldu görüşündedir. Buna karşılık Marquart ve Grausset ile Czegledy Avarlarm Akhunlar (Eftalit) boylarından oluştukla­ rını, aralarında Fin - Ogur kökenli boyların da bulunduğu görü­ şünü ileri sürerler. Gumilev ve Artamonov gibi Sovyet tarihçileri ise A var kitlesinin Ogurlardan ibaret olduğu adlarının da Var ve Hunni’den gelme bir söz olarak açıklanmasının gerektiği kanısm- dadırlar. Priskos - Rhetor ise Avar sözünün «karşı koyan» anla­ mında kullanıldığını bize haber vermektedir. 546 yılında Gök - Türk federasyonunu meydana getiren Bu- min’in Avar Kağanı Anagay’a karşı başlattığı ayaklanma 552 yı­ lında sonuçlarını verdi, Anagay’m savaş meydanında ölümünden sonra dağılan Avarlar batıya doğru çekilmeye başladılar. Önlerine çıkan Sabir ve Onogurları hatta Macar ve Slav boylarını da kendi­ lerine katarak on yıl sonra 562 de Aşağı Tuna boylarına yerleşti­ ler ve Bizans imparatorluğu ile komşu oldular. Böylece 796 da son Avar müstahkem mevki’i düşünceye değin Doğu ve Orta Avrupa tarihinde önemli izler bırakan Avar krallığını kurdular. Avar egemenliği Macaristan’daki Gepid’leri buradan söküp çıkarmakla Longobard ve daha önce bu yöreye gelmiş bulunan Bulgarları İtalya’ya göçe zorlamakla 568 de Orta Avrupa’da kesin­ likle' yerleşti. Osek (Eszek - Sirmium) ve Belgrad (Singidumun) kalelerini de BizanslIlardan almakla Balkan yarımadasının da ki­ lit noktalarını tutmuş oldu. 597 de Bayan Kağan Avar egemenli­ ğini İstanbul surlarının önüne kadar yayarken, batıda da Galia ve İtalya geniş ölçüde Avar aiskerî faaliyetlerine sahne oldu. Kutur- gui-, Bulgar, Hun, Gepid ve çok sayıda Slavların karışımından olu­ şan Avar devleti VIII. yüzyılın başında dünya siyasetine yön ve­ ren bir yüksekliğe erişmişti. 626 da Sasanî İran’la işbirliği ederek İstanbul’u kuşattılar. İstanbul ancak Patrik Sergeos’un azmi ve cesareti sonunda kurtuldu. Ama Yunanistan’a dek bütün Balkan 341 yarımadası Avarların getirip yerleştirdikleri Slavlar özellikle Sırp ve Hırvatlar için yeni bir vatan oldu. Bu gelişme Avarlardan iti­ baren Türk tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Slavların kom­ şuluğu özellikle Türkler için öteki komşu kavimlerden daha faz­ la önem taşır. Bu komşuluk Avarların Slav kitlelerini Balkanlara, Tuna boylarına kaydırışlarından beri yüzyıllar boyunca Türklük için tehlikeli, hatta yokedici olmuştur. Avarlar, Balkanları Slav- lara açtılar. Mora yarımadasına kadar onları kendileriyle birlikte bu yarımadada yerleştirdiler. 750 yülarmda Atina çevresinde Avarlara rastlandığı gibi, çok sayıda da Slav boyları bulunuyor­ du. Son zamanlarda Korinthe’de bulunan kalıntılar Avarların bu­ rada yerleştiklerini göstermektedir. Arnavutlukta keşfedilen Pres- tovats hâzinesi Avarlardan kalma olduğu gibi, Navarin (Navari- no-Anavarin) limanı da adım bu Türk kavminden almaktadır. Daha kuzeyde Antivari (Civitas Avarorum), Mergen limanları da adlarıyla Avarların anılarını yaşatmaktadırlar. Macar ve Slav dil­ lerindeki Bân - Bey ünvanı da Avar dilindeki Bağan sözünden in­ miştir. VIII. yüzyılın ikinci yarısında Adriya deniz:i kıyılarını işgal eden Slav kitlelerinin başında Külüg, Kösenci, Müleg, Alp-il, Tu­ gay, Buga gibi Avar beylerinin bulunduğunu fakat, bunların artık Slavlaşmış olduklarını söyleyebiliriz. Slav yayılışı ve Slav tarihi- hine bu derecede hizmet eden Avarlar hakkında Slav tarihçileri o kadar sempati ile söz etmezler. En eski Slav atasözlerinden biri olan «Avarlar gibi mahvoldular» tümcesinde Avarların yok olu­ şundan duyulan sevinç sezinlenmektedir. Avar egemenliğinin ilk sarsılışı İstanbul kuşatmasının başarı­ sızlıkla son bulması üzerine kendini gösterir. Avarlar ilk darbeyi eğittikleri, askerlik tekniklerini öğrettikleri, uygarlaştırdıkları Slav boylarından yediler. Avar devletinin içten sarsılmasını dış saldırı­ lar izledi. (791 - 796). Frank devletine ve İmparator Büyük Karl’a açtıkları savaş onların hem İtalya’dan hem de Bavyera’dan çe­ kilmelerini zorunlu kıldı. Bohemya’daki ikinci savaşı kaybetmele­ ri ise devletin içten çökmesine neden oldu. Avar Kağanı Tudun hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kaldı. Güney kesiminde ise Bulgar Kağanı Kurum, Balkan yarımadasındaki. Avar egemenli­ ğine son vermiş bulunuyordu. Frankların boyunduruğu altına dü­ şen Avarlar, onların sert yönetimine karşı baş kaldırınca bağımsız Avar devletinin de sonu gelmiş oldu. Büyük bir kıyıma uğrayan Avarlardan kurtulabilenler eski metbularına (Slav ve Bulgarlara) sığınmak zorunda kaldılar ve özellikle Slavlar arasında eriyip kay­ boldular. Bununla birlikte bu yöreye gelen Macarlar 875 te bura­ da sayıları bir hayli olan Avar kahntılarıyla karşılaşmışlardır. Avar kültürü çok geniş bir alana yayılmıştır. Bu kültürün et­ ki alanı Kama ırmağı boyundan Karadeniz kıyılarından Moravia,

342 Almanya hatta Merovenjler çağı Fransasına dek uzanır. Avar kül­ türünün yine kendilerini yarattığı konglomara (karmaşık halk yı­ ğını) içinde yani, Gepidler, Longobartlar, Sırp ve Hırvatlar üzerin­ deki etkisi de ayrı bir konu teşkil eder. Genellikle Avar kültürü belirgen olarak ortaya çıkarıldığı yerlere göre adlandırıhr. Bunla­ rın en eskisi, ilk Avar kalıntıları diyebileceğimiz yapıtlar Keszt- hely (Kesteli) üslûbu adiyle adlandırılır. Bunu Kuturguların da etkisi görülen ikinci devre üslubu Firtos buluntuları izler. Ama en parlak yapıtlar Nagyszentmiklos (Nagisenmiklos) kalıntıları olu Avar, Bulgar ve Peçenek Türk damgasını taşımaktadırlar. Önemli olan Avarlarm pek çok Germen ve Slav kavimlerle İtalya ve Bi­ zans gibi Yunan ve Roma uygarlıklarının varisleriyle iki yüz yıl boyunca bir arada yaşadıkları halde İç Asya’dan getirdikleri kül­ tür değerlerini korumaları ve bu kültürü yine kendileriyle akraba Bulgar ve Peçenek üslupları ile takviye edip yaşatmalarıdır.

5.2. ONOGURLAR Genel adları Ogurların tarihi de Büyük Hun federasyonuna bağlanmaktadır. İlk yurtları Tarbagatay dağları çevresi idi. Ogur- 1ar Onogur, Şaragur (Sarı ogur), Uturgur (Otuz ogur) ve Kutur- gur (Dokuz Ogur) olmak üzere beş büyük boj^dan oluşmuşlardı. Doğuda Çu ırmağı vadisine çalkar - köl’e, batıda ise Yayık (Ural) ırmağına dek uzanan alana yayıldıkları fakat, bu sırada Avarla- rıo Alma - Ata, Isık - Köl yöresinde yaşayan Sabir (Sibir, bugünkü Sibiryaya adlarını veren Türk kavmi) leri yurtlarından atmaları üzerine, onların da Ogurlara saldırdıkları anlaşılmaktadır. Bu sal­ dırı karşısında Ogurlar İtil (Volga) ve Ten (Don) ırmakları ara­ sındaki alana göçtüler. Bir yandan kuzeye doğru çıkarak Oka ve Şamara ırmaklarının kaynaklarına değin yayıldılar. Öte yandan sa batıya doğru kayarak Tuna yalılarına ve Karpat dağları etek­ lerine değin uzanan alanda daha çok Batı Hünlarının kalıntıları Türk boylarıyla karışarak yeni bir Tür kavmi oluşturdular. Bu ka­ vim adını Bulgamak, karma karışık olmak masdarından türeyen bir isimden aldı : Bulgar - Karma adını taşıdı. Bulgar tarihinin dayandığı başlıca iki Ogur boyu vardır. Ono- gurlar ve Kuturgurlar. Bunlar ilk önce İtil ırmağından Tuna bo­ yuna kadar uzanan alanda Büyük Bulgaristan’ı meydana getirdi­ ler. Bizans imparatorlarının bağlaşığı olarak VI. yüzyılda Balkan yarımadasındaki asi Slav ve Got boylarına karşı savaştılar. Bu bağlaşıklık sonunda 530, 547 ve 549 da önemli sayıda Kuturgur oymaklarının Tuna boyunda ve Trakya’da yerleşmeleri gerçekleş­ mişti. Bir kaç yıl sonra Büyük Bulgaristan’a Avar dalgası ulaştı. Balkanlara yerleşen Kuturgurlardan bir bölüğü Avarlarla işbirli­ ğine yanaştıkları halde, bir bölüğü de Longobartlarla birlikte İtal-

343 ya’ya göçtüler. 630 da bugünkü Macaristan’a yerleşmiş olan Kutur- gurlar Avarlara baş kaldırdılar. Bu ayaklanma sonunda yurtları­ nı bırakmak zorunda kaldılar ve Bavyera’ya değin çekildiler. Bir kısmı ise İtalya’ya girerek Napoli’nin kuzey kesimlerine göçettiler. İtil, Ten ve Kafkasya üçgeni içinde yaşayan Onogur, Utur- gur ve Macarlar ise Gök - Türk imparatorluğunun egemenliğini tanımış bulunuyorlardı. VII. yüzyılın ilk yarısında Kobrat, Ono- gurlara dayanarak Büyük Bulgaristan krallığını kurdu. İmparator Heracleos’un bağlaşığı olarak Avarlara karşı amansız bir mücadele açtı. Ancak bu savaşlarda bir başarı elde edemediği ve ölümüyle devletinin beş oğlu arasında bölüşüldüğü bilinmektedir. Bunlardan Esperih 668 de Tuna boyuna inerek yanındaki Onogor boylan ile birlikte Küçük Bulgaristan’ı kurmuştur. İtil ve Ten yöresinde ka­ lan büyük kardeş ise yöreye egemen olan Hazar devleti hizmetine girmiştir. Hazar egemenliğini tanımayan bir kısım Bulgarlar ise daha kuzeye çekilerek İtil Bulgarlarmı meydana getirdiler. Böylece Bulgarlar iki uzun ömürlü devlet kurdular. Bunlar­ dan biri Tuna boyundaki Küçük Bulgaristan’dır. Avar egemenli­ ğini Balkan yarımadasından sürüp çıkartırken bir yandan da Bi­ zans imparatorları ile mücadele eden Tuna Bulgarları üstün as­ kerlik yetenekleri ve örgütçülükleri ile çevrelerindeki Slavları da egemenliklerine bağlayarak kuvvetli bir devlet meydana getirdiler. İmparator IV. Konstantin Porfirogenetos’u yenilgiye uğrattıktan sonra 713 te İstanbul önlerine doğru ilerlediler. 716 da Bizansla gayet uygun şartlar altında bir anlaşma yaptılar. 717 de İstan­ bul’u kuşatan Müslüman Araplara karşı Bizans’ın bağlaşığı ola­ rak savaştılar. Tuna Bulgarlarının en kudretli hükümdarı kuşku­ suz Kurum Han’dır. Avar ve Bizans ordularını yenerek Sofya, Niş ve Belgrad’ı eline geçiren, Ohri gölüne ^e Teselya’ya dek bütün Balkan yarımadasına egemen olan Kurum Han Madara’da diktir­ diği anıt ile başarılarını anlatmıştır. Onu izleyen Omurtag ise Plis- ka ve Preslav’da yaptırdığı anıtsal yazılarla ün kazanmıştır. Böy­ lece Bulgar krallığı batıda Frank krallığı, doğuda da Bizansla boy ölçüşecek bir üstünlüğe ulaşmış oldu. Ancak Bulgarların çevrele­ rindeki Slav kadınları ile yaptıkları evlenmeler sonunda iki ku­ şak içinde Slavlaştıkları görülür. 864 te Bogoris (Boris) Bulgar Kağanı olarak resmen hıristiyanlığı kabul etti. Din değiştirme Slavlaşmayı daha da hızlandırdı. Bundan sonra Bulgaristan, Bi­ zans - Slav kültürüne bağlı bir devlet oldu. Bu gelişme de devletin gittikçe zayıflamasına yolaçtı. '964 te Bizans’ın bağlaşığı Kief Prensi Suyatoslav’ın Bulgaristan’ın başkenti Preslav’ı işgal etme­ siyle Küçük Bulgaristan Bizans’a bağlı bir devlet haline geldi. Bulgaristan’ı ikinci kez dirilten XII. yüzyılda Kaman Türklerinin göçü olmuştur. Bu yeni gelişmeyi uzun süren Osmanlı - Türk ege­

344 menliği izlemiştir. Ancak ne Kamanlar ne de OsmanlIlar Slavla- şan Bulgarların eski benliklerine dönmelerini sağlayamamıştır. Böylece Tuna Bulgarları daha sonra Balkanlara göçen Kuman, Peçenek ve Uzları da aralarında eriterek Slavca konuşan ve Slav bilincinde olan bir ulus haline geldiler. Bulgarların kurduğu ikinci devlet olan İtil Bulgar devletinin ilk iki yüz yıllık tarihi henüz aydınlanamamıştır. İtil Bulgarların- dan ilk haberleri İbn. Fadlan’dan derlemekteyiz. 921 de Abbasi halifesi el-Muktedir bi’llah’ın bu devlete gönderdiği elçilik heyeti­ nin raporlarından onlar hakkında bilgiler edinmekteyiz. Bunlara göre İtil Bulgarları tarımda olduğu kadar ticarette de büyük ge­ lişmeler göstermişlerdi. Çin, İç ve Orta Asya mallarını Rus ve öte­ ki kuzey kavimlerine ulaştırmakta beceri sahibi idiler. Orta Asya ile olan ilişkileri sonunda müslümanlığı benimsemişlerdi. Köyle­ rinde mescitleri, okul ve imamları vardı. Sattıkları mallar arasın­ da silâhlar, zırhlar, kürk ve deri eşyalar vardı. Başkentleri Bulgar şehri olup, kalıntılarından bu kentin 50.000 nüfuslu olduğu, bü­ yük mescit, hamam ve medreseleri bulunduğu anlaşılmaktadır. Bundan başka Suvar, Kermancık, Toşkın ve Esbol gibi şehirleri de olduğu bilinmektedir. İtil Bulgarlarının egemen oldukları alanlar Ural dağlanndan Oka ve Samıra kaynaklarına dek uzanıyordu. İtil Bulgar devleti 1237 de Batu Han’ın Moğol orduları tarafından ortadan kaldırıldı. Bulgar şehrinin yerini önce Kazan, sonra da Nijni - Novgonod al­ dı. Zamanla İtil - Bulgarları da tatarlaştılar. Bunlardan Beşogur- larla Macarların kaynaşmasından Başkurt kavmi gelişmişti. İslâ- miyete karşı olan bir grup yani Suvarlar daha kuzeye çekilerek Fin Ogurlarla kaynaşmışlar ve bugünkü Çuvaşların oluşmasiyle yeni bir aşama geçirmişlerdir. Bugün Bulgar daha doğru bir deyimle Ogur Türkçesi Çuvaşların dudaklarında hâlâ yaşamaya devam etmektedir.

5.3. HAZARLAR Gök - Türk imparatorluğunun en batı ucundaki Hazarlar da bir Konglomera (karma) kavim görüntüsündedirler. Egemen ol­ dukları alanlar da Hun ve Avar kalıntılarından başka Bulgar, Slav v.b. kavimlerde yaşıyorlardı. Bu nedenledir ki, Hazarlar ne Tükçenin tek bir diyalektiğini kullanmışlar, ne tek bir dine bağ­ lanmışlar, ne de tek bir yazı çeşidini seçmişlerdir. Ülkede, Bulgar ve Sabir Türkçeleri ile Macarca, din olarak Yahudiliğin Karay mezhebi, hıristiyanlığm Ortodoks mezhebi ve müslümanlığın Şafi’i mezhebi yan yana yaşadığı gibi, Rünik, Arap, İbrani ve Kyril alfa­ beleri de birlikte kullanılmıştır. Hazarlar ikiyüz yıl boyunca Gök - Türk Kağanına bağlı kal-

345 diktan sonra egemenliklerini kazandılar. Bizans imparatorluğu­ nun samimi dostları olarak İstanbul’la sıkı ilişkiler kurdular. Bi­ zans sarayına gelin verdikleri gibi, BizanslI prenseslerle de evlendi­ ler. Bu nedenle Müslüman Araplara karşı Kafkas ülkesinde başa­ rılı mücadelelerde bulundular. AvrupalI tarihçiler Hazarların bu faaliyetlerini Frankların Galya’da Müslüman Araplara karşı yü­ rüttükleri savaşlarla denk tutarlar. Şari Martel nasıl Puvatya’de Abdurrahman el-Gafikî’yi durdurarak müslümanlarm Hıristiyan Avrupa’yı batıdan çevirmelerini engellemişse, Hazarların da Der­ bent ve Taman’da Arapları durdurarak hıristiyanlığın kuzeyden çevrilmesini engelleyen bir kavim olduğunu ileri sürerler. Böylece Franklar ve Hazarlar hıristiyan kültürünün kurtarıcısı olarak de­ ğerlendirilirler. Hazarların iki başkentleri vardı. Eski başkent Balancar ve ye­ ni başkent Sargışın’ın yanında Müslüman Hazarların yerleştikleri Semender önemli bir ticaret merkezi idi. Bulan Kağan zamanın­ da yahudiliği benimseyen Hazarlar Gorgios Kağan devrinde hı- ristiyan oldular. Ancak bu dinlerden hıristiyanlık üst tabaka ara­ sında yayılmış, halk çoğunlukla yahudi ve müslüman kalmıştı. Hazar devleti IX. ve X. yüzyıllarda kuzey doğrultusunda bir yayıl­ ma gösterdi. Bunun sonunda Ukrayna, Beyaz Rusya Slavları uy­ garlaşarak örgütlenmeye başladılar. Bu bakımdan Hazarların tarihi rolü Avarların güney Slavlarma karşı olan rolleri gibi bir değerlendirme kazanmaktadır. Yâni,, kuzey Slavlarmın tarihi ka­ derinde ilk etken olan kavim Hazarlar olmuşlardır. Böylece Fin topraklarında Novgorod knezliği doğdu ve bu knezler Hazarlara imrenek Kağan ünvanını taşıdılar. Ancak tutarlı bir birlik mey­ dana getiremeyen Hazarlar iç çekişmelerle zayıfladılar. 965 te Kief prensi (Kağanı) Suyatoslav Hazar kentlerini yakıp yıktı. Gerçi Hazarlar bu saldırıyı Harzemli askerlerin yardımı ile püskürttü- lerse de bir daha toparlanamadılar ve yavaş yavaş çevredeki Türk ve Slav kavimler arasında eridiler.

5.4. MACARLAR Türklerle akraba olan bu kavim, uzun yüz yıllar kuzey Türk­ lüğü arasında yaşamaktan doğan kültür birliğiyle Avrupa’da bir süre Türk kültürünü temsil etmekle Türk tarihinin bir öğesi ol­ mak niteliğini kazanmıştır. En son araştırmalara göre Macarlar Fin Ogur boylarından Mansy’lerle Onogurların karışmasından doğmuş bir ulustur. Mansy-eri Agaçeri gibi Ogurlar arasında ya­ şayan bu kavme verilmiş ve zamanla bu ad Magyeri, daha sonra da Magyar (Macar) a dönüşmüştür. Macarların başka bir adı da Slavcadaki Ongur, Latincedeki Hungarus, Yunancadaki Üngros hiç kuşkusuz Onogurdan alınan bir addır. Buna bir başka kanıtta

346 ’ yurt kuran Macar oymaklarından iki oymak Nyek ve Megyet dı- şmda yedi oymağm adlarının hep Türkçe oluşudur. Bunlar, Yorma- tı, Kürt, Ker, Kesi, Tarhan İnag ve Kabar oymaklarıdır. Macarların ilk yurtları Ural yöresinde idi. Avar ve Sabirlerin baskısı ile ön­ ce kuzey Kafkasya’ya indiler, 889 da Peçeneklerin saldırıları üze­ rine batıya doğru kayarak 896 yıllarında Karpat bölgesinde yer­ leştiler. Macar geleneğine göre yurt kuran Arpad sülâlesi, Tü­ nü soyundan idi ki, bu kişinin Attilü’nın oğlu İrmik’in torunu ol­ duğu söylenir. Bu da Macarların Türklükle olan bağlantüarına başka bir kanıttır. Macarların X. yüzyılda bile hem Türkçe, hem de kendi dillerini konuştukları da başka bir tarihî gerçektir. X. yüzyıl başında Karpat bölgesine ve Macar ovalarına yerle­ şen bu kavim, burada bulduğu Hun ve Avar kalıntılariyle kayna­ şarak kuvvetli bir devlet kurdu. Bütün Orta Avrupa’da ataları Avar ve Hunlar gibi dehşet salıcı bir akıncı güç oldu. Madrid’ten Hamburg’a, Kief’e dek bütün Avrupa Macar atlüarın at koştur­ dukları bir alan haline geldi. Ancak 955 te Saksonlar Augusburg yakınlarında Macarları yenilgiye uğrattüar. Bundan sonra Ma- carlar yavaş yavaş hıristiyanlaştüar. Kral İştvan (997 -1038) bu dini resmen kabul etti. Bu olay ise bütün Türk kavimlerinin ortak ve en belirgin vasfı olan yeni bir durum yarattı. Türklerin kabul ettikleri dinin ve dolayısiyle kültürün en heyecanlı yayıcıları ve savunucuları olmak vasfını Macarlar da tekrarladılar. Katolik Hıristiyanlığın doğu cephesinde kalkanı haline geldiler.

5.5. PEÇENEKLER YE UZLAR Peçeneklerin eski tarihleri pek bilinmemektedir. Genellikle bu talihsiz Türk kavminin öteki kavim ve boylar gibi Gök - Türk federasyonuna dahil oldukları ve ülkenin batı yöresinde Aral gölü çevresinde yaşadıkları kabul olunmaktadır. Peçeneklerin ilk talih­ sizliği IX. yüzyılın ikinci yarısında Oğuzların batıya doğru kay­ maları ile başladı. Bir yandan Oğuzların, bir yandan da Hazarla­ rın baskısı karşısında yurtlarını bırakmak zorunda kaldılar. Bir bölüğü de Oğuz ve Hazarların egemenliğine boyun eğdiler. Yurt­ larından kopan Peçeneg boyları Ten ve Turla ırmakları arasına, sonra da Aşağı Tuna boylarına sarktılar. Bizans imparatorluğu ile bağlaşıklık kuran Peçenegleri Kostantin Porfiregenetos örgüt­ lendirdi. Küerçi Çur - Gök - Çur oymağı çevresinde bir Peçeneg ve onlara katılan boylardan oluşan bir Kongar yaptı. Peçeneg beyle­ ri Kegen (Kağan) ünvanım aldılar. Özellikle Rusların güney top­ raklarına akmlarına karşı bir sed oldular. 968 de Kief’in ünlü pren­ si Sujitoslav’ı yenilgiye uğratarak telef ettiler. Bütün bu başarüa- rına rağmen Rus baskısını bertaraf edemedikleri gibi, bir yandan da Oğuzların bir kolu olan Uzların saldırısına uğradılar. Bu savaş-

347 larda karşılaştıkları zayiatı giderecek takviye alamadıklarından Ruslar, Romenler ve BizanslIlar arasında erimeye mahkûm oldu­ lar. Bunlardan bir kol Belçer oğlu Keğen başbuğluğunda Balkan yarımadasına girdi. Ancak boylar arasındaki anlaşmazlık Peçeneg- leri zayıf düşürmüş bulunuyordu. 1050 de Turak, Keğen’i yenilgiye uğrattı ise de Bizans kuvvetlerine tutsak oldu. Bu iki başbuğ da hıristiyanlığı kabul ettiler. Bizans imparatorları bunları devamlı savaşlar sonunda nüfusu seyrekleşen Bulgaristan ve Makedonya’­ ya kitle halinde yerleştirdiler. Bizans hizmetine giren Peçenegler 1091 de bir kez daha baş kaldırdılar ve İzmir Türk Beyi Çaka’nm yardımını sağlamaya çalıştılarsa da Bizans kuvvetleri asi Peçeneg beylerini, Tugurkan ve Bönek’i Meriç boyunda ağır bir yenilgiye uğrattılar. Bundan sonra daha bir süre Bizans ordusunda Peçe­ neg kuvvetlerine rastlanır. Zamanla Slavlaşan bu Türk kavmîn- den Sofya yöresindeki Şoplar ile Makedonya ulahları Peçeneg asıllıdır. Vidin ve Tutrakan yöresinde yerleşen Peçenegler ise Os­ manlIların gelişinden sonra müslüman oldular. Beçen veya Biçene adlarını 1876 - 77 göçüne değin korudular. Rus - Türk savaşından sonra Anadolu’ya göç ederek Biga yöresinde köyler kurdular. Peçeneglerin arkasından Balkan yarımadasına sarkan Uzla­ rın sonları da öteki Türk boylarından farklı olmadı. 1065 te giriş­ tikleri büyük akın, Uzların ezilmesi ve dağılması ile sonuçlandı. Bu durum üzerine bu kez Macaristan’a yönelen Uzlar 1068 de Kır- les’te yenilgiye uğramaları üzerine geriye dönerek Kief Prensliğin­ de yerleşmeye çalıştılar. Ancak, çevrelerindeki Peçeneg oymakla­ rından Berendi, Koboy, Kayaba ve Turpaylar gibi hızla Ruslaştı­ lar ve Ukrayna’nın Tork - Türk adını taşıyan etnik öğelerinden biri haline geldiler. Yine Erdel’e giren Uzlardan bir kol da başlangıçta hıristiyanlığa ve Macar egemenliğine karşı idiler. Bunların baş­ buğları olan Tonuzaba yakalanarak karısı ile diri diri toprağa gö­ mülmüştü. Öyle olduğu halde XIII. yüzyıla değin kavmi özellikle­ rini korudular. Macar kralları bunların beylerine soyluluk ünvan- ları vermekle onları yavaş yavaş kendilerine yaklaştırdılar. XIV. yüzyılda ise artık tümüyle Macar topluluğu içinde erimiş bulunu­ yorlardı. Kuzey Türklüğünde tipik atlı göçebelerin son temsilcileri Kaman - Kıpçaklar olmuşlardır. Kamanlarla kuzey Türklüğü yeni bir döneme girmiş ve yeni bir konglomera (Karmaşık Kavim) To- bol ırmağından Macaristan’a dek bütün Doğu Avrupa’yı etkisi al­ tına almıştır. Kuman - Kıpçaklar ile birlikte Mogollar - Altınordu ve ardılan Kıpçak bozkırlarında yeni bir tarihi oluşumu gerçekleş­ tirmiş olduklarından Kıpçakların tarihini diğer bir ciltte bütü­ nüyle incelemede yarar vardır. Burada yalnız şunu belirtmek ge­ rekir ki, Kuman - Kıpçak ve ardıllarının tarihi Türk ve Rus ka- vimlerinin yaşam kavgasını yansıtan gelişmelerin öyküsüdür. 348 İKİNCİ BÖLÜM

TÜRKLERİN İSLÂM DİNİNE GİRİŞLERİ

1. TÜRKLER VE İSLÂMLAR

1.1. İSLÂMİYETE TOPLU BİR BAKIŞ Batı Türkleri olarak çok büyük bir çoğunlukla bağlı olduğu­ muz İslâm dini, VII. yüzyılın ilk yansında Hicaz’da Mekke’de Hazreti Muhammed aracılığı ile ilkelerini insanlığa sunmaya baş­ ladı. İslâm dini Semavi dinlerin sonuncusudur. Genellikle nefsini teslim etmek, boyun eğmek, salim olmak, lekesiz bulunmak, selâ­ mete ulaşmak anlamlarına gelen adını, doğrudan doğruya Kur’an- dan almıştır. İslâm ulularından biri olan Hanefi mezhebini kuran İmam-ı azâm, İslâmlığı Allah’ın emirlerine teslim olmak ve bo­ yun eğmek şeklinde tanımlamıştır.

1.1.1. MÜSLÜMANLIĞIN TEMEL İLKELERİ İslâmlık yapısı gereği sadece inançlarla ilgili hüküm ve buy­ ruklardan oluşan bir din değildir. İslâmlık, kişinin Tanrıya, çev­ resine, bulunduğu topluma olan görevlerini, sorumluluğunu, hak­ larını, yetki ve yükümlülüklerini sistematik bir şekilde bildiren bir öğretidir. Bu öğreti. Tanrı tarafından elçisi Muhammed’e vahy yoluyla bildirilen Kur’an’a yani nassa, bir de Peygamberin söz, açıklama ve işlemlerine yani sünnete dayanır. Tanrının bildiri­ leriyle insanlığa ulaşan ilahi öğretiye adını Tanrı vermiştir. Kur’an’ın Al-i İmran sûresinde 19. âyette Allah katında din, hiç kuşkusuz İslâm’dır, deniliyor. Müslümanlık Tanrının bildirilerini herhangi bir ayrıntı yapmadan hiçbir şüphe beslemeden, kalpten onaylayarak inanmadır. Mümin adıyla tanıttığı insanları da şöy­ le tanımlıyor. «Rahmanın kulları boşu boşuna masraf yapmazlar, kimsenin hakkını da kesmezler, her şeyi denk tutarlar, Allah’a eş koşmazlar, Allah’ın öğdüğü nefsi korurlar, onu helâk etmezler, öldürmezler, zina etmezler, suçlulara ancak hakları olan cezayı verirler, yalan yere konuşmazlar, tanıklık etmezler, yararsız ve zararlı işlerden kaçınırlar, bilmeden böyle işlere katılsalar bile

349 haysiyetleriyle çekilip giderler, Allah’ın ayetleri kendilerine söy­ lendiği zaman, körler ya da sağırlar gibi görmezlik, dinlemezlik etmezler.» (Saf suresi 2. âyet.) Yine başka bir tanımda müslü- man kişi, müslimı; Allah’ın hükmüne boyun eğip selâmete çıkan, iTiumin, .Tanrıya, Peygamberine, ahiret gününe, Kur’an’a inanan, kaan.it, divan tutup Tanrıya bağlanan, sadık, sözünde ve işinde doğru ve dürüst bulunan, sâbir, her olana dayanan, tahammül eden, hâşi, yani, gönlü ve bütün varlığı ile alçak gönüllülük gös­ teren, nıütesaddik, sadaka vereo, hayır işleri yapan, sâim^ oruç­ larını, tutan, hâfız, ırz ve namusunu koruyan, zâkir yani, Tanrıyı çok çok zikreden kimsedir. (Ahzab sûresi 35. âyet.) Bu ilkelere bağlanan ve inanç içinde olan insanların meydana getireceği topluluk ise, insanları hayırlı işlere çağıran, ma’ruf yani. Tanrı­ nın buyrukları ile hükmeden, münker yani, Tanrının yasakladığı kötülükleri yasaklayan bir ümmet olacaktır. (Al-i İmran sûresi 111. âyet.) İslâmlık kişiye yön verdiği kadar, toplumda başka bir oluş getirmiştir. İslâm öğretisinde öngörülen oluş. Hazreti Pey­ gamberin 23 yıl tutan peygamberliği sırasında yavaş yavaş şekil­ lenmiştir. Hicretin 10. yılında Veda haccı yapıldığı günlerde, Arefe günü, İkindiden sonra ise tamamlanmıştır. Bu oluşun tamamla­ nışını açıklayan Mâide sûresinin 3. âyeti şöyledir ; «Bugün kâfir­ ler dininizi söndürebilmekten umudlarını kestiler. Onlardan kork­ mayın, yalnız, benden korkun, işte bugün sizin için dininizi ol­ gunluğa ulaştırdım. Sizlere verdiğim nimeti tamama erdirdim. Si­ ze din olarak islâmı verdim.» Görüldüğü gibi müslümanlık insanlara yükümlülükler getir­ miştir. Bu yükümlülükler herkesçe benimsendiği takdirde yeryü­ zü mutlu insanların toplandığı bir barış gezegeni olacaktır. Yü­ kümlülüklerin bazısı kişiseldir. Namaz, oruç gibi. Kişi ile Tanrı arasındaki sevgiyi, bağı pekiştirir. Bazıları ise topluma dönüktür. Zekât, Hac ve Cihad gibi. Kişiyi toplum düzenine katkıda bulun­ maya zorlar. Zekât ile toplumun ihtiyacı olan geliri, hac ile İs­ lâm kardeşliğini, cihad ile de İslâmlığın özünde bulunan dinin il­ kelerini yer yüzüne yaymak, bütün toplulukları İslâm öğretisinin getirdiği barış içine almak ve İslâm dinini egemen kılmak yani, ila-yi kelimetullah amacı için organize bir güç meydana getirme­ yi öngörür. Ancak, İslâmlık Hicaz topraklarından dünyanın dört bir yönüne yönelirken kişilerin, toplulukların bu dini kabul et­ melerini de onların düşünce, anlayış ve kavrayışlarına bırakmış­ tır. <(Din de zorlama yoktur. Hak batıldan ayrılmıştır. Putları in­ kâr edip Allah’a inanan kimse sapa sağlam bir ipe tutunmuştur.» (Bakara sûresi, 256. âyet.)

350 1.1.2. HAZRETİ MUHAMİVİED’İN YAŞAMI

Tek Allah’a iman ilkelerini getiren islâm dininin Peygamberi, Ha'zreti Muhammed, Arap yarımadasında Hicaz bölgesinin en eski ve ilk sitelerinden biri olan Mekke’de doğmuştur. Doğum tarihi genellikle 570 yılı olarak kabul edilir. Bu tarihi biraz ileriye gö­ türmekte hata sayılmaz. Ailesi olan Haşimîler Mekke’nin tanın- ■ mış soplarından birisidir. Babası Abdullah küçük bir tüccar idi. Oğlunun doğumundan iki ay sonra çıktığı bir gezide Medine’de ölmüştür. Annesi Aminedir. O da bir kaç yıl sonra ölmüştür, ye­ tim ve öksüz kalan peygamberi, dedesi Abdulmuttalib himayesine almıştır. Abdülmuttallb’in ölümünden sonra da amcası ve Hazreti Ali’nin babası olan Ebu Talib tarafından bakılmıştır. Hazreti Peygamber büyüyünce zengin bir dul olan Hazreti Haticenin ticaret işlerini yürütmek üzere hizmetine girdi. Yaşa­ mının bu döneminden peygamber Mekkeli kervan kafilesiyle ku­ zeye, bir ihtimale göre de. Doğu Ürdün’ün başhca Bizans kalesi ve buğday ticaretinin merkezi olan Busra’ya bir kaç gezi yapmış­ tır. Bu çalışmalarında başarılı oldu. Hazreti Hatice kendisini tak­ dir ettiği gibi sevdi de, kendi dileğiyle peygamberle evlendi. Bu evlilik mutlu bir aile olarak gelişti ve altı kız çocuğu ile sonuç­ landı. Ama, sosyal yaşamı, toplumun korkunç ilkeliği ve bilgisiz­ liği kendisini tedirgin ediyordu. Bu tedirginlik gittikçe arttı. Ar­ tık ne ticaret işiyle uğraşabiliyor, ne de Mekke’de yaşayabiliyor­ du. Adeta toplumdan, duyduğu açlıkla kaçıyor, Mekke çevresin­ deki kayalıklar arasında dolaşıyor, ruhunu ve zihnini saran so­ rulara cevap arıyordu. Bu hal bir süre sürdü. Eşi Hatice kocasın­ daki bu ruhsal çalkantıyı sabırla izledi. Hiç bir gün olsun güveni sarsılmadı. En sonunda Hazreti Muhammed 40 yaşının ilk altı ayından sonra 610 yılı Ramazan ayının 27. günü gecesinde Hira dağındaki mağarada kendinden geçmiş bir halde iken cc Yaradan Rabbinin adıyla oku» diyen bir sesle uyandı. İlk tepkisi «ben oku­ mak bilmiyorum ki» oldu. Ama kendisine görünen melek yani Cebrail aldığı buyruğu bildirmede devam etti. Hazreti Muhammed bir süre şaşkın kaldı. Sonra evine eşi Haticenin yanına koştu. Olanları ona anlattı. Hatice eşini sabırla dinledi. Onu sükûnete getirdi ve kendisinin beklenmekte olan son Peygamber olduğuna inandığını söyledi. Peygambere ilk buyruğun inişiyle yeni dinin insanlara duyu­ rulması görevi verilinceye kadar aradan bir süre geçmiştir. Bu sü­ renin üç yıl kadar sürdüğü kabul edilir. Hazreti Peygamberin ya­ şamında en zor günler bu günler olmuştur. Cebrail Melek bir kere görünmüş, ondan sonra görünmemiştir. Bu dönemde Muhammed gün olmuş kendini uçurumlardan atacak hale gelmiş, geceleri do­

351 ğan aya, şafakta parıldayan güneşe, yıldızlara, dağlara yalvarmış, yakarmış ama hiç bir karşılık almamıştır. Onun peygamberliğine ise eşinden başka kölesi Zeyd, amca oğlu Ali ve yakın arkadaşı Ebu Bekir’den başka kimse inanmamıştır. İşte böyle bir ortamda iken birgün tan yeri ağarırken Cebrail tekrar gözüktü ve ona bu kez «Rabbiîiin nimetine gelince onu başkalarına durma anlat.» (Duha sûresi 11. âyet.) «Önce hısımlarını, müminleri kanatların altına al» (Şüera sûresi 14 -15. âyet) ve «Şimdi sen ne ile emrolu- nuyorsan apaçık bildir» (Hicr sûresi '94. âyet) emrini getirdi. Böyle- ce Hazreti Muhammed bugün insanlığın 1/3 nün inandığı İslâm di­ nini yaymakla yükümlü bir peygamber olmuştu. Muhammedin ailesi, başta amcası Ebu Lehep olmak üzere onun çağrısını red- detti. Ama o, bundan yılmadı. Bu kez Mekke törelerine uygun ola­ rak Safa tepesine çıktı. Mekkelilere çağrıda bulundu. Bu gelişme üzerine beşinci olarak Ebu Zer Gıfarî, sonrada Sa’d ibni-Ebi Vak- kas, Zübeyr ibnel-Avam, Abdurrahman ibni Avf, Talha ve Hazreti Osman sırasiyle müslüman oldular. Yer yüzünde müslümanlann sayısı da lO’a ulaşmış oldu. Öte yandan yeni öğreti karşısında Mekkeli topluluğun da direnci gittikçe artıyordu. İslâmlık insan­ ların Allah katında eşitliğini açıkladığından yeni din ilk önce kö­ leler arasında değer buldu. Ancak, sahipleri onların müslüman ol­ malarına izin vermiyordu. Kölelere olmayacak eziyetler yapmak­ tan kaçınmıyorlardı. Buna karşılık başta Hazreti Ebu Bekir ol­ mak üzere varlıklı müslümanlar da köleleri satın alıp azad etmek­ le onları kurtardılar. Bilâli Habeşi hazretleri bunlardan biridir. İslâmlığın yayılması karşısında Mekke sitesinin ileri gelenleri Kâ- be’de namaz kılınmasını yasakladılar. Bu yasaktan çıkan kavga sonunda İse Hazreti peygamberin üvey oğlu Haris öldürüldü. .Böylece İslâm yolunda ilk şehit oldu. Başka bir kavgada ise Sa’d ibni Vakkas karşı taraftan birini yaraladı bu olayda İslâmlık için yapılan ilk saldırı olmuştur. İslâmlığın 4. yılında Hazreti Hamza ile Ömer Müslüman oldular ve sayı 40’ı buldu. Bu iki güçlü kişi­ nin yeni dine girmesi toplumda büyük etki yaptı. Bu müslüman^ lığa karşı olanları kızdırdı, zulmün artmasına sebep oldu. Bu­ nun üzerine peygamber Habeşistan’a göçe izin verdi. 5. yılda 75 erkek, 9 kadın ve 25 arap olmayan müslüman Habeşistan’a gitti. Mekke’de kalan müslümanlara ise boykot konulmuştu. Boykot, ekonomik ve sosyal alanda her türlü ilişkinin kesilmesi ve müs­ lümanlann şehrin dışına çıkartılması şeklinde oldu. Müslümanla­ rın direnmesi sonunda başarısızlığa uğradı. Öte yandan Peygamber bedevilerin alışveriş ettikleri Ukaz, Micenne gibi yıllık panayırlarda konuşmalar yapıyor, Arapları İs­ lâmlığa çağırıyordu. Bu çabaların sonunda her kabileden bir iki kişiyi kazanabiliyordu. Ancak onu kimse bir topluluk halinde be-

352 nimsemiyordu. Nitekim dostlarının yasadığı Taif’e de gitti. Ama orada da istediğini bulamadı. Tersine tahkir edilerek bu şehirden kovuldu. Böylece 15. girişimi de başarısızlıkla kapanmıştı. 16. gi­ rişimi ise 6 Medinelinin Akabe’de müslümanlığı kendi sitelerine yayma vadi ile başarıya ulaştı. Bunlar Medine’ye gelince bekleni- leoı peygamberin artık gelmiş olduğu görüşünü sitelerinde yay­ dılar. Ertesi ‘yıl Akabe de ikinci kez peygamberle buluştular. Ona bağlılık yemini ettiler. Peygamber İslâmlığı öğretmek için Musab’ı Medineye gönderdi. Böylece İslâm tarihinde Medine dönemi açıl­ mış oldu. İslâmlık Medine’de bir yıl içinde tutundu. Sitenin Arap ortamında üç aile dışında herhes müslüman olmuştu. Yahudi ke­ simi ise doğal olarak onlara karşı çıkmıştı. Bu gelişme üzerine Mekkedeki müslümanlar Medineye göç ettiler. Göç üç ay sürdü ve en son peygamber yeni merkeze taşındı. 12 Rebiül-evvel’de ya­ ni 20 Eylül 622 de bu şehre gelerek İslâm topluluğuna yeni öğre­ tinin gereklerine göre şekil vermeye girişti. Medine Dönemi: Bundan sonra Hazreti Muhammed sadece bir peygamber olmaktan öte, bir site devletinin başı, bir önder olarak görülür. Bu olay daha sonra Hazreti Ömer devrinde müs­ lümanlar için takvime başlangıç olarak değerlendirilmiş ve Hicret takvimi böylece doğmuştur. Medine, yeni doğa:n İslam devletinin merkezi olmuş, müslümanlık bu şehirde ilk örgütlenmesini yap­ mıştır. Muhacirler, Mekke’den gelenler ile Ensar yani, Medineliler varlıklarını, mallarını bölüştüler, İslam kardeşliğinin, sosyal bera­ berliğin ilk örneklerini verdiler. Bunun sonucunda ortaya küçük, sayıca az fakat, güçlü bir toplum çıktı. Peygamber çevredeki arap oymaklarını yeni dine çağırmak için heyetler göndermeye başla­ dı. Öte yandan İslam dinine karşı onların merkezi haline gelen Mekke’ye karşı gücünü de gösterme zamanı gelmişti. Bu sırada Ebu Süfyan’ın zengin bir kervanı getirmekte olduğu haberini al­ dı. Bu kervanı vurmaya niyetlendi. Ama, Ebu Süfyan tehlikeyi sezmiş, bir yandan Mekke’ye haber uçurduğu gibi, kervanını da deniz kıyısına indirerek Medine yolundan uzaklaşmıştı. Peygam­ ber 350 kadar müslümanla kervanı tutmak için Bedir kuyusuna geldiği zaman, karşısında kervan yerine 1000 kişilik bir Mekke kuvvetiyle karşılaştı. İslam tarihindeki ilk çarpışmada müslüman­ lar başarılı oldular. Hemen hemen her Mekkeli aile ya bir yakını­ nın ölümüne ağlayacak, ya da bir tutsağı kurtarmak için fidye ödeyecek duruma düşmüştü. Bedir zaferi İslâmlığın tanınmasın­ da ve yerleşmesinde öncülük eden bir olaydır. İslamlık ilk önce Medine’deki yahudi muhalefetini bu zaferle ortadan kaldırmış, si­ teye tam olarak yerleşmiş ve çevreye taşmaya başlamıştı. Bu ge- ■ lişme sonunda Mekkeliler 3000 kişilik bir kuvvetle Muhammed’e

353 ve dinine son vermek üzere 624 te Medine üzerine yürüdüler. Pey­ gamber onları Uhud dağı eteklerinde karşıladı. Savaş başarıya yö­ nelmişken okçuların ganimet toplamak için yerlerini bırakmaları Mekkelllere fırsat verdi. Halid bin Velid bu boşluktan yararlana­ rak müslümanların bir yanını aldı. Bu arada Peygamberin şehit düştüğü haberi müslümanların dağılıp kaçmalarına neden oldu. Halbuki peygamber kaşından hafifçe yaralanmış ve kendisini ko- ruyanlarca geriye çekilmişti. Zafer Mekkelilere-fazla birşey geti­ remedi. Savaştan .sonra Medine’ye hücum etmeye cesaret edeme­ diler. Yenilgi müslümanları da pek etkilemdi, onlar disiplini boz­ duklarından, söz buyruk dinlemediklerinden bu sonuçla karşılaş­ mış olduklarını biliyorlardı. Peygamber ise müslümanları daha disiplinli bir toplum haline getirmek için içki içilmesini, kumar oynanmasını yasakladı. Bu arada Mekkelîler bütün arap yarımadasından topladıkları kuvvetlerle İslamlığa son verm^ek üzere Medine’ye saldırdılar. Pey­ gamber yahudileri daha önce şehirden uzaklaştırdığı için Medi­ ne’nin savunulması kolay oldu. Şehrin açık kesimi Selman-i Fa­ risi’nin önerisi üzerine bir hendekle kesildi. Çarpışmalar bu hen­ dek yöresinde geliştiğinden bu savaşa Henıdek Savaşı adı verilmiş­ tir. Medine’nin direnmesi, sıcak ve yiyecek yokluğu Mekke kuv­ vetlerinin çözülmesine yetti. Bu başarı müslümanlığm arap kabi­ leleri arasında yayılmasını hızlandırdı. Bunu müslümanların Mek­ ke üzerine sadece Kâbeyi ziyaret etmek amacı ile yaptıkları barış­ çı yürüyüş izledi. 627. de Hudeybiye’ye varıldığı zaman, Mekke’Ii- 1er bu tasarıyı kabul etmediklerini ve savaşacaklarını bildirdiler. Peygamber bunun üzerine Mekkelilerle ilk bakışta başarısız bir anlaşma yaptı ama, Hudeybiye anlaşmasının sağladığı olanaklar sonunda İslamlık Basra körfezi kıyılarına el-Hasa bölgesine kadar yayıirmş oldu. Mekkede artık içinden çökmüş, koparılacak bir meyve gibi olgunlaşmış bulunuyordu. Hicretin 8 inci yılında Ra­ mazan ayında Mekke’nin alınmasiyle İslamlık bütün Arap yarım­ adasına yayılmış oldu. Bu suretle güney Irak’ta Semave bölgesin­ den Aden körfezine kadar bütün yarımada İslam devletinin hük­ müne geçmiş bulunuyordu. Peygamber hicretin 9. yılında Veda haccını yaptı. Burada okuduğu hutbede görevinio son bulduğunu bildiriyor ve müslü- manlara son tavsiyelerde bulunuyordu. Medine’ye dönünce, ku- ■zey’de, yarımada dışında Gassani emirliğine karşı sefer hazırlık­ larına başladı. Ordunun başına Usame’yi getirdi. Bu sırada hasta­ landı ve eşi hazreti Ayşe’nin evinde kalmaya başladı. Hastalığı ar­ tınca namazlarda imamlık etmesi görevini Hazreti Ebu Bekr’e verdi ve nihayet hicretin 9 uncu yılının Rebi’yül-evvel ayının 13

354 üncü günü (8 Haziran 632) öğleye doğru «Allahım sen beni bağış­ la, bana merhamet et ve beni arş-i alana kabul eyle» diyerek ru­ hunu teslim etti.

1.1.3. İLK DÖRT HALİFE DEVRİ VE MÜSLÜMANLIĞIN ORTA ASYA’YA GİRİŞİ Peygamberin ölümü ile onun Arap yarımadasında gerçekleş­ tirdiği dinsel ve siyasal birlik bir anda dağılıverdi. Bu beklenme­ dik olay, Medine’de bile anlatımı güç bir karışıklığa sebep oldu. Bu yüzden tam bir gün saygı değer ölü ile kimse ilgilenmedi. An­ cak ertesi gün Hazreti Ali’nin himmetiyle öldüğü yere, Hazreti Ayşe’nin odasında açılan kabre gömüldü. Bu türbe o günden son­ ra Ravza-i Nebi adını aldı. Şehirde ise, o zamana kadar gizli kalmış ihtiraslar çalkalan­ makta devam ediyordu. Yerli ensar tekrar başlarına buyruk ola­ bilmek için muhacirlerin egemenliklerini yıkmak istiyorlardı. Baş­ larında Sa’d bin Ubade vardı. Hazreti Ali amcasının tek ardılı ol­ makla peygamberin yerini almak isteğinde idi. Fakat, ne o, ne de Sa’d bu iddialarını enerjik bir savunmayla ortaya koyacak güce ve nüfuza sahip değildi. Nitekim peygamberin yakın arkadaşları Ömer, Ebu Ubeyde ve ötekiler yaptıkları baskı ile Hazreti Ebu Be­ kir’i İslam devletinin başına geçirdiler ve ona halifetür-Rasuli’- llah - Allahın elçisinin ardılı - kısaca Halife ünvanını verdiler. Medine ve Mekke’deki şaşkınlık ve kargaşa böylece bastırıl­ mış oldu. Ancak yarımadanın hemen hemen her tarafından bir Arap emiri ya da şeyhi başkaldırmış ya devleti tanımıyor, ya da kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyordu. Hazreti Ebu Be­ kir iki yıl süren halifeliğinde (632 - 634), bu ayaklanmalarla uğ­ raştı. Ona yanında Ömer, ordularının başında Halid bin Velid yar­ dımcı oldular. Bu savaşlara Ridde savaşları denir. RIdde savaşla­ rında ayaklanan Arap oymakları yola getirildiği gibi, peygamber­ lik iddiasında bulunan Secah adlı kadın şâir, Müseyleme, Eyhebe gibi sahte peygamberler de temizlenmiş, İslam devletinde birlik yeniden kurulmuş, İslam dinine karşı çıkanlar da ortadan kaldı­ rılmıştı. Hazreti Ebu Bekir, bundan sonra müslüman arapları bir yan­ dan Göktürk ve Bizans birliği karşısında gücünü yitirerek zayıf düşmüş olan Sasani İran’a yöneltti, bir yandan da Bizans üzerine seferlere çıkardı. Halid ibni Velid ve Müsenna komutasındaki ordular bir anda güney Irak’ı ele geçirdiler. Suriye üzerine giden ordunun komuta­ nı ise Amribn-el-As idi. Daha sonra İran cephesinden gelen Halid,

355 bu orduyu da yöneterek bir anda bütün Ürdün, Filistin ve Suriye’­ yi işgal etti. Bizans İmparatorluğu Antakya’ya çekilmek zorunda kaldı. Şam müslüman araplara teslim oldu. Bu sırada Hazreti Ebu Bekir öldü, yerine tavsiyesi üzerine Hazreti Ömer seçilerek peygamberin ikinci ardılı oldu.

İSLAMLIKTA BAŞKANLIK YÖNETİMİ İlk dört Halife dönemi olarak İslam tarihinde yer alan Hazre­ ti Ebu Bekir (632-634), Hazreti Ömer (634-644), Hazreti Os­ m an (644-656), H azreti Ali (656 - 661) dönemlerinde işbaşına geçme, ya da islâm devletinin başkanlığını etme işlemi bugünkü, anlamda değilse de bir çeşit seçme yolunu izleyerek gerçekleştiril­ miştir. Hazreti Ebu Bekir Camide Ömer’in ve Ebu Ubeyde’nin işa­ retiyle hemen hemen ensar ve muhacirlerin katılanlarımn oybirli­ ği ile seçmişler. Hazreti Ömer’i Ebu Bekir tavsiye etmiş, müslü- manlar onu kutlayarak bu tavsiyeyi benimsediklerini bildirmişler, onu böylece seçmişlerdi. Hazreti Ömer ölürken bir kişi değil 6 de­ ğerli kişiyi aday göstermişti. Bunlar Hazreti Ali, Osman, Abdur- rahman İbni Avf, Sa’d İbni Ebi Vakkas, Zübeyyir ve Talha’dan oluşuyordu. Önce adaylar arasında bir seçim turu yapılmış ve aday sayısı Aliyle, Osman olmak üzere ikiye inmişti. Sonra ikinci turda adaylık Osman’da kaldı ve Camiye toplanan Müslümanlar H azreti Osman’ı Halife seçtiler. H azreti Ali ise, 656 da Osm an’ın öldürülüşü sırasında doğal aday olarak Halifeliğe geldi. Ancak, Hazreti Ali’nin Halifeliğinin tanınması konu oldu. O güne kadar yakım arkadaşları olan Talha ile Zübeyir Hazreti Os­ man’ın öldürülüşü suçunu Ali’nin üzerine atarak ondan ayrıldı­ lar. Hazreti Ayşe' de Hazreti Ali’yi suçlu görmekte idi. Şam Valisi ve Osman’ın akrabası Muaviye ise doğrudan doğruya Ali’ye baş kaldırdı. Mısır Valisi Amr İbn el-As’ta ona katıldı. Mekke ve Me­ dine’deki muhalifler de işe karışmadı, Ali yetersiz kahnca Irak’ta Küfe şehrine çekilmek 'zorunluluğu ile karşılaştı. Böylece İslâm Tarihinde 29 Ekim 1923 gününe kadar devlet başkanlığına seçim­ le gelmek yönetimi Atatürk, Türkiye Cumhuriyetinde, çağın ko­ şullarına uygun bir şekilde yeniden kurdu. İslâm tarihinde ise 661 de Hazreti Ali’nin de öldürülüşünden sonra soylu aileler, hane­ dan egemenliği kurdular. Bunu Emevi sülâlesiyle Muaviye,, ilk- kez uyguladı.

HAZRETİ ÖMER DEVRİ Hazreti Ebubekir Arap yarımadasında dinsel ve siyasal birli­ ği sağladıktan sonra görüldüğü gibi Müslüman Arap ordularının yarımadanın dışında iki büyük imparatorluk üzerine yöneltmişti.

356 öldüğü sıralarda, Müsenna ibnel-Haris komutasındaki birlikler Fırat ırmağına dayanmış bulunuyorlardı. Hazreti Ömer, İran üze­ rine Ebu Ubeyde’yi baş komutan atamıştı. Ebu Ubeyde Fırat ırma­ ğını aşmış fakat yenilgiye uğrayarak şehit düşmüştü. Orduyu yi­ ne Musenna ele aldı ve ölünceye kadar İran cephesini başarı ile yönetti. Ondan sonra bu cepheye Sa’d ibni Ebi Vakkas getirildi. 636 da Kadisiyede Sa’d İran’ın büyük ordusu ve başkomutanı Rüs- tem ile karşılaştı. Bu savaş İran için ağır bir yenilgi oldu. Ve bü­ tün Irak yani eski Babilonia ile birlikte başkent Ktesiphon-Meda- in de Müslüman Arapların eline geçti. İranlüar ancak Zağros dağ­ larında tutunabildiler. Sasani hükümdarı Yezdicerd arapları, dur­ durmak için son bir çıkış yaptı. Ama Celula’da yenilgiye uğradı ve artık Babilonia’yı geri alma umudunu yitirmiş oldu, 642 de Nu- man ibni Mukarrin komutasındaki Müslüman Arap ordusu Yezdi- cerd’e son vuruşu Nihavend’te yaptı. Gerçi bu savaşta Numan şe­ hit düştü ise de zaferi Huzeyfe topladı. Yezdicerd önce İstahr’a (Persepolis) kaçtı. Ama artık tutunma olanağı kalmamıştı. İran . yaylasına yayılan araplar onu adım adım izliyorlardı. Bu durum­ da Hazar gölü güneyindeki dağlık araziye, Taberistan’a çekildi. Horasan’dan geçerken buradaki eski valisi onu yakalamaya kal­ kışınca, komşu Türk illeri hakanına, Tulu’ya sığındı. Bir süre son­ ra dönüşünde Müslüman Araplarla birlikte kendi adamlannm da ona karşı olduğunu gördü. Merv şehri İran şahına kapılarım aç­ madı, en son 657 de sığındığı bir değirmencinin evinde öldürüldü. Yezdicerd’in bu kaçışı ile birlikte Müslümanlık da Arap askerleri ile Orta Asya’ya ulaştırılmış oluyordu.

1.2. TÜRKLERİN MÜSLÜMAN OLMALARI OLAYI

1.2.1. MAVERAÜNNEHÎR’BE MÜSLÜMANLIK Yezdicerd’in arkasından gelen Arap orduları ile Müslümanlık Orta Asya’ya girdiği vakit, Göktürk devleti tarihinin büyük krizi­ ni geçirmekte idi. Devletin özünü oluşturan doğu bölgeleri, Çin boyunduruğuna girmekle birlikte Batıda Türgişler, Türklerin Öğüz, eski yunanlıların Oxus ve bugün Ceyhun - Amuderya deni­ len ırmak boyunca Türk egemenliğinin ileri karakollarını İran’a karşı başarıyla korumakta ve yenilenen Türk kültüründe ilk kez Manihaizm’i kabul ederek, yeni bir alfabe seçerek, hatta para bas­ tırarak büyük aşamalar yapmakta idiler. 682 de İlteriş Kağanın Göktürk imparatorluğunu yeniden kurması Müslüman Arapların Horasan ve Maveraünnehir üzerindeki genişleme emellerini kös­ tekleyici bir olay olmuştur. Göktürk imparatorluğunun Batı yag- buluğu bölgeye hakim bulunuyor. Ve Semerkant’da oturan il beyi

357 Tarhan ünvanı ile ulu hakanın temsilciliğim yapıyordu. Buhara, Taşkent, Şaş bölgeleri de bu Tarhana bağlı idi. Müslüman Araplar ilk kez 653 te Belh’i işgal ettikten sonra bu yöredeki Türklerle temas etmiş oldular. Ancak Arapların sal­ dırgan oluşları, Burkan (Buddha) ve Mani dinine girmiş bulunan halk arasında İslâmlığa karşı bir direniş yarattı ve bu, uzunca bir süre sürüp gitti.

1.2.2. EMEVİLERİN TÜRKLERE KARŞI TUTUMU İslâm devletine Emevi sülâlesi egemen olduktan ve Araplar arasındaki anlaşmazlıkları kılıç zoruyla bastırdıktan sonra Halife Abdülmelik 704 yılında Irak Valisi Haccac’ın önerisi üzerine Türk egemenliğinde bulunan Sogdiana/Maveraün-nehir yöresine Ku- teybe ibni Müslim adında genç bir komutan atamış bulunuyordu. Kuteybe’nin yörenin en büyük şehri Buhara üzerine yürüyüşe ge- tiği sırada ise, Buhara’daki Türk beyi ölmüş yerini alan oğlu Tuğ- sada küçük olduğundan annesi Kabaç Hatun, şehri ve ona bağlı illeri yönetmeye başlamıştı. Kuteybe bu durumda başarılı bir akınla 710 yılında Buhara’ya gîrdi. Kabaç Hatun Müslüman Arap­ ların yüksek egemenliğini kabul etmek zorunda kaldı. Göktürk yabgusu Kültüğin bu bölgeden çekilmek zorunuyla karşılaştı. Hatta oğlu Tuğsada da İslâm dinine girdi. Türk tarihinde İslâm­ lığı kabul eden ilk siyasi kişi olarak tanındı. Onun müslüman olu­ şu ile İslâmlık Buhara’da tutunmaya ve yayılmaya başladı. An­ cak Kabaç Hatun Arap baskısına dayanamayan öteki beylerin zorlaması ile Buhara’da büyük bir ayaklanmayı başlattı. Bunun üzerine Buhara’ya tekrar yürüyen Kuteybe, şehri ele geçirince büyük Manistanı Cami’e çevirdi ve Tuğsada’yı Buhara emiri ola­ rak tayin etmekle bu şehri kesin olarak Emevi devletine katmış oldu. Tuğsada 739 a kadar Buhara emirliğinde kaldı ve İslâmlığın, bu eski Türk şehrinde ve çevresinde yayılmasına yardımcı oldu. Öldüğü zaman yerine oğlu Küçük Kuteybe atandı. Küçük Kutey­ be başlangıçta iyi bir müslüman olarak hareket etmiş, 751 de Ab- basilerin halifeliği ellerine geçirmeleri üzerine onlara karşı çıkan Arapları da yola getirmişti. Fakat sonra hem kendisi, hem de kar­ deşi dinden çıkmak töhmetiyle öldürülmüşlerdi. Arap fatihi Kuteybe ibni Müslim Buhara’yı ele geçirdikten son­ ra Tarhan üzerine yürümüştü. Tarhan, Arap ilerleyişim durdur­ mak için Kuteybe ile yıllık cizye ve haraç ödeme koşullariyle ba­ rış yapmak istedi. Ama ona bağlı iller buna yanaşmadılar ve Tar- han’ı öldürdüler. Yerine Gurak geçirildi. Gurak, Semerkand’ı 712 yılına kadar Kuteybe’ye karşı savundu. En sonunda teslim oldu. Müslüman Arap egemenliği, bu şehir ile Buhara’yı bölgedeki fetih

358 hareketleri ve İslâmlaştırma konusunda birer üs haline koymuş­ tu. Bununla beraber Emevilerin Arap olmayanlara karşı tutumla­ rı, zalimce davranışları bu saltanatın yıkılışına kadar, Maveraün- nehir’de ayaklanmaların sürüp gitmesine başlıca neden olduğu gi­ bi, İslâmlık ta yayılma bakımından büyük bir gelişme göstereme­ di. Buhara Semerkand vb, şehirlerin dışına taşamadı. Hatta bu şehirlerde bile azınlıkta kaldı. Örneğin Tuğsada’nın ikinci oğlu Bünyad çevrede müslümanlığm çöküşüne neden olmakla suçlan­ dırılarak öldürülmüştür.

1.2.3. TALAŞ SAVAŞI VE BU SAVAŞIN DÎNLER TARİHİ BAKIMINDAN ÖNEMİ 749 yılında İslâm imparatorluğu yeni bir döneme girmiş bu­ lunuyordu. Peygamberin ardılı ve Araplığın egemen oluşunu tem­ sil eden Emevilere karşı, Allah’ın yeryüzünde temsilcisi ve dünya hükümdarlığının doğal sahibi olan Ali soyunu tutanlar. Horasan­ da 746 da başlattıkları ayaklanmayı artık başarıya ulaştırmış sa­ yılırdı. Emevi ailesinin birbirine düşmesi, Arapların, kuvvetli li­ derlerden yoksun oluşu, İranlIları, Türkleri ve öteki arap olmayan müslümanları güçlü kişiliğinde toplayan Ebu Müslim’in sonucu almasını kolaylaştırmıştı. Böylece Emevi halifeliği yıkılmış ve Ab­ basi halifeliği doğmuş oldu. Abbasi halifeliği, İslâm İmparatorluğunun merkezini Şam’­ dan, önce Kûfe’ye, oradan da yeniden kurulan Bağdat şehrine ta­ şımakla İslâm dünyasının doğu yönleriyle daha geniş bir ilgi ve ilişki kurulmasını kolaylaştırmış oldu. Bu sırada Şaş yöresi, dağılan Göktürk İmparatorluğunun par­ çalarını birer birer yutan Çin egemenliğine düşmüş bulunuyordu. Çinlilerin Türgiş devletini yıkmaları ise, batı Türklerinde artık ne Çin’e, ne de müslüman Araplara direnecek bir Türk devleti ve or­ ganizasyonu bırakmamıştı. Türk illeri bu dağınıklık içinde iken, Çinli Vali Kao - Sien - Çe Taşkent’te oturan Şaş ili Tarhanını öl­ dürttü. Bunun oğlu Abbasilerin Horasan Valisi Ziyad ibni Salih’e sığındı. Ebu Müslim bu durumdan faydalanmak istedi ve Ziyad’a Çinlilerin .Türk illerinde daha fazla ilerlememeleri için gereken tedbirleri almasını buyurdu. Ziyad, Çin'e karşı olan ve Türgişlere bağlı boylardan bulunan Karluklarm yardımı ile 751 de Talaş ır­ mağı yanında Atlah’ta Kao-Sien-Çe komutasındaki Çin ve Uygur ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Kao-Sien-Çe savaşta öldürül­ dü. Genellikle Talaş savaşı adiyle tanınan bu savaş, Orta Asya’da­ ki İslâm dininin siyasal egemenliğini saptayan bir olay olmuştur. İslâmlık bu suretle Pamir ve Tanrı dağlarına kadar uzanmış, Buddha ve Maniheilik gibi dinler kesin olarak bu bölgeden çekil­

359 mişlerdir. Bundan sonra da Çinliler bu yörede tekrar egemen ol­ mak için hiç bir harekette bulunmamışlardır.

1.2.4. ABBASİLERİN TÜRKLERE KARŞI TUTUMU Halifelik ilk yüzyılında dayandığı Arap gücü ile İran’ı, Bi­ zans’ın doğu illerini ezmişti. Göktürk İmparatorluğu çökmüş ve dağılmış olduğu halde, sadece Türkler yani Türgiş ve Hazarlar, batıda da Fransızlar Arap gücüne dayanmayı başarmışlardı. Müs­ lüman Arapların bu başarılarını izliyen ikinci yüzyılından itiba­ ren yenilenlerin eski kültürü, yenenleri fethetti. Araplar savaş teknikleri gelişmiş olduğu halde, savaşkanlıklarını yitirdiler. Ara­ larına politik, dinsel anlaşmazlıklar girdi. Büyük şehirler daimi muhalefet ve huzursuzluk yuvaları hahne geldi. O zaman İslâm imparatorluğunu yöneten Abbasi Halifeleri hem kendi güvenlik­ lerini, hem de devletin egemenliğini sağlamak için Türk ve Ber- berilerden özel ordular kurmak gereğini duydular. Arap tüccarlar yetişkin Türk delikanh ve kızlarını Halife sarayları için toplama­ ya başladılar. Ayrıca Maveraün - nehir ve daha ötede yaşayan Türk il beyleri de halifelere bağlılıklarını bildirmek için seçtikleri armağanlar arasında genç ve yetişkin delikanlılar gönderiyorlar­ dı. Savaşçı yapıları, disiplinleri ile tanınan Türk askerleri daha Memun zamanında önemli bir güç haline gelmişlerdi. Mutasım ise, onlara komutan olmak hakkını tanımakla bir aşama yapmış oldu. Ancak, muhafız alaylarının komutanları haline gelen Türk­ ler, adım adım ilerlediler ve Emirülümera (beylerbeyi) sıfatıyla Abbasi imparatorluğuna egemen oldular. Bu gelişme Araplar ara­ sında daha başlangıçta kuşku uyandırmıştı. Nitekim İbn-i Sa’d adlı bir arap yazar, Tabakat adlı kitabında Peygamberin bir ha­ disini tekrar ediyor ve «Türkler, Arapları bir gün çöle sürecektir» diyerek bu konuyu belirtiyordu. Abbasi halifeliğinde ilk nüfuzlu Türk hiç kuşkusuz Afşindir. Semerkand’ın eski Tarhan soyundan gelen Afşin parlak bir komu­ tan oldu. Mutasım Arapların muhalefetinden kurtulmak ve Türk askerlerinin sağladığı güven altında yaşamak için, Türk komutanı Eşnas’a Bağdad’m yüz kim. kuzeyinde bir kışla şehir yani, Sa- merra’yı yaptırttı. Eşnastan sonra Vasıf, daha sonra da Feth ibni Hakan, İtah, Boğa ve Boğanın oğlu Musa Bağdatta Abbasi hali­ feliğine Emirül - ümera, ya da Sultan ünvanları ile egemen oldu­ lar. Türklerin halifeliğin merkezinde böyle bir nüfuz kazanmalar: iki sonuç verdi. Bunlardan biri, İslâmlığın Türk illerinde süratle yayılmasıdır. Öteki de İslâm dünyasına egemen oluşlarını hazır­ layan başlangıç dönemi olmasıdır. Örneğin 960 ta 200 000 çadırlık yani, aşağı yukarı bîr buçuk milyon nüfuslu bir Türk boyunun kitle halinde müslüman olduğunu Arap tarihçilerinden hem ibn-i

360 Miskaveyh hem de ibn el-Esir bize bildirmektedir. Bu dönemde Türk nüfuzu o kadar güçlenmiştiki, halifeler Türk emirül-ümera- ların elinde oyuncak oldu. Türkler İstediklerini halife yaptılar, ha­ lifelikten attılar, hatta, öldürdüler. Bu oluşum, illerde de böyle idi. Tolon ve çocukları Ihşid ve oğulları, Saci ve ailesi Mısır’da, Suriye’de, Azerbeycanda egemen olurlarken, X. yüzyılın başların­ da anayurtta ilk müslüman Türk devleti, Karahanlılar doğmuş bulunuyorlardı. Böylece Türkler Mısır’dan Orta Asya içlerine ka­ dar îslâm dünyasına egemen olmada ilk adımı atmışlar ve başa­ rıya ulaşmışlardı.

1.3. MÜSLÜMANLIĞIN TÜRKLER ARASINDA YAYILMASI

1.3.1. KENTLERİN İSLÂEjİLAŞMASI Müslüman Arap orduları ile karşılaşan ilk Türkler yani Soğ- dîana / Maveraün-nehir yöresinde oturan halk, başlangıçta islâ- miyete yanaşmadılar. Tuğsada ve Gurak İslâmiyet! kendi egemen­ liklerinin devamı pahasına kabul ettikleri halde bile, gerek kırsal yöredeki göçebe Türk boyları, gerek şehirlerde yaşayan halk, Arap egemenliğinin hicri 100. yılda (718) yıkılacağı inancı için­ deydiler. Gurak’ın Çin imparatoruna bu konuda yazdığı bir mek­ tup 'zamanımıza kadar ulaşmıştır. Ama, müslüman yönetimin sağlam temellere dayandığı, hele Ön Asya ile ticaret ilişkilerinin kolaylaştığını sezinleyen kentlerde yaşayan zengin Türk beyza­ deleri ve tüccarlar, İslâm dinine karşı gittikçe artan bir ilgi gös­ termeye başladılar. Belh, Üsrüşene, Fergane, Gürcan beyleri, Türgiş, Karluk, Afşin, Ihşid, Baycur, Sul il beyleri islâmiyeti ka­ bul ettiler. Buhara ile Semerkand’tan sonra Taşkent İslâmlaştı. Bunları Serahs, Hoçent, Bedahşan, Talaş gibi şehirler, hatta Ka- raşar, Yıldız, kuzeyde Bulgar, doğuda Balasagun ve Kaşgar izle­ di. İslâmlığın şehirlerde yerleşmesi, bu şehirlerle ekonomik ve po­ litik bağları bulunan Türk boylarının da İslâmlaşmasına etkisi olmuştur. Ayrıca Halife ordularında görev alan Türk askerlerinin anayurtları ve öz boyları ile olan ilişkileri de İslâmlığın yayılma­ sında başka bir etmen olarak değerlendirilmelidir. Böylece İslâm­ lık Ceyhun ırmağı boyundan kuzeyde İtil (Hazar) doğuda Orta Tiyanşan (Karahanlılar) ve Aral gölü çevresinde yaşayan Oğuz­ lara kadar uzanmış oldu. Orta Asya’da İslâmlığın yerleşmesinde , en önemli olay Buhara’daki manastırın ulu camiye çevrilişi ol­ m uştur. Kuteybenin buyruğu ile Buddha heykeli kaldırılırken halk. Çak ya-muni Buddha’nın gazaba geleceği korkusu ile titreşiyordu. Bu koca heykelin altından sadece iri kıyım farelerin kaçışmaları, onları hayal kırıklığına uğrattı ve islâmın temel ilkesi tek tanrı inancı bütün gücüyle kendisini göstermiş oldu. 361 Böylece şehirlerde gittikçe güçlenen İslâmlık, Türklerin en eski İnançlarıyla da bazı benzerlikler göstermekle konar göçer ve şamanist Türkler arasında da ilgi gördü, yayıldı. İslâmlıkta atlı göçebe Türklerin din anlayışı arasındaki ya­ kınlıklar, şöyle özetlenebilir : — Türkler disiplinli yaşam ve toplum düzenleri yüzünden Tek tanrı düşüncesine erişmişlerdi. Nitekim Göktürk yazıtla­ rında onlara göre tanrı «Tenri teg tenri» yani kendi özü­ ne benzer tanrı deyimiyle tanımlanmaktadır. Bu tanım, İslâmlığın lâ-şeri’ke ve lâ-nazire yani eşi benzeri olmayan tanrı tanımının aynıdır. — Eski konar göçer Türklere göre yeryüzü «Yer-Su» adını verdikleri kutsallıklar ile dolu idi. İslâmlıkta melek, pey­ gamber anlayışı ile aşer-i mübeşşere, sahabe, rical-i gayb kavramları ile Türk budunu yok olmasın diye, budun ol­ sun diye, var olan Yer-Su 1ar da aynı kavramları içer­ mektedir. — Toplumun yaşamını etkileyen savaş ve ceng gelenekleri ile İslâmlığın Cihad farizası hemen hemen aynı idealizmin benzer açıklamalarıdır. — Adak ve Kurban törenleri yani, nezir ve zebiha kavram­ ları yine büyük benzerlik gösterir. — Sadaka ve ’zekât buyrukları ile «yalıncak körsen donat gıl» yani, Türk töresindeki doyurma ve donatma töresi aynı kavramdadır. — Tanrının takdirine boyun eğme inancı, «il berigme Tanrı» kavramında toplanır. İnsanların, ulusun, kağanların du­ rumu Tanrı tarafından yasanır. Tanrı yolundan çıkanlar yine tanrı eliyle cezalandırılır. — Altay efsanelerine göre insanın aslı topraktan, ya da bal­ çıktan yaratılmıştır. Bunu çok sonra müslüman Türk şâirlerde, Abdal Musa, Behlül Dana, Hatta Şah İsmail de dile getirmişlerdir. Kimbilir biz nice soydanız. Ne zerrece oddan ne de sudanız Abdal Musa Ademi balçıktan yoğurdun yaptın Yapıpda neylersin bundan sana ne Behlül Dana Balçığımız yoğurmuştu topraktan Türabiyem yerden bittüm ezelden Hatayi Şah İsmail

362 — însan Tanrı ile beraber inancı da eski Türk inançlarıyla eş anlamdadır. Müslümanlıkta «Biz Allahtanız yine dönüşü­ müz ona olacaktır.» denilirken Al tay efsanelerinde görü­ len şu anlatım «Tanrının buyruğu ile insan oğlu kurtuldu. Gitti Tanrı yanına orada uslu durdu.» sözleri arasında bü­ yük bir yakınlık gösterir. Nitekim Hacı Bektaşi Veli’de : «Hak ile birlikte yekdaş idim ben» diyor. — İslâmlığa göre Adem, Tanrının yarattığı en değerli varlık­ tır. Bütün varlıklar ona adanmış, melekler ona secda et­ miştir. Kur’an-ı Kerime göre Tanrı, insanı kendi suretin­ de yaratmıştır. Türk mitilojisinde ise kişi oğlu üç önemli varlıktan biridir. Nitekim Göktürk yazıtlarının bize bildir­ diğine göre «Yukarıda gök, aşağıda yer yaradıldığmda, ikisi arasında da kişi oğlu yaradılmış» denilmektedir. İslâm ilkeleri ile eski Türk inançları arasındaki benzerlikleri daha çok örnekliyebiliriz. İşte bu inanç yakınlığıdır ki, Türklerin, İslâmlığa girişlerini kolaylaştırmıştır.

1.3.2. AHMET YESEVÎ ve İSLÂMLAŞMA Ahmet Yesevînin yaşadığı topraklardan hatta, türbesinden onbinlerce kilometre uzakta olduğumuz halde bugün bile anıları­ mızda yaşıyan bu ismin yüceliği, onun beş on parça şiir yazmış eski bir şair olmasından değil, İslâmlığın Türkler arasında yayıl­ maya başladığı yüzyıllarda Türk ruhunda yarattığı ve hâlâ etkin­ liğini sürdüren manevî egemenlikten ileri gelmektedir. Ahmet Yesevî, bugün Çin Türkistanı denilen Türkilinin Aksu bucağına bağlı Sayram kasabasında doğdu. Doğum tarihi kesin­ likle bilinmiyor. Ancak XII. yüzyılda yaşadığı biliniyor. Bilinme­ yen bir nedenle Yesi kasabasına, bugünkü Türkistan şehrine yani, Oğuz Hanın Tahtkentine yerleşmiştir. Şöhreti olan Yesevî’de bu­ radan gelir. Burada Arslan Baba adlı bir sofi ile ilişki kurdu. Ars- lan Baba geleneğe göre İslâm dînini öğrenmek için Hazreti Ebu- bekir zamanında Hicaza giden Korkut Ata, Çoban Ata gibi ba­ balardan biriydi. Ahmet Yesevî ilk bilgileri bu yaşlı babadan al­ dıktan sonra Buhara’ya giderek orada Hoca Yusuf Hemadanî’den İslâmlığı gerçek anlamıyla öğrendi ve tekrar Yesi’ye döndü. Ölün­ ceye kadar çevresinde binlerce derviş toplandı. Kolca ve Yedisu yöresinde, Seyhun - Sirderya ve Taşkent çevresinde, hatta daha kuzeyde bozkırlardaki Türk boyları arasında şöhret kazandı. Çev­ resinde Buhara ve Semerkant’ta, ya da Horasan’da olduğu gibi İran dil ve edebiyatını kavramış, onların adetlerini benimsemiş öğrenciler değil, İslâmlığa yeni girmiş' fakat, bütün güçleriyle

363 bağlanmış saf ve sade Türkler toplanmıştır. Arap dilini, Acem Edebiyatını iyice bildiği halde bu Türklere kendilerinin anlıyabi- leceği dille seslendi. İran Edebiyatı etkisinde kalan öteki şair ve bilginler gibi Farsça yazacağına Türkçeyi kullandı. Türklerin kendi kültürlerinden aldığı şekillerle ahlâkî ve tasavvufî manzu­ meler yazdı. Onun bu davranışı, İlahîler, şiirler okuyuşu, Allah rı­ zası için iyilikler ve güzellikler gösterişi, mutluluğu tanımlayışı onu eskiden beri kutsanan ozanlar derecesine çıkardı. Ahmet Ye- sevî’nin İslâm inançlarını, törelerini basit bir Türkçe ile yayması İslâmlığın uygar şehirlerden göçebelere, konar göçer Türk boy­ larına yayılmasını sağlamıştır. Ancak şu unutulmamalıdır ki bu çabayı gösteren sadece Ahmet Yesevî değildir. Bu yolda ömür tü­ keten ve kendisinden önce gelen pek çok derviş ve baba vardır. Onlar böyle bir ortam hazırlamamış olsalardı Ahmet Yesevî kuv­ vetli kişiliğine karşın yine de tutunamazdı. O, Türkler arasında İslâmlaşmada Kıpçak (Kuzey) Rum (Batı) Türkleri arasında da unutulmaz bir ad bırakmıştır. Ayrıca nakşibendilik ve bektaşilik gibi iki büyük tarikatın kurucularını etkilemekle de büyük önem taşır.

1.3.3. TÜRKLERİN İSLÂM KÜLTÜR ve UYGARLIĞINA GİRİŞLERİ, HİZMETLERİ Dünya tarihinde Türklerin İslâmlaşmaları başlangıçta önem­ siz görünen fakat sonra büyük etkinliği olan çok önemli bir olaydır. Bu karşılaşmada başlangıçta Türkler çok pasif idiler. Ama yukarıda da açıklandığı gibi askerî ve siyasî alanda doku­ zuncu yüzyıldan sonra gittikçe kendilerini gösterdiler ve en so­ nunda İslâm dünyasına tek başlarına egemen oldular. tslâm kültürü doğal olarak Türk kültüründe bir yenileşme evresi meydana getirmiştir. Bu yenileşme sonunda Türk-İslâm uygarlığı doğmuştur. İslâm dünyasında hem politik, hem de as­ kerî alanda egemenlik kuran Türk zekâsı, kısa 'zamanda bilim, gü­ zel sanatlar ve teknik alanda da üstünlüğünü gösterdi. Pek çok Türk bilim ve sanat adamının Arap, ya da Fars dilleriyle yazmış olmaları, geçmişte yanlış bir kanı ortaya koymuştur. Hemen he­ men genel görünüm, bilimde Arapların, güzel sanatlarda Farsların üstünlüğüne karşılık, Türkler İslâm uygarlığının bekçileri, koru­ yucuları gibi gösterilmişlerdir. Ama, bu gün elde edilen bilgiler, tarafsız gözlemler çok kar­ maşık bir eylem olan Devlet Kurma Sanatında Türkler ne kadar becerili idilerse, şi’irden, filozofiye, kimyaya kadar İslâm uygar­ lığının her alanında Türk izlerini derlememiz olanağı olduğu or­ taya çıkmıştır. Örneğin İbni-Haligan Türk soyundan gelen Arap

364 şâirlerin yetiştiğini açıklar. Beşşar (ölüm. 783) İbrahim es-Suli (ölüm. 857) gibi. Farsça şiir söyleyenlerin başmda ise Mevlâna Celâlettin Rumî ve Nizam-i Gencevî gelmektedir. Muallim-i Sani (ikinci öğretmen) ünvanmı alaaı ve Aristonun en tanmnıış yo- rumcularmdan biri olan Uzluk oğlu Farabi (ölüm. 950) filozofi- den başka fizik ve mekanikte de ün yapmıştı. Bunların yanında İbni Dokmak, İbni Ayas, İbn el-Cevzi, Baybars el-Hatayi, İbni Tengribirdi, İbni Sina gibi tarihçi, coğrafyacı ve filozoflar yanın­ da matematikte büyük bir aşama getiren ve logaritmayı ortaya çıkaran Muhammed el-Harezmî anılabilir. Yine Türklerin kendi dillerinden öteye Arapçaya olan hizmetlerinde Feth îbni Hakan ile Firuzâbâdi unutulmamalıdır. İslâm dininin temel ilkelerinden olan hadislerin derlenmesinde de iki dindar ve dürüst Türk, Buhari ve Müslim anılardan çıkarılmamalıdır. Mimarîde Türkler, kendi Orta Asya sanatlarını Ön Asya’ya birlikte getirdiler. Eşnasin yaptığı Samerra şehri ile Tolonoğlu Ahmed’in Fustat’da yaptırdığı İbni Tolon camii bunun ilk örnek­ leri olarak kabul olunmaktadır. Ayrıca halifeler hizmetindeki ilk müslüman Türkler, kendi örf ve adetlerini, törelerini halifeliğin sosyal tutumuna, mali iş­ lerine hatta, adliyesine kadar yerleştirmişlerdi. Artık elde edilen bilgilerle İslâm uygarlığının Arap, İran, Me­ zopotamya, Eski Mısır ve Suriye ile Bizans, bir de İspanya kül­ türlerinden oluştuğu iddiası değerini kaybetmiş, bu kültürün özel­ likle Abbasiler döneminde gelişmesinde Orta Asyadan gelen Türk­ lerin büyük etkinliği olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır.

365 2. İÇ ASYA’DA İSLÂM ÇAĞININ YÜKSELİŞ DEVRİ

2.1. TARİHÎ ÇEVRE 751 yılında Ziyad İbni Salih komutasındaki Arap orduları ile Karluklann Talaş ırmağı kıyısında Atlah’ta Çin ve Uygur ordu­ larına karşı kazandıkları zafer, güneyde Horasan, Afganistan, Pamir ve Bedahşah, doğuda Doğu Tiyan - Şan, kuzeyde Yedisu ve Aral gölü, Oğuz bozkırı (Bugünkü Kırgızistan), batıda Hazar gö­ lü ve Mazenderanla çevrilen geniş bir alanda İslâm kültürüne da­ yanan yeni bir uygarlık ortamının oluşmasında başlıca etken ol­ m uştur.

Bu coğrafî ortamda yaşayan Türk ve İran asıllı çeşitli boy ve uluslar İslâm dininin getirdiği ilkelerin ışığı altında sosyal bera­ berlik ve kardeşlik içinde siyasî iktidarları birbirlerine devreder­ lerken eski kültürleriyle İslâm düşüncesini kaynaştırarak yeni bir sentez yapmışlardır. Tarih bakımından ildyüz yıllık bir dönemi kapsayan bu gelişmenin sonunda Horasan ve Afganistan’da Yeni Fars kültürü doğarken, Maveraünnehir ve Tarım havzasında da Türk-İslâm kültürü meydana çıkmıştır.

İç Asya’da 800 lerden başlayarak 1500 lere dek uzanan İslâm Çağının jrükseliş devrinin ilk kesiti olan bu iki yüzyılık dönem içinde Türkler kesinlikle İslâmlaşmış, bu bölgede yaşayan Bud- hizm, Maniheizm, Zerdüştîlik gibi dinler kökten ortadan kalkmış, toplumlar İslâmlık kavramı içinde kaynaşmışlardır. Siyasî ikti­ darların İran asıllı olmaları ya da Türk asıllı bulunmaları bu­ gün anladığımız kavramı vermemektedir. Nitekim İran asıllı olan Samanoğulları buyruğunda Alp-Tigin, Sebük-Tigin, Bektüzün Mansur gibi Türk asılı komutanlar hizmet ederken, Karahanlılar emrinde Ebu Ali Simcur, Ebu’l-Kasım Faik gibi İran asıllı komu­ tanlar vardı. Irk, cins ve topluluk kavramları İslâm genel başhğı altında erimiş, ancak, kişileri tanımlayan yerel bir anlam taşıma­ ya başlamıştı. Bu kaynaşma siyasî iktidara özgü kalmamıştır. Toplumun bütün katlarında kendini göstermiştir. Dinsel bütün­ lük toplum yaşamında bütünlemeyi gerektirmiştir. Bu nedenler­ dir ki coğrafî çevrede başlangıçta güneyde, Horasan ve Maveraün­ nehir ile Harezm’de İran’lı unsurlar çoğunluğu teşkil ederlerken

366 XI. yüzyıla kadar kuzeyden inen Türkler Maveraünnehir’i Türk­ leştirerek hatta, Horasan’ın kuzey kesimlerinde dahi yer yer ço­ ğunluğu sağlamışlardır. Buna karşıhk Türk, İran ve Arap ortak kültürü genel görünümünde büyük değişiklik göstermemiştir.

2.2. TOPLULUKLARIN YER DEĞİŞTİRMELERİ

Yukarda saptamaya çalıştığımız bu coğrafî çevrenin tarihin­ de iki yüzyıllık bir kesiti teşkil eden İslâm Çağında Yükseliş dev­ rinin başlangıcında bölge halkı dıştan gelen Arap istilâsı ile ku­ zeye ve doğuya doğru atılmışlardır. Müslüman Arapların bu bas­ kısı Hunlar ve Göktürkler zamanında sürdürülen Türk kentleşme ve yerleşik yaşama geçiş hareketini durdurdu. Türkler Arap ordu­ larının hücumları karşısında Maveraünnehir ve Toharistan’dan, sağlam bir şekilde yerleşmiş oldukları bölgelerden bile çekilmek zorunda kaldılar. Bunun sonunda Müslüman Araplarla, İranlIlar îç Asya’nın bu bölgesine daha kalabalık ve daha geniş ölçüde yer­ leşmek olanağını buldular. Arapların yerleşmelerindeki geliş­ meyi, boy ve oymaklar olarak yerleştirildiklerinden kaynaklar­ dan rahatça izliyebiliyoruz. Ama, İranlılar böyle topluca gelme­ diklerinden bunların yerleşme hareketleri tarih kitaplarında önemli olaylar olarak ayrıca kaydolunmamıştır. Ancak aralıklı gelen ve durmadan sürüp giden İranlı yerleşmesi sonuçta Arap­ larla ölçülemiyecek oranda bir yoğunluk haline gelmişti. Bu yo­ ğun çoğunluk yönetimin devamlı olarak İran unsuruna dayanma­ sını zorunlu kılmıştır. Emevîler ve Abbasiler devrinde ordu her ne kadar Araplardan oluşturuldu ise de, devlet mekanizmasını işleten bürokatlar hep İran’lı olmuştur. Bu İranlı kalabalığı yüzünden Göktürk ve Türgişler dönemin­ de bölgede egemen olan Soğd dili çökmüş, yerini Frasça (Tacik) dili almıştır. Farsça bir süre fazlasiyle etkin olmuş, sınırlı Türk çoğunluğu yörelerinde bile halk Türkçeyi unutarak Tacik diliyle konuşmaya başlamıştır. Tacik sözcüğü aslında Arap - Tay boyunun adından alınan ve yabancıların kullandığı dil anlamına gelen bir sözcüktür. Türkler de Çinliler gibi batıdan gelenlere Tacik-/ Ta-şi / Da-si adını ver­ mişlerdir. Batıdan gelenler Arap ve İranlılar olduklarından bu sözcük sonraları bölgeye yayılan, Fars’çayı tanımlayan bir an­ lamda kullanılmaya başlanmıştır. Söz konusu çevre, batıdan ve güneyden gelen Arap ve özellik­ le İranlı unsurlarla etnik yapısını böylece değiştirince, burada da ilk siyası iktidar Bağdat Halifelerinin yüksek otoritelerine bağlı olarak İranlı unsurlarca kurulmuştur. Ancak, IX. yüzyılda doğu

367 ve kuzeydoğuda gittikçe yoğunlaşan Türk unsurunun yeniden böl- gej^e doğru kaymaya başladığını görüyoruz. Dokuz Oğuz, Karluk ve Yağmaların başlattıkları bu hareket daha sonra Oğuzların gö­ çüyle önü alınmaz bir sel haline gelmiştir. Türklerin ilerleyişini durdurmaya Türk, ya da, İran asıllı iktidarların güçleri yete- memiştir.

İşte söz konusu .edilen iki yüzyıllık tarihî kesitte siyasî geliş­ meler yani, Samanoğulları, Karahanlılar ve Gazneliler iktidarı bu toplum hareketlerinin siyasal düzeydeki akislerinden başka bir şey değildir. Türklerin Manevraünnehir ve Horasan’a yeniden inmeye baş­ lamaları sonunda çevrenin etnik yapısında bir değişme meydana geldi. Ancak, bu değişmede yeni gelenler de Müslüman Türkler ya da Müslüman olmaya aday Türkler olduğundan bu değişme ulusların çarpışmaları, birbirlerini ezmeleri olarak gelişmedi. Ter­ sine kaynaşmaları olarak bir gelişme gösterdi. Bunun böyle ol­ masının nedeni Karahanlılar devrinde batı ve doğu Türkistan’da bir Türk - İslâm kültürünün doğmuş olması ve bunun hızla yayı­ larak durdurulamaz bir hale gelmesi gösterilebilir.

Uygurlarda Buddist ve Maniheist dini Türk edebiyatının ge­ lişmesi Karahanlılar ülkesinde Uygur edebiyatından daha da kuv­ vetli bir İslâm - Türk din edebiyatı doğmasına kaynaklık etti. Bu edebiyat hem Arap, hem de Uygur ya'i;ıları ile yazılmıştır. Kara- hanlılar resmî dil olarak Uygur yazılı Türkçeyi kullanmakta idi­ ler. Karahanlılar devrinde Maveraünnehir’e pek çok sayıda Türk girmiş olmasına rağmen Maveraünnehir kentlerinde konuşulan dil yine de Tacik dili olarak kalmıştır. Bu bölgede Türkçenin kesin egemenliği ancak Moğol devrinde kurulacaktır. Buna karşılık Harezm’de daha Karahanlılar zamanından itibaren İranlı Harezm- ce yanında Türkçe de konuşulmaya başlanmıştır. Bu yörede XIV. yüzyılda artık Harezmceyi bilen kalmadı ve Türkçe egemen oldu. Karluk, Çiğil, Tohsı ve Argo boylarının göçüyle çevrede et­ nik yapının ilk değişmesi oluşurken, bunları Oğuz boyları izledi. Selçuklular devrinde ise Horasan’ın kuzey kesimleri Belh, Badgis ve Merv yöreleri Türklerce yerleşme alanları olarak seçilmiş, bu alan daha sonra Nesa, Ebiverd ve Serahs’a doğru genişlemiştir. Bu iki yüzyıllık toplum hareketleri sonunda İranlı unsurlara dayanan Samanoğulları ve Gazneliler devletlerine karşılık Türk unsurlara dayanan Karahanlılar ve Selçuklular iktidarları çev­ reye egemen olmuşlardır.

368 2.3. SİYASÎ GELİŞMELER

2.3.1. SAMANOĞULLARI DEVLETİ

Abbasî Halifeliğinde merkez yönetiminin gevşemesi ile ken­ dini gösteren yerel devletçiklerin ortaya çıktığı dönemde Halifeliğin Türk illerine uzanan ucunda kurulan devletlerin ilki Samanoğul- larıdır. Samanoğulları kendilerini soy itibariyle îran’ın eski tanınmış efsanevî kahramanlarından Rey kentinin hâkimi Behrâm Çubin’e bağlarlar. Bu aileye adını veren Saman Hudat’ın asıl ismini bil­ miyoruz. Saman Hudat, Belh yöresinde Saman Köyünün sahibi anlamına gelen bir unvandır. Saman Hudat düşmanlarının bas­ kısına dayanamıyarak Abbasî Halifesinin Horasan Valisi Esed îbni Abdullah el-Kasrî yanına kaçmış ve Müslümanlığı kabul ederek onun hizmetine girmişti. Oğluna da kendisini koruyanın adını vermişti. İşte Saman Hudat’ın oğlu Esed, Samanoğulları devleti­ nin temelini atan kişi olmuştur. Halife Me’munun buyruğu ile Esed’in dört oğlundan Nuh Semerkand, Ahmed Fergana, Yahya Şaş ve Üsrüşene, İlyas’ta Herat bölgelerini yönetmekle görevlendirilince, Samanoğullarınm Abbasî Halifelerinin Horasan valileri emrinde görevli kaymakam­ lar (Amil) olarak işe başlamaları gerçekleşmiş oldu. Bu dönem 819 dan 882 yılına dek sürm üştür. Samanoğulları iktidarını yürütenler,' Esed’in dört oğlundan Ahmed’in çocukları olmuştur. Ahmed ve kardeşleri Abbasî halife­ lerinin Horasan valileri Tâhirîlerin sadık adamları olarak gittik­ çe güçlendiler. Gerek Tâhirîlere karşı, gerek Abbasî halifelerine karşı başkaldıranları yola getirmekle gittikçe ün yaptılar. Ahmed öldükten sonra büyükoğlu Nasr, Maveraünnehir’in yönetimini eli­ ne aldı. Nasr 874 yılından itibaren artık Horasan valilerine bağlı olmaksızın doğrudan doğruya Abbasî halifelerinin özerk bir valisi olarak bölgeyi yönetmeye başladı. Nasr, kardeşi İsmail’i Buhara valisi tâyin etti. İsmail gerçekte Samanoğullarınm ilk bağımsız hükümdarı oldu. Öldüğü zaman ülkesini Maveraünnehir ve Horasan dışında bir hayli geliştirmiş idi. Yerine oğlu Ahmed geçti. Ahmed de babası gibi daha çok İra,n üzerine yaptığı seferlerle tanınmıştı. Ama, yine onun zamanında ilk çöküş alametleri kendini göster­ mişti. Özellikle İsmail bir süre komutanlarının, valilerinin muha­ lefeti ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Maveraünnehir’de bugünkü deyimiyle dört büyük kaymakam­ lığı (Amilliği) yönetmekle işe başlayan Samanoğulları giderek ül­ kenin valisi, daha sonra da Manevraünnehir ve Horasan dışında

369 Orta ve Kuzey İran (, Kirman, Gürcan, Rey ve Taberis- tan)’a egemen olan bağımsız bir devletin sultanları olmuşlardır. Bu devletin en parlak devri, İran’ın tanınmış şâirlerinden Rudekî’nin hâmisi olan Nasr İbni Ahmed (913-943) zamanı ol­ muştur. Önün ölümü ile Samanoğulları devleti çökme dönemine girmiştir. Devletin çöküşünde biri içten, biri dıştan olmak üzere iki etmenin etkisi büyük olmuştur. İç etmen devletin vali ve ko­ mutanlarının ayaklanmaları idi. Dış etmense kuzeyden gittikçe hızlanan bir tempo ile gelen Türklerdi. Devletin başında artık İsmail, ya da Ahmed gibi güçlü kişiler bulunmadığından durum gittikçe sarsıldı. Doğudan İlighanlar (Karahanlılar), güneyde Alp-Tigin (Gazneliler) birer tehlike olarak baskıyı arttırırken, Sistan Valisi Halef İbni Ahmed, Horasan Valisi Ebu’l-Huseyn Simcur ve oğlu Ebu Ali, Semerkend Valisi Faik önü alınama­ yan ayaklanmalar çıkarmışlardı. Ayrıca Samanoğulları prensle­ ri (Emirleri) arasında da zıdlaşma gün geçtikçe artıyordu. Bu da devleti yıpratan önemli bir etmendi. Devletin iç işleri bu ayaklanmalarla iyice karıştığı bir sıra­ da Türk Hükümdarı Satuk Buğra Han Maveraünnehir’e girdi. Sa- manoğlu II. Nuh (976 - 977) Türk kuvvetleri karşısinda yenil­ giye uğrayınca kaçmak zorunda kaldı. Ancak Türk hükümdarının vakitsiz ölümü üzerine Samanoğlu Nuh tahtkentine dönebildi. Bu durumda Samanoğulları bir taraftan Gaznelilerden yardım iste­ ğinde bulunmak zorunda kaldılar. Sebük - Tigin’e Horasan Valili­ ğini verdiler. Onun oğlu Gazneli Mahmud da ordusu ile Saman- oğulları hizmetine girdi. Nuh’un oğlu II. Mansur zamanında Ka- rahanhlar Buhara’yı ele geçirdiler. (997 999). Nuh’un ölümüy­ le yerine alan oğlu 11! Abdülmelik Samanoğullarınm son hüküm­ darı oldu. Gazneli Mahmud Horasan’ı kesin olarak zapteylediği gibi Karahanlılar da Maveraünnehir’e bütünüyle egemen oldular. Abdülmelik Karahanlılar tarafından yakalanarak hepsedildi. Böy- lece Samanoğulları devleti de tarihe karışmış oldu.

370 SAMANOĞULLARI SOYKÜTÜĞÜ

Saman — Hudât

Nuh Ahmed Yahya îlyas

Nasr İsmail (892 — 907) i Ahmed (907 — 913) I Nasr (913 — 943)

I. Nuh (943 — 9.54)

I. Mansur (961 — 976) I. Abdulmelik (954 — 961)

II. Nuh (976 — 997)

II. Mansur (997 — 999) II. Abdülmelik (999)

Samanoğullan devri Horasan ve Maveraünnehir’de Sünnî İs­ lâmlığın kök salarak yerleşmesini, Alevî ve Rafızî İslâm medıep- lerinin ortadan kaldırılmasını sağlayan bir devir olmuştur. Alevî Büveyh oğullarına karşı Batı İran ve Irak üzerine yaptıkları sal­ dırılar bir sonuç vermemiş Sünniliği savunmak görevi, onların ye­ rini alan Gaznelilere kalmıştır. Yine Samanoğullan zamanında Türklerin Maveraünnehir ve Horasan’da yerleşmeleri gittikçe hız­ lanmış, bu Türk akınına Samanoğullan karşı duramamışlar, aksi­ ne bu Türk seli önünde yıkılıp gitmişlerdir. Öte yandan Samanoğullan zamanında tarım, endüstri ve ti­ caret büyük gelişme göstermiş, özellikle Buhara ve Semerkand pek büyürhüştür. Ayrıca Samanoğullan bilim, şiir ve edebiyata da önem vermişlerdir. Bel’amî Taberî Tarihini Farsçaya çevirmiş, İran edebiyatının iki ünlü şâiri Rudekî ile Firdevsî bu devirde ye­ tişm iştir.

2.3.3. GAZNELÎLER DEVLETİ Bugünkü Afganistan’da bir ören olarak bulunan Gazne ken­ tini merkez haline koymakla büyük bir imparatorluk meydana ge-

371 tiren Türk komutanlarının kurduğu devletin adı bu Gazne ken­ tinden gelmektedir. Gazneliler devletinin kuruluşu, X. yüzyılda İç Asya’nın gü­ ney kesimine yerleşmek isteyen Türklerle îranlılar arasında sür­ dürülen mücadelenin bir kesitidir. İranlı ya da Tacik asıllı Sa- manoğulları egemenliğini temsil eden vali ve ordu komutanları arasında daha 900 yılları başlarından beri Türk isimlerine rast- lanmaktadır. Gulâmân-i Etrak (Türk köleler) toplu adıyla anılan bunlar yaradılışlarındaki cevherle savaşlarda kendilerini göster­ mişler ve yavaş yavaş yükselerek, âmil (mutasarrıf - kaymakam), vali ve komutan olarak, Samanoğulları devletine bağlı ülke ve illerde yönetici durumuna gelmişlerdir. Bu sonuç ise Maveraün- nehir’de, Horasan’da, Toharistan’da ve şimdi Afganistan’a bağlı olan bölgelerde Türklerin yerleşmelerini sağlayan önemli bir et­ men olmuştur. Gazneliler devletinin kuruluşunu başlatan böyle bir Türk kö­ lesi Alp - Tigin’dir. Alp - Tigin, ilk önce Samanoğulları sarayında Hacip (Mabeyinci) olarak parlamıştır. Sonra Herat valisi olmuş­ tur. Samanoğlu Mansur zamanında gözden düşünce komutası al­ tında olan ve Türklerden oluşan ordusu ile ülkenin doğu kesimi­ ne çekilmiş ve Samanoğullarma baş kaldırarak ayrı bir devletçik meydana getirmişti. 963 yılında Gazne kentini ele geçirmekle bu devletçik Tarihte taşıyacağı adı almış oldu. Alp - Tigin’in Gazneyi yerel hükümdarlardan belki de Kâbildt yaşayan Hindu Şahiler- den almış olması olasılığı daha güçlü gözüküyor. Çünkü bu ken­ tin Samanoğullarma bağlandığım bildiren bir belgeye bugüne ka­ dar rastlanılmamıştır. Alp - Tigin’in Türk hükümdarları arasın­ da ilk kez Pâdşah (Padişah) unvanını kullandığını saptıyoruz. Bu ünvan daha sonra Selçuklular ve Osmanlılarca da benimsenecek ve dilimize yerleşecektir. Alp - Tigin’in 969 yılına kadar yaşadığı, ondan kalan sikkelerden belli olmaktadır. Yerini oğlu İshak al­ mışsa da az sonra devlete Bilge - Tigin’le Sebük - Tigin egemen ol-, dular. Bilge Tigin de Samanoğulları Sarayında yetişmiş ve Herat va­ liliğine kadar yükselmişti. Sonra Alp - Tîgin’io Türklerin egemen oldukları bir devlet kurma girişimine katıldı ve onun ölümünden sonra da bu yeni devlete el koydu. Bilge - Tigin’in ölümünden sonra iktidara yerli askerlerin desteğine dayanan ve kendisi de Gazne’rıin yerli beylerinden bir komutan olması ihtimali bulunan Pirî geçti. Ama 977’de Fervan kalesinden hareketle Gazneyi ele geçiren Sebük - Tigin duruma hâkim oldu. Sebük - Tigin Gazne­ liler devletinin gerçek kurucusu sayılır. Samanoğullarma bağlılı­ ğını sürdürmekle birlikte ülkesine Toharistan, , Ze-

372 mindvar ve Gur topraklarını kattı ve tasarılarını Hind toprakla­ rına çevirdi. Hindu Şahi Caypal’e karşı sürdürdüğü sürekli za­ ferlerle en sonunda 979’da kuzey Hindistan’da egemenliğini ta­ nıttı. Öte yandan Samanoğullarına bağlı bir hükümdar olarak bu ülkede ayaklanan öteki valilere, özellikle Ebu Ali Simcur’a karşı seferler yürüttü. Bu girişimleri sonunda kendisi Horasan valisi olduğu gibi oğlu Mahmud da Samanoğulları ordusunun komutan­ lığım üstlenmiş oldu. Sebük-Tigin Türklere özgü devlet kurma yeteneklerini işleterek ve yaptığı seferlerle ülkesini genişleterek Gazne devletini sağlam temeller üzerine oturttuktan sonra 997’de öldü. Yerini küçük oğlu İsmail almışsa da az sonra, geleceğin meşhur bir hükümdarı olacak olan Mahmud tarafından o, sal­ tanattan uzaklaştırıldı.

Doğu ülkelerinde yetişen sayısız hükümdarlar arasında en parlaklarından biri olan ve bugüne kadar unutulmayan Ga'zneli Mahmud, üç yönlü çalışmaları ile tanınmıştır. Önce Gazne dev­ letini çöken Samanoğulları toprakları üzerinde egemen kılmıştır. Saltanatının sonuna doğru Gaznelilerin egemenliği batıda Hora­ san, batı İran’a (Irak-ı Acem-Cibal), kuzeyde Toharistan ve bir kısım Maveraünnehir topraklarına, güneyde Sicistan, Zemidvar (Kandehar) ve Kuşdar’a (Belucistan) doğuda ise Pencab, Multan ve Sind’e kadar uzanıyordu. Bu gelişme Gazne devletinin temel yapısı üzerinde etkin oldu. Devletin kuruluşunu gerçekleştiren Türkler çok azınlıkta kaldılar. Hatta bu kadar geniş bir devletî yönetmeye yetemeyecek duruma düştüler. Bunun üzerine Gazneli Mahmud yerli halka dayanmayı öngördü. Gerçekte de Türkler egemen oldukları ve çeşitli kavimlerin yaşadıkları bu toprakların yabancısı idiler. Bunun için de Gazneli Mahmud devleti yöneten­ leri, orduyu yerli halklardan toplamaya başladı. Gurlulardan, Hindulardan, Kalaç Türklerinden, İranlIlardan, Soğdlardan kar­ ma bir kuruluş meydana getirdi. Böylece Gazne devleti Türklerce kurulmuş olmakla birlikte İranlı bir devlet karakteri aldı. Dev­ letin zayıf tarafı da bu karma oluşta idi. Böyle bir egemenliği an­ cak, çok güçlü kişiliğe sahip hükümdarlar yönetebilirdi. Nitekim Mahmud’tan sonra da iş başına gelenler bu özellikten yoksun ol­ dukları için Gazneliler devleti de hızla çöküntüye uğramaya baş­ lamıştır. Mahmud’u şöhrete ulaştıran ikinci çabası Hindistan fütuha­ tıdır. Bu fütuhat sonunda Mahmud emellerine kavuştuğu gibi çağdaşları arasında dinsiz ya. da putperest Hindistan’a îslâm’m nurunu ileten üstün bir kahraman olarak tanındı. Mathura ve Somnath tapınaklarını yıkmakla bu ün, en yüce mertebesine ulaş­ tı. Onun adı bugün bile, doğu dillerinde, destanlarda söylenmek­

373 te ve okunmaktadır. Türkçe de bile kölesi Ayaz ile olan serüvenleri Mahmud ve Ayaz kıssalarında anlatılmaktadır. Mahmud’un İslâm dini tarihi bakımından yaptığı girişimler onun politikasının üçüncü yönünü oluşturur. Mahmut, din konu­ sunda sağlam bir Sünnî idi. Şi’îlere karşı, giriştiği mücadele, İs­ lâm dünyasında Sünnîliğin egemenliğini bir daha yıkılmamacası- na sağlamıştır. Şi’î Buveyh oğulları elinde kukla haline gelen, bü­ tün otoritelerini yitiren Abbasî halifelerini tutmakla, bu halifeli­ ğin daha 1000 yıllarında sönmesini önlemiştir. Irak-ı Acem’den Şi’î Buveyhoğullarmı söküp atmakla da Doğu’da Sünnî mezhebi­ nin üstünlüğünü yeniden kurmuştur.

Hayatının son yıllarında Gazneliler için ilk kez bir tehlike başgösterdi. Oğuzların güneye doğru yayılmaları Gazne devletinin Maveraünnehir, Horasan ve İran üzerindeki egemenliğini tehdit etmeye başlamıştı. Oğuzların Oxus’u (Amu derya) geçerek Toha- ristan’a girmeleri üzerine Mahmud, onları durdurmak için son seferine çıktı. Gerçi Selçuklular karşısında elde ettiği başarı bu tehlikeyi geçici olarak durdurmuştu. Ama onun bu sefer sonunda 1030’da ölümünden sonra Oğuz yayılışı inanılmayacak bir hızla gelişti ve Gaznelileri de iç Asya’dan çekilmeye, Hindistan’a inme­ ye 'zorladı. Mahmud’un 1030’da Gazne’de ölümü üzerine devlet erkânı ikiz oğullarından Muhammed’i padişah ilân etmişlerse de ordu, bu atamayı kabul etmedi ve İsfahan’da vali olarak bulunan Me- sud’u tahta davet etti. Mesud, pek cesur, âlicenap, sert bir askerdi. Ancak içkiye faz­ laca düşkünlüğü vardı. Padişah olduktan sonra babasının izinden yürümeye çalıştı. Mavarünnehir’e yerleşmiş bulunan Tuğrul Bey yönetimindeki Oğuzlara karşı açtığı savaşlarda başarılı olamadı ise de Hindistan’da azımsanmayacak basarılar gösterdi. Bu sıra­ da Oğuz yayılışı gün geçtikçe tehlikeli bir hal almakta idi. Mes’ud onları durdurmak için umutsuzca çırpınıyordu. Bu mücadele en sonunda 1040’te Dandanakan ovasında üç günlük savaşta çözül­ dü. Ağır bir yenilgiye uğrayan Sultan Mes’ud Garcistan dağlarını aşarak Gazne’ye döndü. Oğuzların karşısında öyle bir yenilgiye uğ­ ramıştı ki, derhal ailesini ve hâzinelerini toplayıp Hindistan’a ha­ reket etti. Oğullarından Mevdud’u Selçuklulara karşı Horasan’ı savunmak üzere yolladı. Öteki oğlu Mecdud’u ise Lahor’u Gazne- li devleti için hazırlamak amaciyle kendi önünden yola çıkardı. Böylecs Lahor, tarihte ilk kez bir devletin başkenti olmuştur. Mes’ud’un Hindistan’a yol alan kafilesi içinde gözlerine mil çek­ tirdiği kör kardeşi Muhammed’de vardı. Yenilgilerin etkisi ve Mu-

374 lıammed taraflılarının propagandaları Hint yolunda sonuç verdi. Mes’ud yakalanarak önce hapse atıldı, sonra da 104rde öl­ dürüldü. Babasının öldürüldüğü haberini alan Mevdud Sür’atle Belh’- ten geldi ve Muhammed’i yenilgiye uğrattı. Babasının Türk ve Tacik bütün katillerinden öcünü aldı. Ancak, Mevdud çökmekte olan Gazneliler devletini kurtaracak yetenekte değildi.- Selçuklu saldırısı sürüp giderken güneyde Delhi Racası da baş kaldırmış, hatta Gazneliler’in yeni başkentleri Lahor’u kuşatmıştı. Lahor bu saldırıyı güçlükle atlatabildi. Öte yandan Selçuklular Hacip Er Tigin’i Belh’ten kovdular. Gazneli Tuğrul Bey bir süre Selçuklu saldırısına dayanabildi ise de en sonunda Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’in buyruğuna girmeyi tercih etti. Yerine atanan Bası - Tigin ise Guriuların saldırılarını durdurmaya çalıştı, ordusunu da geri püskürtmede başarılı oldu. Bunun üzerine Mevdud, Selçuklulara karşı bir sefere çıkmaya hazırlandı. Böylece Selçuklu tehlikesini kökten ortadan kaldıracağını tasarlamakta idi. Ancak, yola çıkar çıkmaz hastalanarak öldü. Mevdud’tan sonra Gazneliler devleti, bir yanda Selçukluların bir yandan da Gurlularm baskısı altında gittikçe zayıfladı. Bu du­ rum da Sultan İbrahim (1059 - 1099) Selçuklu İm paratorluğunun himayesine girmek zorunda kaldı. Böylece ülkede bir dereceye ka­ dar barış ve güven sağlamış oldu. Bu dönemde hükümdarların zayıf kişilikte olmaları nedeniy­ le komutanların iktidarları ellerine geçirdiklerini görüyoruz. Tuğ­ rul Bey, Nuş-Tigin, Tuğa-Tigin bu komutanlar arasında parla­ mışlardır. Bunlardaaı Tuğrul Bey kendisini padişah ilân edecek kadar ileri gitmiştir. Selçuklu Sultanı Sencer’in Oğuzlar tarafından tutuklanması Gaznelileri Gurlular karşısında yalnız bıraktı. Gur emirleri Gaz- ne’yi işgal ettiler. Gaznelilerin yurt edindikleri topraklar üzerinde Gurlularla olan mücadele kısa sürdü. Gurlu Emiri Alaaddin Hü­ seyin Gazne’ye girerek Gazneli Mahmud’un onardığı bu kenti tah­ rip etti. Onu bir ören yeri haline getirdi. Böylece Gazneliler ke­ sinlikle Hindistan’a çekilmek zorunda kaldılar. Gazneye egemen olan Gurlular onları Hindistan’da kovaladılar. Tutsak alınan son Gazoe Hükümdarı Hüsrev Melik 119rde oğlu ile birlikte öldürü­ lünce Gaznehler devleti de sona ermiş oldu.

375 GAZNELİLERİN SOYKÜTÜĞÜ

Alp - Tigin (963 — 969) 1 îshak (969) 1 Bilge - Tigin (9 7 7 - 997) 1 Piri (977) 1 Sebük. Tigin (977 — 997)

Mahmud (997— 1030) İsmail (997)

Abdüreşit Mus’ud Muhammed (1030 — 1041) (1049— 1052) (1030— 1041)

İbrahim Ferruhzar Ali Mevdud (1041 — 1049) (1059— 1099) (1052-1059) (1049) I III. Mes’ud (1099— 1114) II. Mes’ud (1049) I Behram Şah Arslan Şah Şirzad (1114— 1115) (1118 — 1152) (1115 — 1118)

Husrev Şah (1152 — 1160) I Husrev Melik (1160— 1191) I Behram Şah (Şehzade)

Gazneliler başlangıçta yalnız Türklere dayanarak kuvvetli bir askerî hiyerarşi içinde yabancı kavimlerin yaşadığı geniş bir bölgede egemenlik kurmuşlardı. Gazneli Mahmud devletin ve sü­ lâlenin yaşaması için iktidarın dayanabileceği bir taban aradı. Yerel topluluklara dayanmayı denedi. Ordusuna, devlet görevleri­ ne yerli halktan asker ve memurlar aldı. Ancak, Gazne askerî hi­ yerarşisi üst komutada titizlik gösterdi. Ordu komutanları ve va­ lilikler sürekli olarak Türklere özgü görevler olarak kaldı. Devletin bu yapısı, iktidarla egemen olunan halk yığınlarının kaynaşmasına olanak getirmedi. Yalnız ortak inanç yani İslâm dini kendi akışı doğrultusunda halk yığınlarını topladı ve yeni

376 yeni katılanlarla Hindistan’da Müslümanlığın kök salmasına hız verdi. Gaznelllerin Hindistan’da kurdukları ve İslâm dinine daya­ nan ilk temel, onlardan sonra Gurluların Hint - İslâm kültürünü geliştirmelerine bir başlangıç oldu.

2.3.3. KARAHANLÎLAR IX. yüzyılın ortalarından XIII. yüzyıl başlarına dek (840 - 1212) Batı Türk illerinde egemen olan Müslüman Türklerce ku­ rulan ilk devlet olarak bilinen Karahanlılar, Türk millî kültürü ile İslâm ilkelerini kaynaştıran ve yeni bir sentez getiren bir dev­ let olarak genel Türk tarihi içinde ayrı bir önem taşımaktadır. Karluk, Yağma ve Çiğil boylarının ortaya getirdiği bu ilk İs­ lâm Türk kültürüne verilen ad yani, Karahanlılar deyimi yapma bir addır. Bu devlete Karahanlılar deyiminden başka İlig (İlek) hanlar, Hakaniye (Haniye) Efrasyaboğulları (Ali Efrasyab, Nebi- re-i Efrasyab) gibi adlar da verile gelmiştir. Çinliler ise bu devle­ te Hoeihe ya da Hoeihu yani Türkistan Uygurları adını vermiş­ lerdir. Karahan ile İlighan aslında bu devleti yöneten hakanların unvanları olup, değerlendirme bakımından Karahan en yüksek rütbeyi, İlighan ise Karahan’dan sonra gelen ikinci mertebeyi be­ lirten iki unvandır. Hün - Göktürk törelerine göre ikili devlet dü­ zeni biçiminde kurulan devletin asıl başı doğuda Balasağun civa­ rında Kara Ordu’da oturan Kara Han idi. Kaşgar civarında Ta- raz’da oturan sağ Yabgu ise İlig Han unvanını taşıyordu. Devleti yöneten Karahan ile İlighan aynı zamanda iki ongunun adını da taşımakta idiler. Bunlardan Çigillerin ongunu (totem) Arslan Karahan’a, Yağmaların ongunu Buğra da, İlighan’a ait bulunu­ yordu. Hükümdarların bu iki unvanı yanında biri Türkçe, biri de Müslüman ismi olarak iki adı. daha vardı. Söz gelimi Abdülkerim Satuk Buğra Han adı Türk millî kültürü ile İslâmlığın nasıl bir sentez olarak biçimlendiğini bize göstermektedir. Devletin ikinci kademede yöneticileri il hâkimleri, İlhan ya da İrken, boy beyleri Kül-Sağun ya da inanç unvanlarım taşı­ yorlardı. Bunlar ongun olarak Çağrı, Tuğrul ve Paygu’yu kullan­ mışlardır. Ayrıca bakanlar kurulu başkanı Yağruş, Saray Nazırı ya da Başmabeyinci Tayangu, Nişancı ya da Tevki’î Bitigçi, Mali­ ye Bakanı da Agiçi ünvanlan ile anılıyordu. Karahanlılar devletinin tarihi Karluk boylarının faaliyetleri ile başlar. Göktürk devleti yani Kutluğ Kağan’ın kurduğu imparator­ luğun parçalanışı sırasında Karluklar Saysan - Nor ve Ala - Kul ile

377 Ulungur - Nor üçgeni içinde yaşamakta idiler. Bozkırlardaki ege­ menlik Uygurlara geçince Karluk İlhanı da Sağ Yabgu olarak ül­ kenin batı kesimlerini hükmü altına almıştı. Bu tarihlerde yani, 744 yıllarına doğru Karluklar bir yandan Çinlilerin bir yandan da Tibetlilerle Müslüman Arapların saldırıları karşısında zor duruma düşen ve Göktürk’lerin halefleri olan Türgiş (Türkeş) lerin üzer­ lerine yüklendiler. Yedi - Su’da Türgiş alanına girerek onları Ba- lasagun ve Taraz’dan çıkardılar. İkinci atüımda Tibetlileri Kaş- gar’dan kovdular. Va daha sonra Karahanlı yerleşme alanı olarak bilinen bu topraklarda yurt tutmuş oldular. Bütün bu başarılarına rağmen VIII. yüzyılda Karahanlılar Uygurlara olan bağlılıklarını koparmadılar. Uygurların Kırgızlar tarafından kaldırılması ve kutsal Ötüken’in bunların eline geçme­ si sonunda Karluk'Yabgusu kendi soy kütüğünün Açina (A - Shina, Bozkurt) dan gelmiş olduğunu dikkate alarak kendisini bozkırla­ rın egemeni ilân etti ve Uluğ Kağan ünvanını yani, Kara Han sanını takındı. Böylece kurulan Karahanlılar devletinin ilk hükümdarı ola­ rak Bilge Kül Kadir Kara Han’ı tanıyoruz. Onun daha 819’dan itibaren Maveraünnehir’de Samanoğulları ile mücadeleye giriş­ miş olduğu kaynaklarda kayıtlı bulunmaktadır. Bilge Kül’ün ölümünden sonra iki oğlu iş başına geldiler. Bunlardan Bazır Arslan Kara Han devletinin başkanı, kardeşi Oğulçak Kadir İlig Han ise Kaşgar yöresinde Sağ Yabgu olarak devleti yönetmişlerdi. Oğulçak, zamaaıında Samanoğullarınm saldırılarına direnmeye çalıştı. Ama, onların Taraz’ı işgal etmelerini önleyemedi. Bu yenilgi üzerine Bazır’ın oğlu Satuk, amcasına karşı ayaklandı. Satuk’un başkaldırmasında bir diğer etmen de onun ilk kez İslâ­ miyet! kabul etmiş olması ve Karahanlılar egemenliğinde yaşayan Müslüman halkın desteğini sağlamış bulunmasıdır diyebiliriz. Satuk elde ettiği başarı ile Buğra Kara Han ünvanını aldığı gibi, Doğu Türkistan’da İslâmlığı yaymak görevini de üstlenmiş bulu­ nuyordu. Onun Müslüman oluşu, Samanoğullarına yaklaşmasına, İslâm’ın yücelmesi için bir yandan Rafizî Deylemlilere, bir yan­ dan da Çinlilerden yardım alan ülkenin doğu bölgesini yöneten Uluğ Kağana karşı savaşlar vermesine neden oldu. Müslüman adı ile Abdülkerim Satuk Buğra Kara Han bu mücadelesinde Müs­ lüman uyruklarının büyük yardımını gördü. Uluğ Kağana karşı olan uğraşıyı ise, ancak Musa Baytaş Kara Han bitirmiştir. Musa, Bakır Arslan Kara Han’ı yenmekle Karahanlılar ülkesinde İslâm dininin egemenliğini kesinlikle kurmuştur. Halkı büyük sufî ve vaiz Ebü’l-Hasen Muhammed Kalamatî’nin yardımı ile bu dine kazandırmıştır. Musa’dan sonra Karahanlılar devletinde ün ya­

378 pan kişi İlig Han rütbesinde olan Harun İbni Süleyman Kılıç Buğra Handır. Onun yönetiminde Karahanlılar Samanoğullarına karşı savunmadan saldırıya geçmişlerdir. Gerçi bu değişme daha çok Samanoğulları devletinin içinde başgösteren kargaşanın bir sonucu olmuştur. Ama Harun bundan yararlanmış ve İsticab’ı iş­ gal ettiği gibi, 990’da da Samanoğulları başkenti Buhara’ya gir­ meye de muvaffak olmuştur. Samanoğulları valisi Ebu Ali Sim- curî ile yaptığı anlaşmada Seyhun ırmağı kıyılarına kadar bütün Maveraünnehir’i ülkesine katmış oldu. Fakat, az sonra Harun hastalanınca Buhara’dao çekilmek ve Maveraünnehir’i boşaltmak zorunu hasıl oldu. Kaşgar’a dönerken de yolda öldü. Bu gelişme Samanoğulları devletinin bir süre daha yaşamasını sağladı. 998’de Baytaş’ın torunu Ahmed İbni Ali, Uluğ Kağan olarak göreve başladı. İlig Han olarak da kardeşi Nasır İbni Ali atandı. Tuğa - Tigin Nasr Arslan İlig Han Maveraünnehir’in gerçek fatihidir. Samanoğulları üzerine yaptığı seferlerden sonra, Sa- manoğulları adına Gazne Valisi Sebük - Tigin’le yapılan anlaşma­ ya göre Karahanlılar Seyhun sahasını Katvan bozkırına dek ege­ menlikleri altına almış oluyorlardı. Bundan sonra Nasr, Buhara’­ ya yönelmiş ve 999’da ikinci kez Buhara’ya girerek Samanoğulla- rı devletine son vermiş, ailenin bütün bireylerini tutsak alarak Özkent’e götürmüştü. Nasr, Buhara’ya yerleşmedi. Maveraünne­ hir’i valileri eliyle yönetti. Bu arada Özkent’ten kaçan bir Saman­ lı prensinin (İsmail b. Mansur) çıkarttığı kargaşayı bastırdı ve ilk kez Yangıkent’te yerleşmiş olan Oğuzlarla temasa geçerek on­ ları Karahanlı hizmetine almaya çalıştı. Öte yandan Gazneli Mahmud’la yaptığı anlaşmayla Seyhun ırmağı iki devlet arasın­ da (Gaznelilerle Karahanlılar) sınır olarak kabul edildi. Ama Nasr, Samanoğullarının bütün topraklannı ele geçirmeyi tasarla­ makta idi. Bu nedenle Gazneli Mahmud’un Hindistan’da bulunu­ şunu fırsat bilerek iki koldan Horasan’a girdi. Ancak bu saldırı Gazneliler tarafından durduruldu. Bunun üzerine Nasr, doğu ka­ ğanı bulunan Şan Yusuf Kadir Kara Han’dan yardım istedi. 1008’de Belh önünde yapılan savaşta Gazneli Mahmud’un fillerle donatılmış ordusu karşısında Karahanlılar yenilgiye uğradılar. Bu yenilgi Karahanlıların Horasan üzerindeki emellerini kırdı ve sonuncu girişim oldu. Ayrıca yenilgi Karahanlı prensler arasında ilk kez kırgınlığa ve ayrılığa da yol açtı. Nasr, Uluğ Kağan Ahmed’e bu kırgınlıkla başkaldırdı. İki Kağan arasındaki anlaş­ mazlıkta aracılığı Gazneli Mahmut yaptı. Bu sırada da 1013'te Nasr öldü, yerine Arslan İlig Han olarak kardeşi Mansur atandı. Mansur, kardeşinin Uiuğ Kağan’a karşı sürdürdüğü çekemez- liği üstlendi. Uluğ Kağan Ahmed Ali’nin hastalığından da yarar­

379 lanarak Özkent’e dek yürümüştü. İki kardeşin aralarını Harezm- şah Me’mun buldu. Harezmşah Me’mun Gaznelilerin gösterdikleri atılımdan duyduğu tedirginlikle Karahanlılarla askerî ve siyasî bir birlik sağlamaya çalıştı ise de Karahanlılar buna yanaşmadı­ lar. Yalnız Harezmşah Me’mun’u desteklemekle yetindiler. Bunun sonunda Gazneli Mahmut, Me’mun’un ölümünden sonra Harezm- şahlar ülkesini ele geçirdi. Karahanlılar da bunu bir oldu bitti olarak kabul etmek zorunda kaldılar. Öte yandan ülkenin Yedi- Su bölgesine doğudan gelip yerleşmeye çalışan yüzbin çadırdan fazla Şamanist (kâfir) Türklerin çıkardıkları huzursuzluğu kal­ dırmak ve bölgede güveni sağlamakta bir sorun olmuştu. Uluğ Kağan Ahmed bu sorunu çözdükten az sonra öldü, yerine Yusuf Kadir, Uluğ Kağan yani, Kara Han oldu. Yusuf Kadir Kan önceleri Mansur’u İlig Han olarak tanımak istemedi ise de Mansur’un üstün gücü karşısında onunla anlaş­ mak zorunda kaldı. Mansur 1016 - 1025 yılları içinde en güçlü du­ ruma geldi. Kendisine bağlı bölgeler. Taraz, Şaş, îylak, Tankas, Binkas, Semerkant, Buhara, Üsrüşene, Hocend, Fergana ve Öz- kent kentlerini kapsamakta idi. Ancak, çok dindar bir kişi olan Mansur, bir süre sonra 1025’te dünya saltanatını bırakarak der­ vişliği seçince, Yusuf’un kardeşi Ali Tigin, Arslan İlig Han olarak atandı. Ali Tigin’in İlig Han olmasından Gazneli Mahmud memnun olmamıştı. Ali Tigin şimdi yeni bir Türk kitlesine, Oğuzlara da­ yanmakta idi. Oğuzların başbuğu Arslan Yabgu İsrail İbni Selçuk ile sıkı bir işbirliğini yürütmesi Gazneli Mahmud’u tedirgin et­ mişti. Gazneli Mahmud bu durumda Uluğ Kağan Yusuf Kadir Han’la anlaştı. İki hükümdar Semerkant civarında buluştular ve çeşitli evlilik bağları ile kız alıp vermekle dostluklarını pekiştirdi­ ler. Ali Tigin’in bağlaşığı Arslan Yabguyu hile ile yakalatıp Hin­ distan’a zindana gönderdiler. İlig Hanlığa da Yusuf Kadir Han’­ ın ikinci oğlu Yığan-Tigin Muhammed’i getirdiler. Bu durumda Ali Tigin Buhara ile Semerkand’ı bırakıp bozkıra kaçmak zorunda kaldı. Gazneli Mahmud bu anlaşnaa ile Huttal, Saganiyan, Kabadi- yan ve Tirmiz bölgelerini eline geçirmiş, Harezm topraklarına da kesinlikle egemen olmuştu. Böylece Samanoğulları ülkesinin ger­ çek hâkimi durumuna gelmişti. Yusuf Kadir Han ise Gazneli Mahmud’un desteği ile Karahanlılar ülkesinde kendisi ile çocuk­ larının kesin egemenliğini sağlamış oluyordu. Yusuf Kadir Han 1032’de öldü. Yerini büyük oğlu Süleyman, Arslan Karahan ve Muhammed, Buğra İlig Han olarak aldı. İki kardeş Gazneli Mah­ mud’un yerini a;lan Sultan Mes’ud’un desteğini sağlamayı temel

380 ilke olarak benimsemişlerdi. Bu maksatla iki aile arasmda dost­ luğu ve akrabalık bağlarmı pekiştirmek için elçiler gidip gelmek­ te idi. Ancak, o sırada Ali Tigin’in yeniden ortaya çıkarak 1032 yılında Maveraünnehir’de kendisini Tafgaç (Tabgaç) Buğra Ka­ ra Han ve kardeşi Ahmed’i Togan Han ya da Tangaç Han ilân etmesi Karahanlılar devletinde yeni bir dönemin ba^şlangıcma işa­ ret oldu.

Karahanlılar Devletinin Bölünmesi

Ali Tigin’in 1032’de başlattığı hareket genellikle Gaznelilere karşı sürdürülmüştür. Ancak bu direnme de iki önemli etmen var­ dır. Bunlardan biri Ali Tigin’in eski Türk (Karluk - Çiğil) töre­ lerinin titizlikle savunmakta olmasıdır. Nitekim kendisi daha genç­ liğinden beri Sübaşı olarak başlayıp, vali olarak Buhara ile Se- merkand’ta hâkim bulunuyorken dahi, komutasındaki Karahanlı kuvvetlerinin tacikleşmesine engel olmak için bu kentlerin dışın­ da Türk törelerine göre kurulmuş olan Kharlug Orda da yaşa­ mayı tercih etmişti. Uluğ Kara Han’a baş kaldırması ise, onun ki­ şisel çıkarları yüzünden Gaznelilere yanaşması, devletin gelenek­ lerinden güç alan yayılma politikasını bırakmış olması idi. Ali Tigin’i ve çocuklarını başarıya, götüren ikinci etmene gelince, bunların Maveraünnehir’de sırtlarını dayayabildikleri Türk varlı­ ğının artık çoğunluğa dönüşmüş bulunmasıdır. Bu iki etmen yani Maveraünnehir’de gerçekleştirilen Türk çoğunluk ile Türk töre­ lerine bağlılık ve bu kavramları savunma ilkesi, Ali Tigin ile oğul­ larını başarıya götürmüştür. Ancak bu idealizmi az sonra ülke­ nin îlk fatihi Nasr Arslan İlig Han’ın çocukları değerlendirmiş ve sonucu bunlar almışlardır. Gerçi bu mücadele 1042’ye dek sürmüştür. Gazneli Mes’ud, Ali Tigin üzerine kendisi yürümemiş, Harezmşah Altuntaş’ı gö­ revlendirmişti. Altuntaş’ın yenilgiye uğraması Ali Tigin’in duru­ munu belirgin hale getirmişti. Ama onun 1034’te ölümü mücade­ lenin bir süre daha uzamasına neden olmuştur. Ali Tigin’in ölü­ mü üzerine oğlu Yusuf Arslan, İlig Han olarak tahta çıktı. Yu­ suf’un en büyük hatası Oğuzların İnanç Paygu ünvaniyle baş­ buğları olan Selçuk Bey’in torunu Musa’yı öldürmüş olmasıdır. Bunun üzerine Oğuzlar Harezmşah topraklarına geçtiler ve bu kez başkanlar! olan Tuğrul Bey, Yusuf Kadir Han’ın oğlu Muhammed Buğra Kara Han’ın desteğini sağladı. Böylece Selçuklular bir an­ da Horasan’ı ele geçirdiler ve 1040 Dandanakan Savaşından son­ ra bölgede büyük bir siyasî varlık oldular. Bu gelişme, Maveraün­ nehir’de Karahanlılar ailesinden, bu ülkenin asıl fâtihi Nasr Arslan İlig Han’ın iki oğlunun birden bire parlamasına neden ol-

381 du. Böylece ülkede üç iddiacı kol ortaya ‘çıkmış oldu. Bunlardan biri Yusuf Kadir Han’ın oğulları, öteki Harun’un oğlu Ali Tigin çocukları, diğeri ise Nasr İlig Han’ın iki oğlu Muhammed ile İb­ rahim idi. İbrahim 1040 ile 1041 yıllarında sürdürdüğü başarılı bir mücadeleden sonra Ali Tigin oğullarını Maveraünnehir’den çıkardı. Galip kardeşler bu sonuç üzerine kendilerini Yusuf Ka­ dir Han soyuna bağlı tutmaya artık bir gerek görmediler. Muham­ med, Arslan Kara Han ünvaniyle Uluğ Kağan oldu, kardeşi İbra­ him de Tafgaç Buğra Han ünvanmı aldı. Vaktiyle 581’de To-po Kağan’ın ölümü ile Turdu’nun başçekmesi, Göktürk devletinde ne derece önemli ise, 1042 yılında kendini gösteren bu gelişme de Ka- rahanlılar tarihi bakımından o kadar önemlidir. Bundan sonra Karahanlı devleti biri doğu, biri batı olmak üzere ikiye bölünmüş oldu. Doğu Karahanlılar devleti, Maveraünnehir’in açılışından ön­ ceki topraklarda yani Taraz, İsficab, Şaş, Yedisu ve Kaşgar ile bir kısım Fergana topraklarına egemen olmuştur. Uluğ Kağan ge­ nellikle Balasagun’da, İlig Han ise Kaşgar’da ara sıra da Taraz’- da hükümet etmiştir. Batı Karahanlıların gelince, Maveraünnehir ile bir bölük Fergana topraklarına sahip oldular. İki Karahanlı devletinin sı­ nırı Hocend’ten geçmekte idi. Batı Karahanlılar’mda Uluğ Kağan Özkent’te, İlig Han ise Buhara’da hüküm sürüyordu. Karahanlılar devletinin batı ya da doğu kesimleri olsun her iki devlette eski kültür çevrelerini içine almaktadır. Batı kesimi Tacik - İslâm kültürünün önemli merkezlerini kapsarken, doğu kesimi de Uygur ve Çin (Buddha - Mani) kültürünün etkisi altın­ daydı. Bu iki kültür çevresi, Karahanlılar zamanında kendi bo­ yutlarını sürdürürlerken, bir de ikisinin kaynaşmasından doğan yeni bir kültüre, Türk - İslâm kültürüne kaynaklık etmişlerdir. Türk dili böylece edebi bir dil halini almış ve Türk kültürünün Karahanlılar devri doğmuştur. Karahanlılar bünye itibariyle kendisinden önceki Dokuz Oğuz­ lar (Uygur) ve Göktürkler’de olduğu gibi, kendisinden sonraki Selçuklular (Oğuzlar - Türkmenler) da da görülen aynı za’fı ta­ şıyorlardı. Bu za’f devletin temelini ve kurucu potansiyelini teşkil eden konan göçen Türk boyları ile kentleşen Türkler ve özellikle yöneticiler arasındaki görüş ayrılıkları idi. Uygar ülkele­ rin hâkim-i olmakla gittikçe kentlerdeki yaşama ilgi göstermeye başlayan hükümdarlar ile, orduyu meydana getiren bozkırın şanlı atlı göçebeleri arasında doğan anlaşmazlık, çoğu kez kanlı çekiş­

382 melere kadar uzuyordu. Bir de buna dinî inançlardan doğan an­ laşmazlıklar eklenirse, Karahanlılar devletinin zayıf yönleri orta­ ya çıkmış olur.

Doğu Karahanlı Devleti Selçukluların Horasan’a, Nasr Arslan İlig Han’ın iki oğlu Maveraünnehir ile Fergana’ya egemen olunca, Yusuf Kadir Han’­ ın çocukları kendi aralarında toplandılar ve anlaştılar. 1044’te yapılan bu toplantı üzerine Yusuf Kadir Han’ın oğlu Süleyman, Uluğ Kağan olarak Balasagun ile Kaşgar’da, kardeşi Muhammed, Buğa îlig Han olarak Taraz ile İsîicab’ta, üçüncü Kardeş Mah- mud, Arslan Tigin olarak ülkenin doğu kesiminde hükümet ede­ ceklerdi. Amcaları, eski Uluğ-Kağan Ahmed’e Fergana’nm tama­ mı, yeğenleri Ali Tigin oğlu Yusuf’a da Maveraünnehir’in tamamı mülk olarak, kurtarılmak şartı ile bırakılmıştı. Bu düzenlemeden sonra doğu Karahanlılan ilk hamlede Fer- gana’nın bir kesimini geriye almayı başardılar. Burada yaşlı, eski Uluğ Kağan Ahmed, Tuğa Tigin ünvanı ile ölünceye kadar sal­ tanat sürdü. Doğuda ise Arslan Tigin Yabaku ve Basmıl kâfirleri üzerine açtığı seferde büyük bir zafer kazanmış, Müslüman ordu­ su İli ve Yama ırmaklarına kadar olan bölgeyi egemenlikleri al­ tına almış oldu. Yine Arslan Tigin’in kâfir Türklere karşı yürüt­ tüğü hoşgörü politikası sonunda Bulgar ile Balasgun kentleri ara­ sındaki bozkırda konup göçen 70.000 çadırlık bir Türk kitlesi Müslüman olduğu gibi, Tibet’ten gelen 10.000 çadırlık bir kâfir kitlesi de ülkeye yerleştirilmişti. Uluğ Kağan Süleyman’ın oğlu Ebu Ali Haşan, Tafgaç Buğra İlig Han sıfatiyle Kaşgar’da oturduğu sırada; bu kent artık, önem­ li bir kültür merkezi olmuş bulunuyordu. 1066/1070 yılında yaşh Tayangu (saray nazırı) Yusuf Has Hacib, İslâm devrinin Türk dilinde yazılmış olan en güçlü eserini, Kutadgu - Bilig’ı İlig Han’a armağan eylemişti. Yine Kaşgar üzerine bir Tarih kitabı yazmış olan Ebül’l-Fütuh Abdülgafir-i Elma’i de onun zamanında yaşa­ mıştır. Divan-i Lugatü’t - Türk’ü yazarı ve Yusuf Kadir Han’ın torunu Hüseyin’in oğlu olan yeğeni Mahmud-i Kaşgarî de bu hü­ kümdarın himayesinde yetişmiştir. Doğu Karahanlılan bir yandan özellikle Fergana toprakları için Batı Karahanlılan ile mücadele ederlerken, bir yandan da Selçuklularla savaşmak zorunda kalmışlardır. Ama bu sırada do­ ğudan yeni bir tehlike Karahanlı sınırlarına dayanmış bulunuyor­ du. Bu tehlike Kara - Hıtayhlann batıya doğru yürüyüşe geçme­ leri idi. Ebu Ali H asan’ın oğlu Ahmed, 1128 yılında K ara-H ıtay - ları Lia - o’da yenilgiye uğratarak bu yürüyüşü bir süre için dur­

383 durabildi. Kara - Hıtaylar, Karahanlı sınırı üzerinde Yama ırma­ ğı boyunda ordularını kurarak kuvvetlerini burada toplamaya başladılar. Ahmed’in oğlu II. İbrahim, kendi devletinin temel gücü Kar- luk ve Kanglı boyları ile anlaşmazlığa düşünce büyük bir hata yaptı. Yama kıyısında yığınak yapan Kara - Hıtaylan, bunlara karşı ülkesine çağırdı. Kara - Hıtaylar böylece Balasagun’a gel­ diler ve Türk teresinde önemli bir yer işgal eden Kara - Orda, Kuz - Orda’yı ellerine geçirdiler. Bunun sonunda Kara - Hıtay baş­ buğu Kür Han, çok kolayca devlete egemen olarak Balasagun’a girdi. Efrasyab’ın torunundan Uluğ Kağan yetkisini aldı, ona İlig Hanlık rütbesini bıraktı. Kara - Hıtaylara bağlanan Kara- hanlılara tahtkenti olarak Kaşgar bırakıldı. Bundan sonra Doğu Karahanlıları, Kara - Hıtaylarm buyruğunda Maveraünnehir se­ ferlerine katıldılar. İkinci derecede bağlı bir devlet haline geldiler. Orta Asya’da çok kısa bir süre yaşamış olan Nayman devle­ tinin kurucusu Küçlük, Kara - Hıtay lan yenilgiye uğratıp Balasa­ gun’a girince, burada rehin olarak tutulan son Karahanlı hü­ kümdarı III. Muhammed’i kurtarıp Kaşgar’a göndermişti. Ama Kaşgar’daki beyler onu kabul etmemiş ve daha kente varmadan yolda 1212’de öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Küçlük, Kaşgar’a gelmiş ve bu cinayete katılanları öldürerek cezalandırmıştı. Ama, doğu Karahanlıları devleti de bu olayla tarihe karışmış oluyordu.

Batı Karahanhlar Devleti

Batı Karahanhlar devletinin ilk hükümdarı I. Muhammed Arslan Kara Han ünyaniyle babasının tahtkenti Özkent’te otur­ muştur. Yerini alan kardeşi İbrahim ise tahtkentini Semerkant’a taşımıştı. Bundan sonra Semerkant Karahanlıların başkenti ol­ muştur. İbrahim Batı Karahanlılarmın en büyük hükümdarıdır. Yaşamının son yıllarında Selçukluların nasıl büyüdüklerine ta- nıkhk etti. Selçukluların Horasan Valisi Alp Aslan ilk aşamada, İbrahim’in bir süre Böri-Tigin unvaniyle yönettiği Saganiyan’ı zabtetti. Ondan sonra da Karahanhlar topraklarına saldırıya geçti. Onun oğlu I. Nasr, Alp Arslan’ın ağır bir seferini karşıla­ mak zorunda iken, Büyük - Sultanın ölümü bu seferi biraz gecik­ tirdi. Ama Melikşah’ın Selçuklu ordusu karşısında banş istemek zorunda kaldı. Batı Karahanhlarm son bağımsız hükümdarı Ebu Şüca Hı­ zır’dır. Genç yaşta tahta çıkan Hızır, din adamları ile çatıştı. Sel­ çukluların saldırılarına da direnmeyi başardı. Ama onun ölümün­ den sonra dîn adamlarının çağrısı üzerine Maveraünnehir’e gelen

384 Melikşah, Buhara ile Semerkand’ı zaptettikten sonra Özkent’e gi­ derek Karahanlı Hükümdarı Hızıroğlu Ahmed’i tutsak aldı ve İsfahan’a götürdü. Maveraünnehir’e Emir Ebu Tahir Harezmî’yi genel vali olarak tâyin etti. Bu oldu bittiyi Karahanlıların kökü olan Çiğiller kabul etmediler. Çiğiller Doğu Karahanlıları ülkeye çağırdılar. Bunun üzerine Melikşah 1089’da ikinci kez Maveraün- nehir’e gelerek Selçuklu egemenliğini yeniden kurdu. Atsız’ı ge­ nel vali olarak atarken, İsfahan’da bulunan Sultan Ahmed’i ye­ niden Karahanlı tahtına oturttu. Ama artık Karahanlılar devleti Selçuklu genel valilerinin buyruğu altında hükümet ediyorlardı. Söz gelimi Selçuklu genel valisi olarak Berkyaruk dört Karahanlı Sultanını birbiri ardından tahta çıkarmış ve tahttan uzaklaştır­ mış bulunmaktadır.

1136’da ise Batı Karahanlılar devleti ülkenin doğu kesimini ele geçirmiş bulunan Kara - Hitay tehlikesiyle karşılaştı. Kara Han Mahmud, Kara - Hıtaylarla Hocend’te bir savaş verdi. Yenil­ giye uğrayınca kaçıp Semerkand’a kapandı. Bu arada Karahanlı devletinin temel boyu Karluklarla çatıştı. Karluklara karşı Sel­ çuklu Sultanı Sencer’den yardım isteyince Karluklar da Orta As­ ya’da kendini gösteren yeni 'güce, Kara - Hıtayların Kür Hanına baş vurdular. Kara - Hıtaylarla onları destekleyen Karlukların karşısında Sultan Sencer 1141 yılında Katvan’da acı bir yenilgiye uğradı. Selçukluların bu yenilgi üzerine Maveraünnehir’den çekilme­ si sonunda ülkeye şimdi Kara - Hıtaylar egemen olmuşlardı. Kara Han Mahmud Selçuklularla Horasan’a çekilince, Kara - Hıtaylar Mahmud’un kardeşi İbrahim’i Kara Hanlığa getirdiler. Ancak İb­ rahim kendi boyu Karluklarla anlaşamadı Ve öldürülerek cesedi bozkıra atıldı. Mahmud ile iki oğlu ise Selçuklu valilerinden Harezmşah İl - Arslan ve Aybaba ile uğraşmak zorunda kaldılar. İbrahim’in 1156’da, Mahmud ile iki oğlunun 1163’te zindanda öl­ dürülmesiyle Karahanlıların îlig Hanlar kolu sona ermiş oldu. Onların yerini bu kez Ali Tigin oğulları aldı. Bunların ilki Kök- Sagun ya da Çağru Han adiyle tanınan Haşan Tigin’in oğlu Ali, İbrahim’in öcünü almak için Karluklar üzerine yüklendi. Kara- Hıtaylar tarafından desteklenen Ali, Karluk beyi Paygu Han’ı öl­ dürdü. Karlukları köylerine yeriçşmeye ve silâhlarını bıraktırma­ ya zorladı. Bunun üzerine Karluklar da Harezmşahlar buyruğuna girdiler. Bundan sonra Maveraünnehir Kara - Hıtaylarla Harezm­ şahlar arasında bir mücadele alanı oldu, Karahanh hükümdarları çoğu Kara - Hıtaylara bağlı olarak mücadeleye katıldılar. Bazen de Harezmşahlarla işbirliği ettiler. Karahanlıların sonuncu hü­ kümdarı IV. İbrahim’in oğlu Osman en sonunda 1211 yılında Se-

385 merkand’ta Harezmşah Sultan Muhammed’e tutsak olmakla öl­ dürüldü. Kardeşi Ol - Tigin de Harezm de öldürülünce, Batı Ka- rahanhları devleti de tarihe karışmış oldu.

Fergana Kağanlığı Karahanlılar devleti ikiye bölününce Fergana yöresi Batı ke­ siminde kalmış ise de bu ülkeye daha o zamandan Ali Tigin’in oğulları egemen olmuşlardır demek hata olmaz. Fergana’ya ege­ menlik konusunda her iki Karahanlı kolu arasındaki çatışmalar Doğu hükümdarı Mahmud Tuğrul Kara Han ile Batı hükümdarı Ebu İshak Buğra Han zamanında 1058’de yapılan anlaşma ile çözülmüştü. Böylece Fergana Doğu Karahanlılarına bırakılmıştı. Mahmud Tuğrul Kara Han da 1044’te aile arasında alınan karara göre bu bölgeyi Alp Tigin’in çocuklarına vermişti. Böylece bura­ da yerleşen Ali Tigin çocukları bu atamayı ansıyarak kendilerine Tuğrul Kara Han unvanını vermekte idiler. Kaynaklarda Fergana Karahanlılarm ilk hükümdarı olarak Ali Tigin’in torunların­ dan Hasan’ın oğlu Hüseyin bilinmektedir. Fergana Karahanlıları ülkenin doğu kesimine Kara - Hıtaylar egemen oluncaya kadar bağlı kalmışlardır. 1141’de ise başkentleri Özkent olmak üzere ba­ ğımsız hale gelmişlerdir. İlk hükümdar Hüseyin’in Türkçe ünvanı Alp Kılıç Bilge Tonga Türk Tuğrul Kağandır. Fergana Kağanları da bir süre sonra Harezmşahlar tarafından ortadan kaldırılmış­ tır. Harezmşahların Karahanlı soyuna giriştiği katliamdan kur­ tulan Arslan Han, Yedi-Su bölgesindeki Karluklara dayanarak yeni bir Karahanlı devleti kurmaya çalışmış ve bu maksatla Kara - Hıtaylara bağlanmıştı. Bu küçük devletin ikinci hükümdarı II. Arslan Han Moğolların hizmetine girmiş ve Cengiz Han ta­ rafından Sabaktay üfıvamnı almıştır. Mönge Kağan ise 1252’de ona Fergana valiliğini vermiştir. Bu suretle 1198’de Fergana’dan çıkartılan Karahanlılar tekrar yurtlarına dönmüşlerdir. Ama bu tarihten sonra artık Kül Bilge Kadir Han’ın çocuklarından kay­ naklara bir haber aksetmemiştir.

386 KABAHANLILARIN SOYKÜTÜĞÜ (Öz olarak düzenlenmiştir.)

Bilge Kül Kadir Han (819 — 840’tan sonra)

Bazır Arslan Kara Han Oğulçak Kadir Ilig Han

Abdülkerim Satuk Buğra Kara Han (ölüm 955)

Musa Baytaş Kara Han Süleyman (960’tan sonra) Harun Kılıç Buğra İlig Han Ali (ölüm 998) (ölüm 992)

Yusuf Kadir Kara Heın Ali Tigin Arslan (1027 — 1032) tlig Han (1032 — 1034) I Ahmed Arslan Kara Mansur Arslan İlig (Fergana Karahanlılan Haa Han ve (998 — 1018) (1051 — 1025) Batı Karahanlılann Tuğa Tigin - Nasr Buğra tlig Han devanu) (Ölüm 1012) I (Batı Kara Hanlılar) Süleyman Arslan Muhammed Buğra Kara Han İlig Han (1032— 1057) (Ölüm 1057)

(Doğu Karahanlılar)

2.3.4. GAZNELİLER İLE KARAHANLILAR DÖNEMİNDE DÜŞÜNCE ALANINDA ATILIMLAR İslâm Çağı, İç Asya’da Türk, İranlı, Soğd, Hintli vb. kavîm- leri ve bu kavimlerin kültürlerini kaynaştırarak bir sentez mey­ dana getirirken, büyük bir atılım da göstermiştir. İslâm düşün­ cesi IX. ve X. yüzyıllarda en parlak devrine ulaşmıştır. Müslü­ manlığın yayıldığı çok geniş sahalarda yaşayan kavimlerin kül­ tür gelenek ve törelerinden, eski kültür yadigârlarından yararla­ nan bilginlerin atılımlarını Samanoğulları olsun, Gameliler ve Karahanlılar olsun bütün hükümdarlar da ellerinden geldiği öl­ çüde desteklediler. Bilim adamlarını özendirdiler ve Saraylarında himayeleri altına aldılar. Böylece Kaşgar’dan itibaren bu çağda

387 başkent olan Buhara, Semerkand, Belh, Merv ve Gazne kentleri, düşünce alanında kendini gösteren parlayışın da odak noktaları oldu. Bu üç iktidarın hükümdarları, irili ufaklı her biri, düşünce alanındaki atılıınları desteklediler, saraylarındaki bilginlerle, dü­ şünürlerle, şâirlerle öğündüler. Düşünce alanındaki atılımlar yalnız bilimin tek bir koluna ya da sanatın tek bir dahna mahsur kalmadı. Genel İslâm kültürü içinde bütün alanlarda düşünürler, İslâm uygarlığında otorite ha­ line gelen kişiler yetişti. Hiç kuşkusuz, bu dönemde İç Asya’da türlü konularda yazmış olduğu eserlerle büyük bir ansiklopedist olan Ebu Reyhan el-Bay- runi (973 -1048) ayrı bir yer işgâl eder. Harezm’de doğmuş olan bu bilgin, kırk yaşına kadar kendi memleketinde Harezmşah’m danış­ manlığını yapmış, sonra Gazneli Mahmud ile oğullarının sarayın­ da yaşamıştı. Birkaç kez Hindistan’a gidip gelen Beyrunî, Astro­ nomi, Astroloji, Tarih, bilim ve dinler tarihi üzerindeki incele­ meleriyle tanınmıştır. Beyrunî, bu çağda en büyük kültür merkez­ leri olan Bağdat ve Basra bilim akımlarını da pek iyi tanıyor ve onları düşünce alanında geri buluyordu. İç Asya’da yerli ve yerel diller bu devirde gerek devlet dili olarak» gerek bilim dili olarak önemini kaybetmişti. Türkçe ile Soğdça unutulmuş, Farsça hatta halk dili haline gelmişti. Saman- oğullarına kadar Arapça olan devlet dili de a'rtık Farsçalaşmıştı. Bununla birlikte Arapça ve Farsça hâlâ birbirleriyle rekabet ha­ linde idi. Söz gelimi Samanoğlu hükümdarı Ahmed İbni İsmail’in Arapçayı tekrar devlet dili olarak kabul ettiğini, Gazneli Mah- mud’un veziri Ebü’l - Abbas’ın ise devlet işlerinde Arapça yerine Farsça kullandığını, onun yerini alan başka bir vezirin ise, tekrar Arapçaya döndüğünü söyliyebiliriz. Bütün bunlar Samanoğulla- rından itibaren devlet dili olarak Farsça’nın Arapça’yı yavaş ya­ vaş uzaklaştırdığını işaret eden belirtilerdir. Devletçe ve hüküm- darlarca Farsça’ya verilen önem şi’ir ve edebiyatta da bu dilin parlamasına neden oldu. Rudekî (ölüm 941), Firdevsî (934-1020), Ferruhî (ölüm 1038), Minuçihrî (ölüm 1040) gibi şâirler Saman- oğullan ve Gazneliler saraylarında Farsçayı işlediler ve bu dilin en güzel yazın ürünlerini verdiler,

Ama, bunun yanında Arapça hem Samanoğulları devrinde, hem de onlardan sonra da bilim dili olarak önemini ve egemenli­ ğini sürdürmüştür. Bu devrin bütün bilginleri hangi asıldan olur­ larsa olsunlar eserlerini Arapça yazmaya devam ediyorlardı. Nite­ kim Beyrunî Kitabü’s - Saydele (Eczacılık) adlı eserinde Arapça- mn bilim dili olduğunu, Farsçaya çevrilen eserlerin asıllarından

388 çok şeyler kaybettiğini söylüyor ve Farsça’nın ancak eski îran ef­ sanelerini anlatabilecek derecede bir dil olduğunu ileri sürüyordu. Öte yandan Karahanlıların egemenlik alanında ise Yusuf Has Hacib (1015 - 1073’ten sonra) Arapça ve Farsça yanında Türkçe- nin de hem bilim, hem de edebiyat dili olduğunu ispatlarcasma Kutadgu - Bilig ile Türkçenin ilk edebi ürünlerinden birini ve­ riyordu. îç Asya’da İslâm, bütün gücüyle parlarken yukarıda da değin­ diğimiz gibi bilimin her alanında büyük bilginler yetişmiştir. Bu bilginlerden bazılarını burada tanıtırken soy özelliklerine önem vermiyoruz. Söz konusu bilginler İslâmın yükseliş devrini kapsa­ yan ve bu ikiyüz yıllık süre içinde yetişmişler, fikrî ürünlerini vermişler, İslâm kültürü içinde ister Müslüman İran, ister İslâm - Türk halklarından olsunlar kendilerinden sonraki kuşaklara yol göstermekle unutulmaz kişiler olarak kalmışlardır. İslâm bilimlerinin temeli olan Kur’an’ı ve Peygamberimizin sözlerini (hadis) yorumlamada İç Asya’da yetişen bilginlerin sa­ yısı bir hayli kabarıktır. Burada tefsirde (Kur’an’m yorumu) ve hadis’te şöhret yapan hazı büyük bilgeleri tanıtmaya çalışacağız. Ebü’l Haşan Ali el-Mervezî (ölüm 844) Ahkâmü’l - Kur’an ad­ lı eseri ile tanınmıştır. Ebu Muhammed Darımı (ölüm 868) Semerkand’ta yetişmiş­ tir. Tefsirden başka Hadis ve Fıkıh’ta da yapıtları vardır. İmam Ebu Abdullah Muhammed Buharı (ölüm 869) Buhara’- da doğmuş babası İsmail tarafından yetiştirilmiştir ve Semer- kand’ın Hertenk köyünde ölmüştür. Tefsir ve Hadiste şöhret yap­ mıştır. Hadis bilginlerinin en ileride kişisi olarak bilinmektedir. Ebu İsa’yı Termizi (ölüm 893) Termiz’de yetişen bu bilgin de hem Tefsir, hem de Hadis bilimlerinde tanınmıştır. Abdurrahman-i Neseî (ölüm 915) Horasan’ın Nesâ kasabasın­ dan yetişen bu bilgin de tefsir ve hadis bilimlerinde unutulmaz bir bilge olarak tanınmıştır. Tefsir ve hadis bilimlerinde bu çağ­ da yaşıyan altı büyük bilgeden son üçünün bir özelliği de mey­ dana getirmiş oldukları Hadis kitaplarının, Hadis biliminde temel kitap olarak kabul edilen altı kitaptan üçü oluşudur. Şu halde şöyle bir tanımlama yapabiliriz. İç Asya’da İslâmın yükseliş ça­ ğında yetişen bilgelerin üçü Hadis biliminin temel kurucuları olarak bu alanda büyük bir atılım yapmışlardır. Akaid (İslâm inançları) alanında yetişen Semerkand’lı bir bilge ise biz Türkler için ayrı önem taşımaktadır. Hepimizin bil­ diği amelde (hukuk alanında) biz Türklerin benimsedikleri

389 İmam-i Azam Ebu Hanife ve Ebu Yusuf mezhepleri yanmda iti- kadta yani inançta İmam Maturidî (ölüm 944) Muhammed haz­ retlerine bağlı bulunmaktayız. İmam Muhammed Semerkand’m Matürid mahallesinde yetişmiş olduğundan bu sanla tanınmıştır ve Mutezile ile Eş’arilik arasında daha hoşgörür bir inanç siste­ mi getirmiştir. Eri önemli yapıtı Kitabü’t - Tevhid adını taşı­ m aktadır. Yine bu dönemde felsefe, eski kimya ve Tıb alanlarında yetiş­ miş büyük bilgelerden söz edebiliriz. Bunların başını Aristo felse­ fesinin büyük yorumcularından olan Uzlukoğlu Muhammed Fara- bî (870 - 950) çeker. Farabî felsefesinden başka, eski kim ya ve müzik alanındaki buluşları ile de tanınır. Ebu Ali İbni Sina (980 - 1037) ise felsefeden başka Tıb, Eczacılık vb. bilimlerde de varlık göstermiştir. Bunları Ebü’l Hakem el-Harezmî Fizik ve Kimya’daki buluşları ile izler. Astronomi ve Matematik alanında Ahmed-i Ferganî (ölüm 861), Ahmed-i Saganî (ölüm 990), Ebu Ma’şer-i Belhî ve Ebu Ka­ sım Amacur-i Türkî ile logaritmayı icad eden Ebu Musa el-Harez­ mî bilim tarihinde unutulmayacak isimlerdir. Tarih ve Coğrafya’ya gelince. Tarih için söylenmese bile, Coğ- rafya’da İslâm kültüründe ilk atılım bu çevrede ve bu dönemde başlamıştır. Ebü’l Abbas Cafer-i Mervezî (ölüm 887), Samanoğul- lan veziri Ceyhanî ile Ebu Zeyd-i Belhî (ölüm 934) el-Meşalik ve’l-Memalik adını verdikleri eserleriyle İslâm da coğrafyanın ilk öncüleri olmuşlardır. Tarih alanında ise Taberî’yi izleyen İsmail-i Ferganî (ölüm 925) ile İbrahim -i Sulî (ölüm 946) ve yine Beyrunî, N arşahî (ölüm 959) ve Gazneli M ahm ud’un tarihçesi el-Utbî (ölüm 1035) anılabilir. Şu kısa özetlemeden anlaşıldığı gibi IX. ve X. yüzyıllarda İç Asya, İslâm kültürü çerçevesinde bilim ve düşünce alanında bü­ yük bir atılım içinde bulunmuştur. Bu bilim adamlarının isimle­ ri yanında daha bir niceleri vardır. Ancak konuyu isim listeleri içinde yitirmemek için belli başlılarını duyurmakla yetinmeyi uy­ gun gördük.

2.4. IX. YÜZYILDAN XI. YÜZYILA KADAR İÇ ASYA’DA PARLAYAN İSLÂM UYGARLIĞI İkiyüz yıllık bir kesimde İç Asya’da parlayan uygarlık bir yan­ dan Uygur sanatı, bir yandan da eski İran, Soğd ve Hint sanatla­ rının etkisinde gelişmiştir. Bu etmenlere bir de Ön Asya’da Ab- basiler eliyle geliştirilen kültürü katmak yerinde olur.

390 Mimarlık : Bu dönemde ister Samanoğulları ve Ga'zneliler sa­ hasında olsun, ister Karahanlılar sahasında olsun kentleşme de büyük aşamalar görülür. Göçebelerin yerleştirilmeleri, topluluk­ ların yer değiştirmeleri kentleşmeyi etkileyen bir faktör olmuştur. Müslüman Arapların saldırıları sırasında küçülen eski kentler şimdi İran’dan, Hindistan’dan ve Çin’den gelen ticaret kurumla- rının olanakları ile büyümüşlerdir. Transit ticaretinin getirdiği yararlar yanında, yerel endüstrinin doğuşu ve tarımın geliştiril­ mesi sonunda doğan yerel ticaretin büyümesi de kentleşmede başka bir etmen olarak ileri sürülebilir. Bu gelişme sonunda kent ve konut mimarlığı ilerlemiştir. Tirmiz, Gazne, Belh, Buhara, Semerkant, Şaş (Taşkent), İsficab, Otrar, Özkent, Taraz, Kaşgar ve Balasagun’da görülen konutlar hemen hemen birbirlerine yakın bir mimarlık anlayışı içinde ya­ pılmışlardır. Yerler pişmiş tuğla ile kaplanmış, duvarlar da hal- kârî ya da çinilerle süslenmişti. Semerkant ve Buhara gibi zen­ gin kentlerde su yolları kurşun borularla döşenmiş iken, öteki kentlerde künkler bu görevi yapmakta idiler. Ama bütün kent­ lerde evlere dek uzanan su şebekesi vardı. Ancak nüfus yoğunlu­ ğu pek fazla olan yine Semerkant ve Buhara gibi kentlerde yollar bu nüfusu kaldıracak kadar geniş değildi. Genellikle konut ya­ pımında ahşap malzeme de kullanılmaktaydı. Bu da yangın teh­ likesini getiriyordu. Bu dönemde bir kent, kale, şehristan (asıl kent) ve ribaz (kıyı mahalleler) olmak üzere üç bölümden oluş­ makta idi. Şehristan’ın çevresini kenti koruyan bir sur çevir­ mekte ve kent kapıları ile dış dünyaya açılmakta idi. Sözge­ limi Semerkand surunun dört kapısı vardı. Örneğin Bahara’da kalede hükümdar sarayı, II. Nasr’ın ve İsmail İbni Ahmed’in sa­ rayları ile Karahanlıların Şemsabad sarayı, ordunun yerleştiği konutlar ve hapishane bulunurdu. Kenti Rigistan namazgahı, Cuma Mescidi, Musalla, Ulu Cami, çeşitli medreseler süsler ayrıca beytü’t - tiraz (dokumacılar), kalkancılar, saraçlar vb. işliklerle çarşılar kaplardı. Kentlerde Türkçe konuşulmakla birlikte Farsça egemen durum da idi. Ticaretin gelişmesi yolların güvenliğini zorunlu kılmıştı. Ö'zel- likle Karahanlılar devrinde buna fazlaca önem verildi. Her ko­ nakta kervanların barınacağı ve yolcuların dinleneceği askerler­ ce savunulan hanlar yapıldı. Bu hanlara Ribat-i Melik adı verildi. Bu ribatlar Türk töresine göre Orda plânında inşa edilmekte idi. Bunların en tanınmışları Buhara yöresinde Harteng ile Semer- kand’taki Âkhuttal ribatlarıdır. İç Asya’da Karahanlılardan önce de çok kubbeli kapalı mes­ citler yapıldığı, son zamanlarda Belh’te bulunan Nöh - günbed

391 (dokuz kubbe) mescidi ile anlaşılmışta’. Bunun bir benzeri ise Kök- şibagun’da bulunan dokuz kubbeli mesciddir. Ama Karahanlı yapıtı olan bu mescid yine de bir lotüs çiçeği soğanını andırmak­ la Uygur sanatının etkisini tanıtmak bakımından önemlidir. Samanoğulları devrinde minarelerin surların üstüne oturtu­ lan ahşaptan yapılma dört sütüna dayanan ve üstü bir kubbe ile örtülü yapılar olduğu anlaşılmaktadır. İlk kez tuğladan örülmüş minareleri Gazneliler ve Karahanlılar’da görmekteyiz. Gazne’de III. Mes’ud’un Minaresi (Zafer Sütunu), Karahanlılardan kalma Buhara Uluğ Minar, Tirmiz, Özkent, minareleri buna örnek verilebilir. Saray, Cami, Medrese gibi yapıların tâk kapıları ayrı bir mimarlık özelliği taşır. Bu yapılarda da Karahanlılar Saman- oğullarmdan aldıkları değerler üzerine Uygur sanatının etkilerini işlemişlerdir. Sözgelimi Buhara Namazgahı takının içi, bir Uy­ gur orununda görüldüğü biçimde üst üste yükselen iki kubbe ile örtülü idi. Türbe yapımında da Gazne ve Karahanlı devri ile Samanoğul- lan arasında ayrılıklar vardır. Gazneli Mahmud, Sultan Mes’ud ve Sultan İbrahim türbeleri ile Özkentteki Karahanlı türbelerinin görünüşleri, birer budist stupasını andırmaktadır. Samanoğullarına göre Karahanlılarm çevreye getirdikleri ye­ niliklerden biri de doğudan beraberlerinde gelen cilâlı ve sırlı tuğla, sırça eşya, parlak düzeyler ve sırh çini tabaklar idi. Ayrıca ahşap işçiliği ve tahta oymacılığı da bu dönemde bü­ yük bir gelişme göstermiştir. Yazı: Samanoğullarında ve Karahanlılar döneminde hat sa­ natında büyük bîr gelişme kendini göstermiştir. Kûfî Arap yazı sanatının ilk kez Celî ve Sülüs biçimlerinde yükselme eğilimi bu çağda kendini gösterir. Aynı zamanda Karahanlılarca kullanılan Uygur alfabesi de ayrı bir biçimde gelişmiştir. Endüstri, Tanm ve Ticaret : Doğuda Yama ırmağı kıyı­ larından batıda İran içlerine, güneyde Sint ve Multan’a uza­ nan bir alanda gelişen bu kültür sentezi, gücünü yükselen bir endüstriye ve tarım gelirleri ile bunları işleten ticaret faa­ liyetlerine borçlu idi. Hint, Çin ve Ön Asya mallarının ta­ şındığı transit ticaret yolları yanında yerel endüstride büyük bir gelişme göstermişti. Belh, Merv, Semerkand, Taşkent, İs- ficab, Kaşgar kentleri birer kültür merkezleri oldukları kadar birer endüstri kentleri haline de gelmişlerdir. Dokuma, kâğıt, sır­ ça, madencilik, silâh, vb. endüstri dallarında büyük bir gelişme

392 olmuştur. Hatta öyle ki, sözgelimi Semerkant hapishanesi bir ha­ pishaneden çok hayvan binek takımları, özengi, gem, eyer, vb, malzemeyi yapan bir işlik haline gelmiştir. Bu hapishane malları piyasada büyük bir şöhret yapmıştır. Şaş (Taşkent) hapishanesi ise sırça - seramik alanında kendisini tanıtmıştı. Konargöçerlerin köylere yerleşmeleri sonucunda tarımda büyük gelişmeler görü­ lür. Özellikle iklim koşulları sulu tarıma gereksinme gösterdiğin­ den kanallar, setler, sulama göletleri yapımına ayrı bir önem ve­ rilmişti. Endüstri ve tarım da elde edilen sonuçlar ticaretin geliş­ mesine yardımcı olmuş ve bölge büyük bir nüfus yoğunluğu ka­ zanmakla Ortaçağ dünyasında en uygar köşelerden biri olarak tanınmıştır.

533 3. OĞUZLAR

3.1. OĞUZ BOYLARININ OLUŞURIU

Dünya tarihine yön veren Oğuzların çıkışları genel Türk töresine göre Oğuz Han’dan olmuştur. Oğuz Han’ın tarihsel ki­ şiliği üzerinde şimdilik durmıyacağız. Ancak bir Türk budununun (kavim) oluşumunu izlemek bakımından tarihe ışık tutması dik­ kate alınarak biraz efsaneye gireceğiz. Oğuz Han’a ilişkin destanlardan Uygur çağında yazılanlarla Moğol ve Müslümanlar tarafından yazılanlar arasında bazı ay­ rılıklar vardır. Söz gelimi Uygur çağında yazılan Oğuz Kağan destanında Oğuz Han’ın babası Ay Kağan olarak görülür ve Oğuz Han Ay’ın oğlu olarak tanıtılır. Oysaki Müslümanlarca ya­ zılan destanda babası dinsiz, kâfir Kara Han adiyle anılır ve İs­ lâmlığı benimsiyen Oğuz Kağanı engellediği için verilir. Böyle olmakla birlikte Müslümanlarca da Oğuz Kağan insan üstü bi­ çimde yaratılmış bir varlık olarak yadedilir. Destana göre; Aydın oldu gözleri, renklendi, ışık doldu Ay Kağan’ın o günde, bir yiğit oğlu oldu Oğuz Kağan kutsal bir varlık olarak üç gün içinde olgunlaştı. Babasından çok anasına bağlandı. Bu çocuğun yüzü gök, ağzı alev gibi kızıl, gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi. Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha em­ medi. Çiğ et, çorba ve içki istedi. Dile geldi. Anasına şöyle ayttı. Ey benim güzel anam öğüdümü alırsan Yüce Tanrıya tapıp eğer hakkı tanırsan O zaman memen alır aksütünü emerim Buna lâyık olursan adına ana derim. Anası üç günlük oğlunun dile gelişini görünce ona yürekten bağlandı ve kendini tek tanrıya (Gök tengri) adadı. Oğuz Han ise kırk günden sonra yürür, gezer oldu. Birdenbire irileşmişti. Belki kurt beli gibi, ayakları öküz ayağı gibi, omuzlarıysa samur omuzunu andırıyordu. Göğsü ayı göğsüne benziyordu. Vücudu baştan başa tüyle kaplıydı.

394 Bir insan idi ama tüyleri dolu idi Vücudu kıllı idi, çok uzun boylu idi At sürüleri güder, tutar atlara biner Daha bu yaşta iken gider avları sürer Günler geceler geçti nice yıllar atladı Oğuz Kağan büyüdü yahşi bir yiğit oldu. Oğuz Kağan’ın ilk başarısı doğduğu obayı tehdit eden yaban bir gergedanı öldürmesidir. Kargıyla gergedanın başına vurdu Oğuz Öldürdü gergedanı kurtardı yurdu Öğuz Keserek kılıcıyla başına aldı Döndü gitti öyüne, iline haber saldı. Bu başarısı üzerine Türk töresince Oğuz Kağana ad koymak için babası Kara Han büyük bir toy düzenledi. Ama, Oğuz ad koy­ mayı aksakallara bırakmadı. Kendi adını kendi koydu. Kara Han atlar kesti Oğuz ad bulsun diye Çağırdı hep Türkleri her yer şenelsin dîye Oğuz Han birdenbire dedi Oğuz’dur adım Dilemem kimseden, kendime adım verdim Toya gelen beyler bu İşe şaşa kaldılar Tanrı sözü bu deyip buyruğa bağlandılar. Günlerden birgün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarmakta iken birden karanlık bastı Gökten bir mavi ışık indi. Güneşten de, ay­ dan da parlaktı. Işığın içinde bir kız vardı. Alnında kor gibi bir alev parlıyordu. Demir kazık (kutup) yıldızı gibi güzeldi. Güldü­ ğünde gökler gülüyor, ağladığında gökler ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce yanma vardı. Aklı başından gitmiş, gönlü vurulmuş­ tu. Kız da ondan dilek eyledi. Seviştiler, kocuştular, dileklerini aldılar. Kız Oğuz Kağan’daiı yüklendi. Günler geceler geçti. Gözleri aydın oldu. Ondan üç oğlancık doğdu. Bunların birine Gün, birine Ay, ötekine de Yıldız adını koydular. Yine günlerden birgün Oğuz Han avlanırken önüne bir göl çıktı. Gölün ortasında bir ağaç vardı. Kovuğunda çok güzel bir kız oturuyordu. Gözleri gökten daha mavi idi, saçı ırmak gibi dalga dalga idi, dişleri inci gibiydi. Öyle güzeldi ki; yeryüzü halkı onu görse içi tutuşur, eyvah ölüyoruz der, tatlı sütü acı kımız olurdu. Oğuz Kağan da onu görünce öyle oldu. Aklı başından gide yazdı. Gönlüne bir alev düştü. Aldı onu sevdi. Gönüller bir oldu. Kız Oğuz Kağan’dan yüklendi, günler aylar geçti üç oğlancık

395 doğurdu. Bunların ilkine Gök, İkincisine Dağ, ötekineyse Dengiz adını kodular. Sonra Oğuz Kağan büyük toy eyledi. Bu haber üzerine cümle halk birbirine danışıp geldi. Toyda türlü yemekler, aşlar, tatlılar yediler, kımızlar, içkiler içtiler. Ondan sonra Oğuz Kağan beylere, erlere buyruk verdi ve ; Men sizlerge boldum kağan Alalım ya yay ya da kalkan ’Tamga bizge bolsun buyan^ ^Kökböri bolsun bizge uran"* Demir cıdalar^ bola orman^ Av yirinde yürüsün kulan^ Daha taluy* daha müren^ '"Gün tuğ bölgil Gök kurukan" dedi. Ondan sonra Oğuz Kağan dört yöne buyruldular çıkardı, bil- dirgülük bitidi (bildiriler yayınlandı). Elçilerine verip gönderdi. Uşbu bildirgülükde Men Uygurlarm kağanıyım. Kim yerin dört bir yanında Kağan olsam gerekir. Sîzlerden baş eğmenizi isterim. Kim benim ağzımga bakar turur bolsa bende onu değerlendirir, dost tutarım. Uşbu kim ağzımga bakmaz turur bolsa çımad çakar (gazaba gelir) çerig çekip, düşmanı sınarım. Yurdunu basıp, as­ tırıp yok bolsmgıl kılarım demişti... Bilki bolsun kim Oğuz Kağanın yanında aksakallı, bol saç­ lı, uzun uslu (çok akıllı) bir yaşlı kişi durur idi. Soylu tüzün er idi. Anın adı Uluğ Türük (Türk) idi. Günlerden birgün düşünde bir altın yayla üç gümüş ok gördü. Bu altın yay günün doğusun­ dan batısına dek bütün göğü kaplamıştı. Oklarsa her yöne yönel­ mişler gidip duruyorlardı. Uyanınca gördüklerini Oğuz Kağana anlattı. Öğütler verdi. Oğuz Kağan onun düşünü beğendi, öğüdü­ nü dinledi. Sabahleyin çocuklarını yanında çağırttı. Onlara «ben artık aylanamayacak kadar yaşlandım. Ava sizler çıkın» dedi. <

N o t: Dizeler B. Ögel. Türk Mitolojisi’nden alınmıştır. 1 — Nişan, alamet, işaret. 2 — Hayır işleri. 3 — Bozkurt. 4 — Rehber, delil. 5 — Mızrak, kargı. 6 — Düz ağaç. 7 — Tay. 8 — Deniz. 9 — Irmak. 10 — San- cak, Bayrak. 11 — Kubbe, Çadu*.

396 Batıya giden çocukları da pek çok kuş avladıktan sonra yol­ da üç gümüş ok buldular alıp atalarına getirdiler. Oğuz Kağan buna da sevindi, güldü. Onlara ; «Ey benim yavruların oklar si­ zin olsun. Sizler de ok gibi uçun» dedi. Ondan sonra Oğuz Kağan uluğ kurultayı çağırdı. Nökerleri- ni, ilbeylerini buyruk etti. Sağ yanda Bozoklar oturdu. Sol yanda Üçoklar oturdu. Kırkgün kırkgece yediler içtiler, sevinç tapdüar. Ondan sonra Oğuz Kağan oğullarına yurdunu üleştirdi. Dahi şöyle ayttı ; «Ey oğullar men çok j^aşlandım, çok vuruş gördüm... Düşman­ larımı ağlattım, dostlarımı men güldürdüm. Men Kök Tengri’ye borcumu ödedim. Sizlerge şimdi men yurdum birdim.» dedi. Oğuz Kağan Destanının bu özeti ile tarihi bilgileri karşılaştı­ rırsak, Oğuzların oluşumu konusunda daha belirli sonuçlar alabi­ liriz. Bugünkü bilgilerimize göre Oğuz adına ilk kez Yenisey ya­ zıtlarında Taşlanmıştır. Bu yazıtta altı Oğuz budunundan söz edil­ mektedir. Bunların iki kol halinde oldukları da belirtildiğine gö­ re, tarihi çağlarda Oğuzların Boz-ok ve Üç-ok olmak üzere iki bö­ lükte toplanmış oldukları görülmekle destanlar devri ile gerçek tarihi çağların uyuşumu ortaya çıkmaktadır. Bu altı budun Oğuz Han’ın altı oğlu olmak itibariyle yine destanla yazıt aynı gerçe­ ği tanımlamaktadır. Oğuzlar XII. yüzyılda Horasan’a yayıldıkları sırada da bu ad­ lar altında iki kola ayrılmış bulunuyorlardı. Daha sonra XIV. yüz­ yılda Halep, Hatay, Gaziantep, Kahramanmaraş ve İçel yöresinde yaşayan Türkmenler de bu adları taşıyorlardı. Bunlardan Halep’­ ten Sivas’ın kuzeyine kadar yayılmış olanlar ve Dulkadirli beyli­ ğini kuranlar Boz-ok, Antakya’dan Tarsus’a kadar olan alanda yerleşmiş bulunanlar ise Üç-ok adını taşıyorlardı. XV. yüzyılın ilk yarısında Timur’un Kara Tatarları tekrar Maveraünnehir’e götürmesi üzerine onlardan boşalan Yozgat bölgesine Boz-oklar yerleşmekle bu bölge günümüze kadar Boz-ok adı ile anılagel- miştir. Müslümanlıktan önceki devirlerde Oğuzlar arasında egemen­ lik Boz-oklarda idi. Boz-oklar egemen olduklarına göre damgala­ rı yay, Üç-oklar bağlı boylar oldukları için damgaları ok idi. Aynı zamanda Boz-oklar ordunun sağ kolunu, Üç-oklar ise sol kolunu teşkil ediyorlardı. Toplantılarda Boz-oklar sağ yanda Üç-oklar sol yanda otururlardı. Dedem Korkut kitabında ise egemenliğin Üç- oklarda bulunduğundan söz eder. Oğuzlar Türk töresinin temel kuruluşuna göre önce ikili, son­ ra da altılı, onun ardından da üçüncü basamakta yirmi dörtlü bir

397 ayrıma bağlı kalmışlardır. Bu kuruluşu Hunlar da, Göktürklerde de İzlemiş bulunuyoruz. Ancak Uygurları oluşturan Dokuz-Oğuz- ların kuruluşlarında Göktürklerin yirmidört Oğuzundan Dokuz- Oğuz’un baş çektiği anlamı çıkarılabilir. Öyle olduğu halde Uy­ gurların yazıtlarına göre yine de ikili kuruluşu korudukları «Üç- Oğuz + Altı Oğuz» görülmektedir. Yirmidört Oğuz boyundan yirmi ikisinin adları ve damgaları Kaşgarlı Mahmut’ta görülmektedir. Bunlardan ikisinin Khalaç adı ile bu liste dışında bırakılması doğru değildir. Çünkü yirmî- dört Oğuz boyu bir bütün olarak büyük Oğuz göçünden sonra Oğuzların yayıldıkları bütün ülkelerde bir arada bulunmuşlardır. Yirmidört Oğuz boyunun düzeni şöyledir :

OĞUZ HAN Sağkol (Boz-oklar) Solkol (Üç-oklar)

Gün Han Ay Han Yüdız Han Gök Han Dağ Han Deniz Han Kayı Yazır Avşar Bayındır Salur tğdir (Kayıg) (Yazgır) Beğdili Becene Eymir (Yigidür) Bayat Döger Yarkm (Peçenek) (Eymür) Yıva Alkaevli (Töker) (Karkın) Çavundur Alanyontlu (tva) (Alkabölük) Dodurga Kızık (Çavuldur) (Ulayontlu) Kınık Karaevli (Tutarga) (Kartug) Çepni Yüregir Bögdüz Yabırlı (Üregir) (Yaparlu)

Bu yirmidört Oğuz boyundan hemen hepsinin de yurdumuzda yerleşmiş olduklarını köylerimize ait yer adlarından saptamakta­ yız. Bu yer adlarına bakarak bir sonuç çıkartmaya kalkışırsak Ana­ dolu’nun açılışında en çok hizmeti geçen Oğuz boylan, Avşar, Kayı, Kınık, Bayat, Eymir, Çepni, Yazır, Bayındır, Kızık, Karkın, Dodur- ga, Beğdili, Çavundur ve Salur boylarıdır. Yine Oğuz yayılışından sonra büyük devletler kuran boylar arasında da Kınık (Selçuklu ailesi), Döğer (Artuk Oğulları), Av­ şar (Karaman oğulları), Salgur (Kadı Burhaneddinliler), Yıva (İran Kaçar ailesi), Yüreğir (Ramazanoğulları), Bayındır (Ak ko­ yunlular), Kayı (Osmanoğulları) anılabilir.

3.1.1. OĞUZLARIN İLK YURTLARI İLK FAALİYETLERİ Oğuzlardan söz eden ilk tarihi kaynak Yenisey yazıtları ara­ sında bulunmuştur. Yazıtın bulunduğu Barlık ırmağı kıyıları bu nedenle Oğuzların ilk yurdu olarak kabul edilmektedir. Söz konu­ su yazıt, Öz Yiğen Alp Tuna adlı bir beye ait bulunmaktadır ki; bu bey şimdilik Oğuzlardan tanıdığımız tarihi ilk şahsiyettir. Yenisey

398 yazıtları Orhun yazıtlarından daha eski olarak bilindiğine göre Oğuzların tarihi de VI.. yüzyıla kadar inmektedir. Oğuzlar, Orhun yazıtlarında da kendilerinden çok söz edilen bir kavimdir. Bilge Kağan Türk ve Oğuz illerine seslenir. Öyle an­ laşılıyor ki, bu devirde Oğuzlar Göktürk egemenliğinin dayandı­ ğı başlıca iki unsurdan birisidir. Oğuzlar Göktürk Kağanlığının Kutluğ Kağan tarafından ye­ niden kuruluşu tarihlerinde Selenga ırmağı boylarında oturuyor­ lardı. Bu tarihlerde başlarında Baz Kağan’m bulunduğunu ve bu­ nun İlteriş Kağan (Kutluğ) ile bazı anlaşmazlıklar yüzünden sa­ vaşlar yaptığını biliyoruz. Baz Kağan’m öldürülmesinden sonra­ dır ki, Oğuzlar Göktürk imparatorluğuna bağlandılar. Ancak onlardan ayrılan bir grup Oğuz boyu (Dokuz Oğuz) Göktürklerin muhalifleri olan Uygur, Basmıl ve Karluklarlâ or­ tak cephe kurdukları da bir gerçektir. Özellikle Dokuz Oğuzların Üç-Oğuz boyları bu mücadelede önemli bir rol oynamışlardır. Üç Oğuzlar bu uğraşlardan birinde Göktürk Kağanının ordusunu ba­ sacak kadar ileri gitmişlerdir. Bu tehlikeli durumu ancak, Kül- Tigin eşsiz yiğitliği ile giderebilmişti. Böylece Oğuzlar bîr bölük boyları ile Göktürk İmparatorluğu­ nun dayandığı unsurlardan biri olurken, bir bölük boyları ile de Uygur federasyonunu meydana getiren Türk budunlarına katıl­ mışlardır. Ama onların Uygur egemenliğine de zaman zaman baş kaldırdıkları görülür. X. yüzyılda Oğuzların Batı Göktürk devleti alanına göçettik- leri ve Türgiş Kağanlarının buyruklarına girdikleri görülür. Oğuz­ ların bu ilk yer değiştirme olayı Abbasi halifesi Mehdi zamanına rastlar. Tarihi kaynaklarda onlarm Maveraünnehir’e Türk illeri­ nin en doğu ucundan göç ettiklerinden söz edilir. Bu göç sırasın­ da Oğuzların Aral gölü bölgesinden Peçenekleri çıkartarak onları Balkanlara göç etmeye zorladıkları ve yurtlarına yerleştikleri bi­ linmektedir. Bu devirde Oğuzlar güneyde Seyhun ırmağının or­ ta yatağından kuzeyde Hazar gölüne dek uzanan bozkırda yer­ leşmişlerdi. Bu nedenledir ki bugünkü Kırgızistan’ın önemli bir bölümünü teşkil eden bu topraklar o tarihlerde Oğuz bozkırı (el- Mefazât el-Guziye) adını almıştı. Oğuzlar bu topraklara yerleştik­ ten sonra güneye, güney batı ve kuzey batıya doğru yayılmaya devam ettiler. İlk ağızda şimdiye kadar ıssız bir yer olarak bili­ nen Hazar gölü üzerindeki Mangışlak yarımadasına yerleştiler. Daha sonra da Harezm ve Maveraünnehir’e girmeye başladılar. Bu dönemde Oğuzların meydana getirdiği örgütün adı Yabgu devleti olarak anılır. Yabgularm kışlık merkezleri Seyhun ırmağı

399 ağzma yakın bir yerde kurulmuş olan Yangıkent idi. Yabguluk döneminde Oğuzlar kuzey batıda Hazarlarla, kuzeyde Kıymaklar­ la, doğuda ise Karluklarla aralıklı savaşlarda bulunmuşlardı. Oğuzlar üzerinde Yabguların ne derece egemen oldukları ke­ sinlikle bilinemiyor. Ama, bilinen bir şey varsa o da Oğuz beyleri arasında sürekli bir geçimsizliğin olduğudur. Yabgu devletinin yı­ kılışına da bu geçimsizlik neden olmuştur. Nitekim Yabgu’oun Sübaşısı olan Selçuk Bey de böyle bir anlaşmazlık yüzünden ken­ dine bağlı boy ve taraftarları ile Oğuz bozkırından çıkmış ve İs- iâm topraklarına geçmiştir. Ondan sonra da Yabgu devleti iç an­ laşmazlıklarla parçalanmış gibi gözüküyor. Selçuk’un büyük oğlu İsrail’in yabgu ünvanmı alması ve hükümdarlara özgü olan Ars- lan adını takınması bu olay üzerine gerçekleşmiştir denilebilir. Yabgu devletinin çökmesi üzerine dağılan Oğuz boylarını Selçuk ve çocuklarının başarılı faaliyetleri tekrar birleştirmiş ve onların Selçuklu ailesi çevresinde kümeleşmelerini sağlamıştır. Bu sonuç Oğuzların Selçuklu imparatorluğunu kurmalarına ve dünya tarihinde unutulmaz bir atılım yapmalarına başlangıç ol­ m uştur.

3.1.2. OĞUZLARDA DİNSEL ve SOSYAL DEĞİŞMELER Oğuzların kafa tası, yüz biçimleri ve beden yapıları itibariyle özellikleri kesinlikle bilinmiyor. Ancak, onların mongoloid olma­ dıkları bir gerçektir. Çoğunlukla sakal ve bıyıklarını traş etmek­ te idiler. Buna karşüık saçlarını uzatıyorlardı. Giyimlerinde daha çok beyaz ve açık rengi seçerlerdi. Bütün Türklerde olduğu gibi kara, yas ve uğursuzluk alâmeti idi. X. yüzyılda büyük çoğunluğu göçebe olan Oğuzların, bir bö­ lüğü Yangıkent ve ona yakın yörelerde yerleşik hayata geçmiş bulunuyorlardı. Konar göçerler kentleşmiş Oğuzları Yatuk adiyle anarlardı. Başlıca kentleri Savran, Farab, Karmak, Soğnak ve Sütkent idi. Aralarında Soğdaklar (Soğd) da yaşamakta idi. Oğuz Yabgu devletinde devlet başkanı olan Yabgu’dan sonra en yüksek görev Sübaşılık yani ordu komutanlığı idi. Kiil - Erkin Yabgu’nun vekili ile îmal, Tarhan gibi ünvanlarla devlet erkânı oluşuyordu. Bunların yanında Tuğracı gibi daha bazı görevleri de anabiliriz. Oğuz ilini meydana getiren yirmidört Oğuz boyu­ nun başında ise çok nüfuzlu ve otoriter beyler bulunmakta idi. Bunların her biri soyları kutsal bir efsaneye dayanan çok soylu kişilerdi, hem de pek zengin idiler. Oğuzlar X. yüzyılda bağımsız ve kudretli bir il idiler. Savaşçı oldukları gibi, silâhları da mükemmeldi. Bu gücü yaşattıkları

400 bozkır ekonomisinden sağlıyorlardı. Başlıca işleri hayvan yetiştir­ mekti. Koyun sürüleri, deve, yılkı hatta sığır sürüleri asıl ser­ vetlerinin kaynağı idi. Pek çok at da yetiştirirlerdi. Atı binek ola­ rak kullanırlar taşıma aracı hizmetini deveye gördürürlerdi. Ye­ tiştirdikleri hayvanları Horasan ile Maveraünnehir’de satarlardı. Bu nedenle aralarında ticaret de gelişmişti. Oğuzlar Aral gölü çevresine yani Oğuz bozkırına göç edince­ ye değin dinsel yaşamda genellikle budun inançlarını korumuş­ lardı. Ancak bu ortama yerleştikten sonra sıkı siyasal ve ekono­ mik ilişkiler kurdukları Harezm, Maveraünnehir ve Horasan’dan İslâm dininin etkisinde kaldılar. Onların İslâmlığı kolayca benim­ semelerinde kendi asıl inançlarındaki evrenin egemeni ulu bir varlığa inanmış olmalarının etkisi önemli olmuştur. Bu varlığa onlarda öteki Türkler gibi Tengri-Bir Tengri diyorlardı. Oğuz topluluğunun yaşamında en önemli kişilerden biri top­ lumu aydınlatan, uyaran, yol gösteren, akıl öğreten Ata, Dede, Baba sanlarıyla anılan hakimler (düşünür, filozof, evliya, şeyh) di. Bunlar dinsel yaşamı düzenler, hekimlik ederler, geleceğe dair keşiflerde bulunurlar yani, fal açarlardı. İşte Oğuz destanların­ da adı geçen Korkut Ata (Dedem Korkut), Ahmed-i Yasevi’yi ye­ tiştiren Arslan Baba, onun oğlu Mansur Ata, Zengi Ata bunlara örnek teşkil ederler. Oğuzlarda ölü gömme törenleri de doğal olarak öteki Türk- lere benziyordu. Ölülerini sırtlarında giyimleri, silâhları, özel eş­ yaları ile birlikte gömerler, mezarların üstünü kubbe gibi toprak­ la örterlerdi. Ondan sonra ölü adına kesilen adak kurbanlariyle yoğ aşı kaynatıp yerler, konu komşuya dağıtırlardı. Kadınların yeri pek önemli idi. Hatta hatunlar beylik dahi edebilirlerdi. Bunlardan Barçınlığ Hatun bir ara Seyhun ırmağı boyunda beylik sürmüş ve ölümünden sonra türbesi çevresinde kurulan kent de bu yüzden onun.adını almıştır : Barçınlığ kent. Oğuz kadınlarında toplum yaşamına katılma eğilimi ve oranı öteki göçebelere göre pek yüksektir. Oğuzlar IX. yüzyıldan sonra bir yandan İslâm ülkeleriyle olan ilişkileri bir yandan da Müslüman tüccarların öğretileri ile İslâm dinini tanımaya başladılar. Bunun sonunda aynı yüzyılın ikinci yarısından itibaren yavaş yavaş İslâmlık aralarına girdi. Zamanla da bu akım hızlandı. XI. yüzyılın ortalarında ise artık onlan Müs­ lüman olarak tanımaktayız. Oğuzlar arasında İslâmlığın yayılı­ şında bir diğer faktör de onların İslâm dünyasındaki siyasal ba­ şarılar ve Müslüman kitlelerin içine göç etmeleri olmuştur, deni­ lebilir. Müslüman Oğuzlara İslâmlar tarafından verilen ad ise Müslüman - Türk anlamına gelen Türkmen sözcüğüdür.

401 öte yandan ana kitleden kopan bir kol XI. yüzyılın birinci yarısında Kıpçaklann baskısı karşısında Karadeniz kuzeyinden Aşağı Tuna’ya inmişlerdi. BizanslIların Uz adiyle andıkları bu Oğuz boyu 1065 yılında Tuna’yı geçerek Balkanlara yayıldılar. Fakat ansızın bastıran soğuklar ve salgın hastalıklar bunları fe­ na halde hırpaladı. Bu durumdan faydalanan Bulgar ve Peçenek- 1er onları sıkıştırınca onlar da Bizans hizmetine girdiler. Bizans İmparatorluğu bunları Balkanlarda Makedonya, Anadolu’da Ka­ raman ve Kayseri yörelerine yerleştirdiler. Bizans’ın etkisiyle Hıristiyanlığı benimseyen Uzlar, încili Türkçeye çevirdikleri gibi Bizans - Rum alfabesinden de kendilerine özgü bir alfabe yapmış­ lardı. Bunlar Bizans İmparatorluğunda oldukça uzak yerlere yer­ leştirildikleri halde yine eski başbuğları olan Tarhan’a bağlı idi­ ler. Tarhan ünvanı da Tarchaniotes biçimiyle Bizans İmparator­ luk isim cetvellerine geçmişti. Nitekim Malazgirt savaşına Tarc­ haniotes komutasında katılan Uzlar ve bir kısım Peçenekler sa­ vaş sırasında Alp Arslan ordusuna katılmışlardı. Daha sonra bu hıristiyan Türkler Rum Ortodoks kilisesinin ve Ermeni kilisesinin baskısı ile Türklüklerim unuttular, Yunanlaştılar, Ermenîleştiler. OsmanlI devletinin sonuna kadar Karaman Rumları adı ile ilk yerleştirildikleri yurtlarında yaşadılar. 1924 Mübadele anlaşma- siyle de Yunanistan’a göç ettiler.

3.2. OĞUZLARIN GENEL TÜRK ve İSLÂM TARİHÎNE GİRİŞLERİ Oğuzların ve onlara katılan öteki Türk budunlarının yaptık­ ları büyük atılımı simgeleyen büyük Selçuklu egemenliği olmuş­ tur. Selçuklu ailesinin kurduğu devletler İran, Irak, Kirman, Suriye ve Anadolu’da 300 yıldan fazla devam etmiş, Türk - İslâm ve dünya tarihi üzerinde sürekli etkileri görülmüştür. Selçuklu imparatorluğunun egemen olduğu alanda bu gün Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan, Afganistan, İran, Azarbey- can, Gürcistan, Ermenistan, Irak, Suriye, Umman, Kuveyt, Ürdün, İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye devletleri kurulmuş bulun­ maktadır. Selçuklu atılımı ile Maveraünnehir’in Türkleşmesi ke­ sinlik kazandığı gibi, İran’da büyük bir Türk nüfusunun yerleş­ mesi, Azerbeycan ve Anadolu’nun Türkleşmesi de gerçekleşmiştir. Selçukluların Ön Asya’ya egemen olmaları île Hıristiyan Bi­ zans’ın Ön Asya’da IX. yüzyıldan itibaren sağladığı üstünlük kay­ bolup gitmiştir. Bizans imparatorlarının Abbasi halifeliğini yıka­ rak İslâmlığı Arabistan çöllerine sürüp atmaları tasarıları da bu arada yıkılmıştır. İşin daha da acı ve gerçek yanı Bizans, Anadolu ve Kuzey Suriye’den sökülüp atılmış, dolayısiyle Hıristiyanlık Asya kıtasından çıkarılmıştır.

402 Kutsal Anadolu topraklarının Müslüman Türkler eline geç­ mesi ve hele 1084’ten sonra onların Hıristiyanlığın ikinci merkezi İstanbul’u (Bizans) tehdit etmeleriyse, Hıristiyan Avrupa’da bü­ yük heyecanlara neden olmuş ve Haçlı Seferlerinin hazırlanmasın­ da başlıca etkin unsur haline gelmiştir. Böyle Hıristiyanların Türklere duydukları tükenmez hın­ cın ilk tohumlan Hıristiyan topluluklarda, devletlerde, halk yı­ ğınlarında, kilisede filizlenmeye başlamıştır.

3.2.1. İLK SELÇUKLU BEYLERİ ve FAALİYETLERİ

Selçuklu imparatorluğu adını Dukak Bey’in oğlu Selçuk Bey’- den almıştır. Dukak Bey’in kişiliği kaynakların yetersizliği nede­ niyle pek açık seçik olarak bilinmemektedir. Ancak onun Oğuzlar arasında Temir - Yalığ ünvanı ile anılmasından hükümdar soyun­ dan geldiği sonucu çıkarılmaktadır. Zira Türkler arasında yay egemenlik alâmeti olmakla Dukak Bey’in de Demir yaylı ünva- niyle böyle bir soyluluk işareti taşıdığı anlaşılmaktadır. Nitekim îbni Hassül Tüklerle ilgili yapıtında onun torunu Tuğrul Bey’i soycak efsanevî Efrasyab (Alp - er - Tunga) ya bağlamaktadır. Kıbcak bozkırındaki Oğuzların başbuğu olan Dukak Bey, Oğuz Yabgu devletinde en sorumlu mevkilerden birinde bulun­ makta idi. Dukak Bey’in Müslüman olduğuna dair bir kayıt yok­ tur. Ailede ilk Müslüman olarak bilinen, oğlu Selçuk Bey’dir. X. yüzyılın başlarında doğan ve büyük bir Türk imparator­ luğunun isim babası alan Selçuk Bey babası Dukak öldüğü zaman 17 -18 yaşlarında idi. Adım her halde doğduğu yer olan Sel - Tuğ’dan almıştır. Bu adın Türkçe ahenk kurallarına göre Salçuk ya da Selçük (Küçük sel) olması bir gerçektir. Ancak özellikle batı Türkçesinde bu ad Selçuk olarak benimsenmiştir. Bu adı Selçuk olarak okuduğumuz takdirde anlamı mücadeleci ol­ maktadır. Selçuk Bey gençliğinde Yabgunun yanında yetişmiş ve baba­ sının ölümünden sonra da Yabgu devletinde en önemli görev olan Sübaşılığı almıştı. Bir taraftan devletin ordularını eline geçirmesi, bir taraftan da ailesi itibariyle büyük bir Oğuz kitlesinin başbuğu olması sonunda Selçuk Bey’le Yabgu arasında gizliden gizliye baş­ layan bir geçimsizlik en sonunda anlaşmazlığa dönüşmüştü. Bu anlaşmazlığın bir kaynağı Yabgu ile Dukak Bey’in geçimsizliği olabileceği gibi, Yabgu’nun eşi Hatun’un da Yabgu’yu Selçuk Bey’e karşı kışkırtması söz konusu edilebilir. Ama, Selçuk Bey’in kendine bağlı boyları alıp güneye doğru göç etmesine de başlıca etken çayır ve otlak darlığıdır. Başta men­ sup olduğu Kınık boyu ile ardına taktığı öteki boylarla Selçuk

403 Bey 960 yılından sonra Seyhun ırmağının sol kıyısında bulunan Cend’e geldi. Türk illeri ile İslâm ülkeleri arasında bir sıoır ken­ ti olan Cend’e Selçuk’un gelişi, tarihte önemli bir çağın açılışına başlangıç olmuştur. Selçuk Bey’in Cend yöresine yerleştikten sonra ilk işi kendisi, çocukları ve kendisine bağlı illerle birlikte İslâmlığı kabul et­ mesi oldu. Böylece Cend’in asıl yerli ve Türk-İslâm halkı ile de kaynaştıktan sonra Oğuz Yabgu’su ile bağlarını tamamen kopar­ dı. Merkezi Cend olmak üzere yeni bir Türk devleti kurdu. Ancak, bu devletin örgüsü yine eski Türk törelerine göre meydana geti- tilmişti. Yabgu, Yınal, İnanç, Bey gibi ünvanlarla devlet örgütü vücut bulmakta idi. Selçuk’un kurduğu bu küçük devlet, Saman- oğulları ile Karahanlılar arasındaki egemenlik mücadelesine ka­ tıldı. Oğlu Arslan Yabgu’nun başarılı faaliyetleri sonunda Ma- veraünnehir’in bir kısmında Selçuklu egemenliği yerleşmeyi ba­ şardı. Bu başarılardan sonra Melik el-Gazi Selçuk yüz yaşını aş­ kın olduğu halde 1009’a doğru Cend’te öldü. Selçuk Bey’in dört oğlu olmuştu. Mikail, İsrail (Arslan Yabgu) Yusuf Yınal ve Musa İnanç, Mikâil babasından önce öldüğü için devletin yönetimine Arslan Yabgu el koymuştu. Mikâil’in iki oğlu Çağrı ve Tuğrul ise devlette Bey olarak yerlerini almışlardı. Bu sırada Maveraünnehir’de Samanoğulları devleti çökmüş, onun yerini Karahanlılar almış bulunuyordu. Karahanlı hükümdarı Nasr Arslan İlig Han Selçuklu Oğuzları ile onlara katılan öteki Türkmenlerin Maveraünnehir’in siyasi yapısında büyük bir teh­ like olduklarını sezinleyince onlara karşı cephe aldı. Bunun üze­ rine Çağn ve Tuğrul Beyler Harun Buğra Han’a yaklaşmayı ter­ cih ettiler. Öte taraftan Arslan Yabgu da Selçuklulara karşı Graz- neli Mahmut ile anlaşmış bulunan Karahanlı hükümdarlarına karşı Buhara’da bağımsızlığını ilân eden Ali Tigin ile bağlaşmayı öngördü. Uluğ Kağan olan Yusuf Kadir Hanla Gazneli Mahmut özellikle Selçuklu Oğuzları konusunda anlaştılar. Gazneli Mah­ mut, Arslan Yabgu’yu bir takım vaadlerle Semerkand’a çağırdı. Arslan Yabgu oraya gelince de tutuklayarak Hindistan’da Kalin- car kalesinde zindana attırdı. Burada yedi yıl kalabent yaşadık­ tan sonra öldu. Arslan Yabgu’nun tutuklanması Selçuklu devle­ tinde büyük bir sarsıntıya neden oldu. Arslan Yabgu’ya bağlı Oğuzlar başsız kalmışlardı. Gazneli Mahmut bunların bir kısrmnı Horasan’a geçirterek yerleştirdi. Bir kısmı ise Çağrı ve Tuğrul Bey’in buyruğuna girdiler. Maveraünnehir’de kalan Oğuzlar küçük kardeş Musa’yı Yabgu olarak seçtiler. Öteki Selçuklu Beyleri de bunu kabul ettiler. Selçukluların tekrar örgütlendiğim gören Ali Tigin bunların arasındaki birlik ve beraberliği bozmak için Mu­ sa Yabgu’nun oğlu Yusuf’u İnanç Yabgu olarak tâyin etmekle

404 Çağrı ve Tuğrul Beylere karşı harekete geçirmek istedi. Ama Yu­ suf bunu kabul etmedi. Bu anlaşmazlıktan doğan mücadelede Yu­ suf öldürüldü ise de Çağrı ve Tuğrul Beyler onun öcünü Ali Tigin’den hemen aldılar. Bu olay Selçuklular arasındaki birliği ve gücü göstermekte önemlidir. Bu arada Çağrı Bey’in 3000 kişilik bir atlı kuvvetiyle Bizans üzerine bir akına çıktığı görülür. Keşif m.ahiyetinde olan bu akın Oğuzların Azerbeycan ve Ermenistan yörelerine rahatça geçebi­ leceklerini ispatlamıştır. Ermeni tarihçilerinin anlatımlarına gö­ re rüzgâr gibi uçan atlar üstünde uzun saçlı, yaylı ve mızraklı Türkmenler 1018’te Van yöresinde Ermeni Vaspuragan krallığı topraklarında görünmüşler burada başarıyı elde ettikten sonra kuzeye yönelmişler, Gürcü kuvvetlerinin çekilmesi üzerine Vasat Pahlavani komutasındaki ikinci Ermeni ordusunu da yenmişlerdi. Çağrı Bey’in akını o kadar şiddetli olmuştuki buradaki Ermeni Kralı Senekherim Orta Anadolu’ya çekilmek zorunda kalmıştı. Çağrı Bey’in bu doğu Anadolu seferi İç Asya’da özellikle Türk­ menler arasında Selçuklu ailesi için büyük bir propaganda oldu. Çevrelerine toplanan Oğuzların sayısı gittikçe arttı. Bir yandan Harun Harezm Şah’ın, bir yandan da Ali Tigin’in desteğini sağ­ lamada bu seferin etkisi büyük olmuştur. Nitekim başlıca basım­ ların Oğuz Yabgusu Ali’nin oğlu Şah Melik’in baskısını Harun’un desteği ile bertaraf edebilmişlerdi. Selçuklular çevresinde topla­ nan Oğuzlar yerleştikleri Cend ve Harezm bölgesine sığamaz hale geldikleri gibi, kendilerini himaye eden Harun Harezm Şah’ın da bir suikast sonunda öldürülmesi üzerine Horasan’a geçmeye ka­ rar verdiler. Çağn ve Tuğrul Beyler yanlarında Musa Yabgu ve kuvvetleri, Yınallılar (Yusuf Yınal’ın oğlu ve Tuğrul Bey’in ye­ ğeni İbrahim Ymal) olduğu halde 1035 Mayısında Ceyhun ırma­ ğını aşarak Merv ve Nesa’ya doğru ilerlediler. Bu yürüyüşte sayı­ ları hergün biraz daha artmakta idi. Gazneli devletince bu gelişme dikkatle izlenmekte idi. Onla­ rın izin almadan Gazne topraklarına girişlerini karşılamak için Gazne Sultanı Mes’ud onlar üzerine fillerle de teçhiz edilmiş bir ordu gönderdi. Hacip Bey - Toğdı komutasındaki Gazne ordusu Nesa’da feci bir yenilgiye uğradı. Bu başarı Oğuzların Horasan’da yerleşmelerini ve Selçuklu devletinin Cend’ten sonra ikinci kez kuruluşunu sağladı. Horasan Selçuklu devleti Büyük Selçuklu İm­ paratorluğunun çekirdeği oldu. Selçukluların bu başarısı üzerine Gazneliler yeniden harekete geçtiler. 1038’de Serahs yakınlarında yapılan savaşta da Hacip Sübaşı komutasındaki Gazne ordusu yenilgiye uğradı. Bu ikinci zafer sonunda Horasan ülkesi kesinlikle Selçuklu devleti eline

405 geçti. Eski Türk töresine göre ülke beyler arasında üleştirildi. Çağrı Bey’e Merv, Musa Yabgu’ya da Serahs verilmişti. Tuğrul Bey ise önden ilerleyen İbrahim Ymal’ın sağladığı güvenle Nişa- bur’a girdi ve Sultannül’l-Muazzam (Uluğ Kağan) ünvanmı aldı. Abbasî halifesi el-Kasım bi-Emri’llah da gönderdiği menşurla Tuğ­ rul Bey’in hükümdarlığını onayladı. Böylece Türk ve dünya tari­ hine yeni bir imparatorluk doğmakta idi.

3.2.2., SELÇUKLU İMPARATORLUĞUNUN DOĞUŞU

Oğuzların Horasan’da yerleşmeleri ve Selçuklu ailesinin bir devlet kurmaya kalkışmaları Gaznelilerce benimsenmedi. Gazne Sultanı Mes’ud tarihin doğal akışı sonunda karşılaştığı bu oldu bittiyi kabul etmedi. Gazne devletinin gücüyle Oğuz yayılışını ön- liyebileceğini sandı ve 300 fil ile 50000 atlıdan ibaret ordusu ile Belh’e geldi. Selçuklular kendileri için bir ölüm, ya da kalım sava­ şı olan bu harekâtı soğukkanlılıkla değerlendirdiler. Özellikle Çağ­ rı Bey’in azmi, sevk ve idaredeki üstün yetenekleri ile Gazne or­ dusuna karşı yıpratma taktiği uygulanmasına geçildi. Bir yıl ka­ dar süren ve sürekli baskınlarla bir boğuşmayı andıran savaşlar sonunda Selçuklular Gazne ordusunu çöle çekmeye muvaffak ol­ dular. Selçuklular çekilirken yolsuz ve ıssız bozkırda ne kadar su kuyusu varsa hepsini körletmiş bulunuyorlardı. Yorulan, susuz ka­ lan ve yıpranan Gazne ordusunu en sonunda 1040 yılı Mayıs ayın­ da Dandanakan kalesi altında savaşa zorladüar. Üç gün süren savaş Gaznelilerin feci bir yenilgiye uğraması ile sonuçlandı. Böylece Oğuzların önünde yarım yüzyıldan beri en büyük engel olarak duran Gazne şeddi kesinlikle yıkılmış oldu. Artık Oğuzlar için Bizans İmparatorluğundan başka Ön Asya’da, hilafet toprak­ larında hiç bir ciddî kuvvet kalmamış bulunuyordu. Dandanakan savaşının son günü Selçuklu liderleri aralarında yaptıkları bir toplantıda Tuğrul Bey’i Selçuklu Sultanı olarak ilân ettiler. Bu karar daha sonra bütün Oğuz beylerinin Merv’de yaptıkları büyük kurultayda onaylandı. Böylece Selçuklu impa­ ratorluğu Türk törelerine göre kurulmuş oldu. Kurultayda alman kararlar Uluğ Kağan Tuğrul Bey’in imzası ile Halife el-Kaim bi-emri’llah’a bildirildi. Bu sonuç üzerine Selçuklu beyleri yeni gelişme alanlarını plânladılar, buyruklarındaki boylarla birlikte eski Abbasî hilâfe­ tinin topraklarına yayılmaya ve yerleşmeye başladılar. Bu arada Gaznelilerden gelen bir iki tepki hareketini de püskürttüler. Selçuklu İmparatorluğunun kuruluşunda Çağrı Bey, Tuğrul Bey ve Musa Yabgu’dan ibaret üç büyük liderin altında İbrahim Yınal (Kuhistan, Cibal ve Azerbaycan), Arslan Yabgu’nun oğlu

406 Kutalmış (Gürcan ve Damgan), Çağrı Bey’in oğlu Kavurd (Kir­ man), Yusuf Ymal’m oğlu Er - Taş (Afganistan), Çağrı Bey’in öteki oğlu Yakûtî (Maveraünnehir ve Horasan) bölgelerinde yö­ netimi ellerine almışlardı. Bu arada 1060’ta Çağrı Bey 70 yaşında olduğu halde ölmüş ve cenazesi oğlu Alparslan’ın Merv’de yaptır­ dığı türbeye defnedilmişti.

3.2.3. OĞUZLARIN BÜYÜK GÖÇÜ

Selçuklu ailesinin Oğuz boylarında aldığı güçle elde ettiği bu siyasi başarı, yani Selçuklu İmparatorluğunun kuruluşu, 1040’tan 1680 yıllarına kadar tam altı buçuk yüz yıl boyunca Oğuzların Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında etkin bîr tarihi rol oynamala­ rına başlangıç olmuştur. Bütün siyasi dalgalanmalara, iç anlaşmazlıklara, aileler ve boylar arası çekişmelere hatta, Moğol istilâsına rağmen Oğuz ya­ yılışı devam etmiş İç Asya, Ön Asya, Akdeniz ülkeleri ve Doğu Av­ rupa tarihleri Oğuzların çeşitli faaliyetleri ile biçimlenmiştir. Bu altı buçuk yüz yıl içinde doğan ve batan siyasi örgütler yanında Oğuzların yurt ve yerleşme sorunları ile yayıldıkları alan­ ları ise doğuda Tirmiz, Gazne, Sistan, Kirman’dan batıda Um­ man, Libya hatta Habeşistan içlerine kadar uzanmıştır. Gerçi Umman, Libya ve Habeşistan’a kadar yayılışta siyasi bir örgütlen­ me görülmez ise de bu ülkelerde dolaşan İbni Cübeyr ve İbni Batuta seyahatnamelerinde Oğuz boylarına rasladıklarını açıkla­ mışlardır. Hiç kuşkusuz bu sıcak ülkelere inen Oğuzlar, belki de bir kaç ufak boy ya da oymaktan ibarettiler. Ama, onların çoğun­ lukla yayıldıkları alanlarda siyasi güç haline gelişleri bir anlık bir sorun olmuştur. Anadolu’da, Azerbaycan, İran, Kirman, Irak ve Suriye’de Oğuzların meydana getirdikleri yığınaklar sonunda bu ülkeler ve onları çeviren komşu ülkelerin tarihleri Türk tari­ hinin bir bölümü haline gelmiştir. Selçuklu İmparatorluğunun dağılışından sonra Oğuzların Ön Asya’ya yayılan kolları Türkmanan-i Irakiye, Türkmanan-i Diya- ri’ş - Şamiye ve Türkmanan-i Bilad’r - Rumiye olmak üzere üç kol­ da toplanır. Bunlardan Irak Türkmenleri (İran ve Arap Irakları) Irak, Azerbaycan, İran, Horasan ve Maveraünnehir’de, Suriye Türkmenleri Güney ve Güneydoğu Anadolu, Suriye, Filistin, Hi­ caz, Yemen ve Mısır’da; Diyar-i Rum yani Anadolu Türkmenleri Anadolu, Balkanlar ve Orta Avrupa’da siyasi faaliyetlerini sür­ dürmüşlerdir. Büyük Hun göçü ve onları izleyen Türk kavimlerinin Orta ve Doğu Avrupa’da kurdukları siyasi örgütlerin ömürleri az oldu­

407 ğu kadar, bu Türk kavimleri yoğun Slav ve Germen toplulukla­ rı arasında sür’atle eridikleri halde, Oğuz göçüyle doğan siyasi örgütler Ön Asya tarihinde halâ etkinliklerini (Türkiye Cumhu­ riyeti) sürdürmektedirler. Ayrıca Oğuz göçüyle Azerbaycan ve Türkiye kesinlikle Türkleşmiş, îran. Irak, Suriye ve Balkan ülke­ lerinde de yoğunluk oranı değişen Türk toplulukları günümüze kadar yaşamlarına devam etmişlerdir. Bu bakımdan Oğuz göçü­ nün Türk kavimler! tarihi arasında da ayrı bir önemi vardır.

3.2.4. BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU

Tuğrul Bey (1040 - 1063). Büyük Selçuklu devletinin ilk hü­ kümdarı olan Tuğrul Bey yukarıda gördüğümüz gibi Dandanakan savaşından sonra Merv’de toplanan kurultayda hanlanmıştı. Ma­ mafih onun sultanlığını Horasan’daki ilk başarılı faaliyetler döne­ mine 1038’e kadar götürmek mümkündür. Tuğrul Bey Selçuklu devletinin kuruluşunda, özellikle örgüt­ lenmede üstün yetenekleriyle büyük hizmetler yapmıştır. İnsan­ ları, kitleleri yönetmekte büyük başarı göstermiştir. Selçuklu dev­ letinin hükümdarı olunca batı sorunları ile uğraşmak amacıyla tahtkentini Nişabur’dan Rey’e (Bugün Tahran yakınlarında ören halindedir) taşıdı. Bu kenti onardı. İlk atılımda Abbasî halifeleri­ ni adeta gölge haline getiren Şi’î Büveyhoğullannın İran ve Irak üzerindeki egemenliklerini ortadan kaldırmayı tasarlamıştı. İkin­ ci atılımı ise Bizans imparatorluğuna karşı seferleri sürdürmek ol­ muştu. Tuğrul Bey Şi’i Büveyhoğullannın Irak-i Acem ve Cibal üzerindeki egemenliklerini iki yeğeni İbrahim Yınal ve Kutalmış komutanlarında sevk ettiği ordularla süratle yıktı. Bundan sonra Doğu Anadolu üzerine yöneldi. Oğuzlann Anadolu ile ilgilenmeleri 1018 yılına kadar iner. Çağrı Bey’in keşif mahiyetindeki bu seferini 1025 -1041 yılları arasında Irak Türkmenleri başbuğu Kızıl Bey’in seferleri izlemiş­ tir. Bu arada Buğa, Koktaş, Mansur ve Nasoğlu gibi beylerin Gür­ cistan sınırlarından Cizre’ye kadar bütün Doğu Anadolu’ya akın­ lar yaptıkları görülür. Türk akınlarına karşı imparator Konistan- tions Monamachos (1042 - 1052) doğu sınırlarında bazı tedbirler alınca, Tuğrul Bey de doğu Anadolu’ya Oğuz beylerinin özel giri­ şimlerle yaptıkları akınları İbrahim Yınal, Kutalmış ve Arslan Yabgu’nun bir diğer oğlu Haşan Bey’in komutasındaki ordularla desteklemeye başladı. Bizans ve bağlaşıkları Ermeni, Gürcü or­ duları 1046’da Gence, 1048’de ise Kara Erzen (Erzurum yakınında Karaz) alındıktan sonra Pasinler de yenilgiye uğradılar. Böylece Türk boylarına Van gölünden Trabzon’a kadar uzanan alan fi’len açılmış oldu. Pasinler zaferi karşısında Monamachos barış iste­

408 mek zorunda kaldı. İstanbul’da harap olan bir cami’i onarmış ve burada beş vakit namaz kılıomasına izin verdiği gibi, hutbeyi de Tuğrul Bey adına okutmuştur. Tuğrul Bey 1054’te Anadolu üzerine tekrar sefer açtı. Gence, Bargiri ve Erciş Selçuklu yönetimine girdi. Türk atlıları Çoruh ve Kelkit vadilerine dek uzandılar. Irak, Ehvaz, Şiraz vb. ülkelerde Şi’î Büveyhoğullarımn Sün­ nî halka karşı baskıyı artırmaları ve özellikle Bağdat’a hakim olan Arslan Besasiri’nin Mısır Fatımî halifelerinden destek gör­ mesi üzerine Abbasî Halifesi el-Kaim bi-emrillah Tuğrul Bey’i Sünnîliği ve kendisini kurtarması için Bağdat’a çağırdı. Tuğrul Bey 17 Ocak 1055’te halifeliğin bu ünlü başkentine girdi. Bu olay 1'917’de Türk kuvvetlerinin Bağdat’ı İngilizlere terk edişlerine ka­ dar tam 662 yıl sürecek olan İslâm dünyasında Türk egemenliği­ nin resmen başladıği tarih olmuştur. Tuğrul Bey’in Bağdat’a ikinci gelişinde ise, bu egemenliği meşrulaştıran bir tören yapıldı. Bütün Selçuklu beyleriîıin ve ha­ lifelik erkânının katıldığı bu törende Tuğrul Bey, Halifenin min­ netlerini ifade eden nutkunu dinledikten sonra Halifelik tahtı ya­ nında hazırlanan bir tahta oturtuldu ve kendisine halife tarafın­ dan taç giydirilerek, kılıç kuşatıldı. Sultanü’l - Magrib ve’l - Maş- rik (Doğu ve Batı’nın hükümdarı) ilân edildi. Böylece onun İs­ lâm dünyasındaki egemenliği halife tarafından onanmış bulunu­ yordu. Bu görevi Tuğrul Bey’den sonra onun izinde yürüyen Türk kuşakları çağımıza kadar sürdürmüşlerdir. Bu sonuç, Tuğrul Bey’in Şi’iliği ortadan kaldırmayı ve Oğuz boylarının göçlerini, yurt tutmalarını sağlamak amacıyla giriş­ tiği fütuhatı destekleyen, politikasını güçlendiren bir olay ol­ muştur. Bundan sonra Tuğrul Bey, Selçuklu devletinin kuruluşunda büyük hizmetleri görülen yeğeni İbrahim Yınal’ın baş kaldırmasıy­ la karşılaştı. İbrahim Yınal, Yınallı Oğuzlarından ve kardeşlerin­ den aldığı güçle isyan etmişse de sür’atle cezalandırıldı. Ama, bu sırada Arslan Besasiri tekrar Bağdat’a girmiş, halifeyi tutsak al­ mıştı. Tuğrul Bey bu olay üzerine tekrar Irak’a geldi. Arslan Besasiri Hille’de yakalandı ve öldürüldü. Halife tutsaklıktan kur­ tarılarak törenlerle Bağdat’a getirildi. Bu başarı üzerine Tuğrul Bey o tarihe kadar görülmediği halde Abbasî prenseslerinden biri yani, halife’nin kızı ile evlendi. Öte yandan bu kez yine başka bir yeğeni Kutalmış ve kardeşi Resul Tigin’in baş kaldırma olayı ile karşılaştı. Esasen yaşlanmış olan Tuğrul Bey bu sırada hastalandı ve 1063 Eylülünde 70 ya­ şında iken öldü. Rey’deki türbesine gömüldü.

409 Tuğrul Bey zekâsı, siyasi görüşlerinin üstünlüğü, adaleti ile Selçuklu İmparatorluğunun kuruluşunda önemli roller oynamış, bu devletin ilk hükümdarı olmuş, Ön Asya’da din birliğini sağla­ mada, güven ve huzuru getirmede başarılı bir Türk hükümdarı olarak ad .yapmıştır. Alp Arslan (1064 - 1072). Tuğrul Bey’in evlâdı olmamıştı. Bu nedenle kardeşi Çağrı Bey’in oğlu Süleyman’ı yerine veliahd gös­ termişti. Öldüğü zaman vezir Amidü’l-Mülk de bu vasiyet gereğin­ ce Süleymanı sultan ilân etmişti. Buna karşı Merv’de Horasan va­ lisi olarak bulunan Alp Arslan Yınalların desteği ile harekete geçti. Önce kendisini Sultan ilân eden Kutalmış ile uğraşmak zo­ runda kaldı. Kutalmış bozguna uğrayıp kaçarken atından düşüp öldü. Süleyman da Kutalmış tarafından tahttan atıldığı için Alp Arslan da 1064’te zahmet çekmeden Rey’e girerek Selçuklu tahtı­ na oturdu. Alp Arslan, ihtiyar amcası Musa Yabgu’yu yanına aldı. Kar­ deşi Kavurd’la da hükümdarlık konusunda anlaştıktan sonra Bi­ zans üzerine seferlere başladı. Bu aralıkta Yakuti komutasındaki Dinar, Kapar, Tuğ - Tigin vb. Türk beyleri zaten Anadolu akınla- rmı sürdürmekte İdiler. Bu akınlar çeşitli kollardan Şebin Kara- hisar, Sivas ve Malatya hattına kadar uzanmış bulunuyordu. Şim­ diyse Alp Arslan Bizans imparatorluğunun en güçlü bağlaşığı olan Gürcistan üzerine yönelmişti. Alp Arslan’ın 1064’te yaptığı bu sefer sonunda Ani ve Kars kaleleri feth edildi. Kars’ta ilk cami yapümakla Anadolu’da Türkler adına ilk hutbe burada ve Alp Arslan için okundu. Alp Arslan’ın bu başarısı İslâm dünyasında geniş akisler buldu. Bizans İmparatorluğu da barış istemek zorun­ da kaldı. Alp Arslan, Gürcistan seferinden sonra tekrar başkaldıran kardeşi Kavurd üzerine yöneldi. Oradan Merv’e gelerek önce oğlu Melikşah’ı Karahanlı prensesi Terken Hatun (Celale) la evlendir­ di. Burada şu evlilik olayına değinmemiz, daha sonra Melikşah üzerindeki etkisiyle bu Hatun’un Türk tarihinde önemli bir rol oy­ nadığını ve Türklerin bu yıllarda yani Müslüman oluşlarından 200 ya da 100 yıl sonra bile eski törelerini, kadının Türk toplu- mundaki yerini henüz bırakmadığını hatırlatmak içindir. Alp Arslan 1065’te Cend üzerine sefere çıktı. Kendi ana yurt­ larında kalan soydaşlarını (Oğuzları) ve Kıpçakları Selçuklu dev­ letine bağladı. Bu arada dedesi Selçuk’un kabrini de 'ziyaret etti. Bundan sonra da faaliyetlerini Anadolu üzerinde yoğunlaştırmak amacıyla batıya yöneldi. Bu sefer sırasında kardeşi Kavud’un so­ nuncu kez başlattığı ayaklanmayı bastırdı.

410 Anadolu’ya Gümüş - Tigin, Afşm, Ahmed Şah ve Salar-i Hora­ san komutasında öncü birlikleri gönderen Alp Arslan Ortaçağ’ın bu büyük imparatorluğu ile yapacağı kesin savaşın ön hazırlıkla­ rına geçmiş bulunuyordu. Öncü birlikler arasında özellikle Afşin’in faaliyetleri dikkati çeker. Selçuklu devletinin resmi kuvvetleri yanında ise Oğuz boyları da yurt tutmak amacı ile bu tarihlerde Doğu Anadolu’da ve güney doğuda kaynaşıp dururlarken, Orta Anadolu’ya Çukurova’ya doğru da sızmaya başlamışlardı. Türkler Ahlat yöresini üs haline getirmişler, buradan Harput, Darende, Malatya, Ergani ya da Diyarbakır, Siverek, Silvan, Urfa, Nizip, Adıyaman, Antakya doğrultusunda batıya doğru akmakta idiler. Afşin Bey, Malatya’dan sonra Kayseri’yi zabtetmiş oradan Eski­ şehir’e dek uzanarak Amur'iye (Amorion) yi almış ve tahrip et­ miştir. 1069’da ise Kavurd’u destekleyen Selçuklu prenslerinden Er-Sagun’u izleyerek Denizli yakınlarında Honaz’ı ele geçirmiş oradan da Marmara kıyılarına kadar ilerlemişti. 40 yıldan beri sü­ re gelen bu akınların tek amacı Bizans direncini yıkmaktı. Kent ve Kaleler tahrip edildikçe askeri yığınaklar dağıtıldıkça, müs­ tahkem mevkiler düşürüldükçe ve işin en önemli yönü yerli halk yılgınlığa uğratılıp moral bakımından çöktürülünce Bizans impa­ ratorluğunun direnme gücü de o oranda 'zayıflamakta idi. Bu tak­ tik daha sonra Balkan fütuhatında Osman oğulları tarafından ay­ nen uygulanacaktır. Alp Arslan, Bizans imparatorluğunun bu kerteye gelmek üze­ re olduğunu sezinlemekle batıya yönelmişti. Bu sırada Atsız Bey’in Suriye fütuhatına başlaması ile Şi’îliğin büyük kalesi Mı­ sır Fatimi halifeliğim yıkmak için o yöne yöneldi ve Halep’e geldi. Bu arada Peçenek Türklerine karşı kazandığı zaferler üzerine Oğuz Türklerini de yok etmek görevi ile imparatoriçe Evdoksia tarafın­ dan imparator yapılan Romanos Diogenes’in ağır bir ordu ile Do­ ğu Anadolu’da ilei'lemekte olduğu haberini aldı. Alp Arslan bu ha­ ber üzerine hemen geriye döndü. Hızla ilerleyerek Malazgirt önün­ de imparatoru karşıladı.

Dünya tarihinin akışını değiştiren, yeni bir çığır açan Ma­ lazgirt savaşı, 26 Ağustos 1071’de Bizans imparatorluğunun en seçkin kuvvetlerinin imhası ve imparatorun tutsak alınışı ile par­ lak bir zaferle son buldu. Bu zaferle Bizans’ın direnme gücü kesin olarak yıkılmış bu­ lunuyordu. Artık, Anadolu Oğuz boyları için eşsiz bir yurt olma durumuna gelmiş oluyordu. Zaferden sonra Alp Arslan Kârahan- lılarla Harezmliler arasında baş gösteren savaşı bastırmak için Maveraünnehir’e döndü. Burada iken tutsak alınan bir kale ko- mutanınm ansızın ve yandan saldırısına uğradı. Zehirli bir han­

411 çerden aldığı yara île Türk ve Islâm tarihinin bu eşsiz yiğidi 45 yaşında olduğu halde 1072 yılında öldü. Melik Şah (1072- 1093). Selçuklu İmparatorluğu en azamet­ li dönemini Melikşah zamanında yaşamıştır. Bu İmparatorluğun sınırları onun öldüğü 1092 yılında Kaşgar’dan Boğaziçine, Akde­ niz’e, Kafkasya üzerinden Aral gölünden Hint denizine, Yemen’e dek uzanıyordu. Melikşah tahta oturunca biri amcası Kavud’un içten muhale­ feti, öteki de Karahanlılar ile Gaznelilerin dıştan saldırıları ol­ mak üzere iki tehlike ile karşılaşmıştı. Sultan, ünlü ve'ziri Ni- zamülmülk’ün tavsiyesi üzerine önce amcası üzerine yüklendi. Ka­ zandığı başarı onun bütün Selçuklu Prens ve Oğuz Beylerince be­ nimsenmesine yetti. Sonra Karahanlılar üzerine yürüdü ve Sav- Tigin Karahanlıları barışa zorladı. Enuş - Tigin’le Gümüş-Tigin ise Gazneli Sultanı İbrahim’e aman dedirttiler. Böylece doğu sı­ nırlarını güven altına alan, ülkesinde düzen ve huzuru sağlayan Melikşah ordularını başta Anadolu olmak üzere Gürcistan, Suri­ ye, Mısır ve Yemen ile Basra körfezi çevrelerine yöneltti. Yapılan barışa rağmen yeni imparator VII. Michael’in Roma- nos Diogenes’in gözlerini çıkartarak öldürmesi üzerine Alp Arslan, Türk birlikleriıne bütün Anadolu’yu ele geçirmelerini buyurmuş­ tu. Melikşah bu tasarıyı dikkatle uyguladı. Kutalmış’ın dört oğlu­ nu Süleyman Şah ile Mansur, Alp - Tigin ve Dolat’ı, Porsuk, Tu­ tak, Artuk gibi beyleri Anadolu fütuhatına görevlendirdi. Bu bey­ ler ülkenin dört yönünü kontrol altına aldılar. Bizans kaleleri, kentleri, birer birer düştükçe, birlikte gelen Oğuz boylarına üleştirilmekte idi. Anadolu fütuhatı şimdi yıldırma, yıkma taktiği yerine yurt edinme, yerleşme temasına oturtulmuştu. Bi­ zans imparatorluğunun son direnci Sapanca önünde kırıldı. İm­ parator Dragos (Kartal) çayı sınır olmak üzere Süleyman Şahla barışa geçmek zorunda kaldı. Böylece Anadolu Oğuz boylarınca açılmış ve 1078’den beri İznik kentini kendine merkez yapan Sü­ leyman Şah, Melikşah’tan aldığı berattan başka. Halifeden de Sultanlık menşurunu almakla yeni Türkiye’nin ilk hükümdarı ol­ muş bulunuyordu. Öte yandan Suriye, Filistin ve Mısır fethine yönelen Melikşah bu cepheye gönderdiği Ay - Tigin ve Atsız beylerle Akkâ kalesine dek bölgeyi zaptettirmişti. Ancak, Atsızın Kahire önünde başarı­ sızlığa uğraması üzerine, Suriye fütuhatını Melikşah, bu kez. kar­ deşi Tutuş’a verdi. Tutuş, Şam’ı kuşatan Fatimîleri bozguna uğ­ rattıktan sonra Atsız’ı da cezalandırmış ve Suriye Meliki olduğu gibi, buradaki Oğuzları da Türkmanan-i Diyar’ş - Şamiye adı al­ tında ayrı bir bütün haline getirmeyi başarmıştı. Bunun îlk sonu­

412 cu, Rum Türkmenleri ile olan Halep civarındaki Aynı Silm sava­ şında görülür. Tutuş Rum Sultanı Süleyman Şah’ı bu güç birli­ ğine dayanarak yenmiş ve onun yenilgiden duyduğu utanç ile kendisini öldürmesine yol açmıştır. Bu haber üzerine, pek sevdiği Süleyman Şah’m acısını paylaşmak düşüncesiyle Melikşah, yanın­ da Porsuk, Bozan ve Aksungur olduğu halde Suriye’ye geldi. Ana­ dolu ve Suriye türkmenlerinin daha fazla çekişmelerine engel ol­ du. Bu arada Süveydiye’ye inerek Akdeniz kıyılarım gördü. Deniz suyu ile abdest aldı ve Akdeniz dalgalanna karşı Tanrıya kendisi­ ni armağan eylediği zaferler ve fütuhattan ötürü hamdlar, sena­ lar eyledi. Melikşah’ın Gürcistan, el-Ahsa, Bahreyn ve Yemen üzerine sevk ettiği ordular da birbiri ardına zaferler derliyorlardı. Askeri faaliyetler ve Oğuz yayılışı bu kadar başarılı bir bi­ çimde gelişirken ülkenin içinde kurulu düzene karşı şiddetli bir sabotaj ve anarşi faaliyeti görülüyordu. Selçukluların Sünnî İs­ lâmlığı egemen kılmaları her yerde Şiiliği ezmeleri sonunda Ha­ şan Sabbah başkanlığında gizli Şi’î faaliyeti yani Batınîlik gittik­ çe tehlikeli olmaya başlamıştı. Özellikle Haşan Sabbah Alamut kalesini ele geçirdikten sonra Batınîler iyice güçlenmişlerdi. Me­ likşah bu konu üzerine eğildiği sırada kendi yakınlarından bir komplo ile karşılaştı. Melikşah’m üstün varlığına dayanamayan Abbasî halifesi el-Muktefi ile velihat Berkyaruk yerine kendi oğlu Mahmud’u geçirmek isteyen Terken Hatun ile birleştiler ve Melik- şah’ı bu işbirliği sonunda zehirliyerek öldürdüler.

3.2.5. SELÇUKLU İMPARATORLUĞUNUN DAĞILMASI

Adaleti, şefkati ile bütün ülkesinde, hatta bütün İslâm dün­ yasında büyük bir sevgi toplıyan Melikşah’ın ölümü Selçuklu dev­ leti için ikinci bir talihsizlik olmuştu. Büyük sultanın ölümünden hemen hemen bir ay kadar önce de 30 yıldan beri Selçuklu devle­ tinin baş vezirliğini yapmış bulunan ve dünya tarihinde başba­ kanlık görevlerinde bulunanlar arasında halâ birinci derecede bir şöhrete sahip olan vezir Nizamülmülk de Batınîlerin bir suikasti- ne kurban gitmişti. Bu iki değerli devlet adamının kaybı, Selçuklu devletinin önü alınmıyan taht kavgaları yüzünden dağılmasına neden oldu. Dev­ let bir anda dört kısma bölündü. • Irak ve Horasan Selçukluları (1092-1194) • Kirman Selçukluları (1092 - 1187) • Suriye Selçukluları (1092 - 1117) • Anadolu Selçukluları (1092 - 1308)

413 3.2.6. SELÇUKLU SULTANLIKLARI Irak ve Horasan Selçukluları; Büyük Selçuklu devletinin de­ vamı olan Irak ve Horasan Selçuklularının genel tarihi, cesur ama, ataları gibi yetenekli olmayan, siyasal görüş ve davranışlar­ dan yoksun, yetersiz hükümdarlarla haris ve hilekâr devlet adam­ ları ve batmî suikastçıları arasında geçen mücadeleden ibarettir diyebiliriz. Melikşah’ı ortadan kaldıran Terken Hatun 5 yaşındaki oğlu Mahmud’u sultan yapabilmek için bütün hazînelerini Selçuklu beylerine peşkeş çektiği halde veliahd Berkyaruk Rey’de sultan ilân edilmişti. (1092- 1104). Berkyaruk’un saltanatı meşakkatler içinde geçmişti. Terken Hatun’u ve onun ileri sürdüğü saltanat adayı Mahmud’u bertaraf ederken, Suriye Meliki Tutuş’un isya­ nı ile karşılaşmış, onu savaşta yenilgiye uğratıp ortadan kaldır­ mış ise de bu kez Tutuş’un iki oğlu Rıdvan ve Dukak Suriye’de ba­ ğımsızlıklarını ilân etmekle Büyük Selçuklu İmparatorluğundan ayrılmışlardı. Öte yandan büyük amcası Kavurd’un çocukları Kirman’da bağımsızlıklarını ilân ettikleri gibi, bu kargaşa döne­ minde Horasan’da bulunan Süleyman Şah’ın oğlu Kılıç Aslan da yanına aldığı Yıva Oğuzları ile Anadolu’ya geçmiş ve burada ayrı bir devlet kurmuştur. Berkyaruk ise imparatorluktan elinde kalan topraklarda ki ayaklanmaları bastırmakla uğraşıyordu. Amcası Arslan Argun’u yenilgiye uğratırken, bu kez Azerbaycan’da kardeşi Mehemmed Tapar’ın isyanı ile karşılaştı. Berkyaruk bu ayaklanma karşısın­ da boynunu büktü. Azerbaycan’da Sefid - Rud (Aksu) iki karde­ şin toprakları arasında sınır tâyin edildi. Ülkenin batı kesimi Ta- par’a bırakıldı. Berkyaruk bu yenilgiden sonra çok yaşamadı ve daha çocuk denilecek bir yaşta giriştiği bu mücadeleden ezik ve bitkin olarak çıkmanın getirdiği üzüntü ile 27 yaşında iken öldü. Sultan Mehemımed Tapar da bir yandan çeşitli Selçuklu bey­ leri ile mücadeleye devam ediyor, bu arada Berkyaruk’un oğlu II. Melikşah’ı ortadan kaldırıyor, bir yandan da Batınîlere karşı amansız bir savaş içinde bulunuyordu. Batınîlerle olan mücade­ lesinde bir ölçüde başarılı olan Sultan Mehemmed, bu sırada Ön Asya’ya saldıran Haçlı orduları ile karşılaştı. Haçlı seferinin bilindiği gibi çeşitli nedenleri vardır. Bunları şöylece özetliyebiliriz.

• Siyasi nedenler • Dini nedenler o Ekonomik nedenler

414 Siyasi nedenlerin başında Avrupa’da derebeylik (feodalite) dü­ zeninde kendini gösteren kargaşa gelir. Topraksız senyörlerin ço­ ğalması, ya da bu senyörlerin borçlanmak suretiyle topraklarını özellikle kiliseye kaptırmaları, Hıristiyan toplumunda huzursuz­ luğa yol açmış bulunuyordu. Böyle topraksız kalmış asiller, baron­ luk, kontluk, düklük alanları açmak, kilisenin çok büyüyen ve genişleyen topraklarını bu çeşit senyörlerin tamahkâr gözlerin­ den korumak ise papalığın başlıca sorunlarından biri olmuştu. Avr rupa’da topraksız senyörler bir sorun haline geldiği yıllarda Oğuz­ lar doğu Hıristiyanlığının kalesi Bizans’ı yıkmışlar, Anadolu’yu el­ lerine geçirmişler ve Tanrının annesi Meryem’in kutsal tahtkenti İstanbul’u tehdit etmeye başlamışlardı. Türk dalgalarına direnme gücünü yitiren İmparator Aleksios Kommenos da memleketini kurtarmak için Hıristiyan Avrupa’dan yardım isteğinde bulununca. Papalık bir taşla iki kuş vurmuş oldu. Zaptedecekleri İslâm ülkelerini yurtsuz, topraksız senyörler için yerleşme alanları olarak gösterirken ve onları Haçlı savaşlarına özendirirken, öte yandan pek kutsal Doğu kilisesini, 325 Konsili- nin toplandığı Kutsal İznik’i, Aziz Yohanna’nın kenti kutsal Efe- sos’u. Aziz Petros’un yurdu kutsal Antakya’yı ve bunlara benzer nice kutsal beldeyi, en sonunda Tanrının yaşadığı toprakları, Ku­ düs ve Filistin’i kurtarmış olacaktı. Siyasi ve dini nedenleri yanında Avrupa’nın kral sarayların­ dan en fakir kulübesine kadar hayallerde yaşatılan doğu zengin­ liklerini yağmalamak ve bu suretle mal ve para sahibi olmak gibi ekonomik çıkarlar da bu seferlerin gerçekleşmesinde beliren fak­ törlerden biri olmuştur. Yurtsuz Jean ve iki keşiş tarafından sevk edilen pek kalaba­ lık Haçlı kafilesi Bizans gemileriyle Anadolu yakasına geçirildik­ ten sonra daha Kocaeli yarımadasında iken Türkler tarafından amansız bir biçimde kırıldı. Ama bu kuru kalabalığın ardından Avrupa, feodal beylerinin oluşturduğu gerçek Haçlı ordusu gözüktü. İznik’i Anadolu Selçuklularının elinden alan Dorileon’da (Eskişe­ hir civarı) Sultan I. Kılıç Arslan’ı çekilmeye mecbur eden Haçlı­ lar Konya üzerinden geçerek, Sultan Berkyaruk’un topraklarına girdiler. Büyük Sultan Antakya’yı savunan Yaği Basan (Sıyan)’a yardım olmak ü'^ere Kür - Boğa, Dukak ve Atabeyi Tuğ - Tigin ile Artukoğlu Sökmen Bey’i göndermişti. Ama bu beyler yolda Urfa kalesini Haçlılardan kurtarmak gibi yanlış bir taktik tuttular ve zayıf kalan Antakya’ya yardıma gelemediler. Yaği Basan Bey ise Antakya Hıristiyanlarının ihanetine uğradı ve kale Haçlıların eline geçmiş oldu. Böylece Suriye’nin anahtarını ellerine geçiren Haçlılar, zayıf bir Fatımî garnizonu tarafından savunulan Ku­

415 düs’ü de almakta pek zorluk çekmediler. Bu gelişme sonunda Sel­ çuklu İmparatorluğu topraklarmda;

Kudüs Krahğı 1100 -1187 (Akkâ’da 1291’e dek ayrı bir krallık) Antakya Prensliği 1098 - 1268 Urfa Kontluğu 1098 -1144 Trablus - Şam Kontluğu 1109 - 1289 olmak üzere Avrupa feodal düzenine uygun derebeylikler kurmuş oldular. Böylece birinci Haçlı seferi İstanbul üzerinden Türk bas­ kısını geriye püskürtmekle, Ön Asya’da çeşitli feodal devletler kurmakla, kutsal beldelerden bir kısmını Müslümanların yöneti­ minden almakla ve doğal olarak bu ülkelerin zenginliklerini yağ­ malamakla amacına ulaşmış oldu. İşte Sultan Mehemmed hükümdar olduğu zaman ülke içinde Selçuklu Prensleriyle olan taht çekişmeleri ve Batınî sabotaj ve terörü yanında Haçlı sorunu ile karşı karşıya kalmıştı. Sultan Mehemmed, Haçlılar üzerine Sökmen el-Kutbî, Kûr-Boğa’nın ye­ ğeni Mevdud, Tûğ-Tigin, Ak Sungur-i Porsukî ve Artuk oğlu İl- Gazi komutanlarında birbiri ardına kuvvetler sevk etmişse de bu komutanların iş ve el birliği etmemeleri yüzünden belli başlı bir sonuç alamamıştı. Ancak, Haçlılara karşı şimdi bir Türk savun­ ma hattı kurulmuş bulunuyordu. Ama Sultan Mehemmed’in bu sırada ansızın ölümü onun Haçlılara karşı aldığı girişimlerin de yarıda kalmasına neden oldu. Sultan Mehemmed’in ölümü üzerine Melikşah’ın diğer oğlu Horasan meliki Sencer baş kaldırdı, Mehemmed’in oğlu Mahmud’u yenilgiye uğratarak Sultanü’l Muazzam (Uluğ Kağan) ünvanını taşımaya hak kazandı. Mahmud ve çocukları ise Irak Selçuklu sü­ lâlesini teşkil ederek ikinci derece de bir melik, sultan durumuna geldiler. Sencer (1118 -1157) Selçuklu tahtkentini geriye Merv’e taşı­ dı ve daha çok doğu sorunları ile uğraştı. Sencer her ne kadar Sultanü’l Muazzam ünvanını taşıyorsa da hiç bir zaman babası Melikşah gibi imparatorluğun batı ucundan doğu ucuna dek ege­ men olamamış ve devletin bütün sorunlarını çözecek bir güç gös­ terememiştir. Onun zamanında Selçuklu İmparatorluğu;

Merkezi Merv olmak üzere Horasan, Merkezi Isfahan ve Hemedan olmak üzere Irak, Merkezi Kirman olöıak üzere Kirman. Merkezi Konya olmak üzere Anadolu (Rum) Selçuklu sülâle- rine bölünmüştü.

416 Bunların yanında ikinci derecede ise Şam’da Atabeyi Tuğ- Tiğin, Musul’da Atabeyi Zengi oğulları, Azerbaycan’da Atabe- yi İl-Deniz oğulları, Fars’ta Atabeyi Salgur oğulları, Mardin’­ de Artuk oğulları, Takat - Niksar - Sivas yörelerinde Danişmend oğulları, Erzincan yöresinde Mengücük oğulları, Erzurum ve Kars çevresinde Saltuk oğulları, Ahlat yöresinde Sökmen oğul­ ları, Harezm’de Harezmşah Atsız oğulları gibi yarı bağımsız bey­ likler oluşmuştu. Bunların dışında Belh ve çevresinde başına buy­ ruk Oğuz boyları bulunmakta îdi. Sencer saltanatı süresince içte Harezmşah Atsız’la ve Oğuzlarla, dışta ise, Gazne sultanları ve Karahanlılarla uğraştı. İmparatorluğun sadece Irak Selçukluları işlerine müdahale edebildi. Anadolu Selçukluları ve Ön Asya Ata^ beyleri üzerinde nüfus ve etkisi olmadı. Horasan Selçuklu devletinin gücünü yitiren 1141de Kara- Hıtaylarla yapılan Katvan savaşı olmuştur. Bu savaşta ordusunu kaybeden Sencer, bundan sonra devleti bir parça toparlıyabilmiş- se de doğudan Gurluların, kuzeydoğudan Karahıtayların ve ku­ zeyden Harezmşah Atsız’ın baskısı altında Gazne, Maveraünnehir ve Harezm’den çekilmek zorunda kalmıştı. 1153’te ise Belh civarın­ da Oğuzların eline düşen Sencer, üç yıl Oğuzların arasında tutsak olarak kaldı. Tutsaklıktan 1151’de kurtuldu ise de artık otorite­ sini iyice yitirmişti. 1157’de öldüğü zaman Horasan Selçukluları kendiliğinden sönmüş oldu. Bu devletin ülkeleri Kara - Hıtaylar, Hazermşahlar ve Gurlular arasında dağıldı. Irak Selçuklularına gelince, Selçuklu prensleri ve onları ye­ tiştiren muhteris atabeyler (lala) ile Oğuz boy beyleri arasındaki mücadele pek şiddetli oldu. Bu mücadeleyi tahrik eden başlıca unsur ise Bağdat Abbasî halifeleri idi. Tuğrul Bey zamanından beri dünya işlerinden ve politikadan uzaklaştırılmış olan, kendile­ rine sadece dinsel konularla uğraşma yetkisi bırakılan halifeler özellikle Sultan Mehemmed’in ölümünden sonra tekrar politikaya girmeye başladılar. Bu gelişme Tuğrul Bey’in kurduğu bir çeşit lâyik düzeni bozdu. Dinin işe karışması şehzadeler, atabeyleri ve beyler arasındaki çekişmeleri daha da kızıştırdı. Halife Nasr li-dini’llah bu politikayı özellikle II. Tuğrul za­ manında başarı ile kullandı. Bağdat’taki sultanlık sarayını yıktı­ ran Halife bu hareketi ile Selçuklu egemenliğini tanımadığını açıklamak istiyordu. Sultan Tuğrul’un Atabeyi Pehlivan’ın karde­ şi Kızıl Arslan ile mücadelesi Irak Selçuklu Sultanının yenilgisi île sonuçlandı. Kızıl Arslan’ın iktidarı ele alması üzerine ona mu­ halif olan öteki beyler şimdi Horasan’a da egemen olan Hareşm- zah Tekiş’i Irak’a çağırdılar. Rey’de Harezmşah Tekişle karşıla­ şan Sultan Tuğrul bozguna uğradı. Savaşın son anlarında bütün

417 adamları tarafından terkedilen Tuğrul tek başına büyük bir şe­ caatle döğüşmeye devam etti ve savaş meydanında öldürüldü. Böylece de 1194’te Irak Selçuklu devleti ortadan kalkmış oldu.

Selçuklu Soy Kütüğü (Özet Olarak) Dukak

Selçuk

Arslan Yabgu Mikail Musa Yabgu Yusuf Yınal (Anadolu Selçuk­ (Yınallar) luları) Çağrı Bey Tuğrul Bey

Alp Arslan Kara Arslan Kavurd (Kirman Selçukluları)

Tutuş Melikşah (Suriye Sel­ çukluları) Mahmud Mehemmed Berkyaruk Sencer (Irak Selçuk- ■ I (Horasan luları) II. Melikşah Selçuklu Sultanı)

Mahmud Tuğrul Mes’ud Süleyman Şah

Davud Mehemmed Arslan Şah

II. Tuğrul

Kirman Selçukluları: Çağrı Bey’in oğlu Kara Arslan Kavurd Bey’in oğulları tarafından kurulan bu Selçuklu Sultanlığı olduk­ ça uzun ömürlü olduğu halde yöresel bir devlet olmaktan ileri geçememiştir. Kirman Selçuklularının en dinamik hükümdarı hiç kuşkusuz Kavurd Bey’dir. Onun kardeşi Alp Arslan ile yiğeni Melikşah’a kar­ şı çıkardığı ayaklanmalar en sonunda ölümüyle kapanmıştır. Bun­ dan sonra Kirman tahtına oturan oğulları ve torunları Büyük

418 Sultan’a bağlı yerel bir sultanlık meydana getirmişlerdir. Bunlar­ dan Turan Şah Faris bölgesini ülkesine katmış, yerini alan Arslan Şah devrinde ise Kirman Selçukluları en parlak devrini yaşa­ mışlardır. Sultan Sencer’den sonra Gurlu egemenliğine bağlanan Kir­ man Selçukluları devletini son Kirman Sultanı II. Muhammed’ten alan Oğuzların beyi Dinar Bey tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Kirman Selçukluları Soykötüğü

Kara Arslan Kavurd Bey

Kirman Şah Sultan Sah Turan Şah I ' . 1 Arslan Şah Iran Şah

MelikI Şah

Tuğrul Şah

Arslan (Behram) Şah I Muhammed Şah

Suriye Selçukluları: Büyük Selçuklu İmparatorluğunun da­ ğılması ile kurulan Selçuklu sultanlıklarının en az gelişeni Suri­ ye Selçukluları olmuştur. Bu sultanlık Melik Şah’ın ölümü üzeri­ ne Berkyaruk’a karşı baş kaldıran amcası Tutuş tarafından ku­ rulmuştur. Ancak, Tutuş’un 1095’te yenilgiye uğrayıp ölümünden sonra sultanlığı da iki oğlu Rıdvan ve Dukak arasında bölüşüldü. Rıdvan Halep’te, Dukak da Şam’da saltanat sürdüler. Aslında ik­ tidar Dukak’ın atabeyi Tuğ-Tigin’in elinde bulunuyordu. Suriye Selçuklu devleti daha doğar doğmaz Atabeyi Tuğ - Tigin’in eline geçmekle ömürsüz oldu. Bu devletin sönmesine diğer bir neden de Haçlıların bu yörede göstermiş oldukları başarıda aranmalıdır.

Suriye Selçukluları Soykütüğü Tutuş

Rıdvan Dukak Bektaş

Alp Arslan Sultan Şah Tutuş

419 Anadolu (Türkiye) Selçukluları: Selçuklu devletleri arasında en uzun ömürlüsü, uygarlık ve sosyal atılımları ile en önemlisi olan Anadolu (Rum) Selçukluları Arslan Yabgu’nun torunu, Ku- talmış’ın oğlu Süleyman Şah tarafımdan kurulmuştur. Türkiye ta­ rihinin birinci bölümünü kapsayan bu devletin tarihi ayrıca in­ celeyeceğimizden, burada başka bir açıklamaya gerek yoktur.

3.3. TÜRK-İSLÂM UYGARLIĞINDA SELÇUKLULAR DÖNEMİNDE GÖRÜLEN ATILIMLAR îslâm dünyasının Asya kesiminde kurulan Selçuklu egemen­ liği İç Asya İslâm uygarlığının getirdiği kültürün İran ve Ön As­ ya’ya yayılışından başka bir şey değildir. Karahanlılar, Horasan, Harezm alanlarında gelişen bu kültür Azerbaycan, Anadolu, İran, Suriye topraklarına doğru kaymış ve daha sonra Mısır ve Balkan­ lara doğru ilerlemiştir. Bu bakımdan Selçuklu egemenliği ve Oğuz göçü Ortaçağ Türk - İslâm uygarlığının en geniş alanda ya­ yılması demektir. Selçukluların sağladığı güven ve huzur yüzyıllarından beri süre gelen Ön Asya, İç Asya kervan ticaretine daha da kolaylıklar getirmiş, ülke üzerinde Selçuklu beylerinin iktidar mücadelelerin­ den, bu ticaret yolları, kentlerde yaşam ve kazanç olanakları, eki­ li, dikili, araziler saklı tutulmakla ülkede sanayi, tarım ve ticaret gelişme göstermiştir. Selçuklu sultanları ülkeye giren yurtluk, yaylak ve kışlak is­ teyen Oğuz boylarının kentlere, köy ve çiftliklere, kervanlara za­ rarları dokunmasına izin vermemişlerdir. Oğuz boylarını daha Çağrı Bey’in 1018’deki keşif harekâtı ile saptadıkları Anadolu, Azerbaycan, Cibal ve Kuzey Irak ile Kuzey Suriye ve Filistin yöre­ lerine sevk etmekle bu ülkelerdeki boş araziyi hem değerlendir­ mek, hem de Oğuzlar için yurt haline getirmek istemişlerdir. Bu nedenledir ki Selçuklu yayılışı yıkıcı bir yayılış olmamış, tersine yapıcı, koruyucu ve kültür bakımından kaynaştırıcı bir egemen­ lik olmuştur. Selçuklu devleti her ne kadar Sünnî Müslümanlığın temsilcisi ise de Selçuklu egemenliği Sünnî mezhebinin baskı unsuru olma­ mıştır. Tuğrul Bey’den Irak Selçuklu Sultanı I. Mes’ud’a kadar ku­ rulan düzene göre Sultanlar dünya işleri ve egemenliği konulariy- le, Bağdat Abbasî halifeleri de yalnızca din işleri ile uğraşmak zo­ runda kalmışlardır. Selçuklu sultanları ne Osmanlı sultanları gi­ bi dinin başkanlığını üzerlerine almışlar, ne de halifeleri dünya işlerine, imparatorluğun iç ve dış politikasına katmışlardır. Bu görünüşleri ile Selçuklu sultanları, Atatürk devrimlerinden beri yurdumuzda uygulamaya çalıştığımız laiklik anlayışının ilk tem­

420 silcileri sayılır. Selçuklu Sultanlarının Şi’î Büveyh oğullan ve Ba­ tınî’lerle mücadeleleri, din kavgasından çok, din kavgalarını ve çekişmelerini kışkırtan, kargaşa ile ülkede güveni bozan bu açık ve gizli din örgütlerini aynı anlayışla yola getirmek için yapılmış­ tır. Onların dîn anlayışındaki bu hoşgörüleri yeni bîr gelişme de değildir. Türk budunlanmn Hunlardan beri sürdüre geldikleri vicdan özgürlüğü ile her çeşit dine ve dinî inanca güven ve hu­ zuru bozmamak şartıyla sağladıkları yaşam olanağıdır. Bu hoş­ görü Selçuklulardan sonra kurulacak bütün Türk devletlerinin de yine temel ilkelerinden biri olmuştur. Bunun sonundadır ki, Sel­ çuklu egemenliği Kafkaslar ve Anadolu’da da Horasan’daki ku­ ruluşu gibi kolaylıkla gerçekleşmiştir. Bu ülkelerin siyasi ve askeri direnci kırıldığı anda, yerli topluluklar Selçuklu egemenliğini be­ nimsemekte zorluk çekmemişlerdir. Selçuklu devlet yapısı ve ordu kuruluşları eski Türk törele­ rinin yeniden örneklenmesi ve düzenlenmesinden başka bir şey değildir. Ancak Farsça ve Arapça’nın etkisi île bazı unvanlar isim değiştirmişlerdir. Söz gelişi artık Uluğ Kağan, Yabgu, Han gibi ün- vanlar Sultanü’l Muazzam, vezir ve sultan gibi adlarla değişmiş­ tir. Bu değişiklikte Selçuklu Devletini. Gaznelilerin etkilediği iz­ lenmektedir. Ama bunların yanında Ağacı (Hacip), Çavuş (Ser- heng), Tuğra, Atabey, Subaşı gibi Türkçe ünvanların da kullanıl­ dığı bilinmektedir. Selçuklu ordusuna gelince; bu ordununda iki kademeli ola­ rak kurulduğu ve bütünüyle eski Türk ordularının bîr devamı ol­ duğu görülmektedir. Her Sultanü’l-Mua'zzam ve Sultanın yanında Gulaman-î Saray adı verilen bir Hassa ordusu vardı (OsmanlIlar­ da Kapıkulu). Hassa ordusu ve buna benzer birlikler her vezirin ya da her Şıhna (genel vali) nın yanında da bulunurdu. Selçuklu . Şehzadeleri, sultanları, atabeyleri arasındaki çekişme işte bu mai­ yet kuvvetlerine dayanmakta îdi. Hassa ordularının en büyüğü Sultanü’l- Muazzamın katındaki kuvvetlerdi. Maiyet kuvvetleri­ nin dışında ise ülkenin üleştirilen (ikta) topraklarına yerleşmiş bulunan Oğuz boylarının beyleri komutasında derledikleri atlı birlikler (OsmanlIlarda tımarlı sipahi) Selçuklu ordusunun asıl vurucu kuvvetini teşkil etmekte idi. Bu üleşler de yeni bir kuru­ luş ya da buluş değildir. Eski Türk toprak ve arazi düzeninin Sel­ çuklu çağındaki koşullara uydurulmuş bir uygulamasıydı. Hassa ordularında görev alan Gulaman-i etrak (Türk köleleri), beyza­ deler ve beyler maaşlı idiler. Üleşlerden derlenen atlı birlikler ise üleşlerinde çalışan, toprağı işleyen, köylüden (reayâdan) al­ dıkları belirli ölçüdeki payla (mal-i hak) ile yaşamlarını sürdü­ rürlerdi.

421 Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde de düşün hayatı gelişmeye devam etmişti. Bundan önceki dönemde kişisel olarak sürdürülen öğretim ve eğitim bu dönemde büyük bir aşama geçir­ miş organize bir eğitim kurumu olarak Medrese doğmuştur. Bu güne kadar öğrenciler öğrenimlerini bir ücret (para ya da hiz­ met) karşılığı sürdürürlerken Medresede öğrenim, vakit çizelgele­ rine bağlı, sistematik (program ve müfredatlı) ve ücretsiz hale ge­ tirilmiştir. Öğretmen ve öğrencilerin ihtiyaçları Medreseyi yaşat­ mak için bağlanan gelir kaynaklarının (vakıf) gelirleri ile karşı­ lanmıştır. Öğretmen ve öğrencilere barınak, yurt (meşruta - ev - lojman ve hücre) 1ar yapılmış, her hücre (oda) da üç öğrencinin barınabileceği belirlenmiştir. Ders saatleri arasında öğrencilerin yemek ihtiyaçları için Darü’z - ^iyafe (İmaret - Aşhane), öğrenci­ lerin temizlikleri için hamam (banyo), öğrenci ve öğretmenlerin inceleme ve araştırmaları için Darü’l - Kütüb (kitaplık) her med­ rese kuruluşunun doğal yapüarından olmuştur. Selçuklu dönemin­ de eğitim kurumu olarak doğan medresenin en belirgin örneği Vezir Nizamülmülk’ün Bağdat’ta yaptırmış olduğu Nizamiye med­ resesidir. Medreselerde dinsel bilgiler yanında Matematik, Astro­ nomi, Kimya ve Fizik dersleri okutulmakta idi. Bu gelişme sonun­ da Selçuklular devrinde özellikle Matematikte büyük bir aşama kendini göstermiştir. Ömer Hayyam, İsfizarî, Vasıtî gibi bilgin­ lerden oluşan bir heyet Sultan Melikşah adına yeni bir takvimi geliştirmişler ve adına Takvim-i Meliki ya da Celali demişlerdir. Kimya da ise boya sanayi’ini geliştiren buluşlar ortaya çıkmıştır. Selçuklu dönemi getirdiği huzur ve güvenle bütün İslâm As- yasmın kalkınma ve onarılma dönemi olmuştur. Merv, Belh, Rey, Isfahan, Bağdat, Musul, Halep, Şam, Meraga gibi şehirler bu dö­ nemde yeni yapılarla cami, medrese, türbe ve saraylarla süslen­ miş, kervansaray, han, imaret, hamam, darü’l - şifa (hastane), hankah (tekke), çeşme, kale ve hisarlar ile ülke Oğuz bozkırların­ dan Marmara kıyılarına dek donanmıştı. Hiç kuşku yoktur ki siyasal varlığı ile dünya tarihine yön ve­ ren bu büyük imparatorluk, Türk-İslâm kültüründe de çevreye uyumu ile yeni bir atılımın ve dönemin öncülüğünü yapmıştır. Selçuklu kültürü Osmanlı uygarlığının özü ve temeli olmuştur.

3.4. OĞUZ GÖÇÜ İLE TÜRK-İSLÂM UYGARLIĞININ TAŞIDIĞI ve KAPSADIĞI DEĞER

Türklerin Müslüman olarak kurdukları ilk siyasî kuruluşun Karahanhlar devleti olduğu genellikle kabul edilmektedir. Kara- hanlı devletini oluşturan uluslarm ise, eski Uygur Konfederasyo­ nunu meydana getiren uluslar olduğu bilinmektedir. Bunun ne­

422 ticesinde Müslüman - Türk kültürü ile İslâmî olmayan Türk kül­ türü arasmdaki köprünün bir başında Uygurlarm, bir başmda da İlig Hanların bulunduğunu söylemek hatalı sayılmaz. Ancak, Türklerin bütün varlıklarıyla İslâm kültürüne girişleri ve İslâm dünyasına egemen olmaları hiç kuşkusuz ki, büyük Oğuz yayılışı ile gerçekleşmiştir. Oğuzların Çağrı Bey ile 1018’de başlayan ve Büyük Selçuklu devletinin kuruluşuna, 1040 yılında kadar devam eden ilk faali­ yetleri Anadolu’nun giriş kapılarının keşfi gibi bir mahiyet gös­ termektedir. Bunu izleyen ve Büyük Selçuklu İmparatorluğunun kuruluşundan Malazgirt Savaşına dek süren akınlar ise, Bizans direncini çökertmek bakımından öncü saldırıları olmak itibariyle pek önemli sayılmaktadır. Türklerin Anadolu’ya yönelmelerinde biri politik, diğeri eko­ nomik iki sebep vardır. Tuğrul Bey, Alp Arslan ve Melikşah, Oğuz boylarını Anadolu’ya yönelttikleri zaman, Bizans’a karşı direne­ cek sağlam bir kuvvet tesis ettikleri kadar, Horasan, İran, Irak gibi zengin İslâm ülkelerini de konar göçer Türkmenlerin mey­ dana getirecekleri asayişsizlikten korumuş oluyorlardı. Ayrıca bu göçebe Türkmenlerin yüzbinlerle ölçülen hayvan sürülerine, oba­ larına yurt bulmuş oluyorlar, imparatorlukları içinde huzursu'z- luk doğmamasını, ekonomik düzenin bozulmamasını sağlıyor­ lardı. Bu politikanın bir sonucu olarak doğu Anadolu, kesif Türk­ men kütlelerinin baskısı altında kalmış, müstahkem mevki ve ka­ leler dışında Bizans’ın yerel direnmesinin gücü kırılmıştı.

Malazgirt zaferi. Doğu Roma İmparatorluğunun vurucu ve destekleyici gücünü imha eden bir savaşın sonunda kazanılınca bu müstahkem mevkiler ve kaleler de birer birer düştüler. Oğuzlar bir anda 1075 veya engeç ihtimalle 1080 yıllarında bir yandan Ça­ nakkale’ye, bir yandan da İzmit’e dayanarak Anadolu’yu açtılar. Bu yarımada gerçekten de tarihinde görülmemiş bir sür’atle Türk­ leşti. Anadolu’nun ne şekilde ve ne kadar zamanda Türk karakte­ rine büründüğü henüz belgelere dayalı olarak açık ve tam olarak izah olunamamıştır. Ama, yüzyıl içinde Anadolu’da Ahlat, Mar­ din, Erzurum, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde, Aksaray, Konya yörelerinde yükselen Türk mimarlık eserleriyle ülkenin görünü­ şünün değişmiş olduğu da bir gerçektir. Türklerin cihan egemen­ liği bilincini canlandıran Selçuklu mimarisinin ihtişam ve zerafe- ti, çadır şeklinde yükselen künbendler, türbeler, bu ülkeye giren yenî kavmin nasıl bir kültür varlığıyle geldiğini gözler önüne se­ rer. Selçuklulara, Danişmendlilere^ Mengücüklere, Saltuklara, Ar- tuklulara, Beyliklere ait olan kültürün maddeleşmiş bu örnekleri, Anadolu’nun her yönüne dağılmıştır. Selçuklu kültürünün şahe­

423 serleri olan camiler, türbeler, medreseler, kervansaraylar, hasta- haneler hâlâ zerafet ve ihtişamlariyle ayakta durmakla Anadolu’­ yu yurt tutan Türklerin Anadolu’nun eski uygarlıklarından ne kadar ayrı bir kültüre sahip olduklarını ispat eden belgelerdir. Gerek Selçuklu, gerek Osmanlı devirlerinde millî kültüre daya­ nan millî mimariyi yürütmek ve kontrol etmek yetkisinin Emir-i mimar / Mimarbaşı Ağa ünvanını taşıyan bir görevliye verilmesi ise, devletin bu konudaki ilgisini açıklayan en güzel belgedir. İslâm dünyasında resim ve heykel sanatının revaç bulması doğrudan doğruya Türklerle ve Türk kültürü ile ilgilidir. Anadolu’­ da Türkler yerli hıristiyan ressamlar buldukları kadar beraber­ lerinde de kendi ressamlarını getirmişlerdi. Nitekim Konya ve Ku- badabât saraylarından elde edilen resimlerde Rum üslûbu yerine Uygur üslubunun hâkim olması, Türklerin resim sanatında yerli Hıristiyanların etkisinde kalmadıklarını gösteren sağlam deliller­ dir. Dikkate değer bir husus da medrese zihniyetinin henüz Türk- leri etkisi altına alamamış olmasıdır. Bu ressamlar çeşitli eserler vermişlerdir. Mevlâna Celâleddin’in eliyle müslüman olan Aaeddin Thrayanos, yanında Kaloyan ile Amidüddevle yerli ressamların en ünlüsüyle, Bedreddin Yavaş ve Şehabeddin de Türk ressamlarını temsil ediyorlardı. Sultan Veled’in bir ressam olabilmek için Türk, Rum ve Arap üslûbunda resim yapmasını bilmek gereğini öngör­ mesi, Anadolu’da her üç okulun da revaçta olduğunu göstermekte ise de Selçuklu saraylarını, kale bedenlerini, cami, medrese, kale tâk kapılarını tezyin eden resim ve kabartmalar ile, kumaş desen­ lerinde görülen resimlerde Uygur sanatının bütün ihtişamiyle ya­ şadığı müşahade edilmekte, Anadolu’da gelişen Türk - İslâm kül­ türünün Orta Asya Türk kültürü ile olan bağlarını apaçık orta­ ya koymaktadır. Selçuklu Türkiyesinde yaygın olarak görülen hey- keltraşlık ve taş kabartmacüığının da göçebelik devrinden, to- temik inanışlardan doğan millî kültürün İslâm dinine rağmen de­ vam ettiğini göstermektedir. Türkler genellikle, Göktürkler olsun. Oğuzlar olsun, diğer Türk kavimleri olsun ötedenberi tek tanrıya inandıklarından müslüman olduktan sonra da heykel ve kabart­ malarla bu sanatı devam ettirmekte beis görmemişlerdir. Onun için de Selçuklu eserlerinde XII. yüzyıldan itibaren çift başlı Sel­ çuk kartalı, çeşitli hayvan kabartmaları, av peşinde koşan Türk yiğitlerinin tasvirleri Mardin, Diya,rbakır surlarında, Erzurum türbelerinde, Divriği Ulucami’inde, Konya duvarlarında devam edegelmiştir. Müslüman Türk kültürüyle eski Türk kültürünün bağlantılı bulunduğu bir konu da müzik’tir. Kuşku yokki Türklerin Ön As­ ya’ya gelmeleriyle güzel sanatların büyük bir kolu olan müzik sa­ natı canlılık, çeşitlilik kabanmış ve önemli gelişmeler göstermiştir.

424 Bu devirde ve ondan sonra Osmanlı imparatorluğunun Batı uygar­ lığına açılışına kadar geçen yüzyıllarda müzik, ordu ve saraylar­ da, göçebe obalarında, yayılan tasavvuf akımlariyle birlikte tekke ve zaviyelerde pek fazla değer bulmuştur. Sultanların kapıların­ da günde beş nevbet (Nevbet-i pençgâne), melik, beylerbeyi ve ve­ zirlerin otağlarında üç nevbet vurulan askeri muzikanın, müziğin Türk kültüründeki değişmçz önemini göstermesi bakımından de­ ğeri büyüktür. Bu töre, her sultan, melik, vezir, beylerbeyi kapı­ sında kalabalık müzik ekiplerinin barınmasına ve doğal olarak mü­ zik sanatının gelişmesine yardımcı olmuştur. Müziğin egemenlik alâmeti olması da bu sanatı güçlendiren unsurlardan biriydi. Sul­ tanlardan meliklere, emirlere yapılan tevcihlerde menşur, ünvan ve sancak yanında bir de tabii (davul) gönderilmesi bu sanata verilen değeri göstermek bakımından önemlidir. Sultan Sencer, Daniş- mendli emirl Emir Gazi’ye meliklik ünvanını tevcih ederken bir de takıl göndermişti. Sultan Alaaddin-i Keybubad Osman Gazi’ye de aynı töreyi uygulamıştı. Han ve bey kapılarında nevbet vurmak Gök-Türk İmparatorluğundan beri uygulanan bir usuldü. Bu usûl Türkler müslüman olduktan sonra da kültürel değerinden bir şey kaybetmeksizin u’zun yüzyıllar devam etmiştir. Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde tasavvufun Türkler arasın­ da yayılması, muhtelif İslâm mezheplerinin müziğe karşı aldık­ ları olumsuz tavra rağmen onun gelişmesine âmil olmuştur. Ana­ dolu’da mevlevî ve bektaşı dergâhlarında müzik bir terbiye unsu­ ru olarak daimi itibar bulmuştur. Mâlikî mezhebinin Kur’anı ezgi ile okunmasını yasak etmesine karşılık Celâleddin-i Rumî, Şeha- beddin-î Söhreverdî gibi büyük mutasavvıflar, musiki ve semâ’ın, İmam Gazali ile birlikte dinî vecd unsuru olduğunu kabul edi­ yorlardı. Müzik sadece Saraylarda Sultanın egemenlik alameti, sadece orduda askerleri şevke getiren, yorgunluklarını unutturan, tekke ve zaviyelerde dinî vecd ve cezbeye yol açan bir araç değildi. Mü­ ziğin ruh üzerindeki olumlu etkisini hesap eden Türk hekimler, onu bir tedavi aracı olarak da değerlendirmişlerdi. Nitekim, Edir­ ne Marüşşifaşında hastalar icra edilen fasıllar (konserler) ile te­ davi ediliyorlardı. Türk müzik kültürünün, egemenlik kurdukları bütün kavim- leri etkisi altına aldığı da artık bilinen gerçekler arasına katılmış­ tır. Bugün dünyaca kabule ma'zhar olan Ordu bandolarının Türk nevbethane veya mehterhanelerinden esinlendiği bilindiği gibi, Balkan milletlerinin müzik varlıklarının da Türk halk müziğin­ den geniş ölçüde etkilendiği de bir gerçektir. Anadolu’ya yerleşen Oğuzların aile yapıları hiç kuşku yokki müsüman olmakla değişmiş değildi. Esasen bu aile yapısında

425 baba erkinin hâkim olması, atalık, babalık, oğulluk kurumlarmm ve kuma edinme hukukunun geçerli bulunması, Oğuz ailesi ile İslâm dininin getirdiği aile arasında bir çatışma ve çelişme ol­ masına da olanak bırakmıyordu. Türkler bu bakımdan kişi hu- kunda eski törelerine göre büyük bir değişiklik yapmadan İs­ lâm dininin gereklerine rahatça uymuşlardır. Bununla beraber Anadolu’da Oğuzlar büyük bir aşama geçirdiler. Bu aşama so­ nunda Eski Bizans ve Anadolu şehirlerine yerleşen Türkler ile konar göçer olarak Anadolu yaylak ve kışlaklarında dolaşan oba­ lar arasında kendini gösteren kültürel bir farklılaşma oldu. Bu farklılaşma, tarımla geçinen insan toplulukları ile hayvancılık ve avcılıkla geçinen topluluklar arasında ekonomik koşullara göre do­ ğan ayrılığa benzer. Böylece Anadolu’da müslüman Türk kültürü küçük kasabalardan İstanbul gibi büyük metropollere doğru uza­ nan ayrı bir süreçte gelişme olanağı bulmuştur. Onun yanı ba­ şında göçebe kültürü de yaşayışını sürdürüp gelmiştir. Göçebe Türklerin yerleşik hayata geçişini gözlerimiz önünde canlandı­ ran çeşitli örneklere tarihî kayıtlar arasında sık sık rastlamak­ tayız. Anadolu’da kitle haUnde yerleşik hayata geçişte genellikle çeşitli faktörlerin etkili olduğu ileri sürülebilir. Bu faktörlerden biri, ormanda bir çeşit tarla açarmışçasına Bizans egemenliğin­ deki toprakların fethedilerek buralara Türk boylarının yerleş­ tirilmesi faaliyetidir. Bu şekilde yerleşmeyi, en seçik ve belirli olarak, Osmanlı beyliğinin kuruluşu ile ilgili olaylarda takip et­ memiz mümkündür. Bütün Osmanlı Tarihlerinde Süleyman Şah ve Ertuğrul Gazi ile oğlu Osman Ga7İ’nln yönetiminde Kayı boyunun, Merv-i Şahican sınırında Mahan’dan hareketle Ahlat ve Erzincan’a çıkışlarını, Caber mevkiine inişlerini, Pasin ovasın­ da Sürmeliçukurda yurt tutuşlarını ve en sonunda Ankara ucu­ na Karacadağ’a göçüşlerini izlediğimiz zaman, konar göçer bir Türk boyunun dünyanın neresinde olursa olsun normal olarak yapageldiği faaliyetleri seçkin bir biçimde saptamış oluruz. Ama bu cevelanın üçüncü safhasında yani, Osman Gazi devrinde, oba­ nın faaliyetleri arasında uç boyunda uzanan yaban illerden, Bizans topraklarında Kolaca ve Karacahisar kalelerinin alınışı, Bilecik ve İnegöl’ün fetihleri ile yeni bir gelişmeyi, Kayı boyu­ nun bu dört kaleye yerleştirilmesini görmekteyiz. Böylece konar göçer bir boy’un düşman toprağından kendisi için hem yurt açtığını, hem de bir devlet kurduğunu tespit ederiz. Kayı boyu Domaniç ve Söğüt yöresi kendisine üleş olarak verildiği zaman göçebelik özelliklerini koruyor, yazları Domaniç yaylasına çıkı­ yor, kışları da Söğüt çevresine iniyordu. Muhtemeldir ki, Söğüt kasabasının doğuşu da bu tarihlere rastlar. Ancak bu dönemde ağırlıklarını ücretle Bilecik tekfuruna bırakıyordu. Ama, Kolaca,

426 Karacahisar kalelerinin alınışı ile yerleşik hayata geçiş başlamış, bu ihtiyaç Bilecik ve İnegöl’ün fetihlerini gerektirmişti. Kayı boyu bu dört kaleye yerleştikten sonra artık başka bir görünüm kazanmıştır. Yine göçebe yiğitlerin yerleşik hayata geçişlerin­ de İznik kalesinin fethiyle ilgili haberler bu süreçte başka bir çeşidi bize tanıtmaktadır. İznik’in fethinden sonra kuşatma sı­ rasında ölen BizanslI askerlerin kadınlarının muzaffer Türk at­ lıları ile evlenmeleri ve İznik kalesinin ilk Türk vatandaşlarının bu evlenmelerle meydana gelişi, şehirli Türk kültürünün doğu­ şunda başka bir faktördür. Nihayet devlet eliyle yerleşik ha­ yata geçişleri gösterebiliriz. Tatarpazarcığı kasabasının kuruluşu, Uzunköprünün yapılışı, bu şekilde yerleşmelere örnek teşkil eder. Anadolu ve Rumeli’de Türklerin yerleşmeleri geliştikçe avcılık ve büyük sürüler peşinde sürüp gelen göçebe kültürü, yerini tarıma bırakmıştır. Selçuklu Türkiyesinde yaygın olarak gö­ rülen resimlerde Uygur üslûbuna dayalı yeni bir kültürün. doğuşuyla ayrı bir gelişme göstermiştir. Mamafih son araş­ tırmalar bugün Anadolu’da vç Rumeli’de kullanılan tarım âlet­ lerinin isimleri ile Orta Asya’nın tarım bölgelerinde kullanı­ lan âlet isimlerinin birbirinin aynı olduğunu ortaya çıkarmış­ tır. Bunun sonunda Oğuzların Anadolu’yu ve Rumeli’yi Türk­ leştirirken Orta Asya’dan geniş ölçüde tarımla meşgul olan Türk- leri de bu topraklara götürdükleri kanısı hasü olmaktadır. Ger­ çekten de son buluşlar, Oğuz göçünün sadece göçebelerin göçü olmadığını, Anadolu’da parlayan Selçuklu uygarlığını kuranlar arasında kültürün çeşitli konularını Anadolu’ya aktaran pek çok ustanın bulunduğunu ortaya koymuştur. Buna göre Anadolu ve Rumeli’ye akıp gelen Türkleri sadece göçebe olarak mütalâa etmek mümkün değildir. Yalnız bir gerçek vardır ki, yeni yurt­ larına gelen göçebeler de zamanla yeni coğrafî, ekonomik ve sosyal şartlara uyarak, yavaş ta olsa, yerleşik hayata doğru ge­ çiş süreci içinde bulunmuşlardır. Göçebelerin yerleşik hayata geçişleri, hatta Cumhuriyete kadar devamlı olarak sürdürül­ müştür.

Medenî Türk Kültürünü Sivas, Kayseri ve Konya’dan sonra Bursa, Edirne ve İstanbul temsil ettiler. Özellikle XVI. yüzyılın başından İstanbul bu konuda gittikçe belirlendi. Bu özleşme İs­ tanbul’a mahsus bir kültürün doğmasına, gelişmesine ve bütün Türk topluluklarını etkilemesine sebep oldu. İstanbul’un böyle bir üstünlük kazanması şüphesizki cihanşümul bir imparatorlu­ ğun peyitahtı olmakla ilgilidir. Şu halde- Anadolu ve Rumeli’de yerleşmeden sonra Türkler, kendi iç yapılarında, kültür bakı­ mından,

427 Konar-göçer Türkmen kültürü,

Anadolu ve Rumeli kasabalarmm yerel kültürü, İstanbul ve İstanbul’dan etkilenen aydmlarm kültürü, ol­ mak üzere üç ayrı karakter göstermeye başlamışlardır.

Bugün de Türk topluluğunda bu üç ayrı karakter, ulaştırma­ nın bu kadar kolaylaşmasına, eğitim ve öğretimin bu kadar yay­ gınlaşmasına rağmen değerlerini muhafaza etmektedir. Yalnız konar - göçer halk kültürü köy ortamında kalmış, İstanbul tek bir metropol iken, ona önce Selanik, daha sonra da Ankara, İz­ mir bir dereceye kadar da Adana île Bursa katılmıştır. Tarihimizin bu uzun döneminde büyük metropoller dış ve yabancı akım ve etkenlere tamamen açık bulunuyorlarken, kü­ çük şehir ve kasabalar İslâmî ortam içinde Türk töre ve gelenek­ lerini yaşatmışlardır. Köyler halinde yerleşen obalarda ise, eski inanç ve töreler yani, Türk kültürü derece derece İslâmî şuur içinde bütün canlılığiyle günümüze kadar gelmiştir.

Selçuklu hakanlığının Azerbaycan’da, Irak’ta, İran ve Hora­ san’da iktidarı kaybedip dağılması üzerine galiba, Alaaddin-i Keykubad’tan itibaren bu sultanlık iktidar olmaktan çok, soy ve haneden itibariyle Oğuz töresini yaşatmayı Konya sarayının Rum, İran ve Arap etkisinde kalmış olmasına rağmen, başarmış­ tır. Bu gelenek, Kayı boyunda yani Oğuzların sağ kolda Gün Han’a bağlı Osman oğullarında da bütün titizliğiyle kendini gös­ termiştir. Osman oğulları Yıldırım Beyazıt Han’dan itibaren ken­ dilerini Selçuklu saltanatının ve İstanbul’un fethinden sonra Doğu Roma İmparatorluğunun varisi, Yavuz’dan ve Kanunî’den itibaren bütün İslâm ülkelerinde Hazreti Peygamberin halefi gör­ dükleri halde, mensup oldukları Kayı Han nesli dolay isiyle Oğuz Han’a olan bağlılıklarını hiç bir zaman unutmamışlardır. Osman oğullarının kurdukları devletin gelişip bir imparatorluk görünü­ mü alması, Oğuz törelerinin ve köklü Türk kültürünün bu devlet yapısında bütün canlılığiyle devam etmesine engel olmamıştır. Ayrıca Türk törelerinin, binlerce yılı bulan aşamalarının bir so­ nucu olan Cihan hâkimiyeti fikri de bu imparatorluğun başlıca, ilkesi olmuştur. Böylece yer, zaman ve şartların çok değişik ol­ masına rağmen, Türk kültürünün kendi doğal gelişmesi içinde bilinmeyen tarihlerden günümüze kadar akıp gelmesi mümkün olmuştur. Gerek Selçuklu, gerek Osınanlı devirlerinde Türk kültürünün bütün değerleriyle devam ettiğini ispat edecek pek çok materyale sahip bulunmaktayız. Bu materyallerin başından bizzat padişah-

428 İlk kuruluşu gelmektedir. Hakandan itibaren isimler, ünvanlar her ne kadar, zamana göre, çeşitli etkilerle değişmişse de Türk kül­ türünün bütün kuruluşları fonksiyonlariyle Batı kültürü hâkim duruma gelinceye kadar sürmüştür. Bir Osmanlı vezir-i azami ile bir Göktürk Yabgusu arasında fazla bir fark olmadığı gibi, Tonyu- kuk ile Alaaddin Paşa arasında da büyük benzerlik vardır. İkili devlet sisteminden, ölüm cezasının infaz şekline kadar bir çok kültür değerleri yaşamakta devam etmiş, Türk kültürünün hem eksikliğine, hem de sürekliliğine, tanıklık etmiştir.

İslâm-Türk Kültürünün Anadolu ve Rumeli’de kök salma­ sında, etkin olmasında tasavvuf akımlarının rolü pek büyüktür. Tasavvuf, Anadolu’ya Türklerle beraber giren bir düşünce siste­ midir. Ve Tasavvuf, Türk Kültürünün Orta Asya’dan gelen temel değerlerini korumakta en büyük âmil olmuştur. Medresenin Bağ­ dat ve Kahire’den alıp getirdiği ortodoks İslâmlığın baskısına rağmen tasavvuf, Anadolu ve Rumeli Türkünün geçmiş değerle­ rini korumasında faal fikir olmuştur. Tasavvuf, felsefî görüş, dinî tefsir, edebî ve fikrî sahadaki gelişmeyi sağlayan bir akım olduğu kadar köylere, obalara, ma­ halle aralarına kadar yayılan kuruluşlariyle Türk âdet ve törele­ rinin devarmnı da sağlamıştır. İktidarın askerî ve mülkî teş­ kilâtı, dinî müesseselerin yanı başında her ilde, her sancakta, her bucakta gücünü sadece müridlerinden, muhiplerinden yani, halktan alan meşâyih-i kiram halkın temsilcileri olarak kendile­ rini kabul ettirmişlerdir. Mutasavvıflar halk mümessilleri ola­ rak halkın eğilimlerine, meraklarına, ilgilerine şekil veren eğiti­ ciler olarak Türk düşünce tarihinde unutulmayacak hizmetlerde bulunmuşlardır. Bugün Anadolu’da halk inancı saygı gören nice yüzyıllık dut, çınar, çitlenbik, çağ ağacı, nice pınar, kaya, kovuk, manevî değerlerini eski Türk kültüründen almakta ve bu değer­ leri yaşatan da bunların civarında bulunan bir velinin, bir şeyhin varlığı olmaktadır. Böylece İslâmiyetin naslarına, medresenin sün­ net ve kitaplara bağlı 'zihniyetine, bütün baskısına rağmen Türki­ ye’de millî renklere bürünmüş bir İslâmiyet doğmuştur. Türk halkı kendi kültürünün potasında bu dine özellikler kazandırmış­ tır. Anadolu ve Rumeli türkünü yüzyıllarca eğiten tasavvuf ocaklarının başında Bektaşilik, Halvetilik ve Mevlevilik gelmekte­ dir. Gerçi, Türkiye’de tasavvuf akımlarının Kadirîlikten, Nakşi­ bendîlikten, Ticanîliğe kadar bütün kollarının kuruluşlarına tesa­ düf edilirse de Müslüman Türkün kendi özbenliğinden doğan bu üç tarikat, XVIII. yüzyıla kadar üstünlüğünü devam ettirmiştir. Türk kasaba ve şehir topluluklarında Hint, İran ve Arap tasavvu­ fu ve medrese zihniyeti bu yüzyıldan sonra daha açık olarak ken­

429 dini his ettirmiş, bunun sonuçlarından en önemlisi de Türkün di­ namik dünya görüşü yerine Hint, İran ve Arap düşüncesinin mis­ tik, mütevekkil felsefesi yer almakla yüzyıllardan beri süre gelen topluluklara üstün olma bilinci zayıflamıştır. Bu gelişme, Türk kültüründe millî geleneklerden kopmaya yol açmıştır. Bunu da XIX. yüzyıldan itibaren gerek fikir, gerek teknik bakımından güç­ lü olan Batı Avrupa kültürünün baskısı takip etmiştir.

430 4. TÜRK - MOĞOL İMPARATORLUĞU

XIII. yüzyılın başlarında Asya’nın derinliklerinden Eski Dün­ ya tarihine yer yer yön veren yeni bir fırtına kopmuştu. Bu fır­ tına tarihte Moğol istilâsı olarak adlandırılır. Özellikle bütün Türklük alemini, İç Asya Türklüğünü, batı ve kuzey Türklüğünü derinden etkileyen, Uygurların ülkesinden Batı Anadolu’ya, îtil bölgesinden Macaristan içlerine dek Eurasia’da yayılmış, bütün Türk kavimlerini sarsan bu istila ve de istilanın yapıcısı Moğolla­ rın etnik varlıkları hakkında çeşitli görüşler vardır. Moğolların etnik yapılarını ve boysal kuruluşlarını burada, istilanin Türk ve dünya tarihine neler getirip, neler götürdüğünü ise, Moğolların tarihini inceledikten sonra tartışmak daha uygun olacaktır.

4.1. MOĞOLLARLA İLGİLİ GENEL BİLGİLER

4.1.1. MOĞOLLARIN ETNİK YAPILARI

Genellikle Moğolların Türk olmayan fakat, Türklerle akraba bir kavim oldukları görüşü benimsenmektedir. Bunların Tunguz (Liao) lardan inen Khitay (Kitan) ların gelişmesiyle oluştukları tezi artık, bir gerçek olarak tutunmuştur. VII. yüzyılda Mançurya sınırı üzerinde gelişen Khitay ya da Hıtaylar IX. yüzyılda kuzey Çin topraklarını kendi etki alanları içine aldılar. Bu bölgede iki yüzyıl süren bir devlet kurdular. 915 yılında şimdiki Pekin kenti yerinde bulunan şehri alarak hükümetlerine merkez yaptılar. 1120 yılında Hıtay devleti çöküntüye uğrayınca, bunlardan ayrı­ larak Kara Hıtay adını alan bir kolun batıya doğru göçtüğünü, 1123’te Karahanhlar ülkesinin ortasında, Çu ırmağı kıyısındaki Balasagun kentine yerleşerek, Karahanhlar devletini kontrolleri altına aldıklarına daha önce dolaylı olarak değinmiştik. Batıya göç etmeyip Hıtay (Kuzey Çin) ülkesinde kalan boy­ lar ise, dağınık bir konglamera görüntüsü almışlardı. Büyük Al- taylardan Khangay dağlarına dek uzanan alanda Naymanlar, Aşağı Orhun’da, Kentey dağlarının güneyinde Telalar, Yukarı Or­ hun’da Kereit, Sarısu (Huang-Ho) dirseğinde ise Öngüt boyları yayılmış bulunuyorlardı. Bunlardan (t-çoğul eki ile anılan) Kereit ve Öngüt boyları Türk ya da mogollaşmış Türkler idiler. Öngüt hanları adları arasında Alakuş - Tigin, Kün - Buga, Ay - Buga,

431 Çölik - Buga, Güyük, Yelmiş, Yüreg gibi tamamen Türkçe isimle­ rin bulunuşu bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Uygurlardan baş­ ka Baykal gölünün güney doğusunda yaşayan Merkit boyunun da Türk asülı olma olasılığı vardır. Khingan dağlarının kuzey do­ ğu yamaçlarına yerleşmiş bulunan Kongurat topluluğunun ise hangi dili konuştuğu henüz aydınlanmamıştır. Bunlardan başka Çılok ırmağı boyunda Calayırlılar, Amur çevresinde de bugün bü­ tün Rusyadaki Türklere adlarını veren Tatarlar yaşıyorlardı. Ni­ hayet Kerülen, Onan ve îngoda ırmakları boyunca asıl Mogollar yerleşmiş bulunuyorlardı. Görüldüğü üzere Tunguz - Moğol konglamerası içinde önemli sayıda Türk unsurunun yer aldığı saptanabilmektedir. Bu bakım­ dan Moğol tarihini ve bu ad altında yapılan hayret uyandırıcı ya­ yılmayı Genel Türk tarihinin bir aşaması olarak incelemek zoru­ nu vardır, Rusya tarihini anlıyabilmek için Moğol tarihine eğil­ mek ne denli gerekli ise, Türkiye tarihinin gelişmesini kavrayabil­ mek için de bu büyük istilanın niteliğini tanımak gereği meydan­ dadır. Toplum yapısı, efsane, destan, töre ve gelenekleriyle de Türk kültüründen ayrılmayan Moğolların tarihini. Büyük Türk tarihinin bir bölümü olarak değerlendirmek bu bakımdan hata sayılmaz.

4.1.2. MOGOLLARDA TOPLUM YAPISI

Pelliot ve Eberhard gibi bilginlere göre T’ang sülâlesi, belki de Wei hanedanı devrinde Kerülen ırmağı civarında yaşayan Şi - Wei kavminin torunları olarak tanıtılan Mogollar, bir olasılıkla Meng - Ku oymağından inmişlerdir. Bir açıklamada bu söz, Moğol adının ilk biçimidir. Mogollar üzerinde yaptığı incelemelerle tanınan Vladimircov’a göre Moğol imparatorluğunun kurulduğu yıllara yakın tarihlerde Mogollar baba - erki bir topluluk olmaktan çıka­ rak boybeyliği yapısında feodal bir kuruluşa geçmiş bulunuyor­ lardı. Yani Mogollar, ilkel göçebelerin oluşturdukları Kürigen (halka - avul - oba) biçiminden Ayil (Aile) yapısına doğru bir aşa­ ma göstermişlerdi. XIII. yüzyılda yapılan göçlerde artık kürigen biçimindeki göçlere rastlanmaz. Her aile (boy - obox) soydaşları ve boyun ortak köleleri ile birlikte konup göçen bir görünüm al­ mıştır.

Moğollarda boylar kan kardeşliği temeline dayanır. Her boy, erkek yönünden akraba olan oymaklar yani agnat ilkesine ve dış­ tan evlilik (exogamie) yöntemine göre kurulmuş tipik bir toplu­ luk olarak seçilmekteydi. Bu ata-erki birlik ferdi ekonomiye da­ yandığı halde otlaklar yine de boyun ortak malı idi. Büyük oğu- 1un bir takım haklan korunduğu halde, küçük oğula da özel hak-

432 1ar tanınmıştı. Bu yapı boyların sürekli olarak bölünmesine, bir boydan yeni yeni şube boyların türemesine yol açmakta idi. Mo­ ğol dinamizmi ve istilâ hareketinin ya da yayılmasının kökeni bu yapıda gizlidir. Böylece boyların dağılma süreci içinde göçebe boy- beyliklerinin doğuşuna tanıklık edilirken, öte yandan Moğolca Unagan-bogol adını taşıyan yeni bir sınıf da oluşmuştur. Unagan- bogol, haklı olarak Vladimircov’un da dediği giib köle anlamına gelmez. Boylar arasındaki kavgalarda yenilgiye uğrayan boyun, zaferi elde eden boya kesinlikle bağlanması sonunda bağlı boylar­ dan oluşan yeni sınıf anlamını karşılar. Onun içindir ki, Moğol toplumu içinde Unagan-bogollar homogen bir kitle teşkil etmez­ lerdi. Çeşitli boyların yüksek sınıfları yani, hakim tabakası şimdi bir Moğol boyunun hükmüne girmekle bu göçebe toplulukta ha­ kim boylar (obox) en yüksek sınıfı, vassal-bağlı boylar ikinci sını­ fı (unagan-bogol) ve nihayet asıl işçi kitlesini oluşturan kharaçu (kara halk) en alt sınıfı meydana getiriyorlardı. Kharaçuların bey (Noyan), ağa (Bagatur), korucu (Seçen), nişancı (Mergen) ve bilge gibi senyörlere karşı bir takım yükümlülükleri vardı. Bu yükümlülüklerin başlıcaları kesimlik hayvan ve sağmal hayvan özellikle kısrak yetiştirmeleriydi. Moğol toplumunda başka önem­ li bir sınıf ise, Nököd (Nöker-Arkadaş) adını taşıyan Bey’in ya­ nındaki muhafızları idi. Her noyan kendi nöködünü seçmekte ser­ best sayılırdı. Bunlar, bulundukları boyun en üst tabakasından seçildikleri gibi, başka boy beylerinin kendi çocuklarını and ve sözle bir beye nöker olarak adaması da mümkün idi. Sürekli bir askeri kadro teşkil eden nökerler devamlı olarak başbuğlanyla birlikte yaşarlar ve gelecekte bir ordunun komuta kadrosunu oluş­ tururlardı. Bu duruma göre noyanın muhafız birliği bir çeşit as­ keri okul görünümünde bulunuyordu. Nökerler senyörün gücüne göre ordunun, ya da hiç olmazsa muhafız kıtasının çekirdeği de­ mekti. Moğol toplumunda sözü edilen sınıfları dışında sürekli akın ve savaşlarla elde edilen gerçek köleler kitlesi ise ayrı bir yer tut­ makta idiler. Bunlar -sahip oldukları bilgi, yetenek, ustalık ve be­ ceri ile birdenbire olmasa da ikinci kuşakta unagan-bogol duru­ muna yükselmekteler ve kharaçulardan ayrılmakta idiler.

4.1.3. MOĞOL TARİHİNİN BAŞLANGICI

Moğol İmparatorluğunun kurucusu Cengiz Han’ın ataları ile Moğol tarihinin ilk devirleri arasında büyük bir yakınlık vardır. Moğolların ilk hükümdarı Bataçi Han, Cengiz Han’ın da atasıdır. Efsaneye göre Bataçi Han, Tanrının takdiri ile yaradılmış Börte- çene (Bozkurt) ile eşi beyaz dişi geyik (Koai Maral) dan doğmuş­ tur. Bunlar denizi geçerek Onan ırmağının kaynadığı Burkhan dağına yerleştiler. Bataçi Han burada doğdu. Bataçi Han, daha

433 sonra Alan-koa’yı (Göksel ruh) ziyaret etti ,ondan da oğlu Bodan- çar doğdu. Böylece Cengiz Han’ın yetiştiği Nirun oymağı oluşma­ ya başladı. Bu efsanenin Türklerin Ergenekon efsanesindeki Bör- teçene ile olan benzerliği yukarıda da değindiğimiz gibi Moğol kültürünün Türk kültüründen ayrılmazlığını bir kez daha ansıt- maktadır. XII. yüzyıla gelindiği sırada Nirun oymağı çevresinde ilk Mo­ ğol devletinin biçimlendiği görülür. Kaydu Kağanın kurduğu bu devletin ömrü gerçi kısa oldu. Kutula Kağan zamanında 1161 de Tatar ve Hıtay oymakları bu genç devleti parçaladılar. Nirun oy­ makları birliğinden Borcigin oymağı beyi Yesugai Bagatur dağı­ lan oymaklardan bir kaçını çevresine toplayabildi. Kereitlere bağ­ lanmakla birlikte Tatarlara karşı amansız mücadelesine devam etti. İşte bu tarihlerde, 1167 yılında Onan ırmağı kıyısında, bir başka söylentide 1155 te Kerülen kıyısında ilk ve ünlü oğlu doğ­ du. Ona, tam bu günlerde yenilgiye uğrattığı Tatar oymağı beyi­ nin adı olan Temuçin (Denilirci) adını verdi. Temuçin on yaşında iken Yesugai Bagatur’un ölümü üzerine öksüz kaldı. Küçük yaş­ ta olması birliğe bir başka oymak beyinin başkan (Bagatur) seçil­ mesine neden oldu. Bu da Temuçin’in ailesini iyice sarstı. Annesi aileyi destekleyen bogolları kaybettiği gibi, sürülerini de yitirmiş, çocuklarıyla birlikte zavallı ve fakir bir duruma düşmüştü. Ama Temuçin, yaratılışındaki üstün yetenekleri ve zamanın kendisine bir takım olanaklar sağlaması sonunda kısa bir süre içinde yitiri­ len sürüleri kurtardığı gibi, göçebe bir beyin en önemli dayanağı olan nökerlerini de yeniden elde etmeyi başardı. Yaptığı bir çok akınla siyasi olgunluğunu çevresine kabul ettirdi. Böylece Moğol boyları arasında ün saldı. Bu akınlarda dostlarına gösterdiği bağ­ lılık, cömertlik, düşmanlarına karşı aldığı acımasız tutum ve sa­ vaşlardaki yiğitliği, özellikle soydaşı olan Mogollara olan tutkusu onun dillere destan olmasına neden oldu. Temuçin bundan sonra geçmişte kendisine yardımları dokun­ muş olan Nirun oymak topluluğunu himayesinde tutan Kereitle- rin hanı Tuğrul Ong-Han’a karşı bağımsızlık savaşı açtı. Onu boz­ guna uğrattı ve bu arada gençlik arkadaşlarından biri olan ve Moğol feodallerinden çok, halka dayanan, bu yüzden de Cengiz’le çatışan Gur-Han Camuka ile de bozuştu. Camuka, Tuğrul Ong - Han ve Naymanlarm hanı olan Tayang Han’la anlaştı. Ancak Te­ muçin 1202 de eski düşmanları Tatarları, 1203 te Ong-Hanı, en sonra da Naymanları yenilgiye uğrattı. Bu başarılar üzerine 1206 da Onan ırmağı kıyısında toplanan kurultayda Cengiz Han sanıy­ la Moğolların hanı seçildi. Kököcü adlı Şaman onu kutsadı. Cen­ giz de taht kentini Türklerin kutsal Ötügeninde Karakurum’da kurdu. Böylece Moğol İmparatorluğu doğmuş oldu.

434 4.2. MOĞOL İMPARATORLUĞU Cengiz’in imparatorluğuna ilk katılan Öngüt beyi Alakuş- Tigin olmuştu. Bundan sonar Merkit ve Kırgızlar yenilgiye uğra­ tılmış, 1209 da ise Uygurların hanı Barçuk, Karluk beyi Arslan Yabgu ile Bozar Yabgu kendiliklerinden Moğol İmparatorluğuna katılmışlardı. 1215 te Cengiz’in orduları Pekin’e girmekle kuzey Çin ele geçirilmiş, 1218 de ise Naymanlarm hanı Küçlüg Han öl­ dürüldükten sonra Mogollar batıya yönelmişlerdi. Önlerine çıkan Kara Hitay devletini ortadan kaldırdıktan sonra Selçukluların ve İslâm uygarlığının vârisi durumunda olan Harezmşahlar devleti sınırlarına dayanmışlardı. Merkezi Urgenç olan Harezmşahlar devleti Moğol saldırısına uğradığı sırada Harezm, Maveraünnehir, İran ve Afganistan yöre­ lerine egemen bulunuyordu. Ancak bu devletin hükümdarı Ha- rezmşah Muhammed’in Mogollara karşı uyguladığı politika, onla­ rın Orta Asya ve İran’ı fethetmelerini kolaylaştırmıştır denilebi­ lir. Ülke ise, kalabalık bir orduya sahip olduğu, devlet hâzinesi­ nin dolu ve pek zengin bulunduğu, sanayi, ticaret ve kültür ba­ kımından büyük 'bir gelişmeye ulaştığı halde, toplumdaki fikir ay­ rılıkları yüzünden böyle bir istilaya açık bulunuyordu. Bu durum­ da Harezmşah Muhammed (1200 - 1220) elindeki bütün askeri kuv­ veti, komutanlarına güvenemediği için Mogollara karşı bir araya getirememişti. Cengiz Han bu durumdan pek çok yararlandı. Düş­ man kuvvetlerini dilediği gibi parça parça ezdi. İstila planını is­ tediği gibi uyguladı. Buhara, Semerkand, Urgenç v.b. kentler bir­ birinden kötü savunmalar sonunda teker teker düşürüldü. Savaş, 1208’da Harezmşahların Otrar valisi İnalçuk’un Moğol tüccarları­ nın mallarını gaspetmesi ve gönderilen elçileri öldürtmesi nede­ niyle başladı. Cengiz 200.000 kişilik ordusuyla üç yıl içinde bütün Orta Asya’yı ele geçirdi. Cebe ve Söbütey komutasındaki birlikler Harezmşah Muhammed, Hazar gölünde, Abiskun adasında bit­ kinlikten ölünceye değin onun peşini bırakmadılar. Bu komutan­ lar daha sonra kuzey İran’ı kan ve ateş içinde bırakarak Kafkas­ ya’ya girdiler. Şirvan boğazı üzerinden Kıpçak illerine çıktılar. Önce Alanları, ardından da Kıpçakları yenilgiye uğratarak Kırım sahillerindeki Cenova kolonisi Sudak’ı yağma ettiler. Horasan ve Afganistan’da ilerleyen Moğol kuvvetleri ise Merv, Bamyan, Gaz- ne, Herat gibi yüksek uygarlık merkezlerini acımasız yakıp yık­ makta idiler. Bunlardan özellikle Gazne ve Merv uzun süre belini doğrultamayacak biçimde yıkıma uğramıştı. Cengiz Han’ın 1227 de Tangutlar üzerine yaptığı sefer onun son fütuhatı oldu. Tangutları ezdi, ancak onların başkentleri Ning-Hia düşmeden kendisi öldü. Fakat onun vasiyetini yerine

435 getirmek, cenaze töreninde soylarını kuruttum diyebilmek için askerleri büyük bir bağlılıkla bu kentin halkını bire değin kırıp öldürdüler. Moğol istilası, Asya, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika ülkelerin­ de yaşayan topluluklar üzerinde günümüze değin unutulmayan ağır bir etki yapmıştır. Çağdaş tarihçi İbnü’l-Esir’e (1160-1233) göre bu istilâ, «gecelerin ve gündüzlerin o güne değin görmediği bütün insanlar ve özellikle müslümanlar için korkunç bir musi­ bettir. Cihan, insanın yaratıldığı gündenberi böyle bir felâket gör­ memiştir. Bu olay karşısında Buhtunnasr’ın (Nabu-kad Nazar) yıktığı Kudüs ile öldürttüğü yahudiler ne dirki? Bu istilâda nice Kudüs’e denk kentler yerle bir oldu. Belki bir kentte öldürülenler bütün yahudilerden çoktu. Bu yangın bütün ülkeleri sardı, bir felâket bulutu gibi ülke ülke dolaştı» diyor ünlü tarihçi. Grousset, Cengiz’in kan dökücülüğünün bir sadizm olmadığı kanısındadır. Ona göre bu kadar yıkıcı ve can kıyıcı olması, dengeli bir mantı­ ğın sağlam yargısı, yaratılışından sert ve disiplinli anlayışının sonucudur. Rasony ise, mezar sükûtunun ve kıtalar üzerinde ke­ sin nizam varlığının kısa bir süre sağlanabilmesi bu kadar kana ve cana değer mi idi? diyor. Ona göre; Moğol istilâsı ile Türklü­ ğün uygarlıktaki atılımları engellenmiştir, »Genç kentlerdeki ge­ lişme belinden kırıldı. Türklük iki büyük kutup çevresinde uygar yaşamını geliştiriyordu. İslâm dünyasında hemen hemen her alanda egemen olmuştu. Bunu yıkmak ne kazanç getirdi? Türk- ler bu istilâdan sonra ancak, Mogollardan önce yerleştikleri ya da fethettikleri yerlerde tutunabildiler. Türk Orta Asya’sının tekrar önem kazanması için ise bir hayli zamanın geçmesi gerekti» di­ yerek görüşünü açıklıyor. Türk tarihçilerinden Zeki Velidi To- gan’a gelince, bu yazar öteki Türk tarihçilerini eleştirerek Müslü­ man Arapların Türk illerine saldırılarını fütuhat ama. Cengiz hatta Timur’un Türk illerini bir devlet ve tek otorite çevresinde toplamak eylemlerini istilâ olarak belirtmelerini, Türk tarihini di­ nî açıdan inceleme alışkanlığından ileri geliyor dedikten sonra, Moğol istilasının Harezm, Maveraünnehir ve Horasan ülkelerinin türkleştirilmesini gerçekleştiren bir dizi savaşlar olarak değerlen­ dirmektedir. Moğol istilası hiç kuşkusuz Orta Asya kentlerinde, köylerinde yaşayan halkın etnik yapısını büyük ölçüde değiştirmiştir. An­ cak bu olayı daha önceden tasarlanmış, planlanmış bir düşünce­ nin uygulanmaya konuşu gibi açıklamak mümkün değildir. Bu, bölgede dörtyüz yıldanberi süregelen ve gelişen Türk kültürünün, bu büyük yangının külleri arasında yeniden hayat bulması ve Mogolları da esasen etkileri altında bulundukları bu kültür için­

436 de eritip türkleştirmesi sonucunda istiladan aşağı yukarı ikiyüz yıl sonra yörenin iyice tiirkleşmesi ^ibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. İstiladan on yıl sonrasına doğru yıkılan kentlerin yerinde ya da yakınlarında yeniden kurulmuş kentler meydana çıkmaya başladı. Semerkand, Buhara hatta Urgenç hızla kalkındı. Yalnız Merv, Timur’un oğlu Şahruh (1404 -1447) bu kente el atıncaya değin harabe olarak kaldı. Yedisu, Zerefşan, Kaşkıderya yöreleri ise, istila sırasında halkın imha edilmiş olması ya da Uyguristan’a sürülmesi nedeniyle ancak Timurlular devrinde kendini toparla­ yabildi. MogoI yöneticiler bu bakımdan ele geçirdikleri ülkeleri yönetmekte ve kalkındırmakta büyük güçlük çektiler. Zira onla­ rın Uygarlardan beri Karahanlı, Selçuklu ve Harzemşahlar dö­ nemlerinde çok renkli ve karmaşık toplumsal, ekonomik ve poli­ tik bir yaşam gösteren bu ülkeleri yönetecek tecrübeleri yoktu. Bu nedenle ülkeleri kendi üstün egemenlikleri altında yerli yöne­ ticilere bırakmak zorunda kaldüar. Örneğin Ögeday (1229 -1241) Maveraünnehir’in yönetimini Mahmud Yalvaç’a vermişti. Yerli bey, tüccar ve müslüman ulema Cengiz hanedanına sadık kişiler olarak istilanın korkunç görüntüsünü silmede ve- yıkılan ülkeleri kalkındırmada.bu nedenle başarılı oldular. Moğol yönetimi üst tabakadaki soylulara bu olanakları sağ­ larken, tarım işçilerini, atelyelerde çalışan işçileri, küçük esnafı ağır vergilere bağlamıştı. İşlenmiş topraktan alman vergiler (Ka­ lan) yanında köylüler, hükümdar ailesinin ferdlerinden, askerler­ den, ulema ve elçilere değin devletin yarlığ ve payzalarla ayrıca­ lık tanıdıklarına çeşitli hizmetleri görmekle yükümlü hale geti­ rilmişlerdi. Bu ağır baskı bir çok yerlerde halkın dağılıp kaçma­ sına neden olmuştu. Nihayet halk yığınlarında yoğunlaşan kin 1238 de Mahmud Tarabî (Elekçi) nin önderlik ettiği bir ayaklan­ maya yol açtı. Buliara’daki yerli beylere, ulemaya ve Moğol ege­ menliğine karşı girişilen bu halk hareketi güçlü Moğol ordusu ta­ rafından acımasız bir kıyımla bastırıldı. Bunun sonunda Moğol egemenliği ile halk yığınları arasında bir kaynaşma meydana ge­ lemedi. Bu egemenliğin halkça benimsenmemesi, onun çabucak feodal beyler elinde parçalanıp dağılmasına yol açtı. Moğol istilasının bir başka sonucu ise, Moğol orduları önün­ den kaçan Türk boylarının özellikle Azerbaycan ve Anadolu’ya sı­ ğınmaları ile bu ülkelerin türkleşmesine neden olduğu gibi, Ana­ dolu’da meydana gelen nüfus yoğunluğu ile Batı Türklerinin ikin­ ci bir patlamada bulunmalarını sağlamış olmasıdır. Osmanlı so­ yunca örgütlenecek olan bu patlama dünya tarihine Türk mille­ tinin en başarılı kuruluşunu, Osmanlı İmparatorluğunu sunmuş­ tur.

437 Cengiz Han, ölümünden önce ülkesini dört ulus biçiminde dört oğlu arasmda bölüştürmüştü ; Kıpçak bozkırlarmdan doğuda îrtiş suyuna, güneyde Hora­ san’a dek uzanan toprakları büyük oğlu Cuci Han’a, Orta Tiyan - Şan, doğu Türkistan ve Maveraünnehir’i ikinci oğlu Çağatay Han’a, Çungarya’yı üçüncü oğlu Ögeday’a,

ULUG KAĞANLAR SOYKÜTÜĞÜ

I. Cengiz Han 1206- 122Ö

Cuci Çağatay II. Ögedey Tuluy Ölümü 1227 - 1242 1229 - 1241 1226 Eşi Töregene Hatun V. Kubilay Hülegü Kağan Naibi 1260 -1294 1241 - 1246 ______!

III. Güyük Kaşı IV. Mengü 1246 - 1248 I 1248 - 1259 Kaydu 1301 (Rakip Han) I VII. Gülük XI. Olcaytu VIII. Kalama 1307 - 1311 Timur Boyantu 1294 - -1307 1311 - 1320

IX. Gegen X. Esen XIII. Câyaguta XI. Ğuşala 1320 - 1323 Timur 1329 - 1332 1329 1323 - 1328

XI. Raçi Buga 1328 - 1329 XV. Togan Timur XIV. Rincinçal 1332 - 1370 1332 Karakurum Hanları 1370 - 1470

438 Moğolistan ile kuzey Çin’i ise küçük oğlu Tuluy’a vermişti ki, Tuluy Ulug yurt adını taşıyan bu ülkede Türk töresine göre Ot-çigin (Od-Tigin), baba ocağının koruyucusu olarak kalmıştı. Cengiz, uluğ kağan olarak da oğullarındaki Ögeday’ı yerine ata­ mıştı. Münge K ağan’ın (1251 - 1259) ölümünden sonra kağan olan Kubilay tahtkentini Karakurum’dan Hanbalığ adıyla yeniden kurduğu Pekin kentine taşıdı. 1294 te ölünce yerini Olcay Timur aldı. Toğan Tinıur’un 1367 de ölümü üzerine kağanliğın tahtken- ti yeniden Karakurum olarak seçildi. Ancak 1368 den itibaren Mo­ ğol uluslarının hiç bir hakanı Karakurum’daki ulug kağanı tanı­ madıklarından Büyük Moğol İmparatorluğu da dağılmış oldu. Moğol İmparatorluğunun dağılmasıyle kuzeyde Cuci Han’ın oğulları arasındaki bölüşme sonunda, batı kesiminde Kıpçak boz­ kırının Ak-Orda (Altın ordu), şimdiki Kazakistan da Gök-Orda devletleri, eski Karahanlılar topraklarında Çağataylılar impara­ torluğu, İran, Azerbaycan, Anadolu ve Irakta Tuluy’un oğlu Hü- legü’nün kurduğu İlhanlIlar ve bunların ikinci ya da üçüncü ku­ şakta parçalanmaları ile doğan yeni sülaleler ve beylikler ortaya çıkmıştır.

4.2.1. ÇAĞATAY İMPARATORLUĞU

Çağatay ve ardıllarının devleti hiç bir zaman güçlü ve sınır­ ları belirli bir devlet olmadı. Bu devlet, Moğol boy beylerinin (feo­ dal) geniş ölçüde bağımsızca hareket ettikleri bir alandan ibaret kaldı. İmparatorluğu uğraştıran başlıca konu ise, din seçmedeki dalgalanmalar olmuştur. Çağataylılardan ilk müslüman olan Tar- maşirin Han’dır. (1326 - 1334). Onun müslüman oluşu yasaya kar­ şı bir davranış olarak değerlendirildi. Issık-göl ve İli çevresindeki Moğol beyleri bu yüzden ona karşı ayaklandılar. Almalık yöresin­ de hanlık eden Cenkşi, koyu bir İslam düşmanı olarak müslüman- 1ar 1 koğuşturdu. Buna karşı bağnaz bir müslüman olan Kazan Han Halil (1343 - 1347) ile Ögeday oğullarından Ali Han ülkede yaşayan Nasturî hıristiyanları şiddetle cezalandırdılar. Mogollar arasında mülsümanlık en son Tuğluk Timur (1348 -1363) zama­ nında zaferi kazandı. Moğol feadallerinin sürdürdükleri mücade­ leler arasında Çağatay İmparatorluğunda iktidar uzun ve kanlı bir rekabetten sonra Barlas boyunun beyi Timur Güregen (Aksak Timur) eline geçti. Onun zamanında Orta Asya’da Müslüman - Türk kültürü kesinlikle yerleşti. Çağatay İmparatorluğundan da yeni bir imparatorluk, Timur İmparatorluğu doğdu. (1370 -1506) Çağatay adı Özbeglerin ortaya çıkışlarına dek buradaki savaşçı göçebe boylara özgü bir ad olarak yaşadığı gibi, XIV. yüzyıldan sonra bölgede gelişen Doğu - Türk edebî dili de günümüze değîn Çağatay’ın adı ile anılagelmiştir.

439 ÇAĞATAY HANLARI SOKÜTÜĞÜ

I. Çağatay 1227 - 1242

Paydar III. Yesü Mengü Sarban Mötügen 1247 - 1251 1 V. Algu VIII .Nigbay 1261 - 1266 1271 - 1272

Böri Esen Duva II. Kara Hülegü I 1242 - 1247 - 1251 Kadamı VII. Barak Han IV. Ergene Hatun 1266 - 1271 1251 - 1261

XII.I Taliku IX. Tokay Timur . X. Duva VI. Mübarek Şah 1308 - 1309 1272 - 1282 1282 - 1306 1266

Örek Timur

Yasadur I XXII, Kazan

Eymel Hoca XVI. XIV. XIII. XI. Duva Timur Esen Buga Kebig Han 1309 Koncuk 1321 - 1322 1309 - 1318 (1318- 1321) 1306 - 1308 ( kan Sorgunoğul XIX. Bozon Pulad 1335 - 1338 XXII. Tuğluk Timur XX. XVIII. Cengşay Boyan Kulu XXI. Moğolistan Şubesi Esen Timur 1334 - 1335 1348 - 1358 Mehemmed 1348 - 1570 1338 - 1340 1340 - 1343

XI. Tarmaşirin 1322 - 1334

4.2.2. İLHANLI İMPARATORLUĞU

Türkiye tarihinin incelenmesinde önemli bir konu olan İran, Irak, Azerbaycan ve Anadolu’ya egemen İlhanlı devletinin kuru-

440 cusu Mengü ve Kubilay Hanların kardeşi, Tuluy’un oğlu Hülegü Han’dır. 1256 da Moğol İmparatorluğunun İran ve çevresini yö­ netmek üzere kardeşi Mengü tarafından görevlendirildi. İran da­ ha 1229 da Baycu Noyan eli ile zaptedilmiş olduğundan Hülegü, burada kendi devletini kurmada büyük zorluklarla karşılaşmadı. Baycu, 1243 te Kösedağ’da Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyaseddin II. Keyhusrev’i ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra bu devleti Bü­ yük Moğol İmparatorluğuna bağlı bir il haline getirince, Hülegü- nün teslim aldığı ülkelerin batı sınırı Sakarya ve Gediz ırmakları­ nın kaynaklarına dek uzanmış oluyordu. Onun 1255 te ölümü üzerinedir ki, Mengü kardeşi Hülegü’yü bati illerine gönderirken, ona henüz ele geçirilemeyen Şiraz, Ehvaz, Güney Irak, Suriye ve Mısır gibi müslüman ülkelerin fethi görevini vermişti. Bu mak­ satla Hülegü emrinde 280.000 kişilik bir ordu toplanmıştı. Zeki Velidi Togan, bu ordu ile birlikte hareket eden Türk-Mogol boyla­ rının toplam bir, birbuçuk milyonluk bir kitle teşkil ettiklerini, bundan önce İlçigeday ve Baycu Noyan ile Ön Asya’ya inen boy­ ların da bir milyon olarak hesaplanması gerektiği kanısındadır. Buna göre Moğolların Ön Asya’ya iki milyondan fazla Türk ve Moğol yerleştirdikleri sonucu çıkar ki, bunun sonunda Azerbay­ can ve Şiraz yöreleri tamamiyle türkleşmiş olacaktır. Hülegü böl­ gede kurduğu yeni devlet için başkent olarak halifeler kenti Bağ- dad’ı seçmiş bulunuyordu. Bu tasarının sonucu olarak 1258 de son Abbasî halifesi, aslında Nasturî bir hıristiyan olan Ket-Buga- nın saldırılarına dayanamadı ve halifelik de tarihe karışmış oldu. Hülegü ayrıca Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah zamanından be­ ri ikibuçuk yüzyıl büyük bir anarşi kaynağı olan Batınîliğin de kökünü kazımıştır. Hülegü’nün Mısır-Memlûk sultanlığı üzerine hazırladığı büyük 'zaferi ancak Baybars durdurabildi. 1260 ta Ayn-i Calud savaşında Ket-Buga, öncü kuvvetler komutanı Bay- bars’ın karşısında feci bir yenilgiye uğradı. Bu savaş iki devlet arasında yeni bir politikanın doğmasına neden oldu. İlhanlIlar Memlûk sultanlığına karşı Avrupa devletleri. Papalık ile anlaşma­ lar yaparlarken, Memlûklular da İlhanlIların rakipleri Altm-Ordu hanları ile bağlaşıklıklar kurarak siyasi ve askeri dengeyi sağla­ mak çabasına girdiler. Bu sonuç, Moğol istilasının Suriye önünde duraklaması ve atılımmın yitirilmesi demek olmuştur.

İlhanlI imparatorluğunun siyasi ve askerî faaliyetlerinin üs­ tünde kültürel, tarımsal ve ekonomik alanlarda gösterdiği çalış­ malar Moğol ordularınca ilk ağızda meydana getirilen büyük kı­ yımı kapatmak bakımından başarılı olmuştur. İlhanlIlar da öteki Türk devletlerinde olduğu gibi din bir bas­ kı unsuru olmamıştır. Büyük bir hoşgörü içinde İlhan’dan en kü­

441 çük bireye kadar herkes vicdan özgürlüğüne sahip bulunuyordu. Hülegü kendisi atalarının dininde şamanlıkta kaldığı halde, onun en yakın danışmanı ve eşi olan Kereit Ong-Han Tuğrul’un torunu Toku'z-Hatun hıristiyan idi. Yerini alan oğlu Abaka Han budist ol­ duğu halde, öteki oğlu ve ikinci ardılı Teküdar Ahmed İslamlığı seçmişti. Gazan Han müslüman olmadan önce budist, Olcaytu ise gençliğinde hıristiyan olmuştu. Bu örnekleri çoğaltmak için eli­ mizde pek çok belge vardır. Moğolların şamanlıktan ayrılırlarken bir süre Buddha dini ve hıristiyanlık arasında bocaladıktan son­ ra müslümanlığı seçmelerindeki en büyük öge, ötedenberi kültür­ lerinin etkisi altında kaldıkları Türklerin büyük çoğunlukla müs- lümanlığı epeyce bir süreden beri kabul etmiş olmalandır deni­ lebilir. İlhanlIların düşünce ortamını etkileyen en önemli etmenler­ den din konusunda bu denli hoşgörü göstermeleri edebiyat, bilim ve düşünce hayatında, İslam dünyasında kendini gösteren durak­ lamayı geriletici bir öge olmuştur. Kültür alanında en büyük ge­ lişme resim ve mimarlıkta görülür. Onların zamanında yapılan resimlere (minyatür) halis Çin ve Uygur okullarının ürünleri na­ zarıyla bakılabilir. Günç, Müsavvir Abdulhay, Sultan Üveys, Nak­ kaş Cüneyd-i Bağdadî gibi sanatçılar resim ve müzik alanlarında ün yapmışlardır. İlhanlı devrinin edip ve şairleri arasında ise, Üs- tüvaneli Ali, Pur Haşan, Dehhânî Hocendî, Kadı Burhaneddin, Nesimi, Kadı Darîr anılabilir. Bu dönemde Türkçenin bir yazı ve edebiyat dili haline geldiğine de tanıklık ediyoruz. Moğol istilası bütün Türk ve Moğol boylarını, oymaklarını Eurasi kıtasında ka­ rıştırıp ve kaynaştırmak gibi bir sonuç doğurunca, Türkçe de do­ ğuda Hanbalığ’tan batıda Tuna boylarına, Konya’ya dek tek dil haline geldi. Uygur yazısı da bu dilin alfabesi olarak yayıldı. İl­ hanlI hanları ancak Arap ya da İranlı uyruklarına bir azınlık halk imişçesine buyruklarında Arapça ve Farsça hitap ediyorlar, resmi dil olarak Türkçeyi kullanıyorlardı. İlhanlı hizmetine girerek gö­ rev alan yerli memurlar da Türkçe öğrenmek, Uygur alfabesini bellemek zorunda idiler. Hülegü’nün veziri Atamelik Cuveynî, ye­ ni yönetimde baş yerin Uygur yazısına verildiğini, kendilerinin bu yazı ve onun dilini öğrenmek zorunda kaldıklarını üzülerek bildirir. Bu davranış hem Moğolların, hem de yukarıda da açık­ landığı gibi Maveraünnehir, Horasan, Şiraz ve Azerbaycan yöre­ lerinin türkleşmesinde etken olmuştur. Yine İlhanlIlar devrinde matematik, astronomi ve tıb gibi bilim dalları büyük bir özgürlük içinde yeniden canlanma olanağı buldular. Nasireddin-i Tusî Hü­ legü adına Zîc-i İlhanî adlı astronomi cetvelini düzenlerken. Ga­ zan Han ile Olcaytu Hüdabende katında hizmet eden Abdullah-i

442 Kaşânî ile Hekim Reşideddin Menâfi-i Hayavan adlı eserle hay­ vancılık, Aşar ü İhya adlı eserle de tarımcılık konularında yeni aşamalar yapmışlardır. Hekimlik alanında ise Mogollar, Çin’deki gelişmelerin Ön Asya’da tanınmasını sağlayan bir ortam oluştur­ dular. Nitekim Van-Su-Hu adlı eserin Tensuhname-i İlhanı adı ile tercüme edildiğini bilmekteyiz. Öte yandan atlı göçebelerden olan Moğolların kent kurmak ve mimarlığa önem vermekte gösterdikleri özen gerçekten, hay­ ranlıkla izlenmektedir. Moğolistan’da, Çungarya’da, Zerefşa ve Horasan’da olduğu gibi İlhanlIlar da Azerbaycan’da yeni yeni kentler, mahalleler kurdular. Bunların en ünlüleri Sultaniye ve Gazan Han’ın Tebriz yanında yaptırdığı Şenb-i Gazan, Vezir Re- şideddin’in Reşidi mahallesi, Olcaytu’nun kurduğu Sultanabad ve Olcaytu Sultan kentleridir. Ayrıca şaman kalanların yaptırdıkla­ rı Han koruları, budist olanların Buddha tapınakları, Nasturî ki­ lise ve manastırları ile müslüman olanları ise cami, türbe vb. yapı­ lar yaptırdılar. Onlardan bu güne değin sağlam kalan başlıca ya­ pılar arasında Olcaytu’nun Sultaniye’deki türbesi, Ali Şah’m Teb­ riz’deki Mescidi, Verâmin, Kum, Meşhed ve Merend camileridir. İlhanlIların son büyük hükümdarı Ebu Said Han’dır. (1316 - 1335). Onun ölümünden sonra. Gazan Han (1295 - 1304) zamanın­ dan beri ülkede büyük bir nüfuz sağlamış bulunan Emir Çoban’- ın torunu Şeyh Hasen-i Kûçek (Küçük) Tuluy’un torunlarından Arpa Kav’ı İlhanlı tahtına oturtmuştu. Ama, öteki İlhanlı beyle­ ri Musa Han’ı banladıklarından ülkedeki birlik bozuldu. Calayırlı beylerinden Şeyh Hasen-i Büzürg (Büyük) de Hülegü’nün bir başka torununu, Mehemmed’i banlayarak Bağdat merkez olmak üzere ülkenin güney kesiminde yeni bir devlet kurmuş bulunu­ yordu. Horasan’daki beylere gelince, onlar da Tugay Timur’u han- lıyarak ayrıldılar. Böylece İlhanlı imparatorluğu Musa Han’ın 1336 da ölümüyle dağılmış oldu. Devlet, doğuda Tugay Timur, gü­ neyde Calayırlı, Azerbaycan ve Anadolu’da ise Çoban oğullarına bağlı olmak üzere üçe bölündü. Bu durumda Altın Ordu hanların­ dan Cani-Beg Han, 1336 da Azerbaycan üzerine yaptığı bir sefer sonunda hem Çoban oğullarını, hem de Calayırlıları Altın Ordu devletine bir süre için bağladı. Çoban oğullarının 1338 den beri Anadolu genel valisi olan Uygur asıllı Alaeddin Ertene (Eretna- Ertena) bu durumda bağımsızlığını ilan ederek ayrı bir beylik kurdu. İlhanlı ülkeleri 1393 te Timur’un gelişine değin bu beylik­ ler arasında çekişme konusu olarak el değiştirip durdu.

443 İLHANLILAR SOYKÜTÜĞÜ

Cengiz Han

Cuci Çağatay Öbedey Tuluy

Arıg Boga I. Hülegü Kubilay Münge 1 1256 - 1265 X. Arpa Han 1335 - 1336

II. Abaka Taragay III. Mengü Timur Yaşmut 1265 - 1282 | Ahmed Teküdar | | VI. Baydu 1282 - 1284 Anbarçı Süge 1285 V. Keyhatu IV. Argun Ali XIII. Toga Timur Yusuf Şeh 1291 - 1295 1284 - 1291 | 1338 - 1351 1 XI. Musa XVI. Süleyman 1336 Yol Kutlug 1339 - 1344 Alafrang VII. Gazan I I 1295 - 1304 VIII. Olcaytu XII. Mehemmed XIV. 1304 - 1316 1336 - 1338 Cihan Timur 1339 - 1341

XV. IX. Ebu Said Satı Beg Hatun 1316 - 1335 1338 - 1339

4.2.3. ALTIN -ORDU (AK - ORDA) İMPARATORLUĞU

Kuzey Türklüğünün parlak^ çağı hiç kuşkusuz Altm Ordu ege­ menliği dönemidir. Altın Ordu devletinin kuruluşunu hazırlayan Moğol istilasına geçmeden bu topraklara adlarını veren Kıpçak- lardan ve Kumanlardan bir kez daha söz . etmekte yarar vardır. Bilindiği gibi kuzey Türklüğünün bir zamanlar egemen ol­ dukları Dnepr (Turla) ile Volga (îtil) ırmaklarının arasında ka­ lan düzlük bozkır, Arap ve İranlı tarihçilerce Deşt-î Kıpçak (Kıp­ çak Bozkırı) adiyle tanıtılmış tır. Hunlardan Hazarlara değin bu yöreye giren ve buradan Avrupa içlerine göç eden Türk urugla- rmdan hiç birinin adı bu yörede tutunmamış iken, Kıpçakların adlarının benimsenmesi henüz açıklanamamıştır. Ancak, eski çağ-

444 larda Türk ve Slav kavimlerinin yerleşme ortamlarının saptan­ ması varsayımları bu konuya bir açıklama getirmektedir. Kabul edilen tezlere göre Türkler, atlı göçebeler olarak bol çayırlı ve ot- laklı bozkır çizgisi üzerinde yaşama olanağı bulurlarken, Slavlar avcılıkla geçinen topluluklar olduklarından, ormanlık bölgelerde yaşamak gereksinmesi içindeydiler. Bu varsayım, Slavların uygar­ laşarak tarımcılık ve hayvancılık alanlarına kaymaları ölçüsünde Türk kavimlerinin kaderlerinde etkili olmuş ve en sonunda bu­ gün karşılaştığımız sonuç ortaya çıkmıştır. İşte, 965 te Svyatoslav’ın Hazarların başkenti İtil’i tahrip et­ mesi sonunda Rusların ilk kez ormanlık bölgelerden bozkıra in­ diklerini görürüz. Bunu yeni bir Türk konglamerasının karşı hamlesi izledi ve onların tekrar ormanlık belgelere çekilmeleri için yeter neden oldu, Böylece XI. yüzyılın ikinci yarısında Bun­ lardan beri bir çok kavimlerin konup göçtükleri bu topraklar Kıp­ çak konglamerasmı meydana getiren Türk uruglarının yerleşme alanı haline geldi. Bu konglamera Kıpçak, Kanglı, Kimak, Kun, Kuman, Uz ve Hazar boylarından oluşmakta îdi. BizanslIların Ko­ man dedikleri bu uruglar topluluğuna Ruslar onların fizik yapı­ larına bakarak Polovtzi yani Sarışınlar adını takmışlardır. Bölge­ nin Kıpçak boylarınca yeniden türkleştirilmesinin bir sonucu ola­ rak da bu yöre Kıpçak Düzlüğü adı ile, yeniden Rus istilasına uğ- raymcaya dek, anılmış ve öylece bilinmiştir. K. V. Kudryaşov 1948 de yayınladığı Poloveckaya Step (Kıpçak Bozkırı) adlı eserinde bu konglameranın yerleşme alanlarını şöyle saptamaktadır : Tuna ile Turla ırmakları arasında Körfez, ya da Tuna kıp- çakları oturuyorlardı. Zaporoje kıpçakları Turla körfezinden bu ırmağın kaynakları olan çavlanlara dek yerleşmişlerdi. Sever ile Tor suları arasında ise Don kıpçakları, Orel ile Şa­ mara yöresinde de Orel kıpçakları yayılmışlardı. Aşağı İtil’den Turla’ya dek Kumanlar, îtil boylarında Hazar­ lar ve bunların aralarında Alan, Kun, Kimak, Uz, As, Sarı Yugur v.b. Türk kavimleri yerleşmiş bulunuyordu. Kıpçak düzlüğüne dolan yeni Türk urugları, Balkanlara da sarkmakla gelecekte kendini gösterecek olan Osmanlı devletinin, Rumeli ve Karadeniz yöresinde güçlü bir devlet oluşunda çevreyi hazırlamış oldular. Bu yüzden Osmanlı tarihinin kuruluş döne­ mini iyice kavrayabilmek için, Kıpçaklarm tarihini de yakından öğrenmek zorunu vardır. Kıpçaklar Uzları da kendilerine kattıktan sonra 1088 - 89 yıl­ larında Bizans sınırını aşarak Trakya’ya girdiler. Selçuklularla iş­ birliği yapan Peçeneklere karşı Bizans imparatorluğunu destekle­

445 yerek 1091 de Trakya’da, Meriç ağzında, Liburnion’da Peçenekleri ezdiler. Ama Kıpçaklar asıl varlıklarını Mogollar gelinceye kadar kendi adlarını verdikleri güney Rusya bozkırlarında sürdürdüler. Moğol egemenliği sırasında bir kısmı hıristiyanlığı kabul etmekle zamanla slavlaştılar ve şimdiki UkraynalIlar ile Kazakların ara­ sında eriyip kayboldular. İslamlığı kabul edenler ise, tatarlaşarak kuzey Türk topluluğunu meydana getirdiler.

MOĞOL İSTİLASI VE ALTIN - ORDA DEVLETİNİN KURULUŞU Kıpçak bozkırına Moğolların girişi o güne dek bilinen göç ve ticaret yolu olan Ural ve İtil ırmakları üzerinden olmamıştır. 1220 de Harezmşah Muhammed’i kovalamak üzere Cengiz Han ta­ rafından gönderilen Cebe ve Söbödey’in orduları, Kafkaslardan Şirvan boğazını aşarak Kıpçak topraklarına girdiler. Önce Alan­ ları yenilgiye uğrattılar. Ondan sonra 1222 de Kalka ırmağı bo­ yunda Kuman ve bağlaşıkları Rus kuvvetlerine karşı büyük bir zafer kazandüar. Kıpçakları daha batıda yerleşmiş bulunan öteki soydaşlan yanına sığınmaya mecbur ettiler. 1223 te ise orta İtil bölgesinde İtil Bulgarları karşısında başarısızlığa uğradılar. Bu başarısızlık Kıpçak bozkırının işgalini ancak bir süre için gecik­ tirmekten başka sonuç vermedi. Cengiz Han’ın ölümünde Deşt-i Kıpçak büyük oğlu Cuci’nin ulusuna bırakılmıştı. Cuci, Cengiz Han daha sağ iken, 1226 da ölün­ ce, ulusu iki oğlu arasında bölüşüldü. Ülkenin batı kesimi Ak-Orda (Altın Ordu) adı altında büyük oğlu Batu’ya, şimdiki Kazakistan kesimi de Gök-Orda adıyla Orda’ya bırakıldı. Batu, 1236 da kurul­ tay tarafından Kıpçak bozkırının kesinlikle fethedilmesi göreviy­ le buraya gönderildi ve yanına yardımcı olmak üzere Söbödey ve­ rildi. Batu ile Söbödey’in saptadıkları program bir kaç yıl içinde gerçekleşti. İtil Bulgar toprakları, Derbend’e dek Kafkasya, Kı­ rım hatta, kimi Rus prenslikleri Moğol egemenliğine bağlandı. 1240 ta ise Kief zaptolundu. 1242 de Moğol orduları Polonya, Ma­ caristan ve Dalmaçya’yı çiğnediler. Ancak yerli unsurlar yani, Bulgarlar, Kuman ve Peçenekler geride Mogollara karşı şiddetle direnmekte devam ettiler. Bu nedenle Batu, istila hareketini Çekya ve Avusturya sınırlarında durdurmak zorunda kaldı. Batu, Cuci ulusu için İtil bölgesini yurtluk haline koymakla Altın-Ordu devletini de kurmuş oldu. Batu Han bundan sonra devletinin kuvvetli bir biçimde örgütlenmesi konusuna önemle eğildi. Batıda Karpat dağları ve Aşağı Tuna, doğuda ise Talaş ve Çu ırmaklarını sınır olarak saptadı. Kendisine yaylak olarak şim­ diki Saratov’u, kışlak olmak üzere de Aktürbe kıyısında Saray kentini seçti. Yenilen Türk ve Rus boylarına gösterdiği hoşgörü

446 ile onların kurduğu devlete bağladı. Bundan ötürü de halk arasın­ da Sayin (îyi) Han sanıyla tanındı. Düşmanları bile onu barışse­ ver, insancıl ve adaletli bir hükümdar olarak anarlar. Altın Ordu çağının ünlü araştırmacısı Yakubovsky ise, onun dâhi bir teşkilât­ çı olduğunu söyler. Halk geleneğinde Mogollar île yerli Türk urug- larını kaynaştıran bu hükümdar bir kut (Aziz) olarak hâlâ yaşa­ maktadır. 1256 da ölünce yerini büyük oğlu Sartak aldı ise de (1256 - 1257), onun erken ölümü üzerine tahtın adayı Ulugçı’mn âradan çıkartılması sonucu, kardeşi Berke Altın Ordu Hanı oldu. Altın Ordu devletini meydana getiren Moğol uruglan arasında da din, bir süre Çağatay ve İlhanlIlarda olduğu gibi tartışma konusu haline gelmiştir. Altın Ordu hükümdarlarından islâmiyeti ilk ka­ bul eden Berke Han’dır. (1257 - 1266). Fakat islâmiyetin Altın Or­ du’da zaferi kazanması Ö'zbeg Han devrine rastlar. Berke Han devri Altın Ordu’nun en parlak günlerinin başlan­ gıcı olmuştur. Dış politikada Berke, Hülegü’nün îran ve Azerbay­ can’a yerleşmesini Cuci ulunun haklarının çiğnenmesi olarak yo­ rumladığından, Altın Ordu ve İlhanh, bu iki Moğol devleti ara­ sında tarihlerinin sonuna dek sürecek bir düşmanlık ve rekabet politikasının ilk tohumları atılmış oldu. Bu nedenle Berke İlhan­ lIların karşısına Mısır - Memlûk sultanlığı ile kurulan dostluk ve bağlaşıklık bağları ile çıktı. Bu dostluğu güçlendirmek için kızını Memlûk Sultanı Baybars ile evlendirdi. Buna karşı İlhanlIlar da Doğu Akdeniz kıyılarındaki Haçlı kolonilerinin amansız düşmanı Memlûklere karşı Papalık, Fransa ve Cenova İle anlaşmalar yap­ mıştı. Böylece Ön Asya’da iki siyasi blok meydana gelmişti. Ber- ke’nin karşılaştığı başka bir politik olay ise, Batu devrinde Çağa­ tay hanları ile birlikte yürütülen ve Ulug yurttaki Ulug-Kağana bağlılığı sağlayan politikanın Çağatay hanlığında iktidarın Algu’ nun eline geçmesiyle yıkılması olmuştur. Ulug yurt ile Altın Or­ du arasındaki bağlantının kopması sonunda Altın Ordu kesinlik­ le bağımsız bir devlet haline geldi .Ülkenin iç işlerinde ise, Cuci’- nin torununun oğlu Nogay’ın parlaması, gerçi Berke döneminde değilse de daha sonra, bir sorun meydana getirmiştir. Nogay, Ten ve Kırım yöresi genel valisi olduğu halde Bizans’a, Lehistan ve Macaristan’a karşı tamamen bağımsız bir politika izlemekle Av­ rupa ülkelerince gerçek Han’mış gibi bir durum yaratmış, Saray- Berke’de oturan Altın Ordu hanları ikinci plana düşmüşlerdi. No­ gay, Moğol geleneklerine bağlılığı ile bir çok boy ve uruglan ken­ di yanına çekmiş ve Altın Ordu devleti içinde başına buyruk bir yöntem izlemeye başlamıştı. Oğlu Ceke’yi 1391 de Bulgaristan kralı yapmış, Sırp krallığını kendisine bağlamış, Vistül ırmağın­ dan Meriç ağzına dek bütün doğu Avrupa’nın tek egemeni olmuş­ tu. Mengü-Timur (1267- 1280) Tuda-Mengü (1280- 1287), Tele-

447 Buga (1287 1291) gibi hanları kontrolü altında tutan Nogay, Togta’yı da (1291 1312) buyruğu altına almak istedi ise de Tog- ta yetkilerini ona teslim etmemekte direndi. Nogay başlangıçta Togta’ya üstün geldi. Ancak Moğol geleneklerine bağlılığı kendini banlamasına engel oldu. Bundan yararlanan Togta, 1299 da No- gay’ı Kafkasya’da, Kökenlik’te yenilgiye uğratarak öldürdü. No- gay’ın efsanevî adı, günümüze değin gelmiştir. Ona bağlı boylar Nogay Tatarı adiyle anılmakta ve Kırım, Bucak, Dobruca’dan Türkiye’ye göç eden tatarlar arasında Nogaylar ayrı bir etnik grup olarak hâlâ yaşamaktadırlar. Altın Ordu’nun İlhanlIlara karşı yürüttüğü savaş politikasın­ da başarıyı Cani-Beg Han (1342 - 1357) sağladı. Onun zamanında Altın Ordu devleti, tarihinin en haşmetli günlerini yaşadı. Devle­ tin egemen olduğu alanlar, güneyde İran ve Doğu Anadolu’da Ço­ ban oğulları, Irak’ta Calayırlılar, Batıda Litvanya, Lehistan ve Macaristan, Doğuda Urgenç ve Hive’ye değin uzanıyordu. Onun ölümünden sonra Altın Ordu noyanları arasında baş gösteren an­ laşmazlıklar sonunda çıkan iç savaş, devleti temellerinden sarstı. Litvanya tatar kaçakları için en uygun bir barınak oldu. Lehistan ve Macar krallıkları da bu iç anlaşmazlıkları körüklediler. Os­ manlI devletinin Balkanlara yerleşmesi ve Bizans’ın önemini iyice yitirmesi. Altın Ordu devletinin dünya tarihindeki politik değeri­ ni kaybetmesi gibi bir sonuç getirdi. Devletin zaafa uğramasın­ dan ülkede en yoğun etnik topluluk olan Ruslar yararlandılar. Bundan sonra Altın Ordu tarihi Rus etniğinin ve Rus emperyaliz­ minin gelişmesi bakımından ilgilenecek bir tarih olmuştur. An­ cak, bu arada Altın Ordu devletinin kudretli hükümdarlarından ve sonuncularından biri olan Özbeg Han (1312- 1342) üzerinde durmak gerekir. Özbeg’in islamlaştırma, kentleştirme ve Cuci ulu­ sunu örgünleştirme politikası sonunda Altın Ordu devletî yeni bir sosyal aşama geçirdi. Bugün Sovyetler Birliğinin önemli federal devletlerinden biri olan Özbegistan’ın temelini atan boy ve urug- 1ar onun adını alarak tarihte ilk kez Özbeg-Uzbekân adı ile kendi- , lerini gösterdiler. Özbeg ve onun ardılı Ceni beg’in parlak devirlerinden sonra Altın Ordu çöküntü dönemine girdi. Noyan ve beyler arasındaki anlaşmazlıkların ilk sonuçları, bağlı yabancı asılı prensliklerin ayrılmasıyla kendini gösterdi. Macaristan, Lehistan ve Litvanya’- dan sonra Togta’nın torunu olasılığı bulunan Basaraba ilk Romen devletini kurmayı ve Moskova Büyük prensi Dimitri de 1380 Kuli- kova savaşından Mamay Han’ı yenmeyi başarmıştı. Ancak bu karı­ şık dönemde Orda’nın torunu Tuli Hoca’nın oğlu Toğtamış Han (1376 - 1397) duruma ve iktidara hakim olunca dağılma kertesine düşen devlet, geçici olarak kendisini toparladı. Togtamış 1382’de

448 Moskova’ya girerek Rusları yeniden boyun eğmek zorunda bırak­ tı ise de doğudan, Çağatay topraklarından gelen tehlike karşısında Timur’un önünde 1391 ve 1395 te iki kez yenilgiye uğradı. Bütün kentlerin, Kırım’a varıncıya kadar bütün tarım alanlarının, köy­ lerin yakılıp yıkılması, Özbeg devrinden beri gelişen yerleşik ya­ şamı ve uygarlaşmayı yeniden konar-göçer atlı göçebelik yaşamı­ na çevirdi. Timur istilası böylece kuzey Türklüğünün uygar döne­ minin kapanmasına neden oldu. Siyasi sonuçları ise, doğu Avrupa ve Asya tarihinde Rus kavminin etkin hale gelmesine yol açtı. Ur- genç, Astrahan Eski Saray, vb. leri ile özellikle Saray Berke’nin tah­ ribi sonunda Altın Ordu devleti bir daha kalkınamayacağı darbeyi yemiş oldu. Böylece Altın Ordu’yu yeniden canlandırmak amacı ile Cuci ulusunun sol kanadından, Gök-Orda’dan yapılan bu giri­ şim Timur’un saldırısı ile sonuçsuz kaldı. Togtamış Han’ın yerini sırası ile üç oğlu Timur Kutluğ, Şadi Beg, Pulad Han ve torunu Timur aldılar. Onlar zamanında Gök-Orda beyleri arasında parla­ yan Urus Han’ın oğlu Ediğe Beg, bir başbuğ olarak dağılmakta olan devleti kurtarmaya savaştı. Edige’nin bu amaçla bir yandan Togtamış’ın oğulları Celaleddin, Kerim-Berdi ve Kadir-Berdi ile mücadele ederken, öte yandan Litvanya ve Moskova prenslikleri ile yaptığı savaşlar da anımsanmalıdır. Ediğe Beg, 1409 Moskova, 1416 Kief seferleriyle Altın Ordu’ya son parlak günlerini yaşat­ mıştır. Ama, onun 1419 da ölümünden sonra Cuci ulusu oğlanları (prensleri) artık hiç bir hanı tanımamaya ve kendi bölgelerinde ayrı hanlıklar kurmaya başladılar. Bunların ilki 1445 te Ulug Me- hemmed Han’ın oğlu Mahmutek’in kurduğu Kazan Hanlığıdır. (1445 - 1552) Onu 1446 da öteki oğlu Kasım’ın Gorodec (Mişer ve Çuvaş toprakları) te kurduğu Kasimov Hanlığı izledi. (1446 - 1678) Öte yandan Tuga-Timur’un torunu Hacı Giray 1449 da Kırım hanlığını kurarak Altın Ordu devletinden ayrıldı. (1449 -1783) En son olarak da 1502 de Togtamış’m büyük torunu Abdülkerim Han Astrahan Hanlığını kurdu. Litvanya topraklarında kalan tatar boylarının ise Kursk eyaletinde Yagolday Hanlığı adı altında Lit- vanya’ya bağlı bir beylik kurdukları söylentisi, bugüne değin ke­ sinlikle kanıtlanmamıştır. Altın Ordu devletinin son hükümdarı Kiçik Mehemmed Han’ ın torunu Şeyh Ahmed Han’dır. (1481 - 1505) Çok gayretli ve enerjik bir kişilikte olan Ahmed Han, Moskova, Litvanya ve Kı­ rım hâkimleri olan prens ve hanlarla geçen mücadeleli yaşamı so­ nunda en son, Kief ile Desne arasındaki topraklara sığınmıştı. Burada iken 1502 de Kırım Han’ı Mengli Giray’a yenildi ve Astra- han’a kaçtı. Bu kent halkı onu kabul etmeyince bu kez, Litvanya Prensi Aleksandr’a sığındı. Ama, Aleksandr, Mengli Giray’a hoş görünmek için 1505 tarihinde onu öldürttü. Bu suretle Altın Or­ du tarihi de sona ermiş oldu.

449 CUCİ ULUSU SOYKÜTÜĞÜ

Cengiz Han Cuci Ölümü 1226 ______l______------i------Orda I. Batu IV. Berke Tuğa Timur Şeyban 1127 -1256 1257 - 1266 (Şeybanilör) J _____ II. Sartak Tutuken m . Ulugçı Tevel 1256 -1257 1257 I r " I Tatar Bartu VI. Tuda V. Mengü \ Mengü Timur Nogay 1280 - 1287 1267 - 1280 VII. Tele Buga I------i------I i Teke Çeke 1287 - 1291 VIII. Tokla Togrılca Saray (Bulgar Kralı) Timur Buge 1291 - 1312 , I Tuguİca Tok Timur İlbasar IX. Özbeg Han I 1313 - 1341 I Basaraba Aktacı (Romen Devleti) fSibîr Hanlığı) XI. Tini Beg XI. Cani Beg 1341 - 1342 1342 - 1357

çimtay I______XII. Berdi XIII. Kulpa XIV. Nevruz I Beg 13Ö9 -1360 1360 Urus Han Tuli Hoca; 1347 - 1359 1374 - 1376

Ediğe Beg Timur Afelik Toktamış Han 1397 - İ419 1376 - 1377 1376 -1387 r i Timur Kutluğ Şedi Beg Pulat Han 1397 - 1400 1400 -1407 1407- 1410 I Timur Han 1410 - 1412 Ulug Mehemmed Gıyaseddin 1 ___ ._L_ 'Kiçik Mehenuned HacıGSıay Kasım Mahmutek 1455 ? - 1465 OCUUn Hanlığı) (Kasım Hanlığı) (Kazan Hanlığı) r------^abmud Ahmed ban, 1465 ? - 1481 Abdülkerîm I (^strahan Hanİığı> Şeyh Ahmed 1481 -1505

450 KAYNAKÇA

Sedat ALP, Eski Anadolu Yazısının Menşeleri; TTK Atatürk Konferans­ ları I. Ank. 1963

A. ALTHElM, Geschichte der Hunnen I -IV.; Berlin 1959

R. R. ARAT^ Eski Türk Şiiri; Ank. 1961

ARİANOS, îskenderin Anabasisi; Çev. Hayrullah Örs, İst. 1965

O. ASLANAPA, Türk Sanatı; İst. 1972

N. ATSIZ, Karalıanlüar ve Selçuklular; İst. 1940

N. AYAS, Budacılık, İst. 1935

W . BANG - R. R. ARAT, Oğuz Kağan Destanı; İst. 1970

W. BARTHOLD - F. KÖPRÜLÜ, İslâm Medeniyeti Tarihi; Ank. 1972

W. BARTHOLD, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler; Ank. 1975

Y. H. BAYUR, Hindistan Tarihi; Ank. 1946, TTKY.

Max BEER, Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler Tarihi; Çev. Galip Üstün, İst. 1965

A. H. BERKİ - ö . KESKİOĞLU, Hazreti Muhammed ve Hayatı; Ank. 1972 BEYRUNİYE ARMAĞAN, Türk Tarih Kurumu; Ank. 1974

K. BİTTEL, Ön Asya Tarih Öncesi Çağları, Mısır Filistin, Suriye; Çev. H. Çambel, İst. 1945

M. E. BOSCH, Hellenizm Tarihinin Anahatları; 2 C, Çev. A. Erzen, S. Atlan, İst. 1942 - 43

M. E. BOSCH, Roma Tarihinin Anahatları; Çev. S. Atlan, İst. 1940

C. BROCKELMAN, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi; Çev. N. Ça­ ğatay, Ank. 1973

G. Julius CAESAR, Galia Savaşı; Çev. H. Dereli, Ank. 1942

F. CALLAYE, Dinler Tarihi; Çev. S. Tiryakioğlu, İst. 1965, Varlık Y.

CHAVANNES, Documents Sur Les Tou-ki ove occidentaux; 1903

Gordon CHİLDE, Doğunun Prehistoryası; Ank. 1946, TTKY.

451 — GORDON CHILDE, Tarihte Neler Oldu; Çev. A. Şenel . M. Tuncay, Ank. 1974, Odak Yayınlan

— S. B. CLOUGH, Uygarlık Tarihi; Çev. N. Önol, İst. 1965 Varılk Yayını

— I. H. DANtŞMEND, Türklerle Hind ■ Avrupahlann Menşe Birliği; İst. 1935

— DE GROOT, Die Hunnen; Leipzig 1921

— H. DEMÎRCÎOĞLU, Roma Bizans ve tnstinianus; Belleten, Sayı: 106, Ank. 1963

— H. DEMÎRCiOĞLU, Roma Devletinin Eyalet (Provincia) Sistemi Hak­ kında; Tarih Araştırmaları (1967), VI. Cilt, Ank. 1970

— H. DEMİRCiOĞLU, Roma Tarihi; Ank. 1953, TTKY.

— DROYSEN, Büyük İskender; Çev. B. S. Baykal, Ank. 1949

— N. DİYARBEKİRLİ, Hun Sanatı; İst. 1972

-— Ö. R. DOĞRU, Yeryüzünde Dinler Tarihi; İst. 1963

— W. EBERHARD, Çinin Şimal Komşuları; Ank. 1942, TTKY.

— W. EBERHARD, Eski Çin Kültürü ve Türkler; Ank. 1943

— W. EBERHARD, Çin Tarihi; Ank. 1947, TTKY.

— F. ENGELS, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni; Çev. K. So- mer, Ank. 1967, Sol Yayınları

— Azra ERHAT, Mitoloji Sözlüğü; İst. 1972, Remzi Kitabevi

— A. ERZEN, Roma İmparatorluğunun Dağılmasında Eyaletlerin Oynadı­ ğı Rol; Belleten, Sayı : 85, Ank. 1953

— A. Vom. GABAİN, Altturkische Grammatik; Leipzig 1941

— R. GROUSSET, L ’Empire de Steppes; Paris 1939

— Ş. GlİNALTAY, Yakın Şark I (Elam, Mezopotamya); Ajık. 1937

- Ş. GÜNALTAY, Yakın Şark II (Anadolu); Ank. 1946

— Ş. GÜNALTAY, Yakm Şark III (Suriye, Filistin); Ank. 1947

— Ş. GÜNALTAY, Yakın Şark IV (2 Bölüm); Ank. 1951

— Halil EDHEM, Z)üweZ-i tslâmiye; İst. 1345

— O. HANÇERLİOGLU, Felsefe Sözlüğü; İst. 1973, Remzi Kitabevi

— HERODOTOS, Herodot Tarihi; Çev. P. Kuturman, İst. 1973

— A. İNAN, Altayda Pazırık Hafriyatında Çıkarılan Türklerin Defin M e­ rasimi Bakımından İzahı; İst. 1937

— Afet İNAN, Eski Mısır Tarih ve Medeniyeti; Ank. 1956, TTKY, — — İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ

452 — î. KAFESO&LU, Selçuklu Tarihinin Meseleleri; Belleten, Sayı: 76, Ank. 1956

— I. KAFESOGLU, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmpara­ torluğu; İst. 1953

— Ş. A. KANSU, İnsanlığın Kaynakları ve İlk Medeniyetler; Ank. 1946, TTKY.

— F. KINAL, Çivi Yazısının Doğuşu ve Gelişmesi; Tarih Araştırmalan (1969), VII. C., Ank. 1973

— F. KINAL, Eski Anadolu Tarihi; Ank. 1962, TTKY.

— F. KINAL, Yamhad Krallığı; Tarih Araştırnlaları (1967), V. C., Ank. ,1970

— ‘M. F. KÖPRÜLÜ, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar; Ank. 1966

— M. A. KÖYMEN, Büyük Selçuklu İmparatorluğunun Kuruluşu; DTCFD, Ank. 1957 - 58

— M. A. KÖYMEN, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi; II. Cilt, İkinci İmparatorluk Devri; Ank. 1954, TTKY.

— M. A. KÖYMEN, Selçuklular Devri Türk Tarihi; Ank. 1963

— KUR’ANI KERÎM ve TÜRKÇE ANLAMI; Ank. 1973, DİBY.

— A. N. KURAT, Göktürk Kağanlığı; DTCFD., Ank. 1952

— KSENOPIIAN, Anabasis; İst. 1944

— B. LANDSBERGER, Mezopotamyada Medeniyetin Doğuşu; Çev. M. Tosun, DTCFD., Ank. 1944

— B. LANSBERGER, Sümerlerin Kültür Sahasındaki Başarıları; Çev. M. Tosun, DTCFD., Ank. 1945

— J. G. LERGUX, İlk Akdeniz Medeniyeti; Çev. C. Perin - M. Perin, İst. 1944 — A. M. MANSEL, Eski Doğu ve Ege Tarihinin Anahatları; İst. 1945

— A. M. MANSEL, Ege ve Yunan Tarihi; Ank. 1947, TTKY.

~ A. M. MANSEL, - C. BAYSUN . E. Z. KARAL, İlkçağ Tarihi; Ank. 1945 — MEYDAN . LAROÜSSE LÜGAT ve ANSİKLOPEDİ; (12. Cih) — — MOĞOLLARIN GİZLİ TARİHÎ, Çev. A. Temir, Ank. 1948 TTKY

— MUHAMMED h. el -HAŞAN eş-ŞAFİ’İ, İslâm Ululan; Çev. İ. Parmak sızoğlu, Ank. 1965

— MÜNECCÎMBAŞI AHMED, Karahanhlar ve Anadolu Selçukluları; Çev. N. Lugal - H. F. Turgal, İst. 1939

— B. NECATİGİL, Mitologya; İst. 1973, Gerçek Yayınevi

453 — G. NEMETH, Atillâ ve Hunlan; Çev. Ş. Baştav, Ank. 1962

— G. NEMETH, Türklerin Eski Çağı; Ülkü XV., Ank. 1940

— H. N. ORKUN, Eski Türk Yazıtları; 4. Cilt, İst. 1936 - 41

— H. N. ORKUN, Türk Sözü Hakkında; İst. 1940

— B. ÖGEL, Islâıniyetten Önce Türk Kültür Tarihi; Ank. 1962, TTKY.

— B. ÖGEL, Türk Mitolojisi; Ank. 1971

— PLUTARKHOS, Hayatlar; 2 kitap, Ank. 1945

— PLUTARKHOS, İskender; Çev. H. Rifat, İst. 1935, Dün ve Yarın Ter­ cüme Külliyatı

— J. PRİENNE,. Büyük Dünya Tarihi; Meydan Dergisi Yayını

— RADLOFF, Das Kutadku Bilik; Petersburg, 1910

— RADLOFF, Sibiryadan; Çev. A. Temir, Ank. 1954 - 57

— L. RASSONY, Attila adı Hakkında; Belleten IV, Ank. 1939

— L. RASSONY, Selçuk Adının Menşeine Dair; Belleten Sayı : 10, Ank. 1939

— L. RASSONY, Tarihte Türklük; Ank. 1971

— REŞİDDÜDDİN, Câmiü’t-Tevarih; Sultan Mahmud ve Devrinin Tari­ hi, Çev. A. Ateş, Ank. 1975

— T. RİCE, Ancient Art of Central Asia; N. York. 1955

— M. SARICA, Siyasi Düşünce Tarihi; İst. 1973, Gerçek Yayınevi

— A. SAYILI, Mısırlılarda ve Mezopotamyahlarda Matematik, Astronomi ve Tıp; Ank. 1966

— Charles SEİGNOBOS, Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tarihi; Çev. S. Tiryakioğlu, İst. 1960, Varlık Yayını

— J. STRZYGOWSKİ - H. GLÜCK ve F. KÖPRÜLÜ, Eski Türk Sanatı ve Avrupaya Etkisi; Çev. C. Köprülü, Ank. 1973

— F. SÜMER, Oğuzlar (Türkmenler); Ank. 1972

— F. SÜMER X . yy. Oğuzlar; DTCFD., Ank. 1958

— TABERÎ, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi; I • IV; Çev. Z. K. Ugan - A. Temir, İst. 1955 - 58

— TACITUS, Agricolanın Hayatı; Çev. H. Dereli. Ank. 1943

— TACİTUS, Germenia; Çev. H. Dereli. Ank. 1944

— — TERCÜME DERGİSİ, YUNAN ÖZEL SAYISI, (29, 30, 31, 32. sa­ yılar), Ank. 1945, M.E.B. Y.

— V. THOMSEN, Inscriptions dc VOrkhon dechiffrees, Londra 1894

454 Z. V. TOGAN, Türk İli Tariki; İst. 1943

Z. V. TOGAN, Umumî Türk Tarihine Giriş; İst. 1969

A. TOYNBEE, A Study of History; London 1934

O. TURAN, Eski Türklerde Hukukî Sembol Olarak Ok; Belleten sayı: 35, Ank. 1945

O. TURAN, Selçuklu Tarihi ve Türk - İslâm Medeniyeti; Ank. 1965

TÜRK KÜLTÜRÜ EL - KiTABI MI

TÜRK ansiklopedisi

A. VAMBERY, Atörök Faj (Türk Irkı); Budapeşte 1885

B. Y. VİLADIMIRTSOV, Moğolların İçtimaî Teşkilâtı, Çev. A. inan, Ank. 1944, TTKY.

YUSUF HAS HAClB, Kutadgu Bilig; Çev. R. R. Arat, Ank, 1974

M. H. YİNANÇ, Anadolunun Fethi; İst. 1944

C. VOOD, Roma Tarihi; Çev. Ö. R. Doğrul, İst. 1939

H. G. WELLS, Kısa Dünya Tarihi; Çev. S. Tiryakioğlu, İst. 1962, Var­ lık Yayını

ZEBlDÎ, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi; Çev, Ah- med Naim. Ank. 1972

455