T.C.

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

RADYO TELEVİZYON VE SİNEMA ANABİLİM DALI

DOKTORA TEZİ

EVLENDİRME PROGRAMLARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE KAMUSALLIĞIN DÖNÜŞÜMÜ

DUYGU ÖZSOY

2502050325

TEZ DANIŞMANI

PROF. DR. NEŞE KARS

İSTANBUL 2012

EVLENDİRME PROGRAMLARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE KAMUSALLIĞIN DÖNÜŞÜMÜ Duygu Özsoy

ÖZ

Tez kapsamında, realite şov ve talk şov formatlarının karışımı melez bir tür olarak değerlendirilebilecek evlendirme programları bağlamında Türkiye’de kamusallığın dönüşüm süreci incelenmektedir. Batılı literatürde, gerçeklik televizyonuna dair en fazla öne çıkan tema, kamusal ve özel alan dengesinin özel alan lehine bozulması, birey kültürünün kamusalı işgal etmesidir. Oysa batıdışı bir modernlik deneyimi yaşayan Türkiye’de, mahrem kabul edilen ve korunması gerektiği düşünülen konuların televizyon aracılığıyla görünür ve konuşulabilir olması, programlarda temsil edilen ile varolan toplumsal gerçeklik arasında bir gerilim yaratır. Bu gerilim sonucu, evlendirme programları, Türkiye’de, bir televizyon program türü olarak anlamını aşarak, kamusal tartışmaları geriletmekten ziyade, toplumsal cinsiyet, programlarda yer alan kadınlık ve erkeklik temsilleri, aile, milliyet, din gibi kategoriler etrafında yeni bir kamusallık tartışması başlatır. Tez kapsamında, öncelikle, gerçeklik şovlarına ilişkin literatür taraması yapılmıştır. Yanı sıra, bu şovları Türkiye özelinde analiz edilebilmek için, toplumsal özgünlükleri, farklılıkları ve benzerlikleri ortaya koyan bir anlam çerçevesinin çizilmesi hedeflenmiştir. Programların toplumsal alanda nasıl tartışıldığını ortaya koymak amacıyla evlendirme programlarına ilişkin siyasetçilerin, uzmanların, bürokratların yaptıkları açıklamalar, medyada çıkan haber ve yorum yazıları, izleyicilerin RTÜK’e yaptıkları şikâyet başvuruları ve gerekçeleri, RTÜK’ün verdiği uyarı ve cezalar gibi verilerden yararlanılmıştır. ‘Esra Erol’da Evlen Benimle’ programı, çalışmanın örneklemidir. Çalışmanın araştırma kısmında, evlendirme programları üzerine etnografik bir izleyici araştırması yapılmış ve izleyicilerin kamusal alanda yaşanan dönüşüm sürecini nasıl anlamlandırdıkları ortaya konmuştur. Farklı deneyim alanlarının iç içe geçişi bir özgürlük vaadi ya da kültürel bir dekadans olarak değil, gündelik hayattaki kişisel deneyimlerle televizyondaki temsiller arasında bir diyalog olarak görülmelidir.

iii

TRANSFORMATION OF PUBLICITY IN TURKEY WITHIN THE FRAMEWORK OF MARRIAGE SHOWS

ABSTRACT

In this study, the transformation process of publicity in Turkey is analyzed within the framework of marriage shows that can be considered as a hybrid form of reality show and talk show formats. While in the Western literature the most preeminent theme of reality television studies is distorting the balance of public and private spheres in favor of private sphere and occupation of public sphere by individualist culture, in Turkey, on the other hand, which had a non-Western modernity experience, the topics regarded as private and domesticated become visible and speakable through TV shows. This creates a culturally specific new form of tension between the realities represented in these shows and substantial social reality. As a result of this tension, marriage shows in Turkey go beyond their purposes as television programs and rather than downgrading the public discussions, they initiate a new publicity debate around the categories like gender, womanhood and manhood representations that take place in these shows and family, nationality, religion. In the first chapter, previous literature on reality shows was evaluated. Also, in order to analyze aspects of these shows unique to Turkey’s case, a framework of meaning was aimed drawn; which reveals social originalities, differences and similarities. Therefore, as to explore the way how these shows discussed in the public sphere following data were used: statements about marriage shows by politicians, experts and bureaucrats; newspaper articles and reader comments; audience’s complaint letters to the Radio Television Supreme Council and their specific reasons; warnings and fines issued by the Council. The show entitled “Esra Erol’da Evlen Benimle” was taken as a case study. An ethnographic audience survey about marriage shows, which revealed how audience make sense of the transformation experienced in the public sphere, was also conducted in the final chapter. The engagement of different experience fields should not be seen as a promise of freedom

iv or as a cultural time of decadence; but it should be seen as a dialogue between individual experiences of daily life and representations on television.

v

ÖNSÖZ

Gerçeklik televizyonu üst başlığı altında kategorize edilen realite ve talk şovların son yıllarda izleyicide yarattığı büyük ilginin nedenlerine ilişkin merak, tez çalışmam için başlangıç noktam oldu. Bir yandan, özellikle gündüz kuşağında yayımlanan programlarda, ev içi yaşam, aile içi şiddet, cinsellik, aldatma gibi ilk bakışta özel alana ait gibi görünen konuların televizyon ekranlarında ifşa edilmesinin nedenlerini bir yandan da sıradan insanların gündelik yaşamlarındaki sorunları, izleyici açısından izlenebilir kılan etkenlerin neler olduğunu merak ediyordum. Üstelik bu programlar, gündüz kuşağının en çok izlenen yapımları olmasına karşın izleyicilerin en fazla şikâyetçi oldukları yapımlardı da aynı zamanda. Bu çelişki, -en azından başlangıçta çelişki olarak adlandırmıştım- programlara olan ilgimi ve merakımı artıran bir başka etmendi benim için. Realite şovlar, ticari bir işletme olan televizyon kuruluşları için maliyetlerinin düşük oluşu, izleyicilere, programların web sitelerindeki tartışma forumlarına katılarak, SMS yoluyla oy kullanarak veya doğrudan stüdyoya gelerek aktif katılım sağlama imkânı yaratması, yüksek ratinglere ulaşabilmesi, formatlarının yurtdışına kolay satılabilmesi gibi nedenlerle ağırlıklı olarak tercih edilen program türü haline gelmiştir. Ancak programların, düşük maliyete karşılık yüksek izlenilirlik sağlaması yani kârlı bir yapım türü olması nedeniyle televizyon kanallarının türe olan ilgisi milyonlarca izleyicinin bu programları neden izlediğini açıklamaz. Çalışmada; programların, televizyon kanallarıyla olan ilişkisinden ziyade toplumsal süreçler ve izleyicilerle olan ilişkisine odaklandım. Tez çalışmam süresince danışmanlığımı üstlenen hocam Prof. Dr. Neşe Kars’a hem verdiği akademik destek hem de çalışma boyunca karşılaştığım fiziksel ve duygusal zorlukları aşabilmem için verdiği moral destek için teşekkür borçluyum. Sorunlara geniş bir perspektiften bakabilmeyi Prof. Dr. Meltem Ahıska’dan öğrendim. Yoğun temposuna rağmen, her ihtiyaç duyduğumda bana zaman ayırdı, metinlerimi okudu, eleştirdi, yol gösterdi. Önemli katkıları için kendisine çok teşekkür ederim. Çalışma boyunca bana destek sunan Doç. Dr. Battal Odabaş ve Prof. Dr. Suat Gezgin’e ayrıca teşekkür ederim. En özel teşekkür Ablam Birsen’e… Sayamayacağım kadar çok şey için… Arkadaşlarım Gülay ve Serhat her anımda hep

vi yanımdaydılar. Oya’ya, Nilnur’a, Özlem’e, Haldun’a, Ayşe Kalay’a teşekkür ederim. İzleyici araştırmama destek veren, bana evlerini ve düşüncelerini açıp zamanlarını ayıran görüşmecilere çok teşekkür ederim. Özellikle eğitim alamamış kadın görüşmeciler bana büyük destek verdi. ‘Kız çocuğu’ olduğum için bana yardım edeceklerini, kızların okuyup, meslek sahibi olmaları ve kendi çektiklerini çekmemeleri için bu desteği severek vereceklerini söylediler. Kadın görüşmecilerin kadın araştırmacıya verdikleri bu destek çok anlamlıydı. Ve tabii hayatın her alanında desteklerini hep yanımda hissettiğim aileme, özellikle anneme ve babama sonsuz teşekkürlerimle…

vii

İÇİNDEKİLER

ÖZ ...... İİİ

ABSTRACT ...... İV

ÖNSÖZ ...... Vİ

GİRİŞ ...... 1

BİRİNCİ BÖLÜM...... 12

1.KÜLTÜREL BİR ANLATI BİÇİMİ OLARAK REALİTE ŞOVLAR ...... 12 1.1. Realite Şovlar ve Kamusallık ...... 12 1.2. Realite Şovlar, Neoliberal Yurttaşlık ve Öznellik ...... 15 1.3.Realite Şovlarda Terapötik Konuşma ...... 19 1.4.Türkiye’de Evlendirme Programları ...... 23 1.4.1.Sunucunun Anlam Yaratma Sürecindeki İşlevi ...... 24 1.4.2.‘Kendi’ Üstüne Konuşmak: Benliğin Yeniden İnşası ...... 28 1.4.3.Evlendirme Programları ve Kamusallık ...... 35

İKİNCİ BÖLÜM ...... 49

2.REALİTE ŞOVLARDA “GERÇEKLİK” ...... 49 2.1.Televizyon, Ev ve Gündelik Yaşam ...... 50 2.2.Gerçeklik Televizyonu Özelinde Gerçeklik ve Modernite ...... 54 2.2.1.Türkiye’de Gerçeklik Televizyonu ...... 58 2.2.2. Çatışmalı Bir Alan Olarak Türkiye’de Kamusallık ...... 61 2.3. Kadınlık Temsillerinin Dönüşümü: ‘Kızların Sessizliği’nden ‘Kadının Sesi’ne ...... 73

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ...... 97

3. ETNOGRAFİK BİR İZLEYİCİ ARAŞTIRMASI: TÜRKİYE TELEVİZYONLARINDA EVLİLİK ŞOVLARI ÜZERİNE BİR ODAK GRUP TARTIŞMASI ...... 97 3.1. Araştırmanın Önemi ...... 97 3.2. Araştırmanın Amacı ...... 99 3.3. Araştırmanın Metodolojisi ...... 100 3.4. Odak Grup Tartışmaları ...... 102

viii

3.4.1.Televizyonda Konuşmanın Sınırları: Çevre Baskısı ve Utanç ...... 102 3.4.3.Evlendirme Programlarındaki Kadınlık ve Erkeklik Temsillerinin Eleştirisi ...... 123 3.4.4.Evlendirme Programlarına Yaşam Deneyimlerinin İçinden Bakmak: “Biz Evlendik de Ne Oldu?” ...... 128 3.4.5.Mahremiyetin İfşası ...... 131 3.4.6.Evlendirme Programlarında ‘Sıradan İnsan’ın Temsili ...... 134 3.4.7.Evlendirme Programları ve Gerçeklik ...... 139

SONUÇ ...... 144

KAYNAKÇA ...... 147

EKLER ...... 157

ÖZGEÇMİŞ ...... 175

1

ix

GİRİŞ

Üst kategorik bir kavramsallaştırma olarak ‘gerçeklik televizyonu’; enformasyon ve eğlenceyi birleştiren belgesellerden talk şovlara, kamera şakalarından yarışma programlarına ve realite şovlara kadar uzanan geniş bir yelpazede, gerçek insanların konu ve konuk edildiği program türlerinin tümünü kapsar. Bu tür programların çıkış noktası, Amerikan tabloid basınına kadar götürülse de gerçeklik televizyonu kategorisine sokulabilecek program türleri, 1990’lı yıllarda gelişmiş formuna ulaşarak büyük bir popülerlik kazanır ve kazandığı bu popülerliği, program içeriklerini ve çeşitlerini sürekli değiştirerek, günümüze kadar sürdürmeyi de başarır. Tez kapsamında, özellikle ele alınacak türler, realite şovlar ve talk şovlardır. Kendi içerisinde pek çok alt türe ayrılan bu şovların, melez program türleri olduğu söylenebilir. Çünkü içerisinde; haberden, melodrama ve eğlenceye kadar farklı televizyon program türlerinin biçimlerini barındırır. Bu türlere ait program formatları, küresel dolaşıma girerek dünyanın sayısız ülkesinde yayımlanır. Big Brother(Biri Bizi Gözetliyor), Who Wants to be a Millionnarie(Kim 500.000 İster), American Idol(Yetenek Sizsiniz), Survivor gibi şovlar pek çok ülkede milyonların izlediği bir fenomene dönüşür. 1995 yılında, Birleşik Devletler’de, büyük televizyon kanallarında, gün boyunca ortalama on beş saat talk şov yayını yapılır. Bu yeni tür, gündüz kuşağının en popüler dramatik türü olan pembe dizilerin elli yıllık ekran hâkimiyetine son verir. Konuşma, kadın izleyiciler için en çok izlenen program formatı haline gelir. Kadın talk şovlar içerisinde tüm dünyada bu formatların öncüsü ve en tanınırı olan ‘The Oprah Winfrey Show’ her gün 15 milyondan fazla izleyiciye ulaşır (Shattuc, 2006: 324). American Idol yarışmasını, İngiltere’de, televizyon izleyicilerinin yarısından fazlası izler. 2000 yılında, Survivor adlı yarışma, Amerikan televizyonu CBS’in prime time saatlerinde yayımlanır ve 27 milyon izleyiciye ulaşır. Televizyon kanalı, programın son üç bölümünden yaklaşık 50 milyon dolar reklam geliri elde eder. 2002’de, Amerikan Fox kanalında yayımlanan American Idol’un final bölümünü ise

1

23 milyon kişi izler. Büyük Britanya’da, nüfusun %70’inin, düzenli veya zaman zaman olmak üzere, gerçeklik programlarını izlemiş olduğu bilinmektedir. Channel 4’da yayımlanan Big Brother yarışmasının ikinci serisi, 2000 yılında, 10 milyon izleyici tarafından izlenerek Büyük Britanya televizyon tarihinin en yüksek rating seviyesini yakalar. Survivor yarışmasının İsveç versiyonu olan Expedition Robinson, 1997 yılında İsveç nüfusunun yarısı tarafından izlenir. 4.3 milyon nüfuslu Norveç’de, 2003 yılında yayımlanan Pop Idol yarışmasına, izleyiciler, 3.3 milyon kısa mesaj göndererek oylamaya katılır. Big Brother yarışmasının Fransız versiyonu olan Loft Story, 2003 yılında 7 milyon izleyiciye ulaşır (Hill, 2005: 1-7). Bu istatistikler, yalnızca Amerika ve Avrupa kıtalarında değil Asya, Afrika, Avustralya kıtalarındaki ülkelerde de benzer nitelik taşır. Farklı Afrika ülkesi vatandaşlarının katılımıyla gerçekleşen Big BrotherAfrica yarışmasını, kıtadaki kırk altı ülkede, 30 milyon kişi izler. Bu sayı, Afrika takımlarının yer aldığı Dünya Kupası gibi büyük spor olaylarının ulaşabildiği yüksek izlenme oranlarının bile üstündedir (Jacobs, 2007: 852- 855). Benzer şekilde; Arap ülkelerinde yayımlanan gerçeklik programlarının izlenme verilerine bakarsak, yine yüksek izlenme oranlarıyla karşılarız. Örneğin; 2004 yılında Star Academy, Arap televizyon tarihindeki en yüksek seyirci sayısına ulaşarak farklı Arap ülkelerindeki izleyicilerin yüzde 80’i tarafından izlenir. Big Brother’ın Arap versiyonu olan al- Ra’is ve ardından yayımlanmaya başlayan Star Academy uydu aracılığıyla yirmi dört farklı Arap ülkesinde izleyiciyle buluşur (Kraidy, 2010: 1- 4). 1990 yılında, özel yayıncılıkla tanışan Türkiye’de de, küresel program formatları ithal edilerek geniş izleyici kitlelerine ulaşır. Çalışma kapsamında ele alınacak evlendirme programları, haftada toplam 240 saat ekranlarda kalır. Dünya ölçeğinde böylesine büyük bir ilgi gören televizyon program türlerinin toplumsal ve akademik alanda da büyük tartışma yaratacağı açıktır. Hâkim televizyon program formatlarının yenileriyle yer değiştirmesi, televizyon içeriğinin de büyük ölçüde değişmesi anlamına gelir. Kişisel ve aile içi sırlar, anlaşmazlıklar, kavgalar, yüzleşmeler, aşklar bu şovların temel konularıdır. O güne kadar program içeriğini oluşturma hakkını elinde bulunduran medya profesyonelleri, uzmanlar,

2

ünlüler bu yetkilerini ünsüz, sıradan insanlarla paylaşmaya başlar. Mahrem kabul edilen konuların televizyon ekranlarında görünür ve konuşulabilir hale gelmesiyle ve sıradan insanların ekranlarda ağırlıklı bir şekilde yer bulmaya başlamasıyla birlikte, programlara ilişkin birbirinden farklı ve çok sayıda görüşü içeren, geniş perspektifli bir tartışma süreci de başlar. Akademik alanda da, gerçeklik televizyonu üstüne farklı görüşlerin öne sürüldüğü çok geniş bir literatür ortaya çıkar. Sıradan insanların gündelik yaşamlarının sergilendiği realite şovlar ve talk şovlar, aracılandırılmış kamusal alanın yeni formları olarak değerlendirilirler. Bu yeni kamusallık, sesi bastırılan ve özel alana hapsedilen ötekine ses vermesi nedeniyle bir yandan olumlanırken; bir yandan da; neoliberal politikaların kültürel alandaki yansıması olduğu, banallik kültürünü beslediği, insanları sömürdüğü, kamusalın özel tarafından işgal edilmesine yol açarak gerçek kamusallığı ortadan kaldırdığı gibi farklı gerekçelerle eleştirilir. Bu tartışmalar özellikle feministler arasında geniş bir yankı bulur, programlara karşı pozitif(Squire, 1994; Masciarotte, 1991) ve negatif(Lupton, 1994; McLaughlin, 1993; Peck, 1995; Probyn, 1993) eleştirel feminist perspektifler ortaya çıkar. Negatif savlar; şovlarda yapılan yargılamanın heteroseksist ve patriarkal olduğunu, programların ailenin kutsallığı fikrini savunduğunu ve ev içi yaşamın geleneksel biçiminin sürdürülmesine yardım ettiğini ileri sürerken pozitif savlar; şovların, politika ve ideolojik temsilin geleneksel modeline karşıt olarak yeni söylemsel pratikler geliştiren bir mücadele alanı sunduğunu, madun karşıt kamusallık yarattığını, sesi bastırılana ses verdiğini ve geleneksel olarak kadın sorunu olduğu düşünülen ve özel alana hapsedilen sosyal problemlere ilk kez kamusallık kazandırdığı fikirlerini öne sürer. Programlara dair ilk analizlerin, genellikle programlardaki temsil edilme biçimleri üstüne odaklanmasına karşın daha sonra ortaya çıkan yaklaşımlar, büyük ölçüde Foucaultcu bir perspektifle, programları neoliberalizm ve gözetim toplumu bağlamında açıklama eğilimindedir. Bu yaklaşımlara göre şovlar; neoliberal makbul vatandaşı inşa eder, neoliberal hükümetselliği eve getirir (Quellette: 2004, Murray:2004); hükümetselliğin neoliberal biçimi olarak kişisel sorumluluğu, kişisel girişimciliği, kişisel gelişimi destekleyen eğitici araçlar olarak işlev görür (Palmer: 2002, Quellette: 2004, Çabuklu: 2006); gözetimi olağanlaştırır, gözetleme

3 aracılığıyla özdisiplin sağlar (Quellette: 2004, Murray: 2004, Fetveit:1999, Dubrosky: 2007); seyircinin interaktif katılımıyla özel alanla ekonominin alanını birleştirir (Andrejevic: 2004). Şovların analizinde bir başka perspektif ise şovlardaki terapötik konuşma üstüne odaklanmanın gerekliliğini vurgular. Ne hakkında konuşulduğu kadar nasıl konuşulduğunun da önemli olduğunu belirten bu yaklaşım, şovları yargılamaktan ziyade talk şov kültürünün eleştirel analizini yapmanın daha verimli olduğu görüşünü savunur. Bu yaklaşım, katılımcıların kişisel anlatılarının nasıl aracılandırılmış anlatıya dönüştürüldüğünü inceleme olanağı verir. Çalışma kapsamında, şovlar, aracılandırılmış bir kamusal alan olarak ele alınmıştır. Ancak bu kamusal alan, ideal kamusal alan anlayışından farklı olarak özel meselelerin gündeme getirildiği, kişisel anlaşmazlıkların, kavgaların, yüzleşmelerin yaşandığı bir alandır. Bu yeni kamusallık, pek çok yazar tarafından, negatif ya da pozitif eleştirel perspektifler üzerinden tartışılsa da çalışmada normatif yargılar üretmekten ziyade programların kamusallığını daha geniş sosyal bağlam içerisinde ele alıp analiz etmenin daha verimli bir yaklaşım olduğu ileri sürülmüştür. Her televizyon programı bir hedef kitle için tasarlanır. İzleyicinin dikkatini çekmek, programı izlemesini ve izlemeyi sürdürmesini sağlamak, televizyon yapımlarının temel hedefidir. Dolayısıyla da bu şovlarda sadece neyin anlatıldığı değil anlatılan şeyin nasıl anlatıldığı sorusunu sormak yani içerik kadar biçimle de ilgilenmek önem taşır. Gündelik hayatta yaşanan sıradan bir olayı kamusal tartışma konusu haline getiren şey nedir? Kişisel hikâyeleri kamusal tartışmaya dönüştüren unsurlar nelerdir? Olan olayla olayın şovlarda anlatılma/aktarılma biçimi arasında fark var mıdır? Bu şovlardaki konuşmanın özellikleri nelerdir? gibi sorulara yanıt aranarak şovlardaki ‘konuşma’ üstüne odaklanmanın da içeriğe odaklanmak kadar önemli olduğu düşünülmektedir. Çalışma kapsamında; realite ve talk şovların karışımı olarak değerlendirilebilecek, melez bir tür, evlendirme programları ele alınacaktır. Esra Erol’da Evlen Benimle, Zuhal Topal’la İzdivaç, Su Gibi, Semra Kaynana ile Dest-i İzdivaç, Huysuz’la Görücü Usulü, Hande Ataizi ile Dest-i İzdivaç, Seren Serengil ile Evlenir misin? adları altında, pek çok kanalda yayımlanan benzer evlendirme

4 programları, Türkiye’de son yıllarda gündüz kuşağının en çok izlenen programlarıdır. Hem formatın öncüsü olması hem de en yüksek izlenme oranına sahip olması nedeniyle, çalışma kapsamında Esra Erol’un hazırlayıp sunduğu evlendirme programı örnek olarak kullanılmıştır. İmançer ve Sarıgül, evlendirme programları üzerine yaptıkları araştırmalarında, programlarda, toplumun norm ve değerlerine uyum gösteren bir evlilik tipi çizildiği, evliliğin kutsallığı mitinin sürdürüldüğü, programların araçsal ve normatif değerlerin güncellenmesine hizmet ettiği sonuçlarını çıkarırlar (İmançer ve Sarıgül: 2010). İmançer ve Yurderi’nin evlendirme programları üzerine yaptıkları analize göre de programlarda, farklı bakış açıları bir araya getiriliyormuş gibi yapılarak tek bir bakış açısı ortaya konmakta, kadınlardan, programlarda kendilerine sunulanı ve söyleneni kabul etmeleri beklenmekte, Türk aile yapısına ve Türk kültürüne uygun düşen bakış açısı ön plana çıkmakta, toplumsal cinsiyete dair geleneksel roller onaylanmaktadır (İmançer ve Yurderi: 2010). Programlar, içerik ve temsil politikaları açısından ele alındığında yazarların çıkarsamalarında haklılık payı vardır. Ancak bu yaklaşımlar,mahremin ifşa edildiği yeni kamusallık biçimini, mahremiyetin dönüşümü sürecini açıklamada yetersiz kalmaktadır. Geleneksel bakış açısına göre korunması gereken mahrem alan, herkesin bakışına sunulur, evin duvarları geçirgenleşir. Burada bastırarak ve yasaklayarak iktidar kurma pratiklerinden söyleme kışkırtarak iktidar kurma pratiklerine doğru bir geçiş yaşanmaktadır. Program katılımcıları, geçmişleri, yaşamları, evlilik hayalleri, bir eşten beklentileri, arzuları yani ‘kendi’leri üzerine terapötik bir tarzda konuşmaktadır ve bu konuşmanın kendisi yenidir. Ayrıca programların, gelenekselliğin sürdürülmesine hizmet ettiğine dair yaygın savlar programların toplumsal alanda yarattığı büyük tartışmayı anlamlandıramaz. Çalışmaya başlarken, aklımdaki temel soru, bu yeni kamusal konuşma biçiminin madun bir karşıt kamusallık yaratıp yaratmadığıydı. 1990’lı yıllara kadar yayıncılığın devlet tekelinde bulunduğu Türkiye’de, aracılandırılmış kamusal alan olarak değerlendirilebilecek televizyon, ulusal kamuyla uyumlu temsillerin sergilendiği bir alandı. Ulusal aile imgesiyle aile, ev ile ulusun evi olarak vatan kavramları arasındaki ilişkinin kurulmasında, kamu hizmeti yayıncılığı önemlidir.

5

Bunun için Morley’in belirttiği gibi; “evin dünyası kamusal yaşam metaforuyla birleştirilerek, kamusal değerler, hanenin özel dünyasının içine işler”. Ulus devlet bu şekilde kendini görünür ve somut kılar. Medya, sanal toplum olarak bireylerin vatan duygusunu kuran, görünür olmayan enformasyon yapısını düzenleyen, kültürel belleğin fragmanlarını sağlayan araç olarak görülür Ancak bu süreç her zaman pürüzsüz, gerilimsiz ve dirençsiz değildir. Eğer ulusal medya aracılandırılmış kamusal alanı oluşturuyorsa bu medyadan nelerin dışlandığı ulusun sembolik kültüründen dışlananları da belirler. Her temsil bir dışlamayı getirir. Sorun daima temsilde kimin kendini yabancı olarak hissettiğidir(Morley,2000: 105-112). Türkiye’de kamusal alan, devletle sivil toplum arasında bağımsız bir alan olarak değil, sınırlarını ve katılım koşullarını devletin belirlediği, dolayısıyla da devletle özdeş görülen bir alan olarak kurulur. 1990 yılına kadar devlet eliyle yürütülen yayıncılık, kaba bir genelleştirmeyle, ‘makbul vatandaş’ı yaratmanın bir yolu olarak ele alınır. Bu bilgilerden hareketle çalışmaya başlarken, talk şov ve realite şovların sesi bastırılana ses verdiği, kamusal alanda temsil edilmeyenlere temsil hakkı kazandırdığı bir platform olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini merak ediyordum. Çünkü programlar, o güne kadar özel alana ait kabul edilen mahrem konulara kamusal görünürlük kazandırıyordu. Batı dışı modernlikler, toplumsal cinsiyet ve özel/kamusal alan ilişkileri üstüne oluşturulanliteratür, batı dışı modernlik yaşayan ülkelerde, kadının modernleşmedeki rolüne, maddi alan olarak görülen kamusal alanın modernleştirilirken, manevi alan olarak görülen özel alanın muhafaza edildiğine ve böylelikle milli bir modernlik yaratma amacı güdüldüğüne dair önemli bilgiler verir. Batı dışı modernliklerde kadınlar, kamusal alandan dışlanmaz, aksine, ülkenin modernliğinin göstergesi olarak, kadınların kamusal alanda görünürlük kazanmalarına önem verilir ama kadınlar ancak cinsel kimliklerinden arınarak bu alana çıkabilirler.Oysa bu programlarda kadınlar, özel hayatlarına dair konuları kamusal alana taşırlar. Realite şov ve talk şovlara dair literatüre bakıldığında, Avrupa ve Amerika merkezli çalışmaların hâkimiyeti görülür. Bu literatür, ağırlıklı olarak, kamusalın özel tarafından işgali ve dolayısıyla gerileyişi, birey/mahremiyet kültürünün yükselişi, gerçeklik, türün tarihi geçmişi, neoliberalizmle ilişkisi, gibi bağlamlar

6 etrafında tartışılır. Bir yandan bu batılı literatürü tararken bir yandan da Türkiye’deki realite şov ve talk şovlar, özel olarak da evlendirme programları üzerine gazetelerde çıkan yazıları, toplumsal ve siyasal alanda programlar hakkında yapılan tartışmaları takip etmeye başladım. Türkiye’deki evlendirme programlarının gazete haber ve yazılarında sıkça eleştirilere konu olduğu, soru önergeleriyle meclis gündemine taşındığı, siyasetçiler özellikle de Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanları’nın konuya ilişkin değerlendirmelerde bulunduğu, izleyiciler tarafından farklı gerekçelerle RTÜK’e şikâyet edildiği, RTÜK’ün programlara sık sık uyarı ve cezalar verdiği görülmektedir. Yani programların yalnızca bir televizyon program türü olarak anlamını aşıp çok geniş bir toplumsal tartışmanın öznesi haline geldiği söylenebilir. Süreç ilerledikçe, evlendirme programlarını düzenli olarak izleyen izleyicilerle de görüşmeye başladım. Elimdeki veriler genişledikçe,Türkiye’de realite şovlar üzerine tartışmanın bir yandan Batılı literatüre benzeyen bir yandan da bu literatürden tamamen farklı bir çerçevede sürdürüldüğünü gördüm. Bütün bu tartışmalarda, programlar, alternatif bir madun kamusallık atfedilerek onaylanan ve pozitif karşılanan bir alan olmaktan ziyade hem ilgiyle takip edilen hem de kaygı, öfke, gerilim yaratan bir tür olarak değerlendiriliyordu.Bunun için, Kraidy’nin (2010) vurguladığı gibikamusal ve özel alan dinamiklerinin farklı şekillendiği batı dışı ülkelerde bu yeni kamusallık biçiminin farklı bir kavramsal perspektifle açıklanması gerekir. Batılı literatürde, üstünde en fazla durulan temalardan biri gerçekliktir. Çünkü realite şovların temel iddiası, gerçek insanların gerçek deneyimlerini olduğu gibi yansıttıklarıdır. Ancak bu şovlar öncelikle bir televizyon programıdır. Dolayısıyla kimlerin konuk ve/veya katılımcı olarak programa katılacağından, programda nelerin konuşulacağına, programın sunucusunun kim olacağından stüdyonun düzenlenmesine kadar her şey program formatına uygun olarak önceden tasarlanır. Yani her program ister istemez belli seviyede bir kurguya sahiptir. Programlarda yaşanan olaylar kamera karşısında yaşanır, anlatılan hikâyeler kameraya anlatılır. Anlatıcılar kameranın kendilerini kaydettiğinin ve ekran karşısındaki kitle tarafından izlendiklerinin farkındadır. Programlarda anlatılanların ve yaşananların izleyiciler

7 için tasarlandığı ve insanların kendilerini kamera karşısında ifade ettiği bu durumda gerçekliğin olduğu gibi yansıtıldığı iddiası ne kadar geçerlidir? Programlarda ‘performans sergileyen kendi’ ile ‘gerçek kendi’ arasında fark var mıdır? Bu sorular batıdışı ülkelerde yayımlanan realite şovlar için de geçerlidir ancak bu ülkeler, şovların gerçekliğini yalnızca imaj- gerçek, performans- gerçek bağlamında tartışmazlar. Küresel formatların yerel uyarlamaları olan şovlar ‘yabancı’ ve ‘yerel’ kültürel anlayışların aynı anda var olduğu melez formatlardır. Çalışmada, farklı batıdışı modernlik yaşayan ülkelerden örneklerle de desteklenerek bu şovların Türkiye’de Batı’dan farklı olarak programların gerçekliği ile toplumsal gerçeklik arasındaki fark ekseninde bir tartışma yürütüldüğü ileri sürülmüştür. Bunun sonucunda, Türkiye’de, realite şovlar ve talk şovlar, kamusallığı geriletmekten ziyade yaşanan toplumsal ve kültürel değişimler karşısında programlar aracılığıyla toplumsal cinsiyet, programlarda yer alan yeni kadınlık ve erkeklik temsilleri, milliyet, din, aile gibi kategoriler etrafında yeni bir kamusallık tartışmasının başlatıldığı görüşü savunulmuştur. Çalışma kapsamında yapılan etnografik izleyici araştırması da bu görüşleri destekler niteliktedir. Programlar eski anlam dünyalarıyla yeni anlam dünyalarının kesiştiği, etkileşime girdiği, çatıştığı, uzlaştığı yeni bir kamusallık modelidir. Kültürel ve siyasi alanlarda evlendirme programları üzerine yapılan eleştirilere bakıldığı zaman, küresel formatlı programların içeriğinin yerelleştirilerek Türkiye televizyonlarında yayımlanmasıyla, küresel- yerel ikiliği çerçevesinde kültürel dejenerasyon, kültürel emperyalizm gibi kavramlar üzerinden genellikle batılı kültürlerin yerel kültürleri tahrip ettiği savının ön plana çıktığı görülür. Ancak çalışmada, doğulu- batılı kültür, küresel- yerel, kamusal- özel gibi ikili karşıtlıklar üstünden yapılan analizlere itiraz edilmiştir. Programlar, kamusal ve özel deneyim alanlarının gittikçe daha fazla iç içe geçtiği ve özel alanın hiç olmadığı kadar kamusal görünürlük kazandığı yeni bir kamusallık biçimidir. Yeni bir kamusal alan deneyiminin ortaya çıkışı eski kamusallık deneyimlerinin varlığını ortadan kaldırmaz. Aksine burada, eski anlam dünyalarının yerini yeni anlam dünyalarına bırakması değil iki farklı anlam dünyası arasında karşılıklı etkileşimin, çatışmanın olduğu, izleyicilerin evlendirme programları aracılığıyla karşılaştıkları yeni

8 kamusallık deneyimlerini anlamlandırdıkları ileri sürülmüştür. Elektronik medya aracılığıyla, farklı söylemler arasında bir diyalogdan bahsetmek; hem Batılı kültürün etkilerine maruz kalan yerel kültürün dejenere olması yönündeki kültürel emperyalizm tezlerine, hem de sınırlarının kamusal alana açılmasının ev içini özgürleştireceği yönündeki naif tezlere itiraz etmek anlamına gelir. Çalışma kapsamında yapılan izleyici araştırmasında, ‘medya etnografisi’ yönteminin tercih edilmesinin temel nedeni; bu yöntemin, televizyon izleyicisini tarihsel, kültürel ve toplumsal koşulları içerisinde değerlendirmeye olanak vermesidir. “Medya etnografisi, medya kullanımına insanların gündelik yaşamlarının parçası olarak odaklanan ve temel metodolojik araç olarak araştırmacının gözlemlerine ve görüşmecilerin enformel etkileşimine başvuran bir medya araştırma yöntemidir” (Schroder vd.,2003: 58). Morley ve Silverstone, televizyon izleyicisini kendi doğal ortamında araştırmaya ihtiyaç olduğuna dikkat çeker. Yazarlara göre; istatistiki yöntemler, eylemi, onu anlamlı kılan bağlamından soyutlarlar. Oysa televizyon izleyicisi, eylemlerin bağlamı ve ev içi çevrenin dinamikleri içinde anlaşılmalıdır. Antropolojik perspektif, araştırmacıya, televizyon izleyicisine hem maddi hem de sembolik tüketim sürecini kapsayan daha geniş bir bağlama odaklanma imkânı verir. Medya içeriği, gündelik iletişim pratikleriyle bütünleşik olduğu için medya analizleri de izole edilmiş araçla değil ev içi yaşamın medyayla olan ilişkisi ile ilgilenmelidir (Morley ve Silverstone, 1991: 149-151). Etnografik izleyici araştırmaları, kültürel bağlamı öne çıkarmasının sonucu olarak, Ruddock’un da işaret ettiği gibi izleyiciyi, bireysel olarak değil topluluğun üyeleri olarak ele alır (2001: 131). İzleyici araştırması yaparken izleyicilerle tek tek derinlemesine görüşmeler yapmak yerine odak gruplar oluşturularak, grup tartışmaları yapma yöntemi benimsendi. Ruddock, bu yöntemlerden ikincisini seçmenin iki nedeni olduğunu söyler. Bunlardan ilki pratiktir yani araştırmacı daha fazla sayıda insanla aynı anda görüşebildiği için daha az zaman ve çaba harcar. Grup çalışmasının tercih edilmesinin bir başka nedeni ise teoriktir. Bu neden, anlam yaratmanın kolektif bir süreç oluşuna işaret eder (2001: 135- 136). Çalışmada, odak grupların tercih edilme nedeni teoriktir. Kamusal ve özel alanlar; toplumsal, kültürel, tarihsel ve politik

9 süreçlerle doğrudan ilişkilidir. Bu alanlardaki dönüşümü realite şovlar özelinde anlamaya çalışan izleyici araştırmasının, medya etnografisi yöntemi kullanılarak yapılması bu bağlamların sürece dâhil edilmesine imkân vermesi açısından önemlidir. Kamusalın ve özelin dönüşümünü, izleyicilerle baş başa yapılan derinlemesine görüşmeler yerine farklı sınıf, cinsiyet, etnisite, yaş gruplarına mensup izleyicilerden oluşturulan odak gruplarla tartışmak yani mikro bir kamusal tartışma ortamı oluşturmak tercih edilmiştir. Odak grup araştırmaları, bazı grup üyelerinin görüşlerini açıklamada daha özgüvenli olabileceği ve bu yüzden grubun diğer üyelerini domine edebilecekleri, onların görüşlerini açıklamada daha çekingen kalmalarına neden olabilecekleri gerekçesiyle eleştirilir. Ancak Ruddock, bu durumun gündelik hayatla benzerliğine işaret eder. Anlam içkin olmaktan ziyade müzakere edilendir ve algımız başka insanların algılarından etkilenir (2001: 136). Hem kamusal hem de ev içi/özel alan deneyimlerimiz, algılarımız farklı insanlarla karşılıklı etkileşimlerimizle şekillenir. Bunun için odak grup üyelerinin birbirleriyle olan etkileşimleri gerçek hayatla paralellik taşır. Lunt ve Livingstone’nun vurguladıkları gibi; araştırmacılar, odak grupları, bireylerin tutumlarını saptamaya çalışmak için değil sosyal deneyim, itiraz, fikir ve söylemlerle ilgilendikleri için yaparlar(1996: 16). Odak grup araştırmalarında, grupların nasıl oluşturulacağı önemli bir sorudur. Grupların kaçar kişiden oluşacağı, homojen mi heterojen mi olacağı, grup üyelerinin birbirlerini tanıyan kişilerden mi yoksa tanımayan kişilerden mi seçileceği, kaç grup oluşturulacağı, gruplarla tekrar görüşmelerin yapılıp yapılmayacağı en temel sorulardır. Lunt ve Livingstone, grubun 6 ila 10 kişiden oluşmasının ideal olacağını, son grubun farklı bir tartışma yapmadığı ve diğer grup üyeleriyle benzer şeyler söylemeye başladığı durumda yeni grup kurmanın gerekmediğini söyler (1996: 7). Grupların niteliği, çalışmanın içeriğine uygun olarak tasarlanır yani farklı odak grup araştırmaları için ortak bir grup standardı yoktur. Çalışma kapsamında, altışar kişilik, üç odak grup oluşturulmuş, gruplarla tek bir görüşme yapılmıştır. Farklı aidiyetlerin farklı kamusal ve özel alan algısı, deneyimi yaratacağı düşüncesinden hareketle, her bir grup, yaş, etnisite, siyasi görüş, sınıfsal aidiyet, medeni durum farklılıkları taşıyan ve birbirlerini tanımayan heterojen

10 gruplardan oluşturulmuştur. Birbirini tanımayan kadın ve erkeklerin aynı ortamda kendilerini rahatça ifade edemeyecekleri kaygısıyla, grupların sadece cinsiyet bakımından homojen olması amaçlanmıştır. Odak grup araştırmasında, sorulacak sorular önceden hazırlansa da araştırmanın yarı yapılandırılmış bir nitelik taşıması ve böylece görüşmeler esnasında, katılımcıların da katkılarıyla yeni sorular ve tartışma konularının gündeme gelebilmesi hedeflenmiştir. Realite şovlar, özel meseleleri kamusal bir tartışma konusu haline getirerek hem özel hem de kamusal alanın niteliğini, kadın ve erkeklerin bu alanlarda sergilemeleri beklenen tutum ve davranışları, mahremiyetin tanımını değiştirir. Çalışma kapsamında yapılan izleyici araştırması, evlendirme programlarının mahremiyeti nasıl yeniden kurduğu, değişen kadınlık ve erkeklik rollerinin izleyiciler tarafından nasıl değerlendirildiği, izleyicilerin, programların gerçeklik iddiasını ve programların gerçekliği ile kendi gündelik yaşamlarındaki gerçeklik arasındaki ilişkiyi nasıl anlamlandırdıkları sorularına yanıt aramayı hedeflemektedir. Bu kapsamda çalışmanın birinci bölümünde, öncelikle realite ve talk şovlara ilişkin bir literatür taraması yapılmış, şovları farklı boyutlarıyla ele alan yaklaşımlar ve bu yaklaşımlar içindeki farklı bakış açıları ortaya konmuştur. Çalışmanın kendi özelinde şovlar üzerine pozitif veya negatif normatif yargı üretmekten ziyade programların kamusallığı daha geniş sosyal bağlam içerisinde ele alınıp analiz edilmeye çalışılmıştır. İkinci bölümde, modernlik bağlamında realite şov ve gerçeklik tartışması yapılmış, üçüncü bölümde ise yapılan izleyici araştırmasına yer verilmiştir.

11

BİRİNCİ BÖLÜM

1.KÜLTÜREL BİR ANLATI BİÇİMİ OLARAK REALİTE ŞOVLAR

1.1. Realite Şovlar ve Kamusallık Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren, realite şov ve talk şov programları dünyanın hemen her yerinde büyük bir izlenilirlik oranına ulaşarak televizyondaki en önemli program formatlarından biri haline gelir. Hem televizyon üreticilerinin hem de izleyicilerin yeni formata yönelik bu ilgileri, programlara ilişkin akademik bir ilgiyi de kaçınılmaz olarak beraberinde getirdi ve önemli bir literatür ortaya çıktı. Bu literatür, türün tarihsel geçmişinden kamusal katılıma etkisine, türdeki temsil politikalarından türün neoliberalizme verdiği dolaylı desteğe kadar uzanan çok farklı bakış açılarıyla farklı analizleri kapsar. Carpignano, talkşovlarda kültürün üreticileriyle tüketicileri, uzmanlar veya profesyonel otoritelerle işin ehli olmayan izleyiciler arasındaki geleneksel ayrımın önemli bir yapısal dönüşüme uğradığını düşünür. Bu bağlamda, talk şovlar politika ve ideolojik temsilin geleneksel modeline karşıt olarak yeni söylemsel pratikler geliştiren bir mücadele alanı sunar. Bu şovlar mevcut bilgi temelli toplum kültüründe temsil edilme imtiyazları ellerinden alınanlara bir forum sunduğu için azınlık ve marjinal söylemler için yeni bir alan olarak işlev görürler. Bu aracılandırılmış kamusal alanın çok yeni bir formudur. Sonia Livingstone ve Peter Lunt (2001), Habermas’ın savunduğu kamusal alanın parodisi olsa da televizyon tartışma programlarının; azınlık gruplar, protest gruplar ve sıradan insanlar için aracılandırılmış iletişime erişim olanağı sunduğunu düşünürler. Ancak Livingstone ve Lunt, şovların sıradan insana ses vermesinin, zorunlu olarak bu insanlara iktidar ilişkilerine ve gerçek karar alma sürecine katılma gücü vermediğine dikkat çekerler. Hatta gerçekte belki de kamusal konulara katılma ilüzyonundan daha fazlası değildir derler. Yazarların burada kullandıkları kamusal alan kavramı;

12

Habermas’ın kamusal alanından ziyade, Negt ve Kluge’nin karşıt kamusal alan kavramıyla daha yakından ilişkilidir. Habermas, ‘Kamusallığın Yapısal Dönüşümü’ adlı çalışmasında, kamusal alanı; insanların kamuyu ilgilendiren ortak, genel yarara ilişkin meseleler hakkında, rasyonel ilkeleri kullanarak, kısıtlanmamış bir tarzda müzakere edebilecekleri, devletten ve sivil toplumdan bağımsız ve kamuoyunun içinde oluşturulduğu bir ara alan olarak tanımlar(2004: 99). Habermas, idealize ettiği 18. yüz yıl kamusallığının, sosyal refah devletinin ortaya çıkışıyla çöküş sürecine girdiğini düşünür. O zamana dek özel alana hapsedilmiş olan çatışmalar, davetsiz misafir olarak kamusal alana girmeye başlar. Özel ve kamusal alanların birbirinin içine geçmesi kamusal alanı yeniden feodalleştirir(2004: 100-1). Habermas, kamusal alandaki dönüşümü bir çöküş olarak görmesinin nedeninin, onun tek bir kamusal alana yani burjuva kamusallığına odaklanması olduğunu düşünen yazarlar tarafından eleştirilir. Negt ve Kluge burjuva kamusal alan biçimlerine özgü olan zayıflığın, burjuva kamusal alanın tözsel yaşam çıkarlarını dışlıyor olmasına rağmen, yine de bir bütün olarak toplumu temsil ettiğinin iddia edilmesi arasındaki çelişkiden kaynaklandığını düşünür(Negt ve Kluge, 2004: 136). Negt ve Kluge, Habermas’ın kamusal alan kavrayışındaki fikir ve ideoloji ilişkisini; yani onun tarihsel olarak gerçekleşmemesine rağmen bir Aydınlanma idealini kurtarma çabasını sorgular. Negt ve Kluge’ye göre; burjuva kamusal alanın çelişkileri bu alanın parçalanması ve çöküşüyle birlikte sonradan ortaya çıkmaz; tam da tersine bu çelişkiler bizatihi kamusal alanın oluşumunun içinde mevcuttur(Hansen, 2004: 161). Fraser ise; Habermas’ın, öteki kamusal alanları incelemeyi ihmal ettiği için liberal kamusal alanı idealize ettiğini düşünür(Fraser, 2004: 109). Neyin kamusal sayılıp neyin kamusal sayılamayacağına ya da nelerin özel alana ait konular olduğuna ve kamusal alanda tartışılıp tartışılamayacağına ilişkin görüşler ve bu kararları kimlerin verebileceği sorunu farklı kamusallık mücadelelerinin merkezinde yer alır. Fraser, Habermas’ın kamusal alanlardaki söylemin, ortak iyi üzerine bir müzakereyle sınırlandırılması gerektiği ve özel meselelerin ortaya çıkmasının her zaman için sakıncalı olduğu düşüncelerine karşı çıkar. Burada özel alanın; biri ev içi mahremiyet diğeri ekonomik çıkarlar alanına işaret eden iki boyutu vardır. Fraser’a göre; “ev içi mahremiyet retoriği, kimi

13 meseleleri ve çıkarları kişiselleştirmek ve ailevileştirmek yoluyla kamusal tartışmadan dışlamayı hedefler; bu sorunları özel- ev içi veya kişisel-ailevi meseleler olarak tanımlarken onları kamusal-politik mesele ve çıkarlara karşı ayırt etmiş olur. Ekonomik özel alan retoriği ise, bazı meseleleri ve çıkarları ekonomikleştirerek kamusal tartışmadan dışlama peşindedir; sözü edilen meseleler ve çıkarlar burada ya gayrişahsi pazar zorunlulukları olarak, ya da yönetici ve planlamacıların ilgi alanına giren teknik sorunlar olarak tanımlanır ve hep birlikte kamusal, politik meselelere karşı ayırt edilirler”. Fraser, bu sürecin genellikle hâkim grup ve bireylerin lehine, onlara bağımlı olanların ise aleyhine işleyen bir süreç olduğuna işaret eder(Fraser, 2004: 127). Dolayısıyla da kamusal alana katılım üzerindeki formel kısıtlamaların kaldırılması, pratik olarak katılımın genişlemesini sağlamaya yetmez. 19. yüz yıl liberalizminin ‘eski güzel günler’ nostaljisiyle ilgili önemli bir probleminin olduğunu düşünen Morley, kamusal alanın eski formunun şimdi olduğundan daha demokratik olduğu fikrine, Robin’in sorularından alıntı yaparak karşı çıkar: “Kamusal alan hiç katılım ve incelemeye açık mıydı, entelektüellerin gerçekten insanların tüm sorunlarıyla ilgili konuşmalarına izin verdikleri bir dönem hiç oldu mu, eğer böyleyse işçiler, kadınlar, gay ve lezbiyenler, Afro Amerikalılar nerede?” (Morley, 2000: 114). Burjuva kamusallığının dışlayıcı niteliğine karşılık Negt ve Kluge’nin karşıt kamusallığı daha kapsayıcı bir analiz imkânı sunar. Negt ve Kluge, “genel seçimlerin, Olimpiyat törenlerinin, bir komando birliğinin eylemlerinin, bir tiyatro galasının bunların hepsinin birden, kamusal olaylar olarak ele alınmasına karşın ezici bir kamusal önem taşıyan başka olayların, örneğin çocuk bakımının, fabrikada çalışmanın ya da evinin dört duvarı arasında televizyon seyretmenin, özel olaylar sayılmasına” itiraz ederler. Yazarlara göre; insanların gündelik yaşam ve çalışma yaşamı içindeki gerçek toplumsal tecrübeleri, bu tür bölümlemeleri aşar geçer(Negt ve Kluge, 2004: 133).Alternatif kamular bağımlı toplumsal grup üyelerinin kendi kimlik, çıkar ve ihtiyaçları hakkında muhalif yorumlar formüle etmelerine izin veren karşı-söylemler türeterek yaydıkları, birbirine paralel söylemsel alanlara işaret ettiği için, bu kamuları Fraser madun karşı- kamular olarak adlandırır. Bu madun karşı kamusallıklar daima ve zorunlu bir şekilde erdemli olmazlar, hatta bazıları anti demokratik ve anti eşitlikçidir. Buna

14 rağmen Fraser’a göre; ilke olarak, önceleri tartışma dışı tutulan önkabuller, artık kamusal olarak tartışılmak zorunda kalacağı için madun karşıt kamuların çoğalması, söylemsel mücadele alanlarının genişlemesi anlamına gelir(Fraser, 2004: 118- 119). Bu karşıt kamusal alan tartışmalarından hareketle, realite şov ve talk şovları pozitif bir perspektifle ele alan feminist yaklaşımlar, ideal kamusal alan yaklaşımıyla, bilgi temelli toplum kültüründe imtiyazları ellerinden alınanlara bir forum sunduğu için bu programları desteklerler. Oprah Winfrey “biz bu programları kadınlara yetki vermek için yapıyoruz” der. Masciorotte(1991), talk şovların kadınlara toplumda kadın olarak yaşadıkları deneyimler hakkında konuşarak yabancılaşmalarını yenecek politik hareket gücü verdiğini savunur.Bu şovlar, geleneksel olarak kadın sorunu olduğu düşünülen pek çok sosyal probleme ilk kez kamusal ses veren arenadır. Bu bağlamda, bu şovların, feminen karşı kamusallık olarak değerli bir fonksiyon gördüğü düşünülebilir(Morley, 2000: 117). Eleştirel feminist perspektife göre ise; talk şovların, sesi bastırılana konuşabilecekleri kamusal zemin sağlaması yeterli değildir.Bu programlarda yapılan yargılama; heteroseksist ve patriarkaldir, heteroseksüelliğin normalliği ve ailenin kutsallığı fikri savunulur. Programlar; ev içi yaşamının geleneksel biçiminin sürdürülmesine ön ayak olur(Probyn, 1993), konuların kişisel terimlerle tanımlanması, sorunların daha geniş sosyal bağlama yerleştirilerek tartışılmasını engeller(Peck, 1995).

1.2. Realite Şovlar, Neoliberal Yurttaşlık ve Öznellik Son dönem kültürel çalışmalar alanında ve medya analizlerinde, gerçeklik televizyonu, temsil politikaları tartışmalarından uzaklaşarak gözetim toplumu bağlamında ele alınır(Fetveit, 1999; Palmer, 2004; Andrejevic, 2004; Murray ve Quellette, 2004; Bratich, 2006). Bu yaklaşımlar, realite şov ve talk şovları, büyük ölçüde Foucault’un itiraf söylemi ve iktidar arasında kurduğu ilişki bağlamında değerlendirirler. Foucault’a göre; Batı toplumları, Ortaçağ’dan beri, itirafı gerçeği üretmesi beklenen ana törenlerin arasına yerleştirmiştir: … itiraf Batı’da, doğru üretmek için en üst düzeyde değer taşıyan tekniklerden biri durumuna geldi. O zamandan beri, tekil bir biçimde itiraf eden bir topluma dönüştük. İtiraf, etkilerini en uzak alanlara kadar yaydı: Adalete, tıbba, eğitbilime, aile ilişkilerine, aşk ilişkilerine, en gündelik düzene ve en şatafatlı törenlere değin uzandı;

15

suçlar itiraf edildi, günahlar, düşünceler, istekler itiraf edildi, geçmişteki çocukluk itiraf edildi, hastalıklar ve dertler itiraf edildi; söylenecek en güç şeyi en kesin biçimiyle söylemeye çaba gösterildi; herkese karşı ya da gizli itiraf edildi; zevk ve acı içinde başkalarına söylenmesi olanaksız olan şeyleri kişi kendi kendine itiraf etti ve kitaplara dönüştürdü. İtiraf edildi –ya da itiraf etmek zorunda kalındı(Foucault,1993: 65).

Foucault’un temel amacı; iktidarın; itiraf, gözetim, bilgi, kurumlar, mimari unsurlar gibi söylemsel ve söylemsel olmayan yöntemleri kullanarak insanları özneye dönüştürme pratiklerini analiz etmektir.

Bu iktidar biçimi bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik hayata müdahale eder. Bu, bireyleri özne yapan bir iktidar biçimidir. Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin ediyor(Foucault, 2005: 63).

Foucault’un bireyleri özne yapan pratikler olarak ele aldığı itiraf, özbilgi, gözetim gibi unsurların realite ve talk şovların da kullandıkları başlıca yöntemlerdir. Bu yüzden, programları bir iktidar kurma pratiği olarak ele alan yazarlar Foucault’un görüşlerinden sıkça yararlanırlar. Dubrofsky, programlardaki gözetimi Foucault’un panoptikonu ile açıklar. Kameranın varlığı ve gözetleme bilgisinin sürekliliği özdisiplin anlamına gelir. Gerçek temelli programlarda, eylemin çevresi panoptik mimariyle tasarlanan binalar değildir ama gözetim, kamera aracılığıyla gerçekleşir. Katılımcıların, yaptıkları ve söyledikleri şeylerin kameraya kaydedileceğine dair bilgileri panoptikonla benzer çalışır. Katılımcı, panoptikon sakini gibi kendini kontrol eder. İzlendiklerini bilirler, izlenmek için oradadırlar, bu durum, onların davranışlarını düzenlemelerine hizmet eder(Dubrofsky, 2007: 268). Gerçeklik televizyonu; hükümetselliğin neoliberal biçimi olarak kişisel sorumluluğu, kişisel girişimciliği, kişisel gelişimi destekleyen eğitici araçlar olarak işlev görür(Palmer, 2002; Quelette, 2004), gerçekliği temsil etmekten ziyade ona müdahale eder yani epistemolojiden(gerçeği nasıl biliriz) ontolojiye(bir alanı düzenleyen güçler nelerdir) geçiş sürecini destekler(Bratich, 2006), seyircinin interaktif katılımıyla özel alanla ekonominin alanını birleştirir(Andrejevic, 2004). Talk şovlar, kendi disiplin dinamiklerince yönetilir. Psikososyal uzmanlara dayanarak, talk şovlar itiraf söylemi ve terapötik anlatı içinde,

16 kadınlara kişisel hikâyelerini anlattırarak, televizyonda konuşma tedavisi sunar. Bu programlar; sınıf, cinsiyet, ırk arasındaki farklılıkları yok sayar, normatif yurttaş oluşturur(Quellette, 2004: 238- 247). Lupton, Donahue’nın programı üstüne yaptığı analizde, partnerlerden biri biseksüel olan heteroseksüel bir çiftin yer aldığı bölümü inceler. Lupton’a göre; bu şovlar, günah çıkarmanın sekülerleştirilmiş hali ve modern muadilidir. Suçlu, günahlarından ötürü, kamusal alay ve şiddetli bir cezaya maruz bırakılır. Suçlarından katartik arınma karşılığında cezasını kabul eder. Lupton, talk şovlardaki günah çıkarmanın kamu önünde yapıldığına dikkat çeker. Bu açıdan, Foucault’un tanımladığı klasik ritüel formundan farklıdır veya bu ritüele yeni bir boyut ekler(1994: 61- 62). Peck de; programlardaki günah çıkarma söyleminin hükümetselliğin bir biçimi olarak işlev gördüğünü düşünür. Terapötik söylem, politik olanı psikolojik olana çevirir. Problemler kişisel veya aileseldir. Kişinin kendi psişik sürecinin dışında kökeni ve hedefi yoktur. Bu noktada, Peck’in günah çıkarmaya bakışı Foucault’tan ayrılır. Çünkü Peck, günah çıkarmanın sosyal eşitsizlikleri inşa etmek yerine onu maskelediğini düşünür( 1995: 75- 76). Quellette ve Murray’e göre ise; realite şovlar televizyon ekranında somutlaşan neoliberal yurttaşlık yaklaşımının mekânıdır. İnsanlara evlerini nasıl daha iyi dekore edecekleri, modayı nasıl daha iyi kullanacakları gibi bilgileri öğreten dönüşüm(make over) programlarından; devletin sembolik otoritesini temsil eden mahkeme programlarına(Courtroom) ve bireysel rekabet ve kişisel girişimcilikle ilgili olarak toplumsal ilişkileri yapılandıran yarışma programlarına(gamedocs- Big Brothers, Survivor vb) makbul vatandaşın neoliberal inşası popüler realite şovlardan geçer. Realite şovlar; devletin hükümetsel fonksiyonlarının ve neoliberal topluma geçişin gerektirdiği taleplerin taşerona yaptırılmasıdır. Televizyon neoliberal hükümetselliği eve getirir. Courtroom programlarında katılımcılar yanlış tercihler yaparak ve yaşamlarını yanlış yöneterek kendi kendilerinin kurbanı olurlar. Yayınlardaki kamu yararı söylemi, kamu yararı kavramı bastırılmamış, neoliberal reformlar tarafından yeniden şekillendirilmiştir(Ouellette; Murray, 2004:6).Ouellette ve Murray, ayrıca, realite şovlar aracılığıyla gözetimin olağanlaştırıldığını savunur. CCS International, bir New Yorklu’nun günde ortalama 73- 75 kez parklar, caddeler vb. yerlerde güvenlik kameralarınca kaydedildiğini belirtir. 11 Eylül’den sonra bu sayı artmıştır.

17

Realiteşovlar bu tür gözetleme taktiklerine karşı direncimizi azaltır. Başkalarını gözetlemeyi normalleştirir. Biz aynı zamanda kendimizi gözlemlemeye de kışkırtılırız. Toplumun panoptik gözlemlenmesi hem içsel hem de dışsal tehditlerden bizi korur. Gözetleme realite şovların yaptığı kamusal hizmet vaatlerinden biridir. Realite şovlara yakından bakmak neoliberalizm, deregülasyon, holdingleşme ve teknolojik yakınlaşma çağında kamu hizmeti, demokrasi ve yurttaşlığın kültürel politikalarını ve anlamını yeniden düşünmemiz için bize yardım eder(Ouellette; Murray, 2004:6). Bratich ise; gerçeklik televizyonunu, Deleuze’ün kontrol toplumu olarak adlandırdığı şeyin kültürel formu olarak görür. Deleuze’e göre; disiplin toplumundan(kapatma, sınırları çizilmiş mekânlar, kurumlar) kontrol toplumuna(dolaşım, değişen mekânlar, ilişki ağları) geçiş, öznelleşme sürecindeki değişimle görünür olur. Postbireysellik; değiş- tokuş edilebilirlik, esneklik ve hareketlilik ile karakterize edilir(Bratich, 2006: 65). Andrejevic, otoritenin görünüşte gizeminin bozulmasında televizyonun rolüne işaret edilmesi ve gerçek insanların gündelik yaşamlarına dayanan ilk realite şovların ortaya çıkması ile ekonomik eşitsizliklerin arttığı çağın geri dönüşünün aynı döneme denk gelmesi arasında ilişki kurar. Şöhret takıntısı, mahremiyet erozyonu gibi tartışmaların ötesine geçerek Andrejevic, online ekonominin ortaya çıkmasıyla uyumlu yeni bir öznellik biçiminin yaratıldığını savunur. Yazara göre; kitle tüketimi, ekonomik katmanlaşmanın arttığı dönemde etkili bir pazar stratejisi olarak ve artan demokratikleşme vaadiyle birlikte ortaya çıkar(2003: 67). Tıpkı piyangonun, Amerikan rüyasının fast- food versiyonu olması, iktidar ve zenginliğin merkezileşmesi ve bir noktada toplanmasının ödünü olması gibi gerçeklik televizyonu da bir ün piyangosudur. Gerçeklik televizyonu, şova katılan izleyicilere, kendilerini televizyon yıldızına dönüşmüş olarak bulabileceklerine dair vaatte bulunur(Andrejevic, 2003: 68). Andrejevic, gözetimi ekonomi politik bağlamda ele alır. Etkin soru, mahremiyetin ihlal edilip edilmediği değil, izleniyor olma işinden kim kâr elde eder sorusudur(2003: 79). Gözetim ve kapitalizm arasında bağlantı kuran pek çok yazar Foucault’un analizlerinden yararlanır. Ancak Andrevic’e göre; bu yazarların bakış açısındaki problem, görmenin iktidarını, teknik ve pozitiften ziyade hukuki ve negatif olarak değerlendirmeleri yani mahremiyetin istilasını ve

18 devletin ezici gözetim gücünü merkeze almaları, vurguyu disiplinci gözetimin uysal bedenler yaratması sorunu üzerine yapmalarıdır. Andrevic’e göre bu yazarlar, Foucault’un analizlerinin başka ve daha önemli boyutunu gözden kaçırırlar. Uysallaştırılmış beden, disiplinin amaçlarından biri olsa da, gözetimin gerçek gücü üretkenliğinde ve teşvik ediciliğindedir. İnteraktivite aracılığıyla gözetim, üretim ve tüketim alanlarını farksızlaştırarak üretkenliğin artırılmasına hizmet eder. Modernitenin üretim, tüketim ve eğlence alanlarını birbirinden ayırmasına karşılık dijital devrimin vaadi; hem planlama ve uygulama hem de tüketim ve üretim arasındaki hiyerarşik düzeni ortadan kaldırmaktır. Eski formatlarda, izleyicinin rolü pasif tüketicilikle sınırlı tutulurken artık üretim alanı erişilmez değildir. Ev, eğlence ve iş alanları arasındaki açık ayrım ortadan kalkar. Big Brother, The Real World gibi realite şovlar ve webcam siteleri toplu gözetime dayanır. DotComGuy örneğinde olduğu gibi, cast üyeleri, özel mekânlarında yemek yaparken, banyolarını temizlerken, oturma odalarında dinlenirken vs. aynı zamanda çalışırlar. Çalışma, ev içi yaşamımızla bağlantılı hale geldikçe de ev içi yaşam giderek daha üretken hale gelir. Çalışma, ev ve eğlence aktiviteleri artık aynı mekânın içinde yer alır(2003: 80).

1.3.Realite Şovlarda Terapötik Konuşma Karşıt kamusallık yarattığını ve kadına güç verdiğini öne süren pozitif savlar ile ahlaki çöküş iddiaları ya da talk şovları bir iktidar kurma biçimi olarak gören negatif savlar arasındaki bu çatışmaya karşın, Tolson, yargılamaktan ziyade talk şov kültürünün eleştirel analizini yaparak farklı bir noktadan tartışmayı sürdürmenin daha verimli olacağını düşünür. Bu tartışmaya başlamak için en uygun yol ise; talk şovlardaki terapötik konuşma üzerine tartışma yapmaktır. Tolson, Carbaugh’un Donahue’nin programı için yaptığı analitik yaklaşımın bu iş için önemli bir başlangıç noktası olduğunu düşünür. Carbaugh’a göre; Donahue’nin programı gibi şovlar, etkin bireylik için ön şart olarak bireyin teşhir ve tetkikini ön plana çıkarır. Optimal kendi; bağımsız, bilinçli ve duygularını serbestçe dile getirebilen olarak tanımlanır. Bu yüzden öz-bilinçli bireyler kendilerini ‘dürüst olma’ ve ‘paylaşma’ nitelikleri ile tarif ederler. Tolson, Carbaugh’un analizinde bu kategorilerdeki konuşmaya yaklaşımın

19 kültüre özgü olduğu ısrarının gözden kaçmaması gerekliliğini vurgular. Diğer kültürler, bireylik ve kendi gibi kavramlara sahip değildir ve duygularını serbestçe dile getirebilme değerlerini paylaşmazlar. Bu yüzden, Donahue’nin programının katılımcıları, Carbaugh’un ‘Amerikan tarzı konuşma’ olarak karakterize ettiği kültürel aktivitenin özel ve kendine özgü formuna bağlıdırlar(Carbaugh’dan aktaran Tolson, 2001: 24). Televizyon pazarında, program formatlarının uluslararası dolaşımının artması, ulusal sınırların aşınmasına destek veren küreselleşmenin semptomu olarak görülür. Ulusal kimliklerin artan bir şekilde sorgulandığı ve değişime uğradığı doğru olabilir ama ulusal kimlik, hâlâ; popüler kültürün analizinde önemli bir araç olmayı sürdürür. Televizyon programları evrensel bir izleyiciyi hedeflediklerinde bile, güçlü bir şekilde, ulusal, kültürel bağlama referans verirler(Dhoest, 2005: 225). İzleyicinin görmek istediği şey benzer olandır: benzer görüntüler, benzer sesler, benzer yüzler. Bu yüzden; format ve türe ait parametreler önemli olabilir ama program içeriği mümkün olduğu kadar izleyiciye tanıdık gelmelidir. Realite programlar bunun önemli örnekleridir. Bu programların formatları dünya çapına yayılmıştır ama ancak yerel bir içerikle başarı kazanabilirler(Dhoest, 2005: 230). Talk şovlardaki konuşmanın kültüre özgülüğünü göstermek için Tolson’ın verdiği ikinci örnek Krause ve Goering’in, Amerikan ve Alman talk şovları arasındaki farkları ortaya koydukları çalışmalarıdır. Alman şovlar, ulusal kamusal alanla daha fazla ilgiliyken Amerikan talk şovları, mini terapi duygusu verirler. Tolson’a göre; hem Carbaugh hem de Krause ve Goering, dikkatimizi konuşma biçimlerindeki kültürel farka çekerler ve böylece talk şovlardaki günah çıkarma söyleminin önceki analizlerinden farklı olarak, bu söylemi,spesifik popüler kültür kimlikleri ve hazları ile ilişkilendirirler. Bu hazzı anlamak için, konuşma biçimlerini anlamaya ihtiyaç duyarız. Çünkü Tolson’a göre; itiraf sadece kişisel bir anlatı değildir, izleyici düşünülerek oluşturulan bir performanstır. Bunun için de Tolson, dikkatimizi, ideolojik(ne hakkında konuşulduğu) olandan ziyade konuşma ritüeli pratiklerineyöneltmemiz gerektiğini düşünür(2001: 25). Tolson, talk şovlardaki konuşmayı tanımlayan üç temel özellik olduğunu söyler: “İlkin, bu konuşma gündelik konuşmada bulunan sözlü etkileşimin örnekleriyle benzeşir. Bununla

20 birlikte, ikincisi, sıradan konuşmadan farklı olarak bu konuşma yayıncı kuruma bağlı olarak anlaşılmalıdır. Bu konuşma kulak misafiri olan izleyici için üretilir. Yani; stüdyoda ne olursa olsun, daima görünmeyen ve genellikle işitilmeyen daha geniş bir izleyici vardır”(Tolson, 2001: 27). İzleyicinin varlığı, konuşmanın hedef kitle için üretildiği anlamına gelir dolayısıyla da konuşma onların ilgisini çekecek şekilde tasarlanır. Benzer şekilde Haarman da, talk şovlardaki farklı profillerin ve konuk, sunucu, stüdyo izleyicisi gibi şovun temel bileşenlerinin bir strateji çerçevesinde düzenlendiğini ve bu düzenlemenin bağlamı belirlediğini düşünür. Sunucunun kişiliği ve tavırları, seçilen konular, stüdyo planı, stüdyo izleyicisi ve konukların kişisel ve sosyal geçmişleri, şov formatında görevli kişilerin rolleri(uzman tavsiyesi sunmak, merhameti, öfkeyi veya övgüyü teşvik etmek, deneyimleri paylaşmak, dayanışma önermek vb.) bu bağlama katkıda bulunur(Haarman, 2001: 68). Wood, talk şovları; dikkatlice araştırma yapılan, üretilen ve bir dereceye kadar önceden senaryolaştırılan televizyon program türü olarak tanımlar. Sunucunun, katılımcının hayatına vs. dair ön bilgileri ona editoryal bir denetim imkânı verir. Soruları buna göre şekillendirir, hangi noktaları öne çıkaracağına karar verir, seyircinin ilgisini çekecek şekilde hikâyenin akışını yönetir. Programlarda kullanılan farklı konuşma/konuşturma yöntemleri anlatıcının anlatısını inşa etmesine yardımcı olma işlevi görse de bu yöntemlerin gördüğü bir başka işlev, anlatının programın akışına göre yeniden şekillenmesidir(Wood, 2001: 72- 86). Talk şov analizlerinde anlatıyı ön plana çıkaran bir başka yazar Blum- Kulka; akşam yemeği sohbetlerinde aile üyelerinin birbirlerine anlattıkları hikâyeler ile talk şovlarda anlatılan hikâyeler arasında ilişki kurar. Yazar, “Bir hikâyeyi akşam yemeği sofrasında veya talk şovlarda anlatılabilir yapan şey nedir?”,“Hikâyeleri aracılandırılmış söylemin alanına sokan şey nedir?” sorularını sorar ve akşam yemeğindeki hikâyelerle talk şovlardaki hikâyeleri karşılaştırarak, hikâyelere anlatılabilirlik statüsü kazandıran nitelikleri araştırır. Anlatılabilirlik konusu, oral hikâye anlatımının üç boyutunu ihtiva eder: hikâyeler, anlatma, anlatanlar(Blum- Kulka, 2001:104). Bütün çocuklara ‘günün nasıl geçti?’, ‘bugün neler yaptın?’ diye sorulur ve böylece çocuklara, gündelik hayatlarını, aile üyelerine anlatma hakkı verilir. Çok gençler de dâhil herkesin konuşabileceği aile yemeklerinden farklı olarak

21 talk şovlarda konuşabilmek için ise anlatılan hikâyenin, kurumsal yapıya hizmet etmesi gerekir. Ünlüler ve sıradan insanların talk şovlarda konuşma tarzlarının birbirinden farklılığına dikkat çeken yazar; her ikisi için de şova katılma imkânı olsa da, ünlülerin hikâye seçiminde başvurmaları gereken bir kritere ihtiyaçları olmazken sıradan insanların anlatmak zorunda oldukları hikâyenin sıra dışılığına gereksinim duyduklarını söyler. Böylece ünlüler küçük çocuğun yemek sofrasında anlattığı kadar sıradan hikâyelerini anlatabilirken sıradan insanlar tarafından anlatılan hikâyelerin şovda yer bulabilmesi için normalin sınırlarını aşmış olması gerekir(Blum- Kulka, 2001: 106). ‘ecel meni’ şovundaki konuşmaları analiz ettiği yazısında Blum- Kulka, bu programlarda iki tür anlatıcı olduğunu belirtir: Daha ünlü konuklar ve sıradan insanlar. Sıra dışı olanlar tarafından anlatılan sıradan hikâyeler ve sıradanlar tarafından anlatılan sıra dışı hikâyeler. İlk durumda oyuncular, televizyoncular, şarkıcılar gibi kamusal tanınırlığı olan kişiler sunucuyla sohbet ederek yaşamlarından anekdotlar anlatırlar. Böyle hikâyeler, ünlü kişilerin hayatlarına dair insanların bilmediği ve kamusal kişilik olarak imajlarını oluşturmalarına yardım eden hikâyelerdir. Ecel meni’de anlatılan ikinci tür hikâyeler ise talk şovlara özgüdür. Bunlar yaşamlarında dramlar olan, izleyicinin duygularına hitap edebilecek sosyal bir çatışmayı kişiselleştiren, yaşamlarındaki medya kriterlerine göre sıra dışı olarak tanımlanan tek bir olay nedeniyle kamusal mekâna erişim imkânı kazanan sıradan insanların hikâyeleridir. Bu durumda anlatılabilirlik hikâyenin sıra dışılığıyla tanımlanır(Blum- Kulka, 2001: 109). Benzer şekilde, Thornborrow da kişisel deneyim hikâyelerinin kamusal söyleme aktarılma yollarını yani katılımcıların kişisel anlatılarının nasıl aracılandırılmış anlatıya dönüştürüldüğünü inceler. Konuşma bağlamında, bir hikâye, daima dinleyici için üretilir ve tasarlanır, konuşmanın alıcıları tarafından değerlendirilir, bazı hikâyeler ortaklaşa üretilir yani birden çok anlatıcısı vardır ve aynı hikâyeler farklı dinleyiciler için, farklı durumlarda, farklı biçimlerde anlatılabilir. Thornborrow, talk şovlarda, hikâyelerin nasıl anlatıldığı, konuşmaya nasıl yedirildiği, stüdyoda bulunan izleyici için nasıl tasarlandığı gibi aracılandırılmış bağlamı nelerin etkilediği üstüne düşünür. Kişisel deneyime dayalı anlatıların nasıl talk şovların bağlamına taşındığı, bu anlatıların kamu söylemi olarak nasıl

22 tasarlandığı, anlatının performans olarak üretiminde sunucunun nasıl bir katkı sağladığı sorularına cevap arar. Çünkü anlatılan hikâye ile hikâyeyi anlatmadan önce olanlar yani olayın hikâyeleşmemiş hali arasında fark vardır (Thornborrow, 2001: 125-127). Bir televizyon programı için olayı hikâyeleştirmek, onu stüdyo ve televizyon izleyicisi için dinlenebilir ve dinlemeyi sürdürülebilir hale getirmek demektir. Talk şovların, kamusal ve özel arasındaki sınırı bulanıklaştırdığı, katılımcıların samimiyetsiz performanslar sergilemelerine ön ayak olduğu, izleyiciyi röntgenciye dönüştürdüğü suçlamalarının, kamusal tartışmaya uygun olan veya olmayan konuların olduğu varsayımına dayandığını söyleyen Myers’in temel odağı; meselelerin kamusal tartışma konusu haline getirilme yöntemidir. Yazar, örneğin The Jerry Springer şovda yer alan, hamile bir kız ve bunu onaylamayan ailenin dramının kesinlikle bir konu olduğunu ancak tartışmalar, ihtilaflar ve yorumlarla konu haline getirilinceye kadar kamusal tartışmanın konusu olmadığını söyler(Myers, 2001: 186).

1.4.Türkiye’de Evlendirme Programları (Esra Erol’da Evlen Benimle Örneği)

Son yıllarda, Türkiye’de gündüz kuşağının en popüler ve en çok izlenen programları evlilik şovlarıdır. Esra Erol’un ilk önce Flash Tv’de başlattığı bu formatın tutması sonucu diğer kanallar da benzer formatlı programlar yayımlamaya başladılar. Bu süreçte Esra Erol’un ünü iyice arttı, ulusal kanallara transfer edildi. Önce Star Tv’de “Esra Erol’la İzdivaç”, daha sonra da ATV’ye transfer olarak “Esra Erol’da Evlen Benimle” isimleri altında programına devam etti. Esra Erol’un programını, “Semra Kaynana ile Dest- i İzdivaç”, “Su Gibi”, “Huysuz’la Görücü Usulü”, “Zuhal Topal’la İzdivaç”, “Hande Ataizi ile Dest- i İzdivaç”, “Seren Serengil ile Evlenir misin?” programları takip etti. Esra Erol’un formatın ilk uygulayıcısı olması ve evlendirme programları içinde en yüksek izlenilirliğe sahip

23 olması nedeniyle çalışmada ‘Esra Erol’da Evlen Benimle’ programı1 üzerinden analizler yapılacaktır. Program, üç ayrı bölümden oluşur. İlk bölümde adaylar, kendilerini tanıtır ve eş adaylarında aradıkları nitelikleri anlatırlar. İkinci bölüm, ‘tanışma’dır. Programın bu bölümünde, talibi gelen adaylar önce paravan arkasından ardından da paravan açılarak birbirleriyle görüştürülür. Bu bölümde aday ve talibi birbirlerine karşılıklı sorular sorarlar. Karar verme hakkı adaya aittir. Eğer aday talibini daha yakından tanımak istiyorsa, konuşabilmeleri için stüdyonun dışındaki kafeye geçerler. Buradaki konuşmalar da kameralarca kaydedilmektedir. Programın son bölümü ise ‘karar anı’ olarak adlandırılır. Bu bölümde de aday ve talibi birlikte stüdyoya gelerek kararlarını açıklarlar. Sunucu, zaman zaman kız istemeye de gider, evlenme kararı veren adayların düğünleri canlı yayında yapılır. Ayrıca programda, aday ve taliplerin aileleriyle olan ilişkileri, eski evliliklerinde, hayatta yaşadıkları sorunlar da sık sık tartışma konusu olur.

1.4.1.Sunucunun Anlam Yaratma Sürecindeki İşlevi Talk şov tarzı programları analiz ederken anlatıya odaklanan çalışmaların bize gösterdikleri gibi konuklar, stüdyo izleyicisi, uzman, sunucu gibi programın farklı unsurları anlam yaratmada etkilidir. Programın hem hazırlanma hem de sunum aşamasında aktif rol oynayan sunucu, en fazla ön plana çıkan unsurdur. Bir televizyon şahsiyeti olarak Esra Erol, bazen izleyici ile birlikte şarkı söyleyip göbek atar bazen onların sorunlarını dinleyip izleyici ile birlikte ağlar. İzleyici ile genellikle yakın, samimi, yalnızca duygusal değil fiziksel temas da kurmaya özen gösteren bir ilişki kurar. Giyim tarzında öne çıkardığı feminenliğine karşın aynı zamanda evimizin geleneklerine bağlı hanımefendi kızı bazen şakacı, muzip çocuğu bazen de erkek Fatma’sıdır. Kendinden yaşça büyük izleyicileriyle konuşurken; amca, teyze, abla hitaplarını kullanır, diğer izleyicilerine genellikle sadece isimleriyle ve sen diye hitap eder. İzleyicileri ise O’na; Esra, Esra Abla, Esra kızım ya da Esra Hanım der.

1 Yapımcılığını Stil Medya/ Ahmet Bayram’ın, Genel Koordinatörlüğünü ise Doğa Sülen’in üstlendiği Esra Erol’da Evlen Benimle hafta içi her gün saat 14. 35’de ekrana geliyor… Evlenmek isteyen genç- yaşlı adayları ekran başındaki taliplileri ile bir araya getiren Esra Erol, hafta içi her gün, 14.35’de ATV ekranlarında.(ATV program tanıtım metni) http://www.atv.com.tr/Yayinlar/Programlar/esra_erolda_evlen_benimle

24

Özel hayatındaki evlat, eş, anne adayı, anne rollerini ve buradaki deneyimlerini, yaşanmışlıklarını sıklıkla izleyicisiyle paylaşır. İzleyicisine bazen şefkatle bazen otoriter, azarlayıcı bir üslupla bazen de bir uzman tavrıyla yaklaşır. Esra Erol, tarz olarak ünlü talk şov sunucuları arasında en çok Oprah Winfrey’e yakındır. Zaten kendisi de Winfrey’e olan hayranlığını ifade eder. Bunun için, Winfrey’in izleyici ile samimi ilişki kurmak için kullandığı yöntemleri analiz eden çalışmalara göz atmak Esra Erol’un tarzını daha iyi anlamada bize yardım eder. Haag, Winfrey’in izleyiciyle iletişim kurma yöntemlerini incelerken Lippman ve Becker’in kavramlarına başvurur. Kamuoyu kitabında, Walter Lippman tek bir gerçeklik olmadığını, değişen gerçeklikler olduğunu söyler. Eski olana eklenen yeni enformasyon, gerçekliği her birey için yeni ve farklı boyutlarıyla sunarak, fikirlerimizi değiştirir. ‘İletişimin Mozaik Modeli’nde Sam Becker de; bütün bireylerin gerçekliğinin zamanla yaratılan çok boyutlu mozaikler olduğunu söyleyerek benzer bir argüman ortaya koyar. Küçücük enformasyon parçaları, sürekli olarak, mozaiğimize eklenir, diğerleri azalır, kalır veya zamanla değişime uğrar. Haag’a göre; medyanın ‘star kişilikler’ inşasını anlamaya çalışırken mozaik model kullanılabilir. İzleyicilerin, bir starı, tanıma, onu sevme, ona saygı duyma yolları karmaşıktır ve mozaiğin parçalarını, mesajların çokluğunu içerir. Haag’a göre; Winfrey’in star kişilik olarak evrimi, hem kişisel hikâyesi hem de kabul gören iletişim tarzındaki başarısıyla ilişkilidir. Bu iki karakteristiğin etkileşimi, Winfrey izleyicilerinin, Winfrey’in inanılmaz başarısı ve serveti ile televizyonun yarattığı mesafeye rağmen, yalnızca onun hikâyesine saygı duymalarını değil birey olarak O’nu sevip kabul etmelerini, kendine yakın hissetmelerini sağlar. Samimiyetin inşası farklı faktörlerin birleşimiyle oluşturulur. Winfrey; kendisini cazip, yaklaşılabilir, sempatik biri olarak sunar. İzleyicilerinin kendilerini O’na daha yakın hissedebilmesi için yoksul geçmişi, çocukluğunda yaşadığı zor hayatına dair anıları gibi mahrem yaşamının detaylarını paylaşır ve popüler basına verdiği röportajları bunun aracı olarak kullanır. (Haag, 2001: 115). Winfrey’in şimdiki hayatında benzer hikâyeler yoktur ama hikâye, Winfrey ile ilişkimizin hayati bir parçasıdır. Bu hikâyeler aracılığıyla kendimizi ona daha yakın hissederiz ve böylelikle O’nun hem etnik kökeni hem de muazzam başarısı büyük ölçüde fakir ve büyük ölçüde beyaz olan

25 izleyici için kabul edilebilir hale gelir. Programda pek çok Oprah ve her Oprah’ın kullandığı bir üslup vardır. İzleyiciler şakacı Oprah, empatik Oprah, kızgın Oprah, halktan biri Oprah tonlamalarını tanır. Sesinin niteliği her durumda değişir tıpkı kelime seçimi değiştiği gibi. Şakacıyken veya sadece halktan biriyken rahatça argo ve benzeri referanslar kullanır. Yapımcılarına göre; Oprah sıradan insanların sorduğu gibi sorular sorar. Ciddi Oprah, kelimelerini dikkatle seçer ve argodan kaçınır. Sözel olmayan durumlar belki de izleyicinin Oprah ile ilişkisinin en güçlü gösterenleridir. İzleyicilere dokunmanın yanında diğer samimi sözlü olmayan davranış kalıplarını kullanır. İzleyicilerinin ve konuklarının kişisel, mahrem alanlarına girerken onlarla göz kontağı kurar, onların söylemek zorunda olduğu şeylerle gerçekten ilgileniyor duygusunu verir(Haag, 2001: 119). Winfrey, oturma odamızda, mutfağımızda hatta yatak odamızda bulunan televizyon aracılığıyla özel alanımıza girer. Bize kamusal olanı değil mahrem- özel olanı, kamuda sergilenen mahremi getirir. Onu evin özel alanına geri gönderir. Oprah, bizim annemiz, terapistimiz, ponpon kızımız, manevi bilincimiz, rol modelimiz, en sert eleştirmenimizdir(Haag, 2001: 120). Illouz ise; Winfrey’in başarısını, gündelik yaşamdaki kahramanlıkla ilgili olan karizmanın tanımını radikal bir dönüşüme uğratmasıyla açıklar. Weber’e göre; karizmatik iktidar, kişinin sıra dışı gücünden kaynaklanır. Geleneksel olarak, karizmatik kahramanlar gündelik yaşam alanının üstünde dururlar oysa Oprah Winfrey’in karizması gündelik yaşamındaki gücünden kaynaklanır.Oprah, şovunda, cinsel istismarının kişisel tarihi, kompülsif yeme alışkanlığı gibi kişisel hikâyelerini anlatarak, kendini, itiraf eden özneye dönüştürerek ünlenmiştir.Diyet programına uymada yaşadığı sıkıntıları, geçmişindeki duygusal korkuları, psikolojik savaşlarını vb. anlatır. Şovuna genellikle, izleyicilerine hafta sonunu nerede geçirdiğini, başka bir ünlü ile karşılaştığı zaman nasıl heyecanlandığını, neden alışılan kontakt lensini değil de gözlük kullandığını anlatır. Winfrey, basitçe Amerikan Rüyasının bir başka versiyonu değildir. Starlık, gündelik hayatın dışında değil onun karanlık yanlarına bitişik olarak inşa edilir. Bedenini modaya uydurmak için acılı bir çaba gösterse de başka yolla, medya kültürünün fetişleştirdiği şeyi yıkar: zayıf ve kusursuz beden. Plastik imajlı, mesafeli, Madonna gibi, diğer kadın starlardan farklı olarak Winfrey, gündelik hayatta tanıyabileceğimiz herhangi biri gibi görünür. Oprah, başarısını,

26 sıradan hayatın sıradan noksanlıklarına karşı terapötik zafer olarak sunarak starlığın plastik ikonlarının fetişizmini yıkar(Illouz, 1999: 114). Shattuc ise; televizyon şahsiyeti olarak talk şov sunucusunun kullandığı stillerin, yalnızca kişisel karakterle ilgili olmadığını, pazarlanabilir kişilikler ve kültürel ürünler için marka adı olarak değerlendirildiklerini hatırlatır bize. Gerçek Winfrey yoktur, Winfrey’in gerçekliğinin imajı vardır(Shattuc, 1997: 57). İzleyicinin mahrem alanına girebilmek, onu samimiyetin diliyle konuşmaya davet edebilmek için, sunucunun da belli noktaya kadar mahremini izleyiciye açması ve samimi bir dil kullanması zorunludur. Kendi düğününü de kendi programında yapan, seyirciler önünde evlenen Esra Erol’un verdiği röportajlarda, bunu, ‘seyirciye vefa borcu ödemek’ olarak tanımlaması samimiyet dilinin karşılıklılığa dayanma zorunluluğunun bir özetidir.

27

Esra Erol, hamilelik haberini de ekranlarda seyircisiyle paylaşır. Anne ve babasının haberi duyunca verdikleri tepkileri, kendi yaşadığı heyecanı, doktoruyla yaptığı konuşmaları programında seyircisine anlatır. Seyirciler ise, program başlarken getirdikleri yiyecekleri, Erol’un bebeği için hazırladıkları hediyeleri Erol ile paylaşırlar.

Erol, yaşadığı bu duygusal ve pratik tecrübeleri, konuklarının anlattıkları olayları yorumlarken paylaşır. Örneğin verdiği bir röportajda Erol, “evlenince anladım ki bekârken konuşmak kolaymış, artık evli ve tecrübeliyim. Olaylara daha farklı pencerelerden bakabiliyorum” açıklamasını yapar. Evli ve çocuklu olmak, program yönetirken Esra Erol’a güç kazandırır.

1.4.2.‘Kendi’ Üstüne Konuşmak: Benliğin Yeniden İnşası İmançer ve Sarıgül, Türkiye’deki evlendirme programları üstüne yaptıkları analizlerde, programlarda, günümüz toplumunun norm ve değerlerine uyum gösteren bir evlilik tipi çizildiğini söylerler. Yazarlara göre; “katılımcılar kendi özelliklerini anlatırken sosyal arzulanırlığı sağlamak ve olumlu bir benlik imajı sunmak için toplumda kabul görmüş değerlere uygun yanıtları vermekte ve böylece kendilerini beğeni kıstaslarına uygun hale getirmektedirler. Bu bağlamda evliliğe dair stereotipleşmiş değerleri seslendirerek kendilerini değerli kılmak istemektedirler”(2010: 90- 91). Aynı çalışmaya göre; orta yaş ve üstü damat adayları, taliplerinden sağlıklı, terbiyeli ve bakımlı olmalarını, kendilerine hizmette kusur etmemelerini istemektedirler. Gelin adayları da taliplerinden genellikle içki ve sigara içmemelerini, evi ve maaşının olmasını, mümkünse köy dışında bir yerde(kasaba ya

28 da kentte) yaşamasını istemektedirler. Genç adaylarda beklentiler geçim zorluğu çekilmemesini öngörmekle birlikte fiziksel görünümle ilgili bir beğeni kategorisini de önemli kılmaktadır. Gelin ve damat adayları, erişmek istedikleri kişisel beklentilerini elde etmenin güvenli bir yolu olarak evlilik kurumunu tanımladıkları ve tercih ettikleri görülmektedir. Evlilik kurumunun toplumdaki saygınlığının farkında oldukları ve bu kurum bireysel beklentilerini gerçekleştirmenin bir aracı olma niteliğini yükledikleri görülmektedir(İmançer ve Sarıgül, 2010: 94- 97).Yazarların buradan çıkardıkları sonuç; programlarda sıklıkla evliliğin duygusal ihtiyaçtan ziyade ekonomik değeri üzerine vurgu yapıldığı ve böylece evliliğin kutsallığı mitinin, popüler kültürün dolaşım alanında dayanıklılığını ispat ederek, geleneksel görev ve kabul etme değerleri bağlamında araçsal ve normatif değerlerin güncellenmesine hizmet ettiğidir(İmançer ve Sarıgül, 2010: 108). Programlarda, kadınların erkeklerden öncelikli beklentilerinin düzenli bir gelir ve mümkünse ev sahibi olmaları, erkeklerinse kadınlardan öncelikli beklentilerinin evine sadakat, düzen, hamaratlık, iyi bir eş ve anne olmaları yönünde olduğu doğrudur. Bunun için programlarda kadınlık ve erkeklik ve değer temsilleri üzerinden analiz yapılınca İmançer ve Sarıgül’ün belirttikleri gibi, programların geleneksel değerlerin sürdürülmesine hizmet ettiği söylenebilir. Ancak televizyon metinlerinin, temsiller üzerinden analiz edilmesi, kanımca, sorunlu bir yaklaşımdır. Bölümün başlangıcında da belirtildiği gibi, realite şovlarda evrensel olan formatlar ulusal ölçekte dolaşıma girdiği zaman izlenilirliğin sağlanabilmesi için yerel içerik kazanmak zorundadır. Bunun için programların içeriği, geleneksel kültür kodlarıyla uyumluluk gösterir. Ancak buradan hareketle, bu programlar, gelenekselliğin sürdürülmesine hizmet eder çıkarsaması yapmak aceleci bir hükümdür. Realite şovlar üzerine yapılan literatür tartışmasının da gösterdiği gibi, şovları, temsiller üzerinden analiz etmek artık fazlaca geçerlilik de taşımamaktadır. İkinci bölümde detaylı tartışılacağı üzere; özel hayata dair konuların televizyon aracılığıyla kamusallık kazanması, Türkiye’de farklı toplumsal çevrelerden ve izleyicilerden, aile değerlerine ve geleneksel toplum yapısına zarar verdiği gerekçesiyle büyük tepki almaktadır. Şayet bu programlar, iddia edildiği gibi geleneksel toplum yapısının sürdürülebilirliğine hizmet ediyorsa programlara yönelik toplumda oluşan

29

‘geleneksel yapının zedelenmesi’ kaygısı nasıl açıklanacaktır? Foucault’nun belirttiği gibi, batılı toplumları doğulu toplumlardan ayıran temel fark bastırarak, yasaklayarak değil söyleme kışkırtarak iktidar kurma pratiklerinde kendini ortaya koyar. Oysa doğulu toplumlar ve İslam cinselliği bastırır, onu evin özel alanına hapseder, bu toplumlarda itiraf değil örtme vardır. Mahrem korunması gereken, örtülü yaşanan bir alandır. Göle’nin belirttiği gibi; “mutlak gerçeğin kolektif değil bireysel vicdanın sorunu olduğu temel varsayımını kabul eden modern Batı’nın tersine, İslam’da bu dürtü kişinin kendisini Allah’a teslim etmesi ve yaşamı boyunca cemaatin kendisine rehber olmasına izin vermesi yoluyla gerçekleşir. Örtünme, yaşamla sınırlı tutulması ve halkın önünde ifade edilmemesi gereken yasak ve mahrem bir alanın varlığını hatırlatır bize” (Göle, 2002: 124). Cemil Meriç, Osmanlı’da bir tür olarak romanın olmamasını şöyle açıklar:

“Divan edebiyatında roman yok. Niçin olsun? Batı’nın ilk romanlarından biri Topal Şeytan. Kahraman, evlerin damını açar, bizi yatak odalarına sokar. Roman başlangıcından itibaren bir ifşadır. Osmanlı’nın ne yaraları vardır, ne yaralarını teşhir etmek hastalığı. Hikâyeleri ya bir cengâveri ebedîleştirir, ya “hisse alınacak bir kıssa”dır. Roman’ın burjuvaziyle doğduğunu söylerler. Burjuvazi Avrupa’nın imtiyazı, daha doğrusu yüz karası. Bir kelimeyle roman, başka bir dünyanın, başka bir ruh ikliminin eseri. Daha zavallı bir dünya, daha dişi bir manevi iklim, daha geveze bir toplum”(Meriç, 2010: 121).

Farzenah Milani, “İran edebiyatında bir edebi tür olarak otobiyografinin yokluğunun(Türk edebiyatı için de aynı durumun geçerli olduğu aşikârdır) benlik ğühakkında kamusal ve özgür biçimde konuşmaya duyulan isteksizliği kanıtladığını öne sürer; konuşmaya karşı gösterilen bu isteksizlik yalnızca mahremleştirilmiş olan kadınlar için değil, kendilerine hâkim olmaları beklenen erkekler için de geçerlidir” (Milani’den aktaran Göle, 2002: 150). Kenan Çayır(2008) da Türkiye’de İslami edebiyat üzerine yaptığı çalışmasında, 1990’lara kadar, bu edebiyatın bireyci ve özeleştirel sorunlara odaklanmadığını, 1990’lı yıllarda ise öz- düşünümsel romanların ortaya çıktığını ve dönüşümün kolektif- epik İslamcılıktan özeleştirel anlayışa, yekpare özneden parçalı özneye geçişe işaret ettiğini ortaya koyar. Şüphesiz ki bu dönüşüm sadece İslami çevreler için değil Türkiye toplumunun geneli için de

30 büyük ölçüde geçerlidir ve evlendirme programlarındaki katılımcıların, programlarda yaptıkları konuşmalar da bu dönüşüm çerçevesinde ele alınmalıdır. Programların bu bağlamda analiz edilebilmesi için, öncelikle örnek 1’de, Esra Erol’da Evlen Benimle programına katılan aday ve taliplerin, programlarda yaptıkları kendilerini tanıtıcı ve adaya neden talip olduklarını açıklayan örneklere yer verilmiştir. Örnek 1: “35- 45 yaş arası bir eş arıyorum. Bir bayan kendini evliliğe hazır hissetmeli, dürüst, neşeli ve temiz olmalı, toplumda kendini ve beni yüceltmeli. Dağınıklığa ve dırdıra gelemem, küsme huyu asla olmamalı. Çocuksuz bayan, cıvıl cıvıl olsun, gezmeyi sevsin, spor yapsın, benimle yürüsün. Hiç alkol kullanmadım, devamlı işle uğraştım. Bir torunum var. Gezmeyi gezdirmeyi seven bir adamım. Aylık gelirim 3000 TL.” “35- 43 yaş arası(olsun). Dürüst, saygılı, bu yaştan sonra mantık evliliği daha iyi, yalana, haksızlığa gelemeyen bir kadınım. Allah korkusu olan(bir eş istiyorum).” “Bir bayanın erkekten haklı beklentisi iyi bir ev. 10 yaşımdan itibaren babamdan harçlık almadım. 24- 30 yaş arası(olsun). Adilim, bir erkek yaşamı boyunca ne kadar başarılı olabilir. Ben yalnız yaşadığım içim yemekle kendim ilgileniyorum, ticari hayatla kendim ilgileniyorum, onun promosyonuyla kendim ilgileniyorum, bayağı yoğunum. Bir insan adil olunca diğer aktiviteleri de peşine takılacaktır.” “Masum, kalbi temiz, maddi durumu çok iyi değil ama kendini geçindirebilecek güçte, karakterli, delikanlı, mert, demokrat birini arıyorum. Aldatılmak istemiyorum, seviyorum deyip arkamdan iş çevirecek birini istemiyorum.” “Görünce ayaklarımı yerden kesecek bir kadın ve aşk istiyorum. Sosyal durumu, manevi değerlere bakışı önemli. Çok güzel olur ama bir takım değerleri az olur yine kabul etmem.” “Evlilikten sadakat beklerim. Sinsilikten hoşlanmam, psikolojik baskıdan hoşlanmam. Karşımdaki insanın tepkisini surat asarak göstermesinden nefret ederim. Hayattaki en büyük pişmanlığım işimde uğradığım zararlar. İyi bir dinleyiciyim, nasihat alırım fakat haklıysam da diretirim. Takı hediye etmeyi severim, sade gülle bırakmam, kalıcı hediye veririm. Eşim güzel giyinirse mutlu olurum, giyim kuşamına sınır koymam. İşine bağlıyım ama işkolik değilim.” “Muzip, sivri dilli, yerine göre bana otur Arif diyebilsin. Güçlü kadın seviyorum. Eğlenme, yeme içmeyi seviyorsa, bir evi bir maaşı olsun, kesinlikle İstanbul’da yaşasın. 50- 55 yaşında 45 olursa tadından yenmez.” “Oğluma ve bana sahip çıkacak, oğlumu öz oğlu gibi sevecek, iyi bir insan, dürüst, babalarımız gibi bir eş arıyorum. Osmanlı erkekleri olur ya hanımına sahip çıkacak bir eş, namusuyla çalışsın, ekmeğini namusuyla getirsin, sıcak bir yuva… 33- 45 yaş arası, biraz esmer olursa… Sevgimi, kadınlığımı veririm, iyi bir anne iyi bir eş olabilirim, yerine göre ayaklarını bile yıkarım.” “Eşini seçerken öncelikle aile yapısı çok önemli. Aile yapısı, aile bağları, ne kadar birbirine sahip çıktıkları çok önemli kesinlikle. Sonrasında kendisini nasıl geliştirdiği, nasıl yetiştirdiği çok önemli çünkü kimi aileler var mesela aile bozuk

31 oluyor ama evlat süper bir evlat oluyor, o yüzden yani, o şekilde aile çok önemli. (Aradığım eşin) öncelikle ayaklarının yere sağlam basması şart, farklı olsun, duygusal olsun, kesinlikle hayvanları sevsin, annemin ikinci oğlu olsun. 28- 33 yaşları arasında. Benim ailemi benimseyecek, maddi manevi ailemin yanında olduğumda destekleyecek. Çalışmama müsaade etmeli.” “Esmer, uzun boylu, bana değer verecek, sevgisini gösterecek, bana sadık olacak. Dış görünüşe çok önem veririm, evlenince eşime ve evime ait olmak istiyorum, çalışmak istemiyorum, evlenince çok rahat bir hayat istiyorum. Gördüğümden aşağı bir hayat istemem. İnatlaşmak ve dediğimin yapılmaması beni sinirlendirir. Eşim ailesine bağlı olmalı çünkü ailesine bağlı olan bir insan eşine de bağlı olur. 25- 33 yaş arası. Çünkü ben biraz deli doluyum yanımdaki partnerim olgun olursa daha iyi tamamlarım diye düşünüyorum.” “40- 45 yaş arası. Olgun, kişiliği oturmuş, işi gücü oturmuş, inancı kuvvetli olan yani benim hayalimde böyle bir tip var. İyi bir baba modeli.” “Dürüst olacak, yalanı sevmiyorum, benim ona patlayacağımı, onu evden kovacağımı da bilse arkasında duracak. Yaptım, bu kadar kardeşim yaptım. Ben gözlere çok önem veriyorum. Gözler kesinlikle yalan söylemiyor. 27- 30 yaş arası, geçmesini istemiyorum çünkü elektrik alamıyorum. (maddi olarak) çok çok beklentim yok ama bir evi olsun istiyorum, sağlam karakteri olsun, iyi bir işi olabilir olsun yani. Hırslı olsun her şeyden önce, çalışmayı sevsin. Türkiye’nin her yerine giderim, her yer benim vatanım çünkü her yere giderim.” “İnce, çıtı pıtı, kibar, toplum içerisinde beni yanında taşıyabilecek, benim bu marjinal kişiliğimden utanç duymayacak çünkü hakikaten benim yanımda yürürken kadınları ben biliyorum, önce onlara bakılmasını isterken bana bakılınca kıskançlık krizine giriyorlar. Zeki olacak, mümkünse Almancayı ana dili gibi bilecek ki ben Almancayı izlerken televizyonda bana bakıp muhtaç olmasın.” “İlk bakışta gözlere çok önem veririm. Aşkın orada başladığına inanırım. Bu zamana kadar kendi bulduğum kız arkadaşlarımdan hayır görmedim. Güvenimi sarstılar. Ailem daha tecrübeli, onların sözünü artık dinliyorum. Günümüz kızları, kıskandırmak için erkekleri çok uğraşıyorlar ve bu bana çok saçma geliyor. Zamane evlilikleri, kişiler arası iletişimsizlik ve maddi sorunlar yüzünden bitiyor, kuru aşk kurtarmıyor, duygusal açıdan çok hırpalandım. Aradığım en büyük kriter temiz kalp. Onay vermediğim davranışların hâlâ ısrarla yapılıyor olması ve inatlaşılması beni çok sinirlendirir. Romantik ama gerçekler karşısında çok kontrollü bir adamım.” “Saygılı, seviyeli, ne istediğini bilen, ayakları yere sağlam basan… Eşimin çalışmasını istemiyorum, gerekirse ben yirmi dört saat çalışırım. Çok çok iyi bir mesleği olur, kariyeri olur, emeğinin karşılığını alır tamam ama onun dışında ben çalışmasını istemiyorum. 30- 40 yaş arası doğum yeteneğini kaybetmemiş” “Etrafımda çok arkadaşlarım var, güzel bayanlar da var ama benim bulunduğum çevrede sanmıyorum evleneceğimi. Çünkü pek dürüstlük yok. Biraz çok havai, paraya bağımlılar. Düzgün ilişkiler göremediğim için etrafımda düzgün, dürüst birini arıyorum. İngiltere’de yaşayan biri olursa(aday da İngiltere’de yaşıyor), dürüst olsun, sevecen, pozitif birini arıyorum. İlk görüşte âşık olacağım birini arıyorum. 25- 30 yaş arasında” “Sevil Hanım’ı önce annem gösterdi sonra ben beğendim, anne oluşu ve zarif oluşu beni etkiledi. Ailemden hiç maddi yardım görmedim, her şeyi kendi çabalarımla

32 yaptım. Sorumluluklarının bilincinde, ailesini kimseye muhtaç etmeyecek bir adamım. Düzenli hayatı seven, evde düzen seven biriyim. Hep eleştirel ve başkalarının hayatını konuşan kadınlardan nefret ederim. Hayalimdeki eş, yolumu gözleyen, çocuklarıma sahip çıkacak biri olmalı.” “Doğru konuşmanız, dobra oluşunuz, kendinize güvenmeniz, annenizle buraya gelmeniz bana güven verdi. Bundan dolayı talip oldum size. Güzelsiniz ama güzellik de bir yere kadar, kalbiniz de güzel olsun istiyorum. İnşallah yüzünüze yansıyan kalbinizin güzelliğidir. Dürüst bir kişiliğim var. Yalan konuşmayı ben de sevmiyorum. Çalışkan bir kişiliğe sahibim. Duygusalım, romantik olduğumu söylüyorlar.” “Çok duygusal, hemen ağlayabilen, sevgiye önem veren biriyim. Özlem Hanım’ın maddi beklentisi yok, aşk istiyorum demesi hoşuma gitti.”

Katılımcılar –yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi- kendileri, arzuları, beklentileri hakkında konuşur ve tartışırlar. Eskiden genellikle ayıp kabul edilen ‘evlenme isteği’, programlar aracılığıyla artık milyonların gözü önünde konuşulabilir hale gelir. Kadınlar ve erkekler, rahatlıkla eş aradıklarını ve aradıkları eşteki özelliklerin neler olduğunu ekran aracılığıyla açıklarlar. Programlar bir yandan kadınlık ve erkeklik hakkında oluşturulan geleneksel söylemleri desteklerken bir yandan da kendini ifşaya dayalı yeni bir söylem alanı yaratır. Bunun için programların, eski ve yeni cinsellik rejimlerinin kesiştiği ve çatıştığı bir alan olduğu söylenebilir. Dubrofsky, geleneksel terapötik modellerin savunduğu, kendini onaylamak veya kabul etmek için kendini değiştirme arzusunun zorunlu olduğu, kendini onaylama veya kabul etmenin asla tek veya ana amaç olmadığı varsayımlarına karşı çıkar. Geleneksel modellere göre; örneğin, alkol terapilerinde, süreç kendini kabul etmeyi içerse de en önemli şey; kendini değiştirmeye istekli olmak ve alkolik gibi davranmamaktır. Bu örnekten hareketler Dubrosky, Batıdaki, terapötik kültür çalışmalarının, terapötik söylemin sosyal, politik ve yapısal problemlerin çözümü için kendini değiştirmeye odaklanma konusundaki ısrarına dikkat çeker. Bu yaklaşımların iddiası; terapötik söylemin, sosyal, politik ve ekonomik problemleri, kendisi üzerine çalışmaya istekli bireyler tarafından çözülebilecek kişisel problemlere dönüştürmektir. Oysa Dubrofsky, bu programlarda, insanların, kötü olanı değiştirmek için kendileri hakkındaki kötü şeyleri değil

33 kendileri hakkında iyi olan şeyleri itiraf ettiklerini ve onu benimsediklerini söyler(2007: 267). Gerçekliğe dayalı şovlarda terapötik süreç anahtar bir rol oynar. Andrevic, realite şovlar üstüne yaptığı çalışmasında, Jennicam adını verdiği kamerasıyla web yayını yapan Jennifer Ringley örneğini verir. Ringley, “Bence, insanların özellerindeki şeyleri saklamaları - bedenleri, aptal alışkanlıkları, güvensizlikleri- daha zararlıdır. Jennicam’i detaylarımı dünyaya göstermek için yapmıyorum, bunların kötü şeyler olmadıklarını göstermek için yapıyorum.” der (Andrejevic,2004: 86). Dubrosky de programlardaki itirafın niteliğine dair görüşlerini desteklemek için bu örneği kullanır. Dubrofsky’ye göre, Jennifer, burada kendini değiştirmenin terapötik iyiyi sağlamadığını söyler. Jennifer’ın gözetim altında kendini teşhir etmesindeki fayda; ‘kendi’ni ‘daha iyi kendi’ için değiştirmek amacıyla ifşa etmesi değil, gözetim altında değiştirmediği gerçek kendini ifşa etmesidir. Gerçekte, özel hayatında neyse kamuya da onu gösterir. Kendini uygun/uyumlu görmesi terapötiktir. (2007: 268). Dubrosky, mevcut okulların, terapötik söylemin bireyleri kendilerini değiştirmeleri için cesaretlendirdiğini savına kendiyle barışık olma konusunda cesaretlendirme fikrini ekler. Hemen bütün realite şovlarda terapötik söylemin kullanıldığını söyleyen yazar, terapötik dil ve paradigmaların sıklıkla kullanıldığı için romantik ilişkiler üzerine odaklanan The Bachelor ve The Bachelorette programlarını analiz eder. The Bachelor’da, bir erkek, sekiz haftalık periyod boyunca, yirmi beş münasip adayı arasından birini seçer, her episodun sonunda gül seramonisi yapılır ve erkek, bu bölümde, şovda kalmasını istediği kadınlara gül verir. The Bachelorette’de de aynı programın tek kadın yirmi beş erkek versiyonudur. Ayrıca, programda her hafta, stüdyo izleyicileri karşısında talk şov formatında tartışma yapılır. Kadınlar kendileri hakkında konuşurken, sıklıkla ekrandaki kendi ile gündelik yaşamdaki kendi arasında fark olmadığını vurgular: “ben kendim gibiyim”, “kendimi olduğum gibi açıkladım”, “gerçek hayatta nasılsam burada da öyleyim”. Katılımcılar yarışmayı kazanamasalar bile, kim olduklarını bilerek, kendilerine güvenerek programdan ayrılırlar ve bu onların kazandıkları ödüldür. Yazara göre; terapötik kendi, programlarda ‘kendini tanıma’ ve ‘kendini olduğu gibi kabullenme’ işlevi görür. Bir yarışma formatı olsa da The Bachelor ve

34

The Bachelorette duygusal ilişkilere ve eş bulmaya odaklanması özelliğiyle Türkiye’deki evlilik şovlarıyla-Amerika ve Türkiye arasındaki kültür farkı nedeniyle kurulan ilişkilerin düzeyi çok farklı olsa da- benzer özellikler taşır. ‘Kendi gibi olmak’ katılımcıların deyişiyle ‘kameralara oynamamak’ ve ‘kendini açıklamak’ bu şovlarda da temel amaçlardan biridir. Ellis’e göre; gerçeklik televizyonu, içtenlik ve hoşgörülebilir davranışın sınırları hakkındaki spekülasyonları teşvik eder. İçtenlik ve ardından gelen güven, realite şov katılımcıları için değişmez bir konudur: “Bu insanların içten olduğuna güvenebilir miyiz?” ve “onlara güvenebilir miyiz?”soruları izleyiciye, katılımcıların performanslarının arkasında kendilerini ne kadar sakladıklarını yargılatır. İzleyiciler, katılımcıların ortaya koydukları performansı yargılayarak, ‘gerçek’ insanların kod açımını yapmaya yönlendirilir. Gerçeklik televizyonu, yapay olarak oluşturulan durumlara sıradan insanın gerçekliğini yerleştirir ve izleyicilere içtenlik ve dürüstlüklerini keşfetme ve affetme izni verir(Ellis, 2009:110-111). Gerçeklik televizyonu hakkındaki spekülasyonların ikinci kısmı ise; kabul edilebilir davranışların limitiyle ilişkilidir. Gerçeklik televizyonu formatları, katılımcıları stresli bir duruma sokma eğilimindedir ve onların strese cevabı, sıklıkla, pek çok izleyicinin nahoş bulduğu davranışları tetikler(Ellis, 2009: 111). Ancak, Türkiye’deki evlendirme şovlarında hoşgörülebilirliğin ve kabul edilebilirliğin sınırı, katılımcıların içtenliğini ve stresli durumlar karşısında verdikleri tepkileri kapsadığı kadar katılımcıların kendilerini ifade etme biçimlerinin genel normlara uygun olup olmadığı bilgisini de kapsar.

1.4.3.Evlendirme Programları ve Kamusallık İmançer ve Yurderi(2010), Türkiye’deki evlendirme programları üstüne yaptıkları analizlerde, programlarda oluşturulan kamusallığın görünürde farklı seslere yer vermekle birlikte sonuç olarak var olan değerlerin sürdürülmesine hizmet ettiğini düşünürler. “Kadın programlarında zaten varolan ve kabul görmüş olan ahlaki ve toplumsal kurallar sanki tartışılıyormuş gibi yapılarak, tartışmaların dönüp dolaşıp en sonunda üzerinde önceden uzlaşılmış fikirde birleşmesiyle; aslında kurumsal gücün önceden buyur ettiği akılcı oybirliğinin ve hazır fikirlerin de en

35 sonunda kabul edilmesi gerektiğine yönelik bir söylem açığa çıkmaktadır. Bu genel söylemle, kadınlardan programlarda kendilerine sunulanı ve söyleneni kabul etmeleri beklenmektedir(İmançer ve Yurderi, 2010: 117 ). “Kadın programları anormal, onaylanmayan ve toplum içinde tehlikeli olan davranışları belirtmekte; bu şekilde normal, onaylanan, toplum için ve dolayısıyla birey için doğru olan davranışların neler olduğunu ortaya koymaktadır. Belirli içeriklerin sürekli yinelenmesi aracılığıyla bu programlar, yerleşik kültüre, ahlaki ve toplumsal kurallarla şekillenen belirli davranış kalıplarına ilişkin söylemlerin yaygınlaşmasına ve devamlılık göstermesine aracılık etmektedir”. “Kadın programlarının görünürdeki söylemi, izleyicilein katılım, paylaşım ve sorunlarına çözüm bulma davranışlarını özendirmekte ve cesaretlendirmektedir. Ancak insanlara yol gösterip sorunlarına çözüm bulmak niyetinde olduğu halde, kadın programlarının işlevi, gelgeç haberlerle, sırdan öyküler ve dedikoduyla insanları oyalamaktır”. “Kadın programlarında ilk bakışta iki karşıt görüş tartışılıyormuş ve iki farklı taraf varmış gibi görünmesine rağmen, aslında tek bir görüş güçlendirilmek istenmekte; kamusal alanda farklı bakış açıları bir araya getiriliyormuş gibi yapılarak tek bir bakış açısı ortaya konmaktadır. Yapılan analiz sonucunda geleneksel, toplumsal ve ahlaki kurallarla şekillenen, Türk kültürüne ve Türk aile yapısına uygun düşen bakış açısının ön plana çıktığı görülmektedir”. “Aile değerlerini savunan kadın programlarının genel söylemi ahlaki ve toplumsal kurallara ve geleneksel aile yapısına ilişkindir. Analizin sonucunda aile kurumuna verilen değerin ön planda olduğu ve ahlaki söylemin yaygınlaştırılmak istendiği görülmektedir. Ancak söylemin yaygınlaştırılması sürecinde toplumsal cinsiyete ilişkin geleneksel roller onaylanmaktadır. Kadın programları, ataerkil düzene dayanarak aile üyesi olarak konumlandırdığı aktörleri toplumsal cinsiyetleriyle tanımlamaktadır. Toplumsal cinsiyet rolleri, geleneksel ahlak kurallarını onaylayıcı biçimde aktörlere yüklenerek yerleşik ataerkil değerlerin sürdürülmesine yönelik söylemin benimsenmesini sağlamaktadır”(İmançer ve Yurderi, 2010: 148). İmançer ve Yurderi’den aktardığımız görüşlerin, Türkiye’de kadın programlarında oluşan kamusallığa dair genel kanıları da yansıttığı söylenebilir. Çalışmada, Esra Erol’da Evlen Benimle

36 programından seçilen üç örnek olay üstüne tartışarak programlardaki kamusallığın olumsuzlandığı görüşlere itiraz edilecektir

Örnek 2 22 yaşındaki Sevil, ailesinin zoruyla 16 yaşında evlendirilmiş. Bu evlilikten iki çocuğu var ve çocuklara babaları bakıyor. Kalacak yeri olmadığı için, çaresizlikten yeniden evlenmek istiyor. Sevil: Aile zoruyla oldu benimki. Benim annem babam ayrı. Annemin yanındaydım, hani kız çocuğu diye küçükken verdi. E.E.: Kaç yaşında verdiler? Sevil: 16 E.E.: Kaç yıl evli kaldın? Sevil: Beş yıl E.E.: Çocuk? Sevil: İki tane E.E.: O zaman evlendin hemen arka arkaya doğurdun. Beş yıl sonra neden ayrıldın? Sevil: Zaten zoraki bir evlilikti olmadı, sevemedim açıkçası E.E.: Niye çocuk doğurdun peki? Sevil: Mecbursun, gidecek hiçbir yerim yoktu. Orada kalmaya mecbursun. E.E.: Bu çocuk dünyaya getirmek hiç kolay değil ki. Mesela adaylar geliyorlar anlatıyorlar, ay işte doğurdum, sanki bir günde kalkıyorsun çocuk oluyor, tamam sen hamilesin diyorlar ertesi gün doğuyor, yok böyle bir şey. Avukat: Başlangıçta eşinle iyiydi fakat sonra 16 yaşındaki duygular, hayata bakış açısıyla 20- 21 yaşına geldiğin zaman duygu ve düşüncelerinin değiştiğini düşünüyorum ben. Çünkü sevmediğin birinden bir çocuk dünyaya getirebileceğini bir kadının tahmin etmiyorum. Bence duyguların zaman içinde değiştiği için şimdi sevmiyor olabilirsin. E.E.: Kendini buldun, kendini keşfettin aslında ondan bahsediyor. Sevil: Aslında öyle olmadı. İlk başta evlendiğim zaman çok ısrar ettim annemgile istemiyorum, geleceğim dedim kabul etmediler. Mecbur burada kalacaksın deyince yani mecbur orada kalacaksın yani. E.E.: Ayrıldıktan sonra nereye gittin? Sevil: Ablamgildeydim. Evli ve çocuklu E.E.: Tekrar evlenmek istiyorsun niye? Sevil: Olmuyor, sonuçta anneme gidemiyorum, ablamın yanında da ne zamana kadar? (Sevil’in annesi telefona bağlandı) E.E.: Sevil daha 22 yaşında, zaten bu evliliği yeni bitirmiş, iki evladı var. Bu, evlatlarının, evliliği bitti diye olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Evlatları O’nun canı ciğeri olacaklar, hep hayatında olacaklar, o çocuklar ihtiyaç

37

duydukları zaman Sevil konuşmak zorunda kalacak. Tekrar evlilik yapması gerçekten sağlıklı mı? Avukat: Çocuklar kural olarak yani bu doğalarında var anne ve babalarının yerine kimseyi koyamazlar. Bu boşanmayı çocukların kabullenmesi için bir süreç geçmesi lazım. Hem çocuklar açısından bu sürecin kabullenilmesi, annesinin evlenmesine hazır olması lazım çocukların hem de Sevil Hanım’ın karşıdan güvenilir bir eş beklemektense ikinci bir evliliğe kendini hazırlaması lazım. Aksine ikinci evlilik de Sevil için bir kurtuluş değil yıkım olur. E.E.: İsterim ki karşıma geldiğinde bana sen evet kendimi o kadar hazır hissediyorum ki Esra Abla, Esra neyse aşkı arıyorum, sevgiyi arıyorum demeni isterim. Sevil: Öyle ama sevmek istiyorum, aşık olmak istiyorum E.E.: Ama bir de mecburiyetin var Sevil: Evet, bir de mecburiyetim var.

Örnek 3 34 yaşında, hiç evlenmemiş, ailesi ile yaşayan, hayatı boyunca hiç çalışmak istememiş ve hiç çalışmamış Binnaz, programa katılan adaylardan farklı tavırları ve farklı talepleriyle ayrılan bir kadın. Kendisine Naz denmesini isteyen Binnaz, evlenmek için değil şov yapmak için programa geldiği düşünüldüğü için, stüdyo izleyileri ve diğer adaylar tarafından sıkça eleştirildi. E.E.: Hayatı boyunca hiç çalışmak istememiş Naz, niye? Binnaz: Yani evde keyif çatıyorum E.E.: Yemek yapar, iyi ev kızısın Binnaz: Tabii tabii E.E.: Hahh, ok Binnaz: İyi ev kızıyım ama gezmesini, dolaşmasını da çok seviyorum. Her şeyi yeri ve zamanına göre E.E.: Eee kim sevmez canım Binnaz: Kriterlerim çok farklı. Havai, 10 numara, uçuk kaçık birazcık istiyorum, Apaçi saçı olsun. Ben istediğim gibi birini bulamadım açıkçası. Ben çok severek evlenmek istedim olmadı kısmet olmadı olmayınca da çareyi en son burada buldum. Belki olur, çıkar istediğim gibi biri. İstediğim gibi biri olsaydı, karşıma çıksaydı buraya gelmezdim, işte şartlar, şans deneyeyim dedim. Daha öncelerden söylüyorlardı, teyzem söylüyordu, kız arkadaşım söylüyordu, çevremdeki insanlar söylüyordu, televizyona çık belki bulursun diye. Ben de hani istemiyordum işim olmaz diyordum, ben severek evlenmek istiyordum, ben kendim beğeneyim, kendim göreyim, kendim seveyim yani âşık olarak, canı gönülden evlenmek istiyordum ama bana kısmet olmadığı için mecbur kaldım. Yani mademki bana burayı tavsiye ettiler, kısmet buradaymış ama olursa olur olmazsa bir şey diyemem. E.E.: Allah razı olsun iyi ki geldin Naz

38

E.E.: (Binnaz’ın annesi Zeynep yayına telefon ile bağlanır) Zeynep Teyze Naz’ı nasıl anlatırsın bize? Nasıl bir insandır? Nasıl bir evlattır? Zeynep: Binnaz çok temiz kalpli, sevecen, iyi niyetli, ailenin ilk kız çocuğu Binnaz: Şımarık E.E.: Şımarık olduğunu kabul ediyor, bu güzel bir olay ama Binnaz: Şımarık büyüdüğüm için böyle el bebek gül bebek, nazlı büyüttükleri için bu şekildeyim yani. Şekil şemal bu yani, ne yapayım değiştiremem ama ağırlığımız da var(gülüşmeler) … Binnaz:İyi olsun, esmer, havai saçlı, on numara apaçi saçlı, ne bileyim yani herkesi pek beğenmem ama beğendiğim olursa da olur derim, sürprizci olsun, bana sürpriz yapsın, ismimle hitap etmesin romantik olsun, aşkım desin, gönlüme göre olsun ama her istediğimi de yapsın kısacası… Benim kafa dengim olsun, şöyle bir şey ben mesela kendim evleniyorum diye kendimi sürekli eve bağlamak istemiyorum. Hani diyeyim ki aşkım bara götür biraz da değişiklik yap veya sahile gezdir. Bunları benim kafama göre çıksın. Tamam aşkım olur bugün seni bara götüreyim, hani ayda bir, haftada iki defa yani yapsın bunları. Benim dediklerimi de yapsın, ben sürekli evlendim diye eve bağlanmak istemiyorum. Yani biraz modern olduğum için, ileri görüşlü olduğum için o da bana uysun yani kafa yapılarıma. Böyle birini arıyorum ama ciddi olsun. … E.E.: Ya Binnaz bir şey söyleyeceğim, şaka mı yapıyorsun bana Binnaz: Hayır ciddiyim bunlar benim kendi fikirlerim Nihal (Başka Bir Aday): Esra Hanım, biz içeride biraz konuştuk, konuşma fırsatım oldu, merak ettim, gerçekten böyle şaka yapmıyor E.E.: Hayır hayır böyle olması kötü anlamda değil de, sanki böyle programa neşe katayım gibi Binnaz: Hayır hayır alakası yok, ben zaten böyleyim. Benim yapım bu değiştiremiyorum. Ben böyleyim yapamam yani, yapmacık hareketlere hiç gelemem. Nihal:Ben içeride merak ettim kriterlerini sordum, aynı burada söylediklerinin aynısını içeride söyledi bana. Hareketleri de içeride aynısını yaptı, yani burayla alakası yok onun. Samimi olduğuna inanıyorum ben yani. … (Başka bir aday): Aynı serviste yolculuk yaptık hanımefendiyle. O kadar böyle derin derin düşündü düşündü, demek ki bu şovu yapacakmış, güzel bir şov izledik(stüdyodan alkışlar). Binnazcığım, bu yetenek varken sende sen tiyatroya git, hakikaten böyle izleyiciler seni çok alkışlarlar Binnaz: ya ben alkışlanmak değil, yapım bu, değişemem … E.E.: … Evinin sorumluluğunu alabilecek birini istiyorsun Binnaz: Evinin sorumluluğunu alabilecek birini arıyorum ama şöyle bir şey diyorum, ben eve kapanmak istemiyorum. Evlendim diye hani beni eve kapatmayacak, beni gezdirecek, dolaştıracak. Benimle yani ne bileyim evlendiğinde romantik olacak. Aşkım gel bira iç, kolayı biraya karıştıralım

39

içelim diyecek. Evde içecek yani böyle birini arıyorum. Bugün değişiklik yapalım, bara götür beni, gezelim biraz. Modern düşünceli. E.E.: Modern düşünmek bara gitmek demek değildir. … E.E.: Peki Binnazcığım geç böyle karşıya, alkışlarla uğurluyoruz Binnaz’ı Filiz (Başka bir aday): O yurt dışına Avrupa’ya gitsin. E.E.: Avrupa’da bile artık öyle evlilikler kalmadı ki Filiz: Türkiye’de öyle erkek kalmadı, onun tarzında aradığı erkek yok. Bence Avrupa’ya veya Amerika’ya gitsin ya da Hawaii’ye gitsin, kopar orada. Kop kop kop E.E.: Peki kapansın bu konu burada. Binnaz da ev, araba yerini bunu istiyor, onun tarzı değil mi Uğur Bey Uğur(Psikolog, Evlilik Danışmanı): evlilik için baktığımızda karşısındakinin Naz’ı biraz daha bastırabilmesi lazım ki evlilik daha düzgün yürüsün

Örnek 4 Binnaz’dan hemen sonra, 21 yaşında, daha önce bir evlilik yapmış ve bu evlilikten bir kız çocuğu sahibi olan Bedriye stüdyoya konuk alındı. Bedriye de Sevil gibi aile zoruyla küçük yaşta evlendirilmiş. Beş yaşındaki kızı, velayeti kendisinde olmasına rağmen babasıyla yaşıyor. E.E.: Sen çok küçük yaşta bir evlilik yapmışsın. Niye? Bedriye: Ailemin yüzünden. Yani hep ailem karar verdi benim adıma, artık yani şimdi kendi kararımı ve hakettiğim birini arıyorum. Değerimi bilecek bana her şey olacak. Yani ne bileyim aile olacak her şey yani E.E.: Peki ailen senin adına karar verdi senin adına evlendirdi. Akrabalarınızdan biri miydi? Bedriye: Akrabalarımızdan. Annemin öz halasının oğluydu, kendisi yürüme engelliydi. E.E.: Kaç yıl evli kaldınız? Bedriye: 2003 Ekim 19’da evlendik, kızım üç aylıktı doğmuştu, nikâhımızı öyle kıydık. E.E.: Valla, Bedriye’nin kaderini yaşayacağıma Naz gibi olmayı tercih ederim. Bir tarafta ben şımarığım, 34 yaşındayım, böyle bir eş arıyorum diyen, özgürlüğünü yaşayan bir kadın var, bize anormal geliyor ama diğer tarafta 21 yaşında, 16- 17 yaşında direkt flört nedir, aşk nedir bilmeden, kendini bulmadan koca elinde yaşayan ve o evlilikten de bilinçsiz çocuk doğuran biri var. Buyurun Hocam, siz değerlendirin. Uğur(Psikolog): Yani burada aslında bakmamız gereken Bedriye Hanım ile Naz Hanım değil, daha çok ailelere bakmamız gerekiyor burada. Çünkü evet bir hamur var ama bu hamuru şekillendiren, bu hamura kıvamını veren ailelerdir. Ailelere çok daha önemli rol düşüyor burada.

40

E.E.: Peki bir anne- baba nasıl evladını küçücük bir yaşta evlendirir, nasıl bir vicdandır, nasıl bir merhamettir? Nasıl bir düşüncedir bu? Kusura bakmasınlar yani ben evladını 14- 15 yaşında evlendiren anne- babaya saygı duymuyorum. Çok özür dilerim, duymuyorum saygı. Hiç, yani evladını göz göre göre çocuk yaşta, bir de çocuk yaştayken çocuk sahibi olmasına vesile olan kişiye saygı duymuyorum maalesef. Maalesef duymuyorum yani.

Örnek 1’de yer verilen, Sevil’in yaşadıklarının, sunucu ve programa katılan uzman tarafından eleştirilme biçimine bakıldığında, 16 yaşında evlenen ve iki çocuk doğuran Sevil, sevmediği bir erkekten çocuk doğurduğu için adeta yargılanır ve kendini sürekli savunmak zorunda kalır. Örnek 3’de yer verilen Bedriye’nin durumunda da kızını erken yaşta evlendiren Bedriye’nin annesi benzer bir muamele görür. Esra Erol, Bedriye’nin durumuyla Örnek 2’de yer verilen Binnaz’ın durumu arasındaki iki farklı kadınlık durumuna işaret ederek Bedriye’nin kaderini yaşamaktansa Naz gibi olmayı tercih edeceğini söyler. Programlardaki katılımcıların anlattıkları yaşam deneyimlerinin eleştirilme biçimine bakıldığında, kolaylıkla, bu eleştirilerin genel toplumsal değerlerle uyumlu oldukları, ataerkil ahlaka dair söylemi sürdürdükleri söylenebilir. Ancak birbirinden çok farklı insanların yaşam deneyimlerinin art arda gelmesi ve insanlara, hikâyelerini anlattırırken hangi koşullar altında ve neden böyle davrandıklarını da açıklama imkânı vermesi nedeniyle programlardaki kamusallığın verili toplumsal söylemlerin sürdürülmesinden ziyade olayların bir bağlam içerisinde yeniden tartışılmasına da imkân verdiği görülür. Realite ve talk şov üzerine son dönem yapılan çalışmalar, program türlerine, negatif veya pozitif yaklaşım geliştiren ikilikleri aşarak, programları daha geniş sosyal bağlam içinde değerlendirme ve analiz etme eğilimindedir. Illıouz, talk şovların temel fikirlerini, zamanın majör sosyal ve entelektüel değişimleriyle ilişkilendirerek, mahremiyetin seyirlik hale gelmesinin, neden talk şovların baskın ve temel teması haline geldiğini tartışır ve talk şovların pek çok türünün, geç modern dönemde, kişiliğin kodlarının dönüşümünü tartışmak için kültürel formlar olduğunu ileri sürer(1999: 110). Talk şovlar, gündelik yaşamın banal ve zor yanlarıyla ilgilenir ve gündelik yaşamın parçalardan oluşan, pratik mantığıyla uyumlu, geçici ve pragmatik doğrular sunar. Makrodan ziyade mikro kapsamlı problemler için

41 pragmatik çözümler üretir: kilo verme, cimrilikten vazgeçme, hayır demeyi öğrenme vs. Bütün bu konular, gündelik hayatta bireyin kendini kontrol etme yetenekleriyle ilişkilidir. Bunun için de Illouz, talk şovların kişiliğin derin dönüşümüyle paralellik taşıdığını düşünür. Yazar, öncelikle talk şovlardaki kamusallığın burjuva kamusallığından farkını ortaya koyar. “Özellikle Hegel gibi, burjuva toplumunun filozoflarına göre; kamusal alan aklın alanıdır. Aile, duygular ve tutkular kamusal alana dâhil edilmeyen, arta kalan kategorilerdir. Neo Aristotelyen filozof Hannah Arendt, ev içine ait alanı kamusal alanın karşıtı, gölgeli bir alan olarak adlandıracak kadar ileri gider. Arendt’e göre; kamusal alan rekabetin, mücadelenin ve bu yüzden kahramanca erdemlerin ortaya çıktığı arenadır”. Illouz, talk şovların, iç alanın gölgelerini aydınlattığını söyler. “Gözyaşı, kalbi kırık kavuşmalar, marazi bedenler, dağılan aileler, bağımlılıklar, öz yıkıcı davranışlar, kontrol edilemeyen öfke, intikam, ihtiras gibi eleştirel akıl tarafından yönetilen kamusal alanda yer bulmaması gereken konuları kamusal alana getiren talk şovlar, akıl, nesnellik, tarafsızlık gibi liberal politik felsefenin saf kategorilerinin sembolik kirliliğidir”(Illouz, 1999: 114). Yazara göre; talk şovlar, basitçe, ahlaki ve gayri ahlaki arasındaki sınırları ortadan kaldırmaz, daha ziyade devamlı olarak böyle normların bağlamsal geçerlilikleri hakkında tartışma yürütür. Saf ve bozuk, sessizlik ve konuşma, ahlaki ve gayri ahlaki arasındaki kutsal şeylere saygısızlık sınırı, bu sınırlar hakkında kamusal tartışma yürüterek ve insanları gayri ahlaki ve çarpık eylemlere yönelten sebepleri ortaya koyarak aşılır. Sunucu ve kamu, genellikle orta sınıf ahlakının temsilcisi gibi davransa da, talk şovların pek çok formatı insan ilişkilerinin yapısökümüyle sonlanır. İnsanlara davranışlarının nedenini açıklama fırsatı verir, davranışın tartışılmasını, yargılanmasını sağlar. Bunun sonucunda da; talk şovlar, bütün normların, sınıflandırmaların, tanımlamaların tartışmaya açık oldukları ve bireylerin bu seçimleri yapma nedenlerine dayanarak temellerinin sorgulanabileceği ve tartışılabileceği fikrini zımnen uygun bulur. Hiçbir norm kutsal değildir, özel tercih tamamen özel değildir(Illouz, 1999: 116). Özetle, Illouz, programlarda, insanların hayatlarına dair sorunların kendine özgü bağlamı içinde tartışıldığı için normların genel geçerliğini tartışmaya açtığını söyler. Normların tartışmaya açılması ve duruma özgü normatif ilkelerin oluşturulabilmesi, günümüz dünyasının belirsizliğe dayalı

42 yapısında, insanlara, yeni durumlar karşısında yeni ilkeler saptama olanağı vermesi açısından önemlidir. Bu nedenle, realite ve talk şovlarda yaşanan tartışmaları daha iyi anlayabilmek için, üst anlatıların hâkimiyetini yitirdiği geç modern çağda, bireyin karşı karşıya kaldığı sorunları anlamak ve şovların kamusallığını daha geniş bir perspektifin içinden değerlendirmek gerekir. Modernlik sınırlar çizerek düzen sağlamayı hedefler. Buradaki düzen, doğal değil üretilmiş bir düzendir ve bunun sağlanabilmesi için de normal ve anormal kategorileri üretilerek her şey ikili bir karşıtlık söylemi içinde bilinmeli, tanımlanmalı ve adlandırılmalıdır. Bilinmeyen ve adlandırılamayan şeyler sistemin ötekisi konumuna yerleştirilir ve gayrı meşru ilan edilir. Bunun için Baumann, modern devleti tanımlarken ‘bahçeci devlet’ metaforunu kullanır. Modern devlet bahçeci bir devlettir ve benimsediği duruş da bahçıvan duruşudur. Beslenecek ve özenle çoğaltılacak faydalı bitkilerin gereksinimleri el üstünde tutulurken, yabani otların kökünden sökülmesi amaçlanır(Baumann, 2003: 34). Baumann’ın ifadeleriyle; modernlik müphemlik yaratır, iktidar düşmanlarını kusarak, müphemlikten arınmayı, belirsizliği net bir ayrıma, çok anlamlılığı da karşıtlığa dönüştürmeyi planlar(2003: 225). Postmodern durumu modern durumdan ayıran nokta müphemliğin ortadan kalkması değil müphemlikle mücadele etme görevini artık devletin üstlenmemesi, bu sorumluluğun tek tek bireylere devredilmesidir. Güvenlik ve özgürlük arasındaki gerilim, modern toplumların başa çıkmak zorunda oldukları ve sistemin yapısını belirleyen karşıt ikilidir. Freud’un,‘Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’ adlı kitabında, insanların güvenliklerini sağlayabilmek için özgürlüklerinin bir bölümünden feragat etmek zorunda kaldıklarını söylemesine karşılık Baumann, günümüzde insanların daha fazla özgürlük karşılığında artık güvenliklerinden vazgeçmek zorunda olduklarını söyler(Baumann, 2000: 28). İnsan, ölümlü olduğu bilgisinin trajedisiyle yaşayan tek canlıdır. Bu trajediyle baş edebilmek için de kendi varlığını tanrı, vatan, aile gibi daha üst ve sürekliliği olan varlıklara bağlar. Baumann, bu kurumlar aracılığıyla, insanın kendi bireysel ölümlülüğünü bir kolektif ölümsüzlük aracı haline getirdiğini ancak başlangıcında ölümü aşkın anlamından mahrum bırakan modernliğin bugün geldiği noktada ölümün komünal anlamını da yadsıdığını söyler. Fanilik ile sonsuzluk arasında

43 kolektif olarak inşa edilmiş olan köprüler kullanılamaz hale gelmiştir. Birey kendi katışıksız varoluşsal emniyetsizliğiyle karşı karşıya kalmıştır. Şimdi ondan bu durumun sonuçlarıyla kendi kendine başa çıkması beklenmektedir (Baumann, 2000: 48). Sennett’in “Karakter Aşınması”, Toffler’ın “Gelecek Şoku”, Virilio’nun “Hız Toplumu”, Jameson’ın “Şizofreni Çağı”, Harvey’in “Zaman- Mekân Ufkunun Daralması” vb. pek çok düşünürün farklı kavramsallaştırmalarla tartıştıkları süreç, temelde, günümüzde yaşadığımız ‘güven kaybı’ sorununa işaret eder. Enformasyonun, malların, imajların mekânsal engelleri aşarak hızla dolaşıma girebildiği günümüzde, esneklik ve hıza ayak uydurabilme yeteneği önem kazanır. Dolayısıyla eskiden mekâna hâkim olmayla ilgili olan iktidar günümüzde zamana hâkim olmayla elde edilir. Zamana hâkim olabilme ve değişen koşullara karşı esneklik gösterme kapasitesi her toplumsal sınıf için eşit şartlarda gerçekleşmez. Baumann’a göre, zaman ve uzam küresel güç merdiveninin basamaklarına ayrım gözetilerek dağıtılmıştır. Gücü yetenler yalnızca zamanın içinde yaşarlar. Birinci grup için uzam önemli değildir(Baumann, 2005: 55). Küresel bir şirket daha kârlı olacağına inanırsa faaliyetlerini kolayca başka bir ülkeye taşıyabilir, sermaye sahibi kadar hareket esnekliği olmayan sınıfın ise elinden gelen genellikle şirketin taleplerine boyun eğmek pahasına burada kalmasını sağlamaktan ibarettir. Bu eşitsizlik, kamusal alanda politika yapmanın anlamını değiştirir ya da politika yapmayı anlamsızlaştırır. Çünkü sermaye ulusötesi bir nitelik kazanırken yurttaşlık ulusal sınırlarda kalmaya devam eder. Sennett’in ‘uzun vade yok’ sloganıyla özetlediği süreçte, günümüz toplumu için rutin, esneklik ve değişime açık olma ile tahvil edilmesi gereken bir durumdur. Üstelik bu, bize bir özgürlük vaadi olarak sunulur. Rutin, insanın kendini özgürce geliştirebilmesinin ve değişimin önünde duran bir engeldir. Özgürlüğün insanların değişme yeteneği olarak algılanması Sennett’e göre; yeni iktidar ve kontrol yapıları üretir(Sennett, 2005: 48). Modern esneklik biçimlerinde gizli olarak var olan iktidar sistemi; kurumların kökten dönüşümü, üretimde esnek uzmanlaşma ve iktidarın merkezileşme olmadan yoğunlaşması öğelerinden oluşur(Sennett, 2005: 49). Bu üç öğe, kişilik üzerinde Sennett’in ‘Karakter Aşınması’ olarak adlandırdığı, olumsuz etkiler yaratır.

44

Eskiden girdikleri işyerinden emekli olan insanlara karşılık günümüz insanı işinin geçici olduğunun farkındadır. Bunun için çalıştığı işyeriyle bağlılık ilişkisi kurmaz. Çalıştığı süre boyunca yeni işyerinde arkadaşları olacaktır ama bu birlikteliğin uzun sürmeyeceğinin farkında oldukları için ilişki çoğu zaman derinleştirilmez. Esneklik deneyimi değersiz kılar. Eskiden yaşla kazanılan tecrübe, iş için önemli bir faktörken, günümüzde yaşlılık değişen koşullara uyum kapasitesinin azaldığı bir evre olarak görülür. Baumann, güçsüzlük ve yetersizliğin geç modern, postmodern hastalığın isimleri olduğunu söyler. Burada, uyumsuzluk korkusu değil, uyum sağlamanın imkânsızlığı, sınırları ihlal etme dehşeti değil, sınırsızlığın dehşeti(Baumann, 2000: 59) vardır. Toffler, hızın insan üzerinde geçicilik duygusu yaratacağını vurgular. Geçmişin ve şimdinin insanları düşük geçiciliği olan yaşam biçimlerini sürdürmüşlerdir. Oysa geleceğin insanları yüksek geçiciliği olan koşullar altında yaşayacaklardır. Bu koşullarda ilişki süreleri kısalacak, ilişkilerin devir hızı aşırı biçimde yükselecektir. Onların yaşamında varlıklar, yerler, insanlar, düşünceler, örgütsel yapılar daha hızlı tüketilecektir(Toffler, 1996: 49). Toffler değişim hızındaki bu artışın insanların hayatında ne gibi değişiklikler yapacağı üzerinde de öngörülerde bulunur. Bu durum, onların gerçeği saptama biçimlerini, bağlanma duygularını, ayak uydurma ya da uydurmama yeteneklerini yoğun olarak etkileyecektir. Çevredeki artan yenilenme ve karmaşıklıkla birleşen bu devir hızı, uyum sağlama yeteneklerini zorlayarak gelecek korkusu (şoku) tehlikesini yaratacaktır(Toffler, 1996: 49). Gelecek şoku, insan organizmasının fiziksel uyum sağlama sistemiyle, karar verme süresinin aşırı yüklenmesi sonucu oluşan fiziksel ve ruhsal bir sıkıntıdır(Toffler, 1996: 253). Geleceğin belirsiz hale gelmesi sadece iş yaşamında değil özel yaşamda da önemli değişiklikler yaratır. Fordist toplumlar biriktirme, hazların kutsanması, evlilik gibi Protestan ahlakına ait değerleri kutsarken; hız ve değişimin egemen olduğu postfordist toplumlarda bu değerlerden vazgeçilir. Geleceğe güvenin yitirilmesinin anlamı hazzın ertelenemez olmasıdır. Bu süreçte; boşanma ve hane halkının diğer çözülme biçimlerinde ve özellikle evli kadınların evlilik dışı ilişki isteklerinde belirgin artış vardır. Aile ilişkileri daha kolay gözden çıkarılabilmektedir. Daha genel

45 olarak modalarda, ürünlerde, emek süreçlerinde, fikirler ve imajlarda uçuculuk ve kısa ömürlülüğün hâkim olduğu bir “kullan-at toplumu”nda, ürünler ve imajlar giderek daha çok kullanılıp atılmaktadır(Urry, 1999:294). Toffler, geleceğin toplumunu ‘satın al-kullan-at toplumu’ olarak adlandırır ve ‘yeni geliştirilmiş modellere sahip olmak uğruna eski Barbie bebeklerini seve seve elden çıkaran kız çocuklarıyla, bir çocukluk boyunca tek bebeğe sevecenlikle sıkı sıkı sarılıp parçalanıncaya dek saklayan anneleri ve büyükanneleri arasındaki farktan daha dramatik bir gerçek bulunamayacağını söyler(Toffler, 1996: 51). Kullan at ürünler (kağıt mendil, bardak, tabak vs.) insanda kullan at kavramına uygun bir yaşama algısı geliştirir. Bu kafa yapısı ya da yaşama algısı, insanın düşünce ve mallarla olan ilişkisini köklü biçimde değiştirir(Toffler, 1996: 53). Jameson da çağımızın şizofrenik bir çağ olduğunu söyler. Postmodernizmle birlikte çizgisel, ilerlemeci zaman anlayışının yıkılışı geçmiş, şimdi ve bu iki deneyimden hareketle iyi bir geleceğin üretimi şeklindeki sıralamayı ortadan kaldırır. Kapitalizmin mantığının üretimden tüketime kayması geleceği değil, bugünü değerli kılar. Dünyanın alışıldık zamansal düzeni çöker. Bugün, geçmişle eskiden olduğundan çok farklı bir ilişkiye girerek adeta onu yağmalar. “Bize ait olan şimdiki zaman ve yakın geçmişimiz, ya da bireysel varoluşsal belleğin kapsamına girmeyen geçmişi kuşatır. Bireysel öznenin kaybolması, bunun formel sonucu olarak kişisel üslubun giderek varlığını yitirmesi bugün pastiş olarak adlandıracağımız neredeyse evrensel uygulamayı ortaya çıkarmaktadır”(Jameson, 1994: 45). Bugüne atfedilen bu değer ve geleceğin şekillendirilebilirliğine olan inanç yitimi yeni bir bireysellik yaratır. Ancak bu yeni bireysellik modernliğin idealize ettiği özgürleştirici bir süreç değildir.Birey artık kendi kaderiyle baş başadır ve yaşadığı sorunların hem sebebi hem de çözüm mercii yalnızca kendisidir. Baumann’ın örneklendirdiği gibi, hastalanmaları halinde bunun sebebi sağlık rejimine uymakta kararlı ve yeterince gayretli olmamalarıdır. İşsiz kalmaları halinde bunun sebebi, bir iş görüşmesinden başarıyla çıkma becerilerini öğrenememeleri ya da bir iş bulmak için yeterince gayret göstermemeleri ya da tek kelimeyle işten kaçmalarıdır(Baumann, 2005: 63). Artık hepimiz bireyleriz; seçtiğimiz için değil, mecbur olduğumuz için der Baumann.

46

Bizler de facto (fiilen) bireyler olup olmadığımıza bakılmaksızın, de jure (kanunen) bireyleriz(Baumann, 2005: 132). İnsanların güven duygularını yitirdiği, genel geçer normların krizde olduğu dönemde Illouz’un talk şovların kamusallığını sıradan gündelik sorunlar için pragmatik çözüm arayışı olarak değerlendirmesi önemli bir noktadır. Illouz, çocuklar için devam etmeli miyiz? Ayartıcı ilişkilerden vazgeçmeli miyiz? Annesinin erkek arkadaşıyla uyuyan kızı affetmeli miyiz? gibi talk şovlarda tartışılan sorunların, normatif çerçevenin ele geçirilmesi zor olduğu çağda, özel eylemlere rehberlik yapması gereken normlar hakkında sorular olduğuna dikkat çeker. Çağdaş demokratik kültürler, herkesi kendinin kanun koyucusu olmaya davet eden, parçalanmış ve çoğulcu normatif düzene sahiptir. Fakat talk şovların tekrar tekrar anımsattığı gibi, bu seçimler sorumluluğu da beraberinde getirir. Pek çok görüş talk şovların sapkınlık hevesini sansasyon severliklerinin göstergesi olarak değerlendirir. Oysa Illouz, kaos geç modernitenin normal durumu haline geldiği için sapkınlığın talk şov dünyasında var olduğunu savunur. Eğer kimlik verilenden ziyade seçilense ve bütün kimlikler anayasal haklar tarafından eşit olarak korunuyorsa travestiyi yeni doğan bir Hristiyan’dan ayıran şey nedir? Hiçbir şey der Illouz. Talk şovların dünyası gayri ahlaki ise bunun nedeni ahlakı terk etmesi değil aksine bütün ahlakları kapsaması ve onları yönetmek için daha yüksek prensip sunmamasıdır. Bu durum, talk şovlarda yoğun bir şekilde duyguların ortaya konmasının da sebebidir (Illouz, 1999: 116- 117). Illouz, talk şovlara ilişkin, gayri ahlakilik ve sansasyonellik suçlamalarına yaptığı gibi röntgencilik suçlaması yaklaşımlarına da eleştiri getirir. “Duygu sosyolojisi ve antropolojisinin gösterdiği gibi, duygular basit bedensel reaksiyonlar değildir. Daha geniş kültürel ve ahlaki söylemi barındırırlar. Duygular, genel olarak çağdaş Amerikan söyleminde ve özel olarak da talk şovlarda, kendi ve öteki arasındaki problemli ilişkileri tartışmanın yoludur… Duygusal konuşma zor ilişkiler hakkında konuşmadır.” Bu şovlar tarafından beslenen duygu etiği Bell veya Lasch’in öne sürdüğü gibi öznelliğin narsisiszmi değildir, Illouz’a göre, aksine duygusal konuşma, sosyal ilişkiler hakkında konuşmadır (1999: 119). Yazar; talk şovlardaki duygusal konuşmayı, refleksif modernizasyon çağında bireyin durumu ile paralel ele

47 alır. “Aktörlerin tercihlerine ve hareketlerine rehberlik edebilecek hazır yapım reçeteler olmadığı için, bireyler kendileriyle baş başa kalırlar… Tartışmamıza nezaret eden ahlaki bir temel olmayınca, kendimiz ve ötekiler hakkında nasıl konuşur ve tartışabiliriz? Duygusallık cevaplardan biridir. Duygusal konuşma kültürel muammaya bir cevaptır”(Illouz, 1999: 1

48

İKİNCİ BÖLÜM

2.REALİTE ŞOVLARDA “GERÇEKLİK”

Türkiye’de ilk kez 1990 yılında başlayan özel televizyon yayıncılığı, pazar ekonomisine geçiş, ilerleyen teknolojik imkânlar ve küreselleşmenin de etkisiyle hızla gelişti. Yabancı program formatları, Türkiye’ye adapte edilerek, yayımlanmaya başladı. 2000’li yılların başında ikinci kuşak talk şov ve realite şov formatlarının karışımı olduğu söylenebilecek, aile içi anlaşmazlıklar, şiddet, cinsellik, namus gibi mahrem alana ait kabul edilen konuların tartışıldığı kadın programları, gündüz yayın kuşağının en çok seyredilen programlarıydı. Bu programlar, o güne kadar evin dört duvarı arasında yaşanan ve bu mahrem alanda kalması gerektiğine inanılan konuları, aracılandırılmış kamuya taşıyarak; toplumsal, politik, kültürel alanda yaşanan dönüşümler, bu değişimin olumlu veya olumsuz olası sonuçları, Batılılaşma, kamusal- özel alan, toplumsal cinsiyet gibi konularda yeni tartışmaları da alevlendirdi. Yani; bu yeni program formatı, -batı dışı modernlik yaşayan pek çok ülkede olduğu gibi- Türkiye’de de bir televizyon program türü olarak kendi anlamını çokça aşıp politik bağlamda daha geniş perspektifli bir tartışmanın öznesi haline geldi. Kamusal ve özel hayata dair normlardaki değişimler, yeni cinsiyet rejimleri, kimlikler, değerler, ilişki biçimleri üzerine; gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında, internet forumlarında tartışmalar başladı. Kraidy, televizyonun, tarihsel süreci boyunca, ulusun dünyayla kurduğu ilişki hakkında tartışmaları sürdürerek ve izleyicinin öznelliğini artırarak modernite ve gerçeklik hakkındaki tartışmaya ev sahipliği yaptığına işaret eder. Gerçeklik televizyonu polemikleri de bu tarihi trendi devam ettirir(2010: 7). Ulus ve televizyon üzerine yürütülen tartışmalar yeni değildir. Önce radyo ardından da televizyon yayıncılığı, ulus kültürünün oluşturulması sürecinde aktif rol oynayan, kamuyu eve evi de kamuya taşıyarak izleyicilerin görüş alanını genişleten, öznelliklerini oluşturmalarına katkı sağlayan iletişim araçları

49 olmuşlardır2. Realite şov tartışmaları ise tarihi kamu yayıncılığının başlangıcına dek götürülebilecek tartışmaların neoliberal uzantıları olarak görülebilir. Buradan hareketle, tezin ikinci bölümünde modernlik bağlamında gerçeklik, televizyon ve gerçeklik televizyonu konularına odaklanılacaktır. Batılı ve batı dışı modernliklerin konuya ilişkin sundukları farklı perspektifler ve bu farklılıkların nedenleri bölümün temel sorunsallarıdır.

2.1.Televizyon, Ev ve Gündelik Yaşam Televizyonun eve ait bir araç olduğunu belirten Silverstone, son dönem çalışmaların televizyon ve ev içi arasındaki ilişkiye verdiği öneme dikkat çeker. Yazar, eve ait bir araç olarak televizyonla ilgilendiğini vurgulasa da evin kendisinin de problematik bir alan olduğuna işaret eder. Ev; cinsiyetlendirilmiş bir mekândır, coğrafya, sınıfsal durum ve kültüre göre farklılık arz eder. Huzurun ve güvenliğin olduğu kadar mücadele ve umutsuzluğun da mekânı olabilir. Bir sığınak veya hapishanedir. Yalnızca fiziksel bir alan değil sosyal, ekonomik, kültürel, politik ve teknolojik bir alandır. Yine Silverstone’a göre; ev, üç deneyimsel alana ayrılabilir: “yalnızlık, anı, kurtuluş gibi çağrışımlarıyla özel; aile yaşamı olarak sosyal ve güvenlik alanı olarak fiziksel. Bu alanların her biri pozitif veya negatif olarak deneyimlenebilir. Evin tüm bu boyutları değişken ve savunmasızdır. Ev yaşantımız kamusal ve özel ile kültür arasında değişen ilişkilerin ürünüdür. Televizyon da bu değişim ilişkisine katkıda bulunur. “Ev komşuluk, ulus, aile gibi aidiyet duygusunu yaşadığımız her yerdir. Sabit pozisyon, ev olarak adlandırdığımız şeydir. Eve gitmek; bildiğimiz sabit, alışkın olduğumuz, kendimizi güvende hissettiğimiz pozisyona, duygusal ilişkilerimizin en yoğun olduğu yere geri dönmektir” (Silverstone,1999: 25- 29). Realite şovların toplumsal düzeyde yarattığı tartışmaların nedenlerini anlayabilmek için özel, toplumsal, tarihsel ve kültürel bir mekân olarak eve ve televizyonun ev içi yaşamla olan ilişkisine odaklanmak gerekir. Heidegger’in ‘dil varlığın evidir’ saptamasından hareketle Çotuksöken, dile yerleştirilen varlığın evinde anlamına kavuşması gibi ya da tersten bir ifadeyle;

22 Türkiye’de milli kültür ve radyo yayıncılığı ilişkisi üzerine bkz. Meltem Ahıska, Radyonun Sihirli Kapısı, Metis Yayınları, 2005

50 düşünmeye, dile, bilgiye yerleşememiş varlığın anlamsız oluşu gibi eve yerleşmeyen hiçbir şeyin anlamlı olmadığını söyler. Bir mekân olarak ev, antropolojik temelini de insan- dünya- bilgi ilişkisinde bulur. İnsanın toplumsal, tarihsel, kültürel bir varlık oluşu, evin yalnızca bir barınak olmasının ötesinde bir gösterge olarak, diğer göstergelere ilişkin bir mekân olarak, onların varlık koşulu ve anlam ortamı olarak belirleyici olması sonucunu doğurur. İnsan- dünya- bilgi ilişkisi ev ortamında kurulur, ev insanoğlunu, insanoğlu da o evi biçimlendirir. Bu noktada, Çotuksöken, “evi yaşamak” ile “evde yaşamak” arasında ayrım yapar. Ev, sadece bir barınak olmadığı için “evde yaşamak” da tek başına açıklayıcı değildir. “Evi yaşamak” bilincine ulaşıldığında ise; eve karışan her öznenin ev üzerine düşünmesi gerekecektir. Özellikle devlet bunu kendisine çok ayrıntılı bir iş edinecektir (Çotuksöken, 2009). Evin, temelde, duygusal dünyanın ve kadınların dünyasının mekânı olarak kurgulanması nedeniyle “evi yaşamak” üzerine düşünmeye, evin cinsiyetçi inşası üzerine düşünmekle başlanabilir.

Evin dünyanın pisliklerinden uzak, masum ve temiz bir yer olarak tasarlanması, erkeklerin dış dünyaya açılırken kadın ve çocukları bu temiz yerde bırakmaları, içinde yaşadığımız kültürün en belirleyici ve güçlü örüntülerinden birincisidir. Evin ve ailenin böyle kutsallaştırılması orada olup bitenlerin tamamen görünmez kılınmasına hizmet etmiştir. Böylelikle, aile içindeki eşitsizlikler, şiddet ve tahakküm, istismar ve baskı, özel alanın sorunları olarak görmezden gelinirken, evdeki iktidar ilişkilerinin dış dünyadakilerle sürekliliğinin de üzeri örtülmüştür (Bora, 2008: 59).

Evin temiz bir yer olarak tasarlanması ve erkeklerin dış dünyaya açılırken kadın ve çocukların bu temiz yerde bırakılmaları, modernliğin ürettiği Kartezyen düşünme biçiminin bir sonucudur. Bu düşünme biçiminin yarattığı beden algısıyla evin; duvarlar, kapılar, perdeler, kilitlerle dış dünyaya kapatılması ve ötekinin de bu eve kapatılması birbiriyle doğrudan ilişkilidir. Lupton’un ifadeleriyle; “ideal insan bedenine ilişkin egemen Batı nosyonuna göre beden sert, geçilmez, dış dünyaya kapalı ve kurudur.” Bu idealin zıddı ise; açık, duygusal bedendir (2002: 132). Delikleri olan, geçirgen ve akışkan kadın bedeni, açık bir bedendir. Çabuklu, evin

51 mimari özellikleriyle beden arasındaki bu ilişkiye dikkat çeker. Kendi bedeninin sınırları üzerinde özkontrole sahip olmadığı düşünülen kadının erkeklerin sınırını da bozacağı, ihlal edeceği, erkeklerin kendi sınırlarını denetleme gücünü azaltacağı düşünülmektedir. O halde kendini denetleyemeyen kadın akılcı, dışsal, objektif(eril) bir yasaya tabi kılınmalıdır. Bu yasa kadının eril aklın bölgesi olan kamusal alandan dışlanarak eve kapatılmasını buyurmaktadır. Ev ve mimarisi toplumsal cinsiyet farklılığının, hiyerarşisinin erkekler lehine yeniden üretiminde önemli bir rol üstlenmiştir. Kadın kendi içini dışa kapatamıyorsa eğer, ev onu dışa kapayacaktır. Evin dışa kapalılığı kadının dışa kapalılığının teminatıdır. Ancak bunun için evin iç düzeninin erkeğin öz kontrolünü model alarak yeniden örgütlemesi gerekir. Evin yasası babanın yasasıdır”(Çabuklu, 2006: 35). Benzer şekilde Delenay da evlerin kadını kapatan ve erkeği temsil eden bir mekân olduğunu savunur: Topraktan yapılmış olan ve üyelerini kuşatıp koruyan ev, kadın bedenine benzer. Ev dış dünyaya kapalı bir sığınak olmalıdır. Giriş ve çıkışların sıkıca denetlenmesi sayesinde içerisi ile dışarısı arasındaki sınır kalınca çizilmiştir. Erkekler kadınlarını nasıl temsil ediyor, kapıyor ve savunuyorlarsa, evlerini de aynı şekilde temsil eder, kapatır ve saflığını korurlar. Evin sahibi erkektir, oysa ikamet etmek için evin tam ortasına gelen kadın eldir, yabancıdır. Kocasının evi onu kuşatır, sanki kendisi rahme yerleşen tohumdur. Simgesel düzeyde bu önemli bir çelişkidir, çünkü cinsel düzeyde bedeni dışından gelen erkeğin tohumunu içine alan ve koruyan kadın rahmidir. (Delenay, 2009: 142)

Göle, İslam toplumlarında özel alan ve mahrem arasında ayrım yapmak gerektiğini söyler. Mahrem sözcüğü gizliliğe, aile hayatına, kadının sahasına, yabancının bakışına yasaklanan şeye ilişkindir. Aynı zamanda bir erkeğin ailesi anlamına da gelir. Bu özel alanı, modern Batılı anlamdaki özel alana tercüme etmenin güçlüğünü anlatmak için ‘mahrem’ kavramını kullanmayı tercih eder. Çünkü Göle’ye göre; mahremin yerine Batılı özel alan kavramını koymak Müslüman bir ortamdaki ailesel alanın farklılığını görmezden gelmekle sonuçlanacaktır(Göle, 2004: 20). İslam mahremiyeti kutsayan ve onun gizli kalması gerektiğini savunan bir dindir. Mahremiyet ev içi yaşamı, birbirlerine nikâh düşmeyen insanların birbirlerinden korunması gereğini kapsadığı kadar insanların kusurlarının da gizli

52 kalması, başkalarına ifşa edilmemesi gereğini de kapsar. Bir hadisinde peygamberin "Ey diliyle inanıp, iman kalbine girmeyen kimseler. Müslümanların gıybetini yapmayın; gizli kusurlarını araştırmayın. Kim onların gizli kusurlarının peşine düşerse, Allah da onun gizli kusurlarını araştırır. Allah kimin gizli kusurlarını araştırırsa, evinde dahi onu rezil eder” dendiği söylenir. Ebu Davud’dan yapılan bir alıntıda ise “insanların gizli işleri, kusur ve ayıpları araştırılmaz. Biri bizdeki ayıbı araştırmaya kalkışsa bile bizim mukabil bir hareketle onun ayıplarını araştırmaya kalkışmamız doğru değildir(Ebu Davud, libas, 14) denir. Evin mahremiyetine ilişkin de İslami inançta pek çok hikâye anlatılır. Bunlardan en bilineni Ömer ve Abdurrahman bin Avf arasında yaşanan bir olaydır. Hikâyeye göre; Abdurrahman bin Avf ve Ömer bir gece sokakta dolaşırken kapısı bir parça aralık bir evde kandil ışığı görürler, içerde sesleri birbirine karışan insanlar vardır. Ömer "Bu Rabia b. Umeyye b. Halef'in evidir, şu anda içki içiyordur. Ne yapalım?" diye sorar, Abdurrahman bin Avf da "Benim görüşüm, biz şu anda Allah'ın yasakladığı bir şeyi yapıyoruz der, Ömer bin Avf’ı haklı bulur ve geri dönerler. Hikâyenin bir başka versiyonunda ise Ömer eve girer ve içki içen kişiyi uyarır, ev sahibi ise Ömer’in evinin içine bakmaya hakkı olmadığını, kendisinin daha büyük bir kusur işlediğini söyler. Ömer evden çıkar. Birkaç gün sonra ev sahibi özür dilemek için camiye Ömer’in yanına gider, Ömer ağlamaktadır, ev sahibini görünce yaptığının hata olduğunu söyleyerek özrü kendisi diler. İslami bir internet sitesinde ev, İslam ve mahremiyet ilişkisi şöyle açıklanır:

Mahremiyet(gizlilik, özel hayat) insanlarda fıtrî olan bir duygudur. İslam bu duygunun korunmasına özen göstermiş, avret, halvet, ihtilat, tesettür mefhumları çerçevesinde pek çok değerin korunmasını öngörmüştür. “Bir eve girerken izin istemek göz içindir” hadisi bu konuyu aydınlatmaktadır. Meskenin geniş tutulması prensibi de, mahremiyetin daha kolay korunması gayesiyle konmuştur. Sünnet açısından ev, sadece soğuk ve sıcağa karşı sığınılacak bir yer değildir. Aynı zamanda mahremiyeti sağlama yeridir. Bu yüzden eve haram denmiş ve sahibinin izni olmadan buraya girilmesi yasaklanmıştır. Mahremiyeti ihlal sadece girmek, saldırmak ve kundaklamakla tahakkuk etmez; bakmak, dinleme cihazı yerleştirmek, telefon dinlemek vb. yollarla da bu ihlal gerçekleşir. “Hiç kimse izin almadan başkasının evinin içine bakmasın, kim izinsiz bakarsa aynen girmiş gibidir” hadisi bunu açıklamaktadır. “Bir başkasının evinin içine bakarken,(ev sahibi

53

tarafından) gözü çıkarılan kişi diyet istemeye kalkışmasın, bilsin ki, hiçbir hak talep etme durumunda değildir” hükmü bu meselenin ciddiyetini vurgulamaktadır. Peygamber Efendimiz “bir kimse kapısı açık bırakılmış(veya giriş kısmında perde olmayan) bir eve uğrar da içeri bakarsa kabahat onda değildir, ev sahibindedir” sözleriyle, korumanın ev sahibi tarafından yapılması gerektiğine parmak basmıştır. Günümüzde moda haline gelen perdesizlik veya mahremiyeti sağlamayan kısa veya ince perdeler düşündürücüdür. Ancak mahremiyet sadece dışarıya karşı değildir. Ev içinde de aile fertleri birbirlerine karşı dikkatli olmalı, mümkünse herkese bir oda ayrılmalı ve birbirlerinin odalarına izinsiz girmemelidirler.3

Oysa günümüzde evin sınırları dış dünyaya açılmıştır. Televizyon, özellikle de tez kapsamında tartışılacak olan realite şovlar aracılığıyla; özel alana hapsedilen kadın cinselliği, aile içi şiddet, ev yaşamı kamusal alanda temsil bulur. Günümüz medyasında, aşırılığa varan bir düzeyde cinselliğin söze döküldüğü, insanların sürekli özellerini itiraf ettiği, en mahrem duyguların sürekli olarak ifşa edilmeye zorlandığı bir süreç yaşanmaktadır. Bu programlarda; ev, maskülenliğin kamusal dünyasına taşınır. Meyrowitz’in dikkat çektiği gibi görüş alanının genişlemesi yalnızca bir güvenlik meselesi değildir. Bu süreç var olan ev yaşamının değer ve modellerini değiştirir ve potansiyel olarak onun güvenlik ve konforunu tehdit edebilir.

2.2.Gerçeklik Televizyonu Özelinde Gerçeklik ve Modernite Fetveit, fotoğrafsal imaja karşı duyduğumuz güven kaybı ile gerçeklik televizyonunun yaygınlık kazanması arasında ilişki kurar. Fetveit’e göre; gerçeklik televizyonuna artan ilgi, dijitalleşme süreciyle kaybettiğimiz şeyi geri kazanma çabası olarak anlaşılabilir. Gerçeklik televizyonu gerçeklikle bağlantı kurma vaadiyle ortaya çıkar aynı zamanda gerçeklikle aramızda güvenli bir mesafe sağlar. Gereğinden fazla gerçeklik, uzaktan kumanda sayesinde kolaylıkla uzaklaştırılabilir. Robins’in, deyişiyle, sanal gerçekliğin çekiciliği, eğlence ve heyecanı rahatlık ve güvenlikle kombine eden özelliğinden kaynaklanır(Fetveit,1999: 798). Hill, Fetveit’ten hareketle, fotoğrafsal imajı görme biçimimizdeki değişimin fotoğraf

3http://www.hikmet.net/content/view/55554/14/

54 tekniklerindeki gelişmelerle bağlantılı olması gibi televizyon imajını görme biçimimizdeki değişimin de gerçeklik programlarının üretim tekniklerinin gelişimiyle bağlantılı olduğunu söyler(Hill, 2005: 59). Televizyon; gerçekliği, haberden belgesele, sohbet ve yarışma programlarından farklı içeriklerdeki gerçeklik şovlarına kadar sayısız formatta izleyiciye sunduğu için, izleyicinin gerçeklikle olan ilişkisi türlere göre farklılık gösterir. Hill’e göre; televizyon izleyicisi farklı formatların veya üretim tekniklerinin popüler gerçeklik televizyonunda gerçekliği nasıl farklı derecelerde yarattığının farkındadır. Bununla birlikte, gerçeklik şovlarının izleyicileri daha çok, gerçek insanların kamera karşısındaki davranış biçimlerinin doğruluğu hakkında konuşurlar. Sıradan insanlar kamera karşısında ne kadar rol yapıyor gibi algılanırlarsa programın gerçekliği, izleyiciler için o kadar azalır. Böylece ‘performans’ gerçeklik televizyonunun gerçeklik iddiasını yargılarken güçlü bir unsur haline gelir. Televizyon izleyicileri pek çok gerçeklik programının gerçeklik iddiası hakkında hayli şüphelidir çünkü insanların eğlenceli bir program için şov yaptıklarını düşünürler. Bunun için Hill, gerçeklik televizyonunun gerçekliği hakkındaki tartışmaların merkezinde bir paradoks olduğunu söyler. Çünkü izleyiciler gerçek insanların hikâyelerinin eğlenceli tarzda sunulmasını isterler ama gerçek insanların hikâyelerinin eğlenceli tarzda sunulduğu program formatlarının gerçeklik iddiası konusunda güvensizdirler(Hill, 2005: 57–58). Yani, bu tür programlarda izleyiciler katılımcıların ‘gerçek kendileriyle’ ‘performans sergileyen kendileri’ arasında ayrım yapar. Gerçekliğin pek çok farklı anlamda kullanılabildiğini söyleyen Hill, gerçeklik şovlarıyla ilgili tartışmada, gerçeklik kavramının ‘doğru olan şey’ tanımlamasındaki gerçeklik olduğunu söyler. İzleyici gerçeklik şovlarındaki sıradan insanların gerçekliği ve görünüşleri hakkında konuşmaktan hoşlanır. Dedikodu, düşünce ve tahmin potansiyeli bu programlarda çok fazladır çünkü bu melez format, izleyiciye, kimin kazanıp kaybedeceği kadar kimin gerçekçi olduğu ya da rol yaptığı hakkında da tahmin yapma fırsatı verir(Hill, 2005: 70–74). Gerçekliğin bu kadar tartışmalı olduğu bir ortamda Hill, gerçeklik programlarındaki görsel gerçekliğin de tıpkı dijital olarak çoğaltılmış fotoğrafın gerçekliği gibi krizde olup olmadığını sorar. Yazara göre; bu soruyu cevaplamadan önce gerçeklik programlarının çok farklı türlerinin olduğu hesaba katılmalıdır. Gerçeklik krizde olsa da geçerliliğini

55 yitirmemiştir. Televizyon izleyicisi, gerçeklik programlarında, insanların performanslarının gerçekliğini sorunsallaştırabilir ama gerçeklik kavramını eleştirel bir şekilde sorgulamaktan vazgeçmez ve programlardaki sıradan insanların davranışlarının gerçekliğini sorunsallaştırdıkları kadar gerçekliğin kendisini de sorunsallaştırırlar(Hill, 2005: 77–78). Gerçeklik televizyonunun gerçeklik ile ilişkisinin imaj- gerçek, performans- gerçek düaliteleri üzerinden tartışılması daha çok batılı toplumlara ait bir yaklaşımdır. Batıdışı modernliklerde gerçeklik televizyonunda sergilenen gerçeklik daha çok ‘programların gerçekliği’ ile ‘toplumsal gerçeklik’ bir başka deyişle ‘temsil’ ve ‘gerçeklik’ arasına mesafe konarak tartışılır. Jacobs, gerçeklik programları üzerine var olan araştırma ve açıklamaların, ağırlıklı olarak Kuzey Amerika ve Batı Avrupa merkezli oluşuna ve üretim teknikleri, etik, küreselleşmenin televizyon kültürü ve ürünlerine etkileri gibi konulara odaklandığını söyler. Oysa Afrika örneğinde bu programları anlayabilmek için farklı açıklamalara ihtiyaç vardır. Afrika’daki Big Brother ile ilgili yaptığı çalışmada Jacobs, programın ekonomik eşitsizlik, ırksal ve sınıfsal ayrım, milliyetçilik gibi sosyal, ekonomik, politik tartışmaları nasıl alevlendirdiğini gösterir (Jacobs, 2007). Benzer şekilde Kraidy de; gerçeklik televizyonunun, Arap ülkelerinde, kamusal yaşamda İslam’ın rolü, Batı’nın kültürel etkileri, toplumsal cinsiyet ilişkileri, politik katılım gibi konularda yoğun bir tartışıma başlattığını söyler(Kraidy, 2010: 2). Big Brother’ın dünya çapındaki sayısız uyarlamasına benzemeyen bir şekilde al-Ra’is’in sadece fiziksel inzivadaki insan doğası ve sosyal ilişkiler hakkında bilgi vermediğini belirten Kraidy, bu nedenle Nick Cloudry’nin İngiltere’deki Big Brother bağlamında ortaya koyduğu para için yarışan ve kendini bir eve kapatan on insanın kamusal önem taşımayacağı argümanının Arap dünyası için açıklayıcı olmadığını düşünür. İngiltere’deki gözetimin banalliği üzerine yapılan tartışmalar da benzer şekilde Arap gerçeklik televizyonu açısından yetersiz bir savdır. Yazar’a göre; Afrika ve Malavi örneklerinde olduğu gibi, Arap ülkelerinde de gerçeklik televizyonunun etkisi, yalnızca türün tarihi geçmişine bakarak, sivil katılıma etkisi üzerine araştırmalar yaparak ya da neoliberalizme verdiği dolaylı desteğe odaklanarak anlaşılamaz. Batıdışı modernliklerde; politik, ekonomik ve ideolojik konular öne çıkar.

56

Fenomenin bireysel, duygusal ve özel alanın teşhir edilmesine odaklanan önceki analizlerinin aksine Arap dünyasında, gerçeklik televizyonun sosyal yeniden üretimi; toplumsal, kamusal ve rasyonel olanın yeni anlamlarıyla ilişkilidir. Batı’da, gerçeklik televizyonunu, neoliberal koşullandırmanın bir yolu olarak değerlendiren çalışmalara rağmen, Arap dünyasında gerçeklik televizyonu, izleyicinin liberal değer ve pratiklere itiraz etme alışkanlıkları hakkındaki tartışmayı tetikler(Kraidy, 2010: 64). Malezya’daki realite şov programlarının ülkedeki din adamları, entelektüeller, gazeteciler tarafından nasıl tartışıldığına odaklandıkları yazılarında Zawawi ve İbrahim; tartışmaların, Asyalı değerler ve batılı değerlerin bu kültürü ‘istilası’ temelinde şekillendiğini ortaya koyarlar. Yazıya göre; Malezya, İslam dünyasının en modern ve açık toplularından biri olarak kabul edilse de pek çok Malezyalı kendi geleneksel kültürel değerlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Asyalı değerlerle çatışan Batılı değerler tartışması, Batılı televizyon program türlerinin, 1997 yılında, hükümet denetimindeki ilk uydu televizyon istasyonunda yer bulmasıyla yoğun olarak başlar. Bu programlar, Malezyalı elitler ve muhafazakâr partiler tarafından, Asyalı değerleri tehdit ettiği ve izleyiciyi ahlaki ve kültürel bozulmaya sevk ettiği için eleştirilir. Yazarlar, çalışmalarında, Mencari Cinta ve Akademi Fantasia isimli realite şov yarışmalarının toplumsal alanda nasıl tartışıldığını örneklerle anlatırlar. Bir gazete yazısında; “Bu şovlar değerleri tahrip ediyor. Kadın ve erkeğin birbirine sarılması, jürinin patavatsız yorumları vs. İslami prensipler, inanışlar ve geleneksel pratiklerle uyuşmuyor. Birini sert bir şekilde eleştirmek, insanları birbirleriyle yüzleştirmek saygı eksikliğinin bir göstergesi ve bu Malezya değerlerine aykırı. Geleneksel Malezya pratiklerinde, yüzleştirme her zaman kaçınılması gereken bir tutum, tolerans ise kızgınlığı ve tatminsizliği önleyen bir yaklaşımdır. Bu yüzden realite şovların bu tür hareketleri desteklemesi topluma zarar veriyor. Batılı yaşam tarzlarını ödünç aldığımız zaman, geleneklerimiz de risk altına giriyor” yorumu yapılır. Zawawi ve İbrahim; Malezya’da yayımlanan realite şov programları ve bu programlardan hareketle Asyalı değerler üzerine yürütülen tartışmaların gazetelerde sıkça yer bulduğunu yazar. Bu yazılarda, kimileri realite şov programlarının, Batılı televizyon adaptasyonu olduğu için Asyalı değerleri tahrip ettiğini ve toplumsal dekadansa yol açtığını savunurken kimileri de, programların, toplumun gelişimine katkıda

57 bulunduğunu ve Malezya’da bu programlar yayımlanmadan önce de zaten değerlerin değişmeye başladığını savunur. Örneğin bir gazete yazısında; “Diğer katılımcılar elendikleri zaman, yarışmacıların birbirlerine sarılmaları ve ağlamaları, utanç verici, böyle bir şey ne desteklenmeli ne de buna izin verilmeli. Malezya televizyonu, programın içeriğinden çok reytingi ile ilgileniyor. Kâr ve ticari değerler, genç jenerasyonu, onların ulusal ve Asyalı değerlere bakışını etkileyecek. Batılı programların tümü olumsuz olarak değerlendirilemez ama sorun yerel yapımcıların ve televizyon istasyonlarının, olumlu batılı değerlerden ziyade olumsuz niteliklerini alma eğilimlerinde.” yorumu yapılır. Bir başka gazete röportajında ise; “realite şovlar, Batılı değerleri dayatarak izleyiciyi etkiliyor. Genç izleyicileri çalışma ve duadan uzaklaştırarak hedonist değerlere yönlendiriyor.” denir. Eğlence endüstrisi üyeleriyle yapılan röportajlarda ise; bu programların, Batılı televizyon kültürünü taklit etmediği, programların küresel pop kültürün yerel adaptasyonları olarak görülmesi gerektiği ağırlıklı olarak vurgulanır. Programlara olumlu bakan karşıt görüşlüler; “bu programlarda Malezya kültürü görülebilir, örneğin burada, Malezya halk müziği şarkıları söyleniyor”, “bir şeyler değişiyor ve Malezyalılar neyin iyi neyin kötü olduğunu ayırt edebilecek yetenekte”, “Akademi Fantasia gibi programlar genç yetenekler için bir platform sağlıyor ve Malezyalı izleyiciye de eğlenme fırsatı sunuyor” gibi yorumlarla bu programların, sıradan insanlara, rüyalarını gerçekleştirmek için fırsat sunduğunu savunur. Global formatların lokaladaptasyonları olarak gerçeklik televizyonu programları yabancı ve yerel kültürel anlayışları bir araya getiren melez bir formattır(Kraidy, 2005: 13). Formatın melez niteliği batıdışı modernliklerde programların yeni bir kamusal tartışma yaratmasının başlıca nedenidir.

2.2.1.Türkiye’de Gerçeklik Televizyonu Bu tür programlar Türkiye’de de benzer şekilde hem ilgiyle izlenmekte, hem de farklı çevrelerden olumlu veya olumsuz çok sayıda tepki almaktadır ve daha önce de belirtildiği gibi, sadece bir televizyon program türü olarak anlamını aşarak kültürel, siyasal ve toplumsal tartışma konularını tetiklemektedir. Yasemin Bozkurt’un sunduğu Kadının Sesi ile başlayan ve ardından farklı kanallarda Serap

58

Ezgü Sizin Sesiniz, İnci Ertuğrul ile Biz Bize, İtirazım Var, Şebnem Kısaparmak’la Paylaştıkça, Yalnız Değilsiniz adlı benzer programların ortaya çıkmasıyla devam eden bu programlar, hem gündüz kuşağının en çok izlenen hem de seyirci tarafından en çok eleştirilen yapımlarıydı. Bu programlar, RTÜK’ün ‘Kadınların Televizyon İzleme Eğilimleri’ üzerine yaptığı 2007 tarihli araştırmasının ortaya koyduğu gibi kadın izleyicilerin yarısından fazlasının izlediği ama beğenmediği programlar arasındaydı. Programlarda yaşanan şiddetli kavgalar ve tartışmalar, özel hayatın deşifre edilmesi ve aile içi kavga konularının, şiddetin ve aile sırlarının açıklanması kadınların başlıca rahatsızlık nedenleriydi. Programların yayımlandığı dönemde, RTÜK Şikâyet Hattı’na izleyiciler tarafından çok sayıda şikâyet ulaştı.42005 yılı Nisan ayında Yasemin Bozkurt’un Kadının Sesi programına katılan bir ailenin İzmir’de otomobillerine ateş açılması sonucu 1 kişinin hayatını kaybetmesi, ardından Elazığ’da 14 yaşındaki bir erkek çocuğun, programa katılıp ailelerini rezil ettiği gerekçesiyle annesi Birgül Işık’ı öldürmesi, bir babanın Ayşe Özgün ile Her Gün programına çıkıp kendisini suçlayan kızına kurşun yağdırması, bir gencin, kaçırdığı kızın annesi programda kendisini sapıklıkla suçlayınca ölümünden Serap Ezgü’nün sorumlu olduğuna dair bir not5 bırakarak intihar etmesi gibi ölümle sonuçlanan olaylar yaşanmaya başlayınca programlar yayından kaldırıldı. Bir süre sonra da bu programların yerlerini evlendirme programları aldı. Ancak bu programlar da gündüz kuşağının en çok seyredilen yapımları olmalarına rağmen yine en çok eleştirilen ve RTÜK’e en fazla şikâyet edilen programlar olmaya devam etti. RTÜK’ün, üç yıl sonra yenilediği araştırması, yine benzer sonuçlar ortaya koyması açısından ilginçtir.RTÜK tarafından 2010 yılında yapılan ‘Kadınların Televizyon İzleme Eğilimleri–2’ adlı araştırma sonuçlarına göre; kadınların

417.04.2005 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan haberde izleyicilerden en yoğun olarak gelen şikayetler şöyle sıralanmıştır: insanların özel hayatının deşifre edilmesini yayın ahlakına aykırı buluyorum; programda yapılan açıklamaların toplumda infial uyandıracak kadar kötü olduğunu düşünüyorum; aileyi dejenere eden, Türk toplum yapısına aykırı olan programın yayından kaldırılmasını isliyorum; stüdyolar mahkeme, sunucular ve konuklar ise hakim oldu, özel hayatta yaşananların itiraf edildiği, aile mahremiyetinin gözler önüne serildiği bu tarz programları son derece sakıncalı buluyor, önlem alınmasını istiyorum; Türk toplumuna böyle seviyesiz bir yayınları yakıştıramıyorum. 5“Serap Ezgü, programında beni sapık olarak gösterdi, yargısız infaz yaptı, onun yüzünden toplum içine çıkamaz oldum, beni televizyonda el aleme rezil etti, ölümümden sadece Serap Ezgü sorumludur”

59 televizyonda en çok görmek istedikleri programlar yerli diziler, sağlık programları ve haberler olurken en beğenmedikleri programlar ise izdivaç, kadın, magazin ve spor programlarıdır. 21 ilde ve 18 yaş üstü kadınlarla gerçekleştirilen çalışma; kadınların %60’ının yaklaşık olarak 2 ile 5 saat arasında televizyon izlediğini ve evli kadınların bekârlardan, ilkokul mezunu kadınların yüksek eğitimlilerden, işsiz kadınların çalışanlardan, metropolde yaşayan kadınların taşrada yaşayanlardan, emeklilerin ve ev kadınlarının çalışan kadınlardan daha çok televizyon izlediğini ortaya koyar. Araştırma sonuçlarına göre; sağlık, eğitim, dinle ilgili konular, çocuk bakımı, yemek bilgileri, örgü/el işi, kadınların, kendilerine yönelik hazırlanan programlarda yer almasını en çok istedikleri konulardır. Kadınların, bu programlarda görmeyi istemedikleri konular ise; gerçek hayat, yarışma ve siyasettir. Araştırmanın dikkat çekici bir diğer yönü kadın izleyicilerin gerçek hayatı konu alan programlardan hoşlanmamalarına rağmen en beğendikleri program sıralamasında üçüncü sırayı yine bir realite şov örneği olan Müge Anlı ile Tatlı Sert’in almasıdır. Kadınlar bu programı bilgilendirici, eğitici, gerçekçi buldukları ve programın kaybolanları bulup, ayrılanları kavuşturduğunu düşündükleri için beğenmektedirler. Yine araştırmaya göre; kadınların izdivaç, magazin, kadın kuşağı, şiddet ve korku içeren programlardan rahatsız olmalarının nedeni; ‘aile değerlerinin zedelenmesi’, ‘evliliğin şova dönüştürülmesi’, ‘katılanların özel hayata ilişkin konuşması’ ve ‘sunucuların laubali konuşmaları’dır. Kamusal ve özelin ilkelerini değiştiren bu programlara karşı toplumda oluşan kaygıları, rahatsızlıkları anlayabilmek için, Türkiye’deki kamusal ve özel alanların, çatışmalı tarihsel oluşum sürecine bakmak gerekir. Kamusal ve özel ayrımı, farklı yaşam alanlarına işaret etmekle birlikte bu, iki alan arasında sabit sınırların çizili olduğunu söylemek anlamına gelmez. Kamusal ve özel alanlar karşılıklı olarak birbirlerini etkileyen, birbirleri üzerinde tahakküm kuran, birbirlerini dönüştüren alanlardır. Bunun için kamusal ve özel alanlar arasında sınırdan değil geçişliliklerden, kesişmelerden söz etmek gerekir. Farklılığa ve ayrıma odaklanan açıklamalar, alanların birbirini etkileme kapasitesini ve bu süreçte üretilen iktidar ilişkilerini gizler. Hem kamusal hem de özel, farklı diskursif süreçlerin ilişkiye girdiği, çatıştığı, müzakere ettiği alanlardır. Dolayısıyla tek bir kamusallıktan da

60 bahsedilemez. Her bir kamusallık anlayışı, kamusal ve özelin ilkelerini farklı normlara göre şekillendirir. Neyin kamusal alana dâhil edilip neyin edilmeyeceği, kamusal ve özel arasındaki sınırın nasıl ve neye göre çizileceği, kamusal alanda konuşma, davranma vb. ilkelerin nasıl oluşturulacağı farklı kamusallıklar için farklı anlamlara gelir. Dolayısıyla da kamusal alan farklı kamusallıkların, farklı söylemlerin çatışma alanıdır.

2.2.2. Çatışmalı Bir Alan Olarak Türkiye’de Kamusallık 19. yüzyılda yaşanan gelişmeler sonucu kamusal ve özel alan arasındaki dengenin özel lehine bozulduğunu savunduğu teorisinde Sennett, bu değişimi ortaya çıkaran üç temel etken olduğunu düşünür: Bunlardan birincisi, büyük şehirdeki kamusal yaşam ile 19. yüzyıl sanayi kapitalizmi arasındaki ikili ilişki; ikincisi, 19. yüzyıldan başlayarak, insanların yabancıyı ve bilinmeyeni yorumlama tarzını etkileyen yeni bir sekülarizm anlayışının oluşması ve üçüncüsü de ancien regime’de bizzat kamusal yaşamın yapısından gelen ve sonraları zayıflık haline dönüşmüş bir güçtür(Sennett, 2002: 36). Sekülerliğin, kişiliğin kamusal alana girmesinde oynadığı rolün nedeni dünyanın artık aşkınlık değil, şeylerin kendi başlarına anlamlarının olduğu içkinlik koduyla anlamlandırılmaya başlamasıdır.

“Sanayi kapitalizminin kamusal yaşama etkisi onu ahlâki anlamda meşru bir alan sayan anlayışı zayıflatmak olurken, yeni sekülerizmin etkisi bu alanı ters yönde zayıflatmak, yani insanların karşısına duygu, şaşkınlık ya da basitçe ilgi yaratan hiçbir şeyin kişinin özel yaşam alanından a priori dışlanamayacağı ve keşfedilmeye değer belli bir psikolojik niteliği hep taşıyacağı hükmünü koymak olmuştur” (Sennett, 2002: 40).

Türkiye’de yaşanan sekülerlik süreci, aşkın otoritenin yerini içkin dünya algısına bıraktığı ve bunun sonucunda dünyayı yalnızca kendisinden hareketle anlamlandırabilen güçlü bireyciliğin ortaya çıktığı yönündeki batılı tezlerden ayrılır. Türkiye’de daha çok, aşkın ilahi otoritenin yerini aşkın devlet otoritesine bıraktığı söylenebilir. Türkiye’de, sekülerlik, muasırlaşma hedefine ulaşabilmek için, devlet elitleri tarafından toplumsal yaşam biçimini dönüşüme uğratmak için kullanılan çoğu

61 zaman da baskı mekanizmalarıyla birlikte işleyen bir anlayışla şekillenmiştir. Ancak bu baskılar, toplumsal dirençle karşılaşmış, İslam’ın boşalttığı alana yeni seküler değerlerin yerleştirilmesinde gösterilen başarısızlık toplumun cemaat yapısını korumasına neden olmuştur. Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı çalışmasında tüm bu ideallerin birbirleriyle çelişmediklerini aksine bunların birbirlerini tamamlayıcı idealler olduğunu söyler. Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim sözüyle özetlediği bu sentezde, Türklük toplumun kültürel, İslam ise ahlaki ilkelerinin saptanmasını sağlayacak ve Batının bilimsel ve teknolojik ilkeleri de bu sürece dâhil edilerek dayanışmacı, uyumlu bir toplumsal model yaratılmış olacaktır. Gökalp, din ve devlet işlerinin çok net bir biçimde birbirinden ayrılması ve dinin kurumsal gücünün ortadan kaldırılması gerektiğini savunur ancak bu, dinin batılı anlamda sadece bireysel bir vicdan meselesine indirgenmesi anlamına gelmez. Çağdaş bilim ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte dinin evrensel bir uygarlık ölçütü olamayacağının farkındadır ama bu durumun milli düzeyde de dinin değerinin azaltılması sonucunu doğurmasına karşı çıkar(Gökalp, 2007). Gökalp için; Türk milliyetçiliğinin kültürel- normatif bir sistem oluşu gibi İslam dini de, ahlaki- normatif bir sistemdir ve her ikisi de toplumdaki dayanışmanın ilkelerini oluşturur(Parla, 2005: 90).Gökalp’in, şeriatın bir hareketin doğru veya yanlış olduğuna karar vermede hem nas hem de örfü kullanabileceğini söylemesi İslamı toplumsal ahlaki düzeyde anlamlı bulmasının bir sonucudur. Çünkü nas Kuran ve sünnetlerden çıkarılan ve değişmeyen bilgilere işaret ederken, örf topluluk tarafından kabul edilen ve ihtiyaçlara göre zaman içinde değiştirilebilen kurallar anlamına gelir. Bu ayrım, dini kültürün içine yerleştirir. Dinin kültürün içine yerleştirilmesi aynı zamanda batılı sekülerlik anlayışından farklı olarak ona kamusal alanda da kolektif ruhu sağlamaya yarayan bir işlevsellik kazandırır. Mardin, Gökalp’teki nas ve örfün, halk katları ve muhafazakâr ulemanın inançlarında olmayan bir ayrımlaşma olduğunu söyler(Mardin, 2006: 21).Gökalp’in dine bakışı, onun farklı bir sekülerlik ve buna paralel bir kamusallık anlayışı geliştirmesine neden olmuştur. “Ona göre, insanın dinini kaybetmesi ya da şahsi bir din idealinin benimsenmesi, ahlaki yapıları ve idealleri Türklerin yaşayan geleneklerine uygun olmayan Avrupa’nın bireyci

62 kültürlerine özgü ideallerdi. Türkiye’de din, milli kültürün bütünsel bir alt birimi olarak kalmalıydı. Bu anlamda, din kişisel ve yarı kamusal bir gerçekleştirim kurumu olarak sahip olduğu işlevi sürdürüyordu. Din basitçe özel bir mesele değildir; Türk milli kültürünün asli bir bileşeni olarak kalmaktadır”(Davison, 2006: 198). Dinin kamusal alanda işgal ettiği yerin boyutları, farklı sekülerlik anlayışları arasındaki tartışmanın temel odak noktasıdır. Gökalp’in aksine, Kemalist ideoloji dinin kamusal alanın unsurlarından biri olarak kalmasına şiddetle karşı çıkar. Mardin, laikleştirici reformların kişinin toplum içindeki bağımsızlığını genişletmeyi amaçlayan temel yönünün, Atatürk’ün ‘geleneksel doğulu cemaat hayatının eblehliği’ diye adlandırmış olabileceği şeyden kişiyi kurtarmaya çalışması olduğunu düşünür. Mardin’e göre; tarikatlar, kadın hakları, kılık kıyafetin laikleştirilmesi, eğitimde devlet denetimine ilişkin reformlara duyulan ilginin sebebi laikleştirici reformların İslam cemaatinin kolektif baskısından kişiyi kurtarmanın altında yatan ortak payda ile birbirine bağlanmasıdır(2006: 70). Kemalizmin sekülerleşmeyi içine oturttuğu bu bağlam onu pozitivizme bağlar. İslami ve geleneksel normların şekillendirdiği kamusal alanın baskıcı niteliğinden kurtulabilmek için bilimsel düşüncenin yeni kamusallık normu olarak kurulması hedeflenir. Kamusallık anlayışını pozitivizmin ilkeleriyle şekillendirme isteği ‘muasır medeniyete ulaşma’ idealiyle yakından ilişkilidir.

Türkiye’deki sekülerlik anlayışının temelinde ‘muasır medeniyetlere ulaşma düşü’ yatar. Anadolu tarikatların, yöresel geleneklerin, boş hurafelerin pençesinde pozitif bilimin aydınlığından habersiz yaşamaktadır. Çelişkiyi yok etmek için bilime dört elle sarılmak, daha fazla sarılmak ve mütevazı köşesinden çıkartıp bir kurtarıcıya dönüştürmek gerekmektedir. Özel alan içinde kuramsal olarak en geniş omurga uhrevi alandır. Uhrevi alanı, müesses bir dinden ibaret görmek yanlıştır. Korkuların, endişelerin, huzurun bulunduğu bu alanda bireysel arayışlar toplumsallaştırılarak hafifletilecek, hayat yaşanılabilir kılınacaktır. Toplumsallaşma araçları ise basit dini ritüellerin dışında yüz- yüze sıcaklığın yaşandığı cemaat yapılarıdır. Geniş bir kamusal alanın yaratılması için bu yapıların yok edilmesi gerekmektedir. Laiklik, böylelikle karşımıza geniş bir kamusal alan yaratma projesi olarak çıkmaktadır. Böyle bir proje yok etmeye çalıştığı yapıların ideolojik örgüsü yerine yeni bir örgü koymalıdır. Mekanik pozitivizm bu kamusallığın ideolojisini oluşturmaktadır(Türköne, 1998-9: 144).

63

1922’de saltanatın, 1924 yılında da hilafetin kaldırılması, Umûr-ı Diniye’nin(Diyanet İşleri Başkanlığı) kurulması ve yine aynı yıl Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun yürürlüğe girmesi, 1925’de Tekke ve Zaviyeler’in kapatılması, 1928 yılında da ‘devletin dini İslam’dır’ ibaresinin Anayasa’dan çıkarılması ile laikleşme süreci tamamlanmış oldu. Böylece, din devlet işlerinden ayrılırken, bireyin de, Mardin’in mahalle ethos’u olarak adlandırdığı baskı sürecinden de kurtarılması hedeflendi. İslam’ın toplumsal ilişkileri belirleyen bir din oluşu ve Kemalizmin İslam’a karşı aldığı olumsuz tavır, Türkiye’de, din ve devlet işlerinin birbirinden tamamen ayrılması anlamında klasik sekülerlik anlayışından farklı bir sekülerlik süreci yaşanmasına neden oldu. Bu durum, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması kadar devletin din üstünde denetim kurduğu kontrol politikalarına da işaret eder. Cumhuriyet entelijansiyası, katı laik politikalarla, dinin, zaman içinde, kamusal alandan tamamen uzaklaşacağına, toplum üzerinde cemaatsel baskı kurma gücünün kırılacağına ve bireysel bir vicdan meselesi haline geleceğine inanıyordu. Oysa dinin toplumsal gücü günümüze kadar etkisini sürdürmeye bir şekilde devam etti. Cumhuriyetin kurulmasından 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar süren tek parti yönetimi altında, laikliğe ilişkin düzenlemeler fazlaca tartışılamasa da, 1950 yılında Demokrat Parti iktidarıyla birlikte din, kamusal alanda boşalttığı yeri tekrar doldurmaya başladı. Demokrat Parti’nin ardından siyaset sahnesine çıkan Adalet Partisi de benzer politikaları sürdürmeye devam etti. 1969’da ilk İslamcı parti olan Milli Nizam Partisi kuruldu. Parti 1971 yılında askeri müdahale sonrası kapatıldı. Bu partinin ömrü kısa olsa da, bir yıl sonra aynı kadroların kurduğu(Milli Görüş Hareketi) Milli Selamet Partisi 1970’li yıllar boyunca kurulan üç hükümetin ortağı oldu. 1980’li ve 90’lı yıllarda ise, Refah Partisi hem yerel hem de genel seçimlerde önemli başarılar elde ederek İslamcıların siyasetteki gücünün sürmesini sağladı. İslamcılık bu tarihlerde sadece siyaset alanında değil toplumsal ve kültürel alanlarda da güçlendi. Cemaat faaliyetleri, tarikatlar, sayıları hızla artan Kur’an kursları, başörtülü kadınların türbanlarıyla kamusal alanlara girmek için yürüttükleri mücadele, İmam Hatip Okullarının güçlenmesi karşılığındaysa Kemalistlerin yasaklarla, darbelerle, parti kapatmalar gibi yasal yollarla ya da taraftarlarınca

64 içselleştirilmiş laik yaşam tarzlarıyla kamusal alanda güçlü bir şekilde var olmaya devam etmeleri, Türkiye’de 1950 yılından itibaren kamusal alanın çatışmalı bir yapıda olmasına neden oldu. Peki, 25 yıl süren katı laik politikalara ve bunca reforma rağmen İslam etkisini nasıl artırarak sürdürebildi ve bunun sonuçları neler oldu? Mardin’e göre; bunun nedeni, Cumhuriyet’in reform politikasından kaynaklanan Türk kültüründeki hissedilir fakirleşme ve 1923’den itibaren Türk toplumunda köyden yukarıya, şehirlere doğru insan ilişkilerinin hiç değişmemiş olması ve cumhuriyetin sembolizminin kök salamayacak kadar yüzeysel ve estetik zenginlikten yoksun oluşudur. Yani, Kemalizmin, toplum hakkında zengin bir semboller ve düşünme kalıpları hazinesine sahip olan İslam’ın karşısına akla olduğu kadar kalbe de hitap eden bir sosyal ethos getirmedeki başarısızlığıdır(Mardin, 2006: 82,140).Ocak da İslam’ın modern hayattan, yani şehirlerden taşra kasabalarına ve köylere itilmesinin, (İslam’ın) kapalı bir hayat yaşamaya mahkûm edilmesi anlamına geldiğini, bunun sonucunda Türkiye Müslümanlığı’nın köylüleşip, taşralılaştığını söyler(2009: 114). Yani Kemalizm, İslam’ın karşısına Mardin’in ifadeleriyle akla olduğu kadar kalbe de hitap eden sosyal bir ethos çıkaramadığı gibi yüksek kültür yaratan, kentli İslami kültürü de zayıflatarak kamusal hayatı daha taşralı bir İslam algısına teslim eder.Özdalga ise, Türkiye’de İslam’ın 1950’lerden itibaren tekrar yükselişe geçmesini Gellner’ın milliyetçilik teorisinin mantığını İslamcılığa uyarlayarak açıklar. Özdalga, Gellner’ın milliyet ve milliyetçilik duygularının, modernleşmenin yapıyla kültür arasındaki ilişkiyi değiştirmesi sonucunda güçlendiği tezinden hareketle aynı şeyin dinin yükselişini açıklamak için de kullanılabileceğini söyler. Özdalga’ya göre; aile ve akrabalık ilişkilerinin değer kaybettiği ve insanların sosyal kimliklerini kültürel terimler içinde telaffuz etmeye başladığı bir dönemde(tarımda makineleşme ve kentleşme süreci Türkiye’de özellikle 1950’den sonra çarpıcı oldu), dinin artan ya da yenilenen bir önem kazanması doğaldır. Bu yüzden modernleşme ilerledikçe dini aynı ölçüde gerileyeceği varsayımı tamamen yanlış olmasa bile, ciddi biçimde sorgulanmalı ve tartışılmalıdır. Bu nedenle, Türkiye gibi bir ülkedeki dini uyanış, güçlenen gerici hedeflerin(yenilenme) bir belirtisi olarak ele alınmamalı, daha ziyade, modernleşme sürecini kendisi tarafından dayatılan varoluş sorunlarına

65 yanıt bulmaya yönelik bir girişim olarak değerlendirilmelidir(Özdalga, 2006: 61).İslamcılar ve Kemalistler arasındaki çekişme aynı zamanda, 1950’lerden günümüze, liberallerin kamusal alanın somutlaştığı yer olarak gördükleri parlamentoda da sürer.Bu nedenle Ocak, Türkiye’deki siyasi partilerin gelişmiş Batılı ülkelerde olduğu gibi yalnızca siyaset ve ekonomik tercihler temelinde değil, Batılılaşmacı ve gelenekselci kimlikler ve bunların ideolojik tercihleri temelinde de oluştuklarını ve bu tarihlerden itibaren Türkiye’nin, siyasal alanda bu iki kimliğe referans veren partiler arasında şiddetli iktidar mücadelelerinin yaşandığı bir ülke olduğunu söyler(2009: 115).Modernleşmeyle birlikte devlet, dini özel alana hapsetmek istese de dinin toplumsal hayatta oynadığı rolün yerine yenisini koyamamıştır. Bu başarısızlık sonucu, kamusal alanın ilkeleri, aslında büyük ölçüde gelenek ile saptanmaya devam etmiştir. Alan Duben, Türkiye’de Batılı anlamda bir kamu ahlakının hiçbir zaman tam olarak yerleşmediğini, sivil toplum kodlarının, sosyal hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmediğini söyler. Tersine, eski patrimonyal, kişiselci kodlar, günlük yaşamdaki etkilerini kamusal alanda bile önemli ölçüde sürdürmüştür. Adalet, toplumsal güvenlik, kişiler arası beklentiler ve karşılıklı samimiyete dayanan bu eski enformel sistem, hukukun girmediği ya da giremediği alanlarda, günlük faaliyetlerde geçerliliğini sürdürmüştür(Duben, 2006: 87). Orta ve üst gelir grubuna mensup ailelerdeki yakın akrabalar, çok önemli kararlara ortak olmakta ve şahsi meselelerde birbirlerinin desteğini aramakta ve tavsiyesine başvurmaktadırlar. Kamusal alanda birbirlerine yardımcı olmak için bireysel olarak veya birlikte sahip oldukları toplumsal varlıklarını, kişisel ve siyasi bağlantılarını sürekli olarak kullanmaktadırlar. Kamusal alanda bir işin halledilmesini sağlamak için başvurulacak ilk ve en makul yol, kişisel ilişkilerin gerektirdiği yükümlülüklerden yararlanmaktır(Duben, 2006: 88).

Bireyler sivil toplum ahlakı diye nitelendirebileceğimiz alternatifler yerine, akrabalık sistemi içinde uzun bir tarihsel gelişmeyle kök salmış bu akrabalık koduna göre etkileşimde bulunmaya devam etmişlerdir. Duben, bu noktada, Türkiye’de belirli akrabalık terimlerinin, gerçek akrabalık durumu dışında da çok yaygın olarak kullanılmasının nedenleri üzerinde durur. Kabaca aynı toplumsal sınıfa mensup bireylerce kullanıldığında bu terimler, gerçek akrabalık sisteminde olduğu gibi yaş ve statü farkına işaret etmektedir. Farklı sınıflara mensup kişilerce kullanıldığında ise,

66 yaş farkı dikkate alınmaksızın, toplumsal sınıftan kaynaklanan statü farklarına işaret edilmektedir. Bu terimler farklı cinsiyetlere mensup kişiler arasında da sık sık kullanılmaktadır. Birbirlerini pek tanımayan veya birbirlerine tamamen yabancı olan erkek ve kadınların da karşılıklı hitap şekillerinde belli akrabalık terimlerine başvurması yaygın bir durumdur. Kır ve kasaba kökenli ya da alt sınıfa mensup erkeklerin, bu bağlamda çok sık kullandıkları bir terim yengedir. Bu terimi kullanan erkek, gerçek yengesi karşısında hangi ahlaki ve cinsel kodlara uyuyorsa, onlara uyacağını belirtmiş olur… Bu terminoloji, gerçek akrabalık ortamı dışında kalan kamusal alanda, bu tür bir akrabalık ahlakını anımsatmak amacıyla veya mevcut durumda mümkün olduğunca onu taklit etmek için kullanılır. Çünkü kamusal alandaki ilişkilerin dayanacağı başka toplumsal kurallar çok yaygın değildir. Bu strateji ise bazen işe yarar bazen de yaramaz(Duben, 2006: 96). Modern kamusal alan, devlet ve sivil toplum alanından bağımsız, seküler ve politika üstü bir alan idealiyle kurgulanır. Oysa Türkiye’de, kavramın ilk tartışılmaya başlandığı Tanzimat döneminden günümüze kadar kamusal alan ve devlet alanı özdeş görülürken, 1980’li yıllardan itibaren yapılan tartışmalarda sivil toplum alanı da kamusal alan kavramıyla yer değiştirilebilirmiş gibi bir kullanım dili ortaya çıkmıştır. Mahçupyan, kamusal alan sözcüğünün Türkiye’de ikili bir kıskaç altına alındığını söyler. “Modernist anlayışla kamusal alanı tanımlayan anlayış; kamusal alanı, ‘modern’ olanın yaşandığı, kendini dışa vurduğu yer olarak tanımlar. İnsanların mahremiyetlerinde cereyan eden olay ve ilişkiler ne olursa olsun; aynı şekilde zihinlerindeki dip akıntılar ne söylerse söylesinler, bunlar ortak yaşam alanlarına girmediği sürece modernliği yıpratmaktan uzak kalır, bu tür aykırı biçim ve taleplerin kamusal alanın dışında tutulması, modernliğin bir savunusuna dönüşür”(Mahçupyan, 1998–9: 25). Kamu, kamuoyu gibi kavramların tartışılmaya başlaması 19. yüzyıl Tanzimat dönemiyle birlikte devletin yıkım sürecini durdurabilmek için başlar. Yani burada kamusallık, batıda olduğu gibi, burjuvazinin sınıfsal zemini oluşturduğu bireysel hak ve farklılık taleplerinin özgürce tartışıldığı bir alan olarak görülmez. Türkiye’deki kamusallık tartışmalarında ne sınıfsal bir dayanak ne de bireysellik vurgusu vardır. Cumhuriyetin ilanının ardından da kamusal alan modernliğin alanıyla özdeş olarak kurgulanır ve modernliğin taşıyıcısı devlet

67 olduğu için de devlet ve kamusallık fikri birbirinden ayrılamaz. Mahçupyan’ın Türkiye’deki kamusallık ile ilgili bahsettiği ikinci kıskaçsa modernlik karşıtı hareketlerin kamusal alan tanımlamalarıdır. Bu anlayışa göre; “gerçek kamusal alan Batı’da değil bizdedir; çünkü Batı modernitesi kendisine yeten bir birey tanımıyla ve bireyi kendi kendisinin ölçüsü haline getirmekle kamusal alanı dışlamakta, onu sufli bir Pazar veya mesire yerine çevirmektedir. Oysa bizim geçmişimiz bireyi toplumun önüne geçirmeyen bir kültüre dayanmakta; toplumsal ilişkiler sadakat, yardımseverlik gibi hasletler etrafında bütünleşmekte; böylece gerçek bir kamusal alanın önü açılmaktadır”(Mahçupyan, 1998–9: 27). Kırık, Osmanlı’dan günümüze Türkiye’de kamusal alanın geleneksel cemaatçi kamusallık düşüncesiyle şekillendiğini söyler. Kırık’ın tanımlamasıyla “geleneksel cemaatçi kamusal alanlarda bugün ulaşılan kamuoyu, aslında geçmişte şekillenmiştir. Geleneksel toplumda ortak anlama, birey düzeyinde sosyalleşme çerçevesinde oluşmuştur. Geleneğin içindeki normlar ve değer yargıları, bir kuşaktan diğerine aktarılma yoluyla, bu geleneğin üyelerinin şeyler hakkındaki bakış açılarını belirler. Burada, ortak anlama, bir “pasif kabullenme” sorunudur”(Kırık, 2005: 94). Dolayısıyla, bu kamusallık anlayışında, özgürlüklere, bireyselliğe fazlaca yer yoktur, heterojen değil homojen bir kamusallık hedeflenir ve hak söyleminin yerine yükümlülük söylemi geçer. 1980’li yıllarda, piyasa ekonomisine geçişle birlikte devlet merkez konumunu yitirmiş, bireycilik, sivil toplum hareketleri, kimlik politikaları güç kazanmıştır. Dergi, gazete sayısında hızlı bir artış yaşanmış, özel televizyon yayıncılığı başlamıştır. Bu dönemde, zaman algısı da farklılaşmış geleceğe değil bugüne odaklanılan bir dönem başlamıştır. Bu değişim Türkiye’nin özgül koşullarıyla ilgili olduğu kadar dünyada yaşanan değişimlere de koşut giden bir süreçtir. Laçiner’in de belirttiği gibi; “Türkiye 1980’li yıllara girerken, dünya ölçeğinde de modern çağdan çıkılıp postmodern çağa geçildiğine ilişkin bir genel kabul vardır. Her ne kadar bu tespit, modernleşmesini “tamamlamış” toplumlar için geçerli denilse de; modernleşme sürecine girdiklerinden beri bu “ileri” toplumların etkisi, müdahale ve yönlendirmesi altında olan Türkiye gibi periferik ülkeler bu, değişime zorlayıcı “dış” etkene bu kez postmodernist öğelerle de takviyeli olarak maruz kaldılar”(Laçiner,

68

2001–2: 10). Laçiner 1980 sonrası Türkiye modernleşmesinin geldiği noktayı anlayabilmek için bu postmodernleşme sürecinin de dikkate alınması gerektiğini vurgular. “Çünkü 1980’lerde –deyim yerindeyse- tarihin akışı hızlandığı gibi; geçmişte dünya ekonomisinin metropolleriyle periferisi arasındaki faz farkları kimi alanlarda adeta sıfırlanmış, örneğin Batı’da postmodernizmi ivmelendiren, bilimsel- teknolojik gelişmeler ve ürünler, yaşam tarzına ve popüler kültüre ilişkin formlar neredeyse eşzamanlı olarak Türkiye gibi ülkelerin hayatına dâhil olabilir hale gelmiştir”(Laçiner, 2001–2: 10). Göle’ye göre; Türkiye’de yaşanan bu durumun yarattığı en önemli değişim, değişim kavramının kendisinin de değişime uğraması, zaman kavramı bugüne indikçe değişimin ilericilik bilincinden modernist bilince doğru evrilmesidir(Göle, 2002: 7).Tek sesliliğin son bulması bir özgürlük söylemini beraberinde getirmiştir.

“Türkiye 1990’lı yıllarda yaşamı, gerçekliği olduğu gibi, en çıplak haliyle yakalamaya girişmiştir. Mahremiyeti, sessizliği, gizemi bozdukça özgürleşeceğine inanmaktadır. Medya talk showlar, reality showlar, canlı yayınlarla gerçek yakalanabilir, anlaşılabilir ilüzyonunu vermektedir. Türkiye gerçeği, itiraf, kan ve kavgayla bulacağının medyatik büyüsüne kapılmıştır. Türkiye resmi devlet dilinin yasaklarından samimiyetçi, mahremiyet sınırı tanımaz bir teşhirciliğe geçmiştir. Kameralar artık devleti daha az, hayatı daha çok kovalamakta, yakın görüntü üzerine çalışmaktadırlar. Bir yandan da konuşulmaz olanlar seslendirildikçe, görünmez görüntülendikçe, tabular yıkılmakta, yasaklar kalkmakta ve birbirini dışlayan birbirine yabancı kesimler bir araya gelmektedirler. Ancak bu biraradalık henüz ayrı ayrı çıkan seslere notalara yeni bir harmoni kazandıramamıştır”(Göle, 2002: 9)

Söz patlamasının, Türkiye’de baskının en yoğun yaşandığı dönemlerden olan 80’li yıllarda ortaya çıkmasının ilk bakışta çelişkili gibi görünebileceğini söyleyen Gürbilek, bu durumu şöyle açıklar:

“Her baskı dönemi insanları ister istemez içe kapanmaya, mahremiyete çekilmeye zorlar. Ama 80lerin farkı buradaydı. Bu döneme damgasını vuran bu tür içe çekilme değildi aksine dışa patlamaydı… Kuşkusuz bir özel hayat endüstrisinden söz etmek mümkün. Bütün diğer alanlar gibi öznelliğin alanı da bir kez kitle iletişim araçları tarafından kuşatılınca bundan bazı mesleklerin çıkması kaçınılmaz… Ama bu süreci yalnızca

69

Pazar arayışıyla, bir endüstriyle açıklamak mümkün değil. Çünkü bütün bunlar bir özgürleşme siyasetiyle birlikte var oldular… İnsanlar bunda bir özgürleşme vaadi bulmasalardı, öznelliğin alanı bu endüstriye bu kadar kolay açılmaz, medya bu kadar başarılı olamazdı”(Gürbilek, 2007: 55).

Hem Gürbilek hem de Göle’nin işaret ettiği gibi; 1980 sonrası, ülkede yaşanan neoliberal dönüşüm süreciyle ortaya çıkan ve realite şovlar aracılığıyla uç noktaya ulaşan söz patlaması, bir özgürlük vaadi sunar. Bu durum, realite şovlar üstüne Batılı tartışmaların, kamusal alanın politik işlevinden uzaklaşması konusuna odaklanmasının aksine, batı dışı modernliklerde, programların politik anlamına işaret eder. 1990 yılına kadar devlet tekelinde olan yayıncılık aracılığıyla, konuların, olayların, sadece devletin görmelerini/ duymalarını istediği kadarının ekrana yansıdığının, ‘makbul vatandaş’ tanımına uymayanların bu yayıncılıktan dışlandığının farkında olan izleyici, özel televizyon yayıncılığının başlamasıyla birlikte ilk kez kendi otantik ve dolaysız görüntüsüyle karşılaşmıştır. Yeni yayıncılık anlayışı ve yeni program türleri bu yüzden Türkiye insanına kendini bir ‘özgürlük vaadi’ .olarak sunabilmiştir. Yani, Türkiye’de gerçeklik programlarının başarısı politik gelişmelerle yakından ilgilidir. Bu durum sadece Türkiye için değil özgürlük ve demokrasi sorunu yaşayan başka ülkeler için de geçerlidir. Örneğin; Kraidy, Arap toplumunda Al-ra’is, Arap Star Academy gibi gerçeklik yarışmalarını destekleyen liberallerin yazılarından örnekler vererek programların tartışılma biçiminin ülkenin politik özellikleriyle olan ilişkisini ortaya koyar. Arap medyasında çıkan liberal bir yazar “Araplar uydu televizyonları bizi oy vermeye kışkırtıncaya kadar, oy verme konusunda, hilelerden dolayı çekimserdi. Arap izleyici oy verme konusunda takıntılı hale geldi çünkü oylama sonuçları ABD’deki seçim sonuçlarına benziyordu. Arap seçimleri gibi değildi, hiç kimse %99.99 oranında oy almıyordu” değerlendirmesini yapar. Programları onaylayan bir başka liberal yazı da ise gazete yazarı; “bir televizyon programı ahlaki değerlerimizi çöküntüye uğratabiliyorsa ve çocuklarımıza kötü şeyler öğretebiliyorsa biz ne kadar da saldırıya açığız. Eğer toplumumuz bu kadar zayıfsa televizyon programlarını kaldırmak için her türlü nedenimiz var, kapılarımızı ve pencerelerimizi kapatıp evimizde oturalım” der ve okurlarıyla bir anekdot paylaşır. “Star academy izleyicisi ve 3 çocuk annesi bir kadın bana dedi ki

70 bunun aptal bir program olduğunu biliyorum ama çocuklarımızın biraz eğlenceye ihtiyacı var. Toplum onlara bu olanakları sağlamıyor, boş zamanlarında ne yapsınlar? Kulübe gidebilirler mi? Halk kütüphanesine gidebilirler mi? Hayır. Gençlerimize ne veriyoruz? Doğru rehberlik ve enerjilerini harcayabilecekleri mekânlar hariç her şey. Star Academy’i yasaklamak sorunlarımızı bitirecek mi? Ütopik bir topluma mı kavuşacağız?”(Kraidy, 2010, 102). Her iki gazete yazısının da ortaya koyduğu gibi gerçeklik televizyonu ülke politikalarını eleştirmek ve bu politikalara alternatifler yaratmak için bir zemin sunabilir. Bu özgürlük söyleminin her zaman gerçek anlamda bir özgürleşme, bireyselleşme ve sivilleşmeye işaret ettiği söylenemez. Liberalizm, kolektif hayal gücünü katı, resmi ve bürokratik sınırlamalardan özgürleştirdiği ve bireysel girişimciye alan açtığı için Türkiye’de kabul görmüştür. Ancak ahlaki öncüllerin, sağlam kurumların, kanunların ve düzenlemelerin olmaması nedeniyle liberalizm, toplumsal uçurumları, eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri derinleştirmiştir. Liberalizm herkesin başıboş kalması olarak anlaşılınca, anarşik bireycilik, hedonist tüketicilik ve keyfi modernizm anlamına gelmeye başlamıştır. Liberalizmin bu şekilde yorumlanmasıyla oturmuş bir vatandaşlık tanımı, kentli davranış biçimleri, meslek etiği, girişimcilik ahlakı, kurumlar ve düzenlemeler gibi önemli etkenler göz ardı edilmiştir(Göle, 2002: 77).

Liberalleşme sürecinin, entelektüel ve tarihsel arka plandan yoksun oluşu, bu süreçte yaşanan dönüşümlerin de geleneğin anlam dünyası içinde anlamlandırılmaya ve tartışılmaya devam etmesi sonucunu doğurur. Realite şov, özellikle tez kapsamında incelenen evlendirme programları üzerine siyasilerin, bürokratların, gazetecilerin vs. yaptıkları tartışmaların, kadın ve aileyi merkeze aldığı ve ‘bize ne oluyor’, ‘toplum nereye gidiyor’ sorularıyla özetlenebilecek moral bir panik, ortak bir kaygı taşıdığı dikkati çeker. Şovlara dair ifade edilen bu kaygılar, siyasilerin, bürokratların, gazeteci ve yazarların yani toplumun farklı kesimlerinden insanların şovlara yönelttiği bazı zamanlarda hakarete varan eleştiriler, Kraidy’nin, batı dışı modernliklerde batılı tartışmalardan farklı olarak kamusalın özel tarafından işgalinden ziyade yeni bir kamusal tartışma başlattığı tezini destekler. 2000’li yılların başlarında ilk kez yayımlanmaya başlayan aile içi sorunların ele alındığı televizyon programları üzerine, Nedim Hazar, bu programların sayısının ve programlara olan rağbetin gittikçe artacağına, henüz yeni bir format olduğu için

71 tehlikenin farkına ileride varılacağına dair ‘Açık Hayat Ameliyatları’ başlıklı bir yazı yazar:

Şimdilik 2 (yazıyla iki) adetler. Reyting sıralamasında 50’nin altındaydılar; ama yaz sonlarına, tatile girmeye yakın izlenme oranları arttıkça arttı. Televizyonculuk açısından bakıldığında inanılmaz karlı bir iş üstelik. Masraf yok, yorulma yok, bilmem ne yok. Dolduruyorsun stüdyoya bir sürü ev hanımı, mahalle teyzesini, hele arada bir de çenesine vurmuş yaşlı yengeler, dayılar denk gelirse ardı ardına birkaç programa çıkarıveriyorlar. Geçici halk starlığı gibi bir şey oluyor anlayacağınız. Stüdyo dolusu ev hanımı, problemli genç kız, psikolojisi bozuk evli-dul erkek ile başlanıyor hayatlar masaya yatırılmaya. Şimdiye kadar bir tanesinde bile bir uzman, aklı başında bir adam görmedim bu tartışmalar yapılırken. Aile içi şiddet mi dersiniz, ensest ilişkiler mi, taciz mi… Ne ararsanız var. Problemli yaşamlar, sorunlu ilişkiler havada uçuşuyor. Konunun taraflarına bazen gözdağı verilerek, bazen kendi rızasıyla telefona bağlatılıyor. Reytingleri ilk 20’ye (yazıyla yirmi) kadar ulaştı. Bu gidişle daha da tırmanacaklar. Çünkü gizli bir merak gıdıklama, başkasının hayatını röntgenleme hazzı da veriyorlar. ‘Vay be hanım baksana, ne insanlar, ne aileler, ne gelinler, damatlar, kayınbiraderler, kaynanalar, eltiler, bacanaklar vs. varmış!’ durumları. Konuya bir cümle ile değindiğimde bir okurun aynı mevzudaki yarasına dokunmuşum. ‘Kırk yıllık evli dedem ile babaannemi bile birbirine düşürdü bu programlar’ diyor okurumuz. ‘Sus bey konuşma, yoksa ben de Serap Hanım`a telefon açıp, yıllardır çektiklerimi, bana ettiklerini birer birer anlatırım’ diye tehdit ediyormuş yaşlı teyze. Şimdilik sayıca azlar. O yüzden tehlikenin boyutunu fark edemiyoruz. Yapanlar bile -eminim- zaman zaman ‘biz ne yapıyoruz yahu?’ diye sorgulasalar da kendilerini, nihayetinde faydalı bir iş yaptıklarına inanıyorlardır. TV kanalı derseniz, onlar da bu kadar ucuza bu kadar reytingi nereden bulacaklar? Nasıl olsa iğdiş edilen de kendi yaşamları değil! Âcizane tahminlerimize göre bu yayın sezonunda rağbet biraz daha artacak bu tür programlara. Bir iki tane daha Yasemin Hanım ile Serap Hanım bulunacak. Şehirlerden kasabalara kadar inmişlerdi, şimdi en ücra köylerdeki yaşamlara bile uzanacak, oradaki yaşamları da yarıp açacaklar. Sonra ülke olarak başına çöreklenip ‘vay be!’ diyeceğiz… Bir tutam falanca hanımın sorunu, sonra bir doz feşmekanca beyin problemi! Başlarda insan `yapılan şey galiba faydalı’ diye içinden geçirse de, işin içyüzünün öyle olmadığını kısa sürede kavrıyorsunuz. Sunucu hanımlar olağanüstü dikkatli ve saygılı oldukları halde zaman zaman bu bunalım ortamında kendileri de ne yaptıklarının farkına varamıyorlar. Mesela problemli bir kızı, ağzından gayr-ı ahlaki bir şey (ki kız aile içi cinselliği anlatıyor yani!) kaçırdı diye, stüdyodan dışarı kovabiliyorlar canlı yayında. Şimdi o kovulan kızın halini bir düşünün bakalım. Şüphesiz ibret alınacak öyküler, şüphesiz insanı etkileyen hikâyeler; ancak bütün bunların televizyon yayınında milyonlarca insanın gözleri önünde cereyan etmesi acayip derecede rahatsız edici. Bir psikiyatristin, ruh doktorunun muayenehanesinde olması, konuşulması gereken şeylerin TV stüdyosunda olması sadece rahatsız edici değil, tehlikeli de… Yanlış anlaşılmasın Serap Ezgü ya da Yasemin Bozkurt hanımefendileri rencide etmek gibi bir niyet taşımıyor bu yazı. Şüphesiz onlar azami hassasiyetle işlerini yaptıklarına inanıyorlar. Ve sanırım ortaya yatırılıp iğdiş edilen kendi yaşamları olmadıkça da bunda sakınca görmeyecekler. Bu hamur çok su götürecek gibi…6

Programlara dair ilk eleştirilerden biri olan Hazar’ın yazısını çok sayıda başka yazı ve eleştiri takip eder. Bu eleştirilerin ana ekseninde ‘kadın’ vardır. Çünkü batı

6 Zaman gazetesi, 30.08.2004

72 dışı modernliklerde, modernleşirken kimliğini de muhafaza etme mücadelesi kadın kimliği üzerinden yürütülür ve realite şov tartışmaları da bu çatışmanın bir uzantısıdır. Televizyonun, kamusal/özel alanların ve bu alanlardaki toplumsal cinsiyet temsillerinin geleneksel normlarını dönüştürücü etkisi ve bu değişim karşısında yaşanan tedirginlik, ‘kadın eksenli’ yeni bir modernlik tartışmasını tekrar alevlendirir. Bu yüzden, programlara yönelik eleştiriler kadın sorununun tarihsel arka planı bağlamında tartışılacaktır.

2.3. Kadınlık Temsillerinin Dönüşümü: ‘Kızların Sessizliği’nden ‘Kadının Sesi’ne

Dinsel inanç sistemlerinin temelinde, yaşamı yaratan kimdir? sorusuna verilen yanıt yatar. Yaratma, hem bir şeyin yoktan var edilmesini, hem de soyun yeniden üretilmesini kapsar(Berktay,1996: 35). Tektanrılı dinlerde yaşam sadece tek bir varlık tarafından yaratıldığı için, bu sembolik anlamın yeryüzündeki yansımasında da, yaratma eylemi Tanrı ile arasında yapısal bağ olduğu düşünülen erkeğe atfedilir. Erkek de tıpkı Tanrı gibi menisi sayesinde var eder. Kadın rahmi ise meniyi içine alan ve başkasına ait bir varlığı içinde taşıyandır. Dolayısıyla da kadının doğumdaki rolü erkeğe ait olanın taşıyıcısı olmakla sınırlandırılır ve kadın, yaratma eyleminin pasif öznesi olarak konumlandırılır. Tohum ve toprak metaforu bu durumun bir özetidir. Berktay, toprağın insanların ihtiyacı olan her şeyi sunan dişil madde olduğunu; dolayısıyla da toprağın kadın bedeni için, kadın bedeninin de toprak için bir metafor olduğunu söyler. “Ataerkil sistemlerde, toprağın Ana Tanrıça ve onun cisimleşmesi olan kadınla kurulan olumlu ve kuşatıcı anlamı kaybolurken, bunun yerini toprağın ve kadın bedeninin cansız madde ile özdeşleştirilip yaratıcılıktan yoksun bırakılması alır. Bunun sonucunda ise, bir zamanlar her şeyin yaratıcısı olan toprak(ve kadın bedeni) sonradan yalnızca erkeğin can veren tohumunu taşımaya yarayan bir araca dönüştürülür”(Berktay, 1996: 58). Kuran’da yer alan “kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlalarınızı dilediğiniz gibi sürünüz” ayeti erkeğin dölleyen kadının ise pasif taşıyıcılık rolünün göstergesidir. Delaney, burada tarla ve toprak arasındaki

73 ayrıma dikkat çeker. “Tarla topraktan yapılmıştır ama toprak her zaman bir tarla değildir. Tarlayı topraktan ayıran şey, sahibi tarafından tanımlanmış, sınırları çizilmiş ve kapatılmış olmasıdır. Bunlar olmadan tarlayı herhangi bir topraktan ayırt edecek hiçbir şey yoktur”(Delaney, 2009: 58). Kadın da tıpkı tarla gibi kapatılır, sınırları çizilir ve sahibi tarafından korunur. Kadını korumak tohumu korumanın da güvencesidir. Kadının denetlenmesini, korunmasını sağlayan en etkin mekanizma öncelikle bekârettir. Bekâret kadın cinselliğini ve bedenini denetim altına alır ve bu sayede erkek kadını kurar. Blank’ın işaret ettiği gibi, bakire küçük bir kızın cinsel anlamda arzulu gerçek bir kadına dönüştürülmesi için gerçek bir adama ihtiyaç vardır ve kadın buna minnettardır. Kadınla yatan ilk kişi olduğu için adam kelimenin tam anlamıyla kadını yapar. Bekâretini kaybeden bir kadın kendi kişiliğine olan erişimi üzerindeki hâkimiyetini kaybeder: Artık sahip olunmuştur. Öte yandan bekâretini kaybeden bir adam hâkimiyet kazanır(Blank, 2008: 290). Kadının duygusallık erkeğin ise rasyonellik ile ilişkilendirilmesi, kadının dışarıya açık deliklerinin olması kadın bedenini açık bir bedene dönüştürür, açık beden kendini koruma gücüne sahip değildir bunun için de bu bedenin erkek tarafından kapatılması gerekir. Kadının kapalılığı erkeğin namusuyla ilişkilidir. Kadın evleninceye kadar bekâretini koruyarak babasının, evlendikten sonra ise kocasına sadık kalarak, kamusal mekânlarda ona uygun görülen cinsel davranış normlarına uyarak, giyimine, konuşmasına özen göstererek kocasının namusunu korur. Delaney’in işaret ettiği gibi, “kadın bedeninin içine nüfuz edilmesinin ve kirletilmesinin en uç noktası, cinsel ilişkidir. Cinselliğin kadının içinde, erkeğin dışında gerçekleştiği söylenir. Meni, adet kanı gibi, kirleticidir ama farklı bir şekilde. Bir erkek menisiyle hem özdeşleştirilir hem de ondan ayrıdır. Menisini kadının içine attığı gibi, diğer tüm kirliliğe ilişkin görüşleri de kadının üstüne atabilir. Meni erkeğin kimliğinin özünü taşıdığı için, erkekten ayrılıp kadının içine silinmez bir iz bırakır; öyle bir iz ki ne kadar yıkansa çıkmaz”(Delaney, 2009: 63). Cinsellikle kirlenmek sadece kadın içindir, erkek cinsel ilişki esnasında kadından öz almadığı için kirlenmez. “Kadın cinselliğinin denetim altına alınması bireysel değil aile, toplum, din ve devlete kadar uzanan kolektif bir süreçtir. Anne- babalar, kardeşler, yakın ve uzak akrabalar ve hatta komşular ergenlik sonrasında kızların davranışlarını yakından izler, cinselliklerini denetleme

74 işinin kızların kendilerine ait olmadığı fikri zihinlerine iyice yerleştirilir”(Kandiyoti: 80). Kamusal ve özel alanları en ince detayına kadar tasarlayan bir din olan İslam, kadın cinselliğini günah kılmaz ancak onu evliliğin meşru sınırlarına çeker. Uluslaşma süreci de, dinin cinselliğe ilişkin sembollerini sekülerleştirerek sürdürmeye devam eder. Ulusa ait kavramların aile metaforuyla temsil edildiği milliyetçi ideolojilerle toplumsal cinsiyet arasında sıkı bir ilişki vardır. Nagel’in ifadeleriyle; “ulus, kadınların ve erkeklerin doğal rollerini oynadıkları, başında erkek bir reis bulunan bir ailedir. Kadınlar milliyetçi hareketlerde ve siyasetlerde tahakküme uğrarken ulusun anneleri olarak merkezi bir sembolik yer işgal ederler. “Baba yurdunun anaları” olarak yüceltildikleri için, namusları lekesiz olmalıdır; bu nedenle, milliyetçiler genellikle kadınların cinselliğine ve cinsel davranışlarına özel bir önem verirler. Gelenekçi erkekler, kendilerini ailenin ve ulusun koruyucuları olarak görürlerken, kadınların da ailenin ve ulusun namusunu temsil ettiğini düşünürler: Kadınların utancı ailenin utancıdır, ulusun utancıdır ve erkeğin utancıdır”(Nagel, 2004: 84). Yani erkekler artık yalnızca kendi ailelerindeki kadınların değil büyük aileleri olan ulusun kadınlarının ve aynı zamanda da Najmabadi’nin tanımlamalarıyla ‘sevgili ve ana olarak erotik vatanlarının(Najmabadi, 2004) da namusunu koruyacaktır. Kökleri İslam düşüncesinde bulunan namus kavramı, milletin dinsel bir cemaatten ulusal bir cemaate dönüşmesiyle birlikte dinsel anlamından koparılarak ulusal bir anlam kazanmış, cinsel namus ile ulusal namus, karşılıklı olarak birbirlerinin oluşturucusu olmuştur(Najmabadi, 2004: 131–2). Kadın ulusun biyolojik, kültürel ve sembolik yeniden üreticisidir. Bu durum batı dışı modernliklerde kadının kamusal ve özel alanlardaki davranış ilkelerini belirler ve genel olarak da kamusal ve özel alan arasında ayrım olduğunu vurgulayarak bu alanları cinsiyetlendirir ve farklı konumlandırır. Yuval- Davis’in vurguladığı gibi, dikotomik özel/ kamusal kurgusu içinde özel ve kamusal alanlar hem kültür hem de cinsiyet belirlenimlidir(2007: 114). Hindistan örneği üzerinden Batılı olmayan milliyetçi söylemi analizinde Chatterjee, bu söylemin maddi/manevi ayrımını yoğunlaştırarak dışarıdaki alan ve iç alan arasındaki benzer ancak ideolojik anlamda çok daha güçlü bir ayrıma dönüştürdüğünü söyler. Milliyetçi yazarlar maddi

75 alanın bizim dışımızda olduğunu, dışarıdaki alanın bizi etkileyen, koşullarımızı belirleyen ve kendisine uymaya zorlayan bir harici unsurdan ibaret olduğunu ileri sürmekteydi. Son tahlilde maddi alan önemsizdir. İçimizde yer alan manevi alan ise kendi gerçek benliğimizdir, hakikaten özsel olan odur. Chatterjee’ye göre bu 19. yüzyıldaki netameli sorunların çözülmesi için milliyetçiliğin sunduğu anahtardır. İç alan/ dışarıdaki alan ayrımının somut gündelik hayata uygulanması toplumsal sahayı ev ve dünya alanlarına ayırmaktadır. Dünya harici olandır, maddinin alanıdır; ev ise kişinin içindeki manevi benliği, kişinin gerçek benliğini temsil etmektedir. Dünya aynı zamanda erkeğin alanıdır. Ev ise özü itibariyle maddi dünyanın kutsal olmayan faaliyetlerinden uzak tutulmalıdır ve kadın evi temsil etmektedir. Chatterjee böylelikle toplumsal alanın ev ve dünya olarak ayrılmasına karşılık gelmek üzere toplumsal rollerin cinsiyetlerle eşleştirilmesine ulaştığımızı söyler(Chatterjee, 2002: 202). Evin dışındaki hayatın koşulları ne kadar değişirse değişsin, kadınlar özü itibariyle manevi(yani kadına özgü) erdemlerini kaybetmemelidir; başka bir deyişle, kadınların özü Batılılaşmamalıdır. Chatterjee bu noktadan hareketle, erkeklerin ve kadınların maddi ve manevi erdemlerine karşılık gelen toplumsal rolleri arasındaki zaruri ayrımın her zaman muhafaza edilmesi gerektiği düşüncesine ulaşıldığına dikkat çeker. Ulusun modern dünyasında, kadınların Batılılaşması ile erkeklerin Batılılaşması arasında belirgin bir farklılık olması gerekecektir(Chatterjee, 2002: 211). Benzer bir süreç Kemalist modernizasyon projesi için de geçerlidir. Kadınlar bir yandan kamusal alanda modern kıyafetleri ve meslekleriyle görünürlük kazanarak batı uygarlığına ait olunduğu imajını yayarlar, hane içini –ev içi yeniden üretimi- batılı değerlerle yeniden inşa ederler bir yandan da kamusal ve özel alanlarda milli kültürün sürdürülmesi görevini üstlenirler. Hem modernlik hem de modernlik karşıtı hareketler mücadelelerini kadın üzerinden yürütür. Modernleşmeci hareketler İslam kültürünün mahremini hedef alırken İslamcı hareketler de mahremin korunması için çaba harcayarak karşıt bir mücadeleye girişirler. Her iki durumda da kadının kamusal ve özel alandaki rolleri ve görünürlüğü bu çatışmanın eksenini kurar. Bunun için Göle, uygarlık değişiminin mihenk taşının yurttaşlık haklarından daha çok kadın hakları olduğunu söyler. “Müslüman kadın örtünerek kadın ve erkek arasındaki

76 ahlaki yasakları ve mahrem alanın dokunulmazlığını hatırlatır. Müslüman bir toplumda harem, kadın cemaatinin devamını ve cinsiyetler arası ayrışımı sağlar. Buna karşın cumhuriyet kadınları, peçeyi ve mahrem alanı terk ederek yeni bir uygarlık çemberine girildiğini ifade ederler”(Göle, 2002: 128). Ancak Kemalist modernleşmeciler, kadınların kendi yürüttükleri mücadelelerle kamusal alana çıkmalarına izin vermemiş hatta bu girişimleri engellemiş, yok saymıştır. Kadınların hakları, bağımsız birey hakkı olarak değerlendirilmemiş ulusun anaları ve batılı yüzünün temsilcileri olması açısından önemli görülmüştür. Modernlik ve batılılaşma tartışmalarının, kadının kamusal alandaki görünürlüğü ile kamusal ve özel alandaki rolleri üzerinden yürütülmesi ve kadının manevi özün taşıyıcısı olarak görülmesi günümüzdeki realite şov tartışmalarında da yansımasını bulur. Örneğin, yazar, kadın programlarının minicik bir sivilceyi toplumsal kangrene dönüştürdüğünü savunduğu yazısında ithal formatların bu ülke coğrafyasına uygun olmadığını yazar:

Kadın programların formatı `ithal` olduğundan bizim insanın coğrafyasına uygun düşmedi. Zira, `dışarıdan` yayın yapanlar, aile içi şiddeti tartışır. Ama burada tartışmaktan çok `silahla susturur.` Bu programlar aile içi şiddeti çözmek bir yana, daha da sorun haline getirdi. Artık kadın programları, TV stüdyosunu patlayan bombaya dönüştürdü. Hiçbir kadın programı sorun çözmedi, tam tersine, sorunu büyüttü. `Sorunu çözdük` diyenler yıllardır birbirini görmeyen aile fertleriydi. Ama aile içi problemler sorun yumağı olmaktan öte gitmedi. Kadın programları, rating getirdi. Peki, rating kime ne kazandırdı? Yapımcı ve sunucuya bol kazançtan başka? Hatta, kadın programları, kadınlara bile zarar verir hale geldi. Programlar, minicik bir sivilceyi, toplumsal kangrene dönüştürdü ve zarar verdi. Olan budur.7

Kadının Sesi tarzı programlara karşı eleştirilerin iyice yükseldiği bir dönemde Star TV’de yayın hayatına başlayan Ayşe Özgün’le Her Gün programının sunucusu Ayşe Özgün, Star gazetesine verdiği röportajda diğer realite şov formatlarını eleştirerek kendi farklılığını ortaya koymaya çalışıyordu. Türkiye’nin kadın programlarına büyük ihtiyaç duyulan bir ülke olduğunu söyleyen Özgün, uzun yıllardır yaptığı bu programlar sayesinde kadınları eğittiklerini, bilgilendirip bilinçlendirdiklerini böylece haklarını aramalarını sağladıklarını savunduğu röportajında diğer programlardan farklı olarak stüdyosunda hukukçulara,

7 Yeni Asya gazetesi, 20.05.2005

77 psikiyatristlere ve sosyal bilimcilere yer vereceklerini sıkıştıkları anlarda ‘muhakkak bilime ve hukuka sığınacaklarını’ açıklıyordu. Televizyona bakarak çıkarmamız gereken dersler olduğunu düşünen Özgün’e göre mevcut programların ülkeye hiçbir faydası olmadığı gibi bu programlar toplum yapısına zarar da veriyordu:

Türkiye’de inanın bana dramatik bir televizyon yapısı var. Ya kahkahadan yere yıkılıyor insanlar yahut gözyaşından yatağa düşüyor. Yani ikisi arasında bir tahterevalliye döndü televizyon programları. Bu ne Fransa`da, ne Amerika`da, ne İngiltere’de var, fakat Türk nüfusunun 35 milyon 226 bini erkek, 35 milyon 330 bini kadın. Kadınlar daha çok. 35 milyon 330 bin hanımın % 64’ü evde. Evde olan hanım, tabii ki haklı olarak, sıkıntısını gidermek için evde tv ekranına bakmaya başlıyor. Ve gerçekten onun duygusal alemini, doruklardan doruklara uçuran programlar yapılıyor. Bu programlar sayesinde, böyle heyecanlar yaşamamış, aşklar yaşamamış, belki de görücü usulüyle evlilik yapmış birçok hanım seyircimiz, bu programlardaki aşk çemberlerini kendileri yaşıyormuş gibi bir duyguya kapılıyorlar. O programlardaki kişileri aileden biri gibi kabulleniyorlar. Mesela Ata`nın annesini kendi kayınvalideleri gibi, kendilerini de Ata`nın beğendiği güzel genç kız gibi görüp, o kızın yapmadığı kavgaları yaparcasına abuk bir psikolojiye giriyorlar. Bu yanlıştır, bu ülkeye hiçbir fayda sağlamaz. Yalnız ekrana bağlar o doğrudur, reyting yapar. Ben doğru bulmuyorum.

Bu tür programlarla mücadeleyi bir ‘vatan vazifesi’ olarak gören Özgün, sosyal bir yara olarak nitelendirdiği programlara Türkiye toplumunun henüz hazır olmadığını ve topluma yazık edildiğini düşünüyor ve Türk toplum yapısına uymayan bu programlara karşı RTÜK’ü göreve çağırıyordu:

Türkiye`de RTÜK var. RTÜK de yetmiyorsa TV patronlarının buluşup, el birliğiyle and içmelerini istiyorum. Hiçbirimiz bu tür programları teşvik etmeyelim. Bu tür programlara bakıyorum; o ne sahneler öyle. Pembe pijamalar giyilmiş, ayaklar acayip bir şekilde yan tarafa atılmış. Fıstık yeşili örtüler üzerinde, rezil rüsva yatıyorlar. Sanki kamera yok, sanki tek başlarınalar veyahut dünyadaki en yakın kız kardeşleriyle beraberler gibi... Bu Türklüğe yakışmıyor. Ben bunu söylemek zorundayım. Ben istiyorum ki edepli yapın, bir şeyleri kontrol altına alın. Kameraları o yataklara sokmayın. Bir kere 15, 30 kişiyi toplumdan ayırır, bir yere kaparsanız, pavlov köpeklerine dönüyor. Özür dilerim, bu bilimsel bir tabirdir. Bilimsel araştırmalar için yılanlara, farelere yapıyorlar. Tamamen asabı bozulan insanların, bu reaksiyonları aslında çok normaldir. Bu sosyal bir yaradır. Ben bunun Türkiye ve Türk toplumu açısından hallolmasını arzu ediyorum, rica ediyorum. Yasemin Bozkurt, Ayşenur Yazıcı gibi ünlü televizyoncuların yaptığı programlar da çok tartışıldı... Hanımlar arası tartışma programları şarttır. Fakat bilgi birikiminiz ve donanımınız yeterse yapabilirsiniz. Çünkü; kırmızı çizgi çekilmesi gereken ifadeler vardır. Şayet siz onları hiç tanımaz, bunun çizgi olduğunu anlamaz ve orada da bir uzman bulundurup bunu sağlamazsanız, çok yanlış hareket etmiş olursunuz, nitekim bu olaylar bundan dolayı

78

gelişti. Ben hiçbir programımı uzmansız yapmadım. Dolayısıyla uzmanlar bizim frenlerimizdir. 8

Özgün’ün, programlarla mücadeleyi ‘vatan vazifesi’ olarak görmesi kadın, ulus ve milliyetçilik arasındaki ilişkiye işaret eder. Kadınların kamusal alanda kamera yokmuşçasına rahat davranışlar sergilemesini Türklüğe yakıştıramaz. Kadınlar arası tartışma programlarının gerekliliğine işaret eden Özgün, bu programların, kadınların kendi sesleriyle konuştukları programlar olmasından ziyade uzmanların kadın sorunu hakkında bilgi verdikleri eğitim içerikli programlar olması gereğini savunur. Erken cumhuriyet döneminde, Medeni Kanunu’nun kabulü, kılık kıyafet yasasında yer alan değişiklikler, kadınlara oy hakkının verilmesi, kadınların eğitim ve çalışma hakkı kazanması gibi faaliyetler kadınların konumunu Osmanlı’ya oranla bir hayli değiştirse de bu değişiklikler erkeklerin denetiminde kalması yönünde bir politika izlenmiştir. Kadınların kendi hakları için özgürce mücadele etmesine izin verilmez. Zihnioğlu’nun çalışmasında işaret ettiği gibi, Cumhuriyet Halk Fırkası, yasal/toplumsal uygulamalarıyla kamu ve özel alan ikiliğini kadınlar aleyhine oluşturdu; böylece kadın haklarının sınırlarını belirledi ve kadınlara bu sınırları “gönülden” kabul ettirmek için öncü kadınların ve örgütlerin üzerinde baskı uyguladı(Zihnioğlu, 2002: 23). Böylece kadınların kamusal alanda kendi sesleriyle konuşma, kendi adlarına mücadele etme imkânları ellerinden alındı.

Kendilerini bu tarihten sonra ideolojik olarak feminizmden çok Kemalizmle özdeşleştiren annelerimizin kuşağı, özellikle cumhuriyetin eğitim ve meslek gibi kanallardan görece seçkin konumlara gelmelerine olanak tanıması sonucu, feminizme sırt çevirdi. 1950’den 1970 ortalarına kadar kurulan kadın derneklerinin pek çoğu, bugün de sürdürdükleri, kazanılmış hakların özellikle laik devletin İslami bir düzene geri dönülmesine karşı sağladığı güvencelerin savunusuna öncelik verdi ve bunu, hemen her yıl, Cumhuriyet’in önemli günlerinde düzenlenen törenlerde Atatürk’e olan bağlılıklarını, kendilerine tanıdığı haklar için ona duydukları şükran borcunu ifade ederek dile getirdi. Böylece erkeği ailenin reisi olarak kabul eden Medeni Kanunun gerçekte cinsler arası eşitlik statüsünü olanaksız kıldığı, üzerinde hemen hemen hiç durulmayan bir konu haline geldiği gibi, özel hayatlarında karı-koca ilişkilerinde hüküm süren ataerkil ilişkilerin eleştirisi seçkin kadınların

8 Star gazetesi, 10.10.2005

79

gündeminden tümüyle çıktı. Onların gözünde Türkiye’de henüz eğitim olanağı bulamamış, onun için de yasaların tanıdığı hakları yeterince kullanamayan kırsal kesim kadınının hem üretimde hem evde çalışmak, ama hak ettiği saygıyı görememek gibi bir sorunu vardı. Kendileri ise kadının ezilmesi, erkeğe bağımlılığı gibi sorunların ötesindeydiler, bunları aşmışlardı: Onlar kurtulmuş kadındılar! (Tekeli, 2010: 29–30).

Cumhuriyetin bu ‘kurtulmuş yeni kadını’ yaratmada kullandığı en önemli kurum kız enstitüleridir. Kız enstitüleri üzerine yaptığı çalışmada Akşit, bu kurumların devletin, Ziya Gökalp’in fikirleri çizgisinde, batı medeniyeti ve milli kimliği bir araya getirme ve bu bileşime toplumsal zemin oluşturma girişiminin vücut bulmuş hali olduğunu söyler(Akşit, 2005: 143). Akşit, evin güçlü bir metafor oluşuna ve evin temizliğinin geçmişin temizliğine işaret ettiğine dikkat çeker ve evde uygulanan taylorizm gibi sanayi taktiklerinin, yeni bir tarihin yazılması için ideoloji üretiminin evlerde yapılacağı anlamına geldiğini savunur. İlk kuşak cumhuriyet kızları ulusal tarihi kendi tarihleriyle birleştirmeyi başarır-bir bakıma evlerini temizlerken kendi tarihlerini temizlemezler- ama bunu sessiz kalma pahasına yaparlar. Yazara göre, ilk kuşak cumhuriyet kızlarının anıları Osmanlı geçmişlerini, kendisini geçmişinden kopardığı ölçüde kuran yeni cumhuriyet deneyimleriyle birleştirmekteki güçlüklerin yol açtığı çelişkilerle doludur. Geçmişle bağlarını koparabilmek herkes için mümkündür ve bunu başarabilenler için seçkinliğin yolları da açılır(Akşit, 2005: 145,183–6). Özgün’ün kadın programlarına yüklediği misyon, bu tarihsel perspektifin içinden bir bakış sunar. ‘Kurtulmuş seçkin kadınlar’ ve profesyoneller ‘kırmızı çizgi’ çekilmesi gereken sınırları belirleyerek ve bilgi birikimini madun kadınlara aktararak onların da bu sınırlar için de özgürleşmesini sağlarlar.

“Acı Var mı Acı?” başlıklı yazısında Davut Şahin, bu programların insanların psikolojilerini bozduğunu, onları mutsuzlaştırıp, hissizleştirdiğini savunur ve mutluluğun formülü olarak Time dergisine referansla televizyon izlememeyi, pembe dizi müptelası olmamayı ve bekar kalmayıp evlenmeyi gösterir:

80

Başlıktaki bu ifade, Reha Muhtar`ın ünlü vecizelerinden bir tanesiydi. Bu söz, Türkiye`nin gündemine oturmakla kalmadı, kullandığımız `dil`e bile girdi. Peki Türkler acı sever mi? Bu sorunun cevabı, televizyon ekranında. `de Yasemin Bozkurt, TGRT`de Serap Ezgü`nün programlarına iki yeni program daha eklendi. İkisinin isimlerine dikkat: Yalnız Değilsin! Birini geçen hafta Kanal D`den ayrılan Ayşenur Yazıcı sunuyor atv`de.... Diğerini de şarkıcı `Güllü` Flash TV`de hazırlıyor. Bu isim benzerliği ilginç bir tevafuk. Ama ne önemi var, format aynı. Programın temel amacı, izleyenleri hayrette bırakmanın ötesinde kana kana ağlatmak. Dizleri döverek, `vah vah` dedirtmek. Ne yazık ki, tutuyor. Hatta, `nin `Evlere Şenlik` programında bile yer yer ağlatan cinsten dramlar ekrana geliyor. Programda hem göbek atıyorlar, hem de `hüzün` katıyorlar. Bu ne yaman çelişki. Bu programlar `umut` mu oluyor, yoksa umutsuzluk mu aşılıyor? Öyle ya, sürekli bunları izleyen insan, belli bir zaman sonra, duygusuz ve hissizleşiyor. Dikkat edin; program sunucularının bile psikolojileri bozuluyor, farkında değiller. Misal; Serap Ezgü, programa yeni başladığında gayet ciddi, vakur ve zengin Türkçesiyle dikkat çekiyordu. İlerleyen bölümlerde Ezgü`nün `dengesi` bozuldu. Programa katılanlar gibi o da agresif ve zaman zaman ne dediğini bilmeyen bir tavır içine girdi. Aynı psikoloji, Ayşenur Yazıcı`da da görülüyor (Yalnız Değilsin, atv). Şimdilik ortalığı sakinleştiren ve toparlayan bir üslubu var. Görün bakın, birkaç hafta sonra o da konuklarını azarlayan ve bağıran agresif biri haline gelecek. Yani, konuklarına benzeyecek. Peki, toplum olarak bu tür programlara mahkum muyuz? İlla söven, küfreden, canlı yayında kavga eden, ağlayan ve ağlatan insanları izlemek kaderimiz mi? Program izlerken, acı çekmek gibi özel bir zevkimiz mi var? Mutsuz olmak için elimizden geleni yapıyoruz. Sahi. Bu arada, Time dergisi, `mutluluğun dosyasını` yapmış. İleri yaştaki insanlar, gençlere şu formülü tavsiye ediyormuş: Televizyon izlemeyin. Pembe dizi müptelası olmayın. Bekar kalmayın, evlenin. Bu kadar basit formül için, şu kadar yazı bile fazla.9

Yasemin Bozkurt ile Kadının Sesi programına katıldıkları için dünürü olan aileye kurşun yağdıran ve damadını öldüren kayınpeder haberi üzerine yazdığı ‘Kaos Kültürü’ başlıklı yazıda Davut Şahin, programların işaret ettiği tehlike hakkında daha önce uyarıda bulunduğunu hatırlatır, baştan hata olarak gördüğü ekranlarda mahrem konuların konuşulmasının aile değerlerinin sarsıldığı bir toplumda kaos yarattığını iddia eder:

Biz söylüyor, yazıyorduk. Uzmanlar uyarıyordu, `Aman dikkat!` diye. Dinleyen kim? RTÜK`e gelen şikayetler arasında benzer sıkıntı dile getiriliyordu. Deniliyordu ki; `- İnsanların özel hayatının bu şekilde deşifre edilmesini yayın ahlakına aykırı buluyorum, - Programda yapılan açıklamalar toplumda infial uyandıracak kadar kötü. -Stüdyolar mahkeme, sunucular ve konuklar ise hakim oldu. Özel hayatta yaşananların itiraf edildiği, aile mahremiyetinin gözler önüne serildiği bu tarz programları son derece sakıncalı buluyor, önlem alınmasını istiyorum, -Türk toplumuna böyle seviyesiz bir yayını yakıştıramıyorum.` Şikayetler doğru çıktı. Tehlike geliyorum dedi ve önceki gün televizyonda çıkan bir tartışma, ölümle sonuçlandı. (Yasemin Bozkurt ile Kadının Sesi) Haber, ekranda ve gazetelerde şöyle geçti: `Berdel cinayetini televizyonda anlatan Özbek ailesi, canlı yayında dünürleriyle tartıştı. Kemalpaşa`ya dönen aileye kurşun yağdıran Kemal Alp damadını öldürdü.` Televizyon programları şiddeti körüklediği gibi kalmıyor, içimizde var olan şiddet duygusunu açığa çıkarıyor. Uzman isimler de hemen açıklamada

9 Yeni Asya gazetesi, 04.02.2005

81

bulundu. Bunlardan biri de Doç. Dr. Arif Verimli... Kadın programlarının toplum üzerindeki olumsuzluklarına dikkat çekti. `Medya toplumsal değerleri sarsıyor. Reyting kavgasıyla bu programlar, toplumun yüzde 15`ini temsil eden ve marjinal hayatlar vatandaşa izletiliyor. Olumsuz örnekler seçiliyor. Ne yazık ki, daha önce söylemiştik.` (TV 8) Reyting kavgasına tutuşan programcılar, aile hassasiyetini dikkate almadı. Zira, mahrem konular tartıştıkça, ekranlar kan kokmaya başladı. Canlı yayında kontrol zor olduğu için önü alınamadı. Sadece katılımcıların ve konunun dikkatle seçilmesi bir yana, uzmanların programda hazır bekletilmesi de çare değil. Ekranlarda mahrem konuların tartışılması baştan hataydı. İşin kötüsü, sosyal patlamanın aile fertleri üzerinde yaşanması... Aile değerlerinin sarsıldığı bir toplumda kaos geliyorum diyor. Aman dikkat!10

New York Times gazetesinde yayımlanan realite şovların zekâyı geliştirdiğine dair habere gönderme yaparak kadın programları üzerine bir yazı daha kaleme alan Şahin; bu varsayım doğru olsa bile zekâ ile birlikte ahlaksızlığın da geliştiğini savunur ve programların yayından kaldırılması gerektiğini söyler:

Televizyon izlemek `zeka`yı geliştiriyormuş. Haberde diyor ki: `Aptal kutusu` denilen televizyon aslında zekayı geliştiriyor, nasıl mı? New York Times gazetesi Bilim Teknik dergisi yazarı Steven Johnson diyor ki: `Popüler kültür bizi daha zeki yapıyor.` Johnson kitabında, `zaman kaybı` olarak nitelendirilen televizyon seyretmenin aslında beyin için çok yararlı bir aktivite olduğunu savunuyor. Hatta, `2000`lerin reality şovları ve dizileri izleyiciler için bir zeka oyunu` diyor. Johnson`a göre `24, Çırak, Survivor, Simpsons` gibi diziler basit bir senaryo üzerinde değil birçok karakterin etkileşimi sonucu ortaya çıkan olaylar zincirinde gelişiyor. Johnson, çocukların da reality show izlemesini savunuyor. Televizyonun `zekayı` geliştirdiği varsayımını kabul etsek bile, toplumda bıraktığı tahribat niye konuşulmuyor? Mesela `ahlaki dejenerasyon` konuşulabilir. Zeka gelişirken, ahlaksızlık da aynı oranda gelişiyor. Mesela bizim `reality show` izleyenlerin acaba zeka katsayıları ne kadar gelişiyor, bir bakalım? 14 yaşındaki bir delikanlı, `Kadının Sesi` (Kanal D) programına çıktı diye, sokak ortasında annesine, `Ailemizi rezil ettin` diyor ve kurşunları üzerine boca ediyor. Neden? Çünkü, yayında ailesiyle yaşadığı problemleri anlatmış. Kadın `hayati tehlikeyi` atlatamamış, şimdi ölümle pençeleşiyor. Geçen Nisan ayını hatırlayın. Yine aynı programa katılan bir aile, İzmir`de kurşun yağmuruna tutulmuştu. Kanal D yönetimi akıllıca karar verip, Yasemin Bozkurt`un sunduğu programı yayından kaldırdı. Darısı, diğer kadın programlarının başına! Ne diyorduk? Televizyon `zeka`yı geliştiriyor..! Sahi mi?11

Evlilik programlarıyla ilgili basında çıkan haber ve yazılara bakıldığında, programlar benzer nedenlerle eleştirilir. Vehbi Dinçcan Zuhal Topal ile İzivaç programında yayımlanan bir olayla ilgili yazısında:

10 Yeni Asya gazetesi, 19.04.2005 11 Yeni Asya gazetesi, 19.05.2005

82

Zuhal Topal’la İzdivaç programı yine enteresan bir görüntüye sahne oldu. Nasıl bir babalıktır bu? Ve ne yazık ki hayata tutunmaya çalışan bir genç bayana babadan gelen büyük darbe. Ve genç kızın babasını suçlarken geçirdiği sinir krizleri. Beğendiği, evlenmek için gün saydığı erkeğin de kaçışının resmi geçidi. STAR TV’de bir gün önce öyle sahneler yaşandı ki. Fatmagül’ün suçuna doğru uzanan bir gelişmenin ardında, Ayşenur’un Suçu ne? Dense yeridir. Kız 2 yaşından baba hasretiyle yaşamaya çalışmış. (Anlattığına göre) baba sorumsuz ve dış dünyaya daha açık biri. Tabii bu gibi çarpık yaşantıların ardında, bu yaşananların canlı olarak huzura gelmesi ne kadar doğru onu tartışmak lazım açıkçası. Türk aile yapısına, Türk kültürüne, ahlak yapısına uyumu tartışılacak bir program izliyoruz. Esasında bu gibi çirkin görüntüler ile ders çıkarmakta var ama. Bir genç kadının milyonların gözü önünde düştüğü zor anlar insanın içini yakıyor. Bu evlilik programları bir takım değerleri, reyting uğruna kötü kullanıyor. RTÜK hiç ses çıkarmaz mı? Hiçbir düzenleme getirmez mi? Dünkü o görüntüler, baba Avni’nin kızını namus yönünden suçlaması ve bir genç kadının babaya sübyancı suçlaması hoş kaçmadı.12

Yine Vehbi Dinçcan’ın aynı program üstüne ‘Oha yani, Estağfurullah!’ başlıklı bir başka yazı kaleme alır:

Bir yaşıma daha girdim. Kırkından sonra azmaksa(kötü konuştum yine) buna denir ve yaşını başını almış bazıları ekranlardan karı ve koca beğenmekte. Ne olduğu belli olmayan bazılarının evlenme icatları ile her gün temas halindeyiz. Üç kanal kendini evlenmeye adamış sanki saatlerce kim, kimi beğenecek ve evlenecek durumları. Hadi, biraz eğlenceli oluyor da Esra Erol’la İzdivaç programında son bomba inanılır gibi değil. Mirim, bu canlı yayını kaldırın bence. Banttan özel izledikten sonra ekrana getirin. İşin resmen boku çıktı. Almanya’dan yayına gelen Muazzez Hanım öyle bir laf etti ki ağızlar açık kaldı resmen. Hadi, Muazzez denen hanım o garip lafı kullandı kullanmasına da, Esra Erol ne yanıt verdi? Muazzez isimli evlenmek isteyen Hanım, Esra kızını son peygamber olarak anons etti. Esra da sanırım geç algıladı ve “Estağfurullah”ı yapıştırdı. Söylenene bak, cevaba bak? Artık bu programlara bir çeki düzen verilsin. Neler oluyor? RTÜK bu programları izlemiyor sanırım.13

Bekir Uğur Gür günlük yayımlanan Kent gazetesindeki ‘Gözümüz Gölümüz Renklendi mi’ başlıklı yazısında siyah- beyaz televizyon nostaljisi yaparak televizyonun renklenmesi ve yeni çağda ‘renkli hayatlar’a duyulan ilgi arasında ilişki kurar ve ‘muasır medeniyet’ seviyesinden uzaklaştığımızı yazar.

Yaşadığımız yıl itibariyle kablolu yayınlar, uydular ve karasal yayın yapan kanallar… Rengârenk görüntülere sahne olan programlar, şovlar… Renkli televizyon bundan tam 26 yıl önce bugün, 1 Temmuz 1984’te hayatımıza girdi. Daha doğrusu hepimizin evine girmese de o zamanın tek kanalı TRT–1 renkli yayına başladı… Bununla birlikte biz acıları, üzüntüleri, kederleri daha farklı görmeye başladık… Siyah- beyazken içimizi parçalayan gerçekler, televizyonun renklenmesi ve kanalların çeşitlenmesi ile üzerimizde bıraktığı etkisini azalttı beklide. Kızlarımız evden kaçtı sırf meşhur olma arzusu ile… Belki birkaçı

12 Güneş, 10.11.2010 13 Güneş, 27.06.2010

83

amacına da ulaştı… Ya diğerleri? Renkli hayatları bizlere gösteren, özendiren o beyaz cam birçoğunun sonu oldu… Ne şehirde hayat kurabildiler ne de köye ailesinin yanına dönebildiler… Yıllar geçiyor özel kanallar mantar gibi türüyor, reyting savaşlarının temelleri de o zamandan atılmaya başlanıyor… Yayına koydukları eğlence programları, dans yarışmaları, Tutti Furutti’ler, dansöz şovları bizi alıp götürüyordu… Ne güzel şeydi şu medeniyet… Oysaki Gazi Mustafa Kemal 75 yıl önce söylemişti muasır medeniyetler seviyesine çıkmamız gerektiğini… Biz ne yaptık? Çıktık… Zaman geçtikçe yurtdışından uyarlama yarışmalarla kültürümüzde renkleniyordu… Yakın zamanda ilk olarak kızlı erkekli 15 kişiyi bir eve kapattılar ve bize yasal röntgencilik yaptırdılar. Oy verdik, eledik… Birinci olanları zorla şarkıcı yapmaya çalıştık olmadı, tutmadı… Sonra bu da yetmedi 3 kız 3 erkek koyduk bir evin içine… Bu sefer bir çiftin evlenip, çoluk çocuğa karışmasını arzuladık hep… Tülin ve Caner’imizi kim unutabilir? Çocuk kafayı yedi, kız evde kaldı saman alevi gibi aşkları da, ünleri de söndü gitti… Sonra meşhur izdivaç programları başladı… Ne kadar iyi bir girişimdi değil mi? Programa katılan bir kadına ya da erkeğe talip olmadan önce üzerinize eviniz, emekli maaşınız, ya da birikmiş paranız olması kaydı ile… Evet, televizyon hayatımızda neden bu kadar büyük rol oynuyor? Hiç düşündünüz mü? Ben söyleyeyim… Günümüz şartlarında yaşam standartlarının yerlere vurduğu, bu yıllarda insanların tek eğlence kaynağı olması olabilir mi sizce? İnsanımızın evine ekmek götürmekte zorlandığı, borç batağına saplandığı, ay sonunu getiremediği bir dönemde neyle deşarj olmasını bekleyebiliriz ki? Ne olacak? En ucuz ve hatta yaktığı sadece bir elektrik olan beyaz camlı kara kutu… Tabii elektrik faturasını ödeyebildiyse… Teknoloji geliştikçe halkımız fakirleşti… Öyle bir hal aldı ki, Türkiye’nin tarihindeki en büyük sorun olan PKK teröründe akan kanlar bile ekranlarda kızıl kırmızı gözükse de, siyah- beyaz yayın dönemindeki kadar etkileyici olamadı. Ana haberde 3 dakikalık şehit haberleri, ardından 5 dakikalık eğlenceli haberler… 1 saat içinde ülkemizde ve dünyamızda yaşanan gelişmeleri, hava durumunu piyasaları, spor dünyasında yaşananları anlatabilen televizyonlar, prime time denilen en cafcaflı saatlerinde diziler, filmler, yarışmalar ile bizlere neşeli saatler yaşatarak hayatın gerçeklerinden uzaklaştırıyor… İyi ki varsın televizyon(…) Evet sihirli bir kutudur televizyon… Fakat burada önemli olan bu sihre kendimizi kaptırmamaktır… Unutmayın illüzyon gösterisi sadece ve sadece göz yanılsamasından ibarettir. Dünyaca ünlü sihirbaz David Copperfield’ın şovunda yaptığı numaraların sırlarını açıklayan Atilla Taş’a toplum olarak çok kızmıştık ama bugün belki de birilerinin çıkıp bizi bu göz yanılsamasına kanmamamız gerektiğine inandırması gerekiyor…14

Göle, Tanzimat’tan beri süregelen Batı medeniyetinin Avrupa ile özdeşleştirilmesi, yerini 1950 sonrasında Amerika deneyimine yönelik bir modernlik öykünmesine bıraktığını söyler. Ahıska ve Yenal’ın deyişiyle; 1980lerde sıkça kullanılan çağ atlamak cumhuriyet dönemindeki muasır medeniyetler seviyesine ulaşma idealinin bir uzantısı ve yeni bir ifadesi olarak görülebilir.

Türkiye toplumunda modernliğin hep batıyla kıyasla düşünüldüğünü ve bu kıyas içinde geç kalmışlığın çok belirleyici olduğunu biliyoruz… geç ve geri kalmışlık kaygısıyla yetişme ve ilerleme arzusu arasındaki gerilim hegemonik söylemler tarafından şekillendirilerek modernliğin düşünme ve yaşanma şekillerini derinden etkilemiştir. Ancak 80’lerde ifade edildiği haliyle çağ atlamak hedefinde, bu dönemin genel kültürel ve toplumsal iklimiyle ilişkili olarak bazı farklılıkları ve kırılmaları da görmek mümkün: muasır medeniyetler seviyesine ulaşma ideali tüm topluma

14 Kent, Günlük yerel gazete, 01. 07.20101

84

yansıtılıyordu; arzulanır bir batılılaşma ile milli değerler arasındaki dengeyi kurmaya çalışan seçkinler, bu tasarım içinde bir toplum hayal ederken toplumsal hayal gücü üzerinde de hegemonya kurmaya çalışıyorlardı. Oysa çağ atlamak hedefinin dile geldiği yıllarda, toplumu dönüştürmeye aday tasarım ve ideolojilerin yerine daha gerçekçi stratejilerin geçtiğini görüyoruz. 80’lerde vurgu birey ve köşeyi dönmek üzerinde. Anlık vurgunlar, bireysel girişimler, tüketerek yükselmek gibi yeni değerler ideolojik çerçevenin köşe taşları haline geldiğinde çağ atlamak da, içinde geçmişin modernlikle ilgili kaygı ve arzularını taşımakla birlikte, farklı bir anlam kazanıyor(Ahıska ve Yenal, 2006: 160).

Modernlik deneyiminin Avrupa merkezlilikten çıkıp Amerika’ya odaklanmasıyla toplumun yaşam tarzı, davranış kalıpları, kültürü, giyim- kuşam tarzı, kamusal ve özel alanlardaki ilişkileri de değişime uğrar. Bu geçiş süreci, neoliberal politikalarla birlikte bireyselleşmenin hız kazandığı, tüketimin hayatlarımızda büyük önem kazanmaya başladığı imaj yılları olduğu kadar darbe sonrası yaşanan ağır siyasi baskıların, ülkenin doğusunda yaşanan savaşın, artan yoksulluğun ve buna bağlı toplumsal kutuplaşmaların yaşandığı yıllardır da aynı zamanda. Bekir Uğur Gür, yukarıda alıntıladığımız gazete yazısında, muasır medeniyet fikrinden çağ atlama fikrine geçiş aşamasında yaşanan bu değişimi geçmişi idealize ederek eleştirir. Özellikle, Milli Gazete gibi muhafazakâr, Ortadoğu, Tercüman gibi milliyetçi kimliği güçlü gazetelerde programlara dair hakarete varan ağır eleştiriler sıklıkla yer bulur. Şakir Tarım’ın Milli Gazete’de yayımlanan ‘Neler Oluyor Bize?’ başlıklı yazısında programların kadın sunucularını hedef alır.

Türkiye’nin ne büyük ifsatla karşı karşıya bulunduğunu, insani değerlerin hızla yok olmaya doğru gittiğini fark ediyor musunuz? Dünyaya insanlığın ne olduğunu öğretmiş, her yere hak ve adalet götürmüş bir milletin mensubuyuz. Namus, iffet, edep, hayâ örneği insanlar yetiştirmişiz. Ya bugün?.. Yaşadığımız manzaradan memnun musunuz? (…) Türkiye’nin şu manzarasına bakınız: Binlerle ifade edilen kayıp çocuk ve büyükler, şüpheli ölümler, ihmalkarlık sonucu meydana gelen kazalar, ülke insanları arasında süren çatışmalar, yıkılan yuvalar, dağılan aileler, öz çocuğunu satan anne- babalar, eşini bıçaklayıp balkondan atanlar, nice adi cinayetler, insanlara at ve eşek eti yediren insafzılar, insanın kanını donduran olaylar, mide bulandırıcı çirkin ilişkiler… Dünyanın imrendiği güçlü aile yapımız herkesin gözü önünde çatır çatır çatırdıyor, kimsenin aldırdığı yok. Hükümet bu gelişmelere nasıl seyirci kalabilir? RTÜK’ün gözleri kör müdür? Bu ilgisizlik neden? Yetkililer, izdivaç programı ismi altındaki toplum hayatımıza büsbütün aykırı ve onur kırıcı manzaraları hiç görmüyor olabilir mi?(…) Açık yeri kapalı yerinden fazla olan, dedesi yaşındaki insanların karşısında mahrem yerlerini teşhir eden nice kadın akşama kadar topluma akıl veriyor, güya ülke için çözümler üretiyor. Problemin sebebi olanlar, problemlerimize çözüm bulacaklar öyle mi? Bundan önce bilgi, görgü, incelik, oturup kalkma adabı öğrenseler kendilerine büyük iyilik yapmış olurlar,

85

diye düşünüyorum. Fuhuş ve zinayı ne kadar da çok yaygınlaştırdılar! Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor: “Bir toplum içinde zina yayılırsa, mutlaka onların içinde ölümler çoğalır.” Ahlak erozyonunun meydana getirdiği tahribat, atom bombasından daha az değildir. Bakalım TBMM, Hükümet, Aileden Sorumlu Devlet Bakanı, RTÜK, Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi yetkililer herkesin şahit olduğu vahim gelişmelere duyarlılık gösterecekler mi? Bekleyip göreceğiz.15

Programlara dair muhafazakâr yorumlarda ortak nokta; yabancı, Batılı kültürün yerel kültür üzerinde kurduğu tahakkümdür. Batılı kültürel kodlar yerel kültür üzerinde yıkıcı, tahrip edici bir niteliğe sahiptir. Bu yorumlar, 19. Yüz yıldan bu yana Batılılaşma hareketleriyle paralel yürüyen Batılılaşırken öz kimliğini kaybetme ve bunun sonucunda toplumsal bir çöküşle karşı karşıya kalma kaygısının çağdaş bir uzantısı olarak görülebilir. Nedim Odabaş Milli Gazete’de yayımlanan yazısı, programların geleneksel kurumlar üzerin yarattığı ‘yıkıcı’ etki kaygısını taşır.

(…) ama medya özel olarak televizyonlar bugün ahlaksızlığın, arsızlığın, gayri meşru ilişkilerin milyonların gözünün önüne bakarak yaşandığı bir “ahlaksızlık kutusu” haline getirilmiştir. İzdivaç programları, yemek programları, kadın kuşakları bir zamanlar bizim için değerli ve kutsal olan tüm kavramları yerle bir eden formatta kurgulanarak, gözümüzün içine sokulmaktadır. 70 yaşında, 80 yaşında dedeler, en kutsal müessesemiz olan evliliği, milyonların gözünün içine akarken yapmaya çalışırken, reyting müessesesi, insanların mahremiyetini payimal etmiştir. Yemek programlarında ise Türklerin misafirperverliği, misafirlerin de önlerine konan her şeye “Allah artırsın, Allah bereketini versin” diyerek teşekkür ettiği geleneksel sofra adabımız yok edilmiştir. Gayrimeşru ilişkilerin içselleştirildiği, kötülüklerin sıradanlaştırıldığı, ahlaksızlıkların vaka-i adiyedenmiş gibi sunulduğu diziler ise, kelimenin tam anlamıyla fecaattir. Bu dizileri ekrana getirenler “İnsanların kötü ile iyi algılamaları vardır. Eğer istemezlerse bunları seyretmesinler, başka bir kanala zap yapsınlar” gibi akıldışı bir tavsiyeleri vardır… Ekranlara getirilen ahlaksızlıklar, düzenbazlıklar, madrabazlıklar, ensest ilişkiler, yeğenin amcasının karısıyla yaşadığı ahlaksız ilişki vs. insanların maraz meraklarına hitap ettiği için, ortaya konan bu rezilliklerin izlenme oranları her zaman yüksek olacaktır. Televizyon programları ve medya insanları suça teşvik etmiyor ama, ahlaksızlıkları, suçları, gayri meşru ilişkileri sıradanlaştırıyor, basitleştiriyor, insanların zihinlerinde “Toplumda böyle şeyler de olabilirmiş” empatisini uyandırıyor. (…) Vur patlasın çal oynasın böyle yayıncılık anlayışı ancak eski Sulukule’de olur.16

Nedim Odabaş ‘Reyting Sistematiği’ adlı yazısında reyting ölçümlerinin yarattığı sorunu ‘televizyondaki bozulmanın’ temel nedeni olarak görür.

15 Milli Gazete, 04.01.2010 16 Milli Gazete, 04.05.2010

86

(…) Türk televizyonlarına insanlarımızı güzele, doğruya, hakkaniyete yönlendiren program yoktur. Tüm programlar, diziler, yarışmalar maraz meraklar üzerine kurgulandığı hem de reyting damarından beslendiği için insanlarımızın önüne konan yemek hep aynıdır. Reytingi olan ürün… Zaten televizyoncular ve televizyonların program koordinatörleri de bu durumu farklı şekillerde itiraf etmekte. “Ne yapalım, halk istiyor, biz de veriyoruz. Talep edilenleri görmezden gelemeyiz” sözleriyle yaptıklarına ve minareye kılıf uydurmaya çalışmaktadırlar. Tuzu kuru ailelerin gayri meşru ilişkilerini, kötülüklerini, ahlaksızlıklarını içselleştiren diziler, insanlarımızın maraz meraklarını gıdıklayan izdivaç ve yemek programları, öğleden sonra kuşaklarını istila eden kadın programları ve ekranlara konulan her yapımın dayandığı temel unsur reytingdir. Maalesef ülkemizde ne idüğü belirsiz ve nasıl şekillendiği, boyutlandığı belli olmayan reyting sistemi, ekranları işgal eden tüm kötülüklerin anası hükmündedir.(…) Yani kısacası, öncelikle ekranlarımızı sürekli kirleten bu arızalı zihniyetin ve reyting sisteminin yeniden yapılandırılması, ailece seyredilebilir, kaliteli, insanlara doğru mesajlar veren, ahlak yapısını tamir edecek yapımların hakimiyetinin kurulması gerekiyor. Yapılan düzenlemelerle yeni dönemde ülkemizdeki bu çirkin düzenin ortaya çıkmasını sağlayan reyting sistemini RTÜK’ün denetimine verileceği ifade ediliyor. Mevcut kötülüklere ve ekran kirliliğine prim veren bir anlayışla hareket eden ahlak kavramını yerle bir eden dizilere zevahiri kurtarmak adına arada sırada usülen ceza veren RTÜK'ün, reyting sistemini denetlemesiyle, reyting sistemini ele almasıyla mevcut kötülükler ortadan kalkabilir mi? Cevap aranması gereken soru budur....Reyting sisteminin A şirketinden, televizyonlarımızın yayın politikalarını ve yayın anlayışlarını Türk aile yapısına uygunluğunu denetlemek adına işler yapan RTÜK'e geçmesiyle ne değişecektir? Ekranlarımıza kalite mi gelecektir? Televizyon ekranlarını reyting sisteminden beslenerek kurgulayanlar, kendilerine çeki düzen mi vereceklerdir? Amcasının karısına kem gözle bakan yeğenin kulağı mı bükülecektir?(…)17

Programlara ilişkin ‘Neyin Özgürlüğü’ başlıklı bir başka yazısında Nedim Odabaş, programların yarattığı toplumsal dejenerasyon üzerine yine eleştirel bir tavır sergileyerek toplumsal ahlakın yitirilmesi durumunda elde geriye hiçbir şeyin kalmayacağını savunur.

(…) Hatırlarsanız, Dest-i İzdivaç programlarının ekranları istila etmesinden önce, her televizyonda Kadın Programları vardı.... Bu programlarda, "Kocam beni aldattı.... Şöyle yaptı, böyle yaptı" diye ortaya çıkan kadınlar, evlilik hayatlarıyla ilgili tüm mahremiyetleri ortalığa saçarlardı. Maraz merakları izlemeye bayılan Türk halkı da, bu rezillikleri ve kepazelikleri sıradan bir şeymiş gibi izlerlerdi. Aslında, bu tür kepazelikleri izleyen ahlak kültürüyle donanmış her insanın vereceği tepki aynı olmalıydı: "Yazıklar olsun.... Edep Yahu"...Maalesef, bu tür programlarla insanların arasındaki bu çarpık ilişkiler, herkesin gözü önünde faş edilerek toplumun kılcal damarlarına bıçak sokulmuş oldu.Aşk-ı Memnu dizisi gibi diziler ise, toplumun kılcal damarlarına sokulan bıçağın, her yönüyle bu damarı koparıp atmasına sebep oldu. Çünkü, kimin eli kimin cebinde belli olmayan, amcasının karısına sarkan tipleri evlerimizin içine sokan böylesi diziler, kötülüklerin sıradanlaştırılmasına, gayri meşru ilişkilerin içselleştirilmesine, çirkinliklerin sıradan bir şeymiş gibi sunulmasına vesile oldu. İnsanlar eninde sonunda bunları bir dizi karakteri olarak izlemektedirler, ama, gözlerinin önüne getirilen kahramanın hayatıyla kendilerini özdeşleştirecek, onlarla empati kuracak bu toplumun içinde milyonlarca kişi yok mu?RTÜK'ün verdiği ceza yerindedir, hatta az bile kalmıştır....Ahlak, bu toplumun manevi damarıdır... Bu damar kesilirse, hiç kimse toplumda meydana gelecek tahribatları

17 Milli Gazete, 14.04. 2010

87

düzeltemez. Ahlak, bu toplumun manevi çimentosudur.... Eğer, bu çimentonun içinde bulunduğu duvar yıkılırsa, toplum olarak bu duvarın altında kalırız... Biz, sanat yapıyoruz, özgürlük isteriz diye bas bas bağırarak, yaptıkları olumsuz işlere kılıf ayarlamaya çalışanlar, öncelikle böyle bir şey kendi başlarına gelse ne yaparlar? Şöyle bir tasavvur etsinler...18

Bu muhafazakar yazılarda, RTÜK ve hükümetler, programların yarattığı toplumsal dejenerasyon karşısında yeterli tepkiyi vermemekle eleştirilir. Yazarlar, Türkiye’nin önündeki en büyük sorun olarak gördükleri aile yapısında meydana gelen dönüşüm karşısında siyasetçilerin konuya olan ilgisizliğine tepki gösterirler. ‘Batılı değerleri topluma enjekte etmeye uğraşan medya’, ‘medyanın dolaşıma soktuğu yeni temsiller karşısında bunların etkisi altında kalan bir halk’ ve ‘bu çözülmeye tepki gösteremeyen siyaset’ten oluşan üç öge yazılardaki ortak konulardır. Nedim Odabaş’ın “Türk televizyonlarında insanlarımızı güzele, doğruya, hakkaniyete yönlendiren program yok” önermesi, 19 yüz yıldan bu yana süregelen, ‘eğitilmesi gereken halk’ ve ‘Batılılaşmanın sınırlarını çizecek otorite’ imgelerinin hâlâ varlığını koruduğuna işarettir. Tanzimat düşününde belirleyici olanın babayı öldürmek değil, ölmekte olan babayı diriltme çabası olduğunu söyleyen Parla, erken dönem Türk romanı için baba- oğul eğretilemesini kullanarak bunun bir çatışma değil devamlılık ilişkisi olduğuna vurgu yapar. “Bu muhafazakâr ilişkinin oğulları ilk romancılarımızdır ve hepsi de kaybedilmiş bir baba arayışı içinde kendileri vesayet üstlenmek zorunda kalmış otoriter çocuklardır(Parla, 2009: 20). Çağımızda, elektronik medyanın, evin duvarlarını geçirgen kılan, sınırlarını ve geleneksel kurallarını ihlal eden niteliği karşısında yeni muhafazakâr yazarların arayışları ile Batılı kurum ve kurallar karşısında babasız kalan Tanzimat çağı oğullarının, Batılılaşmaya sınır çizecek yeni otorite arayışları arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Şakir Tarım’a göre; aile bombardıman altında, yetkililer ise bu toplumsal çürümeye karşı ilgisizdir.

Toplumun her kesimini etkisi altına alan toplumsal yozlaşmanın hangi boyuta ulaştığının farkında mısınız? Fuhuş ve zina yaygın. Alkol, eroin, esrar, uyuşturucu kullanma yaşı hızla erken yaşlara iniyor. Türkiye, toplumsal çürüme ile karşı karşıya. Yetkililer ilgisiz. TBMM'nin gündemi farklı. Siyasiler önümüzdeki seçimlerin hesabı içinde. Büyük bir çoğunluk, tehlikenin hangi boyuta ulaştığının farkında değil.Öğrencilerin çoğu başka maksatlarla okula gidiyor. Kız erkek ilişkileri had

18 Milli Gazete, 16.02.2010

88

safhada. Aileler ilgisiz. Hergün siyasi tartışmalar yapıp kendi partisine övgüler yağdırmaktan hususi bir haz alanlar!.. Asıllar olarak, seçtiğiniz vekillerden bu konuda hiçbir talebiniz yok mu? Biz, bugünkü hallere düşmek için mi Çanakkale Savaşı'nı yaptık? Göz göre göre evlatlarınızın çürümeye terk edilmesine nasıl razı oluyorsunuz?TV programlarına dikkat ediyor musunuz? Hele o pembe diziler!.. Tamamen aileyi hedef almış durumda. Aile ve aile fertlerinden biri adı ile yapılan diziler o kadar çoğaldı ki!.. Hiçbirinin bizim aile yapımızla ilgisi yok. Türkiye'de yayın yapan TV'lerin yabancı kültür taşıyıcılığı rolü üstlenmesi hiç de hayra alamet değil. Mesela, konusu aile olan bir dizide, evde dansöz oynatılabiliyor. Aile fertleri de seyirci. Bu durum, aile yapımızı dinamitlemekten başka hangi anlama gelir? Türkiye halkı, böyle garabetlere ne zamana kadar seyirci kalacak? Yöneticilerimiz hangi deliğe girdiler?Ya evlendirme programları! Bir şenlik ki, sormayın!.. Hem de kutsal bir müessese üzerinden... Herkes şikayetçi, fakat yetkililerin umurunda bile değil. Tuna Serim'in şikayeti şöyle: "Türkiye insanı, kadınıyla erkeğiyle mahçuptu, hele evlilik söz konusu olunca. Çünkü, evlilik saygın bir kurumdu. Şimdi TV'lerde yayınlanan programlara bakıyorum da, bu ülkenin insanının ne hale geldiğini görüp üzülüyorum. (...) Halkım evlenmek istiyor, milyonların önünde, erkekler kadın, kadınlar erkek arıyorlar. Evlensin de, kiminle olursa olsun, araya zilli sunucular da girince, değmeyin keyiflerine... (…)1915'te Çanakkale'yi geçemeyenler, şimdi aile yapımızı görünmeyen silahlarla yıkmaya çalışıyorlar. Suç oranlarının hızla artması hükümete bir şey anlatmıyor mu? Anayasa'nın 5. maddesi "İnsanın maddi ve manevi gelişmesi için gerekli şartları hazırlamayı" devletin görevleri arasında sayarken; 42. madde de "Aile Türk toplumunun temelidir. Devlet, aileninhuzur ve refahı için gerekli tedbiri alır, teşkilatı kurar" hükmünü getirir. Buna rağmen, sorumluların ilgisizliğini anlamak mümkün değildir.Ailenin çözülmesi, toplumsal çürümenin habercisidir. Aile son kaledir. Aile yıkılırsa, hepimiz onun altında kalırız. Hükümet, şunu çok iyi bilmelidir ki, Türkiye'nin en önde gelen sorunu ahlâk tahribatıdır. İnsani değerler yok olursa, insan da, toplum da yok olur. İnsanın olmadığı yerde hiçbir şey yoktur.19

“Yıkılan Yuvalar, Bozulan Millet” başlıklı yazısında benzer kaygıları dile getiren Seyfi Şahin, süreci Avrupa Birliği ile ilişkilendirir.

Genç kıza soruyoruz.- Kaç yaşındasın?- 25 yaşındayım. - Evli misin?- Hayır, bekarım. - Hangi okulu bitirdin?- Üniversiteyi. - Ne zaman evleneceksin? - Daha yaşım küçük. İşimi bulayım ondan sonra - Gelen dünürcülere ne diyorsun? - İşimi bulayım ondan sonra, diyorum.- Erkeklere güveniyor musun?- Hayır. Erkeğe soruyoruz.- Kaç yaşındasın?- 28 yaşındayım.- Ne iş yapıyorsun?- Mühendisim. - İşin var mı?- Evet.- Evlenmek istiyor musun?- Daha erken.- Kızlara güveniyor musun? - Hayır. - Niçin? - Çünkü mazisine güvenemiyorum. İyisini arıyorum.Anladım ki bizde erkekler kadınlara, kadınlar erkelere güvenmiyor. Televizyonlarda her gün boşanma ve izdivaç programları.Boşanan boşanana, aldatan aldatana.Kayseri'de 3 aile mahkemesi kurulmuş. Yılda binlerce kişi boşanıyor. Türkiye boşanmalarla bocalıyor. Hanımına kızan, kocasına kızan boşanıyor. Anasız, babasız ve ruhen çöküntü içinde çocuklar Ana baba terbiyesi alamayan, manen bunalımda çocuklar. Avrupa'ya benziyoruz. Darmadağınık aileler. Millet olarak çöküntüde ve yıkıntıdayız. Sebebi Avrupa birliği müktesebatı. Avrupa hukuku. Çözüm, İslam hukuku, İslam ailesindedir. Zinanın yasak olduğu, aile yapısının sağlam olduğu, karşılıklı güven ve kul hakkına dayanan bir sistem. Bizim töremiz. Bizim dinimiz. Bizim ailemiz. Bizim milletimiz. Her şey bizim olmalı.Avrupa birliği batsın! 20

19 Tercüman, 23.03.2008 20 Ortadoğu, 01.07.2010

89

Aynı konuda yazdığı “Bazı Televizyonların Ailemizi Bozması” başlıklı yazısında Şahin yine hedefini Avrupa Birliği’ne yönelten hükümetlerin sorumluluğuna dikkat çeker.

Birkaç yıldır televizyonlarda aile yapımızı bozmaya yönelik yayınlar yapılıyor. Bunlar genel de karısına ve kocasına ihanet eden kişileri canlı yayına alarak milleti namus yoksunu olarak göstermeye çalışıyorlar. Bazı izdivaç programları hiç uygun olmayan evlilikleri teşvik ediyor. Birçok insanın şöhret duygularını kabartarak bu programlarda teşhir ediyorlar. Bazı gelin kaynana yayınları ile anlaşmazlıklar ortaya atılarak seyircilerin kafasında olaylara karşı tepki duygularını kışkırtıyorlar. Bilhassa bazı yanlış evliliklerin ve boşanmaların sanki toplumda yaygınmış gibi gösterilmesi, erkek ve kızlar arasında karşı cinslere güvensizlik meydana getiriyor. Bu bakımdan da hem kızlar ve hem de genç erkekler evlenmeye korkuyorlar. Karşılıklı güvensizliğin olduğu ve kuşku ile meydana gelen evlenmelerde küçük bir ihtilafta hemen boşanmalar oluyor. Ayrıca kadın erkek arasında meydana gelen bazı davranış bozuklukları ve kavgalar abartılarak anlatılıyor. Geçici kızgınlıklar büyütülüyor. Bilhassa kadına karşı bazı erkeklerin kaba davranışları boşanma sebebi olabiliyor. Bütün bu olumsuzluklar aile yapımızda derin yaralar açıyor. Her gün ve her yıl boşanma oranları gittikçe artıyor. Boşanmalarda en çok mağdur olan çocuklardır. Bunlar sıcak ve mutlu bir yuvadan yoksun büyüyorlar. Bu çocukların hayat boyu topluma karşı olumsuz tavırları oluyor. Pek çok psikolojik sorunlar meydana geliyor. Tabi ki bunun yansıması sonucu top yekun bir mutsuz toplum ortaya çıkıyor. Bizim töre ve inancımızda "sabret yavrum; bunlara geçer, her şey düzelir, zaman her şeyi halleder" gibi öğütler yerine "aman nasıl yapar? Hemen boşan!" diye olaylar abartılıp kışkırtılıyor. İnsan beyninde çok tekrar edilen şeyler gerçekmiş gibi algılanır. Eğitimin önemli bir unsuru olan gözle görünür eğitim aracı olan televizyonlardaki bu yayın çokluğu toplumda bu tür suçların artmasına da sebep olmaktadır. Başta TRT olmak üzere bu yayınların kontrolsüz şekilde çoğalması RTÜK kurumunun müdahalesini gerektirmektedir. Kurtlar vadisindeki bir yayınını anında kaldıran RTÜK, kendi kuruluş kanununda olan ailenin korunması prensibini acilen uygulamalıdır. Üzülerek ifade edelim ki, hedefini Avrupa birliğine yönelten hükümetler, ailemizin yapısını da Avrupa'ya benzeteceklerse yandık gitti. Çünkü Avrupa'da boşanmalar o kadar çok ki bu oran yüzde elliye varmaktadır. Zinanın serbest oluşu da aile yapımızı olumsuz şekilde etkilemektedir. Kadın, Erkek ilişkileri, ekonomik bunalım ve çalışma ortamının getirdiği serbestlik de ailemizde fırtınalar koparmaktadır. Özetle şunu söyleyebiliriz ki eğer tedbir alınamazsa televizyon yayınları Türk milletini felakete doğru sürüklemektedir.21

Alıntıladığımız yazılarda siyasetçiler ve özellikle hükümetler realite şov programlarının yarattığı toplumsal tahribat karşısında sessiz kalmakla suçlansalar da aslında bu programlar siyasetçilerin özellikle de Kadın ve Aileden Sorumlu

21 Ortadoğu, 31. 12. 2009

90 bakanların gündemindedir. Örneğin Sivas Milletvekili Nurettin Sözen, kadın programlarına ilişkin olarak meclise bir soru önergesi22 verir. Bu programlarda aile birliği, yapısı, aile içi şiddet ve kadına yönelik sorunların kayıplar ve parçalanmış ailelerin buluşturulması gibi birçok toplumsal sorunlar irdelenmektedir. Bir başka deyişle bu programlar toplumsal hayatımızın, sosyal hayatımızın bir laboratuarı niteliğindedir. En hassas kurumumuz olan Aile Birliğinin hızla yok olduğunu görmekteyiz. Böyle giderse önüne geçemeyeceğimiz toplumsal bir yıkımla karşı karşıya kalacağımız gerçeğini hepimizin görmesi gerekli. Dolayısıyla, sağlıklı bir toplum ve aile yapısına kavuşmamız için çalışmak durumunda olan hükümetimizin ilgili Devlet Bakanlığı’na çok iş düşmektedir. Buradan hareketle Sözen’in verdiği soru önergesinde, ilgili bakanlığın programlarla işbirliği yapmayı düşünüp düşünmediğine, yaptılarsa bu işbirliğinin sonucunda bakanlığın yaptığı çalışmaların neler olduğuna dair sorular sorulmaktadır. Dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Güldal Akşit ise bahsi geçen programlar hakkında olumsuz bir yargı bildirmiştir: … Bu tür programlarda bireylere aile içindeki herhangi bir sorun karşısında başvurabilecekleri hukuki, idari, adli ve psikolojik destek merkezlerini sunmak yerine, medya kendisini bu birimlerin yerine koyarak halkı yanıltmakta ve yönlendirmektedir. Halka olumsuz ve sağlıksız aile modelleri sunularak, patalojik vakaların bir süre sonra normal olarak algılanmasına ve bu şekliyle de bir tür kültür erozyonunun yaşanmasına sebep olunmaktadır. Aynı zamanda bir kültür taşıyıcısı olarak medya, ulaştığı insanlara bir yaşam biçimi sunmakla birlikte, bilinçaltına kendi doğrularını dikte etmektedir… Medyanın bu tür programlarla toplumu oyalamak yerine sorun çözücü ve aileleri eğitici ve bilgilendirici programlar üretmesi gerekmektedir. Daha sonra aynı görevi üstlenen Selma Aliye Kavaf da katıldığı bir televizyon programında23 “genel ahlak ilkeleri göz önünde bulundurularak evlilik programları insanlık onurunu zedeliyor. Aile kurumuna zarar veriyor” açıklamasını yaparak programların yayından kaldırılması gerektiğini savunur. Aynı görüşü destekleyen bir başka siyasetçi Bülent Arınç da programları “mide bulandırıcı” olarak tanımlar. Değişik formatlarda farklı televizyon kanallarında hazırlanan programları “reyting kaygısı” olarak değerlendiren Arınç “Kendilerini hayırlı bir işe vesile sayan programların konukları ise televizyon televizyon geziyor. Dört beş tane serseri buluyorlar, orada onları paçavraya çeviriyorlar. O kadınlar adına üzülüyorum... O akılsız erkekler adına üzülüyorum” yorumunu yaptı. Bu programlar için “afedersiniz, kusmak istiyorum” diyen Arınç “RTÜK’ün insiyatif kullanması lazım. Daha önce çağırdık, konuştuk. Bunlar rica minnetle yapılacak şeyler değil” diye konuştu. İzdivaç programlarının toplumun ahlaki yapısını olumsuz etkilediğini de savunan Arınç, RTÜK’ü göreve davet etti. 24

22 Soru önergesinin tam metni ve Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Güldal Akşit’in önergeye verdiği yanıtın tam metni ekte sunulmuştur. 23 5N1K, CNN TURK, 14.01.2011 24 Milliyet, 11.08.2011

91

Yavuz Bahadıroğlu ise Arınç’a destek verdiği ve teşekkür ettiği yazısında, ailenin ‘Türk milleti’ için önemini vurgulayarak aile yapısını ortadan kaldıracağını düşündüğü programların varlık nedenini ‘derin amaçlar’la açıklar. Sayın Bülent Arınç, evlilik programlarını kastederek “midem bulanıyor” demekte haklı; doğrusunu isterseniz benim de midem bulanıyor.Evlilik kutsal bir müessese... Türkçe konuşma ve dua lisanım. Bunlarla kimsenin oynamaya hakkı yok...Zaten evlilik öyle günübirlik tanışmalarla, madde eksenli anlaşmalarla yürütülebilir bir şey değil. Nitekim ekran evliliklerinin çoğunun sonu hüsran oluyor.Eski evliliklerin sağlam olmasının bir sebebi de önemli süreçlerden geçtikten sonra gerçekleşmeseydi. Aile büyükleri kararı tümüyle çocuklara bırakmaz, yerine göre devreye girerler, deneyimleriyle yol gösterirlerdi.Önce “flört” çıktı başımıza, sonra da evlilik programları...Ekranda tanışıyorlar, ekranda konuşuyorlar, ekranda evleniyorlar. Bu arada sunucunun reyting amaçlı laubali tavırları, profesyonel stüdyo seyircilerinin öğretilmiş şamataları işin tuzu-biberi oluyor...Gerçekten de artık buna bir dur denmeli! Kazandıkları paralar yeter!..Yıktıkları hayaller yeter!..Oynadıkları kurumlar yeter!Kimse şunu unutmasın ki, bu oyunun malzemesi insandır. İnsan kutsal varlıktır. Reyting uğruna insanı buruşturup kenara atamazsınız.Ama gördüğüm kadarıyla yapılan budur.Zaten çağımızda evliliğe musallat olan envai çeşit parazit var. Kimi telefon, kimi internet kanalıyla evlilikler çözülüp çöküyor. İletişim araçları ve medya yangına körükle gidiyor. Evlilik müessesesini kuvvetlendirecek programlar yerine, evlilik kurumunu hafife alan programlar yapıyor...Biz de güle güle katılıyoruz... Enkaz altında kaldığımızda da bakalım gülebilecek miyiz?Sık sık ekranlarda izlediğimiz “sanat çevreleri”nin aşk, arkadaşlık ve evlilik serüvenleri de başka bir âlem...Günübirlik “sevgili” değiştiriyor, neredeyse ayda bir boşanıyorlar...Seyrede ede bize bu tür yaşantılar da “normal” gibi gelmeye başladı, ama asla “normal” değil…Toplum uzun süredir anormal şartlara alıştırılıyor. “Sanatçı” dünyasında yaşananlar kasabalardan sonra köylere kadar gidiyor. Evlilikler çöküyor, aileler dağılıyor... İsveçli meşhur aile hukuku hocası Prof. Gaston Jezz’in şöyle bir tespiti var: “Türk milletinin elinden âile nizâmını alınız, geriye hiçbir şey kalmaz.” İster istemez, bu tür programların yalnızca para için mi, yoksa daha derin amaçlar için mi yapıldığını düşünmekten kendini alamıyor insan.İyi ki Bülent Arınç kalitesinde siyasetçilerimiz var...Nesle sahip çıktığınız için teşekkürler Sayın Arınç!25

Antalya’da düzenlenen Ailenin Güçlendirilmesi Çalıştayı’nın26 açılış konuşmasında Antalya Valisi Alaaddin Yüksel ise programlar için ‘rezalet ve kepazelik’ yorumunu yapar.

“Televizyonlar dest-i izdivaç programlarına yoğunlaştı. Bu nasıl bir rezalet ve kepazeliktir! Toplumun büyük bir bölümü bu programları izliyor. Bugüne kadar karşılaşmadığımız ilginç bir takım programın ailenin neresinde yer aldığını bilim adamlarının tartışması gerekiyor. Yaşlı yaşlı teyzeler televizyon ekranlarında “Kahve içtik. Olmadı. Öbürü gelsin. O daha etli butlu” diyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bir milletin toplumsal değerleri olmaz mı?”

25 Yeni Akit, 14.08.2011 26 26.12.2009

92

Meyrowitz elektronik medya özellikle de televizyon kullanımıyla birlikte, kadın ve erkek hallerinin birleşmesini, enformasyon sistemlerinin birleşmesiyle paralel ele alır. Tarihsel olarak, kadın ve erkek kimliklerinin farklı mekânlarda ve farklı enformasyon sistemleri içinde oluşturulduğunu söyleyen Meyrowitz’e göre; kadın ve erkek alanlarının birbirinden ayrılması, farklı roller içinde sosyalleşmeye neden olur. Kadın ve erkek rollerinin farklılığı, pek çok jenerasyon için, kabul edilen, benimsenen bir doktrindir. Bu doktrinin altında yatan fikre göre; kadın ve erkek doğaları öylesine farklıdır ki bu farklı cinsiyetler, farklı duygusal ve psikolojik evrenlerde yaşar. Bu yüzden, farklı doğal sorumluluklara, farklı haklara ve farklı uygun mekânlara sahiptirler. Kadının yeri, evin ve ailenin iç alanıdır. Sorumlulukları; bakım vermek, çocuk yetiştirmek, evi korumak, çalışan eşinin yaşamını kolaylaştırmaktır. Hakları, ailenin ahlaki kodu üzerinden tanımlanır. Öte yandan, erkekten, kamusal alana çıkması ve ailesinin geçimini sağlaması beklenir. Özgürce seyahat etme, ailenin oturacağı yeri belirleme ve eve ilişkin kamusal kararları alma haklarına sahiptir(Meyrowitz, 1986: 200). Oysa farklı enformasyon sistemlerini birleştiren bir araç olarak televizyon, kadın ve erkek dünyaları ve rolleri arasındaki bu geleneksel yapılanmaya meydan okur. Yazara göre; cinsiyetçi içeriğine rağmen televizyon, birkaç yolla, kadın ve erkek dünyaları arasındaki ayrıma müdahale eder: Öncelikle geleneksel, toplumsal cinsiyetçi enformasyon sistemini birleştirir. Her cinsiyet için özel ve kamusal alanda davranış kalıpları arasındaki bölünmüşlüğü bulanıklaştırır. Eğer kadın ve erkek rolleri arasındaki geleneksel ayrım sosyal enformasyon sistemindeki ayrım tarafından destekleniyorsa, televizyon da toplumsal cinsiyet rollerinin birleştirilmesini teşvik edebilir(Meyrowitz, 1986: 201). Kadın bilinci üzerine elektronik medyanın potansiyel etkisini anlamak için, kadın ve erkek alanlarının birbirinden ayrılmasının, geleneksel rol yapılarını sürdürmede ne kadar önemli olduğunu anlamamız gerektiğini vurgulayan yazar; geleneksel, narin, korku dolu, duygusal, dünyevi olmayan, erkek korumasına ihtiyaç duyan olarak kadın imgesinin, erkek enformasyon sisteminden kadınların geleneksel olarak izole edilmesiyle sürdürüldüğünü savunur(1986: 201).

93

Erkeklerin çoklu sosyal alanlara erişim imkânı onların çoklu sosyal kendiler geliştirebilmesine, daha geniş bir perspektif kazanabilmelerine de imkan verdi. Erkekler ayrıca bu perspektifi başka erkeklerle de paylaşabildi. Aksine, kadınların özel alandaki izolasyonu toplum ve kendileri hakkında daha sınırlı bir perspektife ve böylece daha sınırlı bir kendi algısına zemin hazırladı(Meyrowitz, 1986: 202).

Meyrowitz, kadın ve erkeklerin sosyalizasyonundaki, özellikle alanların ayrılmasından kaynaklanan asimetrinin yarattığı sonuçlarını tartışmak için Chodorow’un analizlerinden yararlanır. Chodorow’a göre; erkek çocuklar, soyut hak ve görevlerine dayanarak, maskülen özelliklerini geliştirme eğilimindedir. Çünkü maskülen dünyayı birinci elden deneyimleyemezler. Fakat kız çocukları, somut ve duygusal gün içindeki ilişkilerine dayanarak feminen özelliklerini geliştirir. Erkek olmak için, küçük bir çocuk, benimsediklerinden daha fazlasını reddetmek zorundadır. Çünkü erkek çocuk, erkek dünyası içinde ikince kez doğar ve annesini, evini, derin duygusal ilişkilerini ve hislerini reddeder. Erkek çocuğun toplumsal cinsiyet yazgısını gerçekleştirmek için evden uzaklaşmasına ihtiyaç vardır. Buna karşın, kız çocuğu insani bağlar, duygular ve ilişkilere ağırlık verme eğilimindedir. Geleneksel sosyalizasyon sürecinde, her iki cinsiyet de insan fikri, duyguları ve eylemleri spektrumunun bir parçasını kaybetmek durumunda kalır(Aktaran Meyrowitz, 1986: 204). Kadın ve erkek ayrımı, onların tamamlayıcı roller oynamalarına izin verir. Kadın ve erkek birbirleri için gizemdir. Geleneksel cinsiyet ayrımcı dünyada, kadın ve erkekler birbirlerinin deneyimlerini tam olarak anlayamaz. Gizem, kadın ve erkek karşılaşmasının temel esası haline gelir. Kadın ve erkeklerin birbirinden ayrılması, onları farklı kadınlık ve erkeklik taktik ve stratejileri geliştirmeye yöneltir. Erkekler, kadınları nasıl kontrol edeceklerini ve baştan çıkaracaklarını tartışırken, kadınlar nasıl baştan çıkarılmamaları gerektiği, doğru erkekle nasıl evleneceklerini, kendilerinin ve ailelerini yaşamlarının belirli yönlerini nasıl kontrol edeceklerini tartışırlar. Genellikle kadın, gizem olarak kalmaya devam eder. Çünkü erkek dünyasından farklı olarak kadın dünyası kamusal bakıştan, eğitim ve tarihten saklanır. Bir kadın, en azından gerçek bir kadın, erkek için gizemli olmalıdır. Erkeklere benzeyen bir kadın gerçek bir kadın değildir(Meyrowitz, 1986: 205).

94

Orta sınıf kadınları, genellikle, daha alt sınıf kadınlardan ziyade, orta sınıf erkekleriyle, beyaz kadınlar siyah kadınlardan ziyade beyaz erkeklerle özdeşim kurma eğilimindedir. Diğer kadınlarla yaşanan bu irtibat eksikliği sonucu, kadınlar genellikle kendi cinsiyetlerinin diğer üyelerini arkadaş olarak değil rakip olarak görürler. Kadınlar erkekler için olduğu kadar birbirleri için de sır olarak kalır(Meyrowitz, 1986: 207). Benzer şekilde, Bora; kadınlığın erkeklikten olduğu kadar, başka kadınlıklardan farklılıkla da çizildiğine dikkat çeker. “Erkeklik, egemen bir konum olarak, kadınlıktan farklılaşarak kurulurken ve erkekler arasındaki hiyerarşi kadınlığa mesafeye göre de belirlenirken, kadınlık kendini erkek olmayan değil, cahil olmayan, iffetsiz olmayan, bedensel olmayan gibi başka kadınlardan ayıran farkla kurar”(Bora, 2008: 47). Meyrowitz’in iddiası; elektronik medyanın özellikle de televizyonun kadın ve erkek dünyası arasındaki ayrımı yavaş yavaş azalttığı ve geleneksel kadınlık nosyonunun desteklediği alanlar ayrımını tahrip ettiğidir. Pek çok kadın kendilerini bir grup olarak görmez. Her kadın kendini erkeğiyle bağlantılı hisseder. Problemlerinin biricik ve kendi bireysel durumuyla bağlantılı olduğunu düşünme eğilimindedir. Televizyon kadınlara dışarıdaki standartlara ulaşma imkânı verir ve düzenin nasıl işlediği bilgisini ve daha geniş sosyal çevreye doğrudan erişim imkânını sağlar (1986: 209- 212). Meyrowitz, televizyon çalışmalarında kadın ve erkek temsillerinin geleneksel rolleri pekiştirici nitelikte olduğunu kabul etmekle birlikte, enformasyon sitemindeki birleşmenin uzun vadede bu rolleri sarsıcı işlev göreceğine inanır. Son elli yılda, araştırmacılar televizyon yapımlarında temsil edilen kadın ve erkek imgelerinin stereotipini ortaya koyar. Erkek karakterler genellikle daha ilginç ve heyecan vericidirler. Genellikle, profesyonel, kahraman ve suçlu olarak temsil edilirler. Aksine kadın karakterler, erkeğe bağımlı, erkeklerden daha az zeki ve ehil ve genellikle de daha duygusal olarak temsil edilir. Bu tip çalışmalar, tipik cinsiyetçi televizyon içeriğinin yalnızca kültürel eğilimi yansıtmadığını aynı zamanda bunları gelecek nesillere aktararak bu eğilimlerin sürmesine aracılık ettiklerini savunurlar. Cinsiyetçi içeriğin bu programları izleyenlerin cinsiyetçi davranışları sürdürmelerine vesile olacağını öne sürerler(1985: 213). Ancak, Meyrowitz, Chodorow’un erkek ve kadın dünyalarının ayrılmasının erkeklik ve

95 kadınlık rollerini yaratmadaki işlevi üzerine yazdıklarını hatırlatarak bu savlara itiraz eder. Chodorow’un toplumsal cinsiyet sosyalizasyonları analizinde ileri sürdüğü gibi, kadın ve erkek rolleri üzerindeki farklılığa yalnızca cinsiyetçi rol eğitiminin içeriği yol açmaz. Erkek dünyasının görünmezliği hem kadınlık hem erkeklik niteliklerini etkiler. Kız çocukların annelerinden başka rol modelleri yoktur. Erkek çocuklar, nadiren gözlemleyebildikleri babalarını taklit ederler. Eğer Chodorow haklıysa televizyonun idealize edilen erkek dünyasını evin içine taşıması bu geleneksel sistemi bozguna uğratır. Televizyon içeriği, iki zıt fonksiyonu içinde barındırır: Kısa vadede, içerik, çocuklara cinsiyetçi davranış modelleri sağlayarak eski stereotipleri sürdürebilir ama uzun vadede, hem kız hem erkek çocuklara kadın ve erkek rol modellerini göstererek geleneksel sosyalizasyon ayrımını zayıflatabilir(Meyrowitz, 1986: 214). Televizyonun kadın ve erkek arasındaki geleneksel ilişkileri yeniden şekillendirme gücü, dış dünyanın düşmanlarından ayıran alan olarak evi romantikleştiren nosyonu etkiler. Televizyon ve diğer elektronik medya, bu dünyayı eve taşır ve hem kamusal hem de özel alanı değiştirir. Televizyonla, evin dört duvarı artık kadınların dünyasını erkeklerin dünyasından, özel alanı kamusal alandan ayırmaz. Televizyon aracılığıyla, kadınlar, bu dünyaya dâhil olur. Pek çok kadının evdeki fiziksel izolasyonu sürse de televizyon onlara daha geniş bir dünyayı gözlemleme ve deneyimleme fırsatı sunar. İlk kez, kız ve erkek çocuklar, kadın ve erkekler kendileri ve öteki hakkında, benzer enformasyonu paylaşır. Televizyon öteki cinsiyet imgesini, kamusal ve incelenebilir kılar(Meyrowitz, 1986: 223). Bir yandan kültürel muhafazakârların farklı enformasyon dünyalarının birleşmesini kültürel dekadansla açıklayan görüşleribir yandan da Meyrowitz’in savunduğu kadın ve erkek dünyasındaki ayrımın ortadan kalkmasının geleneksel kadınlık ve erkeklik rollerini de tahrip edeceğine dair özgürlükçü iyimser bakış açısı yaşanan aynı değişime karşı iki zıt analizi ortaya koyar. Oysa üçüncü bölümde ortaya konmaya çalışılacağı gibi, yeni bir anlam dünyasının ortaya çıkması eski anlam dünyasını ortadan kaldırmaz aksine farklı anlam dünyaları arasında yeni bir etkileşim başlar.

96

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

3. ETNOGRAFİK BİR İZLEYİCİ ARAŞTIRMASI: TÜRKİYE TELEVİZYONLARINDA EVLİLİK ŞOVLARI ÜZERİNE BİR ODAK GRUP TARTIŞMASI

3.1. Araştırmanın Önemi Realite şov programlarının küresel formatların yerel uyarlaması oluşu, ikinci bölümde de bahsedildiği gibi, Batılı kültürel değerlerin Doğulu kültürleri kuşatması, toplumsal dejenerasyon, kültürel emperyalizm gibi tartışmaları yeniden gündeme getirir.Kültürel emperyalizmden bahsetmek bir anlamda kültürel muhafazakârlıkla işbirliği yapmak anlamına gelir. Bu tür yaklaşımlar; bir yandan küreselleşmeyi; tek boyutlu, merkezden çevreye dağılan, homojen bir kültürel süreç olarak görürken bir yandan da yerel kültürün yapısında bulundurduğu iktidar süreçlerini, eşitsizlikleri, sorunları görmezden gelerek yerel kültürü, doğal ve sorgulanamaz bir özü varmış gibi ele alır. Bunun için de küresel kültür kültürel erozyon perspektifinden tartışılırken yerel ise otantik, saf ve bozulmamış bir gerçeklik olarak değerlendirilir. Ien Ang’ın belirttiği gibi; “küresel ve yerel iki ayrı, bölünmüş ve karşıt gerçeklikler olarak ele alınmamalıdır. Statik küresel yerel kutuplaşmasından ziyade kompleks küresel etkileşim sürecinden bahsetmek gerekir. Küresel kültürün inşası, bütün kültürel farkların ve ayrılıkların asimile edildiği, basit bir homojenleştirme süreci olarak görülmemelidir(1995: 153). Bunun için; katı olan her şeyin buharlaştığına dair tezlere itiraz eden Ang, kapitalist modernitenin küreselleşen gücünün, insanların kültürel çevrelerini yaratan ve onların dünyayı deneyimleme ve yorumlama biçimleri üzerine çok önemli etkiye sahip olan coğrafya, toplumsal cinsiyet, etnisite, toplumsal sınıf, milliyet, din, ideoloji gibi kategorik katılıkları yok etmediğini savunur. Üstelik gündelik yaşamın sıradanlığı içinde insanlar eskinin kalıntısı üzerine yeni katılıklar üretirler. Eski ilişkiler, bağlantılar, anlam dünyaları modernliğin yayılmasıyla tahrip

97 olduğu zaman yenileriyle yer değiştirirler. Fakat bu yeni katılıklar eski, geleneksel katılıklardan farklı bir doğaya sahiptir. Onlar daha az kalıcı, daha az bütüncül, daha az sabit sınırlara dayanan, daha dinamik ve geçicidir ve genellikle küresel modern kültür tarafından sunulan kaynaklara dayanırlar(Ang, 1995: 157). “Yerel diye adlandırılan farklı taleplerin küresel içinde yok edilip türdeşleştirilmekten ziyade, nasıl kodlanıp yeniden işlendiği, yerel imgelerin nasıl yeniden dolaşıma sokulduğu, hazır bulunan farklılıkların nasıl birbirine eklemlenerek yeniden üretildiği ve konumlandığı, küresel/yerel dinamiğini anlamak için oldukça önemli”(Ahıska, 1995: 15). Raymond Williams, 1920’li yıllarda ortaya çıkan televizyon, otomobil, fotoğraf makinası gibi icatların modern toplumlarda zaman ve mekân organizasyonu üzerine dönüştürücü etkilerini göstermek için ‘mobil özelleştirme’ kavramını kullanır. Williams’a göre; modern endüstriyel kent yaşamı iki eğilim tarafından karakterize edilir: “Bir yanda hareketlilik diğer yanda ise görünüşte kendine yeten aile evi(Williams, 2003: 22). Mobil özelleştirme, bir yandan bireyleri ve aileleri evin sınırlarından uzaklaştırırken bir yandan da evin sınırlarını genişletir. Moores’un ifade ettiği gibi; televizyon aile veya ev içinin gündelik yaşamında bölgesel, ulusal, uluslararası düzeyde bilginin ve eğlencenin farklı kamusal dünyalarıyla ev içini bağlantılandıran bir araçtır. Bireyler ve aileler evlerinde kalmaya devam ederken sesler ve imajlar sürekli yer değiştirir. Bunun için de Moores, televizyon kültürüne özel, hareket, ev, seyahat temalarıyla yaklaşmanın açıklayıcı önemine dikkat çeker. Buradan hareketle de Moores, ulusal ve uluslararası kimlikleri, özel alandaki tüketicinin kültürel eğilimleri ile kamusal olarak dolaşıma giren temsiller arasında süren diyalogun sonucu olarak görmemiz gerektiğini belirtir (2000: 98). Elektronik medya aracılığıyla, farklı söylemler arasında bir diyalogdan bahsetmek; hem Batılı kültürün etkilerine maruz kalan yerel kültürün dejenere olması yönündeki kültürel emperyalizm tezlerine hem de sınırlarının kamusal alana açılmasının ev içini özgürleştireceği yönündeki naif tezlere itiraz etmek anlamına gelir. Tez kapsamında yapılan etnografik izleyici araştırması, soyut ve genel bir kategori olarak izleyici kavramından ve televizyonu sanki bağımsız bir değişkenmiş gibi ele alan yaklaşımlardan uzaklaşmayı hedeflemektedir. Televizyon alanında

98 yapılan etnografik çalışmalar, izleyicilerin televizyonla kurduğu ilişkiyi gündelik hayat ve toplumsal iletişim bağlamında ele almaya olanak sağlaması açısından önemlidir. Çalışma, elektronik medyanın kamusal ve özel deneyim alanlarını birleştirdiği bir dönemde, insanların yaşananları nasıl bir anlam çerçevesinden değerlendirdiklerini anlamaya yarayacak bir diyalog olarak okunabilir.

3.2. Araştırmanın Amacı Bora ve Üstün, “Sıcak Aile Ortamı” başlıklı çalışmalarında, kamusal alandaki eşitliğin, yani kadınların çalışma hakkı, eğitim hakkı, yasalar önünde eşitlik hakkı gibi kazanımların hem kadınlar hem de erkekler tarafından benimsenmiş olduğunu ortaya koyarlar. Ancak özel alanın anlamlandırılmasında bu eşitlik yerini farklılığa bırakır. Yazarlara göre; kamusal alan eşitliğin, özel alan ise farklılığın alanı gibi kodlandığından, özel hayat, aile, ev içi ilişkiler, aşk ilişkileri gibi mahrem olana ait yerler, kadın ve erkekliğin farklılığının korunabileceği dahası korunması gerekli yerler gibi görünür(Aksu ve Üstün, 2008: 87). Yine aynı araştırmada ortaya çıkan bir başka sonuç; kendini muhafazakâr ya da çağdaş veya modern olarak tanımlayan kadın ve erkeklerin özel alan- farklılık ve kamusal alan- eşitlik ilişkisi konusunda benzer yaklaşımlar sergiledikleridir. Ancak yazarlar, son yirmi yılda giderek artan “özel alan”ın açılması sürecine de dikkat çeker. Yazarlara göre; hem medyadaki temsiller hem de toplumsal tartışmalara bakıldığında, “toplumsalın kamusalı işgali” gibi bir olgudan söz edilebilir. Dolayısıyla, insanların eskisi gibi özel alana ilişkin deneyimlerini kamusal görüşlerinden ayırmaları, birindeki “muhafazakârlık”la diğerindeki “çağdaş”lığı sorunsuzca yan yana yaşayabilmeleri artık kolay değildir(Aksu ve Üstün,2008: 99). Diziler, filmler, reklamlar gibi pek çok tür özel olarak kabul edileni kamusala taşıyarak deneyim alanlarının birbiriyle iç içe geçmesine aracılık etmesine ve yeni cinsiyet rejimlerinin temsillerine yer vermesine rağmen, “gerçeklik programları” doğrudan gerçek insanların gerçek hayatlarını ekrana yansıtmaları niteliğiyle kurgusal olan diğer türlerden ayrılır. Kraidy, Arap televizyonunda yayımlanan diziler, klipler vb. formatlarda da yeni toplumsal cinsiyet ve ilişkileri teşvik eden temsillerin yer aldığını ancak gerçeklik televizyonunun gerçekliği temsil iddiası nedeniyle bu tür programlarda yer bulan temsillerin

99 tartışmaya daha açık olduğunu söyler(Kraidy, :14). Araştırmanın amacı, Türkiye’de yayımlanan evlendirme şovları aracılığıyla insanların kamusal ve özel alanlardaki yeni temsil rejimlerini nasıl değerlendirdiğini ve realite şov araştırmalarının önemli sorunsallarından biri olan ‘programların gerçeklik iddiası’nı nasıl yorumladıklarını anlamaya çalışmaktır.

3.3. Araştırmanın Metodolojisi Odak grup tartışması yönteminin kullanıldığı etnografik izleyici araştırmasında, ikisi kadınlardan biri erkelerden oluşan, altışar kişilik toplam üç odak grup oluşturuldu. Toplumsal farklılıkların kamusal ve özel alan algılarının oluşumunda belirleyici önem taşıması nedeniyle görüşmeciler seçilirken yaş, etnisite, medeni durum, sosyal sınıf, eğitim düzeyi, din gibi farklı niteliklere ve aidiyetlere sahip ve birbirlerini öncesinde tanımayan izleyicilerden oluşan heterojen gruplar oluşturuldu. Karşıt cinsin yanında konuşmanın, görüşmeciler üzerinde baskı yaratabileceği ve bunun sonucunda ifadelerine sınırlama getirebilecekleri kaygısıyla, gruplar yalnızca cinsiyet bakımından homojen olarak tasarlandı. Katılımcıların tümü evlendirme programlarının düzenli izleyicileri arasından seçildi. Başlangıçta görüşmelerin, İletişim Fakültesine ait toplantı salonunda yapılması planlandı. Ancak özellikle grupların ev kadını üyelerinden bazıları, eşlerinin, yabancı bir mekâna gitmelerine izin vermeyeceğini söyledi. Erkek gruplarda ise, görüşmenin yapılacağı mekânı seçmedeki sorun; esnaf olan grup üyelerinin iş yerlerinin fazla uzağına gelemeyeceklerini belirtmeleriydi. Bunun üzerine, kadın gruplarda, hareket serbestisi olmayan kişilerin evleri görüşme mekânı olarak belirlendi ve diğer katılımcılar da bu evlere geldiler. Erkek grup ile yapılan görüşme ise; esnafların iş yerlerine benzer yakınlıkta olan bir evde gerçekleşti. Grup üyelerinin hiçbirini daha önce tanımıyordum. Kendi çevremdeki insanlardan, beni, bu programları düzenli olarak izleyen tanıdıklarına yönlendirmelerini rica ettim. Ulaştığım bütün izleyicileri evlerinde ya da iş yerlerinde ziyaret ederek hepsiyle tek tek tanıştım. Gittiğim kişiler hakkında daha önce bilgi sahibi olduğum için programları düzenli olarak izlediklerini biliyordum ama izleyicilerin büyük çoğunluğu özellikle de erkekler başlangıçta bana programları

100 izlemediklerini ya da beğenerek izlemediklerini söylediler. Kendimi tanıtıp İletişim Fakültesinde öğrenci olduğumu ve programlar üstüne bir araştırma yaptığımı anlatınca hemen herkesin sorduğu ilk soru; ‘üniversitede siz böyle programlara karşısınız değil mi, programların kaldırılması için mi yapıyorsunuz bu araştırmayı?’ idi. Benim programlara yaklaşımımın negatif olduğu önyargısı güçlüydü. Dolayısıyla konuşmalarımızın başında genellikle programlar hakkında olumsuz ve normatif görüş bildirip -ki benim onlardan bunu duymayı beklediğimi düşünüyorlardı- ya izlemediklerini ya da izleyecek başka bir şey olmadığı için mecburen izlediklerini söylediler. Ancak sohbet ilerledikçe programları düzenli olarak izlediklerini hatta reklam arasında hemen diğer evlendirme programına geçip onu izlemeye devam ettiklerini anlatmaya başladılar. Odak grup tartışmalarına başlamadan önce grup üyeleriyle birlikte ‘Esra Erol’da Evlen Benimle’ programının rastgele seçtiğim bir bölümünden bir saatlik parçalar izledik. Programın normal süresi üç saati aştığı için ve katılımcıların bu kadar uzun zaman ayıramayacaklarını bildiğim için izlettirdiğim bölümü kısaltmak zorunda kaldım. Önceki bölümde anlatıldığı gibi program üç ana bölümden oluşmakta. Yaptığım kısaltmada üç bölüme de yer verdim. Programın orijinal süresinde her bir bölümde çok sayıda aday kendini tanıtıp, talipleriyle tanışıp ve son olarak kararlarını açıklıyorlar. Süre sıkıntısı nedeniyle her bir bölümden yalnızca bir erkek ve bir kadın adayın kendini tanıttığı, talibiyle tanıştığı ve kararını açıkladığı bölümleri aldım. Ancak kısaltmaları yaparken seçtiğim bölümlerdeki konuşmalara kesinlikle müdahale etmedim. Zaten daha önce de belirttiğim gibi; odak grup üyelerinin tümü düzenli olarak programların izleyicisiydiler ancak programı onlarla birlikte izleyip, programı izledikleri esnada verdikleri tepkileri de görebilmek için hep birlikte, kısaltılmış bir bölüm izlemeyi tercih ettim. Ayrıca bu; tartışmaya geçildiği zaman, daha somut sorular sorabilmem için de bana yardımcı oldu. Tartışmalar esnasında, görüşmecilere, özel hayata dair konuların televizyonda konuşulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz, programa erkelerin ve kadınların katılması arasında fark görüyor musunuz gibi hem normatif sorular sordum hem de programlarda yaşanan somut olaylar üzerinden tartışmalar açarak gündelik hayatta karşılaşılan somut durumlar karşısında normatif ilkeleri nasıl kullandıklarını

101 anlamaya çalıştım. Programlara katılıp katılmayacakları, bunun nedenleri, yakın çevrelerinden kadın ve erkeklerin programlara katılmaları durumda verecekleri tepkileri, programdaki kadın ve erkek temsillerine bakışlarında fark olup olmadığı, programların gerçeklik iddiasını nasıl yorumladıkları, kendileri gibi ünsüz olan insanları televizyonda görmenin onlarda yarattığı duyguyu öğrenmeyi hedefledim. Soyut sorularla tartışmayı ilerletmekten ziyade programlarda yaşanan olaylar üzerinden konuları açıp daha somut bir bağlamda kendilerini ifade etmelerini tercih ettim. Kimi katılımcılar, tartışmalar esnasında konuşmada isteksiz davrandı, bazıları hiç konuşmadı bazıları ise “katılıyorum”, “bence de” gibi kısa cevaplarla diğer katılımcıları desteklediklerini söylediler sadece. Daha az konuşan katılımcılara zaman zaman dönüp özellikle fikirlerini almaya çalışsam da kendilerini daha fazla rahatsız hissetmemeleri için ısrarcı olmadım. Sorulardan sonra gruplar tartışmaya başladıkları zaman, bağlamdan uzaklaşmadıkları müddetçe tartışmaya müdahil olmadım. Araştırmayı yazarken, yaptığım deşifreleri tekrar tekrar okuyup görüşmecilerin programları tartışırken kullandıkları ortak izlekleri çıkardım ve saha araştırmasını bu izlekler ekseninde tartıştım.

3.4. Odak Grup Tartışmaları

3.4.1.Televizyonda Konuşmanın Sınırları: Çevre Baskısı ve Utanç Programları tartışırken hemen bütün görüşmecilerin en sık kullandıkları ortak izlekler; utanç, gurur ve sosyal çevre oldu. Kendilerinin programa katılıp katılmayacaklarını sorduğumda, çoğunlukla çevre baskısından dolayı katılamayacaklarını söylediler. Bahsedilen sosyal çevre; hem aile, komşu, iş arkadaşları gibi yakın bir çevreyi hem de gündelik hayatta, sokakta, toplu taşıma araçlarında vb. bir yerlerde karşılaşabilecekleri ve televizyonda kendilerini izlemiş olma ihtimalleri olabilecek insanlar gibi tanımadıkları uzak bir çevreyi kapsıyordu. Görüşmeciler, programlara katılmaları durumunda kendilerinin ve ailelerinin gururunu incitmiş olacaklarını ve bunun kendilerinde utanca neden olacağını sıklıkla

102 ifade ettiler. Özkan ve Gençöz ‘gurur toplumu’ kavramından hareketle Türk kültürünü inceledikleri makalelerinde gururun, bir kişinin kendi gözündeki değeri ve diğerlerinin gözüyle olan değeri olmak üzere iki bileşken ile ifade edildiğini söylerler. “Gurur duygusuyla en yakın değerler seti olarak “bireycilik ve toplulukçuluk” görülmektedir. Bu boyut, kimliğin kişisel seçenekler ve başarılarla mı yoksa kişinin bağlı olduğu grubun kolektif karakteri ile mi tanımlandığına dair betimlemeleri yansıtır. Benlik olgusunun kişisel ya da sosyal temellere göre tanımlanması bireyci ve toplulukçu kültürlerin en ayırt edici özelliği olarak belirtilmektedir”(Özkan ve Gençöz, 2006: 21). Özkan ve Gençöz’ün Türkiye kültürünü yerleştirdikleri ‘gurur toplumu’ kavramı, antropolojinin geleneksel ‘gurur kültürleri’ ve ‘suçluluk kültürleri’ ayrımına dayanır. Bu geleneksel ayrımda ‘gurur kültürleri’ Akdenizli ve Müslüman toplumları, ‘suçluluk kültürleri’ ise Batılı toplumları açıklamak için kullanılır. Lal, kültürel olarak kazanılan ahlak duygusunun gelişiminde, utanç ve suçluluk duygularının önemli bir yer tuttuğunu,diğer duyguların, farklı kültürler arasında benzer nitelikler taşısa da utanç ve suçluluğun kültürel farklılık taşıdığını savunur. Utanç, birinin, kendi eylemini, başkasının bakış açısından kendisine bakarak denetlemesinden kaynaklanan sosyal bir duygudur. Suçlulukta mağdur veya yerine getiren varken utançta izleyen veya bir tanık vardır. (1998:13). Lal, bu duyguların oluşumunda dinlerin önemi üstünde durur. Hıristiyanlar ilk günahın cezasını çekmek için suçluluk temelli sosyalleşme süreci inşa ederler, oysa suçluluk duygusu İslam’a dayanak oluşturmaz. İslam’ın sosyalleşme süreci Hıristiyan olmayan Avrasya uygarlıklarının pek çoğu gibi utanca bağlıdır (1998: 59). Benzer şekilde; Eski Yunanların sosyalleşme süreçleri ve dolayısıyla da ahlaki inançları, Hindistan ve Çin uygarlıklarına daha yakındır ve Eski Yunan toplumu da utanç toplumudur, suçluluğa dayanmaz (1998: 75). Lal, Batı fikir dünyasının Aydınlanma tarafından başlatılan sekülerleşme projesinin tamamlanması ile toplumun çimentoları olarak nitelediği suçluluk ve utanç duygularının temel bir değişime uğradığını söyler. 1881 yılında Nietzche tarafından ilan edilen Tanrının ölümü, günümüzde, Batıda, pek çok insanın kelimelerinde olmasa bile yaşamlarında görünürdür. Bu durumun, temel sosyalizasyon gücü olan suçluluk üzerinde çok büyük sonuçları vardır. Oluşan ruhani boşluk Freudçuluk, çevrecilik gibi yeni

103 inançlarla doldurulur. ancien regimes’de yaygın olan itaat sistemine dayanan diğer sosyal çimento utançla ilgilidir. Utanç ve suçluluğun son bulması cinsel devrim, feminizmin yükselişi, özel alandaki kuralara ilişkin genel şüphecilik ile ilgili olan 1950’ler ve 60’lardaki Batılı aileye öncülük eder (Lal, 1998: 102). Lal, Batı ve geri kalanlar olarak kategorize ettiği toplumların tarihsel incelemesinde iki temel farklılık olduğunu savunur. Bunlardan ilki toplumlarının çimentosudur. İkincisi bireyciliğin eşsiz önemidir. Bireycilik, sosyal dokunun altını destekleyen kişisel ahlakı sağlayan suçluluğa dayalı dinsel inançlarla birleşir. Aksine batılı olmayan toplumlar ne bireycidir ne de sosyalizasyon süreçleri suçluluğa dayanır. Onlar utanç toplumlarıdır. Sosyal dokuları, Batılı bireycilikle beslenen ve rasyonalizmle sonuçlanan tanrının ölümüyle zayıflatılmamıştır (Lal, 1998: 153). Lal, Batılı toplumlar ve diğerleri arasında keskin sınırlar çizer ve farklı duyguları farklı toplumsal yapılarla sınırlandırır. Ağırlık dereceleri farklı olmakla birlikte her toplumda utanç ve suçluluk duyguları vardır ve bu duygular toplumsal normları şekillendirir ve davranışlar üzerinde denetim kuran unsurlar olarak işlev görürler. Sosyal normların duyguları duyguların da sosyal normları şekillendirdiğini söyleyen Elster, utancın, başkasının onaylamadığını açıklamasına neden olan bir şey yapıldığı zaman ortaya çıktığını ve eylemden ziyade kişiyle ilişkili olduğunu, bunun aksine, suçluluğun ise birinin bütün karakteriyle değil spesifik eylemleriyle ilişkili olduğunu söyler. Utancın ortaya çıkması için başkasının varlığına gereksinim vardır. Oysa suçlulukta bu gereksinim yoktur. Utançta hem öz saygı hem de saygı ihtiyacı yıkıma uğrar. Birinin kendini kötü bir insan olarak düşünmesi yeterince kötüdür, ek olarak, başkalarının ona bakışının benzer doğrultuda oluşu dayanılmazdır. Bu yüzden de Elster, utancın davranışı düzenleyen güçlü bir etken olarak işlev gördüğünü vurgular. Utanç duygusundan sakınabilmek için genellikle her şeyi yaparız. Başkaları tarafından fark edilip utanç duyacağımız için, bize başka türlü fayda sağlayabilecek şeyleri yapmaktan sakınırız (1999: 151- 154). Rawls ise utancı, kişinin özsaygısının zedelendiği veya haysiyetinin darbe aldığı zamanlarda hissettiği duygu olarak tanımlar. Utanç değer verilen iyinin kaybı anlamına geldiği için acı verir (1999: 389). Rawls, utanç ve pişmanlık arasındaki farka dikkat çeker. Pişmanlıktan bahsederken bir fırsatı kaçırmaktan ya da heba

104 etmekten bahsederiz. Bize utanç veren bir şey yaptığımız için veya haysiyetimiz için temel oluşturan yaşam planlarımızı gerçekleştirmede başarısız olduğumuz için pişman olabiliriz. Böylece kendi değerlerimizin eksikliği duygusu nedeniyle pişmanlık hissedebiliriz. Pişmanlık, bizim için iyi olduğunu düşündüğümüz şeylerin yokluğunun veya kaybının neden olduğu genel bir duygudur. Oysa utanca öz saygımızın sarsılması sebep olur. Hem pişmanlık hem utanç öz saygı ile ilgilidir ancak utanç şahsımızla ve kendi değerimizi kabul etme ile yakından ilişkilidir. Utanç kimi zaman ahlaki bir duygudur. Öncelikle kendimiz için iyi olan şeyle kendimiz için olduğu kadar ötekiler için de iyi olan şahsımızın özellikleri arasında ayrım yapar (1999: 389). Rawls’a göre; suçluluk ve utanç duyguları farklı ilkelere sahiptir. Suçluluk; kızgınlık, dargınlık, hak kavramıyla ilgiliyken utanç; küçümseme, alay iyilik kavramıyla ilişkilidir. Bu da görev ve sorumluluğa işaret eder (1999: 423). Rawls’a göre; bir erdemin ihlali utancın büyümesine yol açabilir, Benzer şekilde, diğer kişilerin bir şekilde zarar gördüğü ya da haklarının çiğnendiği her durumda yapılan yanlış, suçluluğa yol açar. Dolayısıyla suçluluk ve utanç, başkalarına ilişkin ve bir kişinin tüm davranışlarında ahlaklı olması gerektiğine ilişkin endişeyi yansıtır. Bu noktada Rawls, hak ve adalet teorisinin, bireyin kendi bakış açısı ile diğerlerininkini eşit ahlaklı bireyler olarak bağdaştıran karşılıklılık kavramına dayandırdığı için, bir duygunun görünümünüdiğerinden daha fazla vurgulamanın tam bir ahlak anlayışı kapsamında hata olacağını söyler(1999: 424). Zimmerling, utanç ve suçluluk kavramlarının son yıllarda sosyal bilimler ve felsefede, sosyal ve politik sistemlerin niteliği hakkında tartışırken kullanıldığına dikkat çeker. İki kavram arasındaki ayrım, karşılaştırmalı demokrasi çalışmalarında kullanılır (2003: 6- 7). Rawls’un ve deontolojik liberallerin hakkı iyiye önceleyen kamusal alan anlayışlarına bu bağlamda bakmak gerekir. Kırık, deontoloji kuramının merkezinde yer alan düşüncede, toplumun her biri kendi amaçları, çıkarları ve iyi anlayışları olan kişilerin çoğulluğundan oluştuğunu söyler. “Bu durumda, bu çoğulluğun en iyi idare biçimi kendinden menkul herhangi bir iyi anlayışına sahip olmayan ilkeler tarafından yönetilmesidir”(2005: 32). Liberal siyasal düzende, herkesin kendine ait bir iyi yaşam kavramsallaştırması olmasına rağmen, hiçbir iyi yaşam biçiminin diğeri karşısında üstünlüğü bulunmaz. Liberal düzende, devletin

105 yansızlık ilkesi de bireylerin sahip olduğu farklı iyi kavrayışları karşısında devletin yansız olma zorunluluğuna işaret eder. Liberal kamusal alan önermesi de bu yansızlık ilkesi üzerine şekillenir. Çünkü liberaller uzlaşamayacağımız ahlaki ve inanç kaynaklı farklılıkların üzerine kamusallığı oluşturmamızın mümkün olmadığını düşünürler (Kırık, 2005: 34- 46). Oysa Türkiye’de kamusallığın ilkelerinin tarihsel olarak belirlenme koşullarına bakıldığı zaman, ikinci bölümde ele alındığı gibi, batılı anlamda kamusal alana özgü bir ahlakın kurulmadığı, özel alanın ilkelerinin kamusal alanda güçlü bir etkisinin olduğu görülmektedir. Bunun için de utanç kamusal ahlakı şekillendiren önemli bir duygudur. Bu noktada, utancın antropolojide kullanılan anlamlarıyla da ilgilenmek gerekir. Özellikle de Akdenizli ve Orta Doğulu topluluklar üzerine odaklanan antropologların utanç üzerine yaptıkları incelemeler izleyicilerin programları anlamlandırırken neden bu duygu ekseninde yoğunlaştıklarını anlamada yardımcı olur. Bu çalışmalarda utanç, onur duygusuyla ilişkili olarak ele alınır. Ancak utanç, onur, suçluluk gibi duyguların hemen her toplumda farklı ağırlık seviyelerinde de olsa var olduğu ve bu duyguların statik olmadıkları gözden kaçırılmamalıdır. Malina, onurun, otorite, toplumsal cinsiyet statüleri ve saygı ile ilişkisine dikkat çeker. Otorite ötekilerin davranışlarını kontrol etme yeteneğidir. Sembolik gerçekliktir. Toplumsal cinsiyet statüleri veya rolleri, zorunlulukların ve yetkilerin oluşturulmasına işaret eder. Malina’ya göre; toplumsal olarak erkeğin gereklilikleriyle kadının gereklilikleri aynı olmadığı için, toplumsal cinsiyet statüleri, toplumsal grupta kabul edilen kadın ve erkek gerekliliklerine işaret eder. Saygı ise varlığımızı kontrol edenlerle ilgilidir. Çocuğun varlığını aile, ailenin varlığını büyük aile, ailenin ve büyük ailenin varlığını yerel ve ulusal hükümet yetkilileri ve işverenler ve merdivenin üst basamağında bulunan, tüm bu unsurları kontrol eden tanrılar, varlığı kontrol eden güçlerdir. Onur, sosyal olarak uygun tutumlar ve otorite, toplumsal cinsiyet statüleri ve saygının kesiştiği bir alandaki davranışlar olarak tanımlanabilir (Malina, 2001: 29- 30). Toplumsal cinsiyetle ilişkili bir kavram olan onur kadınlar ve erkekler için farklı anlamlar taşır. Malina, onuru, kişinin kendisinin kendi gözündeki değerine ek olarak kişinin sosyal grubunun gözündeki değeri olarak

106 tanımlar. Toplum üyeleri otorite, toplumsal cinsiyet statüleri ve saygının sembolleriyle sınırlanan duygu ve anlam dünyalarını paylaşır. Erkeklik onuru; testikül, cesaret, aile üstündeki otorite, birinin şerefini koruma gönüllülüğü, boyun eğmeyi reddetme gibi unsurlarla sembolize edilirken kadınlık onuru bekâret, nezaket, mahcubiyet, sınırlılık ve utangaçlık gibi unsurlarla sembolize edilir. Erkeğin onuru annesinin, karısının, kızının ve kız kardeşinin cinsel saflığını kapsar ama kendi cinsel saflığını içermez (Malina, 2001:47- 48). Benzer şekilde Campbell de onurun kadının cinsel davranışlarıyla ilgili boyutuna dikkat çeker. Aile kadının cinselliği üstünde hak sahibidir. Kadının arzuları savunmasızdır ve bedensel zevklere düşkünlüğü kötüdür. Bir kadının cinsel saflığı ailesinin onurunun sembolüdür(Campbell 1964: 199).Bunun için kadının cinselliği, bekârken kendi ailesinin erkekleri, evliyken de kocası tarafından denetlenmelidir. Evliliğin gerçekleşmemesi kadın cinselliğinin başıboş kalması korkusu yarattığı için kadının belli bir yaştan sonra bekâr kalması da hoş karşılanmaz. Campbell’in dikkat çektiği gibi; bir erkeğin topluma tam olarak katılımını sağlaması aile reisi olması ve babalıkla gerçekleşir. Benzer şekilde bir kadın evlilik ve annelikle kendini gerçekleştirir. Bekâr kalmak başarısızlıktır ve fiziksel veya ahlaki eksikliğin kabulüdür (Campbell, 1964: 150).Pitt- Rivers da evlenmemiş kadının erkekler için tehlike olarak görüldüğünü ve erkek tarafından korunmayan kadının şerefinin şüpheli hale gelebileceğini söyler. Bu durum kadının evlenme şansını da zayıflatır (Pitt- Rivers: 1977: 26-27). Erken evlilik, kadının, farklı cinsel deneyimlere karşı ayartılmasına engel olarak cinsel namusunu koruyacaktır(Pitt- Rivers 1977: 165). “Erkek vesayeti altında olmayan kadın(dul, çocuğu olmayan, hiç evlenmemiş) kadınlık onurundan mahrum bırakılmış olarak görülür. Yalnızca yeniden evlenmek, doğru toplumsal cinsiyet rollerini restore edebilir” (Malina, 2001: 48). Anne ailenin birliğinin sağlanmasında önemli bir rol üstlenir. Ailenin bütünlüğünde oluşan herhangi bir çatlak kadını kaygılandırır. Ailenin bütünlüğünün sağlanması annenin rolü olduğu için ailenin onuru ve namusu büyük ölçüde onun ahlakıyla ilişkilidir. Buna karşılık babanın rolüyse koruyuculuktur. En azından ailesinin beslenme, barınma, giyim ihtiyaçlarını karşılamalıdır ama babanın koruyuculuk rolü bunlardan daha fazlasını talep eder. Bu talep babanın yönetme

107 yeteneğine ilişkindir. Babanın koruma görevi otorite hakkıyla dengelenir (Campbell, 1964: 168- 170). Onurun sıkı sıkıya bağlı olduğu duygu utançtır. Utanç, onurun zedelenmesi durumunda ortaya çıkar. Kadın onurunun zedelenmesi onu korumakla yükümlü olan erkeğin onurunu da zedeler. Aşağıda görüleceği üzeri, izleyiciler programlar hakkında konuşurken çevre baskısı, gurur ve utanç duyguları bu konuşmada, ağırlıklı bir yer tutar. Ancak yeni kamusallık biçiminin utanç ve gurur üstünden tartışıldığını söylemek utanç ve gururun değişmez kategoriler olduğunu ya da davranışlar üzerinde mutlak bir belirleyen olduğunu söylemek anlamına gelmez. Örneğin, çevre baskısı nedeniyle özel meselelerle ilgili konuları, kamusal bir mecrada dile getiremeyeceklerini söyleseler de çevre baskısının kendisini de tartışmaya açarlar. Bu baskının toplumsal cinsiyetle ilişkisine işaret ederler, gündelik yaşamlarında karşılaştıkları sorunları, hayal kırıklıklarını, gerçekleştiremedikleri arzularını bu baskı çerçevesinde tartışırken baskının kendisini de sorunsallaştırırlar.

Duygu: Siz evlendirme programlarına katılır mısınız? Asiye: Hayır. Hani sonuçta belli bir çevrem var, ailem var, hani programa çıkmaktansa kendim bulamasam da görücü usulüyle evlenmeyi tercih ederim, ailem tarafından Sevinç: Şey biraz çevre etkili, benim ailem var, ağabeylerim var, Asiye: Evet çevre Sevinç: Hani böyle bir şeye izin vermezler, televizyona çıkıp eş bulayım, bu kadar kişiyle tanışayım, konuşayım edeyim, ailem, akrabalarım bunu yadırgarlar, o yüzden. Kendi başına olsa belki çıkarsın Asiye: Ama çevrenin etkisi olduğu için Güher: Ben de katılmam, tanıdık biri, çevreden olsun, bence daha iyidir. Anlaşmak, orada yarım saat, beş dakika konuşuyorsun, tanışamıyorsun, sülalesini tanımadan Sevinç: Ama onlar araştırıyorlar, işini gücünü, emekli mi değil mi? Nuriye: Çok zor da kalırsam belki olabilir, sahipsiz, zorda kalırsan olabilir. Güher: Belki olabilir Sevinç: Güvenilmiyor herkese, belki de orada bulduğun daha iyidir

108

Nuriye: Dışarıdaki insana güvenemiyorsun, hani onlar araştırıyorlar ya belki o yüzden olabilir, çok zorda kalırsam ama normalde mümkün değil Damla: Ben de çevremden dolayı katılmam(biraz durduktan sonra) ama normalde de katılmam, ne kadar sağlıklı olabilir ki oradaki ilişkiler. Sonuçta her türlü oldubittiye geliyor orada yani, nişan oluyor, düğün oluyor, her şey olup bitiyor. Meryem: Televizyondakiler(yapımcıları kastediyor) ne kadar arkanda olabilir senin, hangi birinin arkasında olacak Sevinç: Dışarıda tanıştığın da aynı değil mi? Ne kadar tanıyabiliyorsun ki? Damla: Ben oraya çıkıp aday aramam, sonuçta benim de çevrem var, ağabeylerim var, babam var, onları düşünerek yapmam yani Asiye: Çevre yüzünden, tek etken o yani Beyhan: Aynen aile, çevre, eş, dost, bunlar olmasa neden olmasın Meryem: Herkes özgürdür, zorda kalsak biz de çıkarız Nuriye:Şimdi çevreyi şey yapıyoruz ama çevre sahip çıkmasa çok zorda kalsak belki biz de çıkarız, hani bir nevi dersin ki orada araştırıyorlar Sevinç: Ama oradakilerin hepsi zorda kalmış değil ki Nuriye: Tabii zorda kalmayanlar da var, zevk için çıkanlar da var, 17 yaşındaki kız oraya evlenmeye gelmiş, evlenme daha senin acelen ne, ne anlar ki o Sevinç: Farklı bir amacı vardır, zengin birini bulup rahata ermek, muhtemelen ondandır, yoksa 17 yaşında niye evlensin ki kız Asiye: Kız gelmiş gelmiş, cahil, annesi niye onu getiriyor Nuriye: 17 yaşındasın, annesi getirmiş oraya, 17 yaşındaki kızı evlenmeye getirmiş, benim kızım 21 yaşına geliyor, alsam oraya götürsem beni daha eve koymazlar, kızıma koca bulacam derken ben de kocasız kalacam Sevinç: Ya kurtuluş için buraya çıkıp malı mülkü olan biriyle evlenmek için yapabilirler, kurtulmak için, rahat bir hayata gitmek için ama sırf maddi yönünü düşünerek, bunu yapıyorlar duygusal olarak bunu düşünmüyorlar. Duygu: Yalnız kalmamak için evlenmek istiyor olamazlar mı? Nuriye: haa, yaşlı insanlar evet Sevinç: Onlar şey oluyor galiba, daha yaşlı insanlar Duygu:Sadece yaşlılar değil gençler de bu nedenle çıkabiliyorlar

109

Nuriye: Onlara da kızıyorum işte, senin gelirin var, evin var, araban var, yalnızsan ne bileyim ben bir kız çocuğu al okut, her şeyden önce yoksul insanlar var Güher: Evet, yani illa koca mı lazım Nuriye: İlla ki koca mı yani, belki bizim canımız yandı o yüzden(kahkaha atıyor) Güher: Benim maddi şeyim, her şeyim yerinde olsa kocayı ne yapacağım ki Meryem: Sağlıklı değil, çünkü artık yaşları gelmiş, çocukluk dönemine girmişler, yani o evlilik sağlıklı olmaz. Bence ayaklarının üstünde duran bir insan o yolu tercih etmez, ben şimdi ayaklarımın üstünde duruyorsam, 44 yaşındayım, ikinci bir evliliği kesinlikle tercih etmem, çünkü sağlığım varsa gider çalışırım, çocuklarıma da bakarım, babaya bile muhtaç olmam. Duygu:Bir arkadaşa ihtiyacınız olmaz mı? Meryem: Hayır çocuklarım benim her şeyim, onlar bana yeter. Şimdi 60 yaşındaki bir evlilik nereye kadar gider, o evlilik sağlıklı olmaz, affedersin bunama devrine girmiş o. Ben çocuklarımın gururunu incitip, kendi gururumu incitmem. Ben ailemi de düşünmem ben kendim için yaşarım. Ben ailemden korkarak yani hayatımı sürdürmek istemem. Ben kendi gururumu, kendi çocuklarımı düşünürüm, ailem için yaşamam.

Erkeklerden oluşan odak grup katılımcılarının da hemen hepsi benzer şekilde çevrelerinden alacakları tepki nedeniyle programa çıkmaya çekineceklerini ifade ettiler. Ancak yine de erkek görüşmeciler kadın görüşmecilere oranla programlara yönelik daha olumlu yaklaşım sergilediler ve gündelik hayatta yaşananlarla daha fazla ilişkilendirdiler.

Soner: Ben katılamam, ailem istemez, ben oraya katılsam babamın beni Türkiye’den kovması lazım, Türkiye’de yaşayamam daha, öyle bir yapı var. Uğur: Ben çıkanlara kızıyorum ama istediğim biri de çıkarsa katılırım yani. Hani çıkarsın edebinle oturursun ayrı bir şey de yani çıkıyorlar, ne yaptıkları belli değil, aileleriyle olan problemlerini anlatıyorlar, ondan sonra kadın çıkıyor diyor adama evin var mı, araban var mı, banka hesabın var mı? Eee sen niye onları soruyorsun? Geliyor oraya 18

110 yaşında kız çıkıyor, sen oraya niye çıkıyorsun, 18 yaşında kızın ne işi var orada? Kızıyorsun bazıları oraya çıktıklarında, bazılarının çıkması da normal. Ben çıkar mıyım çıkmaz mıyım demem Allah var yukarda ama bir iki kişi var kafamda onlar çıksa çıkarım Mehmet: Şartlara bağlı, mesela eğer bekârsam eğer bekârlık bana zor geliyorsa herhalde çıkarım, benim hanımım şimdi hasta düşünüyorum öldüğünü, kim ölecek kim kalacak belli değil, hasta yaşar ben ölürüm başka bir şey, ben makul karşılıyorum bu programları Emre: Ben çıkmam, gerek yok, daha ümitsiz değilim o kadar. 50 yaşın üstünde aslında mantıklı olur ama orada da bütün sermayesini maddi durumunu açıklayıp da gittiği için çok tehlikeli buluyorum bu durumu, bu cinayetlere bile neden olabilir. Aslında eski usul daha mantıklı referans alınarak, görücü usulü. Yani 50 yaşındasın olabilir insanlar hiç evlenmemiş de olabilir, hanımları da ölmüş olabilir, tavsiye üzerine aileleri de bilindik, tanıdık biri olabilir yani. Mehmet: Senin çevren var güveniyorsun çevrene, öyle insanlar var ki çevresi yok Emre: Ümitsiz vaka yani etrafında kimse yoktur, ona referans getirecek kimse yoktur olabilir ama son yapılması gereken bir şey Mehmet: Ben şahsen genç olsun yaşlı olsun, bu gibi programları ben beğeniyorum çünkü acze düşmüş insanlar var içlerinde Hüseyin: Çoğunlukla yalnız insanlar, biz mesela çıkamayız çünkü çevremiz, akrabamız çok olduğu için ben şahsen utanırım ama mesela çoğu insanlar öyle yalnız ki kendi akrabalarını tanımıyor, onlar için iyidir, çoğu da o insanlar Murat: Ben kesinlikle katılmam, kadın erkek ilişkileri bu şekilde olmamalı, kadın ve erkek ortak hayat kuracaksa birbirlerini tanıyarak kurabilmeli yani ne kadar fedakârlık gösterebilecekler, neleri nasıl biriktirecekler, nelerden nasıl vazgeçebilecekler, birbirini tartabilmeli, bunun için de zaman geçmeli, insanlar hayata bakışlarını görmeli, insanların özel hayatlarının dramatize edilmesi, bu kadar reklamvari kullanılması açıkçası çok şey gelmiyor. Ticarete dönüştürülmüş bir kadın- erkek ilişkisi çok doğru değil. Uğur: Öylesi de var öyle olmayanı da var ağabey. Şimdi normalde çıkıyor kadın hiç paraya pula bakmadan kabul eden kadınlar da var yani. Kadın görüyor, etkileniyor, kalkıyor gidiyor, bir çay içiyorlar iki üç ay sonra evleniyor. Bir tanesi geldi geçen ikisi de dini bütün insanlar, kadın kapalı adam da hacca gidip gelmiş, daha gençler ikisi de. Görüştüler. Kadın çıktı Allah korkusu olsun istiyorum dedi adam çıktı talip oldu, şimdi evlendiler.

111

Murat: Ama işte birbirlerini tanıyamıyorlar burada, her insanın kötü veya iyi yanları vardır, zayıflıkları vardır Uğur: Orada doğrusun ama ağabey gerçek hayatta da var bunlar Mehmet: Ama diyorlar orada bir çay içer misin, o çay esnasında bir zaman kendilerine ayırıyorlar. Bir hafta, on gün, on beş gün, eğer olacaksa tekrar gidiyorlar programın yapımcısına oldu veya olmadı diyorlar. Gayet güzel bir şey bence. Uğur: Gerçek hayatta da görücü usulü var. Yani hayatta olan şeyler oluyor abla olmayan şeyler olmuyor. Tek olanı insanların gözünün önünde olması, canlı yayında programda dökülmesi. Mehmet: Evlenmenin çeşitli yolları var, bir kısım insanlar da bu şekli seçer, bence gayet makul bir program Emre: Teknolojinin getirmiş olduğu yeni bir görücülük usulü aslında bu da Mehmet: Ben Şişli’de oturuyorum, yolda giderken görüyorum, Şişli Cami’yi geçince evlendirme bürosu yazmış adam oraya ve altını da okuyorum 28 senedir yapıyormuş adam bu işi. Demek ki o gibi yerlerde de evlenenler oluyor ki bürosu duruyor adamın orada. Uğur: Bir de hepimizin inandığı gibi Müslüman olarak, kısmet diye bir şey var bildiğimiz o yani, Allah kaderi, doğumu, ölümü, evleneceğin tarihi yazıyor diye biliyoruz, öyle söyleniyor yani dinimizde, kısmeti oradaki demek ki orada evleniyor yani. Buradan Rıza Amca gitti, programı izleyen oluyor şimdi, görüyor, çocuklarının gittiğinden haberi yoktu çocukları aradı sen niye bize haber vermedin baba, şöyleydi böyleydi. Televizyonda olması daha güzel. İnsanlar izliyor, onu tanıyanlar hemen arıyor orayı. Şikâyette bulunuyor, bu insan böyle böyle diyor uyandırıyorlar ama normalde sen sokakta bir kız tanısan sana kendisini çok güzel bir oyunculukla Yeşilçam oyunculuğu yaparak kendisini sana farklı tanıtabilir. Mehmet: Böyle bir programın yararı var burada Uğur: Programın orası o açıdan güzel, gerçek hayattan daha güzel. Soner: Orada mı evleneceksin sen şimdi Uğur: Ne alakası var, mis gibi erkeğim, askerden geldiğimde kaç tane kız bakacağım, dur bakalım Emre: İşte senin şu an seçme şansın olduğu için katılmayı düşünmüyorsun. Ben biraz önce baktım mesela o kadın yani dışarıdan hiç mi teklif, geleni, gideni, isteyeni yok da yani oraya çıkıp reklamvari, bütün akrabalarına rezil oldu mesela. Mehmet: Belki yoktur

112

Uğur: Talip gelir o ayrı bir şey ama o kadın oraya çıkarken istediği şey, o kadın bir yalancı Allah var hani ben öyle tahmin ediyorum, ama talip geliyor şimdi oturduğu semtin yakınlarından hani gariban olduğu için gariban bir yerde oturuyordur bellidir zaten bu. Kadın rahat yaşamak istiyor, çocuğunu rahat yaşatmak istiyor, okutmak istiyor çocuğunu güzelce kendisi, hani direkt zengin hayatı yaşamak istiyor. Güzelliğine de güveniyor, 38 yaşında paralıyı bulmak istiyor Hüseyin: İstanbul büyükşehir olduğu için komşu komşuyu tanımıyor mesela ben gidiyorum adam diyor hayırdır, diyorum 6 senedir burada oturuyorum yani çoğunlukla bundan kaynaklanıyor Mehmet: Onun için insanlar bu gibi programları tercih etmeye başladı ve doğrudur, bence doğru çok doğru Uğur: Baktığımız zaman birisi çalıştığı zaman doğru düzgün bir işte saati belli olan, sabah 7’de işe gidip 10’da gelen var, Beyoğlu27 gibi bir semtte değil de lüks bir semtte, güzel bir semtte otursa çalıştığı için yani kalabalık bir semtte, sitelerin olduğu bir semtte komşusuyla tanışamaz kimseyi görme ihtimali yok Murat: insanlar orada kendi hayatları dramatize ediliyor, çektikleri acılar, dramlar reklamvari bir şekilde açıklanıyor ama bundan üç gün sonra insanlar o insanların çektikleri acıları unutuyorlar, yani insanların acıları üzerinden, çektikleri üzerinden para alıyorlar. Annem öldü babam öldü diye gözyaşı döküyorlar bir dakika sonra şıkkıdı şıkkıdı Uğur: Abi ben sana bir şey söyleyeyim, muhalefet olmak için söylemiyorum, benim eniştem rahmetli oldu 2,5 sene evvel, benim teyzem hâlâ düğüne gitmez 2,5 yıl olmuş, eniştemin kardeşi 1 ay sonra düğünde oynamaya başladı bu da var. Bak sen diyorsun ağlıyor oynuyor eniştem ölüyor çıldırıyordu kardeşi, sinir krizleri geçiriyordu, 1 ay sonra dayısının oğlunun düğününe gitti oynamaya başladı, şıkır şıkır oynuyordu.

Çevre baskısının en görünür olduğu nokta yaşla ilgiliydi. ‘Orta yaşına gelip hâlâ evlenemeyen insanlar için’ programa çıkmayı bir son çare olarak gördükleri için bu yaş grubundaki insanların programa katılmaları bir problem olarak görülmedi. Ancak gençlerin ve yaşlıların evlenme taleplerini dile getirmeleri sıkça eleştirildi. Türkiye’de belli bir yaşa gelindiği halde hâlâ bekâr kalmanın ve bir aile kurmamanın çevre baskısına maruz kalınan bir durum olduğu düşünüldüğü zaman orta yaşa

27 Uğur, Dolapdere’de oturuyor.

113 mensup insanların programa katılmalarının neden makul görüldüğü anlaşılabilir. İnsanların evlenmesi bir zorunluluk olarak görüldüğü için belli bir yaşı geçip artık evlenme umudu kalmadığını düşündükleri bu yaş aralığında olan insanların programa çıkmaları sorun teşkil etmez. Asiye: Bazıları gerçekten çaresiz kaldıkları için geliyor olabiliyorlar, hani çok yalnızım, öyleyim böyleyim, ailem sahip çıkmıyor, bu gibi şeyler hani iyi olabilir ama 20 yaşına bir kızın ya da erkeğin oraya çıkmasına gerek yok ya da hani yaşını başını almış birinin oraya çıkmasının hiçbir mantığı yok. 60- 70’den sonra zaten artık ahretini düşüneceksin, git kendine mezar ara yani ben bunu diyorum açık açık söylüyorum. Hani 20 yaşında bir kızın oraya çıkmasına hiç hiç gerek yok, kendini rezil etmekten başka. Büyük konuşmayayım ama hani çalışsa, okusa zaten genelde okumayan insanlar oraya geliyor gerçi çoğu üniversite mezunu, geliyorlar ama hani okumamış, çalışmayan… Yani bu programlara mecbur olanlar çıksın. Ben şu an dışarıya çıksam, koca bulmak istedikten sonra çok bulurum, 22 yaşıma gireceğim, hani oraya çıkıp ne kendimi rezil ederim ne de ailemi rezil ederim, gururum incinmesin. Sokağa çıksam elimi sallasam ellisi, oraya çıkanlar çok çirkin kızlar değil, çok çok güzeller, benden çok çok da güzeller, sokakta bulmak çok mümkün Sevinç: Dışarıda aramış, bulamamış, umudunu kaybetmiş, buraya gelmiş, buraya gelsin, burada arasın Asiye: 40- 55 yaş arası gelsin Sevinç: Gençlerin daha çok umudu var dışarıda Asiye: Yaşlılar bir yaştan sonra hani tipe bakmıyorlar, maddi açıdan düşünüyorlar, rahatını düşünüyorlar, hani gençler biraz daha havai düşünüyorlar yakışıklı olsun, o olsun bu olsun ama yaşını başını aldıktan sonra parası olsun, bu yaştan sonra sıkıntı çekmeyeyim hastalığımda yanımda olsun, yalnız kalmayayım modunda bakabilirler. 30- 35 yaş arasında birinin de hani dışarıda arkadaş araması da çok abes kaçıyor. Onlar için iyi bir ortam. Sevinç: Gençler için değil. Çalışsan da bulur nasıl olsa, ortamları var Asiye: Evet, evlenemeyen orta yaş insanlara evlenme şansı vermesi iyi ama gençler buraya çıkmamalı. Meryem: Bugüne kadar böyle şeyler yoktu, herkes bekâr mı kalmış, yok, herkes kendi şeyiyle bir hayat kurmuş, kanal yoluyla evlilik olmaz, olmamalı Sevinç: Ama evleniyorlar

114

Meryem: Valla üç dört günlüğüne bir evlilik yapiyler, bir hafta süren pek nadir, git iki gün yaşa gel yani Güher: El ele çıkıyorlar, ertesi gün ayrılıyorlar Sevinç: O onla konuşuyor, o onla konuşuyor, aynı anda birkaç kişiye telefonlarını veriyorlar sonra ortaya çıkıyor, bu rezillik oluyor, yok ona verdin, yok buna verdin

Nuran: Katılmam çünkü yaşım müsait değil. 80 yaşında bir kadınım kalkar da oraya gidersem katılırsam gülünç olurum. Diyecekler 80 yaşındasın ne işin var senin? Naciye: Seyirci olarak gidebilirsin Nuran: Seyirci o başka ama evlilik programları katiyen, var görüyorum Naciye, 80 yaşında kadın evlenmek istiyor benim ayıbıma gidiyor. 80 yaşında bu olmaz. 86 yaşında kadın geçenlerde seyrettim 86 yok 82 yaşında kadın 86 yaşında adamla evlenmeye gidiyor. Bu hayat mı yavrum, bizim bir ayağımız çukurda, yaşayacağımız meçhul, yarına çıkacağımız meçhul bizim. Çünkü Allah bugün verdi ömrü akşama kadar da sağlık versin akşama bakalım çıkalım ömür versin Cenab-ı Allah, akşam da diyoruz ki yarına bizi yetiştirmeye Cenab-ı Allah’dan ömür istiyoruz bu. Başka bir şey yok yani. Ben televizyona çıkacağım gülünç olurum. 80 yaşında kadın desinler. Beni çocuklarım rezil eder. Çünkü 5 tane kızım var, benim torunlarım damatlarım var. Torunlarım evli bunlar beni görünce anne ne yapıyorsun dedikleri zaman ben aklımı oynatırım. Çünkü evde bir tane belalı var belalı dediğime bakma, kusura bakma aksi bir torunum var. Ondan kalksam ben desemki televizyona böyle böyle evlenme programında (hııı) beni eve sokmaz. Vallahi eve sokmaz. Duygu: Sorun yaş mı, genç olsanız? Nuran: Genç olsam da olmaz, olmazdı yavrum daha benim beyim öleli dört sene oldu Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın. Öyle bir insandı gözleriyle bizleri idare ederdi oturduğu yerde öyle bir adamdı. Muhterem biriydi Allah gani gani rahmet etsin yani gözleriyle bizi idare ediyordu bizi evin içinde. Şimdi evin içinde o yok, bizi idare eden yok. Ben idare etmesini bilmiyorum yapamıyorum. Naciye: Belki katılırdım ben bekâr olsaydım. Perihan: haa doğruyu söyle Naciye: Ama çocuklarımdan izin alırdım. Derse ki oğlanlar bana tamam anne git evlen ben de gider evlenirdim. Gidemezsin anne

115 derlerse gitmem yani. Çünkü ben onlara bazen diyorum oğlum babanıza bir şey olsa siz de bakmazsanız bana ben evlenirim diyorum yani. Kim bakacak bana? Siz de bakmazsanız. O zaman evlenirim diyorum. O zaman da diyorlar sana evlilik yok biz bakacağız. Evlilik yok sana diyorlar. Zaten benim adam da bana şey bırakıyor, vasiyet, sakın diyor bana bir şey olursa evleneyim falan deme diyor, ee ben niye evleneyim iki tane kocam var benim zaten diyorum, çocuklar için yani, büyümüşler etmişler onlar da birer koca birer baba. Ben daha ne yapayım kocayı bu yaştan sonra? Ben aslında Nuran ablanın dediği gibi yetmişinden sonraki yaşlarda tasvip etmiyorum. Perihan: Onların hepsi palavra zaten. Rating yapsın diye koyuyorlar onları da. Mine: o program tutulsun diye yapıyorlar Naciye: aaa, öyle yapıyorlar mı kızım? Haa bak genç olur hakikaten mağdur durumda olurlar yani ihtiyaç vardır hakikaten evlenmesine çünkü başında bir erkek ister hani bir hayat arkadaşı o yüzden gider orada arar kısmetini. Benim bir arkadaşım vardı Fatoş diye gitti Esra Erol’da buldu bi tane kendine yaşlı bir adam Malatyalı evlendi kızla, çekti gitti. Onun da kimsesi yoktu çünkü evlendi gitti yani arkadaşım. Adamın malı mülkü de varmış orada. Hani durumu çok iyiymiş kız çekti gitti. Mine: hııı diyorlar malın mülkün var mı? Araban evin var mı? Naciye: Gençler de aynısını soruyorlar ama çocuk diyor ki benim işim var maaşım var diyor, ben evime rahatça bakabilirim diyor karımı kimseye muhtaç etmem ailemi diyor ama gene de o illa tutturmuş ev var mı araba var mı? Mine: Kadın olsun erkek olsun erkek de aynısını istiyor Naciye: Erkek de soruyor evin var mı? Nuran: Malın mülkün var mı? Kadın çıkıyor ya Emine miydi adı neydi? Kim istese herkese bir kusur buldu adama dedi senin ağzın büyük dedi ötekine burnun büyük dedi kaç aydır evlenemedi, bir koca da bulamadı kaldı. Naciye: Kaç ay evleneceğim diye 5-6 aydır duruyorlar, bir koca da bulamıyorlar, bir de giyinip kuşanıyorlar orada giydiriyorlar, saçlar yapılıyor başlar yapılıyor değiştiriyorlar onları ay diyor kendimi buldum diyor kadın, ben eskiden kafama bir tarak vurmazdım, program sayesinde kendime baktım diyor yani Mine: O kamera arkasında olanları biz biliyoz mu bilmiyoz. Orada neler dönüyor, ne dolaplar dönüyor orada

116

Naciye: Otellerde kalıyorlar bir şeyler oluyor yani her şeyi kanal karşılıyor. Bir de beğenmiyorlar da yani. Aslında bazen ben bakıyorum efendi bir adama benziyor temiz adam yani ona bile bir kulp buluyorlar. Mine: Sabah programları yapıyorlardı Aydın filan hani ne oldu onlara hepsi bir oyundu. Hani ne bileyim insan seyretmemeleri lazım, kaldırmaları lazım. Su Gibi var, Zuhal Topal var, Esra Erol’un var neydi o Hande Ataizi’nin var. Bir başka kanalda daha var bu nedir kadın programları evvelden biz bilmiyorduk kadın programlarını. Duygu: Neden kaldırılsın? Mine:Amaç evlenilecek bir program değil, 70 milyon kişinin içine ben çıkacağım oraya koca arayacağım. Naciye: Onu bırak bir de çıkıp oynuyorlar da. Mine: Bir de oynayacağım bir de adam beğeneceğim. Nuran: 19 yaşında bir kız, çay içmeye gidiyorlar, kahve içmeye gidiyorlar, geziyorlar heriflerle Mine: Dışarda da bulur onu aradıktan sonra Perihan: haa o yardım programları bak hoşuma gidiyor. Nuran: Esra Erol’a 19 yaşında bir kız geldi. Perihan: Gençler de geliyor gençler de var Nuran: Süslenmiş püslenmiş geldi. Bu programa çıkmak istiyorum dedi, sen kaç yaşındasın dedi 19 dedi, 22 yaşında 23 yaşında birisiyle evlenmek istiyorum dedi. O zaman kadın döndü senin dedi yaşın küçük, nasıl bir insanla evleneceksin, senin annen kim baban kim? Ondan sonra annesini buldular. Annesi geldi, kızım dedi ayıp değil mi bu programa çıkıyorsun dedi boynuna sarıldı, sen daha ağzın süt kokuyor, sen dedi 19 yaşında sen hangi erkeği idare edeceksin? Dedi. Ondan sonra babası geldi. Babasını görünce kaldırdı sandalyeyi vurdu attı. Naciye: haaa babam beni istemiyor dedi Nuran: Kalksın o adam dedi o adamı görmek istemiyorum. Perihan: Babası için mi? Mine: hıı babası için demiş Nuran: Ben dedi bu adamla konuşmak istemiyorum dedi, Mine: Benim hayat hikâyemi niye 70 milyon kişi seyretsin, niye duysun, anlatamam da ben Nuran: Görmek istemiyorum dedi ben bu adamı, arkasına döndü, kadın gitti boynuna sarıldı, olur mu dedi o senin baban seni bu yaşa getirmiş, sen nasıl… Adam diyor ki evi terk etti ben onun peşinde koşuyorum, Naciye: 19 yaşında kız benim tercihim diyor. Perihan: ayy evet diyorlar, çok var öyle

117

Naciye: Diyor ki babam benle ilgilenmedi ben de babamı sevmiyorum. O zaman tuttu Esra Erol annesini babasını çıkarttı. Annesi dedi ki inkâr ediyor dedi yalan söylüyor dedi çok iyi bir insan babası dedi. İlgileniyor dedi bakıyor dedi evine dönmesini istiyor dedi. Babayı da çıkarttılar babası da aynı durumları anlattı. Bu sefer kız isyan etti orda. Yani niye bilsinler benim durumumu? Niye duysun benim hayat hikâyemi? Bu dört duvarı niye yaratmış cenab-ı Allah, sır için yaratmış. Perihan:İbadetin de gizli kabahatin de gizli. Mine: Niye beni duysun ki bütün millet, benim durumumu Nuran: Yok üç koca alanlar dört koca alanlar hepsi orda. Naciye: Yok diyor üç kere evlendim, yok iki kere evlendim, dört kere evlendim. Yok çocuğu var mı? Mine: Bunları kaldırsınlar, eskiden biz böyle şeyler bilmiyorduk. Tamam diyorlar ki evlenme programı biz bundan ekmek yiyoz. Başka program yapın. Ne fakirlerimiz var yardım edin. Böyle yardım için yapın. Naciye: Geçen gün bize şey geldi STV’den Kimse Yok mu? Benim kıza geldiler. Gelecekler artık geldiklerinde çekim yaparlar mı yapmazlar mı öyle mi yardım ederler? Perihan: Kötü görürlerse yaparlar Mine: Onlar güzel, böyle yardım için yapsınlar, yoksa koca dışarda da bulunur. Yani ben evliliği istedikten sonra dışarda da bulurum, oraya çıkmama gerek kalmaz. Onu diyorum bu kadar kişi dışarda bulamıyor mu? Eskiden evlenme programları mı vardı, televizyonda mı evleniyordu insanlar. Naciye: Nereyi açarsan evlenme programı var. Bir tek şey hoşuma gitti benim 150 kişiye birden nikâh kıydılar. Orada dedim ki bak hoşuma gitti. Su Gibi. Çok hoşuma gitti 150 kişi ya ne demek bir anda. Nikâhsızmışlar herhalde nikâhları kıyıldı. Hepsine nikâh kıyıldı böyle gelinlikler içinde adamlar da damatlıklar içinde, hoşuma gitti. Hoşuma giden şeyleri söylüyorum yani. Mine: Aylarca bekliyorlar orda neye yarar orda bekleyeceğime gider dışarda bulurum. Utanırım orada ben gelinlik giyineyim, bekleyeyim af edersin koca bekleyeyim, orda utanırım yani gelinlik giyineyim çıkayım orda televizyonda gelinliklerle nikâh, olur mu öyle şey? Naciye: Gelin oluyorlar, dans ediyorlar görsen neler oluyor? Mine: Kaç kişi orda aylarca oturanlar var. Altı ay oturan var, dört ay oturan var. Nasıl bulamıyor? İstedikten sonra bulursun ama orada değil.

118

Görüşmecilerin çoğu çevre baskısı nedeniyle istese de programa katılamayacağını söyleyince, kendi çevrelerinden birinin programa katılması halinde, benzer durumda kendilerinin ne düşüneceklerini sordum. Görüşmeciler, yakın çevrelerinden insanların programa katılmaları konusunda genellikle gönülsüzdü ve bunun nedenini yine çevre baskısı ve yakınlarından programın ardından sosyal hayatlarında yaşayacakları sıkıntılarla açıkladılar. İnternet ortamında veya evlilik bürolarında eş bulmanın daha doğru olacağını söylediler. Burada doğruluk toplumun gözünden uzak olma anlamındaydı. Böylesi bir durumda, çevre haberdar olamayacağı için, ilişki yürümeyecek olsa dahi yakınlarının toplumsal hayatta sorun yaşamayacaklarını söylediler. Bir yandan da, zaman ilerleyip toplum değiştikçe bütün bunların sorun olmaktan çıkacağına dair fikirlerini dile getirdiler. Soner: Hayat müşterek ya ne bileyim gerçekten hoşlanabilecekse ne bileyim onunla birlikte olabilecekse, yapabilecekse gidebilir ne var bunda, hayat müşterek sonuçta Uğur: Ama bak ne var, bir talip olarak çıkmak var bir de gidip katılıp talip beklemek var. Şimdi talip olarak çıkacaksa adama bir bakarsın orada ayrı bir şeydir. Dediğim gibi geçen gün bir adam çıktı, Hacca gitmiş gelmiş adam dini bütün öyle bir adama talip çıkacaksa şahsen benim babam çıkacak olsa ben hiç karışmam program mrogram çıksın nihayetinde güzel bir eniştemiz olacak derim ama yok gideceğim oraya, oturacağım, talip bekleyeceğim olduğu zaman o zaman cinayet olur. Emre: Niye o zaman gelmeyecek mi beklediğin enişte? Uğur: Ya gelecek mi gelmeyecek mi değil, sen gidiyorsun direkt koca arıyorsun orada burada talip gelmiyor mu oturduğun yerde gelir Emre: Ya katılmak istiyorsa katılır yapacak bir şeyim yok. Katılmasını bekleyecek kadar öyle bir şey olmuş olsa, senelerdir yalnız olmuş olsa, talibi çıkmamış olsa ve yalnızlıktan dolayı bir sıkıntısı var, yani Allah korusun Allah gecinden versin babam ölmüş olsa annem için konuşuyorum veya annem ölmüş olsa ee beklese hiç bulamasa yani zaman zaman da bize açsa oğlum evlenmek istiyorum yalnız olmuyor falan önce bizim bir zaten desteğimizi aldı, tabi baba yani evlen falan. Etrafta bakınıyor ediyor bulamıyor, 5 sene geçmiş 6 sene geçmiş hala bir şey yok, kimseden bir geliri yok, öyle bir teklif yok veya kabul edeni yok diyor ki ben bu programda şansımı deneyeceğim eyvallah baba der destek verir hatta oraya da çıkar arkasında dururum. Babamın da dururum annemin de dururum ama böyle bir geçmişi olması lazım

119 bu olayın. Yani en son olay bu bence. Ama kız kardeşim falan genç olayı değil ya bu ya illa ki kısmeti çıkmaz, belki ümidini keser her yerden… Kız kardeşim muhtemelen şu an bir erkek arkadaşı vardır olur mu olmaz mı bilmem yani her insan konuştuğu erkek arkadaşıyla evlenecek diye de bir şey yok. Nişandan ayrılmayı namus davası olarak sayıyorlar bizde kültür onu öyle algılamış nişan atılması çok zor bir şey nişan atıldığı zaman ya kızda kötü bir şey var ya sen de kötü bir şey var. Bir kere kıza kötü laf gelmesin diye evlenmek zorunda hissediyorsun kendini yani nişan takıldıysa düğün genelde oluyor. Nişandan dönen çok az. Orada yanlış bir izlenim var kültürde. Ben şimdi komşumun kızını istedim, sözünü yaptık, nişanı taktık ama tanışma esnasında 1 sene de birlikte olduk veya 6 ay. Konuşuyoruz, ediyoruz, geziyoruz. Tanıyınca olmayacağını anladık. Şimdi benim ondan ayrılmam demek bütün aile bağlarının kopması demek. Öyle olmaması lazım, iki tarafın da anlayışla karşılaması lazım aslında. Muhtemelen erkek daha rahattır, kız için acaba neyini gördü, niye ayrıldı, kızın bir ayıbını mı gördü. Ya da erkek için işinde gücünde değil miydi, işte kıza şöyle yaptı da ayrıldı. Bir defa referansın bitiyor yani başka biriyle ikinci bir referansın yok yani çünkü nişanlandın herkes duydu bunu eksi puan Mehmet: Benim çocuklarım var, torunlarım var hepsini serbest bırakırım Emre: Hani Mehmet Amca dedi ya bir yerde gördüm evlendirme büroları varmış, git oraya kendini de deşifre etmeden öyle yerler de varmış, onların aslında çoğalması daha iyi olabilir. Onlar daha mantıklı. Duyan da olmaz. Araştırma şeyin de olabilir. Şimdi oraya çıktın nişanlandın ayrıldın cümle alem Türkiye duyuyor orada. Ama evlendirme bürosuna gittiğin zaman tanışma sözlülük diyelim adına onun gittin birini sana tavsiye ettiler fiziksel olarak da beğendin, tanıma aşaması başladı ondan ayrılabilirsin de. Nişanlılıktan ayrıldıktan sonra orası deşifre yeri yani. Uğur: Ama bir şey söyleyeyim abi Allah’ın bildiğini kuldan saklanmayacağını düşündüğüm için gerek yok yani. 70 milyon görse ne olur görmese ne olur, benim gözümde öyle Emre: Dinde Allah’ın bildiğini kuldan saklamayacaksın çok yanlış bir şeydir. Dinde günah da sevap da gizli yapılır. Uğur: Orası ayrı bir şey, bu günah ya da sevap değil ki. Ben evlenmek istiyorum çıkmışım herkes beni görüyor. Benim başka bir ihtimalim yok çıkıyorum oraya evleniyorum

120

Emre: Ama oraya gelinceye kadar başka seçenekler var bak ben onu dedim, o büro mesela daha mantıklı, internet var, facebook var tanışabileceğin çok alternatif var televizyon son şey diyorum yani. Uğur: Ben askere gidip gelsem, maddi manevi evlenmeye de hazır olduğum zaman diyelim bakınıyorum, ben yine açmışım dükkânda programı izlerken, hani orada elektrik diyorlar hani oldu öyle bir hoşlanma, gördüm mü seveceğim bir kız çıktı takip ederim, giderim de. Ne anama ne babama söylemeden giderim, kimseyi de dinlemem. Sadece derim ki anne baba ben bu kıza gideceğim tanışacağım. Olursa olur. Ben giderim yani. Hoşlandığım zaman, etkileneyim, istediğim gibi giyinsin, istediğim gibi olsun, böyle oturmasını kalkmasını bilsin, konuşmasını… Aradığın kriterlere uygun birisi çıktığı zaman, senin gibi de birisini tarif ediyorsa sanmıyorum ben gitmeyecek insan yok ya. Hüseyin: Ben kabul etmezdim. Bizde olmaz. Emre: Memleket nere Hüseyin: Mardin Emre: Kürtsün değil mi? Hüseyin: Evet Emre: Türklere şu an kız veriyor musunuz? Hüseyin: Veriyoruz. Emre: 10 yıl önce veriyor muydunuz? Ben 10 sene önce bir Kürt kızı sevmiştim alamadım. Hüseyin: Sen olsan Doğu’ya kız verir misin? Emre: Tabii biz de vermezdik. Ama şu an iki taraf da birbirine veriyor. İşte bir 10 sene sonra da oraya katılmayı da normal karşılayacaklar. Hüseyin: Zor. Bizim geldiğimiz Kürt kültüründe ne bileyim şeyimizden çevremizden, göreneklerimizden bana göre ters Emre: Kendisi bırakır ama çevre Hüseyin: Yok ben de biraz eski şeye göre, eski şeye göre ben de bırakmam, kesinlikle bırakmam ne olursa olsun. Çünkü diyelim kız da olsun erkek de olsun hepimiz birbirimizi tanıyoruz, mesela dükkânımız orada diyelim örnek binlerce kişi bizi tanıyor. Elbet onun içinde biri iyi çıkar. Mesela diyelim kız kardeşim bizim halaoğlunun yanında çalışıyordu, anlaştılar evlendiler. Şöyle bir şey var, bazıları mesela başlık alıyorlar, biz yani o kadar masraf ettik misal. Mesela bizim diyelim köylümüz var sıkışınca paraya bir kız kardeşini veriyor, 20 milyar başlık parası. Batman’da mesela 2001’de yaklaşık 200- 300 kız intihar etti sevdiğine kavuşamadığı için. Aile ne derse o olur. Biz memlekette büyüdüğümüz için bizim şeyimiz böyledir ama bizim

121

çocuklar burada yaşıyor, bura kültürünü öğrenecek tabii ki o zaman değişir. Babamızdan dedemizden gördüğümüz şey bunlardır. Murat: Ben katılmalarını istemem açıkçası. Şunun için rahatsız eder benim ailemin yaşadığı sıkıntıları benim yakın arkadaşlarım bilmeli, çevrem bilmeli, tanımadığım bir insan insanlarla ilişki kurduğum sıkıntıları duyması beni rahatsız eder.

Yakın çevrelerinden insanların programa katılmaları halinde verecekleri tepkileri sorduğumda kadın görüşmecilerin genç olanları ise ailelerin bu konuda cinsiyetçi bir tutum sergileyeceğini söylediler. Genç ve bekâr olan Sevinç ve Damla, evli ve çocuk sahibi diğer kadınlara dönerek imalı ve sitemli bir dille erkek ve kız çocukları arasında ayrım yapacaklarını söylediler. Anne olan kadınlar ise buna itiraz edip böyle bir ayrım yapmayacaklarını, çocuklarının programdan eş bulmalarını onaylamasalar da nasihat verip onları vazgeçirmeye uğraşacaklarını ancak ikna edemezlerse yapabilecekleri bir şey kalmayacağını söylediler. Erkek ve kız çocukları arasında ayrım yapmayacaklarını belirtseler de somut örnekler vermeye başladıklarında örnekleri hep oğulları üstünden verdiler. Konuyu, görüşmenin farklı anlarında, farklı şekillerde tekrar açsam da örnekler yine hep erkek çocuklar üstünden verildi. Sevinç: Oğullarına belki onay verirler Meryem: Valla o kendi tercihleri, ben onlara bir şey söyleyemem. Çünkü 15 yaşında gidip de oraya katılacak hali yok, yaşı gelmiş 25- 30’a, ben ona engel olmam ama 15 yaşındaysa oğlum oradaki evlilik iyi bir evlilik olmaz, gel falanın kızı var, onu gösterelim, biraz flört yaşa o şekil evlilik yap. Sana uygun olmaz oradakiler diyebilirim. Bence onlar kendilerini reklam ediyor orada. Bazen de çok sinirleniyoruz biz onlara, ben çok sinirleniyorum. Evlilik yaptıktan sonra dolmuşlara biniyorsun, ne bileyim, bir işte çalışıyorsun, hiç mi iş ortamında bir arkadaş bulamıyorsun? Değil mi? Asiye: Her yer erkek dolu, aradıktan sonra çok ki sokakta. Araştırıyorlar falan filan ama benim annem babam arkamdaysa zaten benim ailem daha mantıklı araştıracak, ben tanısam da anneme sunsam da anne bu olacak desem de hani benimkiler bir araştırır nedir, necidir, ailesi nasıldır, sonuçta kendi ailem de araştıracak yani. Damla: Ama annelerde o vardır, ayy oğlum getirdiysen o artık bizim başımızın tacıdır.

122

Sevinç: Ben desem ama anne o çocuğu beğendim gidelim annem hayatta desteklemez.

3.4.3.Evlendirme Programlarındaki Kadınlık ve Erkeklik Temsillerinin Eleştirisi

Görüşmecilere programlara kadınların ve erkeklerin katılması arasında fark görüp görmediklerini sorduğumda genel olarak böyle bir ayrım yapmayacaklarını söylediler ve her iki cinsiyet de televizyon ekranı aracılığıyla evlenme talebini dile getirmesinden rahatsız olduklarını söylediler. Güher: Fark etmez yani, o arıyorsa o da arayabilir Nuriye: İstediğini söyleyebilir, hakkı var çünkü kadının nasıl hakkı varsa erkeğin de öyle hakkı var. Nuriye: Beni rahatsız ediyor Meryem: Ediy. Sevinç: Ama erkek olsa rahatsız olmuyorsunuz Meryem: Ya evlilik düşündükten sonra evliliği her zaman yapabilirsin. Programa çıkmaya gerek yok. Siz şimdi iyi bir insansanız ben derim ki ya oğlum falancanın bir kızı var çok da iyi, onu bir takip et, istersen bir görüş derim mesela. İyi bir insanın arkasında her zaman iyi vardır. Eee sen zaten kötüysen yerin dibine kadar batarsın Duygu:Yani sizin için sorun televizyonda bir insanı yeterince tanıyamamak mı yoksa bir insanın televizyona çıkıp evlilik talebini dile getirmesi mi? Meryem:Güvenmiyorum, çünkü o gururunu hiçe saymış, bu insanla evlilik olmaz, o beni de yarım bırakıp gider. Erkek için de aynısını düşünürüm. Oraya çıkan kadınla erkek arasında hiç fark yok aynı. İnsanların gururu birdir, senin gururun varsa benim de vardır. Erkeksen erkeksin yani, ben gururum için yaşarım. Asiye: Ben de abla gibi düşünüyorum erkek için de aynı kadın için de. Gerçekten insan bulmak istedikten sonra öyle bir programa ihtiyaç yok. Hani kız evlilik çağına geldiyse hani yalnızlık Allah’a mahsus derler her zaman, kız yalnız kalmasın, işte kızım böyle birinin oğlu var hani istersen bir şekilde bir bağlantı kurar. Ben orada sağlıklı olmadığını düşünüyorum. Orada sağlıklı bir ilişki kurulabileceğini düşünmüyorum.

123

Düşünüyorum ağabeyim de olmasa babam da olmasa ben oraya çıkıp yapmam, sağlıklı olmadığını düşünüyorum. Duygu:O zaman senin için sorun insanların televizyonda evlenme isteklerini dile getirmeleri değil orada kurulacak bir ilişkinin sağlıklı olmayacağını düşünmen mi? Asiye: Bence bir kadının da erkeğin de oraya çıkıp bunu söylemesi gurur yıkıcı. Bilmiyorum evlilik bence o kadar basit bir şey değil. Orada yaşandığı kadar basit bir şey değil Sevinç: Herkesin gözünün önünde yaşanması Asiye: Aynen her şekilde bir mahremiyeti, bir gizliliği olması gerekiyor. Sevinç: Özel olması gerekiyor, o kadar kişinin görüp etmesi. Seni herkes görüyor mesela. O kadar kişiyle tanışıyorsun konuşuyorsun, herkes görüyor. O yüzden sorun. Asiye: Artık her şey ortada yani. Mahremiyet kalmıyor, özel kalmıyor, gizlilik diye bir şey kalmıyor. Hani aradığın özelliğe kadar, yok kaşı şöyle olsun böyle olsun. Damla: Onu geçtim, cinsellik konusunda bile konuşuyorlar herkesin ortasında. Affedersin ilk geceye boşu boşuna gerdek gecesi demiyorlar. Sevinç: Onları bile konuşuyorlar bazen evet Damla: Yani Nuriye: Kadın çıkıyor, mesela Sevinç geliyor, benimle görüşüyor erkek olaraktan, ben orada tribünde otururken, bir başkası geliyor gene görüşüyor, şimdi birkaç kişi geliyor bir bayanla görüşüyor, aynı tribünde oturuyorlar başkalarını izliyorlar, bana ters geliyor yani, fikir olarak. Kadın da öyle birkaç erkekle görüşüyor Güher: Ayy çok ayıp yani, dövüşüyorlar erkek için Sevinç: Kadınların gururunu incitiyor Damla: Eskiden erkekler kadınlar için kapışıyordu şimdi kadınlar erkekler için kapışıyor Sevinç: Koltukları kabarıyor, havaya giriyor yani erkekler Damla: Esra’da var mesela, Cüneyt. Kendini kıymete bindirdi yani resmen yakışıklıyım ben, benim karizmam var, ondan sonra geleni beğenmiyor, geleni gönderiyor Güher: On tane kadın geldi belki ona Meryem: Şimdi beğenilmeyen bir kadın da gururunu düşünmesi lazım, çevresinden çok etkilenmesi lazım, ha bak seni beğenmedi, ben şansa deyip de oraya da çıkamam, gururumu da incitemem. Özgürlük güzel bir şey yani evleneceğim demek ayıp değil ama orada ayıp. Neden olmasın evlilik düşünen tabii ki evleneceğim diyebilir ama o şekil evlilik biraz zor

124

Konuya ilişkin erkek görüşmecilerin yorumları da benzerdi. Çaresiz kalmış kadınlar için durumun anlaşılabilir olduğunu ancak diğer durumlarda bunun kabul edilemeyeceğini söylediler. Hüseyin: Bana göre hoş değil orada, evde anlatsa bambaşka ama orada hoş değil bana göre. Çünkü bizde öyle bir şey olmadığı için, bana göre ben kendi şeyimi diyorum hoş bir şey değil. Uğur: Kadının kendini tarif etmesinden söyleyeyim abla ben sana yaşı gelmiş geçmiş veya evlenmiş boşanmış, kocası ölmüş bir kadın söylediği zaman bana normal geliyor. Artık bir yere gelmiş, yalnız kalmış, kadın evlenmek istiyor. Kadının çoluğu çocuğu bakmıyor, öyle böyle veyahut da evlenmek istiyor veya yurtdışından geliyor kadın genç de olsa ben Türkiye’den evlenmek istiyorum diyor, orada Türk yok, onları normal karşılıyorum. Evlenmek istiyor kendisini tanıtıyor. Çünkü çevre yok ama ben baktığım zaman 18 yaşında kız çıkıyor, güzel kız da çıkıyor 18 yaşında, sen buraya niçin çıkıyorsun? Kız çıkıyor oraya giyinmiş kuşanmış, 18 yaşında, Allah sahibine bağışlasın taş parçası kız. O niye çıkıyor, niye kendisini tarif ediyor ben böyle böyle istiyorum diye. Evi olsun arabası olsun. Sen 18 yaşındasın. Sana gelecek talip 24- 25 yaşında. Anasından babasından kalmadığı sürece hiçbir gencin evi arabası olamaz. Evi olur ayrı, arabası olur ayrı. Hem evi olacak hem arabası olacak ben hiç sanmıyorum desteksiz birinin bunları alabileceğini. Emre: Olsa da oradaki kızlara talip olmaz. Soner: Aradığını bulabilecek yaşta. Mesela Abi dedi ben dedi gencim çıkarım İstiklal Caddesi’ne birisini illa ki bulurum ama bu amca(Mehmet’i kastediyor) çıkıp da İstiklal Caddesi’ne kimi bulabilir ki? Uğur: 21 yaşında bir kız var, üniversite mezunu, üniversite bitirmişsin sen İstanbul’da, senin bugüne kadar girdiğin ortama benim çevremde kimse girmemiştir. İnanmıyorum kimsenin girdiğine. Kalabalık bir ortam, çıkıyorsun televizyon programına. İşte evlenmek istiyorum. Enim babamın arabası var, ben anahtarları alıp geziyorum falan filan. Eee bunlar var tamam alıyorsun geziyorsun ediyorsun güzel. Kötü yollara gitmeden evleneyim, bir şey yapmadan evleneyim diyorsun o da güzel eyvallah. Ama sen diyorsun ki benim evleneceğim adamda araba olması lazım. Geliyor adam etkileniyor yine yok diyor araba olması lazım. Eee niye ben babamın evinde istediğim zaman arabayı alıp geziyordum orada da alıp gezeyim. Bunlar yanlış şeyler yaa, hayat

125 müşterek. 18 yaşındaki gariban kızın çıkmasına da kızıyorum, kızsın, 18 yaşındasın, otur evinde daha yaşın 18 nedir yani? Soner: 18 yaşında kız evlenmek istese siz evde kalabileceğine inanıyor musunuz? Emre: Bütün bu yanlışlıklar zaten tam tersi şeyden kaynaklanıyor, yani üniversite okuyor, bilmem ne yapıyor falan yaşı geliyor kızın 30’a. 30’dan sonra yeni evlenecek. Emre: Ya evliliğin düzenli gidebilmesi için saygı olması lazım, saygının olması için de erkeğin kadından kadının da erkekten utanması lazım. Utanması lazım. Televizyonda yani kendiyle ilgili bir utanması olmaz ki, ben oraya çıktığım zaman, herhangi bir normal programa bile çıksam utanırım yani, bir heyecan bir şey olur. O oraya kadar evlenmeye ben koca istiyorum, ben eş istiyorum diye oraya çıkıyorsa yani en benim diyen de utanma duygusu kalmamış kişidir o zaten. Uğur: Bir yandan ben de sana katılabilirim, ben de senin gibi düşünüyorum ama bir yandan baktığın zaman kadın kendisini maddi ve manevi olarak evlenmeye hazır hissediyor, programa da katılıyor, herkesi aynı şekilde düşünme, herkesin düşüncesine saygım var, kadın öyle düşünmüyor, kendisini hazır hissediyor evlenmeye, çıkayım evleneyim diyor, niye bekleyeceğim ki daha fazla diyor. Yalnızlık dediği gibi yalnızlık ayrı bir şey ya. Emre: Onun adını koyduk zaten, o aşamaya gelebilmesi için son ihtimal dedik zaten oraya, bütün o utanma şeylerini falan haricindeki şeylere dedik ki hani yalnız kaldım, akrabalarım yok bilmem ne falan, tek çareyi oraya çıkmak gördüğün zaman tamam ona hak verdim. Onun haricindekileri zaten kabul etmiyorum ben yani. Uğur: Sana bir şey söyleyeyim abi, ben 20 yaşındayım Emre: Sen oraya çıksan ben kabul etmem Uğur: Ben var ya, benim kriterlerimi göre kız bulman imkansız gibi bir şey, belki oraya çıkarsın. Kıza baktın mı hani oturmasını kalkmasını bir puan eksik olmayacak, tam bilecek Emre: O kriterlerin yaşın ilerlediği zaman biraz biraz düşüyor, çünkü niye düşüyor biliyor musun olmadığını görüyorsun veya şunu görüyorsun en iyiyi isteyebilmek için en iyi olmak lazım, tamam ondan istiyorum ama ben oturmayı kalkmayı ne kadar biliyorum Uğur: Oturmayı kalkmayı bilmesinden ayrı bir de ne var abi, hani hepimiz iman ediyoruz, hadis-i şerif’de okudum bakıyorum bir kadınla 4 şeyi için evlenilir diyor; güzelliği için, çocuk için, mal mülk için bir de dini için diyor sen dini olanı seç ki diyor Allah’ın lütfunda huzura eresin. Şimdi hoşlandığın zaman düşüyor dediğin gibi, beğendiğin

126

zaman bir kızı bazı şeylerini göz önünden siliyorsun, tamam diyorsun hani idare ediyorsun. Emre: Şimdi çelişki oluyor ama bak, dinde kadının sesi dışarıdan duyulduğunda bile namahreme giriyor. O kadını orada seyretmen bile onu almaman için yeterli bir sebep. O televizyonda ben koca istiyorum diyen bir kadını almaman gerek yani. Çıktı bir defa iptal. Ben İmam Hatip mezunuyum, ben de dini bütün veya belli kriterlerim var, direkt kafadan zaten oraya bakmıyorum bile. Uğur: Çelişki dedin Abi sen, ben evlensem karım olsa ben onu kendimden bile kıskanacağım kesin bir şey. Açık olduğu zaman ben iyice kıskanacağım, bir yandan da o var, dini bütün ayrı bir yandan da o var yani. Emre: Peki ekrana çıkan birini kıskanmayacak mısın bu durumda? Uğur: Şimdi karşındaki kadın, aciz ama o da insan yani baktığın zaman. Sen işe gidiyorsun geliyorsun en kötü haftada bir gün benim düşüncem alıp yemeğe götürmen lazım, yani onu da gezdirmen lazım. Sadece kendini düşünmeyeceksin, onun da isteklerini yerine getireceksin, o da insan yani.

Erkeklerden oluşan odak grup tartışmasında, programlardaki temsiller ‘çağdaşlık’ ekseninde de yorumlandı. Televizyon aracılığıyla tanık olunan Batılı yaşam tarzlarının gündelik hayatta ister istemez bir dönüşüm yarattığı vurgulandı. Yeni ilişki biçimleri bir yandan ‘daha iyi’ olarak değerlendirilirken bir yandan da bunun dini ve milli kimliğe aykırılığından bahsedildi. Murat: Ya aslında galiba kadınların işte ben evlenmek istiyorum, eş istiyorum diye kamuoyunda açıklaması bence ilerleme değil de biraz da toplumun yapısının dejenere olmasıyla ilgili biraz da. İnsan ilişkilerinin biraz zayıfladığını düşünüyorum. Bir kadın ya da erkek dul kaldıysa yakın çevresi şey yapıyordu ona göz kulak olabiliyordu. Bu ilişkiler zayıfladığı için insanlar kendilerine destek bulamadıkları için bir çıkar yol olarak bunu görüyor. Biraz da ilerleme falan değil de insan ilişkilerinin dejenere olmasıyla ilgili bir şey. Uğur: Programlar dinimize uygun değil ama güncelleşmeye, çağdaşlaşmaya, zamana uygun bir şey. Zamana ters değil. Ama şimdi gelişiyor, kültürümüz gelişiyor, açılıyor, çağdaşlaşıyor ülkemiz. Baktığımız zaman dış ülkeler gibi oluyoruz. Yaşam tarzı değişiyor, onlara yaklaşıyor iyice. Git gel oluyor. Onlardan buraya gelen oluyor buradan oraya gidenler oluyor. İzleniyor, haberleşme var, her şey

127

biliniyor. Şimdi dış ülkedekini gören diyor ki bu böyle yaşıyor, böyle yaşamak da var, böyle yaşamak daha güzel diyor. Öyle yaşıyor ama bizim dinimize göre, dinimize fazla bağlı olanlar ters bakıyor böyle şeylere. Bir de çevresinden çekinenler de oluyor, Hüseyin Abinin söylediği gibi. Mardinli O. Mardinli çok genç çıktı. Çıktı, talip oldukları kadınlara ben kızdım şahsen, hani ben kendimin almayacağım kadın olduğu için kızdım. Hollanda’dan kadın gelmiş, giyiniyor, açık saçık giyinme de değil direkt çıplak çıkıyor benim gözümde. Kalkmış Mardinli genç ona talip oluyor. Ben Erzincanlıyım Kürt değilim ama ben onun ona talip olmasına bozuldum, dedim sana yakışıyor mu, Mardinli adama yakışıyor mu dedim, ben onu söyledim. Hani öyle geçiyor aklımdan ama baktığın zaman hoşlanmış, diyorsun ki sen kendin hoşlandığın biri olsa çıkarsın. O adam da demek ki öyle görüyor, öyle birisinin beğeniyor. Herkesin görüşüne saygı duymak lazım ama ben daha yaşım 20, ilerde de inşallah öyle olur da, saygı duyma şeklini biliyorum. Olması lazım diyorum ama yine de tam yapamıyorum. Bu olgunlaştıkça oturacak bir şey yerine. Emre: Televizyonu şu anda ben de katılıyorum mesela Kuran’da geçen Deccal olarak, tek gözlü, insanlığı değiştirecek falan diye Deccal olarak yani kıyametin son alameti olarak Deccal’i öne sürenler var ki ben de destekliyorum. Kültürü değiştiriyor bunlar yani. 10 sene önce bak işte 18 yaşındaki çocukların televizyona çıkıp evleneceğim, koca arıyorum falan bunlar bizim çocukluğumuzda Avrupa’daki standartlardı. Bizden zaten ekonomik seviyeleri ilerde olduğu için onlar zaten aşmışlardı. İnsan unutkan ve alışkandır. Yeni şeye hemen ayak uyduruyorsun dün haram dediğin şeye bugün helal diyebiliyorsun yani. Alışıyorsun. Bunu da şu an en iyi televizyon vasıtasıyla yapıyorlar.

3.4.4.Evlendirme Programlarına Yaşam Deneyimlerinin İçinden Bakmak: “Biz Evlendik de Ne Oldu?”

Kadın görüşmeciler programlar hakkında konuşurken kendi sorunlu evlilik deneyimlerini de anlattılar. Örneğin Güher, eşini yıllar önce kaybetmiş, eşi hayattayken çok sıkıntılı bir evlilikleri varmış. Güher, eşinden sürekli ve ölümcül nitelikte olabilecek kadar ağır şiddet görmüş. Güher, eşinin ölümüyle birlikte rahata

128 kavuştuğunu söyledi. Benzer şekilde; Naciye’de evliliklerinin ilk yıllarında eşinden gördüğü ağır şiddeti, eşinin her akşam eve sarhoş gelip kendisini dövdüğünü anlattı. Eşinin yaşı ilerleyince sakinleştiğini, artık şiddet barındırmayan, huzurlu bir ilişkileri olduğunu söyledi. Diğer görüşmeciler, fiziksel şiddet yaşamadıklarını söyleseler de büyük çoğunluğu eşlerinden çekinen kadınlardı. Sorunsuz evliliğin olamayacağını ama buna rağmen kadının sabretmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Özellikle yeni nesli ve programa katılan kadınları ise bu sabrı göstermedikleri, evlilik kurma ve bozmayı kolay gördükleri için eleştirdiler.

Meryem: Maddiyatla evlilik olmaz, biraz bir elektrik alacan. Ben kötü bir yerde oturuyom, mutluluğum olsun, ben onu tercih ederim, araba için, mayış için ben evlilik yapmam. Sonra bir başkasının çocuklarını üstleneceksin, bu evlilikten ne zevk alırsın, kızın gelecek, benim çocuğum olsa şimdi evlendiğim kişi benim çocuklarımdan rahatsız olur çünkü ben onun annesiyim, ben ona ilgimi kesemem yani. Onla gene ilgilenirim. Eee baba da aynı, onunda çocuğu olsa o da ilgilenecek, bu sefer ne olacak anne- baba arasında kıskançlık olacak Sevinç: Hani maddi yönden parası olsun olmasın önemli değil diyorsunuz ama ne bileyim şu an evlisiniz falan, hani sonuçta maddi yönden de sıkıntı olunca yine problem olmuyor mu evin içinde kocayla, geçim sıkıntısı falan oluyor sonuçta, bütün büyük kavgalar hep maddi nedenlerle çıkmıyor mu sonuçta Damla: Bu devirde de en büyük sıkıntı o zaten Meryem: Ya maddi yönden çıkıyor ama şimdi kafa yapısı da uymuyorsa maddiyat olsa bile yine huzursuzluk yaşıyorsun. Biraz kafa yapın uysun maddiyatı yakalarsın ama kafa yapın uymuyorsa maddiyatta olsa huzursuz olursun. İnsan bir çaydanlık çay yapar, bir ekmek bir peynir yiyebilirsin Sevinç: Bu zamanda da onu yapıyorlar mı, kim şimdi o kanaatte Meryem: Gidip de dışarıda yemek yiyeceğime huzurum olsun evimde kendim yapar kendim yerim Sevinç: Şimdiki nesilde o yok ama Meryem: Ondan zaten, bak ikişer üçer evlilik yapmışlar(programdaki katılımcıları kastediyor). Doyumsuz olduklarından. Yani bizler Anadolu çocuğuyuk, bizler de nelerle karşılaştık, biz de evlenebilirdik, biz de kocayı bırakabilirdik Nuriye: Mücadele etmeyip

129

Meryem: Mücadele ettik Nuriye: Yani Meryem: Ama sonunda yine biz mükâfatlandık. Çoluğumuz çocuğumuzun psikolojisi bozulmiyi, ne bileyim, gururumuz incinmiyi, biz kazanıyoruz sonuçta. Evlilikte dört dörtlük bir hayat yaşayan yok zaten Güher: Hiç kimse yok Meryem: Yazık o çocukların psikolojileri bozuliyi, iki yaşında bir çocuk üç yaşında bir çocuk gidip de başkasıyla, baba da diyemez babaanne de diyemez, belki o insanların toplumuna bile girmek istemez büyüdükçe, çok zor bir şey, ben kesinlikle, Allah göstermesin

Naciye, genç yaşta eşini kaybeden kızına evlendirme programlarına çıkıp yeniden evlenmesini söylediğini anlattı. Ancak kızı, ölen eşinin ailesinin kendisini televizyonda görmeleri durumunda yaptıkları yardımı kesebileceklerinden korkarak bunu kabul etmiş. Diğer görüşmeciler de bunu haklı buldular.

Naciye: Bazen kızıma söylüyorum git annem diyorum kayıt ol çık Hande Ataizi’ne, öbür kanalları tasvip etmiyorum ama ille Hande’ye git diyorum, kayıt ol, çık ara kısmetini. Aman anne ne işim var benim televizyonda diyor. Nurdan: Yasemin’e(torunu) söyledim. Yasemin dedim o kadar kısmetini arıyorsan dedim git bak evlendiriyor Esra, Anne dedi sen gitsene dedi. (gülüşmeler) Naciye: Benim kızım var o beyini erken kaybetti. Çocuğu babasını resimlerden tanıyor yani hayal meyal. Oğlanın sülalesi çok şey yani, Mekke’ye gitmişler, amcası İngiltere’de. Beni televizyonda görürlerse anne yardım yapmazlar yani diyor. Haa bak git evlen diyorlar yani Zuhal’e(Naciye’nin kızı) evlen niye duruyorsun Perihan: ama yardımı kesilir oldu da geçinemedi. Naciye: O yardımlarla geçiniyor Perihan: hiç tabii tabii yani evlenmesin Mine: Aman evleniyorlar da ne oluyor ya öldürüyor kesiyor, cinayet durmadan cinayet, dayak dayak.Sığınma evlerine gidiyorlar ne oluyor orada da korunamıyorlar. Orda da geliyor öldürüyor kocası. Yani evleniyorsun ne oluyor hiçbir şey olmuyor Naciye: Erkeğinki bana normal geliyor. Erkektir o erkek. Gider kısmetini arayabilir ama kadınlara şey görmüyorum yani erkektir gitsin

130

Nuran: Erkek elini sallasa ellisini bulur. Orada olmasa dışarda bulacak çünkü erkek. Yani öyle değil mi birisinin peşinden gidecek, birini ayartacak ama kadınlara çok ayıp Naciye: Şimdi benim oğlum çok utangaç, ben ona söylüyorum, git oğlum sen de ara kısmetini, bak şimdi oğluma diyorum, o da diyor ki aman anne işin mi yok ne işim var oralarda. O erkektir yani gitsin. Mine: Benim için fark etmiyor, niye yani oraya çıkıp da erkek olsun bayan olsun. Bayanlar erkek bekliyor erkekler bayan bekliyor nedir yani bu programda öyle? Birbirlerine atışmalar, ağır sözler söylemeler, kavga etmeler nedir yani? Perihan: Bayağı tartışma yapıyorlar yani Naciye: Programı kesiyor Hande, hemen kesiyor atıyor dışarıya. Mine: Bayılanlar oluyor, tartışmalar ne gereği var yani? Hiçbir gereği yok. Nedir yani, bütün kanalları maşallah kapladı evlendirme programları bütün kanalları Perihan: evlilik şirketi oldu kanallar. Naciye: Benim adama kalsa öyle şeyleri hiç seyrettirmeyecek bana. Öyle şeyleri seyretme diyor bana Perihan: Niye Naciye: Sevmiyor işte sevmiyor. Nuran: Benim torunum var, anne bu programların neyini seyrediyorsun diyor, neyi var, lütfen kapat başka bir şey seyret. Nedir iki de bir evlenme programı öteki torun da diyor ki annem hangi programı seyrediyor diyor benle alay ediyorlar diyorlar Esra’yı seyrediyor.

3.4.5.Mahremiyetin İfşası Tezin önceki bölümlerinde tartışıldığı üzere mahrem Müslüman toplumlarda korunması ve yabancının bakışından korunması gereken bir alan işaret eder. Oysa programlar mahrem yaşamın tüm detaylarını aracılandırılmış kamusal alan olan televizyon ekranlarından geniş kitlelere ulaştırır. Asiye: Biz de hâlâ öyle. Hani onlar çıkıp televizyonda bir şeyler yapıyorlar ama herkesin mahremi dışarıda değil ki. Aile içinde bilinmeyen o kadar çok şey oluyor ki, mahrem olduğu için. Anneyle baba arasındaki husumet çocuklar tarafından bilinmiyor ya da ben evliyim mesela benim kocamla aramda geçen muhabbeti annem bilmez babam bilmez. Günümüzde böyle aileler var, benim ailem de böyle çok şükür. Böyle şeylerin bilinmemesi lazım. Bilinmemesi şöyle doğru hani

131

çok büyük şiddette evliliği etkileyecek, çocuğu etkileyecek, kişileri etkileyecek çok büyük derecede değilse bilinmemesi gerekir. Sonuçta akıllı başlı insanlar, çok cahil olmadığı sürece hani ilerde bu benim evliliğimi etkiler mi, daha büyük sorunlara temel oluşturur mu? Böyle bir sorun varsa ben aileme açarım, ailem hani yapması gerekeni yapar, ondan sonra konuşulur, anlaşılır, birlikte karar verilir ama çıkar yol bulunamıyorsa boşanmaya gider ama bundan önce incir çekirdeğini doldurmayacak şekilde ben aileme yansıtmam. Benim annem de böyle, en ufak bir şey anneye yansımaz, babaya yansımaz bizde, televizyona çıkıp adamın araması, bağırması, kızına lafını geçiremiyorsan oraya çıkmışsın, konuşmuşsun hiçbir önemi yok, ben ona karşıyım. Kızın babaya bağırması, baba sen bana sahip çıkmadın, yani bunu televizyonda söylemesi gerekmiyor. Babasının kapısını çalıp çalmasın dayansın kapıya, baba sen bana neden bakmadın, bakmak zorunda, bir baba evladına bakmak zorunda, maddi manevi her şekilde gelirini sağlamak zorunda ki o kız evli değilse. Bence onun orada çıkıp bağırması bir şeyler söylemesi çok yanlış. Sevinç:Şiddet görüyor kadın, karakola gidiyor, komiser barışın siz karı- kocasınız deyip eve gönderiyor. Karakola gidiyor kadın, karakola sığınıyor dayak yiyorum ben diye karakoldaki memur mahrem bu evinize geri dönün deyip geri gönderiyor. Ailesine gidemiyor senin kocandır döver de sever de diyor geri gönderiyor evine. Kadınlar ne yapsın ki.

Uğur: Benim evimde ne yaşanıyorsa dünya âlem bilsin, benim için bir önemi yok ben öyle düşünüyorum ki ben de evimde olan biteni rahat rahat anlatırım. Eğer mahrem değilse böyle, anlatılmayacak bir şey değilse benim ablam böyle, benim annem babam böyle, yani saklamam. Ben biliyorum onlar da bilsin benim için bir önemi yok. Emre: Günah da sevap da gizli yapılması lazım. Her şeyin gizli yapılması gerekiyor. Karıyla koca arasındaki de gizli olacak, aile içindeki de. Mehmet: Ben olumlu buluyorum, kimin ne olduğu çıkıyor meydana. İsteyen o şekilde bir kızı alabilir istemeyen de başka birini alır. Uğur: Onların anlatması doğru aslında, programcıların açığa dökmesi. Çıkmış oraya evlenecek Refika, babası arıyor neyi var neyi yok bütün insanlar bilsin. Çünkü ona talip gelecek izleyenlerden birisi. Göstermeseler Refika ile babasının tartışmasını Refika’nın yalancılığı

132 ortaya çıkmayacak belki ya da başka birisinin programdaki. Zuhal Topal’ın programını izliyordum, genç bir abimiz çıktı, 24- 25 yaşında, küçükken çektiği eziyetleri anlatmadı, birisi aradı dedi bu çocuk öyle böyle büyümüştür. Söyledi onun iyiliğini gösterdi. Aslında insanların tanıtılması için, şu anda programcıların sadece amaçları insanların gerçeği ortaya çıksın, dürüstlüğü, ne olduğu tam belli olsun ki ona göre talibi çıksın. Uğur: Bir tane bayan vardı Esra Erol’un programında, çok güzel, hoş hani bayağı bir güzel. Süsleniyor, püsleniyor, giyiniyor çıkıyor. Rahat rahat televizyon dizilerinde filmlerinde daha rahat oynayabilecek hani Hülya Avşar güzelliği var kadında. Kadın her gelen talibine hayır diyor. Tamam, tutmuyor olabilir yani ama orada oturuyor kendisini gösteriş için çıkaranlar da var. Aşırı güzellikte yani, kalemle çizilmiş gibi dersin kadın oturuyor orada, bir yandan dükkânda müşteri oturuyor adam diyor bu ne olmak için çıkmış? Birisi çıkıyor şarkı söylemenin peşine düşüyor sesim güzel falan. Uğur: Bir tane kadın var, Yusuf Güney’i getirdi, kadınla dalga geçtiler, alay geçtiler kadının saflığıyla, kadın saf, temiz bir insan, içinden ne geçiyorsa pat pat söylüyor dobra dobra ama onlar o kadınla alay etti orada. Söylediği kelimelere güldüler ki Esra Erol kendisi güldü. İnsanları aşağılıyorlar da, o da var orada. Esra Erol bazen birisine kızıyor, kendisini böyle bizden göstermek için kızıyor, bunu yapmayacaksın, sen insanları aşağılıyorsun. İnsan ne kadar da olsa, yalancı da olsa öyle de olsa böyle de olsa aşağılıyorsun sen bunu. Bari bırak geldiği yere geri dönebilsin, burada bir yere gidemeyecekse geldiği yere rahat dönebilsin. Kırıyor insanları, aşağılıyor. Hataylı bir kız çıktı 20 yaşında konuşma yapıyorlar işte oldu olmadı. Sen diyor niye olmadı diyorsun baskı yapıyor ya tamam kız olmadı diyor, bitmiştir. İstemiyorum hayır diyor ama niye hayır? Sen illa gerçeği mi ortaya çıkaracaksın, tamam öyle olması gerekiyor ama onu sen kırıyorsun o programa geldiği için kaybedecek. Geri döndüğü zaman kimse kabul etmeyecek onu evlenmek için. Bu diyecek çıktı böyle böyle yaptı. Eğer kızdığın biri varsa programından gönder, sen daha gelme de çok doğrucuysan seni burada kimseyle evlendiremem de, ben kimsenin günahına giremem de. Gizlice gönder ama sen bunu canlı yayında yaptığın zaman o insanı harbi düşürüyorsun. Hayatının geri kalanını yaşarken çok sorun yaşamasına sebep oluyor.

133

3.4.6.Evlendirme Programlarında ‘Sıradan İnsan’ın Temsili

Gerçeklik televizyonu üstüne yazılan literatüre bakıldığında, öne çıkan en önemli unsurlardan birinin sıradan insanların, ekranda ünlülerin yerini almaları ve bunun yarattığı etkiler olduğu görülür. Bu durumun hem bir demokratikleşme yarattığı savunulur hem de izleyicinin kendine benzer olanı görmesinin ekranda izlediği kişiyle kurduğu özdeşimi güçlendirdiği yapılan araştırmalarla ortaya konur. Realite şovlar üzerine yapılan batılı çalışmalara bakıldığında izleyiciler sıklıkla bundan aldıkları zevki dile getirir. Buradan hareketle, görüşmeler esnasında, benzer bir konuyu ben de açtım.

Güher: Bu programlarda insanlar bir anlamda kendilerini aşıyor, güvenleri yerine geliyor, iyi birşey Nuriye: Öyle şeyler görmek tabii hoşumuza gidiyor. Asiye: Yarışmalarda falan olabilir, insanın kendini değerlendirmesi güzel Nuriye: Yarışmalarda olabilir Meryem: Yarışmalarda olur. Bir de ekmek parası için gitmiş orada, normal karşılıyoruz. Nuriye: Ama bunlar evliliği iyiden çocuk oyuncağına dönderdiler. Meryem: Acun’un yarışmaları falan çok güzel herkes bir ekmek kavgası, aliyi almiyi bir faydasini göriyi ama bunlar rezalet ya, ben çok karşıyım Sevinç: Rezalet mezalet ama çok izleniyor.

Mehmet: Onların da dertlerini dinliyorum, kendi derdimi onlara paralel tutuyorum. Şey yapıyorum yani hem kendimi teselli etmiş oluyorum Uğur: Yan yana olmasak da konuşmalarını dinleyerek bir insanı tanıyabiliyorsun yani abla. Bizden birisi diyoruz, onları daha değişik görüyoruz. Ünlülere bizim bakış açımız farklı, yaşam tarzları farklı diyerekten. Onlara diyoruz her şey serbest ama kendimizden biri çıktığı zaman ha diyoruz buraya çıkınca böyle oluyor. Yani daha hoşuna gidiyor insanın, bayağı bir hoşuna gidiyor. Hüseyin: Derdini anlatıyor, çoğu insan gibi başımızdan geçmiş

134

Naciye: Yani gerçek hayatını anlatıyor kadın orada. Beni etkiliyor yani, örneğin ben de çok çekmişim, kocam içkili gelirdi, ben yemek yapardım, gelir yağlı tavalara böyle vururdu, ben yanardım ellerim, ayaklarım, kaçardım görümceme doğru. Televizyonda onları görünce, yani bütün kadınların çilesi var, herkes bir şeyler çekmiş, çekmeyen yok yani Nuran: ahhh çile çile Mine: Onları seyrederken bazen insan duygulanıyor. Ben bunları acaba çekebilir miydim? Düşünüyor insan, düşünüyorsun. Bir de düşünüyorum gerçek mi sahi mi? Bunları da düşünüyorum. Perihan:İşte çıkıyorlar oraya kimileri evleniyor, kendini kurtarıyor kimileri de evleniyor bir hafta sonra bakmışsın boşanıyor.

Görüşmecilerin geneli programlardan rahatsız olduğunu ve yayından kaldırılması gerektiğini söyledi. Ancak başta da belirttiğim gibi tümü bu programları her gün düzenli olarak izliyordu. Sevinç: Kavga ediyorlar. O onla konuşmuş o onla konuşmuş, bir sürü şey çıkıyor orada. Güher: Bazıları çok sorunlu oluyor, insan bir şeyler de tabii ki öğreniyor baktıkça, bir şeylerden ders çıkarıyor Nuriye: Zevk aldığımdan değil de canımın sıkıntısından izliyorum, el işi yapıyorsam oturup, canım sıkılıyor, başka bir programda olmadığı için Asiye: Merak, merak yani Meryem: Anlamı yoktur yani, temeli olmayan bir program, evlilik yapılmiy ki orda reklam yapiliy, hiç evlenip de bir evlenmiş de birkaç yıl beraber olan bir insan var mı? Yani 15 gün bir hafta bir evlilik yapiyler, yapiyler mi o da reklam amaçlı mı yapiyler o da belli değil. Temel sağlam yok ki, orada iki günde nasıl bir evlilik olur? Kesinlikle iki gün tanışmayla evlilik olmaz bir tanışmayla evlilik olmaz, yine bir 6 ay flört yaşayacaksın, öyle evliliklerin sonu olmaz, temeli olmaz. Çünkü ben iki dakikalık bir şeyde sürekli kendimi methederim. Kendi iyi şeylerimi söylerim, hiç kötüyü söyleyemem. İki günde insan insanı ne kadar tanır tanıyamaz ki.

Naciye: Ben keyif aldığım için izliyorum. Şarkılar söylüyorlar. Yani o tartışmalar mesela bazen oyunlar yapıyorlar, oyun havaları falan onlar hoşuma gidiyor benim. Yoksa o onu almış o onu almamış o benim sorunum değil, öyle seyrediyorum. Bazen de kızıyorum ben bile

135 kızıyorum yani bak. Ekrandan seyrettiğim halde ben kızıyorum, oradakiler nasıl kızmasın. Yani diyorum bak şimdi bu kadının yaptığına bak adamla çıktı, yedi içti gezdi, geldi istemiyor. Bak şimdi olacak iş mi? İstemiyorsan orda isteme. Hiç çıkma onunla çaya maya. Ne çıkıyorsun istemiyorsun madem değil mi? Mine: hııı, birbirlerini istemiyorlar, anlaşıyorlar orada, birbirlerini görüyorlar, diyorlar ki bir hafta müsaade. Ondan sonra bir hafta sonra on beş gün sonra çıkıyorlar diyorlar ki biz birbirimizi istemiyoruz diyorlar. Neye yaradı bu? Madem istemiyorsun baştan istemiyorum de. Naciye: Bazısı da çıkıyor diyor ki ben burada evlendim anlaşarak evlendim çok mutluyum. Evlendik diyor nasıl gidiyor evlilik diyor Hande onlara çok güzel gidiyor diyor. Yani böyleleri de var. Perihan: ama o da işte şans öyle çıkıyor yani Naciye: Bir de insanların ilginç hayatlarını görüyorsun. Örneğin benim hayatım, benim hayatım bir romandır. Ben sana söyleyeyim sen benim hayatımı yaz… Bu programlarda da öyle hikâyeler var ben de sana onun için anlatıyorum yani bana da sorsalar ben de anlatırım. Hayat hikâyem benim budur diyorum. Bir ara Güneş gazetesine fotoromana çağırdılar beni. Benim hayatımı fotoromana alacaklardı. Ben kabul etmedim. Böyle hikâyeleri o programlarda dinlemek hoşuma gidiyor. Çünkü niye gidiyor ay diyorum bak o da çekmiş annem gibi benim annem de çok çekti çünkü. İşte böyle Duygucuğum, herkesin kendine göre bir hayat hikâyesi var. Nuran: Dertlerini anlatıyorlar, anneyle babayla nasıl geçindiklerini anlatıyorlar, işte diyor evde huzurum yok diyor yaşantım yok diyor, o yüzden buraya geldim diyor bir yuva kurmak için. Evi olan bir insan olsun ki diyor huzurum olsun, olursa diyor, o da çıkarsa bahtına hani şans torbasına elini sokacak da şansına ne çıkarsa ama işte şansları bazılarının iyi çıkıyor bazılarının bozuk çıkıyor, yaşantı bu. Bir insana Allah hayırlı yazılar yazsın yavrum, oradaki hikâyeleri dinlediğim zaman bazı ağlıyorum ben günah diyorum bazılarına da kızıyorum. Esra’da biri var kaç tane talibi çıkıyor hepsine kusur buluyor, ya bir tanesine de ki Allah razı olsun de, benim için gelmişsin de. Hemen ağzını büküyor burnunu büküyor kalkıyor gidiyor, başörtü böyle başında bağlı ama kimseyi beğenmiyor. Hata bizim erkeklerimizde de var yavrum. Bak daha gençsin değil mi, çalıştığın zaman etrafında kızlar vardır, oraya çıkıp da gençlerimiz, erkeklerimiz genç olanlar kendilerini ne rezil ediyorsun? Etrafındakilerden ara, kendin ara, oraya çıkıp da onlan ne anlaşabilirsin, o an için anlaşırsın, orda gidiyorlar çay içmeye işte dertlerini anlatıyorlar birbirlerine, iki gün sonra gene

136

çıkıyorlar anlaşamadık diyorlar, iki gün ne geziyorsun sen onla? Günah değil mi? Günah. Bu evlendirme programlarında yüz kişiden birinin kısmeti oluyor rahat ediyor. O bir tane var neydi o adamın adı, o her zaman orda, her kadına kusur buldu. Neydi o adamın adı? Mine: Cüneyt Nuran: hahh Cüneyt, her kadına kusur buldu yavrum, her kadına kusur buldu, yok kızım var benim. Senin evlenmeye niyetin yok milleti orda kendine şey yapıyosun eğlence yapıyosun. Öylelerini de çıkartmamaları lazım bunların. Çıkartmayacaklar. Böyleleri çıkarsa işte ortaya ötekilere mani oluyor. İyi de olsa kötü de olsa, iyi olana mani oluyor. Onun için yavrum böyle programlar olmasın daha güzel. Perihan: Eğitici programlar olsun ya. Nuran: Ben öyle canım sıkılıyor yani, mutfakta yemek yapıyorum, ee kız üst katta oluyor, ses bana. Yemek bitene kadar seyrediyorum mutfakta. Bazı kadınlar hakaretli konuşuyor, bazı zaman erkekler hakaretli konuşuyor kadınlarla, yani sinir yapıcı bir şey bu yani. Bunlar olmamalı. Televizyonları fuzuli işgal ediyorlar. Para kazansınlar diyerekten televizyonları işgal ediyorlar. Ya herkes kısmetini dışarda, evinde arasın. Yok diye telefon ettim de diyor senin sesini beğendim de diyor ben şimdi İzmir’den geleceğim, kalkıyor, masraf ediyor, geliyor İzmir’den görmeye, n’apıyo? Ağzını büküyor burnunu büküyor, bu mu diyor geldi, kusura bakma diyor tokalaşıyor, ben sizi beğenmedim. İşte bu onur kırıcı bir şey. Yok Adana’dan geliyor, yok şurdan geliyor, Hollanda’dan geliyor, Almanya’dan geliyor, olacak şey değil yavrum, sen Avrupa’da yaşıyorsun kendine göre bir eş bulamadın mı? Öyle değil mi? Geliyorsun buraya evlenme programına çıkıyorsun. Almanya’da yaşıyorsun erkek dolu Almanya. Ama bu rezillik bizimkisi inan ki rezillik. Yani bu böyle güzel bir şey değil. Topluluğu yani böyle şey yapıyor. Bu kadar halkın karşısına çıkıyorsun 70 milyon yok evlenme programıydı yok ne programıydı, bunları kaldırmaları lazım. Şöyle güzel dram şeyler koyun, herkes bir şey anlasın. Neler var ortalıkta ama siz kalkıyorsunuz yok ona koca bulalım, yok filan kişiye kadın bulalım Kendine benzeyen Nuran: Ben diyor ekmek parası için çıktım ben bu işi yapabilir miyim diyor? Bak ne güzel bir şey bunlar ekmek parası için onları izlemek hoşuma gidiyor ama ötekiler kadeh tokuşturmak için birbirlerine çıkıyorlar. Kadeh tokuşturacağına hayatını kazan. Ama bazıları var hemen atlar atlamaz programlara kendini unutuyor kaybediyor kendini, kaybetme kendini. Kendini sıkı tut, böyle adımını sıkı bas ki hayatı

137 yaşa. Akşam bir kadın programı vardı nasıl kadınlar şey affedersiniz çok özür diliyorum Perihan: Değiştiriyorlar kadınları, ATV’yi mi diyorsun Nuran: Hayır hayır, sokak kadınlarını gösterdi Mine: O dizi dizi, Karakol Nuran: Karakol ama bu seyredilecek bir dizi, o kadın giyindi çıktı dışarıya bir içki içti, içince sarhoş oldu, ötekilerde o sokağın böyle etraflarında adamın biri geldi ona musallat oldu. Saçından tuttu sürüklüyor kadını. Bereket öbür sokak kadınları koştu bak Perihan: ama bunlar olan şeyler işte, hayat. Nuran: bunlar hayat. Görüyorsun nasıl, neler oluyor. Gençlere neler oluyor, gençler niçin böyle şeyler yapıyor? Kadının tuttu saçından sürüklüyor illa ben götüreceğim, o hayat kadınları çıkıp bağırmasa adamlar gelmese kadını o anda öldürecek belki. Kadını kurtardı. Ben böyle dramları seyrediyorum. Çok güzel dramlar vardı Karakol’da. Mine: o daha gerçek geliyor işte, dizi daha gerçek Nuran: diyorum ki yavrum, anne baba yok mu bunlara sahip çıkan yok mu? Öyle değil mi? Niçin yapıyorsun böyle şeyler diyorum. Kendi kendime kendi kafamda. Oturuyorum böyle, niçin bunlara anne babaları sahip çıkmıyor diyorum. Duygu: Evlendirme programlarında da insanlar kendi hayatlarını, dramlarını anlatıyor, o durumda neden hoşunuza gitmiyor? Nuran: Yavrum şimdi bak, bir kadın vardı neydi adı şimdi unuttum. O kocakarı oturuyor herkese engel oluyor, şimdi bir tanesi çıkıyor mesela erkek de geliyor çıkıyor oturuyorlar, görüşecekler hemen mikrofona dönüyor diyor ki bunu diyor bana akıl veren var mı diyor, mikrofonu gezdiriyorlar hemen, bir tanesi diyor ki işte bu olamaz diyor, sen diyor yapamazsın bununla diyor, bilmem ne diyor engel oluyor orada ona, o anda o kadın onu istese bile o kadın konuşuyor, öteki atlıyor mikrofona o konuşuyor engel oluyorlar o zaman diyor ki teşekkür ederim geldiğiniz için diyor adamlar kalkıp gidiyor, onların sözüyle. Belki o adamla evlenecekti o, anladın mı yavrum? Yani gelip oturuyor o adamda oturuyor böyle adamın yüzüne bakıyor, nasıl diye işaret ediyor, olmaz diyor geçinemezsin onla, de ki geçindi arkadaşı mani oluyor. Mine: Yani evlenme programları kalksın da eski Türk filmleri oynasın, ben çok seviyorum. Eski Türk filmlerini seviyorum. O programların kamera arkasında neler dönüyor bilmiyorum. O film onu biliyorsun ama bunu bilmiyorsun. İnanmıyorum ya gerçek değil bunlar Nuran: adamla otele gidiyorlar ya otelde ne işin var

138

Naciye: otele gidiyorlar, adamı kabul ediyor Duygu, sonra tam ekrana çıkacakları zaman evliliği kabul etmiyor. Akşam otelde diyor konuşmadık mı diyor, istemiyor bu sefer kadın akşam istedin ya diyor şimdi niye istemiyorsun Mine: Yabancı filmler oynasın onların yerine.

Meryem: İnsanlara daha güzel bir filmler olsun. Mesela yeni başladı bir film Adını Feriha Koydum. Çok güzel bir film. Yani öyle güzel filmler olsun. Bu ne yani psikolojimizi bozdular. Devlet adamlarıyla unları dinlemekten psikolojimiz bozuldu(kahkahalar). Gerçekten siyasetle bu evlilik programlarında sinirlerimiz tamamen bozuldu yani. Halka hiçbir şey vermiyler. Asiye: Evlenmek de boşanmak da artık çok normal oldu. Meryem: Gençlere de kötü örnek oliyler yani. Hiç güzel bir şey değil.

3.4.7.Evlendirme Programları ve Gerçeklik Gerçeklik Şovlarının en temel iddiası; sıradan insanların gerçek hayatlarını, olduğu gibi ekrana yansıttıklarıdır. Ancak bu programların izleyicileri, katılımcıların gerçek kendileri ile kamera karşısında performans sergileyen kendileri arasında ayrım yaparlar. İkinci bölümde tartışıldığı gibi Batıdışı modernliklerde ise izleyici imaj-gerçek, performans- gerçek ikiliklerinin ötesinde bir de televizyonda gösterilen gerçek ile kendi toplumsal gerçeklikleri arasında da bir ayrım yapar. Katılımcılara programın gerçekliği hakkında sorular sorduğumda önce performans- gerçeklik ilişkisi üstüne konuştular ve insanların kamera karşısında ne kadar doğal olabileceklerini sorguladılar, “kamera arkasında olup bitenler” konusunda da şüpheciydiler. Ancak esas gündeme getirdikleri ve uzun süreli tartıştıkları konu oradaki temsillerle kendi gündelik yaşamlarındaki gerçeklik arasındaki fark üzerineydi. Kadın görüşmeciler, gerçek hayattaki ilişkilerden farklı olarak, programa çıkan erkeklerin, kadınları kıskanmadıklarını ve reddedildikleri zaman hemen vazgeçmeyerek alttan alan bir tutumla kadını ikna etmeye çabaladıklarını söylediler. Nedenini sorduğumda, bunu, erkeklik gururu ve programa çıkan kadınların

139

önemsenmemesiyle açıkladılar.Erkek kıskançlığının namus kavramıyla bağlantılı olduğu ve meşrulaştırıldığı düşünüldüğünde bu anlatılar daha anlamlı hale gelir. Görüşmeciler, evlendirme programına çıkan bir kadın ile yapılacak evliliği zaten sorunlu olarak gördükleri için erkeklerin de bu evlilikleri sadece deneme amaçlı yaptıklarını düşünmektedirler. Erkeğin ‘namusu’ olarak görmediği geçici bir kadını kıskanması için de bir neden yoktur.

Asiye: Ya kesinlikle insan kasıyordur kendini Sevinç: Tabii canım yani konuşması oturmasına dikkat ediyor, böyle hani sonuçta şey düşünüyor oraya çıkan beni şu an herkes izliyor öyle konuşmam lazım böyle davranmam lazım Asiye: Ya en basitinden bir ortamda oturduğumuz zaman bile kendi grup arkadaşımız olsa bile hani belli bir şeye dikkat ediyorsun evde daha serbest oluyorsun hani eşinle daha serbest otururken bir ortamda daha dikkatli oturuyorum, konuşma üslubuma adabıma dikkat ediyorum ki bu televizyon yani milyonlar izliyor hani çok sahte bence. Hani her şeyi çok normal karşılıyorlar hayır deyince çocuk kalkıp gidiyor ya sakin bir şekilde Sevinç: Normalde olmaz değil mi?(gülüyor) Asiye: Ben ona karşıyım yani, nasıl ya kabul etmiyorum çocuk normal bir şekilde kalkıp gidiyor. Oldu. Normalde öyle bir şey yoktur değil mi? Damla: Oradaki erkeklerle benim tanıdığım erkeklerin alakası yok. Sadece ağabeyim babam olarak düşünmüyorum arkadaşlarım çevrem olarak da düşünüyorum. Şu an üniversitede okuyorum, lise hayatım oldu benim, çok çok farklı yani. Oradaki erkekler sanki melek. Yani o kadar geniş olmuyorlar. Sevinç: Yani değil mi o kadar nazik, kibar(gülüşmeler) Damla: Ben hiç öyle bir erkekle karşılaşmadım. (gülüşmeler) Güher: İşleri bitene kadar, ondan sonra Nuriye: Dışarıda reddetse aman ederse etsin der, orada şimdi millet izliyor ya reddedilmemek için, gururu var ya, işte ben sizin çocuğunuza iyi bir baba olurum. Dışarıda olsa o kadar üstüne basa basa demez ben senin çocuğuna iyi bir baba olacağım demez, kadın reddetti mi ederse etsin Asiye: Bir kadın için bir sürü erkek geliyor. Dışarıda öyle bir şey olsa dövüş olur kavga olur yani Damla: Silahlar konuşur yani. Dışarıda öyle bir şey olsa kızın adı başka bir şeye çıkar yani affedersin. O kadar erkek etrafında olmuş olsa.

140

Meryem: Televizyon ekranında olmuş olmasa erkek bunu kabul etmez. Televizyon ya, insanlar izliyorlar, erkeklik gururu var, reddedilmek istemiyor Meryem: Çünkü geçici bir evlilik yapma niyeti var da ondan, gerçekleştiremeyeceklerini bildikleri için, onu kabulleniyler Sevinç: Deneme amaçlı Meryem: Evet deneme amaçlı bir evlilik yapiyler yani. Gerçek bir şey olmuş olsa o onu kabullenemez. Affedersin kuşlar bile dişisini kıskanır. Yani insanlar nasıl bu kadar her şeye gözünü yumar? Güher: Hele mesela köy gibi bir yerde olsa, eski nişanlısı ya da eşi onu geri arasa çok kınarlar. Televizyon değiştiriyor Damla: Türk erkeğinin o kadar kibarını da ben görmedim. En iyisi benim ağabeylerimdir babadır onlar bile(kahkaha atıyor) ne kadar iyi olabilirler ki Meryem: Ne kendimi basit duruma düşüreceğim, on kere mesaj atsın, beş kere ayağıma gelsin, niye gidip de orada ben erkeğe yalvarayım Güher: Bana yalvarsın Meryem: Tabii, aşkından öliyim desin(kahkahalar), ben ona niye teklif edeyim canım Nuriye: Canım, yani Türkçesi bunların televizyonlardan kaldırılması lazım. Gençlerimize de kötü örnek oluyorlar. Meryem: Önceden bu kadar ayrılmalar boşanmalar var mıydı? Sevinç: Kadınlar katlanıyordu değil mi her şeye(imalı söylüyor) Meryem: Tamam iyi bir şey kendini savunmak ama bu kadar da çok. Düşün güzel bir daire aliyler, dayiyler döşiyler, bütün eşyalarını aliyler, yani anne baba kendinden fedakârlık yapiy, çocuğum öyle olsun böyle olsun diye, ayy bir bakıyın ki üç ay sonra duyiyim ki aa falancanın gelini boşanmış çünkü amaçsız yaşiyler. Eşya borcu verecen, çocuğa nasıl bakacan, ev nasıl yapacan diye bir amaçları yok. Rahatlıktan yani adam bana böyle yaptı, beş dakika geç geldi işten, yani biz Anadolu çocuğuyik, bizim duygularımız yok mu? Biz kocaylan oturmayi bilmiyor miyik? Yaşamanın en güzelini biz biliyik ama yani olmiyi evliliğini ayakta tutmak için kendimizden ödün veriyoruz. Evlilik programları çıktı kadınlar da öyle kocalara karşı bir tepki, aa bak televizyonda çok iyi bir insan vardı Nuriye: Giderim orada evlenirim diyorlar Meryem: Üç milyar da mayışı var, sen beni üzersen giderim oraya üç milyarlık adamla evlenirim, bunu örnek de alan kadın da çok, seninle mi uğraşacağım diyen kadın da var. Ben kendimi toparlayabiliyim ama

141

o toparlayamiy, buna heves eden insan çok. Şimdi başörtülüler de gidiy oraya başörtüsüzler de. Yani artık her şey bitti. Nuriye: Evlilik kavramını çocuk oyuncağına çevirdiler Meryem: Yanlış bir şey, yani bir sus diyen çıksın bunlara. Gençlerimize kötü örnek oliyler.

Erkek grup görüşmecileri ise, kendi çevrelerinden katılan insanları örnek göstererek programın gerçekliğine inandıklarını ancak bu gerçekliğin televizyon aracılığıyla değiştirilmiş bir gerçeklik olduğunu ve zaman içinde insanların yeni gerçekliğe alıştığını söylediler. İmam Hatip Lisesi mezunu olan Emre, yaşanan değişimi onaylamasalar bile insanların ‘yobaz’ olarak nitelendirmekten çekindikleri için bu görüşlerini ifade edemediklerini ifade etti.

Emre: Başlangıçta senaryoyla gittiler ama şu an alıştırdılar, zincirleri kırdılar insanlardaki rahat rahat çıkabiliyorlar yani Soner: Tabii önce bir oturtmaya çalıştılar programı Emre: Köyünden kaçan da gider oraya, cesareti var, bir şekilde. Güzel bir espri var Kurtlar Vadisi şiddete yöneltiyor diyorlar ya Aşk-ı Memnu da yengesine yöneltiyor. Şimdi o dizide o kadar resmileştiriyorlar ki normalmiş gibi algılamalarını, ilk önce sosyetede bir defa ya olabilir babasıyla aynı kadını sevebilir bir insan ne kadar yobazsın bilmem ne diyerek, eğer öyle düşünmüyorsan sen utanmak durumunda kalıyorsun yani. Doğruluk değişiyor, gerçek gibi kabul edilmek zorunda çünkü sen utanıyorsun söyleyemiyorsun niye yobaz olmuş olan sen oluyorsun normal olan o olmuş oluyor. İlk önce sosyetede yani televizyondakiler aracılığıyla bunlar yapıyorsa normal eğer sen kabul etmiyorsan bunu sen geri kalmış oluyor veya işte gericisin, dincisin Soner: Gerçek ya, bizim oradan da çok giden oldu Emre: Gerçek ama gerçek olabilmesi için ilk önce o altyapıyı oluşturdular. Uğur: Topluma oraya çıkabilme cesaretini verdiler ilk. Düşünsene bir program çıktı Dest-i İzdivaç diye Esra Erol yaptı işte Flash TV’de, ilk kim gidecek ki buna? Kadın güvenip de ilk gelen benim, televizyonda ilk evlenmek isteyen kadın benim düşünsene 70 milyon kişinin gözünde şöyle bir imaj oluşurdu azmış kadın, tek başına çıkmış oraya evlenmek istiyor. İlk bunlar kendi adamlarını çıkardılar ağabeyin dediği gibi, ondan sonra baktı ki birileri çıkıyor gidenler oldu.

142

Emre: Medya aracılığıyla bizim gerçekliğimizi değiştiriyorlar ama o gerçeklik kimin gerçekliği? Medya imparatorlarının. İnsanların yapısını, kültürünü değiştiriyorlar bu televizyonla fark ettirmeden, o kadar kanalda var ki şimdi, Show’dan kaçsan ATV’de yakalanıyorsun, ATV’den kaçsan hepsinde yakalanıyorsun illa ki bakacaksın. Uğur: Bir de bakıyorsun orada psikolog var, ya diyorsun psikolog çıkmış oraya danışılıyor, ediyor, okumuş insan hani günümüzde okumuş insanlar daha iyi biliyor, bak diyorlar üniversite mezunu kız çıkmış, oturuyor evlenecek orada diyor, sen ondan daha mı iyi biliyorsun, o daha kültürlü daha geniş bilgili diyor, doğru olarak gösteriliyor. Şimdi oturmuş bakıyorsun, dükkânda olan bir olay yani, adam diyor aa psikolog da varmış demek ki doğru bir şey bu diyor, o kadar diyor bilgili insan, herkesin derdini paylaşıyor diyor bu adam buraya çıkmazdı öyle bir şey olsa demek ki yanlış bir şey değil ki o adam burada diyor böyle konuşmalar oluyor yani.

143

SONUÇ

Gerçeklik televizyonu kapsamında değerlendirilen program türlerinin son dönemde ulaştığı popülerlik bu alanda yapılan akademik çalışmaların da temel ilgi alanlarından biri haline gelmiştir. Eve ait bir iletişim aracı olan televizyonun kamusal alanda yaşananları ev içi yaşamın özel dünyasına taşıması ve ev içi yaşamın da televizyon aracılığıyla kamusalda görünür hale gelmesi farklı deneyim alanlarının, enformasyon dünyalarının daha önce hiç olmadığı kadar birbiriyle etkileşime geçmesine vesile olmuştur. Sıradan insanların gündelik yaşamlarını en mahrem detayına kadar sergileyen gerçeklik televizyonu türleri ise bu durumun ulaştığı en ileri noktalardan biridir. Bu durum büyük ölçüde kamusal ve özel alanlar arasındaki dengeyi özel lehine değiştirerek yeni bir kamusallık tartışması başlatmıştır. Gerçeklik televizyonu kapsamındaki program türlerinin en belirgin özelliği ünlülerin, uzmanların, medya profesyonellerinin ekrandaki yerlerini sıradan insanlara bırakmaları ve medya içeriğinin büyük ölçüde bu insanlar tarafından şekillendirilmesidir. Buradan hareketle bu program türlerinin kamusallığına ilişkin negatif ve pozitif savlar öne süren çok sayıda yaklaşım ortaya çıkmıştır. Pozitif yaklaşımlar; dışlayıcı nitelikteki idealize burjuva kamusallığının karşıtı bir kamusallık olarak programların, madunlara kamusal alanda ses ve temsil imkânı kazandırdığı savından hareketle demokrasiyi ve özgürlükleri güçlendirici bir işlev gördüklerini ileri sürerler. Negatif savlar ise aksine demokrasi ve özgürlüklerin özel meselelerin kamusalı işgal etmesi sonucu sekteye uğradığını savunurlar. Tez çalışmasında programların kamusallığı normatif bir yaklaşım ortaya koyarak değil üst anlatıların, büyük aidiyetlerin, genel geçer normların anlamını büyük ölçüde yitirdiği geç modern çağda, insanların gündelik hayatlarında karşılaştıkları sorunları tartıştıkları, geçici, pragmatik çözümler üstüne konuştukları bir kültürel forum olarak ele alınmıştır. Dolayısıyla geç modern çağda insanların karşı karşıya kaldıkları sorunlara işaret edilerek programlar daha geniş bir sosyal bağlama yerleştirilerek analiz edilmiştir. Programların kamusallığı üstüne düşünürken gözden kaçırılmaması gereken noktalardan biri de televizyon yapımlarının daima bir izleyici kitlesi hedeflenerek

144 hazırlanıyor oluşudur. Kişisel meseleleri kamusal tartışmanın konusu haline getirebilmek, izleyicilerin bu tartışmaları izlemesini ve izlemeyi sürdürmesini sağlamak için üretilmiş bir formattır. Televizyon, kamusal ve özel alanlar arasında ilişki kuran ve farklı deneyim alanları arasında bir bağlantı sağlayarak uluslaşma sürecinde önemli işlev üstlenen bir iletişim aracıdır. Televizyon; siyaset, ekonomi, kültür, spor, magazin gibi alanlara ilişkin yaşananları yaygınlaştırarak, toplum üyeleri arasında ortak bilgi ve deneyim paydası yaratır ve sosyalleşme sürecine katkıda bulunur. Ulusun değerlerinin taşıyıcısı olarak ulus üyeleri arasında ortak normların üretilmesinde ve yaygınlaşmasında aracılık rolü üstlenir. Farklı söylemler arasında haberdarlığı sağlayarak bir etkileşim zemini yaratır. Yani bir yandan kamusal değerleri evin özel mekânına taşırken bir yandan da özel alanın dünyasını kamusala taşır.Ancak bunun sorunsuz bir süreç olduğu düşünülemez çünkü uluslaşma sürecinin önemli ögelerinden biri olan televizyon, bu sürecin sorunlarını da bünyesinde taşır. Çalışmada, realite ve talk şovlara ilişkin tartışmaların ulus bağlamında yapılan televizyon tartışmalarının neoliberal uzantısı olduğu savunulmuştur. Batıdışı modernliklerde temel çatışma, maddi alanı Batılılaştırırken manevi alanda milli kimliğini muhafaza edebilme çabasından kaynaklanır. Türklük, Müslümanlık ve batılılık arasında kurulmaya çalışılan sentez, kamusal ve özel alanın sınırları çizilirken ve bu alanlara uygun normlar belirlenirken, bu kimliklerden hangisine ağırlık verileceğine bağlı olarak ayrımlaşan ve birbiriyle çatışan farklı söylemler yaratır. Bu farklı söylemlerin kamusal ve özel tanımlarını nasıl yaptıklarını anlamak, günümüzde, programlar üstüne yapılan tartışmaları anlamada yol göstericidir. Bunun için; çalışmada, çatışmalı alanlar olarak Türkiye’de kamusal ve özel alanların farklı söylemler tarafından ne şekilde kurgulandıklarına kısaca yer verilmiştir. Bu tartışmanın merkezinde öncelikle kadınlar vardır. Kadınlar, bir yandan kamusal görünürlük kazanarak modernliğin bir yandan da geleneğin sürdürücüsü olarak milli kimliğin sembolü olmak zorunda bırakılırlar. Dolayısıyla da kadınlar için kamusal ve özel alanlara ait farklı davranış biçimleri uygun görülür. Ancak programlar kamusal ve özel deneyim alanları arasındaki sınırı bulanıklaştırdığı için artık özel alandaki görüşler ve temsil biçimleriyle kamusal

145 alandakileri birbirinden ayırmak eskisi gibi kolay olamaz. Bu dönüşüm sürecini anlamlandırabilmek için öncelikle evlendirme programlarının toplumsal alanda nasıl tartışıldığına programlara ilişkin gazete haberleri, yazıları, siyasetçilerin, uzmanların, bürokratların açıklamaları, , izleyicilerin RTÜK’e yaptıkları şikâyet başvuruları ve gerekçeleri, RTÜK’ün verdiği uyarı ve cezalar gibi veriler derlenmiştir. Bütün bu verilere bakıldığında ortak izleğin ‘bize ne oluyor?, ‘toplum nereye gidiyor?’, ‘aile kurumumuz dağılıyor mu?’ gibi sorular etrafında şekillendiği görülür. Bu izlekler, değişim karşısında duyulan kaygının sonucudur. Bunun için program üzerine yapılan tartışmalar programların gerçekliği ve toplumsal gerçeklik, yeni erkeklik ve kadınlık temsilleri, yerel ve küresel/ Batılı kültür gibi karşıtlıklar ekseninde yeni bir kamusallık mücadelesidir. Tez kapsamında etnografik bir izleyici araştırması yapılmış ve izleyicilerin programları anlamlandırma biçimleri ortaya konmuştur. İzleyici araştırmasında ortaya çıkan sonuca göre; yeni kamusallık deneyimlerinin ortaya çıkışı eski kamusallık deneyimlerinin varlığını ortadan kaldırmaz. Yeni kamusallık biçimleriyle ortaya çıkan yeni deneyim biçimleri eski deneyim biçimlerini ortadan kaldırmak yerine ona eklemlenir, onunla çatışır, etkileşime geçer. Yani izleyici, eski ve yeni kamusallık deneyimleri arasında gündelik yaşam deneyimlerinin de etkisiyle bir diyalog başlatır ve kendi anlam dünyasını yaratır. Özetle, çalışmada,programlar aracılığıyla geleneksel değerlerin sürdürüldüğü savına itiraz edilmiş,programların, eski anlam dünyalarıyla yeni anlam dünyalarının kesiştiği, etkileşime girdiği, çatıştığı, uzlaştığı yeni bir kamusallık modeli olduğu savı savunulmuş, programların, batıdışı modernlik süreci yaşayan Türkiye’de, kamusal alanı geriletmek yerine kadınlık ve erkeklik temsilleri, milliyet, aile, din gibi kategoriler etrafında yeni bir kamusallık tartışması başlattığı ortaya konmuştur.

146

KAYNAKÇA

Ağduk, Meltem: “Cumhuriyetin Asil Kızlarından 90’ların Türk Kızlarına… 1990’larda Bir Türk Kızı: Tansu Çiller”, Vatan, Millet, Kadınlar, İstanbul, İletişim Yay., 2004, pp. 297-324

Ahıska, Meltem: “Medya, Küresellik ve Yerellik”, Toplum ve Bilim, Güz 1995(67), pp. 6-25

Radyonun Sihirli Kapısı, İstanbul, Metis Yay., 2005

Ahıska, Meltem; Yenal, Aradığınız Kişiye Şu An Ulaşılamıyor (Türkiye’de Zafer: Hayat Tarzı Temsilleri), İstanbul, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, 2006

Akşit, Elif Ekin: Kızların Sessizliği(Kız Enstitülerinin Uzun Tarihi), İstanbul, İletişim Yay., 2005

Andrejevic, Mark: Reality Tv The Work Being Watch, Rowman&Littlefield Publisher, 2004 Ang, Ien: Living Room Wars- Rethinking Media Audience for a Postmodern Worl, London& New York, Routledge, 1995 Aslama, Minna; Pantti, “Talking Alone: Reality TV, Emotions and Authenticity”, Mervi: European Journal of Cultural Studies, 2006(9), pp. 167- 184

Baumann, Zygmunt: Siyaset Arayışı, İstanbul, Metis Yay., 2000

Modernlik ve Müphemlik, İstanbul, Metis Yay., 2003

Bireyselleşmiş Toplum, İstanbul, Metis Yay., 2005

Berktay, Fatmagül: Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın, İstanbul, Metis Yay., 1996

Blank, Hanne: Bekâretin El Değmemiş Tarihi, İstanbul, İletişim Yay., 2008

147

Blum- Kulka: “The Many Faces of With Meni: The History and Stories of One Israeli Talk Show”, Television Talk Shows, Routledge, London,2001, pp. 99- 123

Bora, Aksu: “Kamusal Alan/Özel Alan: Mahrumiyet Özgürleşme İkileminin Ötesi”, Toplum ve Bilim ,İstanbul, Birikim Yay., 1997(75), pp. 85- 93

Kadınların Sınıfı, İstanbul, İletişim Yay., 2008

Bora, Aksu; Sıcak Aile Ortamı/ Demokratikleşme Sürecinde Kadın Üstün, İlknur: ve Erkekler, İstanbul, TESEV Yay., 2008

Bratich, Z. Jack: “Nothing is Left Alone for too Long”: Reality Programming and Control Society Subjects, Journal of Communication Inquiry, 2006(30), pp.65- 83

Brunvatne, Raina; “It Makes It Okay to Cry”: Two Types of “Therapy Talk” in Tolson, Andrew : TV Talk Shows, Television Talk Shows, Routledge, London,2001, pp. 149- 166

Campbell, J. K.: Honor, Family and Patronage, Oxford University Press, 1964 Chatterjee, Partha: Ulus ve Parçaları, İstanbul, İletişim Yay., 2002

Corner, John: “Performing The Real: Documentary Diversions”, Television&New Media, 2002(3), pp.255- 269

Couldry, Nick: “Reality TV or the Secret Theatre of Neoliberalism”, 2006,(çevrimiçi) www.goldsmith.ac.uk/media_communication/staff/realitytv.p df

Çağlayan, Handan: Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar, İstanbul, İletişim Yay., 2009

Çaha, Ömer: “İdeolojik Kamusalın Sivil Kamusala Dönüşümü”, Doğu

148

Batı, Ankara, Doğu Batı Yay., 1998-9(5), pp. 81- 103

Çabuklu, Yaşar: Uzam ve Kötülük, İstanbul, Everest Yayınları, 2006 Çayır, Kenan: Türkiye’de İslamcılık ve İslami Edebiyat, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008

Çotuksöken, Betül: EvNedir?,(çevrimiçi)http://www.betulcotuksoken.com/ev- nedir/Konut Sempozyumu(Bildiri), 2009 Davison, Andrew: Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, İstanbul, İletişim Yay., 2006

Delenay, Carol: Tohum ve Toprak, İstanbul, İletişim Yay., 2009

Duben, Alan: Kent, Aile, Tarih, İstanbul, İletişim Yay., 2006

Dubrofsky, E.Rachel: “Therapeutics of the Self: Surveillance in the Service of the Therapeutic”, Television&New Media, 2007(8),pp. 263- 284

Ellis, John: “The Performance on Television of Sincerely Felt Emotion”, The ANNALS of the American Academy of Political and Social Science, 2009(625), pp. 103- 115

Elster, Jon: Alchemies of the Mind Rationality and the Emotions, Cambridge University Press, 1999 Fetveit, Arild: “Reality TV in the Digital Era: A Paradox in Visual Culture?”, Media, Culture&Society, 1999(21), pp.787- 804 Foucault, Michel: Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Tufan, cilt 1, İstanbul, Afa Yayınları, 1993 Özne ve İktidar, çev.Işık Ergüden- Osman Akınhay, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2005 Fraser, Nancy: “Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek”, Kamusal Alan, çev. Meral Özbek- Cemal Balcı, İstanbul, Hil Yay., 2004, pp. 103- 132

Gökalp, Ziya: Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, İstanbul, Toker Yayınları, 2007

149

Göle, Nilüfer: Modern Mahrem, İstanbul, Metis Yayınları, 1991

Melez Desenler, İstanbul, Metis Yayınları, 2002

Gürbilek, Nurdan: Kötü Çocuk Türk, İstanbul, Metis Yay., 2004

Vitrinde Yaşamak, İstanbul, Metis Yay., 2007

Haag, L. Laurie: “Oprah Winfrey: The Construction of Intimacy in the Talk Show Setting”, Journal of Popular Culture, pp. 115- 121

Haarman, Louann: “Performing Talk”, Television Talk Shows, London, Routledge, 2001, pp 31- 70

Habermas, Jurgen: Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İstanbul, İletişim Yay., 2005

“Kamusal Alan”, Kamusal Alan, çev. Meral Özbek, İstanbul, Hil Yay., 2004, pp. 95- 102

Harvey, David: Postmodernliğin Durumu, çev.Sungur Savran, İstanbul, Metis Yayınları, 1997

Hansen, Miriam: “Yirmi Yılın Ardından Negt ve Kluge’nin Kamusal Alan ve Tecrübe’si: Değişken Karışımlar ve Genişlemiş Alanlar”, çev. Meral Özbek, Kamusal Alan, İstanbul, Hil Yay., 2004, pp. 141- 177

Hill, Annette: Reality TV -Audiences and Popular Factual Television, Routledge, 2005 Hutchby, Ian: “Confrontation As a Spectacle: The Argumantative Frame of The Ricki Lake Show”, Television Talk Shows, London, Routledge,2001, pp. 167- 183

Illouz, Eva: “That Shadowy Realm of the Interior: Oprah Winfrey and Hamlet’s Glass”, International Journal of Cultural Studies,

150

1992(2),pp. 109- 131

İmançer, Dilek; “Evlilik Programlarında Değer Temsili”, Medyayı Anlamak, Sarıgül, A. Ekber: De Ki Yayınları, Ankara, 2010, ss. 77- 108 İmançer, Dilek; “Televizyonda Kadın Programları: Türlerarasılık ve Söylem”, Yurderi, M. Mihriye: Medyayı Anlamak, De Ki Yayınları, Ankara, 2010, ss. 109- 145 Jacobs, Sean: “Big Brother, Africa is Watching”, Media, Culture& Society, 2007, Vol.29(6), pp. 851- 868

Jameson, Frederic: Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı, çev. Nuri Plümer, İstanbul, YKY., 1994

Kandiyoti, Deniz: Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar, İstanbul, Metis Yay.,2007

Kırık, Hikmet: Kamusal Alan ve Demokrasi/ Örtünme Sorununu Yeniden Düşünmek, İstanbul, Salyangoz Yay., 2005

Kraidy, M. Marwan: “The Global, The Local, and the Hybrid:A Native Ethnography og Globalization”, Critical Studies in Mass Communication, 1999(16), pp.485- 498 Reality Television and Arab Politics, Cambridge, 2010 Illouz, Eva: “That Shadowy Realm of the Interior: Oprah Winfrey and Hamlet’s Glass”, International Journal of Cultural Studies, 1999(2), pp. 109- 131 Laçiner, Ömer: “1980’ler Kapan(may)an Bir Parantez mi?”,Birikim (152- 153), İstanbul, Birikim Yay., 2001-2, pp. 10- 17

Lasch, Christopher: Narsisizm Kültürü, Ankara, Bilim ve Sanat Yay., 2006

Lal, Deepak: Unintended Consequences, London, The MIT Press, 1998 Livingstone, Sonia; Rethinking the Focus Group in Media and Lunt, Peter: Communications Research, (çevrimiçi), http://eprints.Ise.ac.uk/archive/00000409, 1996, Ocak 2011 Talk on Television- Audience Participation and Public

151

Debate, London and New York, Routledge, 2001 Lupton, Deborah: Talking About Sex: Sexology, Sexual Difference, and Confessional Talk Shows, Genders, 1994(20), pp. 45- 65 Mahçupyan, Etyen: “Osmanlı’dan Günümüze Parçalı Kamusal Alan ve Siyaset”,Doğu Batı(5), Ankara, Doğu Batı Yayınları, 1998–9, pp. 25- 53

Malina, J. Bruce “The New Testament World: Insight From Cultural Anthropology”, Westminister John Knox Press, 2001 Mardin, Şerif: Türkiye’de Din ve Siyaset, İstanbul, İletişim Yay., 2006

Bediüzzaman Said Nursi Olayı, İstanbul, İletişim Yay., 2010

Masciarotte, G. Jean: “C’mon Girl: Oprah Winfrey and the Discourse of Femine Talk”, Genders(11), 1991, pp 81- 110

McLaughlin, Lisa: “Chastity Criminals in the Age of Electronic Reproduction: Reviewing Talk Television and Public Sphere”, Journalof Communication Inquiry, 1993(17), pp. 41- 55 Meyrowitz, Joshua: No Sense of Place- The Impact of Electronic Media in Social Behavior, New York, Oxford University Press, 1986 Meriç, Cemil: Bu Ülke, İstanbul, İletişim Yay., 2010

Moors, Shaun: Media and Everyday Life in Modern Society, Edinburgh, Edinburgh University Press, 2000 Morley, David: Home Territories, Routledge, 2000

Morley, David; “Commuication and Context: Ethnographic Perspectives on Silverstone, Roger: the Media Audience”, A Handbook of Qualitative Methodologies for Mass Communication Research, London and New York, Routledge, 1991 Murray, Susan; Reality TV Remaking Television Culture, New York Quellette, Laurie: University Press, 2004 Myers, Greg: “I’m Out of It; You Guys Argue” Making an Issue of It on the

152

Jerry Springer Show”, Television Talk Shows, London, Routledge, pp. 185- 201

Negt, Oskar; “Kamusal Alan ve Tecrübeye Giriş”, çev. Meral Kluge, Alexander: Özbek,Kamusal Alan, İstanbul, Hil Yay., 2004, pp. 133-139

Nagel, Joane: “Erkeklik ve Milliyetçilik: Ulusun İnşasında Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik”,Vatan, Millet, Kadınlar, İstanbul, İletişim Yay., 2004, pp. 65- 101

Najmabadi, Afsaneh: “Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan”,Vatan, Millet, Kadınlar, İstanbul, İletişim Yay., 2004, pp.129- 165

Ocak, Ahmet Yaşar: Türkler, Türkiye ve İslam, İstanbul,İletişim Yay., 2009

Öğün, S. Seyfi: “Kamusal Hayatın Kültürel Kökleri Üzerine: Sennett, Habermas, Abdülaziz Efendi”, Doğu Batı(5), Ankara, Doğu Batı Yayınları, 1998–9, pp. 55- 61

Özkan, B.; “Gurur Toplumu Bakış Açısıyla Türk Kültürünün Gençöz, T.: İncelenmesinin Önemi”, Kriz Dergisi, Ankara, 2006 14(3) : ss. 19-25 Özbay, Ferhunde: “Kadınların Ev İçi ve Ev Dışı Uğraşlarındaki Değişme”, 1980’ler Türkiyesi’nde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, İstanbul, İletişim Yay., 2010, pp. 115- 139

Özbek, Meral: Kamusal Alan, İstanbul, Hil Yay., 2004

Özdalga, Elisabeth: İslamcılığın Türkiye Seyri/ Sosyolojik Bir Perspektif, İstanbul, İletişim Yay., 2006

Ouellette, Laurie: “Take Responsibility for Yourself”: Judge Judy and the Neoliberal Citizen, Reality TV, 2004

Palmer, Gareth: “Big Brother: An Experiment in Governance”, Television& New Media, 2002(3), pp. 295- 310 Parla, Taha: Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm,

153

İstanbul, Deniz Yay., 2009

Peck, Janice: “TV Talk Shows as Therapeutic Discourse: The Ideological Labor of the Televised Talking Cure”, Communication Theory, 1995(5), pp. 58- 81 Pitt- Rivers, J. Alfred: The Fate of Shechem or the Politics of Sex: Essay in the Anthropology of the Mediterranean, Cambridge, Cambridge University Press, 1977 Probny, Elspeth: “Television’s Unheimlich Home”, The Politics of Everyday Fear, Minneapolis, University of Minnessota Press, 1993, pp. 58- 81 Rawls, John: A Theory of Justice, Cambridge, The Belknap Press of Harvard University Press, 1999 Ruddock, Andy: Understanding Audience Theory and Method, London, Sage Pub., 2001 Schroder, Kim; Researching Audiences, London, Oxford University Press, Drotner, Kirsten; 2003 Kline, Stephen; Murray, Catherine: Sennett, Richard: Kamusal İnsanın Çöküşü, İstanbul, Ayrıntı Yay., 2002

Karakter Aşınması, çev. Barış Yıldırım, İstanbul, Ayrıntı Yayınları., 2005

Shattuc, Jane: “The Shifting Terrain of American Talk Shows”, A Companion to Television, Blackwell Publishing, 2006, pp. 324- 336

Silverstone, Roger: Television and Everyday Life, London, Routledge, 1999

Squire, Corinne: “Empowering Women: The Oprah Winfrey Show”Feminism& Psychology 4(1), 1994, pp 63- 79

Şerifsoy, Selda: “Aile ve Kemalist Modernizasyon Projesi, 1928- 1950”, Vatan, Millet, Kadınlar, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, pp. 167- 200

Tekeli, Şirin: “1980’ler Türkiyesi’nde Kadın”, 1980’ler Türkiyesi’nde

154

Kadın Bakış Açısından Kadınlar, İstanbul, İletişim Yay., 2010, pp. 15- 46

Thornborrow, Joanna: “Has It Ever Happened to You?” Talk Show Stories as Mediated Performance, Television Talk Shows, London, Routledge,2001, pp. 125- 147

Toffler, Alvin: Şok- Gelecek Korkusu, çev. Selami Sargut, İstanbul, Altın Kitaplar, 1996 Tolson, Andrew: Television Talk Shows, London, Routledge, 2001

Turner, Graeme: “The Mass Production of Celebrity: ‘Celetoids’, Reality TV and Demotic Turn”, International Journal of Cultural Studies, 2006(9), pp. 153- 165

Türköne, Mümtaz’er: “Cumhuriyet’in Kamusal Alanı, Doğu Batı, 1998-9(5) Urry, John: Mekânları Tüketmek, çev. Rahmi G. Öğdül, İstanbul, Ayrıntı Yay., 1999 Wigley, Mark: “Untitled: The Housing of Gender”, Sexuality and Space, Princeton Architectural Press, 1992, pp. 327- 373 Wood, Helen: “No, You Rioted!”: The Pursuit of Conflict in the Management of “Lay” and “Expert” Discourse on Kilroy, Television Talk Shows, London, Routledge, 2001, pp. 71- 97

Yuval- Davis, Nira: Cinsiyet ve Millet, İstanbul, İletişim Yay. ,2007

Zihnioğlu, Yaprak: Kadınsız İnkılâp/ Nezihe Muhiddin, Kadınlar Halk Fırkası, Kadın Birliği, İstanbul, Metis Yay. ,2003

Williams, Raymond: Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim, çev. Ahmet Ulvi Türkbağ, Ankara, Dost Yayınları, 2003 Zawawi, Zarina; Debating Asian Values: A Case Study of Malaysian Ibrahim, Faisal: Reality TV Shows, (çevrimiçi),http://www.onlinereview.segi.edu.my/chapters/ vol3_sr1_art3.pdf, Ocak 2011

Zimmerling, Ruth: ‘Guilt Cultures’ vs ‘Shame Cultures’: Political

155

Implications?, (çevrimiçi), http://www.politik.uni- mainz.de/cms/Dateien/rzshame.pdf Paper given at International Conference on Reassessing Democracy: New Approaches to Governance, Citizenship and Multiple Identities in Comparative Research, IU Bremen, June 20- 21, 2003

156

EKLER

EK- 1: Odak Grup Katılımcılarının Listesi MEDENİ AD D.YERİ YAŞ EĞİTİM DURUM MESLEK Aynur Trabzon 61 Eğitimsiz Evli Ev Kadını Üniversite Sevinç İstanbul 21 Öğr. Bekâr Öğrenci Üniversite Asiye İstanbul 20 Öğr. Bekâr Öğrenci Güher Sivas 47 İlkokul Dul Gündelikçi Gülşeref Erzincan 48 Eğitimsiz Evli Gündelikçi Beyhan Amasya 41 İlkokul Evli Ev Kadını

Uğur Erzincan 20 Lise(terk) Bekâr Berber Çırağı Mehmet Balıkesir 77 İlkokul Evli Berber Hüseyin Mardin 32 İlkokul Bekâr Kahveci Emre Tokat 30 Y.Okul Bekâr Pazarlama ve Satış Şefi Kütüphaneci(Bilgi- Murat Çorum 34 Üniversite Bekâr Belge Yönetimi) Soner Yozgat 24 Ortaokul Bekâr Fırıncı

Naciye İstanbul 50 İlkokul Evli Ev Kadını Nuran İstanbul 80 Eğitimsiz Dul Ev Kadını Mine İstanbul 52 İlkokul Dul Ev Kadını Kadriye Malatya 48 Ortaokul Evli Temizlik Elemanı Perihan İstanbul 66 ilkokul Dul Ev Kadını Hale İstanbul 33 Üniversite Bekâr Serbest

157

158

159

160

161

162

163

164

165

166

EK- 3: Evlendirme Programlarına İlişkin Gazete Haberleri

Habertürk Cumartesi, 08.01.2011

167

168

Vatan, 30.12.2010

Şok, 27.02.2011

169

Şok, 08.01.2011

170

Akşam, 28.11.2010

171

172

Aktüel, Mart 2011, sayı 239

173

Vatan, 07.02.2011

Posta, 04.01.2011

Takvim, 04.01.2011

174

ÖZGEÇMİŞ

1981 yılında, Erzurum’da doğdu. Lisans eğitimini 1999- 2003 yılları arasında, Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo- Televizyon ve Sinema Bölümü’nde tamamladı. 2005 yılında, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Radyo- Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı’nda, ‘Medyayı Bir Simülasyon Modeli Olarak Yeniden Düşünmek’ başlıklı teziyle, yüksek lisans derecesini aldı. Aynı yıl, İstanbul Üniversitesi, Radyo- Televizyon ve SinemaAnabilim Dalı’nda doktora öğrenimine başladı.

175